19 Şubat 2015 Perşembe

443.RABBİMİZİN cc 26.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ey âdemoğlu!
Çokça azık edininiz (hayırlı, salih amel biriktirin); çünkü yol uzundur. Allah a karşı kulluğunuzu güzel ve sağlam yapın; zira deniz derindir. Ameli hakkıyla yerine getirin; çünkü sırat incedir. Yaptıklarınızı ihlâsla yapın; zira sizi hesaba çekecek olan Allah her şeyi görmektedir.
Senin bütün arzuladıkların cennette, rahatın âhirettedir. Orada senin için güzel huriler vardır. Sen benim için ol, ben de senin için olayım. Dünyayı küçümseyip iyileri severek bana yaklaş. Şüphesiz Allah, iyilik sahiplerinin sevabını zayi etmez."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Şubat 2015 Pazartesi

442.HADİS USULÜ-3-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


bb. Zabt sıfatıyla ilgili kusurlar

1) Çok yanılmak (Kesretu’l-galat): Rivayette çok yanlış yapması. Bu gibilerin rivayeti “münker” sayılır. İnsanın yaratılışı gereği hataya meyyal olmasını gözönünde bulunduran hadis bilginleri, ravilerin kasıttan uzak ve aşırılığa kaçmayan hatalarını hosgörü ile karşılamışlar, hatası sevabını aşacak derecede çok yanılanların rivayetlerini de reddetmişlerdir. Münekkidler, hatada ısrar etmeyi, hatadan daha büyük bir cerh sebebi olarak kabul etmisler, kendisine gerekli açıklama yapıldıktan sonra hatasında ısrar eden ravinin bütün rivayetlerinin sakit olup artık hadisinin yazılamayacağını ifade etmişler ve fazla hata yapmakla cerhedilen ravilerin hadislerine münker ismini vermişlerdir.

2) Aşırı Gaflet (Fartu’l-gafle): Ravinin aşırı gafil ve dikkatsiz olması. Bu da “münker” sayılır.Ravinin cerhini, dolayısıyla rivayetinin reddini gerektiren kusurlardan biri de gaflet, yani dikkatsizliktir. Dikkatsizlik, ravinin rivayet ettiği aslın tahkikine önem vermediğine, hiçbir gerekçe göstermeden, üstelik yapılan değişiklikten doğacak farkı da anlamadan, sırf bir telkinle kitabındaki rivayeti değiştirebileceğine delalet eder. Çünkü rivayetini iyi ezberleyip ona hakim olan ravi, hadisi dinlediği şeyhten böyle tesbit ettiğini söyler, ikna olmadan onu değiştirme yoluna gitmez ve farkına varmadan anlamını bozacak bir tashifte bulunmaz.

3) Karıştırma (Vehm): Hadisin sened ve metninde doğru sanarak hatalar yapması mesela bir hadisi diğer bir hadise katması, sika bir ravi yerine zayıf bir raviyi zikretmesi bu gibilerin rivayet ettiği hadis “muallel” adını alır. Hadis terminolojisinde ravinin, tahdis kurallarını bilmemesi sebebiyle ve doğru olduğu zannıyla hadisi yanlış rivayet etmesidir. Böyle bir kusuru bulunan hadise muallel denir. Vehim sonucu ortaya çıkan hatanın tesbiti için çeşitli karineler yardımıyla titiz bir inceleme gerektirir. Bir hadisteki illeti ortaya çıkartmanın yolu, o hadisin bütün tariklerini toplayıp ravilerin ihtilafını, zabt ve itkanini incelemektir.

4) Sikaya muhalefet (Muhalefetu’s-sikat): Zayıf bir ravinin güvenilir (sika) ravilerden birine farklı rivayette bulunması demektir. Böyle hadislerde münker, müdrec, maklub, muzdarib, musahhaf, muharref gibi isimler alır. Zayıf bir ravinin sika ravilere veya sika bir ravinin, kendisinden daha sika olan ravilerin rivayetine aykırı hadis rivayet etmesi, hadis terminolojisinde muhalefet olarak isimlendirilir. Muhalefet sebeplerine göre çeşitli şekillere ayrılmıştır.


 Idrac sebebiyle muhalefet (hadisin senedinde veya metninde bulunan muhalefet),

 kalb sebebiyle muhalefet (seneddeki ravi isimlerinin veya metindeki bazı kelimelerinin yerlerinin değişmesi dolayısıyla), muttasil bir isnadın ortasına bir ravi eklemek suretiyle meydana gelen muhalefet,

 izdirap sebebiyle muhalefet (bir hadisin bir veya daha fazla ravi tarafindan aynı sıhhat derecesinde fakat birbirine muhalif şekillerde rivayet edilmesi) gibi adlandırılan bu şekiller dışında bir de tashif ve tahriften kaynaklanan bazı muhalefetler vardır ki, bunlarda genellikle metindeki lafızlarda, bazen de senetteki isimlerde vuku bulan tahrif ve tashiflerdir.

5) Hafıza bozukluğu (Su’ü’l-hifz): Çokça unutkan ve rivayetlerinde yanılan hafızası zayıf raviler için kullanılır. Bunlara seyyiu’l-hıfz denir. Devamlı hafıza bozukluğu olanların rivayetleri asla kabul edilmez. Hadiste hafıza bozukluğu, sika olarak bilinen bir ravinin çeşitli nedenlerle akıl ve hafızasında meydana gelen değişiklikler sonucu rivayetlerinde çok hataya düşme durumudur. Hadis alimleri hafıza bozukluğunu ikiye ayırmışlardır. Bunlardan biri ravide devamlı bulunan hafıza bozukluğudur ki, böyle ravilerin rivayetleri doğal olarak ittifakla merduddur. Ikinci çesit hafıza bozukluğu ise arızi olan hafıza bozukluğudur. Bu da bunama, yaşlılık, hastalık, körlük ve çeşitli nedenlerle kitapların yok olması gibi sebeplere dayanır. Böyle ravilerin ihtiladan önce rivayet ettikleri hadisler makbul, ihtilattan sonra rivayet ettikleri ise merduddur.

Bu 10 tenkid noktasını en ağırından en hafifine göre sıralayacak olarsak şöyledir;

1. Kizbu’r-ravi
2. Ittihamu’r-ravi bil kizb
3. Kesretu’l galat
4. Fartu’l-gaflet
5. Fisku’r-ravi
6. Vehm
7. Muhalefetu’s-sikat
8. Cehaletu’r-ravi
9. Bidatu’r-ravi
10. Su’u’l-hifz

HADİS ÖGRENİM VE ÖĞRETİM YOLLARI
Hadislerin bir hocadan rivayet edilmesine terim olarak tahammulu’l-hadis, tahammulu’l-ilm denilmektedir. Biz buna hadis alma yolları veya hadis ögrenme ve ögretme yolları diyebiliriz.

Hadis usulü alimleri tahammül ve eda yollarını baslangıçtan beri sekiz olarak tesbit etmişlerdir. Bunlar sırasıyla; sema’, kıraat, icazet, münavele, kitabet, i’lam, vasiyyet vicade’dir. Şimdi özet olarak bunları inceleyelim.

a. Sema
Hocanın ezberden veya yazılı bir metinden rivayet ettiği hadisi ögrencinin bizzat hocasının ağzından işitmesidir. Bu durum rivayet sırasında (filan bize anlattı) veya (bize haber verdi veya (....şöyle söylerken işittim gibi terimlerle belirtilir. Hoca ezberden veya kitaptan sözlü olarak rivayet ettiği hadisi talebelere yazdırırsa bu imla olur. Bu yolla oluşturulmuş eserlere de “emali” adı verilir.

b. Kıraat
Talebe ezberinden veya elindeki bir kitaptan hocanın huzurunda hadis okur. Hoca da ya ezbere veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinler. Gerekirse düzeltme yapar. Böylece öğrenci, hocadan o hadisleri öğrenmiş olur. Bu usule “arz” veya “kıraat” denir.

Bu yolla öğrenilen hadis rivayet ederken (Falanın huzurunda bu hadisi okudum) ifadesi kullanılır. Şayet hadisi başkası hocanın huzurunda okumuş kendisi de orada hazır bulunmuşsa (falanın huzurunda bu hadis okunurken dinledim) ifadesi kullanılır. Bu yolla elde edilen hadis “haddesena fulan kiraaten aleyh” terimiyle de rivayet edilir. Imam Müslim ahberena lafzını bu yolla aldığı hadisleri rivayet ederken kullanmaya çalışmıştır.

c. Icazet
Hocanın, talebesine duyduklarını veya kitaplarını rivayet etme izni vermesi demektir. Bunda ne sema usulünde olduğu gibi hocanın okuması ne de kıraat metodunda görüldüğü gibi talebenin okuyup hocanın dinlemesi ve tasvibi vardır. Icazet sözlü veya yazılı olarak verilir. İcazetin birkaç şekli vardır. Çesitlerine göre caiz olan ve olmayanları vardır. “eceztu lifulan istemeltu aleyhi fihristi”, “eceztu leke ba’du mesmuati” gibi terimler kullanılır.

d. Münâvele
Hocanın kendisinden nakil ve rivayet etmesi için talebesine bir kitap ya da yazılı bir metin vermesine münavele denir. Eğer hoca, kitabı verirken “bunu sana temlik ediyor” veya “istinsah için emanet ediyor ve rivayet etmene de izin veriyorum” derse buna icazetli münavele ismi verilir. Bu geçerli bir usuldür. Eğer hoca, talebesine benim işittiğim hadisler bunlardır diyerek icazetten söz etmeden bir kitap teslim ederse bu icazetsiz münavele olur ve bu hadislerin rivayet edilmesi caiz görülmez. “ecazeni en erviye anhu” “ahberana icazeten” terimleri münaveleye delalet eder.

e.Kitâbet
Hocanın, huzurunda bulunan veya bulunmayan bir ögrencisi için kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp ve yazdırıp vermesi veya göstermesine kitabet denilmektedir. İcazetli olmayan kitabet bazılarınca geçerli görülmediği halde çoğunluk tarafından caiz görülmüştür. “eceztuke ma ketebtuke” “ahberena fulan mukatebet” gibi terimler kitabete delalet eder. Bu yolla hadis alan ravinin rivayet sırasında mükatebeyi bildiren ifadeleri kullanması uygun görülmüştür.

f. I'lâm
Hocanın, talebesine icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı hakkında sadece bu benim duyduğumdur diye açıklamada bulunmasına i'lam denilir. Bu yolla alınan hadislerin rivayetini çokları kabul ederken bazıları da bunun caiz olmadığını söylerler." hazihi rivayeti" terimi tek başına i'lami ifade eder.

g.Vasiyyet
Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın rivayet izninden söz etmeksizin kitabını öğrencilerden birine vasiyyet etmesidir. Bunda zimni bir rivayet izni vardır diyenler yanında bu yolla elde edilen hadislerin rivayetin caiz görmeyenler de vardır. Vasiyyet bir bakıma münavele, bir bakıma da i'lam'a benzemekle beraber onlardan aşağı derecede bir öğrenim ve öğretim yoludur.

h. Vicâde
Bir ravinin yazma bir kitabı ele geçirmesine vicade denir. Hadisçiler bunu, sema, icazet ve münavele söz konusu olmadığı halde bir kitaptan hadis almayı ifade için kullanırlar. Bu durumda hadisleri elde eden kimse rivayet ederken "vecedtu bi hatti fulan"
(bu Hadîsi falancanın el-yazısıyle yazılmış buldum.)  diyerek durumu açıklaması gerekmektedir. Vicade geçerli hadis öğrenimi ve öğretimi yollarından biridir. Bugün hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çesit vicade'dir.

www.mustafakaratas.com

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala a
lihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Şubat 2015 Cuma

441.HADİS USULÜ-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


ba. Adalet Sıfatıyla ilgili kusurlar

1) Yalancılık (Kizbu’r-râvi): Ravinin hadis rivayetinde yalancılığı. Yani Hz. Peygamberin söylemediğini söylemiş, yapmadığını yapmış gibi rivayet etmesi. Bu gibi ravilere “kezzab”, “vadda’”, “ekzebun-nâs”, “ruknu’l-kizb” gibi isimler verilir ve bunun gibi ravilere asla itibar edilmez ve rivayet ettiği hadislere uydurma (mevzû) denir.

Sözlükte kasıtlı veya kasıtsız, birşeyi olduğundan farklı haber vermek anlamına gelen yalancılık, hadis terminolojisinde bir söz, bir fiil, bir sıfat veya takririn uydurularak Resulullah’a isnad edilmesidir. Genelde ravide görülen yalancılığın iki çeşidinden bahsedilmektedir. Bunlardan birincisi hadis rivayetinde yalan söylemektir ki, hadis uydurmak anlamına gelir ve en ağır cerh sebebi olarak kabul edilmiştir. Digeri ise, ravinin hadis rivayetinde değil de, günlük hayatta insanlar arasında yalan konusmasıdır ki, bu da rivayetlerinin kabul edilmesine engel teskil eder.

Hadis münekkidleri, kendilerine bahşedilen mükemmel bilgi, parlak zeka, fevkalade idrak, yalancılık belirtilerine karşı sağlam his ve kuvvetli meleke sayesinde hiçbir iftiracının haline ve yalanına kanmamışlar, doğruyu yalandan, dürüstü sahtekardan ayırmakta zorluk çekmemislerdir. Bunun için de muhaddisler ravi ve rivayetlerin tenkidinde genellikle tarih bilgisini kullanmıslardır.

2) Yalancılıkla itham (Ittihamu’r-râvi bi’l-kizb): Ravinin yalancılıkla ittiham edilmesi, hadis rivayetinde yalancılığı tesbit edilmemis olmasına rağmen, günlük hayatında yalan söylediği biliniyorsa, rivayette de yalan söyleyebilir diye düsünülür ve rivayetine itibar edilmez. Rivayetleri “metruk”, “matruh” adını alır. Kendisi “muttehemun bil-kizb”, “metruk”, “muttefekun ala terkihi” gibi terimlerle cerh edilir.

Ravinin yalancılıkla itham edilmesi, Resullullah’a yalan isnad ettigi bilinmemekle birlikte, genel olarak yalancılık töhmeti altında bulunmasıdır. Ravinin hadis rivayetinde kasıtlı olarak yalancılık yaptığına rastlanılmaması, fakat günlük hayatında yalancılığının tesbit edilmesi kavli fısktır ki, böylelerinin rivayetleri de reddedilir.

3) Fısk (Fısku’r-râvi): Ravinin günahkarlığı, Islamın emir veya yasaklarından herhangi birine uymayana fasık denir. Böyle bir ravinin rivayeti münker olarak degerlendirilir. Kendisi hakkında da “Leyyinu’l-hadis” denir.

Bilerek fıskını açığa vuran ravinin rivayetinin merdud olduğunda ihtilaf bulunmamaktadır. Ancak te’vilden dolayı fıska düşüp fakat bunun farkında olmayanlar için iki durum söz konusudur. Bunlardan birincisi fıskı zanni olanlardır ki, bunlar nebiz içmek ve musiki dinlemek gibi fısk oldugu kesin olmayan davranışlarda bulunanlardır. Bazılarınca bunların rivayetleri makbuldür. Fıskı kati olanların ise durumları ikidir. Yalan konusmayı dini bir görev sayanların rivayetlerinin reddedilmesinde ihtilaf yokken, mezhepleri lehine yalancılığı caiz görmeyen, hatta haram olduguna inanıp yalancılıktan kaçanların rivayetleri Şafii, Gazzali ve bazı fıkıhçılarca makbuldür.

4) Bid’at (Bidatu’r-raâi): Ravinin ehl-i bidatten olması. Böylesi ravilerin kendi bidatlarının propagandasını yapmadıkları sürece rivayetlerinin kabul edileceği görüşü ağırlıktadır.

Dini terminolojide bid’at, Islam dininin ikmalinden sonra, Resullullah zamanında mevcut olmayan bir şey ortaya çıkarmaktır. Bidat kavramı, istilahi anlamda yaygın sekilde Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Hadis bilginleri de, bidatin cerh sebebi sayılabilmesi için öncelikle küfrü gerektirip gerektirmedigini tesbit etmeye çalışmışlar ve bu amaçla da bidati küfrü gerektiren ve fıskı gerektiren şeklinde ikiye ayırmışlardır. Bidati küfrü gerektirenler ittifakla reddedilmisken, bidatleri sebebiyle fıska düsen raviler hakkında mutlaka reddedilirler, mezhebi lehine yalancılığı helal saymayan bidatçilerin rivayetleri kabul edilir, mezhebinin propagandasını yapmayan bidatçilerin rivayetleri kabul, propagandacı olanların rivayetleri ise reddedilir seklinde bazı fikirler ileri sürülmüştür. Bütün bu açıklamalar muhaddislerin, bidatçilerin hadislerini değerlendirirken öncelikle onların dini ve ilmi bakımdan güven verici olup olmadıklarına baktıklarını göstermektedirler. Böyle olan ravi, dini çerçeveyi aşmayan farklı fikirlere de sahip olsa, rivayete ehil görülmüş ve hadisi alınmıştır.

5) Cehalet (Cehaletu’r-râvi): Ravinin tanınmaması. Ravinin ya zatının ya da halinin bilinmemesi demektir. Böylelerine “mechul” rivayetlerine de “mübhem” adı verilir. Ravinin zatının veya halinin bilinmemesi anlamına gelen cehalet ya isim, künye, lakap, sanat, sıfat ve neseb gibi ravinin pekçok özelliklerinden birisiyle tanınmış olmasına rağmen herhangi bir maksatla meşhur olduğu isimden başka bir isimle anılması amacıyla adının belirtilmemesi ya da rivayetinin çok az olmasından doğar.


 Hadis bilginleri, cehaletin türüne göre ravileri genel olarak ikiye ayırmışlardır.
1) Mechulü’l-ayn olan raviler Mechulü’l-ayn tek varisi olan muhaddise denir ve hadis alimleri mechul tabiri ile genelde mechulü’l-ayn olan raviyi kastedmektedirler. Mechulü’l-ayn olan ravinin rivayeti konusunda, hadisçilerin çoğunluğunun desteklediğine göre rivayetinin makbul olmadığına, ravide müslümanlıktan başka şart arayanlara göre mutlak olarak makbu olduğuna dair, teferrüd edilen ravi, bir cerh ve ta’dil imamı tarafindan tezkiye edilmiş olması ve bir de ravisi bulunması halinde rivayetinin makbul, aksi takdirde teferrüd eden ravinin adil olsa da rivayetinin makbul olmayacağına dair bazı hükümler sözkonusudur.

2)Mechulü’l-hal Kendisinden iki veya daha fazla kimse, ismini anarak hadis rivayet etmişken, hakkında cerh ve ta’dille ilgili bir hüküm verilmedigi için adil olup olmadığı meçhul kalmış raviye mechulü’l-hal veya mestur adı verilir. Hali mechul olan raviler ikiye ayrılır. Adaleti zahiren ve batınen meçhul olanlar ki bunların rivayetleri cumhura göre merduddur. Zahiren adil, batınen mechulü’l-adale olanlar ise hadisçilere göre hakkında müzekkilerin tezkiyesine müracaat edilen kimsedir ve bu tür ravilerin rivayetleri Ibn Hibban gibi bazı alimlerce kabul edilmiştir.


Devam edecek....

 www.mustafakaratas.com

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Şubat 2015 Çarşamba

440.HADİS USULÜ-1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hadislerle ilgili bilmemiz gereken çok konu varken maalesef bizler bu konular üzerinde hiç durmuyoruz; öğrenmeyi erteliyoruz. Benim çok hassas olduğum ve herşeyi ince detayına kadar öğrenmek istediğim bir konudur "Hadisler". Rabbim öğrenmeyi,idrak etmeyi ve amel etmeyi nasip etsin . Amin.

HADİS RİVAYETİ
İlim olarak hadis “dirayet” ve “rivayet” olarak iki kısıma ayrılmaktadır.


 Dirayeten ilm-i hadis, kabul, red ve bunlarla ilgili hususlarda sened ve metnin halleri kendisiyle bilinen bir ilimdir. Bu ilim dalında hadislerin metinleriyle alakalı problemler derinlemesine araştırılır. Metin ve senedlerin sıhhat ve zaaf durumları tespit edilir. Bu yolla hadislerin doğru olanlarıyla zayıf ve mevzû olanları ayırt edilmiş olur.

Rivayeten ilm-i hadis,
 hadisin tarifinde de verildigi gibi Hz. Peygamberin 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) söz, fiil, takrir ve sıfatlarının kendisiyle bilindigi bir ilim dalıdır. Bu ilim dalı hadislerin nesilden nesile intikali, bu nakli gerçekleştiren çeşitli yollar, metin ve senedlerdeki lafızların doğru olarak zabtı gibi konularla ilgilenir.

“Rivayet”, kelime olarak bir sözü, bir şiiri veya bir haberi almak ve nakletmek mânasına gelmektedir.


 Hadîs ilminde ise, bir hadisi, bir sünneti ve benzeri haberleri nakletmek, onları haber verenlere isnat etmek demektir. Bu tanımı bir parça daha açarak diğer bir deyişle şöyle ifade etmek mümkündür: “Belirli vasıfları taşıyan râvinin, haberin naklinde aranan kurallara bağlı kalarak hadis tahammül yollarından biri vasıtasıyla aldığı hadisleri, yine aynı şartlarla başkalarına nakletmektir."

**Rivayet yazılı kaynaklardan olabildigi gibi, sadece şifâhî (ağızdan ağıza) nakil tarzında da olabilir.”

İster yazılı isterse şifahî olsun hadisler hep rivayet yolu ile aktarılmış ve gelecek nesillere rivayet sayesinde ulaştırılmıştır.


 Önce sahâbîler, Hz. Peygamberden (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)duyduklarını, gördüklerini ve öğrendiklerini ona isnat ederek tâbiîlere nakletmişlerdir. Tâbiîler de sahâbeden rivayet ettikleri hadisleri onlara isnat ederek kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Böylece hadisi, kendisine haber verene isnat ederek nakletmek işi yıllarca ve nesiller boyu devam etmiştir. Ayrıca zamanla tasnif edilen hadis kitapları bile nesilden nesile belli usûllerle rivayet edilerek intikal ettirilmiştir. 
İlk devirde hadis rivayetinin çoğalması, tabiatıyla hadislerin de artmasında önemli bir etken olmuştur.

Hadis ilmi bakımından rivayette üç unsur bulunmaktadır: 


Biri rivayete esas olan hadis, diğeri bu hadisi nakleden kimse yani râvidir; üçüncüsü de râviden bu hadisi alan kişi de tâliptir. Bir râvi kendi hocası yanında talebe durumunda iken, hadisleri nakletme sırasında râvi konumunda bulunmuş olmaktadır. Hadîsleri nakledene genelde Şeyh bazen da mervî anh denir. Hadîsi bir şeyhten, rivayet eden kimseye ise râvi adı verilir. Nakledilen haberlerin ve hadislerin sıhhati açısından ravinin kişiliği son derece önemlidir.

1. Râvi
Dinin ikinci kaynağı olan sünneti nesillere aktaran ravilerin kendilerinde aranan vasıflar açısından yaptıklar işin mahiyet ve ciddiyetine ne ölçüde layık olduklarını tesbit için inceden inceye tetkik ve değerlendirmesi, bilim dalımızda “Cerh ve ta’dil” terimleriyle ifade edilmektedir.


“Cerh” sözlükte elle, aletle veya dille yaralamak demektir. Istılahta ise, adalet veya zabt sıfatını iptal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemek demektir.

“Ta’dil” ise, tezkiye etmek demektir. Ravinin adil ve zabit olduğuna hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktadır.

Ravilerin hayatını konu edinen ve onların cerh ve ta’dil yönünden durumlarını bildiren pek çok kitap mevcuttur. Bunlara genel olarak “Rical kitapları” denilmektedir.


*** Bugün elimizde bulunan rical kitaplarında kendi zamanlarında belli itibar görerek rivayetleri hadis kitaplarına geçmis takriben 20 bin ravinin cerh ve ta’dil açısından durumu açıklanmış bulunmaktadır.

Ravileri cerh ve ta’dile tabi tutan alimler de kendi aralarinda üç guruba ayrılırlar:

Müteseddid olanlar; bir ravinin küçük bir takım kusurunu yakaladı mı onu cerh edenlerdir. Bunları ta’dil ve tevsik ettiği ravinin sika (güvenilir) oldugunda asla şüphe edilmez. Zayıftır dediklerinde ise teenni ile hareket edilerek diğer alimlerin görüşlerine de bakmak gerekir.

Mütesahil olanlar; müteseddid olanların aksine raviyi cerh konusunda aşırı davranmayıp gevşeklik gösteren demektir. Bunlar arasında; Tirmizi, Hakim en-Neysaburi sayılabilir.

Mu’tedil (Mütevessit) olanlar; ravileri ne fazla derecede cerh eden ne de aşırı ta’dil edenler, bu konuda orta yolu takib edenler, Darekutni ve Ibn. Adiy bunlar arasında zikredilebilir.


a. Ravide aranan şartlar

1) Adalet
Adalet kelimesi, sözlükte doğruluk ve dürüstlük anlamına gelirken, usulcülerin terminolojisinde rivayet ve şehadet ehliyetini ifade etmektedir. Adalet sıfatı hadis ve fıkıh alimleri tarafindan değisik ifadelerle tanımlanmıştır.


 Örneğin Ibnü’l-Mübarek namazı cemaatle kılan, içki içmeyen, dininde sakatlık olmayan, yalan konuşmayan ve akli dengesi yerinde olan kimsenin adil olduğunu, ibrahim en-Nehai ise kendisinden şüphe edilmeyen kişinin adil olduğunu ifade etmislerdir. Adalet, ravinin dini ve ahlaki yönünü temsil eden bir kavram olarak dini ve toplumsal hayatta makbul bir yol izlemektir şeklinde özetlenebilir. 

Adalet kavramına has bazı belirleyici unsurlar tesbit edilmiştir. Bunlar ravinin müslüman olması, buluğa ermiş olması, akıllı olması, fasık olmaması ve mürüvvete sahip olmasıdır. Kuşkusuz kafirlerin ve fasıkların haberleri reddedilmiştir. Zaten Islam’a karşı düsmanca tavırlar beslemesi mümkün olan gayr-i müslimlerin hadislerin naklinde rol oynamaları akla da uygun degildir. Aynı şekilde ravinin buluğa ermiş olması ve akıllı olması da öngörülmüş özellikle ravinin sorumluluk taşıyabilecek bir yaşta olmasına dikkat edilmiştir. Fasıkların haberleri makbul sayılmamış, onların haberlerinin muhakkak araştırılması gerektiği ifade edilmiş ve ravinin genel ahlaka ve dinin hoşgördüğü geleneklere uyma ve saygı gösterme uygunluğuna erişmis olması belirtilmiştir.

Ravinin adaletinin ise genellikle hadis bilginleri tarafından iki yolla tesbit edilebileceği belirtilmistir. Bunlar şöhret ve tezkiyedir. Yani ravinin adil bir kimse olduğunun bilinmesi ve adil bir şahsın, adil olduğu bilinmeyen bir kimsenin adil olduğunu beyan etmesidir. Bu kişiye de muaddil veya müzekki adı verilir.

Hadis bilginleri arasında tartışılan diğer bir konu ise adalet sıfatının raviden raviye degişken oluşu, başka bir ifadeyle adaletin artıp eksilmesi konusudur. Bazı bilginlerce reddedilen bu tartışma, bazılarınca da ravilerin adaletlerine göre sınıflandırılmasına kadar ilerlemiştir. Adaletin unsurları dikkate alındığında da, raviler arasında farklılık olması son derece tabiidir. Her ravinin islamiyet hassasiyeti, aklı, davranışları ve ahlakı birbirinden farklı olduğuna göre, bu unsurlardan meydana gelen adalet sıfatının da farklı olması normaldir. Ayrıca hadis münekkidlerinin, rivayeti makbul kabul edilen ravileri bazı derecelere ayırmalarında bunun sonucudur.

2) Zabt
Zabt kelimesi, sözlükte yakalamak, sağlam ve güzel yapmak, iyice ezberlemek anlamına gelir. Istilahta ise, ravinin işittiği bir hadisi, aradan uzun süre geçse de, dilediği anda hatırlayıp rivayet edecek derecede ezberleyerek her türlü tebdil ve tagyirden koruma yeteneğine sahip olmasıdır


Ravinin zabit olması ise rivayette az hata yapması; zabit olmaması ise, kabiliyetsizliğinden veya ictihad yetersizliğinden dolayı çok hata yapması ve yanılması şeklinde de tarif edilmektedir.

Muhaddisler tarafindan zabt ikiye ayrılmıştır. Zabtu’s-sadr ravinin dinlediği hadisi diledigi anda hatırlayacak kadar iyi ezberlemesi, zabtu’l-kitab ise ravinin, hadisleri kaydettiği kitabını tahammül anından edaya kadar, her türlü tebdil ve tagyirden korumasıdır.

Adalet sıfatının olduğu gibi zabtında bazı unsurları söz konusudur. Temel olarak ravinin dinde ve sözde güvenilir olması gerektigi kabul edilmektedir. Bunun dışında ravinin dalgın ve dikkatsiz olmaması yani teyakkuz sıfatına sahip olması, çok miktarda şaz ve münker hadis rivayet etmemesi (ravinin rivayetinde çokça hataya düsmesi onun hıfzının yeterli olmadığını gösterir), kitaptan rivayet eden ravinin kitabının çeşitli şekillerde değişikliğe uğratılmasına karşı ilgisiz kalmaması veya sahih olmayan bir kitaptan rivayette bulunmaması ve hadisi manen rivayet eden ravinin aynı şekilde manen rivayet şartlarına sahip olması gereklidir.

Zabtın tesbit edilmesi konusunda ise, hadis bilginleri iki yol takip etmişlerdir:


 Bunlardan biri mukayese etmektir. Bir hadisin, muhtelif rivayetlerinin biraraya getirilip birbiriyle mukayese edilmesi, hem hadisin sahihliğinin derecesinin tesbitinde hem de ravinin zabt seviyesinin tesbitinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu metod Hz. Peygamber ve sahabe döneminde kullanılmaya baslanılmıstır. Kuşkusuz mukayese metodunun bazı şekilleri söz konusudur. Bunlara göre ashabın rivayetleri birbiriyle mukayese edilebilir, bir muhaddisin rivayetleri değişik zamanlarda mukayese edilebilir, bir şeyhin birkaç talebesinin rivayetleri mukayese edilebilir, ders esnasında hoca ile akranlarının rivayetleri mukayese edilebilir, kitap hafıza ya da kitap ile ve hadis Kuran’la mukayese edilebilir. Bütün bu yöntemler farklı hadisler için farklı şekillerde kullanılabilirler.

Zabtın tesbitindeki diğer yöntem ise imtihandır. Hadis tarihi boyunca pekçok örneklerini gördüğümüz imtihanlar farklı şekillerde yapılabilirler. Örnegin Hisam b. Abdilmelik Zührî’nin rivayetiyle yazdırdığı dörtyüz hadisi kaybettiği gerekçesiyle tekrar yazdırmış, ikisini karşılaştırdığında hiçbir fark bulunmadığını görmüş ve böylece de Zühri’yi sınamıştır.

Zabt hususundakı zabtın önemi, tesbiti gibi konular dışında zabtı tesbit edilen ravilerin derecelendirilmesi, zabtı bozan haller ve zabtın değişkenliği gibi bazı hususiyetlerde söz konusudur.

Yukarıda bahsedilen metodlara göre zabtları tesbit edilen raviler bazı muhaddisler tarafından gruplandırılmıştır. Mesela Ibn Mehdi, hıfz ve itkan sahibi olanlar, bazen yanılmakla birlikte, hadisleri genellikle sahih olanlar, hadis rivayetinde genellikle yanılanlar şeklinde bu ravileri üçe ayırmış. Ibn Receb ise yalancılıkla itham edilenler, dalgınlık ve kötü hafıza nedeniyle genellikle münker hadis rivayet edenler, sıdk ve hıfz sahibi olup nadiren hatalı ve yanlış hadis rivayet edenler ve sıdk ve hadis sahibi olan ve çokça yanılmakla birlikte, yine de hadislerinde yanılgı hakim olmayanlar seklinde dörde ayırmıştır.

Adalet konusunda bahsettiğimiz değişkenliği zabt sıfatında da görmek mümkündür. Bu değişkenlik raviler arasında olabileceği gibi, bir ravinin hayatının farklı devrelerinde de bunama ve yaşlılık gibi nedenlere bağlı olarak ta meydana gelebilir. Tabiki unutulmamalıdır ki, ravinin zabtının değişmesiyle beraber, rivayet ettiği hadisin sıhhat derecesi de değişmektedir.

b. Ravinin Kusurları (Metain-i asere)
Islam dininin ikinci kaynağı olan hadisler, haber niteliği taşıyan rivayetlerden oluşmaktadırlar. Yalan veya gerçek olma ihtimali taşıyan haberlerin doğruluk derecesi ise, öncelikle muhbirin, haberinde güvenilir olup olmadığının tesbiti ile açıklığa kavuşur. Hadis bilginleri bir ravinin rivayetinin doğruluğunun kabul edilebilmesi için adalet ve zabt özelliklerine sahip olması gerektiği hususunda hemfikirdirler.

Cerh ve Ta’dil bakımından raviler “metain-i asere” denilen on noktadan tenkid edilerek ayrı ayrı lafızlarla değerlendirilirler. Bu on tenkid noktasının beş tanesi ravinin adalet vasfına, beş tanesi de zabt vasfına yöneliktir.Bilindiği kadarıyla ilk defa ravinin kusurlarını Ibn Hacer sınıflandırmıştır.Bir sonraki yazıda bu durum incelenecektir.


Devam edecek....

 www.mustafakaratas.com

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

7 Şubat 2015 Cumartesi

439.HZ.HUD (Aleyhisselam )-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hz. Hud’a Kurulan Tuzak
Zulüm ve isyanları yüzünden başlarına gelen bu belâyı, Hazret-i Hud’a yükleyerek O’nu öldürmek niyetiyle kıskaca alan bu caniler güruhu, Hazret-i Hud’a bir şeyler sormayı ve ondan gücü yetmiyeceği bazı isteklerde bulunmayı planlamışlardı. Hazret-i Hud bu isteklere cevap veremeyince de, “Gördünüz mü? işte bu, yalancının biridir” diyerek halkı onun aleyhine tahrik edeceklerdi. Böylelikle de, kıtlık ve sıkıntıdan iyice moralleri bozulmuş olan halkı, bütün bütün yoldan çıkarıp Hz. Hud’u öldüreceklerdi. Bu planlarını tatbik mevkiine koyarak Hazret-i Hud’a şöyle dediler:

-“Ey Hud, söylediğin sözün doğruluğuna dair bize delil getirmedin ki biz sana inanıp itimat edelim. Öyle kuru iddialarla ne sana inanırız ve ne de dedelerimizden kalan putlarımızdan vazgeçeriz.”
Hz. Hud onların istekleri üzerine çeşitli mucizeler gösterdi. Putlara tapmamalarını söyledi. Halbuki onların niyetleri putları bırakıp imana gelmek olmayıp, Hz. Hud’a tasarladıkları planı tatbik ederek bir kötülük yapmaktı. Hazret-i Hud’un mucize göstermesi özerine planları suya düşmüş ve gururları rencide olmuştu. Bunu telafi etmek için:

-“Ya Hud, sana bir şey demeyiz. İçimizde büyümüş olduğun için her halini biliyoruz. Ve sana herhangi bir isnatta bulunmuyoruz. Fakat sen böyle akıl almaz havsalaya sığmaz davalarda bulunduğuna göre, olsa-olsa putlarımızı tahkir ettiğin ve bizi onlara tapmaktan menettiğin için, sana onlar tarafından delilik arız oldu" diyerek halka Hazret-i Hud’un deli olduğunu telkin etmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Hud, hiddetle yerinden fırladı. Ve onlara gür bir sesle şöyle hitab etti:

-“Ben şu kainatın yaratıcısı olan ve sizin gibi gaddar ve cebbar kavimleri yerle bir eden ve ibret için geride sadece o yerle bir olan kavimlerin harabelerini bırakan Allah’ı şahid tutarım ve siz de sözlerime ve hareketlerime bakarak şahit olun ki şu sizin tapageldiğiniz putlar, kimseye ne fayda ve ne de zarar veremezler. Şayet onlarda başkalarına tesir eden bir güç ve kuvvet varsa ne duruyorsunuz? Onlarla beraber hemen harekete geçin ve beni yok etmek için elinizden geleni yapın. Bunu hemen şimdi yaparak bana mühlet dahi vermeyin.”

Hz. Hud’un bu son derece cesaret ve şecaat dolu meydan okuyuşu onları oldukları yerde hayret içinde ve hareketsiz bıraktı. Donup kalmışlardı. O’ndan böylesine pervasızca bir cevap beklemiyorlardı. Hz. Hud onların bu şaşkınlığından istifade ile, sözlerine devam etti:

-“İşte gördünüz mü? Olduğunuz yerde çakılıp kaldınız. Halbuki siz kalabalık bir topluluksunuz. Ben ise bir ferdim. Bir tek şahsın, kalabalık bir topluluğa meydan okuması hayretinize gitmedi mi? Ben, vazifem hususunda üzerime düşeni yaptıktan sonra, Rabbim olan Allaha tevekkül ettim. İşlerimde onu vekil tuttum. İşte benim size meydan okumam, Allah’a olan imanım ve intisabım sayesindedir. Siz de iman edin, bütün korkulardan kurtulup kainata meydan okuyun.”

Gerçekten de hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir. Hz. Hud, kavmini bu şekilde ilzam ettikten sonra, maksadının, defalarca söylediği gibi, onları hakka davetten başka bir şey olmadığını ve zaten bunun dışında başka bir şey istemek ve yapmak, vazifesi şümulüne girmediğini tekrar beyan etti.

Ad Kavmi Azabın Hemen Gelmesini İstiyor
Hz. Hud, kavminin iman etmesini temin için bu şekilde uzun uzun deliller serdediyor, onlara vaadlerde bulunuyor, sırası geldikçe de korkutuyordu. Hülasa, tebliğ için ne lazımsa yapmaktan geri durmuyordu. Kıtlık ve kuraklık devam ederken, yine bir gün onları hakka davet edip putları terketmelerini söyledi ve dehşetli bir azabın yaklaşmakta olduğunu bildirdi. Ad kavmi, Hz. Hud’un bu sözlerini tepkiyle karşıladılar:

-“Sen bizi mabutlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer bu tehditlerin doğru ise, bize vadettiğin azabı getir de görelim" dediler. Hz. Hud’un artık sabrı kalmamış, kavminin İslahından iyice ümidini kesmişti. Onlara son sözlerini söylüyordu:

-“Azap zamanını tayin etmek Allah’a aittir. O, O’nun vazifesidir. Ben size bunu tekrar tekrar söylemiştim. Siz ise, hala azabı benim getirmemi istiyorsunuz. Benim vazifem, sadece size ulaştırmaya memur olduğum şeyleri tebliğ etmektir. Bu halinizle, ben sizi cehalet bataklığına batmış, hakikati görmeyen bir kavim olarak görmüyorum. İsteyip durduğunuz azabın gelmesini bekleyin. Muhakkak ben de sizinle bekleyeceğim. Bakalım batıl mabutlarınız, size gelip çatacak olan azaba karşı sizi koruyabilecekler mi?”
Bu sözleri söylediği esnada Hz. Hud’a, azabın ne zaman gelip çatacağı vahyedilmiş; bütün müşrikler helak olurken, mü’minlerin kurtulacakları müjdelenmişti. Hz. Hud vahiy gereği olarak, arapların Berdül-Acûz dedikleri, Türkçe’de “Kocakarı soğuğu” denilen Şevval ayının sondan bir evvelki Çarşamba günü fecirden sonra, müsait bir yerde ashabını etrafına topladı.

Müşriklerin ileri gelenlerinden bir kısmı da o civardaydı. Günün ağarması üzerinden çok geçmeden, ufukta siyah bir bulut peyda oldu.

Sarsar
Aylardır yağmur yüzü görmeyen ve susuzluktan kıvranan Ad kavminin ileri gelenleri, ufukta görünen bu siyah bulutu görünce sevinçlerinden yerlerinde duramıyorlardı. Neş’e içinde adeta bayram yapıyorlardı. “Bakın, işte bu bulut, size bol-bol yağmur yağdıracak” diye kavminin sevinçten yüzlerinin gülmesine bedel, Hz. Hud’un rengi atmış, benzi solmuştu. Soğuk-soğuk terler döküyor, az sonra bu müşrik kavmin başına gelecekleri düşünüyordu. Onlar, sevinç içinde, “yağmur yağacak” diye bağırırlarken, Hz. Hud onlara son ikazını yapıyordu.

-“Hayır kavmim, yanlışsınız, aldanıyorsunuz! O gördüğünüz bulut değil, gelmesi için acele ettiğiniz ve sizi mahvedecek olan bulut şekline girmiş bir rüzgardır.”
Korkunç bir ses çıkararak vadiyi kaplayıp gelen bu nesne, gerçekten de bulut değil bir rüzgâr idi. Hızına ve soğukluğuna bir ölçü tayin etmek mümkün olmayan bu rüzgârın adı, Kur’a’n lisanıyla “Sarsar” dır.

Sarsar Dehşet Saçıyor
Putperest kavmin eza, cefa ve alaylarına aldırış etmeksizin, Hz. Hud’la omuz-omuza canları bahasına gayret gösteren müminlerle Hz. Hud, hep beraber bir yerde toplanmışlardı. Etrafa dehşet saçan bu rüzgâr onların kılını bile kıpırdatmadığı halde, “Bizden daha kuvvetli kim olabilir?” diye böbürlenen Âd kavmini, saman çöpü gibi savuruyordu.

Kimisi havaya savrulmamak için kalın kalın ağaçlara, köklü kayalara sarılıyor, kimisi de sağlamlığıyla iftihar ettikleri saraylarına sığınıyorlardı. Ama heyhat!.. Kayalarla, ağaçlarla birlikte havaya savrulmaktan kurtulamıyorlardı. Evlerin kapılarını ve pencerelerini uçuran bu rüzgâr, evin içindekileri tıpkı bir kül yığını gibi önüne katıp savuruyor, darmadağın ediyordu.

Âd kavmi, ansızın gelen bu rüzgârın ağız ve burun deliklerinden içeri girmesiyle, barsakları ve iç azaları boşalmış, kolları ve kafaları kopmuş bir halde, içi boş hurma kütükleri gibi yerlere uzanmışlardı. Bazıları kumların altında kalıyor, tekrar üzeri açılıyor ve metrelerce havaya fırlıyordu. O süslü saraylar, bağlar, bahçeler de sahipleri gibi, rüzgarın şiddet ve dehşeti karşısında bir harabeye dönmüştü.

Bütün bu olup bitenler karşısında, Hz. Hud ve onun sevgili ashabı, kurtuluşlarına mukabil Allah’a hamd ve şükrediyorlardı. Sarsar rüzgarı, Hud kavmi üzerinde 8 gün 7 gece hiç durmaksızın esti. Kur’anı Kerim’de, bu azap günlerine “Eyyam-ı Nahisat” denilir.

Nihayet bir hafta evvel, Çarşamba sabahı başlayan rüzgar, yine Çarşamba gününün akşamında son buldu. Hz. Hud ve beraberindeki dört bin kadar mümin, salimen kurtuldular. Müşrikler ise, perişan bir halde, yaptıklarına ceza olarak tamamen helak oldular. Ne kendilerinden ve ne de oturdukları yüksek ve sağlam binalardan, hiç bir iz ve eser kalmamıştı; her yer harabeye dönmüştü.

Sarsardan Sonra
Müşrikler yerleri ve yurtlarıyla birlikte tamamen helak olup 4000 kadar mümin de salimen kurtulduktan sonra, Hz. Hud ümmetini alarak Mekke civarına gitti ve vefat edinceye kadar orada ikamet etti. Bir rivayette ise, Umman denizi kıyılarına yerleştiği haber verilmiştir. Hz. Yusuf istisna edilecek olursa, sima bakımından Hz. Âdem’e en çok benzeyen insanoğlu Hz. Hud idi. Hz. Hud’un peygamber olarak gönderildiği ve Sarsar’la helak olan Âd kavmine, “Ad-i Ulâ” adı verilir. Bu kavmin helaktan kurtulan mümin efradından, “Âd-ı Sani” (İkinci Ad) diye anılan Semûd kavmi meydana gelecektir.

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Şubat 2015 Cuma

438.BİZİM GERÇEK HAYATIMIZ DOĞUMDAN SONRA BAŞLIYACAK!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Ölümden sonra hayat var mı? Peki ya Allah? Aşağıda farazi bir diyalog var çok hoşuma gitti paylaşmak istedim. Belki ölümden sonraki hayatı reddeden birilerinin düşünmesine sebep olur.

Hamile bir kadının karnında ikiz bebekler konuşuyor, biri imanlı diğeri imansız.

İmansız:
Doğumdan sonra bir hayat var deniyor. Sen doğumdan sonraki hayata inanıyor musun?


İmanlı:
Tabiî ki, doğumdan sonra bir hayat olduğunu haber veren oldu, doğumdan sonra olacaklara hazır olmalıyız, burada iyice güçlenmeliyiz.

 Bu hayatın tam olarak nasıl olduğunu bilmiyorum, ama bilinen bir şey var, biz göbek bağı ile yaşıyoruz. Bu göbek bağının sahibi olmalı. Buna anne deniyor ve doğumdan sonra onu göreceğiz .

İmansız:
Anne mi? Sen anneye mi inanıyorsun? Peki o nerede o zaman? 

İmanlı:
O heryerde , o 
bizim etrafımızda, onun sayesinde biz  yaşıyoruz. O olmasa biz nasıl oluruz ki?

İmansız:
Yeter bu saçmalıklar, ben gözümle gördüğüme inanırım, ben anne falan görmedim, olmayan görülmeyen şeye nasıl var denilir ki? 
 Doğumdan sonra hayat falan yok!...zaten oradan hiç kimse geri de gelmedi.

İmanlı:
Her şeyi tam detaylarıyla bilmiyorum, ama şunu biliyorum ki , doğumdan sonra anneyi göreceğiz ve o bizimle ilgilenecek. Hem orada ışık, sevinç olacakmış… Mesela kendi ağzımızla yemek yiyebilecekmişiz. Bacaklarımızla yürüyebilecekmişiz.

İmansız:
Bu da çok komik! Bizim kendi göbek bağımız var, onun sayesinde besleniyoruz…Yürümek ise bir kere mümkün değil çünkü göbek kordonumuz çok kısa. Buradan da anlaşılıyor ki doğumdan sonra hayat mantıken mümkün değil .

İmanlı:
 Ama ben inanıyorum ki kardeşim "bizim gerçek hayatımız doğumdan sonra başlıyacak!..."

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

437.HZ.HUD ( Aleyhisselam )-1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Ad Kavmi
Nuh tufanından sonra dünyada yeniden bir hayat başlamış ve hızla çoğalan insanlar, Arap yarımadasının çeşitli bölgelerine yayılmaya başlamışlardı. Bu arada Hz. Nuh’un torunlarından biri olan Ad da, Yemen’de Hadramut civarında Ahkaf adıyla bilinen bir yere yerleşmişti. Ad’ın nesli çoğala çoğala nihayet büyük bir kavim oldu. Bu kavim, dedeleri Ad’a nisbetle, Ad Kavmi diye anılmaya başladı.

Ad Kavminin yaşadığı yerlerin suyu ve yağmuru bol ve toprağı çok verimli idi. Bağlar-bahçeler, yeşil-yeşil vadiler her tarafı çepeçevre sarmıştı. Bu kavmin insanlarının boyları uzun, cüsseleri de boylarına uygun olarak iriydi. Güçleri kuvvetleri, boyları ve cüsseleriyle meşhur olan bu insanlar, tuttuklarını koparacak ve kayaları kolaylıkla tuz-buz edecek bir yapıya sahiptiler. Bu maddi güçlerine bağ, bahçe, tarla, hayvan ve bereketli nesiller de ilave olunca, dünyada onlar için ulaşılacak daha üstün bir meziyet kalmıyordu.


Şükürden Şirke
Yavaş yavaş nesilce çoğalıp maddeten de zenginleşirken, peygamber devrinin epeyce arkada kalması ve tevhid dinine cehalet bulutlarının perde olması sebebiyle, Ad kavminin inanç ve itikatlarında bir takım sarsılmalar, zayıflamalar başlamıştı. Kendilerine bahşedilen bu kadar maddî-manevî imkanların birer nimet olduğunu unutmuşlar, ve o nimetler üzerinde o nimeti vereni görmedikleri için, zamanla şükrü bırakıp şirke düşmüşlerdi.

Nuh kavminin helak olmasına sebeb olan putlara tapmayı yeniden ihya etmişlerdi. Güç ve kuvvetin, maddî refahın verdiği gururla sarhoş olup sefahete dalmışlardı. İşlek yolların kenarına yüksek-yüksek kuleler, büyük-büyük kâşaneler ve binalar yaparak kendilerini buralarda tamamen oyun ve eğlenceye vermişlerdi.

Ad Kavmi böyle umumi yerlerden başka, yüksek tepelerde de kireçle dondurulmuş gayet sağlam ve muhteşem saraylar yapıyorlardı. Dünyada misli görülmemiş bir ihtişama sahip olan bu sarayların içlerinde ve bahçelerinde havuzlar vardı. Bunlar akıllara hayret verecek şekilde süslenmişti.

Ahlâkı ve insanlığı sukut etmiş bir cemiyetin elinde, kuvvetin ve maddî imkanların nasıl bir zulüm aleti olacağı açıktır. Ahlak ve insanlık namına ne varsa her şeylerini kaybeden Âd kavmi, ellerindeki maddî imkânlarla etrafa dehşet salmakta idiler. Fakir halkı komşu kabileleri zulümleri altında inletiyorlardı. Onları köle gibi çalıştırıyor, çeşit,çeşit işkencelere tabi tutuyorlardı. İşkence etmekten adeta zevk duyuyorlardı. Böylece, putlara tapıp Allah’a şirk koşmakla manevi hayatlarını; insanlara hunharca muamele etmekle de insani taraflarını kaybederek manen hayvanlardan daha aşağı bir dereceye düşmüşlerdi.

Hazret-i Hud’un Peygamber Oluşu
Bu zalim ve hunhar kavim içinde, halim-selim ve müşfik bîr kimse yaşıyordu ki, bu zatın nesli, bir kaç nesil öncesinde Hazret-i Nuh’a dayanıyordu. Ve ismi de Hud idi. Hud, temiz ve itibarlı bir aileye mensuptu. Doğruluğu, dürüstlüğü, cesareti, zekâsıyla kavmi içerisinde sevilir bir zat olmuştu. Halkın öylesine güvenini kazanmıştı ki, O’na “Emin” lakabını vermişlerdi. ‘

Hz. Hud, kavminin sapıklık ve zulümlerine son derece üzülüyor, fakat karşı da çıkamıyordu. Vaziyetin bu derece vahametine rağmen, içinde yine de bir ümit vardı. Ya o birşeyler bekliyor, veya Onu bir şeyler bekliyordu. Nihayet beklediği oldu. Diğer peygamberler gibi, Hazret-i Hud da, bu yoldan çıkmış kavmini iman ve istikamet yoluna getirmek için, nübüvvet vazifesiyle vazifelendirildi.

Hazret-i Hud Peygamber'in Mücadelesi

Hud Aleyhisselam, kavminin huy, ahlâk ve mizacını ve onların hassas ve zayıf damarlarını bildiği için, bu hususları göz önünde bulundurarak günün şartlarına uygun bir şekilde irşada ve tebliğe başlamıştı. Allahtan başka şeylere ibadet eden, maddî güç ve kuvvetleriyle gururlanan kavmini putlara tapınmayı terkederek, Allah’a iman etmeye davet ediyordu. Kavmine, sahip oldukları güç ve kuvvetin, Allah tarafından verildiğini hatırlatıyor; onları Allah’a karşı şükür ve ibadete, günahlardan tevbeye çağırıyordu. Fakat kavminin, Hud
( Aleyhisselam )’ı dinledikleri yoktu. Hz. Hud Peygamber, onların bu haksızlıklarını yüzlerine vurur, delalet ve sefahatte olduklarını ifade ederdi.

Hazret-i Hud’un 
( Aleyhisselam )  bu sözlerine kavminin tepkisi çok sert oluyordu:

-“Biz değil, asıl sen sefahattesin ve yalancısın, bu kadar ahali delalette, sefahattedir ve yalancıdır da, sadece sen mi doğru yoldasın? Şaşarız senin aklına.”
diyorlardı.

Hazret-i Hud
( Aleyhisselam ), onların bu sert cevablarına, yumuşaklıkla ve insaflarına hitab ederek karşılık verirdi:

-“Ey kavmim! Benim sefih olmadığımı siz de biliyorsunuz. Yalan söylemediğimi, emanete hıyanet etmediğimi sizler kendiniz söyleyerek bana “Emin” diyordunuz. Benim hayatım sizin içinizde geçti. Bana böylesine ithamlarda bulunmakla, kendi kendinizi itham etmiş olmuyor musunuz? Ben ancak alemlerin rabbı olan Allah’ın emirlerini tebliğ ederek sizi doğru yola davet eden bir peygamberim. Başka bir maksat ve gayem yoktur."

Hz. Hud
( Aleyhisselam ) bu gibi sözlerle kavmini hak ve istikamete davet ediyor, onların iman dairesine girmeleri için bütün gücüyle çabalıyordu. Fakat bütün bu çabalara rağmen, Ad kavmi Hz. Hud’a kulak vermiyor ve bildiklerinden şaşmıyordu. Onlar yine bina yapmakta birbirleriyle yarış etmeye, insanlara her türlü zulüm yapmaya, gelip geçenlerle alay etmeye devam ediyorlardı. İşlek yol kenarlarına kurdukları kale ve konaklardan Hz. Hud’un misafirleriyle de alay ederek insanları O’na gitmekten alıkoymak istiyorlardı.

Maddî Menfaat İçin mi?
Hakkı kuvvette bilen, menfaati hedef tutarak maddede boğulup manadan tamamen uzaklaşan Ad kavmi, Hz. Hud’un bu bitmez tükenmez gayret ve mücadelesine bir mana veremiyordu. Onlara göre, bunun altında mutlaka maddi bir menfaat yatmaktaydı. Aksi takdirde hiç kimse, bir hiç uğruna böyle ısrarlı bir mücadelenin içine girmezdi. Hud kavmi, bu kanaatlerini kendi aralarında konuştukları gibi, günün birinde Hz. Hud’a da söylediler.

Hz. Nuh’un 
( Aleyhisselam )  kavmi de Ona aynı isnatta bulunmamışlar mıydı? Bundan sonraki peygamberler de aynı ithamlara maruz kalacaklar ve hepsi de açık açık “yaptıkları tebliğ vazifesine mukabil kavimlerden hiç bir ücret istemediklerini, ücretlerinin ancak Allah’a ait olduğunu” ümmetlerine anlatacaklardır.

Hz. Hud 
( Aleyhisselam ) , kavminin bu ithamını şiddetle reddettikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:

– “Ey kavmim, Siz hiç bir ihtiyacınız olmadığı halde, size kupkuru bir gurur vermekten başka bir faydası olmayan saraylar yapıyorsunuz. Sanki içinde ebedî kalacakmışsınız gibi, onları çok sağlam yapıyor ve havuzlarla, çiçeklerle israfa girecek şekilde süslüyorsunuz. Yol kenarlarında yapmış olduğunuz kulelerde ise, faydasız ve gayesiz oyunlar oynuyor, gelip geçenlerle ve bilhassa benim misafirlerimle alay ediyorsunuz. Ey kavmim, siz bununla da kalmayıp gücünüzün yettiği kimseleri zorbalıkla yakalıyor ve onlara hunharca işkenceler yapıyorsunuz. Böylesine zalim ve cebbar bir kavim, nasıl doğru yolda olur ve nasıl irşada muhtaç olmaz?”
Hazret-i Hud Peygamber bu sözleriyle onları insafla düşünmeye ve hatalarını kabule davet ediyordu. Bu hallerinden nasıl kurtulabileceklerini ise, şu şekilde izah etmekteydi:

-“Ey kavmim! Siz şunun,bunun değil, öyle bir zat-ı Zül Celalin emrine itaat edin ve yasaklarından kaçının ki, size sayılmayacak kadar çok develer, sığırlar, koyunlar ve bunları besleyecek ve siz öldükten sonra bunlara sahip olacak evlatlar, bağlar, bahçeler ihsan etti. Bütün bunlar bir şükür ve hamdi gerektirmez mi? Şayet siz Allah’a inanıp onu kulluk yaparak bunca nimetlerin şükrünü eda etmezseniz, sizi dünya ve ahiret nimetlerinden mahrum edecek şiddetli bir azabın gelip çatmasından korkarım."

Mücadele Devam Ediyor
Ad Kavmi, Allah’ın kendilerine verdiği güç, kuvvet, bereketli hayvanlar, münbit ve sulak topraklar, yeşil vadiler ve bol nesil sayesinde; iktisaden yüksek bir refah seviyesine ulaşmışlardı. Fakat bu durum, onları Allah’a şükre ve ibadete sevkedecekken, bilakis hırs ve tamahlarını ziyadeleştiriyor küfr ve tuğyanlarını artırıyordu. Zaman ilerledikçe azap ve helakı daha fazla hak ediyorlardı. Ad kavmine bu kadar nimetler ihsan eden Cenab-ı Hak, onlardan bu ihsanlarına karşı kendisini tanıyıp itaat etmelerini, verdiği nimetlere şükretmelerini istiyordu. Halbuki onlar ise isyan ve nankörlükte adeta yarış halindeydiler. Bu durum günün birinde artık Gazab-ı ilâhiyi celbedip helak olmalarını netice verebilirdi.

Kavminin bu tehlikeli durumunu gören Hz. Hud
( Aleyhisselam )  kendisine tevdi edilen nübüvvet vazifesini yerine getirmeye bütün gücüyle çalışıyor, kavmini ikaz ederek başlarına gelecek azabdan onları kurtarmaya gayret ediyordu. Hz. Hud’un aynı şeyleri tekrar etmekten vazgeçmediğini gören kavmi nihayet ona şöyle mukabele ettiler.

-“Ya Hud, sen ister vadet, istersen etme, Bizim için senin vadetmenle etmemen arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü sen bu işe başladın başlıyalı, bizim putlarımıza, saraylarımıza kulelerimize, halka ve yoldan gelip geçenlere yaptıklarımıza dil uzatıp dünya ve ahirette kahredici bir azaba duçar olacağımızı söyleyip duruyorsun. Halbuki bütün bu bizim eskiden beri yapıp geldiğimiz şeyler dedelerimizin yaptığından farklı bir şey değildir. Eğer bu hareketler bir azabı gerektiriyor ise, neden onlara bir şey olmadı da kabirlerinde rahat-rahat uyuyorlar. Öyle ise Ey Hud, bize de azap gelmeyecek ve biz dahi ne sana ve ne de senin Rabbine inanacağız. Hem de bildiğimiz gibi yaşayacağız."

Kuraklık ve Kıtlık Yılları
Ad kavmi, böylece Hz. Hud’a ve Cenab-ı Hakka açıkça İsyanlarını ilan ediyorlar, ve bulundukları bu hal üzere devam edeceklerini kesin olarak belirtiyorlardı. 400 sene gibi uzun zamandan beri risalet vazifesini çetin şartlar altında ifa eden Hazret-i Hud’u, bu sözler son derece üzmüştü. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu beldenin yağmurlarını kesti. Bağlar, bahçeler kurumaya, hayvanlar telef olmaya ve güçlü-kuvvetli kavimde dermansızlık zuhur etmeye başladı. Bu yüzden nesil de kesildi, devamlı olarak bunaltıcı ve kuru bir rüzgâr esiyor, halkın dudaklarını ve nefes borularını kurutuyordu. Nerede ise ağızlarını güçlükle açıyor, zor nefes alıyorlardı. Tozdan dumandan göz gözü görmüyordu.

Ad kavmi, bir rivayete göre, üç sene bu şekilde perişan bir hayat yaşadı. Hazret-i Hud bu fırsattan istifade ile onları, acz ve zaaflarını göstererek tevbe ve istiğfara davet ediyordu. Fakat Hazret-i Hud’un bu daveti, onları yumuşatacak yerde, tam tersine her seferinde kızgınlıklarını artırıyordu. Hatta bu hale gelmelerine onun sebeb olduğunu öne sürerek, bir keresinde O’nu öldürmeye bile kalkışmışlardı.


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Şubat 2015 Çarşamba

436.NAFİLE NAMAZLARIN İÇİNDE OKUNABİLECEK DUALAR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Aşağıda hadislerle birlikte verdiğim duaların farz namazların mı yoksa sünnet ve nafile namazların içinde mi okunması ile ilgili bilgi edinmek istiyorsanız bu yazıyı okuyun:

 1. Rufa b. Rafi' anlatıyor: Biz, Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in arkasında namaz kılıyorduk. Rukû'dan başını kaldırdığında "Semiallahu li men hamideh"duasını okudu. Hemen arkasında bulunan bir kişi "Rabbena leke'l-hamd, hamden kesiren tayyiben mübareken fih" şeklinde bir duayı okudu. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), selam verdikten sonra, "O duayı okuyan kim?" diye sordu. Duayı okuyan adam: "Ben okudum." diye cevap verince, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)   "Otuz küsur meleğin bu duayı önce yazmak için birbiriyle yarışıyor olduklarını gördüm" diye buyurdu.

Bu hadisi de göz önünde bulunduran Şafii alimleri, yukarıdaki dua ile birlikte bunu da okumanın sünnet olduğunu söylemişlerdir.(bk. Nevevî, Mecmu, III/420).

2. Abdullah b. Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'le birlikte namaz kılmakta olduğumuz sırada cemaatten birisi, "Allahü ekber kebira ve'l-hamdülillahi kesîra ve sübhanellahi bükraten ve esîla" duasını okudu. Hz. Peygamber  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): "Şu, şu sözleri söyleyen kim?" diye sordu. Cemaatten bir adam: "Ben söyledim, ey Allah'ın Resulü!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) , "Bunlar çok hoşuma gitti. Gök kapıları bunlar için açıldı." diye buyurdu.(Müslim, Mesacid,150; Tirmizi, Deavat, 127).

***Bir rivayette: "Namaza girdiği / başladığı zaman"(bk. Tirmizî, İkame, 2);

 başka bir rivayette: "Tetavvu / nafile namazlarında"(bk. Ahmed b. Hanbel, IV/80), ), Hz. Peygamber  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  'in: "Üç defa Allahü ekber kebira, üç defa ve'l-hamdülillahi kesîra, ve üç defa da sübhanellahi bükreten ve esîla"duasını okuduğu belirtilmiştir.

***Diğer bir rivayette ise, namazdan söz edilmeden ve sayılar belirtilmeden (bk. a.g.e), Hz. Peygamber  
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in , "Allahü ekber kebira ve'l-hamdülillahi kesîra ve sübhanellahi bükreten ve esîla" duasını okuduğu ifade edilmiştir.

**Bununla beraber, hepsi de Cübeyr b.Mutim'in babasından aktarmasına rağmen, rivayetlerdeki farklılıktan kaynaklanan zafiyet bir tarafa, mezhep imamları tarafından da bununla amel edilmediği görülmektedir.


 Bizim gibi insanlara düşen görev -özellikle ittifak edilen konularda- hadislerin durumunu bizden daha iyi bilen İslam âlimlerine uymak ve her Müslümanın kendi mezhebine göre ibadetlerini yerine getirmesidir.

Hanefilere göre en faziletlisi Farz namazlarda "Allahumme rabbenâ ve lekelhamd" dir. Sonra,"Rabbena ve leke'l-hamd" sözüdür. Sonra "Rabbena leke'l-hamd"dir. Hanbelîler ile Malikîlere göre ise en faziletlisi "Rabbena ve leke'l-hamd"sözüdür.


 SONUÇ OLARAK: Hanefi mezhebinde farz namazlarda sünnet üzere okunan dualar haricinde dua okunmamaktadır.

Nafile namazlarda ise bu duaları okumak müstehaptır:

 1.Rukû'dan kalkarken "Semiallahu li men hamideh" ve  ardından  "Rabbena leke'l-hamd" dedikten sonra "hamden kesiren tayyiben mübareken fih" duasını okumak;

2.
"Allahü ekber kebira ve'l-hamdülillahi kesîra ve sübhanellahi bükraten ve esîla" duasını okumak;

3.
" Rabbiğfirli" zikrinin iki secde arasında söylenmesi müstehaptır. (Birinci secdeden doğrulup ikinci secdeye varmadan)

Hz. Ali Radiyallahu Anh'tan rivayetle Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vessellem buyurdular ki:

"Allah (c.c.), kulunun "Rabbiğfirli" demesinden hoşlanır ve şöyle buyurur: "Kulum Benden başka günahları affedici bir kimse olmadığını bildi.Ben de onun günahlarını affettim." (Ahmed bin Hanbel)

Sorularla İslamiyet



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

31 Ocak 2015 Cumartesi

434.NAMAZIN İÇİNDEKİ SECDEDE DUA EDEBİLİR MİYİZ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Namazda secdede iken yapılan dualar, makbul dualardır. (C. Sağîr)

Kulun, rabbine en yakın olduğu hal secde ettiği haldir. Bu nedenle secdenizde çok dua ediniz!” (Müslim) 

Bu hadislerdeki müjdeyi biliyoruz peki amel etmek istesek bunu nasıl yapacağız ?


 Ahmet Mahmut Ünlü bir sohbetinde bir kolaylıktan bahsetti; ben uygulayacağım inşallah. Sizinle de paylaşmak istedim.

"Namazın içinde Türkçe dua edemeyiz ama Arapça dua da bilmiyoruz o zaman sünnet veya nafile namaza niyet etmeden önce kalbinde niyetini tutar; duanı eder sonra secdeye vardığında aşağıdaki zikirlerden bir tanesini okursun.

**3 kere Ya Erhamerrahimiyn 

**5 kere Rabbena 

**Ya Hayyu ya Kayyum ya Zel Celali vel İkram

**4 kere Ya Rabbi
 
**3 kere Rabbi 

** Ayrıca Secdede  3 kere "Rabbiğfirli" denilmesi tövbe etmenin güzel ve etkili bir yoludur. 


Bunlardan biri yapılsa yeterlidir.
Açıktan hacetini söylemesine gerek yoktur."

Önemli not:Bu zikirleri sadece sünnet ve nafile namazların secdelerinde yapabiliyoruz.

Allah (Celle celaluhu) kabul etsin. Amin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Ocak 2015 Cumartesi

429.NASIL DUA ETMELİYİZ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Duâ, Ruhun gıdası, kalbin nuru, ibâdetlerin özüdür. Duâ, ızdırapların, maddî ve manevî dertlerin şifa kaynağıdır. Duâ, ümit ve huzur menbaıdır. Yaşama aşkını dirilten bir rahmettir. Duâ, hayrı çeker, belâ ve zararı defeder.
Duâ, insanı belâdan korur, inmiş ve inecek musîbetlere karşı bir kalkandır. Belâların etkisini azaltır, Allah'ın kaderini hafifletir.


Sevgili Peygamberimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem): "Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, mü'minin silâhı, dinin direğidir. Duâ, ibadettir, ibâdetin özüdür. (Sünen-i Tirmizi) buyurmaktadır. 

Ayet ve hadislere göre dua etmenin usul ve adabı şu şekildedir:
 
Duâ, mutlaka kabul olunacak bir ibâdettir. Ancak duayı Peygamberimizin yaptığı ve bildirdiği şu şartlara uygun olarak yapmak lâzımdır: 


1- Vücud, helal kazançla alınmış, helal gıdalarla beslenmelidir. (İbn Kesir, Bakara, 168 tefsiri) 


2- Abdestli olmalı, Kıbleye yönelinmeli ve eller semâya açılmalıdır. (Tirmizî, İbn Mâce, Ebû Dâvud) 


Selman-ı Farisi(radıyallahu anh) Resulullah’ın  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: 
"Muhakkak Rabbimiz hicap edici ve Kerim’dir. Kulları ellerini dergah-ı izzetine kaldırdıkları zaman o elleri boş çevirmekten hayâ eder." (Tirmizi) 


3- Duaya eûzü-besmele, Allah'a hamd ve Peygamberimize salât ve selâm ile başlanmalıdır. (Sünen-i Tirmizî) 

4- Zulümler terkedilmeli ve tövbe edilmelidir.


Duanın kabul olunmasının temeli edeptir ki o da, tevbe etmek, bütün varlığıyla Allah Teala’nın ibadetine yönelmektir. 
Malik Bin Dinar (ra) şöyle demiştir: 
İsrailoğullarında büyük bir kıtlık meydana geldi. Birkaç defa yağmur duasına çıkmalarına rağmen, yağmurun yüzünü göremediler. Bunun üzerine Allah Teala, peygamberlerine şöyle vahiy gönderdi: ‘Onlara söyle ki, sizler necis bedenlerinizle benim huzuruma geliyorsunuz. Kana boyanmış ellerinizi benim dergâhıma uzatıyorsunuz. Mideleriniz haramla dolu olduğu halde geliyorsunuz. Şimdi ise benim gazabım sizin üzerinize daha da artar. Bu durumda bana gelmeniz sizi gittikçe benden uzaklaştırır; (bu söylediklerimden tevbe eder gelirseniz, o zaman size rahmet ederim. Aksi takdirde rahmetin yüzünü göremezsiniz. (İhya-i Ulum’id-Din) 


5- Günahı gerektirecek isteklerde bulunulmamalı ve acele edilmemelidir. Zîra, Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  şöyle müjdelemektedir:
"Yeryüzünde Allah'a duâ eden her bir mü'minin Allah (cc) (ya duasını kabul ederek) ona istediğini verir. Ya da isteğine eş değerde olacak bir kötülüğü ondan giderir. Veyahut âhirette karşılığını bulur..." (R- Safihîn) 

Duâ eden, duasının yararını ya hayatında, ya da âhirette muhakkak görür. 

6- Duâ ihlasla ve ısrarla yapılmalıdır. Zira; Resûlullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)üçer defa duasını tekrar ederdi. (Ebû Dâvud, İbn Sünnî) 

“İbn Mesut (ra) Hz. Peygamber’in, dua ettiği zaman duasını üç defa tekrarladığını, Allah’tan istediği zaman istediğini üç defa tekrarladığını söylemektedir.” (Müslim) 

“Herhangi biriniz acele etmedikçe duası Allah tarafından kabul olunur. Acele etmek şu demektir: ‘Ben dua ettim, duam kabul edilmedi.’ Bu nedenle ey Allah’ın kulu! Dua ettiğin zaman Allah’tan çokça iste. Çünkü sen Kerim ve cömert bir zattan istiyorsun.” (Müslim ve Buhari) 


7- Diğer müslümanların aleyhine ve zararına isteklerde bulunulmamalıdır. Ailesine, çoluk-çocuğuna ve malına beddua etmemelidir. (A'raf, 55-56. R. Salihin) 


8- İslama aykırı isteklerde bulunulmamalıdır. 


9- Duâ esnasında bağırıp-çağırmamalı ve zoraki edebî sanat gösterilerinde bulunulmamalıdır. Baş göğe dikilmemeli, Allah'a yalvarmalı, O'ndan korkarak ve umarak duâ edilmelidir. 
(Enbiya, 90. A'raf, 55) 


“Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Muhakkak ki Allah, bağırıp çağırarak haddi aşanları sevmez.” (Araf, 55) 
Kur’an-ı Kerim’de mealen buyruluyor ki: 
“İhlaslı olarak dua edin!” (Mümin, 65) 


Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) duayı kafiyeli söylemek suretiyle ifrata kaçmayı şu hadisiyle yasaklamıştır: 
Duada seci’ (kafiyeli okumaktan) yapmaktan kaçının. “Ey Allahım! Ben senden cenneti isterim ve cennete yaklaştırıcı söz ve amelleri isterim. Cehennemden sana sığınırım. Ona yaklaştırıcı söz ve amellerden de sana sığınırım.” demeniz kafidir. 


10- Beş vakit farz namazın ardından yapılacak duâ ile gece yarısından sonra (seher vakti) yapılacak duâ müstehap olacak duaların başındadır. (Süneni Tirmizi, Müslim) 

11- Ezanla farz namaz için getirilen ikâmetler arasında yapılan dualar, makbul dualardır.
(Buhari)


Ebu Hureyre (ra) şöyle der: 
“Gök kapıları Allah yolunda, Allah’ın düşmanlarıyla çarpışanların safları düşman saflarına yaklaştığı zaman açılır ve yine o kapılar, yağmur yağdığı zaman, farz namazlar için kamet edildiği zaman açılırlar. Bu bakımdan bu vakitlerde dua etmeyi bir ganimet bilin.” 


12- Namazda secdede iken yapılan dualar, makbul dualardır. (C. Sağîr) 

Kulun, rabbine en yakın olduğu hal secde ettiği haldir. Bu nedenle secdenizde çok dua ediniz!” (Müslim) 

13-  Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsıyla dua edilmelidir.

14-
Şerefli Vakitleri Gözetmeli.
Senenin Arefe gününü, aylardan Ramazan ayını, haftanın Cuma gününü ve saatlerin de seher vaktini gözetmeli. 
   Ramazan geceleri, Ramazan ve Kurban bayramları geceleri, Mîraç, Berât ve Kadîr geceleri de duaların daha çok makbul olduğu vakitlerdir.


Cuma günü yapılan dualar, makbul dualardır. (İbni Mâce) 

15- Mazlumun bedduası, misafirin duası ve ana-babanın çocuğuna duası makbul dualardır. (Tirmizî) 

16- Hastanın, oruçlunun iftar vaktindeki duası, ihramlının duası ve bir müslümanın diğer müslüman, kardeşine gıyabında yaptığı dualar makul dualardır. 


“Oruçlu bir kimse’nin duası geri çevrilmez.” (Tirmizi) 

17- Kim, musibet, ve şiddet zamanında duasının kabul edilmesini severse, genişlik zamanında çok duâ etmelidir. (Tirmizi, Hâkim el-Müstedrek) 

18- Peygamberlerden ve ashaptan nakledilen dualarla duâ edilmelidir. 


19- Yukardaki şartlardan sonra yapacağı duanın mutlaka kabul olunacağı inancıyla canı gönülden, ihlasla duâ edilmelidir. Dalgın ve ne istediğini bilmeyen bir kalble duâ edilmemelidir." (Tirmizî) 

“Kabul edileceğine yüzde yüz inanarak Allah Teala’ya dua ediniz ve biliniz ki, muhakkak Allah Teala, gafil bir kalpten gelen duayı kabul etmez.” (Tirmizi) 

“Dua edenin ya günahı affolur veya hemen hayırlı karşılığını görür yahut ahirette mükâfatını bulur.” (Deylemi) 


20- Duaya başlarken olduğu gibi, bitirirken de Allah'a hamd ve resulüne salât ve selâm ile bitirilmelidir.

21- Duâ sonunda âmin diyerek eller yüze sürülmelidir. 


Yukarıdaki izah ettiğimiz şekilde duâ edildiğinde Cenabı Hak, isteyenin, duâ edenin ve kendisine yalvaranın duasını kabul edeceğini Kur'an-ı Kerim'in Bakara Suresinin 186. ayetinde açıkça beyan etmektedir.

Kul, kendisine en yakın olarak Allah'ı bulmalı ve hiç unutmamalıdır...
Duanın kabulü ve Allah'ın rızasını almak için, hayatımızı İslam'a göre düzenlemeli ve yaşamalıyız ki, Allah'tan istemeye yüzümüz olsun...



Sonuç olarak; dua ederken, evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın kabul edeceğine gönülden inanarak ve gerçekten güvenerek dua edilmelidir.  Allah’ın hazinesi çok geniştir ve O’nun her şeye gücü yeter. Onun için dua ederken istekler yüksek tutulmalı ve O’ndan yüce şeyler talep edilmelidir. Sadece dünyalık değil ; hem dünyamız hem ahiretimiz için istenmeli. Meselâ, Allah’tan Cennet yerine Firdevs istenmelidir. Bu şekilde dua etmeyi bize Allah Resûlü öğretmektedir.

Biz Allah-u Teala'nın kudret ve kuvvetini bilerek O’nun herşeye gücünün yeteceğini bilerek O’ndan istiyoruz. Bu, sadece dua etmek ve hâlimizi arz etmek değildir, acziyet ,tevazu içinde halini derin hisler içinde Cenâb-ı Hakk’ın bütün esmâ-i hüsnâsıyla ifade edilmesi demektir. İşte böyle bir dua, samimi bir kulluktur ve kat’iyen reddedilmez.

Ayrıca dua ederken insan özenerek dua etmelidir. Bizler kul olarak Rabb’imize öyle gönülden yalvarmalıyız ki, bu yalvarışlar Rabb’in rahmetini harekete geçirsin ve Cenâb-ı Hak da Kendine yakışanı yaparak, bu dualarımızı kabul etsin.

Bizler hiçbir zaman duayı bırakmamalıyız. Allah-u Teala mutlaka insanların sesini duyar ama onlar, bazen yanlış şeyler isterler, Allah da o istedikleri şeyi vermeyip haklarında daha hayırlı olanı lütfeder. Bediüzzaman’ın ifadesiyle kul, bir erkek evlâdı ister, Allah ona Hz. Meryem gibi onun için daha hayırlı olacak bir kız evlâdı verir.

sorusor cevapbul.com ve (Dualar ve Zikirler, İmam Nevevi) nden faydalanılmıştır.


445.KUR’AN’DA DUA ÖRNEKLERİ: Peygamber Duaları
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR