26 Mayıs 2014 Pazartesi

336.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ:7-Kur'an Etrafındaki İhtilâflar

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Önemli bilgiler aktarmaya devam ediyorum:

Mezhebler Arasındaki İhtilâf Ve Sebepleri
İslâm hukuk ekolleri, önce büyük şehirlerde kurulurken arala­rındaki ihtilâflar da kendisini iyice hissettirmeye başlamıştır. Irak­ta kendine göre metodu olan bir ekol, Hicaz´da ve Şam´da da ona paralel olarak başka ekoller teşekkül etmiştir. Şiiler de ayrı bir ekol meydana getirmişlerdir. Daha sonra her ekolü temsil eden bir şah­siyet ve onun etrafında bir talebe grubu doğmuştur. Ekolleri tem­sil eden bu şahsiyetler; rivayet, fıkhı dirayet, rivayet edilen şeyleri ortaya koyma ve bunlara göre fıkhın temellerini kurma, yeni olay­ları inceleyip onların hükümlerini açıklama hususlarında talebele­rine önderlik etmişlerdir. Kûfe´de kıyas üstadı Ebu Hanife, Medi­ne´de İmam Malik, Şam´da İmam Evzai, Mısır´da Leys b. Sa´d bu­lunmaktadır. Bundan sonra ikinci tabakayı teşkil eden İmam Şa­fii, Ahmed b. Hanbel ve Dâvûd ez-Zâhiri gibi şahsiyetler dikkati çekmektedir. Bunlardan sonra devam etmekte olan içtihadın yerini yavaş yavaş mezhep taraftarlığı almıştır. Dolayısiyle mutlak ictihad´da bulunan kalmamış; aksine, ictihad, mezheblerin sınırları içi­ne girmiştir. Bu merhaleden sonra müctehidlerin, mezhep İmamı­nın fikirlerine ve mezhebin prensiplerine sarılmak zorunda kaldı­ğını görüyoruz. Bununla beraber mezhepçe hakkında açık bir hü­küm (nass) bulunmayan hususlarda ictihadların yapıldığı görülmektedir. Gitgide mezhep İmamlarının görüşlerinin dışına çıkamıyan müctehidler, yeni hiç bir ictihad yapamamışlar ve İslâm Hukuku´ndaki ilmî faaliyetler, ne yazık ki, eskiye nisbetle büsbütün du­raklamıştır.

Fer´î fıkıh meselelerindeki ihtilâf, dinin kesin hükümlerinden ayrılmadıkça pek önemli bir şey teşkil etmez. Daha doğrusu, ihti­lâfın esası hakikati araştırmak olunca, insanlar için daha iyiyi ve doğruyu bulmak hususunda geniş bir kapı açılmış ve doğruyu ter­cih için akla salâhiyyet verilmiş olur. Çünkü hakikat nuru, fikirlerin çarpışması ve nokta-i nazarların bilinmesi ile açıkça parlayabilir.

Müctehid İmamların hepsi de, insanlar arasındaki ihtilâf sebep­lerini öğrenmek hususunda büyük gayretler sarf ediyorlardı. Ebu Hanife; «insanların en bilgini, onların ihtilâf sebeplerini en iyi bi­lendir» diyordu. Çünkü tartışma konusu olan bir meselede bilgin­lerin görüşlerini kavramak, araştırıcı için hakikati ortaya çıkar­mak demektir. Delillerin kuvvetli ve zayıflarını bilmek ve mese­leyi her yönüyle incelemek, araştırıcıyı hüküm verme, doğru ve yanlışı ayırdetme hususunda daha yetkili kılar.

İhtilâfın Mihveri
İslâm´ın kesin emirlerinde ve icma´ ile kabul edilen fıkıh konu­larında ihtilâf yoktur. Ancak bunların dışındaki fer´î meseleler (furû´)´de mezhebler arası farklılıklar mevcuttur. Dînin kesin hükümleri; beş vakit namaz, namaz kılarken Ka´beye dönmek gibi namazın farz ve rükünleri, oruç, zekât ve hacc, zekât olarak veri­len malların miktarları ve nihayet nikâhlanması haram veya helâl olanlar hakkındaki hükümler ve mirastaki hisse miktarları gibi Kur´an-ı Kerimle beyan edilen ve ihtilâf konusu olmayan meseleler­dir. Bunlar gibi hakkında icmâ´ hâsıl olan dinin hükümlerinden biri­ni inkâr eden kimse, İslâmiyetin dışına çıkmış olur.

Bunların dışında ihtilâf konusu olan şeyler ne olabilir ve ihti­lâf sebebi nedir? ihtilâf, akılla halledile­bilecek ve hakkında kat´î nass bulunmayan cüz´i meseleler çok çe­şitli olup bunlar hakkında değişik açılardan delil getirilebilir. Bu gibi konularda ictihad yapmak, müctehidi hatâya sürüklese bile se­vaptır. Çünkü Peygamber (S.A.) şöyle buyurmuştur: «Müctehid, içtihadında isabet ederse ona iki ecir, yanılırsa bir ecir vardır.» Pey­gamber (S.A), bu sözüyle müctehidin yanılabileceğini, bütün cehdini ve kudretini harcadıktan sonra yanılmışsa ayıplanmamasını bize öğretmektedir. Peygamber (S.A.), kendisi de ictihad yapardı. Fakat içtihadında yanılacak olursa O´na Allah doğruyu gösterirdi. Çünkü O´nun sözü şeriat olduğu için, hatâ üzerinde kalması imkânsızdır. 

Kitab (Kur an) Etrafındaki İhtilâflar

Asıl delil getirme (istidlal) işi Kitab´la olur ve bunda hiçbir kim­senin şüphesi yoktur. Çünkü Kitab (Kur´an), îslâm Şerîati´nin te­meli, Peygamber (S.A.)´in en büyük mucizesi ve Allah´ın kıyamete kadar baki olacak kanunudur. Onun içine aldığı hükümlerin İs­lâm Dini´nin esası olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur. Kitab etra­fındaki ihtilâflar, sadece onun bazı kelimelerinin delâlet ettiği an­lamlar üzerinde meydana gelmiştir. Çünkü Kur an´ın bazı ifade ve kelimeleri çok vecizdir. Bu ifade ve kelimelerin anlamları ictihadlara yol açmaktadır. Meselâ, «Boşanmış kadınlar üç ayhali (kurû´l iddet beklerler»[
Bakara Sûresi, 228.] âyetindeki (kuru´) kelimesini birçok fakihler hayız (ayhali) ile tefsir etmişler, Şafii de iki ayhali arasındaki temizlik müddeti olarak yorumlamıştır. Aslında bu kelime lügat bakımından her iki anlama da gelmektedir. Peygamber (S.A.)´den de bu hususta bütün fakihlerin kabul edeceği bir tefsir rivayet edilmemiştir. Gerçi Peygamber (S.A.)´den, «Kuru´ günlerinde namazı terket» ve «Cariyenin iddeti iki hayızdır» şeklinde hadisler rivayet edilmiş ise de, İmam Şafiî bunları sahih olarak kabul etmemiştir. İşte Kur´an-ı Kerim´in kelimelerini tefsir hususunda buna benzer ihtilâflar mevcuttur.

Bazı ihtilâflar da ibare (ifade) lerin delâlet ettiği hükümler üzerinde meydana gelmiştir. Bu hükümleri belirten sünnet bulun­duğu halde anlaşmazlık ortadan kaldırılamamıştır. Meselâ, «Sün­net, Kur´an´ın umumî hükmünü tahsis edebilir mi » İşte burada fukahâ ihtilâfa düşmüş olup Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve birçokları, Kur´an-ı Kerim´i Sünnet açıklar; çünkü Sünnet, Kur´an´a dayanmakta ve onun mücmel hükümlerini genişleterek açıklamaktadır, de­mişlerdir. Nitekim Kur´an-ı Kerim´de de : «Biz sana da Kur´an´ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine indirileni açıkça anlatasın.»[
Nahl Sûresi, 44.] buyurulmaktadır. Kur´an´ın umumî olan her kelimesini, görünüşte ona muhalif gibi gözüken bir sünnet anlam bakımından hususileştirmiş (tahsis etmiş) tir.

Ebu Hanife ve bir kısım fakihlere göre Kur´an´ın umumi hü­kümleri olduğu gibi kalır. Eğer bir sünnet, cüz´i olarak bu hüküm­lere aykırı düşerse ve bu sünnet mütevâtir veya meşhur ise, o, Kur´an hükmünü tahsis eder (hususileştirir). Eğer bu sünnet mütevâtir de­ğilse, Kur´an´ın umumî hükmü olduğu gibi kalır. Çünkü bu Kur´an hükmü, kat´î olarak mütevâtirdir... Onu âhad hadislerle tahsis et­mek doğru olmaz. Kur´an´a muhalif olan böyle âhad hadisler Peygambere nispetinde sahih addedilemez. Fakihler bu hususta iki kıs­ma ayrılmaktadırlar:

1 Kur´an´ın zahiri hükümlerini Sünnet ile tahsis edenler:
Bunlara göre Sünnet, Kur´an-ı Kerim´i tefsir etmek, onun mânâ ve maksatlarını açıklamak bakımından Kur´an´a hâkimdir. Kur´an´ın anlaşılması ve hükümlerinin kavranması için Sünnet bir anahtar va­zifesi görür, dolayısiyle Kur an´ı anlamak isteyen müctehid, Sünnet­ten müstağni kalamaz.

2 Kur´an´ın zahirine muhalif olan âhad hadislerin sahih ol­madığını ileri sürenler:

Onlara göre Kur´an, Sünnetin sahih oluşu­nu veya reddedilmesini gösterme bakımından Sünnete hâkimdir.

İşte cüz´i meseleler hakkında Kur´an-ı Kerim´le istidlal hususun­da fakihler böyle ihtilâfa düşmektedirler. İşi biraz daha geniş ola­rak ele alırsak, Şiîler´den İmamiyye Fırkası´nın, Kur´an-ı Kerim´i an­lamada müctehidlerin re´ylerinin derecesi üzerinde Sünnîler´le ihti­lâfa düştüklerini görürüz. 


Ehl-i Sünnete göre Kur´an-ı Kerim Sün­netle tefsir edilir. Sünnet bulunmazsa, edebiyatıyla Arap dilini, Şe­riat ve onun genel amaçlarını iyice bilen kimseler, Kur´an-ı Kerim´in tefsirinde ictihad yapabilir.

 îmamiyye fırkasına göre, Oniki İmam, Kur´an-ı Kerim´in anahtarlarını teşkil ederler. İnsanlar, Kur´an-ı Ke­rim´in mânâ kapılarından ancak bu anahtarlar vasıtasiyle girebilir­ler. El-Kâfi, Cafer-i Sadık´tan şöyle rivayet etmektedir: «İki kişi ara­sında tartışma konusu olan her şeyin aslı Allah´ın Kitabında mev­cuttur, ancak insanların akılları ona ulaşamamaktadır»(Müsnedfil-İmam Cafer, c. I, s. 15; )

İmamiyye fırkasına göre insanların akılları, Kitaptaki her hük­mün aslını kavrayamaz ve onu ancak Oniki İmamın aklı kavrar; insanlara öğretir. Dolayısıyla onlar, Kur´an´ın anahtarları olup on­ların İlimleri Allah tarafından verildiği için her dedikleri bir ilham mahsûlüdür. Hattâ onlar hatâdan masum olup Cebrail dahi onla­rın üstünde değildir.


M.Ebu Zehra


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Mayıs 2014 Pazar

335.(ŞAYET/EĞER)KEŞKE KELİMESİNİ KULLANMANIN HÜKMÜ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

"Lev: Keşke/şayet " kelimesi iki şekilde kullanılır:

Birincisi: Geçmişte olana üzülmek ve takdir olunan şeye sabretmemektir. Allah Teâlâ ve elçisi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in yasakladığı işte budur.

Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:


"Ey îmân edenler! Siz de, inkâr edenler ve (rızık aramak için) yeryüzünde yolculuğa çıkan (ve ölen) veya savaşan (ve öldürülen) kardeşleri hakkında: 'Şayet onlar (yolculuğa çıkmasalar veya savaşmasalar ve) yanımızda kalsalardı ölmezler ve de öldürülmezlerdi' diyenler gibi olmayın (onlara benzemeyin). Allah, bu sözü onların kalplerine bir hasret (ve hüzün) olarak yerleştirdi. (Yolcu veya savaşan da olsa, onun hakkında hayatı takdir edip) yaşatan ve (mukim de olsa eceli sona ereni) öldüren yalnızca Allah'tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir." [1]

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in yasakladığı şey, işte budur.

Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Sana (istemediğin) bir şey isâbet ederse, 'keşke şöyle şöyle yapsaydım da bu başıma gelmeseydi' deme. Fakat 'Allah’ın takdiridir. O ne dilerse, onu yapar' de. Çünkü 'keşke' şeytanın ameline yol açar (yani üzülmene ve sabırsızlık göstermene sebep olur. Bu da zarar verir, fayda vermez. Bilakis başına gelen şeyin senden şaşmayacağını, başına gelmeyen şeyin de sana asla isabet etmeyeceğini bilmen gerekir.)"[2]

Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Allah'ın izni (kaza ve kaderi) olmadan (kimseye) hiçbir musibet isâbet etmez.Kim Allah'a îmân ederse, Allah onun kalbini hidâyete (emrine teslim olmaya ve kaderine rızâ göstermeye) iletir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir."[3]

Âlimler şöyle demişlerdir:

"Bu, kendisine isabet eden musibetin Allah Teâlâ katından olduğunu bilen ve ona rızâ gösterip teslim olan kimsedir."

İkincisi:

1. Örneğin Allah Teâlâ'nın:

"Şayet göklerde ve yerde, Allah'tan başka (onları çekip çeviren) ilahlar olsaydı, onların düzeni kesinlikle bozulurdu.Arş'ın Rabbi olan Allah, onların (inkârcıların) nitelendirdikleri şeylerden münezzehtir." [4]

Buyurduğu gibi, "lev:keşke/şayet" kelimesi, faydalı bir ilmi açıklamak için söylenmiştir.

2. Örneğin Allah Teâlâ'nın:

"Onlar isteseler ki, sen (onların dînlerine) müsamahakâr davranasın, böylece onlar da sana müsamaha göstersinler." [5]

Buyurduğu gibi, "lev:keşke/şayet" kelimesi, iyiliği sevmek ve onu istemek için söylenmiştir.

Bunun misali, bir kimsenin şöyle demesidir:

"Falancanın sahip olduğunun bir benzeri bende olsaydı, ben de onun yaptığının bir benzerini yapardım."

Bu ve buna benzer şekilde "lev: keşke/şayet" kelimesini kullanmak, câizdir.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in şu hadisi:

"Allah Musa'ya merhamet etsin. Keşke sabretseydi de Allah Teâlâ Musa ile Hızır'ın haberini bize anlatmış olsaydı."[6]

Allah Teâlâ'nın şu sözü kabilindendir:

"Onlar isteseler ki, sen (onların dînlerine) müsamahakâr davranasın, böylece onlar da sana müsamaha göstersinler." [7]

Zirâ Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Allah Teâlâ'nın, Musa ile Hızır -as-'ın haberini anlatmasını istemiştir.

Bu sebeple Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- sabrı sevdiğini açıklamak için bunu zikrederek ondaki faydaları bilmiştir. Yoksa Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'den, takdir olunan şeye karşı sabırsızlık göstermek, üzülmek ve sabrı terketmek gibi bir durum hasıl olmamıştır.


'Mecmûu'l-Fetâvâ'l-Kubrâ'

[1] Âl-i İmrân Sûresi: 156
[2] Müslim
[3] Teğâbun Sûresi: 11
[4] Enbiyâ Sûresi: 22
[5] Enbiyâ Sûresi: 22
[6] Buhârî ve Müslim
[7] Enbiyâ Sûresi: 22


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Mayıs 2014 Cumartesi

334.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ: 6-İtîkadî Fırkalar

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Fıkhî Mezhebleri Olan Fırkalar
Bu siyasi fırkaların bir kısmının başlı başına bir fıkıh mezhebi yoktur. Bunların bazısı inanç bakımından kendisine yakın olan başka bir fırkanın mezhebine uyar. Bunlardan fıkhi mezhebi bulu­nan üç fırka vardır:

1 İsnâ-Aşeriyye: Bu fırkanın kendisine has bir fıkhi mez­hebi, dinî düşünce ve mantığı vardır. Bunlar fıkıhta İmam Cafer-i Sadik´a mensupturlar. 


2 Zeydiyye: Bu fıkranın Ehl-i Sünnete yakın bir fıkıh mez­hebi ve dinî mantığı vardır. Bunların İmamı, Zeyd b. Ali Zeynel-âbidin´dir. 

3 İbâziyye: Bunlar,  Abdullah b. İbaz´a tâbi olup fıkıh kitapları mevcuttur. îbazîler, mezheplerini yaymak için bir hayli gayret göstermişlerdir. Bugün Zengibar müslümanları bu mezhebe bağlıdırlar.

İtîkadî Fırkalar
îslâm tarihinde bu siyasî fırkalardan başka itikadı fırkalar da vardır. Bu fırkalar birtakım itikadî meseleler etrafında kurulmuş­tur. Her siyasî fırka, bu itikadî fırkalardan birine kendi bünyesin­de yer vermiştir. Meselâ: Şiilerin çoğu mutezilîdir. Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat´den Mürcie fırkasına giren bazı kimseler de vardır.

Bu itikadi fırkaların önemlileri şunlardır:

1 Murcie: Bu fırka, siyasetle dinin esaslarını birbirine ka­rıştırmakta ve itikat bakımından haricîlerin tam karşı kutbunu teş­kil etmektedir. Haricîler, büyük günâh işleyenleri kâfir ve ebedî ola­rak cehennemlik sayarken, Mürcie fırkası, küfürle ibadetin fayda­sı olmadığı gibi, İman olduktan sonra günâhın da hiçbir zararı yok­tur, der. Mûtezilîler, büyük günâh işleyenlerin sürekli olarak cehen­nemlik olduğuna hükmetmeyenlerin hepsini mürcie saymışlardır. Şehristânî, Mürcie´yi iki kısma ayırır:

a) Ehl-i Sünnet mürcîesi: Bunlar; günâhların cezayı gerektir­diğini, Allah´ın Kitab ve Peygamberleri vasıtasıyla
onları kıyamet günü cezalandıracağını bildirdiğini, fakat Allah dilerse onların tevbelerini kabul edip affedeceğini ileri sürerler.

b) Bid´ata sapan mürcie:
Bunlar, itikad sağlam olduğu müd­detçe günâh işleyenlerin azap görmeyeceğini ve itikad sağlam olmaz­sa, iyiliğin hiçbir mükâfaat kazandırmıyacağını iddia ederler.

2 Cebriyye (Cehmiyye) :
 Bunlara göre insanın kendi yaptı­ğı işlerde hiçbir iradesi yoktur. İyilik veya kötülük olsun, kulun iş­lediği herşeyin faili Allah´tır, Kul, fiillerinde rüzgâr karşısındaki kuş tüyü durumundadır. Bu şekilde ilk söz eden şahıs Cehm b. Safvan olduğu için bu fırkaya «Cehmiyye» de denilir.


3 Mu´tezile (Kaderiyye) : Bunlara göre insan, kötü fiillerini, Allah´ın iradesi olmaksızın kendisi yaratır. İyiliği (hayrı) de Al­lah´ın iradesi ile yapar. Bunlara, kaderi inkâr ettikleri için «KADERİYYE» fırkası da denir. İslâm düşüncesinde bu fırka mensupları­nın rolü büyüktür. Zındıkları aklî delillerle ilk reddedenler, Mu´te­zile bilginleri olmuştur. 

Bu fırkanın önemli beş prensibi vardır:

1 Tevhid : Bu prensibe göre Allah zatında ve sıfatlarında tek­tir. Mahlûkattan hiç birisi O´na hiç bir sıfatta ortak olamaz; dolayısiyle Allah´ı görmek mümkün değildir.

2 Adi (Adalet) : Allah´ın adaleti gereğince insan kendi fiil­lerini yaratmada serbest bırakılmıştır. Tâ ki O´nun için teklif, mü­kâfaat ve ceza mümkün olsun.

3 Va´d ve Vaîd: Buna göre Allah iyilik edeni mükâfaatlandıracak, kötülük işleyenleri de cezalandıracaktır. Büyük günâh işleyenler tevbe etmezlerse mağfiret olunamazlar.

4 El-Menziletu Beyn´el-Menzileteyn: Büyük günâh işleyenler ne mü´mindir, ne kâfirdir. Bu ikisi arasında bir yer işgal eder­ler ve onlara fasık müslüman denilebilirse de mü´min denilemez. Onlar tevbe etmeden ölürlerse ebedî olarak cehennemde kalırlar.

5 Emri bi´l-ma´ruf nehyi ani´l-münker: İslâmiyeti yaymak, sapıkları hidayete erdirmek, imkân nisbetinde herkes için iyiliği emir ve kötülüğü yasak etmek bir vazifedir.

M.Ebu Zehra

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

15 Mayıs 2014 Perşembe

333.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ:5- Şia Ve Haricilerde Fıkıh

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Şimdiye kadar anlattıklarımız Ehl-i Sünnet fıkhına dair idi. İs­lâm tarihinde buna Ehli-i Sünnet ve´l-Cemaat fıkhı adı verilir. Di­ğer birçok fırkaların da kendilerine göre fıkıhları, fıkıh kitapları, fetva ve hükümleri vardır. Bu fırkalardan kısaca bahsetmek mec­buriyetindeyiz. Burada, yalnız fıkhı olan fırkalardan değil, esası is­ter akideye, isterse hilâfet meselesine dayansın, kısaca bütün fırka­lardan bahsedeceğiz. Çünkü bunların hepsi birbiri ile alâkalıdır. Ya­ni bunlar, ağacın kökü ve dalı gibi birbirine bağlıdır.


Bu fırkaları iki kısma ayırabiliriz :

1 Siyasi fırkalar,
2 İtikadî fırkalar.

Gerçi siyasî fırkalarla itikadı fırkalar arasında bir ilgi vardır. Çünkü siyasî olarak ortaya çıkan her fırkanın kendine göre bir de akidesi ve itikadi görüşü vardır.

Siyasî Fırkalar
Siyasî fırkalar şu üç başlık altında gösterilebilir:.

1 Şiîler,
2 Haricîler,
3 Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat.

 İslâm´ın siyasî görüşlerinde asıl olan Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat mezhepleridir. Bunların dışındaki bütün mezhepler,. îslâm âleminde hiçbir zaman çoğunluğu teşkil etmemiştir.

Şiîler: Bunlar en eski İslâm fırkası sayılır. Çünkü onlar, Hz. Osman zamanında ortaya çıkmış olup Hz. Ali devrinde kuvvetlen­mişlerdir. Hattâ Şiîler, Peygamber (S.A.) vefat eder etmez bir fır­ka olarak ortaya çıktıklarını iddia etmektedirler. Bu iddiaya gö­re sahabîlerden bazıları Hz. Ali´nin ra propagandasını yapıyor ve halifeliğin Hz. Ebu Bekr´in ra değil, Hz. Ali´nin ra hakkı olduğunu ileri sürüyorlardı. Hakikat odur ki şiîlik, Hz. Osman zamanın­da bir realite olarak ortaya çıkmış ve İslâm devletlerinin teşekkül ve seyrinde büyük etkilerde bulunmuştur.

Genel olarak Şiîler, Hz. Ali´nin ra halifeliğe diğer müslümanlardan daha lâyık oluşuna ve onun Peygamber tarafından halife ola­rak tâyin edilişine kani idiler. Ayrıca onlar, İmametin, ümmetin gö­rüşüne terkedîlebilecek âmme menfaatlarından sayılamayacağına; aksine, İmametin, dînin en esaslı prensiplerinden biri olduğuna, Peygamber´in  sa bu konuyu ihmal ve ümmete havale etmesinin asla caiz olmadığına; bilâkis, Peygamber´in sa bir İmam tâyin etmek mec­buriyetinde olduğuna inanırlar.

Şîa adını taşıyan çeşitli fırkalar vardır. Bunların bazıları Hz. Ali´yi ra takdis ederek İslâmiyetten dışarı çıkmışlardır. Bu türlü sa­pık şiî fırkalara, yahudi dönmesi Abdullah İbni Sebe taraftarı olan ve Hz. Ali´yi ra tanrılaştıran «Sebeiyye» fırkası ile Ali (R.A.)´yi Peygamber sayan «Gurabiyye» fırkasını misal olarak gösterebiliriz. Gurabîlere göre, Cebrail, vahyi getirirken şaşırmış, onu Hz. Ali´ye ra getireceği yerde, Muhammed (S.A.)´e getirmiştir. Bunlara göre, Hz. Muhammed sas ile Hz. Ali ra aynı tipte olan iki karga gibi birbirine ben­zediklerinden dolayı Cebrail as şaşırmıştır. Dolayısiyle bu fırkaya «Kargacılar» anlamında «Gurabiyye» adı verilmiştir.

Bu iki fırka, Hz. Ali ra zamanında ortaya çıkmış olup Hz. Ali ra bun­ların kâfir olduklarını söylemiştir. Çünkü birincisi Allah´a cc şirk koş­muş, ikincisi ise Peygamberlik makamına dil uzatmıştır.

Bu iki fırkadan başka Ehl-i Beyt taraftarı olduklarını söyleyen ve sapıklıkta küfre kadar giden fırkalar da vardır. Bunların doğu­şu, Hz. Hüseyin´in ra Kerbelâ´da şehid edilmesinden sonra ve hicrî birinci asrın sonları ile ikinci asrın başlarına rastlamaktadır. Bun­ların en dikkati çekenleri şu fırkalardır:

1 Beyaniyye: Bu fırka,mensupları, Temim kabilesinden Be­yan Ibni Sem´an denilen bir adama tabidirler. Bu adam, Hz. Ali´nin ra Fatıma (R.A.)´dan sonraki hanımından doğan oğlu Muhammed b. Hanifiyye´nin ölümünden sonra kendisinin İmam olduğunu iddia et­miştir. O, daha ileri giderek, Hz. Ali´nin ra de tanrı olduğunu söylemiş ve yer tanrısı ile gök tanrısı ayrı ayrıdır, demiştir.

2 Mugiriyye: Bu fırkayı kuran kimse Mugire b. Saîd adın­da biridir. Bu adam, Ali Zeynelabidin b. Hüseyin'in oğlu Muhammed Bakır´a bağlı olduğunu iddia etmiş ise de, O, bunu reddetmiştir. Bu da, Hz. Ali´nin ra tanrı olduğunu ve İmamların Hz. Hüseyin ra neslinden geleceğini iddia etmiştir.

3 Hattâbiyye: Bu fıkranın başı Ebu´l-Hattab Muhammed b. Ebi Zeynep el-Esedî adında biridir. Bu şahıs, îmam Cafer-i Sadık devrinde yaşamış olup onun propagandasını yapmakta idi. Bu da, saptırarak kendisinin peygamber, Cafer-i Sadık´ın da tanrı olduğu­nu iddia etmek suretiyle küfre batmış ve nihayet bütün haram olan şeylerin yapılmasına izin vermiştir. Buna mensup olanlar, farzları yerine getirmenin ağırlığından kendisine şikâyette bulunarak, ko­laylık göstermesini istemişler; O da, onları terketmelerini emretmiş. Bunun üzerine onlar bütün farzları terketmişler ve bütün haramları helâl saymışlardır. Hattâ O, onların birbirleri için yalancı şahitlik yapmalarına da müsaade etmiş ve İmamı tanıyan insana haram olan her şey helâl olur, demiştir.

İşte burada, dînî bağları kırarak İslâmiyetten dışarı çıkan ve hattâ İslâmiyeti ters çeviren, fırkalara işaret etmiş olduk. Çok ga­riptir ki bu fırkaların doğuşu, Zeydiyye ve îmamiyye mezheplerinin doğuşu ile aynı çağdadır. Bu iki şiî mezhebi, genel olarak islâmiyet­ten çıkmamışlar ve sadece küfrü icabettirmiyecek bazı tuhaflıklar ortaya koymuşlardır. Caferi mezhebinden bahsederken zikredece­ğimiz gibi, Cefr´e inanmak, Hattabiyye mezhebinde başlamış ve îma­miyye mezhebinde gelişme imkânı bulmuştur.

İslâm dairesinden dışarı çıkmayan şiî fırkalar içinde Ehl-i Sün­nete yakın olanlar vardır. Meselâ; İmam Zeyd b. Ali Zeynelâbidin b. Hüseyin´e mensup olan Zeydiyye mezhebi bunlardandır. Bu mez­hebe göre hilâfet, Hz. Ali´nin ra Fatıma (R.A.)´dan olan evlâtlarına ve­rilmelidir. Bunlar ister Hasan ra , ister Hüseyin ra neslinden olsunlar. Aslında hilâfetin Ali evlâtlarına verilmesi de şart değildir, fakat hi­lâfetin onlara verilmesi daha iyidir. Adaletle hilâfeti yürüten baş­ka bir halifeye de itaat vacip olur. Dolayısiyle Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´in hilâfeti meşrudur. Hz. Ali ra, Peygamber (S.A.V.) tarafından İmam (halife) olarak tâyin edilmemiştir. Sadece İmamda bulunma­sı gereken sıfatlar itibariyle´ tavsiye edilmiştir. Dolayısiyle Hz. Ali ra soyundan gelen İmamlar ismen değil, sıfatlarıyla bilinirler. İmamın, kendisi için bir dâvetçi (dâi) tâyin etmesi gerekir. Hilâfet bir mülk gibi miras olarak kalmaz. Fakat seçim ve biat suretiyle olur.

İslâm tarihinde ortaya çıkan üç şiî fırkası daha vardır. Bun­lardan ikisinin mensupları îslâm memleketlerinde hâlâ mevcuttur. Bu fırkalar şunlardır:

1 Keysaniyye: Bunlar Muhtar b. Ubeyd es-Sakafî´ye tâbi olanlardır. Onlar, önceleri harici idiler. Sonra Ali taraftarı olarak, Hz. Hüseyin´in ra ölümünden sonra ortaya çıkıp Muhammed b. Hanefiyye´nin propagandasını yapmışlardır. Bunların esas görüşlerini şöyle özetleyebiliriz:

a) Peygamber (S.A.V.), kendinden sonra İmametin Hz. Ali´ye ra, ondan sonra oğlu Hasan´a ra, ondan sonra Hüseyin´e ra, daha sonra da Muhammed b. Hanefiyye´ye ait olacağını söylemiştir.

b) İmam Muhammed b. Hanefiyye geri dönecektir. O diri olup Mehdiy-i Muntazar (Beklenilen Mehdi)´dir.

c) Bedâ, gerçektir. «Bedâ» demek, Allah´ın cc iradesinin ilmi ile birlikte değişmesidir. Bu hususta Şehristânî «el-Milel ve´n-Nihaî» adlı eserinde şöyle söyler: «Muhtar es Sakafî bedâ fikrini ortaya atmıştır. Çünkü O, gelecek olayları ya vahiy ile veya İmam tara­fından gönderilen bir mesajla bildiğini iddia ederdi. O, adamları­na gelecekte bir şeyin olacağını haber verir ve olay dediği gibi çı­karsa bunu dâvasına bir delil sayardı. Eğer dediği gibi çıkmazsa Rabbınıza bedâ geldi, yani O fikrini değiştirdi, derdi.

2 İsnâ-Aşeriyye (Oniki İmam kabul edenler) : Bunlara imâmiyye» fırkası da denilir. Onlar, İmametin, yalnız Hz. Fatıma´nın ra oğlu Hüseyin ra soyundan gelenlere münhasır olduğunu ileri sürerler. Onlara göre İmamet, sadece oniki kişiye münhasırdır. Bu İmamlara vasî da denilir. Çünkü bunların her biri kendinden sonra gelecek İmamı tavsiye ederek tâyin etmiştir. Esasen bunların onikisi de Pey­gamber (S.A.) tarafından bildirilmiştir.

Bu oniki İmam şunlardır:

1 Ali b. Ebî Tâlib
2 Hasan b. Ali
3 Hüseyin b. Ali
4 Ali Zeynelâbidin b. Hüseyin
5 Muhammed Bakır
6 Cafer-i Sadık b. Muhammed Bakır
7 Musa Kâzım b. Cafer
8 Ali Rıza
9 Muhammed Cevad
10 Alı el-Hâdî
11 Hasan el-Askeri
12 Muhammed b. Hasan el-Askerî

Bu mezhebin mensuplarına göre onikinci İmam Samarra´daki babasının evinde ve annesinin gözü önünde serdab (mahzen) a girmiş ve bir daha dönmemiştir. Hâlâ dönmesi beklenmektedir. Yâni onun mehdiy-i muntazar olduğuna inanılmaktadır. Îsna-Aşeriyye fırkarsına mensup olanların sayıları İran ve Irak´ta kabarıktır. Hin­distan, Pakistan ve Kuzey Afrika´da bu mezhebe bağlı olanlar var­dır. İsnâ-Aşeriyye mezhebinin fıkıh İmamı Cafer-i Sadık´tir.

3 İsmâiliyye: Bu fırka, İmamiyye fırkasının bir koludur. Bun­lar, Cafer-i Sadık´ın oğlu İsmail´i İmam olarak tanımışlardır. Cafer-i Sadık´a kadar İsna-Aşeriyye fırkasıyla müşterek iken Cafer-i Sa­dık´ın ölümünden sonra ayrı bir fırka teşkil etmişlerdir. Onlara gö­re Cafer-i Sadık´tan sonra gelen İmam, onun oğlu İsmail´dir. Çün­kü Cafer-i Sadık, ismail´in İmam olduğunu bildirmiştir. Fakat İs­mail babasından önce ölmüş ve İmamet İsmail´in oğlu Muhammed Mektûm´e intikal etmiştir. Muhammed Mektûm gizli İmamların ba­şıdır. Ondan sonraki İmam, bunun oğlu Cafer-i Musaddak´tır. On­dan sonra İmamet, Cafer-i Musaddak´ın oğlu Muhammed Habib´e intikal etmektedir. Bu da gizli İmamların sonuncusudur. Bundan sonraki İmam, Muhammed Habib´in oğlu Abdullah el-Mehdî´dir. Bu İmam Kuzey Afrika´yı ele geçirmiş ve kendinden sonra da oğulları Mısır´ı zaptetmişlerdir. Bunlara İslâm Tarihinde «Fatimîler» denilir.

Bu fırkaya «Bâtmiyye» fırkası da denilir ve birçok kollara ay­rılmıştır. Bunların bazıları İslâmiyetten dışarı çıkmıştır. Meselâ, Hâkimiyye fırkası, Tanrının, İmama hulul ettiğine inanır ve bu sapık fırkanın kalıntılarına Kuzey Afrika, Pakistan ve Hindistan´da hâlâ rastlanmaktadır.

Hariciler
Kısaca işaret ettiğimiz şii fırkaların yanında haricî denilen fır­kalar da vardır. Ve bunlar da birçok bölüklere ayrılmışlardır. Bun­lar, Hz. Ali ile Muaviye (r.anhuma) arasında yapılan Sıffîn Savaşı´ndan sonra Hz. Ali´nin ra meseleyi hakem vasıtasıyla halletme fikrini kabul etme­si üzerine Hz. Ali´nin ra ordusundan ayrılanlardır. Halbuki önce Hz. Ali´yi ra hakem işini kabul etmeye onlar zorlamışlar, fakat Hz. Ali ra bu fikri kabul edip uyguladıktan sonra işin içine hile karıştığı anlaşı­lınca Hz. Ali´nin ra üzerine yürümüşlerdir, hattâ onun yanıldığını ve küfre gittiğini iddia etmişlerdir. Hakem olayını benimseyen herke­si küfürle itham etmişlerdir. Şu kadar ki, bu işe razı olmalarından ötürü kendilerinin tevbe ederek temizlendiklerini, diğerlerinin de bunlara "Uyarak tevbe etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Ali´nin ra bunları yatıştırmak için yaptığı her konuşmada onun yüzüne kar­şı, «hüküm ancak Allah'ındır» diye bağırmışlardır.

Bunlar, daha sonra Hz. Ali´ye ra karşı ayaklanmışlar ve onunla savaşmışlardır. Hz. Ali devrinde ve O´ndan sonraki devirlerde müslümanların büyük çoğunluğunu kâfir saymışlardır. Emevîler dev­rinde Haricîler çok kuvvetlenmişler, birçok Emevî valilerini öldür­müşler ve devlete karşı ard arda isyanlarda bulunmuşlardır.

Hâriciler´in görüşlerini genel olarak şöyle özetleyebiliriz: 


Hiç­bir aile veya kabile hilâfet hususunda diğerinden üstün değildir. Halifeyi müslümanlar tam bir hürriyet içerisinde seçerler. Halife adaletten ayrılırsa onu azletmek, hattâ öldürmek vacip olur. İster­se onun ilk olarak seçilişi ve icraatı adaletli olsun. Bu itibarla her­hangi bir itham sebebiyle halifeyi azledilme veya öldürülmeden ko­ruyacak adamları bulunmalıdır. Haricîler, büyük günâh işleyenleri kâfir saymışlar, kendilerine muhalefet eden herkesi büyük günâh işlemekle suçlamışlar ve bunun bir neticesi olarak da onları bu yüz­den ve zalim sultana karşı susmalarından dolayı kâfir saymışlar­dır.

Hariciler, aşırılık ve itidal bakımından çeşitli fırkalara ayrıl­mışlardır. En aşırı haricî fırkası «Ezrakîler» dir. Bunlar, Beni Hanife kabilesinden Nafi´ b. Ezrak´a tâbi olanlardır. Onlara göre, el­lerinde hiçbir imkân olmayan çocuk, kadın ve ihtiyar kimseler bile olsa, kendilerine muhalefet edenlerin kanlarını akıtmak mubah­tır.

Aşırılık bakımından Ezrakîler´den sonra gelen fırka, Ziyad b. el-Asfar´a tâbi olan «Sufriyye» fırkasıdır. Bunlardan sonra «Nece-dafc» denilen ve Necdet b. Âmir´e tâbi olanların teşkil ettiği fırka gelir.

Ehl-i Sünnet´e yakın olan harici fırkası, «İbâzıye» fırkasıdır. îbazîler, bir tabii olan Abdullah b. İbaz´ın peşinden gidenlerdir. Bunlara göre, kendilerine muhalefet edenler, inanç bakımından kâ­fir olmamakla beraber, nimeti inkâr bakımından kâfirdirler. Bu fır­kaya muhalefet edenlerin kânlarını akıtmak haramdır ve onların şahitlikleri muteberdir.

Bu fırkaya mensup olanların kalıntılarına, Zengibar ve Büyük Sahra´nın bazı vahalarında bugün dahi rastlanmaktadır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Mayıs 2014 Salı

332.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ 4- Müctehid İmamlar Devrinde Îctihad

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


 Müctehid imamların devrinde uy­durma hadisi sahih hadislerden ayırd etmek için İslâm bilginlerinin nasıl bir yol izlediklerini merak ediyorsanız işte o bilgiler:

Tabiîlerden sonra talebeleri gelmektedir ki, bunlara, «Teba-i Ta­biin» (Tabiîlere tâbi olanlar) denilmektedir. Fıkhı mezheplerin ku­ruluşu bunların çağlarına rastlar. İmamların en yaşlısı Teba-i Tabiin´den, diğer tabirle tabiîlerin talebelerinden Ebu Hanife´dir. Onun bütün hocaları, İbrahim Nahaî ,Şa´bî, Hammad b. Ebî Süley­man, Atâ b. Ebî Rabah gibi yaşlı ve genç tabiîlerdir. Müctehid İmam­ların bir kısmı doğum ve zaman itibariyle birçok sahabîlerin dev­rine rastladıkları için tabiî iseler de, daha çok İlimlerini başka bir tabiîden almışlardır. Meselâ; Ebu Hanife, Hammad´dan tahsil gör­müş; Mâlik b. Enes, Abdullah b. Ömer´in talebelerinden İlim öğren­miştir. Yani Mâlik, Abdullah b. Ömer´in oğlu Salim´den, onun azat­lısı Nâfi´den ve diğer Medineli yedi fakihten ve bunların talebele­rinden tahsil görmüştür.

Medineli yedi fakih ise şunlardır:

1 Saîd b. el-Müseyyib (Öl. 93 H.), Kureyş kabilesinden olup Ömer (R.A.)´in hilâfeti zamanında doğmuştur. İmam Mâlik buna yetişemedi, fakat talebesi îbni Şihab´tan ders gördü.

2 Urve b. ez-Zübeyr (Öl. 94 H.), Aişe (R.A.)´in kız kardeşinin oğlu olup kendinden sonrakilere O´nun ilmini nakletmiştir.

3 Ebu Bekr b. Ubeyd b. el-Hâris (Öl. 94 H.) olup Hz. Aişe´den birçok mesele öğrenmiştir.

4 El-Kasim b. Muhammed b. Ebi Bekr Sıddik (Öl. 108 H.) olup Hz. Aişe´nin kardeşinin oğludur. Hz. Aişe'nin ilmini O nakletmiştir. Çünkü babası Muhammed ölünce O´nu Aişe (R.A.) kendi evine al­mış ve yetiştirmiştir. Kasım hem fakihtir, hem de hadis râvîsidir. Hadiste O´nun zekâ ve himmeti büyüktür.

5 Ubeydullah b. Abdillah b. Utube b. Mes´ud (Öl. 99 H.) olup Z. Aişe, İbni Abbas ve diğerlerinden rivayetler yapmıştır. O, Ömer b. Abdilaziz´in hocası idi. Dolayısıyle Ömer b. Abdilaziz´in düşünce ve yönelişlerinde O´nun etkisi çok büyük olmuştur.

6 Süleyman b. Yesar (Öl. 100 H.) olup Peygamberimizin hanımı Meymune bint´il-Hâris´in kölesi idi. Meymune (R.A.), sonra O´­nu mukâtebe akdiyle azat etmiştir. Bu zat, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Ebu Hüreyre ve Peygamberimizin hanımları olan Meymu­ne, Aişe ve Ümmü Seleme´den rivayetler yapmıştır.

7 Hârice b. Zeyd b. Sabit (Öl. 99 H.) olup babası sahabîler arasında feraiz âlimi idi. Bu zat da, babasından İlim tahsil etmiş ve babası gibi re´y ile şöhret yapmıştır. Aynı zamanda babası gibi feraizi de çok mükemmel bilirdi ve halkın miraslarını Kitab ve Sün­nete göre taksim ederdi. O´nun hakkında Mus´ab b. Abdillah şöyle söyler: Harice ve Talha b. Abdirrahman b. Avf´tan halk fetva sorar­dı ve onların sözüne bağlanırdı. Bunlar ev, hurma v.s. gibi malları mirasçılar arasında taksim ederler ve halka çeşitli belge (vesikâ)´ler yazarlardı.

Bu yedi fakih´in çoğu dikkatli ve doğru rivayetle, re´ye dayana­rak hüküm çıkarma ve fetvayı birleştirmişlerdir. Bunların hepsi Medine´de toplanmış olup Medine ilmini yaymışlardır. Sâîd b. el-Mü­seyyib de, re´y ile hüküm çıkarır ve ona göre fetva verirdi. 


Kasim b. Muhammed, Ubeydullah b. Utbe b. Mes´ud, Süleyman b. Yesar ve Hârice, re´y ile hüküm çıkarıp fetva vermekle meşhur idiler. Re´y ile´ hüküm çıkarma işinin çok olduğu yerde re´y ile fı­kıh da çok bulunmaktadır.

Bu itibarla re´ye dayanan fıkhın Medine´de de mühim bir mev­kii olduğunu burada belirtmek isteriz. Bu adı geçen yedi fakih, Me­dine fıkhını temsil etmekle beraber, onların fıkhı, Medine´de re´ye dayanan fıkhın derecesini de açıkça gösterir. Gerçi bu türlü fıkhın derecesi, orada, Irak´ta olduğu gibi yüksek değil ve metodu da farklı idi.

Bu yedi fakih ve diğerlerinin ilmini, genç bir tabiî olan İbni Şihab ez-Zühri ve Rabîatu´r-Rey nakletmişlerdir. İmam Mâlik bunların her ikisinin de talebesi idi.

Bu tarihî seyir, tabiîler asrındaki fıkıh ve ictihadla, müctehid İmamlar asrındaki fıkıh ve içtihadın birbiriyle nasıl irtibat halinde olduğunu açıklamaktadır. Bu tarihi seyir, aynı zamanda fıkıh ekol­lerinin kurulduğu tabiîler asrı ile, büyük fıkıh mezheplerinin kurul­maya başladığı asrın birbiri içine nasıl girmiş olduğunu göstermek­tedir.

Tabiîler devrinde İslâmî fırkaların meydana gelmesi ile Peygam­ber (S.A.)´den yalan hadis rivayetleri artmıştır. Bu devirde, yuka­rıda da işaret ettiğimiz gibi, kasıtlı birtakım kimselerin İslâm´a giri­şi, bu uydurma hadis rivayetini artıran sebeplerden biridir. Fakat bu uydurma hadis rivayeti, tabiîler devrinde kendilerine başvurula­cak ve gerçeği hakikî kaynaklardan öğrenecek İmamlar bulunduğu için mühim bir tesir göstermemiştir. Çünkü o devirde İslâm´ın kay­nakları henüz bulanmamış ve tertemizdi. Fakat, teba-i tabiin asrın­da ve daha sonraki asırlarda Peygamber (S.A.)´den uydurma hadis rivayeti, çeşitli sebeplerden şiddetini artırmıştır. Kadı îyaz, bu uy­durma hadis rivayetinin sebeplerini şöyle anlatır:

«Hadis uyduranlar birkaç sınıftır. Onların bazısı Peygamber (R.A.) in asla söylemediği bir şeyi birbirini küçümsemek veya bü­yüklük taslamak maksadı ile uydurmuşlardır. Bunlar zındıklar ve ben­zerleridir. Diğer bir kısmı, kendilerine göre, dindarlık maksadıyla, birtakım hadisler uydurmuşlardır. Bunlar, bazı hususların faziletle­ri hakkında hadis uyduran câhil dindarlardır. Bazı hadisçi (muhaddis) geçinenler, şöhret yapmak için acayip hadisler uydurmuş­lardır. Bazı sapık mezheplerin dâvetçi (dâl) leri taassup ve gizli maksatları sebebiyle, bazı müteassıp mezhep taraftarları da ken­dilerini savunmak için, bir kısımları da dünyaya bağlı kimselerin is­teklerini yerine getirmek ve onların yaptıklarını meşru göstermek için hadis uydurmuşlardır.

«Bu hadis uyduranların kimisi, hadis metni uydurmamış; fakat zayıf bir metin için doğru ve meşhur bir sened uydurmuştur. Bazı­ları da, hadis senedlerini altüst etmiş ve bunlara bazı isimleri ekle­miştir. Onlar bunu, ya bir fevkalâdelik göstermek veya cehaletlerini örtmek için yapmışlardır. Başka bir grup da, yalan yere, işitmedi­ği şeyi işittiğini, görmediği kimseleri gördüğünü ve sahih hadisler rivayet ettiğini iddia etmiştir. Diğer bir kısmı da, kasden sahabîlere ait sözleri, arap atasözlerini ve filozoflara ait sözleri Peygamber (S.A,)´e nispet etmişlerdir».

Bu uydurma hadis rivayetinin bütün sebepleri, teba-i tabiîn dev­rinde ve fıkıh mezheplerinin kurulduğu çağda mevcuttur, diyeme­yiz. Çünkü bunların bir kısmı daha sonraya aittir. Bunlardan´tabiî­ler devrinde bulunan zındıklık, ikinci asrın birinci yarısında daha da artmıştır. Haricîler ve Şiîler´in sapıkları (gulât-ı şîal´nın temsil ettiği bid´at hareketleri de böyledir. Hattâ Haricîler´den bazısı tövbekâr olduktan sonra şöyle söylemiştir; «Peygamberimizin hadisle­rini iyice inceleyiniz, çünkü biz, yaymak istediğimiz herşey için bir hadis söylerdik.» Emevîler devrinde dünyaya bağlı olanların nefsi arzuları da aynı şekilde hadis uydurmada rol oynamıştır. Çünkü Emevî hükümdarlarına yakın olan ve kalbinde dînin bir yeri bulun­mayan kimseler, hükümdarları memnun etmek için hadis uydur­muşlar ve âhiretlerini dünyalık şeylere değişmekten çekinmemişler­dir.

Bu yüce din ve kıyamete kadar bakî olacak parlak İslâm mîrası üzerine gelen bu tehlike dalgasının büyüklüğü nispetinde, onu; bu gibi şüpheli şeylerden kurtarmak, uydurmaları gerçek hadislerden ayıklamak için önem ve çaba gösterilmiştir. Dolayısiyle İslâm bilgin­leri, bu tehlike başgösterir göstermez araştırma, inceleme ve müslümanların ortak mirası olan fıkhı korumak cihetine yönelmişlerdir. Onlar, bu İslâm mirasını korumak, ona sokulan uydurmaları ayıklamak ve onu gelecek nesillere tertemiz ve dosdoğru bir şekilde tes­lim etmek için iki yönde çalışmışlardır:

1 Gerçek rivayetleri araştırmak, uydurmaları onların arasın­dan çıkarıp atmak maksadıyla hadisleri rivayet edenlerin şahsiyet­lerini, yaşayışlarını incelemişler ve hadîs´i anlayarak, doğru olarak rivayet edecek güvenilir râvîlerle bu vasıfları taşımayan râvîleri tesbit etmişlerdir. Râvîleri doğrulukta derecelere ayırmışlar, daha sonra bizzat hadisleri İslâmî gerçeklerle ve doğruluğunda şüphe ol­mayan hadislerle karşılaştırıp ölçmüşler, Kur´an´a ve gerçek hadis­lere uymayanları atmışlardır.

Daha sonra büyük İmamlar, sahih hadisleri kitap halinde yaz­mak işine girişmişlerdir. Bu. maksatla İmam Mâlik Muvatta'nı, Süfyan b. Uyeyne Kitabu´l-Câmi´ini, Süfyanı Sevri el-Câmi´u´l-Kebir´ini ve İmam Ebu Yusuf, Ebu Hanife´den rivayet ettiği Kitabul-Âsâr´in yazmıştır.

2 Bilginler, râvilerin doğruluk ve adaletle meşhur olup olma­dıklarını, o devirde bid´at´e düşüp düşmediklerini tesbit etmek için hadislerin senedlerini araştırmışlardır. Bu sened araştırması iki dev­reye ayrılır:

a) Önceleri senedler (râvîler) birbirine bağlanmazdı. Bu du­rum, tabiilerle görüşmüş olan Ebu Hanife ve Mâlik gibi müctehid İmamların asrında mevcut idi. Çünkü bu İmamlar, İlimlerini tabiî­lerden almış olan teba-i tabiînden idi, Gerçi birçok hallerde onlar, genç tabiîlerden İlim tahsil etmişlerse de, senedin Peygamber (S.A.) ´e ulaşmasını şart koşmuyorlardı. Bu itibarla onlar, tabiînin «Peygam­ber buyurdu» diyerek söylediklerini kabul ediyorlardı. Çünkü tabii­ne güveniyorlar ve şüpheye düşmüyorlardı. Tabiî de, sahabînin is­mini mecbur kalmadıkça zikretmiyordu. Aralarında karşılıklı itimad hâkim idi. Hattâ bu tabiîler, hadisi birkaç sahabîden rivayet ettikle­ri zaman sahâbî ismini zikretmediklerini açıkça söylüyorlardı. Bu cümleden olmak üzere bir tabiî olan Hasen el-Basrî´nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Bir hadîsi dört sahâbî rivayet etmişse o hadîsi ben mürsel ola­rak (sahabî ismini zikretmeksizin) rivayet ederim. Bir hadîsi bana falan rivayet etti, dersem onu sadece o zat söylemiştir. Peygamber şöyle buyurdu, dersem o hadîsi yetmiş veya daha fazla kişiden işit­mişim demektir.»

Bu hususta el-A´meş de şöyle rivayet etmiştir: «İbrahim´e, ba­na Abdullah´tan bir hadis rivayet ettiğin zaman onu sened olarak göster, dedim. O da dedi ki, Abdullah´tan herhangi bir hadisi bana falan rivayet etti dersem, onu rivayet eden o şahıstır. Abdullah şöy­le dedi dersem, onu bizzat bana Abdullah rivayet etmiştir.»

Bu sebeple Ebu Hanife, hadisi çok zaman mürsel olarak zikre­derdi. Mâlik, hadisi aldığı kimseye önem verir ve sened zikrini is­temezdi. Mâlik şöyle derdi: «Dört kişiden İlim alınmaz, diğerlerin­den alınır. Bunlar; 1 Sefih, 2 Bid´ate sevkeden nefsi arzulara uyan, 3 Uydurma hadis rivayet etmekle itham edilmese dahi ko­nuşurken yalan söyliyen, 4 Dindar olmakla beraber câhil olan kimselerdir.»

İmam Mâlik bu dört sınıftan olmayanlara itimat gösterir ve on­ların rivayetini kabul ederdi.

b) İlk müctehid İmamların çağından sonra insanlar arasında, ahde vefasızlıkları nispetinde yalancılık da artmıştır. Bu devirde ha­dis öğrenenler, öğrendikleri hadisi ne tabiîden, ne de teba-i tâbiinden almışlardır. Bundan, dolayı onlar, rivayetin doğruluğunu kabul etmek için hadisteki senedin Peygamber (S.A.) ´e kadar ulaşmasını şart koşmuşlardır. Meselâ; Ebu Hanife, ve Mâlik´ten sonra gelen İmam Şafiî, sahabiyi zikretmiyen râvînin hadisini veya senedler ara­sında herhangi bir kesiklik (inkita´) bulunan hadîsi asla kabul et­memiştir. Ancak, mürsel olarak hadis rivayet eden ravîde şu iki şart bulunursa, onun rivayet ettiği böyle bir hadisi kabul etmiştir :

1 Tabii, sahabînin ismini zikretmeksizin mürsel olarak bir ha­dis rivayet ederse, o tabiînin Saîd b. el-Müseyyib gibi birçok sahabîleri gören büyük tabiîlerden olması lâzımdır.

2 Böyle bir hadis rivayet eden tabiîyi, şu gibi destekleyici hu­susiyetler bulunmalıdır:

a) Hadîs´i başka bir yoldan Peygamber´e mânâ itibariyle isnat etmiş olmak,

b) Bu hadisi destekleyen İlim ehlinin kabul ettiği ve başka bir yolla rivayet edilen diğer bir mürsel hadis bulunmak,

c) Sahabî´lerin kabul etmesiyle bu mürsel hadis desteklenmiş olmak,

d) Bilginlerden bazılarının mürsel hadîsi kabul ederek ona gö­re fetva vermiş olmaları gerekir. Meselâ, «Vârise vasiyyet yoktur» hadisi böyle bir mürsel hadistir ve bunu pek çok fukahâ kabul et­miştir.

Bu saydığımız şartlar bulunmadığı takdirde mürsel hadisi Şa­fiî kabul etmez. O´na göre bu şartları ihtiva eden mürsel bir hadis, sened bakımından muttasıl (Peygambere ulaşan) hadisten daha aşağı bir derecededir. Eğer böyle bir hadis, musned (Peygambere sahabî vasıtasiyle dayanan) bir hadisle çatışırsa, bu şartları ihtiva etse dahi, Şafiî onu reddeder.

Şafiî´nin çağında mürsel hadîsin durumu bundan ibarettir. On­dan sonra gelen Ahmed b. Hanbel asrında ve büyük hadis mecmua­larının meydana geldiği asırlarda ise, mürsel hadîsin durumu daha dâ zayıflamıştır. Meselâ; Ahmed b. Hanbel, mürsel hadîsi zayıf ha­dislerden saymış, ancak muttasıl bir hadis bulunmadığı takdirde mürsel bir hadisle amel etmiştir. Hattâ Neveyî «Takrib» adlı eserin­de fakih, muhaddis ve usul bilginlerinin büyük çoğunluğu gibi dü­şündüğünü ve mürsel hadîsi, zayıf sayarak, reddetmesinin sebebini şöyle açıklamaktadır: «Çünkü bu hadîsi Peygamberden rivayet eden sahabî bilinmemektedir. Bilinmeyen bir şahıstan rivayet edi­len hadîsin reddedilmesi gerektiğine göre, sadece isim vermeyen râ­vînin rivayetinin de reddedilmesi daha doğru olur.»

Mürsel hadîsin Peygambere nispetindeki zincir (silsile) üzerin­de bu kadar durulması, İslâm bilginlerinin Sünnete ne kadar önem verdiğini; isnadları, sened teşkil eden râvilerin durumlarını tek tek iyice tetkik ederek, uydurma hadisleri nasıl ayıkladıklarını göster­mektedir. Hattâ bu devirde adalet, doğruluk, emanet, idrak ve öğ­rendiğini iyice muhafaza etme (zabt) gibi sıfatlarla meşhur olma­yan kimsenin rivayeti kabul edilmemiştir. Onların gösterdiği böyle­sine bir titizlik, gerçek hadislere Peygamber´in söylemediği bir şeyi sokmak istiyenlerin yolunu tıkamak için tam bir çare ve tedbir ol­muştur.

Müslüman ismi taşıyan veya müslüman olduklarını ilân ettik­leri halde İslâm´ı yıkmaktan başka bir şey istemeyen ve Peygamber´den uydurma hadis rivayet eden bir kısım kimselerin sapıklık­ları neticesi alınan bu tedbir, ilk basamak olmuştur. Bu sayede uy­durma hadisi sahih hadislerden ayırd etmek için İslâm bilginleri şâyân-ı hayret ölçüler koymuşlardır.

Re´y´e dayanarak fetva vermek, ikinci merhaleyi teşkil eder. Çünkü bu bir zaruret idi., Şehristânî «el-Milel ve´n-Nihal» adlı ese­rinde bu hususu şöyle anlatmıştır: «İbadet ve muamelât hususun­daki yeni olaylar sayılamıyacak kadar çoktur. Kesin olarak biliyo­ruz ki her olay hakkında bir" nass gelmemiştir. Böyle olması da dü­şünülemez. Nass´lar mahdut olup bunlar mahdut olmayan bütün olayları içine alamaz. O halde içtihadın, kıyasın, hattâ her yeni olay üzerinde yeni bir içtihadın zarureti kendiliğinden anlaşılmaktadır.»

Bu itibarla sahâbiler ve tabiîler devrinde re´y´in büyük bir öne­mi vardı. Tabiîler devrinde çeşitli fıkıh ekolleri kendini göstermiş ve her ekol, az - çok ve değişik metodlarla da olsa, re´y´e kıymet ver­miştir. Teba-i tabiîn asrında ortaya çıkan mezheblerin İmamları re´y ile daha çok ictihad´da bulunmuşlardır. Pek çok yeni olaylar karşı­sında bu, bir zaruretten doğmuştur. Re´y ile içtihadın çoğalmasına sebep olan ikinci âmil, birtakım yalancılar vasıtasıyla meydana ge­len uydurma rivayetleri ayıklamak zaruretidir. Medine´de de Irak´ta da re´yi görmekteyiz. Bu iki memleket, fıkhın geniş bir şekilde ge­lişme alanlarıdır. Bu memleketlerden başka yerlerde de fıkıh çalışmaları olmuş ise de, buralarda o iki şehre nisbetle fıkıh daha az ge­lişmiştir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Irak´ta re´y Medine´dekinden daha çok idi. Irak ve Medine fıkıhları arasındaki farkı şu dört noktada özetliyebiliriz:

1 Medîneliler Ebu Bekr, Ömer ve Osman (R.A.) ´ın hüküm ve fetvalarına, ayrıca Zeyd b. Sabit ve Aişe (R.A.)´ın fetvaları ile Ebu Hüreyre ve Ebu Saîd el-Hudrî gibi sahabilerin rivayetlerine sahipti. Iraklılar ise Abdullah b. Mes´ud´un hadis ve fetvalarına, Ali b. Ebî Talib ve EbuMûsâ el-Eş´arî´nin fetva ve hükümlerine, Kadı Şureyh gibi Irak´ta bulunan sahabi ve tabiîlerin hüküm ve fetvalarına ma­lik idi.

2 Medîneliler daha çok hadis kaynaklarına sahip olup, ha-dîs´e itimad da o zaman daha çoktu. Hadîs´e dayanan fıkhın sahip olduğu malzeme, sahabîlerin hükümlerinden meydana geliyor ve hadislere dayanan görüşler daha büyük bir kuvvet kazanıyordu.

3 Tabiîlerin fetvaları Medine´deki müctehidlerin yanında bü­yük bir mevki işgal ediyordu. Çoğu zaman bu fetvalara, doğrudan doğruya uyuluyordu.Gerçi bu fetvalara uymak mecburî olmayıp istihsan
(müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir delil veya bir husustan dolayı, bir meselede benzerlerine verdiği hükümden vazgeçip başka bir hüküm vermesidir.) tercih ediliyordu. Irak fıkhında tabiîlerin re´yleri böyle bir mevki işgal etmiyordu; ama Irak´ta da tabiîlerin re´ylerine çoğu zaman uyuluyordu. Ne var ki bu, sırf onların re´yleri oldu­ğu için değil, fıkıh ekollerince varılan fikir birliği ( ittifak) olmasın­dan dolayı idi.

4 Yukarıda işaret edildiği gibi, Irak´ta re´y, kıyasa dayanı­yordu. Hicaz´da ise re´y devlet işlerinde yaptığı ictihadlarda Hz. Ömer´e uyularak, maslahata (yaklaşık olarak kamu yararına da­yanıyordu.

M.Ebu Zehra 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Mayıs 2014 Pazartesi

331.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ 3- Tabiîn Devrinde İctihad

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Sahâbiler, birçok talebeler yetiştirmişler ve onlara, Kur´an´ın, «(îslâmda) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar...»
[Tevbe Sûresi, 100.] âyetine uyularak «Tabiin = Tabiîler» adı verilmiştir. Aslında bu isim, onlara Allah tarafından verilmiş olup büyük bir şereftir.

Tabiîler, sahâbilerin birçok rivayet ve fıkhi ictihad servetini ha­zır bulmuşlardı. Bu durum karşısında onların yapacağı iki iş vardı:

1 Bu iki serveti toplamak. Onlar, gerçekten Peygamber (S.A.)´in hadislerini, sahâbîlerin söz ve ictihadlarını topladılar. Bu, onlar için çok kolay oluyordu. Çünkü her tabiî, bir sahâbînin veya birkaç sahâbinin talebesi idi. Birçok talebesi olan sahâbîler de vardı. Her sahâbînin ilmini nakleden özel bir talebesi vardı. Bu tale­belerin ekserisi Arap asıllı olmayan müslümanların çocuklarıydı. Bu durumda, Peygamber´den İlim alma mevkiinde bulunan sahâbîlerin sözlerini onlar bir hüccet sayıyorlardı.

2 Hakkında sahâbîlerin re´y´i veya Kur´an ve Sünnetten her­hangi bir nass bulunmayan meselelerde ictihadlarda bulunmak. Ger­çekten onlar, naklettikleri hadis ve fetvaların ötesinde birçok ictihadlar yapmışlardır. Fakat sahâbîlerin çizmiş oldukları yoldan çık­mamışlardır. Şüphesiz ki hadisleri toplamak hususunda bazı güçlük­lerle karşılaşıyorlardı. Çünkü sahâbîler İslâm ülkelerine dağılmış olup bazısı Irak´ta, bazısı Şam´da ve bazısı da başka yerlerde bulun­makta idiler. Fakat, onlar için bu hadis toplama işini kolaylaştıran cihet, her tâbii´nin sadece karşılaştığı sahâbîden hadis rivayeti ile ye­tinmesi idi.

Emevîlerin ilk devirlerinde Medine´den ayrılan sahâbîlerin ço­ğu, sonra tekrar oraya döndü ve Medine önceki gibi yine İlim ve ir­fan merkezi haline geîdi. Sahâbîlerin ve ekseri tâbiî´lerin ilmi işte bu şehirden yayıldı. Gerçekte Emevîler devrinden önce Medine´den ayrılan sahâbîler, sayı bakımından orada kalanlara nispetle çok az idiler. Çünkü Hz. Ömer (R.A.), büyük sahâbîleri Medine´de oturmaya mecbur etmişti. Hz. Ömer (R.A.), onları evvelâ görüşlerinden fay­dalanmak için ve siyaset ve devlet işlerinin güzel gitmesi ile ilgili sebeplerle Medine´de alıkoymuştu. Fakat, Hz. Osman (R.Â) halife olunca Medine´den ayrılmak isteyen sahâbîlere izin vermiş ve onlardan bir kısmı dışarı gitmiştir. Bununla beraber bilgin ve bü­yük sahâbîlerin çoğu oradan gitmemiştir. Ancak Abdullah b. Mes´ud, Ebu Musa el-Eş´arî gibi bazı bilgin sahâbîler,  Hz. Ömer zamanın­da Medine´den ayrılmışlardı.

Çok talebe yetiştirmekle meşhur olan sahâbîlerden Irak´ta Ab­dullah b. Mes´ud; Medine´de Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit ve başkaları dikkati çekmektedir. Bu hususta İbn-i Kayyım el-Cevziyye şöyle söyler:

«Dîni ve fıkhı İlimler, îslâm ümmeti arasında İbni Mes´ud, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas´ın talebeleri vası­tasıyla yayılmıştır. Yani Medine´de Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Mes´ud´un talebeleri tarafından, bu İlimler yayılmıştır.» İbn-i -Kay­yım el-Cevziyye, İbn-i Cerir´den şöyle rivayet etmektedir: «Denile­bilir ki Abdullah b. Ömer ve Medine´de ondan sonra yaşayan sahâ­bîlerden bir grup, Zeyd b. Sabit´in mezhebine göre fetva verirler­di. Onlar Peygamberden işitip öğrenmedikleri şeyleri Zeyd b. Sabit´ten almışlardır.»

Tâbiiler´den bazıları, nass veya sahâbilerin fetvasını bulama­dıkları zaman kendi re´yleri ile içtihad ederek fetva verirlerdi. Ba­zıları da, dayanacak Kitab ve Sünnet´te herhangi bir nass bulama­dıkları zaman ictihad´da bulunmaktan çekinirlerdi. Bu iki türlü içti­had metodu sahâbîler devrinde mevcut idi. Fakat sahâbîlerin çoğu, Peygamber´den aldıkları sünnetleri iyi bildikleri için bu iki türlü ictihad tarzı arasındaki fark pek açık-seçik değildi.

Tabiiler devrinde bu iki ictihad metodu arasındaki fark ve me­safe iyice ortaya çıktı. Çünkü müslümanlar arasındaki ihtilâf­lar şiddetlenmiş ve müslümanlar birbiriyle sert tartışmalara gi­rişmişlerdi. Bu tartışmaların neticesinde birbirini küfür ve sapıklıkla itham edenler türemiş, hattâ kılıçlar çekilerek birbirini öldüren­ler dahi olmuştur. 


Dolayısiyle müslümanlar:

1 Haricîler,
2 Şiîler,
3 Ehl-i Sünnet vel-Cemaat

Olmak üzere belli başlı üç fırkaya ayrılmışlardır. Bu arada fit­neden uzak durarak, bir kenara çekilip müslümanların uğradığı fe­lâkete seyirci kalanlar da olmuştur.

Hariciler birbirine zıt görüşlere sahip fırkalara ayrılmışlar ve Ezrakîler^ecedât, Ibâzıye[1] gibi bir çok fırkalar doğurmuştur. Şiî­ler de çok farklı fırkalara ayrılmış, hattâ bazıları îslâmiyetten ta­mamen uzaklaşmışlardır. Şiîlik iddia eden bazıları da İslâm´a, sırf onu bozmak için girmişlerdir. Dolayısıyle onlar için İslâm´ın ayakta durması değil, temelinden yıkılması önemli idi. Tâ ki onlar, eski din­lerine ve iktidarlarına dönmüş ve hiç olmazsa devletlerini yıkan müslümanlardan öçlerini almış olsunlar; veya müslümanlar koyu bir karanlık içine gömülüp gönüllerindeki ilâhi nur sönmüş olsun.

Bunun bîr neticesi olarak, bazı insanlarda dinî duygu zayıfla­mış ve Peygamber (S.A.V.)´den asılsız hadis rivayetleri çoğalmıştır. Bu durumdan endişeye düşen İslâm büyükleri, bu uydurmaları çü­rütmek için gerçek hadisleri toplayarak kitap haline getirmişler ve gerekli tedbiri almışlardır. Bu yüzden Ömer b. Abdilaziz, gerçek ha­dislerin yazılmasını emretmiştir. Onun gerçek (sahih) hadislerin derlenerek yazılmasındaki ikinci bir maksadı da, şer´î hükümlerin doğru olarak tatbikini sağlamak idi.

Bu gibi sebeplerle yukarıda bahsettiğimiz iki ictihad metodu arasındaki mesafe ve görüş açısı büsbütün büyümüş, her iki züm­re de sahâbîlerin yolundan oldukça uzaklaşmışlardır. Bu itibarla ri­vayeti tercih edenler ona daha çok sarılıyorlar, kuvvetini arttırmış olan fitnelerden bu suretle korunacaklarını düşünüyorlar ve kur­tuluşu Sünnete sarılmakta buluyorlardı. Diğer bir grup, Peygam­ber (S.A.) ´den bir çok uydurma hadis rivayet edildiğini ve bunların rivayet sebeplerini gözönüne alarak, ciddî olaylar karşısında dîni hükümlerin ictihadla açıklanmasını zarurî görüyorlardı.

Dolayısiyle iki türlü fıkıh doğdu:

1 Re´y´e dayanan fıkıh,
2 Hadis´e dayanan fıkıh.

Buna göre İslâm hukukçularının bir kısmı re´y taraftarları, bir kısmı da hadis taraftarları olarak meşhur olmuşlardır.

Burada tekrar işaret etmek isteriz ki ihtilâfın esası, Sünnetin delil olarak alınması veya onun sabit olduğu takdirde kabul edil­mesinin lüzumu meselesi değildir. İhtilâfın esası, re´y´in derecesi ve yeni hükümleri re´y´in otoritesi altında halletmek meselesidir. Bu itibarla hadisçiler, mecbur kaldıkça re´y´e başvuruyorlar ve onunla içtihada müsaade ediyorlardı. Re´y taraftarları da ictihad ettikleri konularda sahih bir hadis bulamadıkları zaman re´y ile daha çok fet­va veriyorlardı. Bazıları da mevcut meselelerin hükümlerini ortaya koymakla yetinmiyor, mevcut olmayan bir kısım meseleleri varsa­yıp onların re´y ile hükümlerini açıklıyordu. Bu türlü fıkha «farazi» (takdirî) fıkıh adı verilir.

Bazı İlim adamları, ekseri hadis taraftarlarının Hicaz´da, ekseri re´y taraftarlarının da Irak´ta olduğunu yazarlar. Bunun esası şudur: Medineli fakihler, Iraklı fakihleri Sünnetten uzaklaşmak ve re´yleri ile fetva vermekle itham etmişler, Iraklılar da bu ithamı reddetmişlerdir. Hakikatte ise Irak´ta re´yin yanında hadis, Medi­ne´de de hadis´in yanında re´y bulunmaktadır.

Fakat bunlar, iki hususta birbirinden ayrılırlar:

1 Iraklılara göre re´y´in derecesi Hicazlılardan daha fazladır.

2 Re´y ile ictihad, Iraklılara göre daha çok kıyas metoduna
dayanır. Hicazlılara göre re´y maslahat (menfaat) metoduna daya­nır. Buna göre Irakta fıkhın fer´î meseleleri çoğalmıştır, kıyaslar ya­pılarak mevcut olmayan meseleler hakkında dahi fetvalar verilmiş­tir. Fıkhın bu çeşidi Medine´de bulunmamaktadır. Çünkü Medinelilerin ictihadlarına esas teşkil eden maslahat, mevcut olmayan konularda düşünülemez. Dolayısıyle Medine´de farazi (takdirî) fıkıh gelişmemiştir.

Iraklı fakihler arasında Şa´bî ve benzeri hadisçiler mevcut ol­duğu gibi Alkame, İbrahim Nahaî, Ebu Hanife´nin hocası Hammad gibi kıyasa dayanan fakihler de çoktur. Bunların İmamları sahâbîlerden Abdullah ibni Mes´ud ve ´Ali Ebî Talib gibi Irakta uzun za­man oturmuş olan büyük sahâbîlerdir.

Medine´de hem hadis´e bağlı olan, hem de re´y ile ictihad yapan tabiîlerin sayısı Iraktakilerden daha çoktur. Medine´de kendine has özellikleri bulunan bir fıkıh ekolü teşekkül ettiği gibi, Irak´ta da başka bir fıkıh ekolü kurulmuştur. Mekke´de ise, bu her iki ekole yakın diğer bir fıkıh ekolü meydana gelmiş, hattâ her İslâm mem­leketinde yeni bir fıkıh ekolü doğmuştur. Bu yüzden fıkıh genişle­miş ve fıkıh metodları çeşitli dallara ayrılmıştır.

Fıkıh ekollerinin ihtilâfları hakkında Veliyyullah Dehlevî şöyle söyler:

«Tabiilerin âlimlerinden herbirinin kendine göre bir mezhebi vardı. Her memlekette´ onlardan bir İmam bulunmaktaydı. Meselâ; Medine´de Said b. el Müseyyib, Salim b. Abdillah b. Ömer, bunlar­dan sonra Zührî, Kadı Yahya b. Said, Rabia b. Ebi Abdirrahman; Mekke´de Ata b. Ebi Rabah; Kûfe´de İbrahim Nahaî ve Şâbî; Basra´­da Hasan el-Basri; Yemen´de Tavus b. Keysan gibi.

«Birçok kimseler, bunların İlimlerine almış, onlardan hadis ve sahabîlerin fetva ve sözlerini nakletmişlerdir. Onlar bu bilginlerin görüş ve araştırmalarını öğrenmiş, birçok kimselere fetvalar ver­miş, aralarında pekçok meseleler konuşulmuş ve kendilerine bir hayli mesele arzedilmiştir. Said b. el-Müseyyib ve İbrahim Nahai gibi bazı bilgin tabiîler, fıkhı bölümlere ayırarak toplamışlardır. Onlar seleflerinden aldıkları her konuda bir metoda sahip idiler. Said b. el-Museyyib ve arkadaşları, Mekke ve Medinelileri fıkıh ba­kımından daha sağlam görüyorlardı. Bunların mezhebîerinin aslını, Abdullah b. Ömer, Aişe ve İbni Abbas. (R.A.)´m fetvaları ile Medine kadılarının hükümleri teşkil eder. Onlar bu fetva ve hükümleri im­kânları dahilinde derlemişler, sonra bunları inceden inceye gözden geçirmişlerdir. İbrahim Nahaî ve arkadaşları ise Abdullah b. Mes´-ud´u fıkıhta en kuvvetli sayarlardı. Nitekim Alkame : «Abdullah b. Mes´ud´tan fıkıhta daha kuvvetli kim vardır » demiştir. İmam Ev-zaî´ye, Ebu Hanîfe: «İbrahim Nahaî Salim b. Abdillah´tan daha bil­gindir. Eğer sahabi olmak şerefine sahip bulunmasaydı. Abdullah b. Ömer´den Alkame daha bilgindir, derdim. Abdullah (b. Mes´ud) ise, işte o Abdullah´tır» demiştir. Ebu Hanîfe´nin mezhebinin aslı, Abdul­lah b. Mes´ud´un fetvaları, Ali b. Ebî Talib´in fetva ve hükümleri, Ka­dı Şureyh gibi Küfe kadılarının verdikleri hükümlerdir. Ebu Hanife, onların fetva ve hükümlerini toplamış ve diğer hadis taraftarı Medineliler gibi, o da ictihadlarda bulunmuş ve fıkıh meselelerini bö­lümlere ayırmıştır. Said b. el-Müseyyib, Medine fakihlerinin başta gelenlerinden idi. Hz. Ömer´in hükümlerini ve Ebu Hureyre´nin ha­dislerini en iyi bilen o idi. Said b. el-Müseyyib ve İbrahim Nahai birşey söyleyip onu birine nispet etmezlerse, çoğu zaman onların bu sözü açıkça veya imâ yoluyla seleflerinden birine nispet edilmiş ola­rak kabul edilirdi. Dolayısiyle memleketlerinin fakihleri bu ikisinin etrafında toplandılar, onlardan İlim öğrenip onların yolundan gide­rek hükümler çıkardılar.»
[Veliyyullah Dehlevi Huccetullah el-Bâliga, c. I, s. 143]

Bu ifadeden şu iki husus ortaya çıkmaktadır -.

1 Iraklılar fetva ve yargı (kazâ)´larında Abdullah b. Ebî Talib ve Irak´ta oturmakta olan, diğer sahabîlere tâbi oluyorlardı. Medineli tabiîler ise, orada oturan bilgin sahabîlerin fıkıh görüşlerini nakletmeye önem veriyorlardı ve sahabîler Irak´tan daha çok Me­dine´de idiler.

2 Tabiîlerin bilginlerinden dikkati çeken iki fakih kendi memleketlerindeki fıkhı temsil etmişler ve memleketlerinin fıkhî malzemelerini nakletmişlerdir. Bunlardan birisi Medine´de Saîd b. el-Müseyyib´tir. O, Medine´deki sahabîlerin İlim ve ictihadlarını nakletmiştir. Diğeri ise İbrahim Nahaî olup Abdullah b. Mes´ud, Ali b. Ebî Talib gibi Irak´ta bulunan sahabilerin İlim ve fetvalarını nakletmiştir.[31]

İcma´ Ve Sahabî Sözünün Delil Oluşu:
Tabiilere göre sahabilerin söz ve amelleri bir delil (hüccet) idi. Çünkü tabiîler, sahabilerin öğrencileri olup onların yolundan gidi­yorlardı. Tabiîlerden sonra gelenlere göre de sadece sahabîlerin ameli hüccet olarak kabul edilmiştir. Ancak Şiiler´den îmamiye mezhebi, Hariciler ve Zahirî mezhebi´nde olanlar sahabîlerin ameli­ni hüccet olarak kabul etmezler. Sahabilerin ameli iki kısma ayrı­lır:
1 Bir tartışmadan sonra da olsa sahabîlerin ittifak halinde kabul ettikleri re´y icmâ´ olup bizzat hüccet teşkil eder. Fakihlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir. Yani Haricî ve Şiilerden başka bü­tün mezhebler, Zahiriler de dahil olmak üzere, sahabîlerin icma´ını hüccet saymışlardır.

2 Sahabîler bir hususta ittifak etmemişlerse tabiîlerden her biri, ekseriya bu konuda kendi hocasının görüşünü benimser, bazen da başka bir sahabînin görüşünü kabul ederdi.

Tabiîler, ittifak halinde olsun veya olmasın, sahabîlerin görü­şünü sünnet olarak kabul ederlerdi. Onlara göre sahabîlerin sözü mücerret bir re´y´den ibaret değil, uyulması gereken bir sünnettir; zahirde sahabilerin sözü mücerret bir hüküm çıkarma (istinbat) ´dan ibaret olsa bile.

Tabiilerden sonra gelen müctehid fakihlerin ekserisi de, sahabînin re´yini hüccet olarak kabul etmişlerdir. Çünkü sahabîler, İlim­lerini bizzat Peygamber (S.A.)´den almışlar ve bir kısım meseleleri, Peygamber´den sözle nakletmemişlerse de, amelî olarak nakletmişlerdir. Onların görüşleri Peygamberimizin rehberliğine dayanmakta­dır. Bunun içindir ki onlar Peygamber (S.A.)´in getirdiği dinî anla­makta daha kuvvetli ve ictihadları aklî olmaktan ziyade Peygamber (S.A.)´den görüp öğrendiklerine daha yakındır.

Ibni Kayyim el-Cevziyye, sahabînin rey´inin sağlamlığını açık­larken şöyle der:

«Sahabî bir söz söylediği, bir hüküm veya fetva verdiği zaman onda bizde bulunmayan anlayış imkânları vardı. Bazı hususlarda sahabînin sahip olduğu anlayış imkânlarına biz de sahibiz. Fakat, sahabînin anlayış özelliği, Peygamber (S.A.)´den veya başka bir sahabiden şifahen işitmiş olması ihtimalidir. Sahabîlerin kendilerine has bilgileri pek çoktur. Çünkü her sahabî, işittiği şeylerin hepsini rivayet etmemiştir. Ebu Bekr Sıddık ve Ömer el-Fârûk gibi büyük sahabilerin işittiklerine nispetle rivayet ettikleri çok azdır. Meselâ, Ebu Bekr´in Peygamber (S.A.)´den rivayet ettiği hadis sayısı yüz´e varmamaktadır. Halbuki O, Peygamber (S.A.)´den hiç ayrılmaz ve O´nun yaptığı herşeye vâkıftı. Hattâ peygamberliğinden önce başla­yıp vefatına kadar O´na arkadaşlık etmişti. Peygamber´i, O´nun sö­zünü, işini ve yaşayaşını en iyi tanıyan zat O idi. Diğer büyük sa­habîlerin de rivayetleri, Peygamber (S.A.V)den işitip gördüklerine nispetle pek azdır. Onlar işitip gördüklerini rivayet etselerdi, Ebu Hüreyre´nin rivayetinden kat kat fazla olurdu. Ebu Hüreyre dört seneye yakın bir zaman Peygamber (S.A.)´e arkadaşlık ettiği halde O´ndan pek çok hadis rivayet etmiştir. Sahabîlerin hal ve yaşayışla­rını bilmeyenler, herhangi bir vak´a hakkında sahabîler birşey bil­selerdi, rivayet ederlerdi, derler. Halbuki sahabiler Peygamber´den birşey rivayet ederken fazla veya noksan yaparız diye korkarlardı. Peygamber (S.A.)´den işittikleri şeyi defalarca konuştukları halde bunu Peygamber (S.A.)´den işittiklerini açıklamazlar ve «Peygam­ber (S.A.) şöyle buyurdu» demezlerdi.

«Sahabînin verdiği fetvâ şu altı şıkkın dışına çıkmaz:

«1 Sahabî, onu Peygamber (S.A.)´den işitmiş olabilir.

«2 Peygamber (S.A.)´den işitenden işitmiş olabilir.

«3 Kur'andan böyle anlamış olabilir.

«4 Sahabîler bu hususta ittifak etmiş oldukları halde onla­rın bu ittifakları değil de, sadece bu fetvayı veren sahabînin sözü bize nakledilmiş olabilir.

«5 Sahabîler, arapçayı ve kelimenin delâlet ettiği mânâyı bizden daha iyi bilmekle, yahut Allah´ın emri ile ilgili durum ve kari­nelerle veya Peygamber (S.A.)´e uzun zaman arkadaşlık etmek, O´­nun hal ve yaşayışlarını müşahade etmiş olmak, sözlerini işitmek ve bu sözlerin maksatlarını kavramak, vahy´in gelişine şahid olmak, bilfiil Peygamber (S.A.)´in bu vahy´i açıklamasını görmek gibi hu­susların yardımıyla birçok meseleleri bizden daha iyi anlamış ola­bilirler.

«6 Sahabî, Peygamber´den kendisinin rivayet etmediği birşeyden anladığı mânâya göre fetva vermiş, fakat bu anlayışında yanıl­mış olabilir. Bu takdirde sahabînin sözü hüccet olmaz...

«Bu altıncı şık bir faraziyeden ibaret olup vâki olması da uzak bir ihtimaldir... Bu itibarla sahabîlerin sözleri sünnet makamındadır.»
[Î lamul-Muvakkıin,]

Burada açıklamamız gerekir ki, sahabîlerin sözlerini birçokları sünnet veya Peygamber (S.A.)´in hadisi gibi kabul etmişlerdir. Dolayısıyla, onlara göre, sahabîler ibadete taalluk eden ve akılla izahı mümkün olmayan hususlarda bir fetva vermişlerse bu fetvalar ke­sin olarak Peygamber´in sünneti sayılır. Bu fetva ile Peygamber (S. A.)´den naklolunan hadisler arasında tercih yapılabilir. Zira hiçbir sahabî, Peygamber´den işitmedikçe re´y ile halledilmeyecek bir me­selede fetva vermez.

Öte yandan bilginler, Peygamber (S.A.)´in sözlerini ve O´na nis­pet edilen hüküm ve fetvaların kabul edilmesini, bunlara muhalif olan sözlerin reddini beyan etmişlerdir. Çünkü Peygamber´e nispet edilmesi ihtimalinden dolayı sahabînin sözünü kabul edip doğrudan doğruya Peygamber´den rivayet edilen sözü terketmek doğru olmaz. Ancak sahabîden rivayet edilen fetvanın, onun kendi re´yi ile ol­ması imkansızsa durum değişmektedir. Çünkü re´y ile halledilmesi mümkün olmayan ve tamamen nakle dayanarak halledilmesi gere­ken hususta sahabînin fetvası sünnettir.

İmam Mâlik, böyle bir fetvayı Peygamber (S.A.)´in hadîsi ola­rak kabul eder. Şu kadar ki O, Peygamber (S.A.)´e nispet edilen bir hadisle bu fetva arasında tercihte bulunur. Bu yönden İmam Mâlik özel bir ihramla Umre yapmayı Hac aylarında mekruh saymıştır. Burada O, Hz. Ömer´in re´yine uymuştur. Çünkü Hz. Ömer´in böyle Umre´yi yasakladığı rivayet edilmiştir. Sa´d b. Ebi Vakkas yoluyla Peygamber´den Umre ile Haccı birleştirmenin daha iyi olduğuna dair yapılan rivayet bu görüşe aykırıdır. Sa´d b. Ebî Vakkas, Peygamber (S.A.) böyle yaptığı için biz de böyle yapıyoruz demiştir. Fakat İmam Mâlik, Hz. Ömer´in sözünü tercih etmiş ve onu sünnet saymıştır. O bu hususta; Ömer, Peygamber´in sünnetini Sa´d´dan daha iyi bilir, demiştir.
[Şafiî, el-Uma, c. VII, s. 198. ]

îmam Mâlik, Ömer´in sözünü, her ne kadar açık bir ifade yoksa da, Peygamber´den bir nakil olarak kabul etmiştir. O, Sa´d b. Ebî Vakkas´ın Peygamber (S.A.)´den naklettiğini açıkça söylemesine rağmen, Hz. Ömer´in sözünü tercih etmiştir.


M. Ebu Zehra

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

[1] Erzakîler, Nâfi´ İbnu´l-Erzak´a; Necedât, Necdet İbni Amir´e ve Ibâzıye, Abdullah ibni tbâz´a tâbi olanlardır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Mayıs 2014 Pazar

***BU ORUÇLARI TUTALIM İNŞALLAH

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(12 Mayıs Pazartesi), 13 Mayıs Salı ve 14 Mayıs Çarşamba günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)

Hadiste geçen günler, Hicri Takvime göre Kameri ayların 13, 14 ve 15. günleridir. Sabah kılınan sünnet ise, sabah namazının sünnetidir.


Ayrıca Haram aylarda Perşembe, Cuma ve 
Cumartesi günleri oruç tutana iki yıllık ibadet sevabı
yazılır. [Taberani]


(Haram aylarda bir gün oruç tutup bir gün
yemek çok faziletlidir.) [Ebu Davud]


(Receb ayında Allahü teâlâya çok istiğfar edin; çünkü Allahü teâlânın, Receb ayının her vaktinde Cehennemden azat ettiği kulları vardır. Ayrıca Cennette öyle köşkler vardır ki, ancak Receb ayında oruç tutanlar girer.) [Deylemi]


(Cennette öyle köşkler vardır ki, onlara ancak Receb ayında oruç tutanlar girer.) [Deylemî]


(Allahü teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder.) [Gunye]


(Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Recebin hepsinde tutmuş gibi sevab verilir.) [Miftah-ül-cennet] (Başında demek, ayın ilk günleri demektir. Ortası, ortadaki günlere yakın olan günler, sonu da, ayın son günleri demektir.)


(Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır.) [Ebu Ya’la]

(Allahü teâlâ, Receb ayında hasenatı kat kat eder. Bu ayda bir gün oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem
kapıları kapanır. 8 gün tutana Cennetin 8
kapısı açılır. 10 gün tutana, Allahü teâlâ istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münâdi, "Geçmiş günahların affoldu" der. Allahü teâlâ, Nuh aleyhisselamı Recebde
gemiye bindirdi. O da, Receb ayını oruçlu geçirip oradakilere oruç tutmalarını emretti.) [Taberanî]


(Receb’de, takva üzere bir gün oruç tutana, oruç tutulan günler dile gelip, “Yâ Rabbi, onu mağfiret et” derler.) [Ebu Muhammed]


Bu durumda bu hafta Pazartesi,Salı,Çarşamba,Perşembe,Cuma ve Cumartesi günlerini oruçlu geçirmekle bu sevaplara kavuşmayı umut edebiliriz.

Allah kabul etsin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

9 Mayıs 2014 Cuma

330.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ 2-Sahabîler Devrinde İctihad

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

2- Sahabîler Devrinde İctihad

Peygamber (S.Â.), irtihal etmeden önce peygamberlik görevini en üstün şekilde yerine getirdi ve Rabbinin emirlerini hakkı ile teb­liğ etti. Bu hususta Allah şöyle buyurur: «Bugün sizin dininizi ke­male erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak si­ze İslâm ı seçtim.»[
Maide Sûresi, 30.]

Bizans´ın Suriye valisinin, tebaasından müslüman olanları öldürmesi dolayısıyla Peygamber (S.A.), îslâm ordularını Şam üzerine yolluyordu. Çünkü yeni dine mensup olanları korumak ve onları müslüman oldukları için işkenceye uğratmamak zaruri idi.

Peygamber (S.A.) Iran İmparatoru (Kisra)´na İslâmiyeti tebliğ etmek üzere elçi gönderdiği zaman Kisrâ buna, Peygamber (S.A.)´i öldürecek birini yola çıkarmakla cevap verdi. Fakat Allah onu, ni­yetini gerçekleştirmeden helak etti. Böyle bir durumda tecavüzü ay­nı şekilde karşılamak gerekiyordu. Peygamber (S.A.)´in, insanları hakka çağırmasına engel olacak şeylere karşı koyması ve hakkı du­yurmasını önleyecek her engeli yok etmesi gerekiyordu.

Bunun içindir ki, Peygamber (S.A.)´in irtihalinden sonra, müslümanlar, îran ve Bizans ülkelerine akınlara başladılar. Bu ülkele­ri fethedip halkını hakka ve doğru yola çıkardılar. Müslümanları hiçbir hükümdar ve kuvvet köleleştirmedi. Bu ülkelerin imparator­ları, müslümanlığın yurtlarına girmemesi için direndiler. Müslüman­lık, tebaalarına ulaşmasın diye surlar yaptırdılar. Fakat, İslâmın çağrısı yayılacaktı. Bu çağrı bütün milletlere ulaşacaktı. Ona engel olan surların yıkılması gerekiyordu. Bu ise zaruri bir savaşa yol açı­yordu.

Burada dini bir zorlama (ikrah) için savaş yapıldığı sanılmamalıdır. Çünkü bu imparatorlar, insanları İslâm dâvetine karşı´engelli­yorlardı. Bilhassa İslâm çağrısı; onların halkı kendilerine taptırma­ları, hak olsun bâtıl olsun, halkın kendilerine uymalarını istemeleri ile bağdaşmıyordu. Çünkü yeni din, «Hâlıkâ isyanda mahlûka itaat "edilmez» diyordu.

Bu din, insanları eşitliğe çağırıyor ve onların hepsinin Âdem´den olduğunu, Âdem´in ise topraktan yaratıldığını ifade ediyordu. O hal­de İslâm´ın savaşı, dini bir zorlama için değildi. O, ruhları, zâlim kralların köleliğinden, akılları bu kralları kutsallaştıran sapık dü­şüncelerden kurtarmak için yapılıyordu. Veya diyebiliriz ki, bu sa­vaş, din hürriyetini korumak içindi; bu hürriyeti yok etmek için de­ğildi. Bu savaşın dini bir zorlama için yapılmadığının delili, İslâm devleti, gölgesinde birçok gayri müslimlerin haklarına tam olarak riayet ediyor, din hürriyetlerine katiyen dokunmuyordu. Hattâ din bilginleri (fakihler) «gayri müslimleri dinleri ile başbaşa bırakmak­la emrolunduk» prensibini kabul etmişlerdi.Bu, gayri müslimlere yapılan iyi muamelenin tam bir ifadesidir.´Gayri müslimlere, müslümanlar «zimmi» adını veriyorlardı. Çünkü onlar, Allah´ın elçisinin zimmetinde idiler-, çünkü Peygamber (S.A.), onlara kötülük edilme­sini yasaklayarak şöyle buyurmuştu : «Bir zimmiye kötülük edenin kıyamet günü hasmı benim.»

İslâm fetihlerinin ötesinde arap olmayan milletlerin, arapların safında yer aldığı bir gerçektir. Onlar isteyerek zorlanmadan İslâmiyeti kabul etmişlerdir. Çünkü Allah: «Dinde ikrah yoktur»[
 Bakara Sûresi, 356.] ve «Sen îman etsinler diye insanları zorlayıp duracak mısın»[Yunus Sûresi, 99. ] buyur­maktadır. Veya onlar müslümanlarla aralarında zimmet akdetmiş­ler, müslümanlar onların, onlar müslümanların haklarına karşılıklı olarak riayet göstermişlerdir. Sahabîler asrında îran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika fethedilmiş, müslümanların idaresine, çok eski me­deniyetlere mensup mîlletler girmişti, İslâm medeniyeti, çeşitli mil­letlerin medeni mirasları ile karışmaya başlamıştı. Dolayısiyle top­lum hayatında Peygamber (S.A.) devrinde olmayan hâdiselerle kar­şılaşılmış, hayat çeşitli dallara ayrılmıştı. Bu durum karşısında İs­lâm bilginlerinin yararlı ve uygun olan hususları inceleme, araştır­ma, düşünme ve ictihad´da bulunma cihetine yönelmeleri bir zaru­retti.

Bu itibarla büyük sahabîlerin ictihad´da bulunması, Peygamber (S.A.)´in söz ve hareketleriyle yeni mese­leleri halletmesi gerekiyordu. Onlar, yeni meseleler karşısında ictihadlarda bulundular ve Allah´ın hükmünü açıkladılar. Çünkü Al­lah´ın dini bütün asırlara şâmildi. Allah, Kur´an´da; «İnsan başıboş bırakıldığını mı sanıyor »[
Kıyame Sûresi, 36.] buyurduğundan insan, hayatta başıboş ve istediği herşeyi, bir hükme bağlamaksızın yapma durumunda de­ğildir.

Sahabîlerin bilginleri ictihad hususunda bir metod ortaya koy­dular; onlar, yeni bir hâdise karşısında ihtilâfa düşerlerse Kur´an´a başvuruyorlar, bu meseleyi açıklayan bir âyet bulurlarsa onun üze­rinde birleşiyorlardı.
Buna şöyle bir misal verebiliriz: Irak ve İran toprakları fethe­dilince sahabîler, bu arazinin fethe iştirak eden askerlere dağıtımın­da ihtilâfa düştüler; Hz. Ömer, devletin reisi ve mü´minlerin emîri olarak araziyi askerlere taksimden kaçındı. Çünkü O, görüyordu ki bu arazi, Allah´ın, «Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz şeyle­rin beştebiri Allah´ın, Peygamberin, O´nun yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolda kalanların hakkıdır.»[
Enfal Sûresi, 41.] âyetinin içine girmi­yordu. Bu âyette kasdedilen ganimet menkul malları ifade ediyor­du, toprak ise gayri menkul olduğu için fethedilir, fakat ganimet ol­mazdı. Öte yandan ülke ve sınırların korunması için gelire ihtiyaç vardı. Bu da, arazinin fethedenlere dağıtımıyla olmaz, arazi sahip­leri gayri müslimlerden «cizye» almakla sağlanabilirdi. Fakat savaşçılar, Hz. Ömer´e uymadılar ve münakaşa üç gün sürdü. Üçüncü gün Hz. Ömer, Kur´an´da gördüğü şu âyeti onlara okudu: «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey´ (ga­nimet) Allah´a, Peygamberine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksul­lara ve yolda kalanlara aittir. Bu da o malın, sizin içinizdeki zenginlerin arasında dolaşan bir mal (sermaye) olmaması içindir... Allah´ın azabı şiddetlidir.»[Haşr Sûresi, 7.]

Hz. Ömer, bu Kur´an nassını okuyunca hepsi O´nun emrine uy­mak zorunda kaldı.

Sahabîler, Kur´an´da bir nass bulamayınca Sünnete başvuruyor­lar ve ondan gereken hükmü alıyorlardı. Emirü´l-müminin meseleyi arkadaşlarına açıyor; bu hususta herhangi bir hadis bilen onu serdediyor ve meseleyi böylece hallediyorlardı.

Meselâ; Bir gün bir anneanne (nine), Hz. Ebu Bekr´e geldi ve ölmüş olan kızının oğlundan miras istedi. Ebu Bekr(R.A,) de Kur´-an´da bu hususla ilgili bir âyet bilmediğini söyledi. Sonra sahâbilere dönerek, Peygamber (S.A.)´in, böyle bir meselede verdiği hükmü içinizden bilen var mı dedi. Mugîre b, Şu´be, Peygamber (S.A.) . Efendimizin nineye altıdabir hisse tanıdığını hatırlıyorum, dedi. Hz. Ebu Bekr, bu durumu başka bilen var mı diye sordu. Başka bir sahabinin buna tanıklık etmesi üzerine bu nineye altıdabir (1/6) mi­ras hakkı tanıdı. Daha sonra Hz. Ömer (R.A.) devrinde babaanne ´ gelip hissesini istedi. Ömer de, «Kur´an´da sana ayrı bir hisse tanın­dığını bilmiyorum, bu  (1/6) hisse ikinizindir.» dedi.

Sahabîler, Kitab´ta ve Sünnette bir nass bulamadıkları zaman ictihad yapıyorlardı. Bu, Peygamber (S.A.)´in kabul ettiği bir metod idi. Muaz b. Cebeli Yemen´e hâkim olarak gönderirken Peygamber (S.A.) O´na «Ne ile hükmedeceksin,» diye sordu. O, «Allah´ın kitabı ile» dedi. Peygamber «Ya Kitab´ta bulamazsan » dedi. O da, Pey­gamber´in sünneti ile» dedi. «Onda da bulamazsan » dedi. Muaz, «Re´yimle ictihad yaparım» dedi. Peygamber (S.Â.) bunun üzerine; «Allah´a hamd olsun ki, Peygamberinin elçisini O´nun razı olduğu şekilde muvaffak kıldı» buyurdu.

Usûl-i fıkıh bilginlerinin çoğu, re´yi kıyas olarak kabul eder. Kı­yas da, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, illetleri aynı olan ve hakkında nass bulunan başka bir meseleye göre halletmektir.

Başka bir deyimle, kıyas, hakkında nass bulunmayan mesele üze­rinde, hüküm bakımından illetleri ortak olan ve hakkında nass bu­lunan meselenin hükmünün sabit olmasıdır. Bu tarif, re´yin, bu türlü ictihad´tan ibaret olduğunu gösterir.

Bu türlü ictihad, müctehidin, hakkında nass bulunmayan konu­da illet bakımından ortak olan ve nassa dayanan meseleyi tam ola­rak kavramasını gerektirir. Meselâ; sarhoş eden herşeyi şaraba kı­yas etmek gibi. Şarabın haram edilişinin illeti sarhoş etmesidir. O halde bu illet, diğer sarhoş eden şeylerde de bulunduğundan onların da haram olduğu sabit olur. Gerçekte sahabîlerce kabul edilen re´y, hem kıyası, hem de hakkında nass bulunmayan bir konuda masla­hata göre içtihadı içine almaktadır. Sahabîler asrında re´yin bu iki şekli de görülmekte idi. İbn-i Kayyım el-Cevziyye, sahabîlerin içti­hadını şöyle tarif eder: «Sahabîlerin içtihadı, illetleri ayrı ayrı olan hususlarda doğru olması gereken ciheti anlamak için iyice düşün­dükten sonra akıllarına uygun gelen hükmü çıkarmalarıdır.» Bu ta­rif eksiktir, çünkü; illetler aynı olmazsa kıyas yapan hukukçu neyi neye kıyas edecektir. Gerçekte re´y ile ictihad, iyice düşündükten sonra bir meseleyi Kitab ve Sünnete en yakın olan bir şekilde hal­letmektir. Bu, hakkında belli bir nass bulunan meseleye göre yapı­lırsa kıyas olur, şeriatın genel amaçları göz önüne alınarak yapılır­sa maslahata göre yapılmış ictihad olur.

Kıyas metoduna göre´ re´y ile ictihad yapmakla meşhur olan sahabîler arasında Abdullah b. Mes´ud vardır. Ali b. Ebi Talib ise, bazan maslahata göre ictihad yapardı. Dolayısiyle Tabiin´den Küfeli hukukçular ve bunların izinden giden müctehid İmamlar, onların ictihad metodunu almışlardır.

Maslahata göre ictihad´da bulunan sahabilerin başında Ömer b. Hattab gelir. Daha başka birçok sahabîler, maslahatı gözeterek, Hz. Ömer gibi fetva vermişlerdir. Meselâ; bir kişiyi öldüren bir g­rubu öldürmek kıyasa, sanatkâra yaptığı şeyi heder ederse ödetmek maslahata uyularak kabul edilmiştir. Hz. Ali de bu ödetme (tazmin) işinde, «insanları ancak bu ıslah eder« demiştir.

Ömer (R.A), devlet işlerini idarede, hakkında nass bulunmayan meselelerde maslahata göre ictihad yaptığı halde, kaza (yargılama)´-da, hakkında Kur´an ve Sünnet´den bir nass bulunmayan meseleler­de kıyas cihetine gidilmesini emrederdi. O, Ebu Musa el-Eş´ari´ye gönderdiği mektubun sonunda şöyle diyordu : «Kur´an ve Sünnette bulunmayan ve tereddüde düştüğün meseleleri çok iyi anlamaya ça­lış, birbirine benzeyen hususları iyice kavra ve buna göre meseleleri birbirine kıyas et.» Bu ifade açıkça göstermektedir ki hâkim, şer´î bir nass bulamazsa hâdiseyi, hakkında nass bulunan benzeri bir hâ­diseye kıyas edecek ve buna göre hüküm verecektir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Niçin Ömer (R.A.), hakkında nass bulunmayan ve devletin idaresi ile ilgili olan konularda maslahata göre içtihadı benimsiyor da, kaza hususunda kıyas´a başvurulmasını bilhassa emrediyor?

Bunun cevabı şöyle olabilir: Devlet işlerinin yönetimi maslaha­ta, bozukluğa meydan vermemeye, şeriatın emirlerine itaat etme esasına dayanır. Öte yandan iyi yönetici ile iyi olmayan yönetici ara­sında fark vardır. Birincisi bozukluğa (fesada) meydan vermez, mas­lahatı korur; ikincisi bunun aksini yapar. Bu itibarla kötü yönetici hakkında Allah şöyle buyurur : «İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kalbinde olana Allah´ı şahit kılar. Halbuki o düşmanların en yamanıdır. O yeryüzünde iş­başına geçti mi orada fesat çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden ku­rutmaya koşar. Allah ise fesadı sevmez. Ona, Allah´tan kork, denil­diği zaman gururu kendisini günâh işlemeye götürür. İşte Öylesine cehennem yeter. O, hakikaten ne kötü yerdir.»[
Bakara Sûresi, 204-206.]

Kaza işinde esas olan, hasımlar arasında adaleti gerçekleştirmek, zalim ve haksızdan mazlumun hakkını almaktır. Bunun için de sabit bir ölçüye bağlanmak gerekir. Bütün dünyada kaza için kanunlar ve belli ölçüler tespit edilir. Elbette İslâmda da Kitab ve Sünnet´e bu konuda sımsıkı sarılmak gerekir. Kitab ve Sünnet´te açık bir hüküm bulunmazsa, hakkında nass bulunan meselenin illetlerini taşıyan meseleleri iyice anlamak ve onu birincisine kıyas etmek suretiyle bir hükme bağlamak lâzımdır. Nitekim bu yol, her zaman benimsen­mekte ve böylece kaza işi, başı boşluktan kurtulmaktadır. Ömer (R.A.) de bundan dolayı yukarda adı geçen mektubuna «Kaza, uyul­ması gereken bir Sünnettir» sözüyle başlamıştır. Dolayısiyle kaza işinde nass´lara bağlanmak, nass´ları iyice anlamak suretiyle kıyasta bulunmak zaruridir. Hâkimin içtihadının da kıyasa münhasır olma­sı lâzımdır.

Sahabîlerin hepsi, re´y´e başvurmakta eşit olmamakla beraber, Kur´an ve Hadis´te nass bulamayınca ictihad etmek zorunda kalmış­lardır. Meselâ; Ömer (R.A.), devlet başkanı olarak birçok hâdise­leri halletmek için re´y´den kaçınmamıştır. Çünkü devlet işi yürüye­cek ve meydana gelen yeni olaylar zamanında halledilecektir.

Sahâbîlerden bazıları hadis rivayet etmekten çekinmişler, fakat görüşlerini ortaya atmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü anlayışları doğru olursa dînî bir hususu açıklamış olurlar; yanılmışlarsa hatâ kendilerine ait olup dinin özüne dokunmamış olurlar. Hadis rivaye­tinden çekinmelerinin bir sebebi de, Peygamber (S.A.)´e söylemedi­ği bir şeyi isnad etmek korkusudur. Çünkü bu konuda Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Kim kasden bana yalan bir söz isnad ederse ateşte yerini hazırlasın».

Ebu Amr eş-Şeybânî der ki: «İbni Mes´udun yanında bir sene kaldım. Hadis rivayet ederken «Peygamber buyurdu» demezdi; eğer bu ifadeyi kullanırsa O´nu bir titreme alırdı ve «Peygamber (S.A.V.) böyle veya bu mealde buyurdu, derdi.» Gerçekten sahâbîler iki güç­lük arasında idiler. Çünkü onlar, dîni bozmaktan korkuyorlardı. Bu güçlükten birisi Peygamber (S.A) ´den çok hadis rivayet edersek Peygamber (S.A)´e yalan isnat etmiş oluruz diye korkmaları, ikin­cisi de kendi" re´yleriyle fetva verirlerse haramı helâl, helâli haram yapmak gibi şahsi hatâlara düşme endişeleri idi.

Sahâbîlerden bazıları, eğer iki ve daha fazla kimsenin açıkça bildiği gibi hadis bulunmazsa, sözü kendilerine nispet etmeyi ter­cih ediyorlardı. Hattâ Ebu Bekr (R.A.), ancak iki kişinin rivayet et­tiği hadis´i kabul ediyordu. Ali b. Ebî Talib (R.A.), hadisi rivayet ede­ne yemin ettirdikten sonra kabul ediyordu.

Bu itibarla sahâbilerin bir kısmı kendi re´yleri ile fetva veriyor­lardı veya sözü kendilerine nispet ediyorlardı. Abdullah b. Mes´ud, bir fetvasında şöyle diyordu: «Bunu kendi re´yime göre söylüyorum; eğer doğru ise Allah´tandır, yanlış ise benim hatâmdır ve şeytandan­dır. Allah ve Resulü bundan beridir.» Ömer b. Hattap bir meseleye dair fetva vermiş ve bu fetvanın sonuna kâtibi şöyle yazmıştı: «Al­lah´ın ve Ömer R.A.)´in görüşü işte budur.» Bunun üzerine Ömer, «Çok fena demişsin, bu Ömer´in re´yidir; doğru ise Allah´tan, yanlış ise Ömer´dendir» dedi.

Sahâbîlerin re´ylerini, sırf aklî görüşler olarak kabul edeme­yiz. Onların görüşlerini Peygamber (S.A.)´in Fıkh´ından alınmış ola­rak kabul etmemiz gerekir. Çünkü, re´yle fetva vermekle meşhur olanlar, Peygamber (S.A.)´le uzun zaman arkadaşlık eden kimse­lerdir. İşte Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Abdullah b. Mes´ud, Zeyd b. Sabit ve diğer sahâbîlerin fukahası bunlar arasındadır.

Düşünülebilir ki, bu sahâbîlerin rivayetleri Peygamber (S.A.) ile arkadaşlık ettikleri uzun zamanla mütenasip değildir. Dolayısıyle onların görüşlerinin çoğu Peygamber´den nakledilen hususlardır. Fa­kat onlar, Peygamber (S.A.) ´in sözünü veya fikrini naklederken de­ğiştiririz diye korktuklarından bunları O´na nisbet etmemişlerdir. Bu hususu, Tabiin´in ictihadlarından bahsederken açıklıyacağız. Bu­rada, şunu söyleyebiliriz ki, sahâbîlerin görüşlerinin hepsi re´yden ibaret değildir. Bilâkis bu görüşler içerisinde yukarıda belirttiğimiz endişe ile Peygamber (S.A.)´e nisbet edilmeyen ve Peygamber´e ait olan fikirler de vardır.

Burada iki hatâyı düzeltmek mecburiyetindeyiz:

1 Bazı insanlar, sahâbîlerin sahih olan bir hadisi terk edip kendi re´ylerine göre fetva verdiklerini zannetmektedirler. Meselâ; bunlar, Hz. Ömer´e böyle bir şey isnad etmektedirler. Hattâ onların iddialarına göre Ömer (R.A.), kendi re´yine dayanarak veya masla­hatı tercih ederek Kur´an nass´larını dahi terkediyordu. Bu, ger­çekleri araştırmamış olanların düştüğü bir yanlışlıktır. Çünkü hiçbir sahâbî, kendi görüşüne uyarak veya maslahatı tercih ederek, herhan­gi bir nassı terketmemiştir. Sahâbilerin maslahata göre vermiş ol­duğu fetvalar, asla nassa aykırı olmamıştır. Bilâkis bu fetvalar, nass´ların tatbikatından ve şeriatın gayesini doğru olarak idrakten ibarettir. Bunlarda hiçbir nassa aykırılık yoktur. Bu hususta ileri sü­rülen misalleri incelerken bunların, dinin esasına muhalif olmadığı­nı, bilâkis nass´lara dayandığını görürüz. Irak halkının arazisi hak­kındaki meseleyi yukarıda zikretmiştik. îşte bu mesele, Ömer (R.A.) ´in maslahatı gözeterek nassa muhalefet ettiği ileri sürülen konulardan biridir. Yukarıda gördük ki Ömer ra, «Biliniz ki ganimet olarak aldığı­nız şeyin beştebiri Allah´ındır...»[
Enfal Sûresi, 41.] âyetini doğru olarak anlamış, bu nassın menkul ganimetler hakkında varit olduğunu ve fetholunan araziyi içine almadığını, Kur´an´ın «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey, (ganimet)...»[ Haşr Sûresi, 7. âyeti ile isbat etmiştir.

2 Bazı hukukçular şöyle diyorlar: Hadis´e sarılanlar, hadis ve geleneklere dayanarak fetva veriyorlar; re´y taraftarları daha ciddî kafa yoruyor ve geleneklere pek önem vermiyorlardı.

Bu görüş, ilmi araştırmadan çok uzaktır. Çünkü, hadîs´e bağlı olanlar da, re´y taraftarları da dîne ve nasslara sarılmaktadırlar. Şu kadar ki, birinci grup, hakkında nass olmayan meselelerde kendi görüşlerine göre fetva vermekten ve onu Allah ve Peygamber´ine nîsbet etmekten çekinmişlerdir. Bu grup devlet işlerinde ve halledil­mesi zarurî olan meselelerde derinlemesine bilgisi olmayan kimse­lerdir. Nass bulamayınca bunlar susmaktadırlar. Bunların fetvadan çekinmesi ve re´y ile fikir beyan etmemeleri din için herhangi bir za­rar doğurmaz.

îkinci gurup ise, hüküm çıkarmak hususunda çok uğraşmış ve tecrübeli kimselerdir. Bunların re´y ile ictihad´da bulunmaları ve meseleleri halletmeleri kaçınılmaz bir şeydir. Meselâ, halife için in­sanları islâh etmekle ilgili bir hususu, nass bulamadım diye ihmal etmek akıl işi değildir. Eğer halife böyle bir ihmale yer verirse işle­rin seyri durur; bu da fesad´a sürükler. Hükümdarlığın esası fesâd değil, İslahtır. Bu da, nass´lara dayanarak yapılır. Nass bulunmazsa, nass´ların ruhundan anlaşılan şeriatın genel amaçlarına yönelmek­le olur.

Hükümet işleriyle uğraşmayan re´y taraftarları da, sadece nakle yöneldikleri zaman, Peygamber (S.A.V.)´e yalan isnad etmekten kor­kuyorlardı; dolayısiyle Peygamber (S.A.V.)´in Sünnetinden dışarı çıkmaksızın ve Peygamber´e de nisbet etmeksizin fetva veriyorlardı. Böy­lece verdikleri fetva, isabetsiz olursa kendilerine ait, doğru olursa ´Allah´ın yardımı ile verilmiş olacaktı.

Burada belirtmeliyiz ki, re´yleri ile ictihad yapan sahâbiler, re´ylerinin bir yol haline gelmesini ve re´y olarak uygulanmasını istiyor­lardı; fakat bunun din gibi kabul edilmesini asla istemiyorlardı. Hz. Ömer (R.A.), bu durumu açıkça şu sözü ile belirtmiştir.

«Ey insanlar, doğru görüş Allah´ın elçisinin re´yidir. Çünkü Al­lah O´na gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise zan´dan ve tek­liften ibarettir.» Ve şöyle ilâve ediyordu «Sünnet (asıl yol), Allah´ın ve Resulünün koyduğu yoldur. Yanlış bir re´yi ümmet için Sünnet haline getirmeyin.»

Re´y ile ictihad eden sahâbîler, re´ylerine galip bir zan gözüyle bakıyorlardı. O, yanlış veya doğru olabilirdi. Sahâbîlere göre ona biz­zat uymak gerekmiyordu. Fakat ekseri fakihler, sahâbilerin re´ylerini takdir edip ona muhalefet etmediler. Bazıları ise ona muhale­fet ettiler. Bazıları da, sahâbîlerin bütün sözlerini nass olarak kabul ettiler.

Sahâbîler Devrinde Fıkh´ın Kaynakları


Yukarıdaki izahtan anlaşılmıştır ki sahâbîlere göre fıkh´ın kay­nağı şu üç esastan ibarettir:

1 Kitab,
2 Sünnet,
3 Re´y (kıyas).

Bu devirde Sünnet, kitap halinde yazılmamış idi. Gerçi bazı genç sahâbîler; Abdullah b. Amr b. Âs gibi, Peygamber (S.A.) za­manında bir kısım hadisleri yazmışlardı. Çünkü Peygamber (S.A.V) son zamanlara doğru hadisle âyetin birbirine karışma tehlikesi or­tadan kalktığı için hadislerin yazılmasına izin vermişti.
Abdullah b. Amr ve diğerlerinin yazdığı hadisler, özel notlar hâlinde idi ve halka bir kitap şeklinde intikal etmemiştir.Hz. Ömer (R.A.), hadislerin yazılmasına müsamaha göstermiyordu. Ayrıca ya­zılan hadis mecmuaları, kitap derecesine ulaşmamış risalelerden iba­retti. Bu yüzden hadis rivayeti sahâbîlerin hafıza ve zihinlerine da­yanıyordu. Onlar rivayet ettikleri hadislerin doğru olmasına çok dikkat ediyorlardı. Hadis rivayet eden sahâbîlerin hepsi de doğru kimselerdi. Fakat, Ebu Bekr ve Ömer´in bir hadisi kabul etmek için tuttukları yola göre, ancak iki kişinin Peygamber´den o hadisi işit­miş olmaları lâzımdı. Yukarıda da geçtiği gibi Hz. Ali (R.A.), hadisin doğruluğuna kalben kanaat getirmek için, hadisi rivayet edene ye­min ettirirdi.

Sahâbîlerin Îctihad Metodlârı

Sahâbilerin ictihad metodları değişikti. Bazı sahâbiler, yukarıda da değindiğimiz gibi, sadece Kitab ve Sünnetin sınırları içinde icti­had yapıyorlardı. Bazıları ise nass bulamayınca re´y ile ictihad´da bu­lunuyorlardı. Tabiîdir ki re´y ile ictihad çeşitli idi; bazıları Abdullah b. Mes´ud gibi kıyasla ictihad ediyordu; bazıları da nass bulunmayan yerlerde maslahata göre ictihad yapıyordu.

Bunlar, sahâbîlerin düşünüş metodlarına göredir. Fetva konula­rı bakımından ise, sahâbîlerin görüşleri bazan ferdî oluyordu. Çün­kü herhangi bir kimse, sahâbilerden birine cüz´î bir olayın hükmü­nü sorduğundan buna verilecek fetva da cüz´i veya ferdî oluyordu; buna başka sahâbiler katılmıyordu.

Bazan ictihad, şahsî olmayan, hatta umumu ilgilendiren bir ko­nuya ait oluyordu. Bu gibi ictihadlar; genel kaideler koymak demek olduğundan, umumî bir toplantıda veya sahabîlerin fakihlerinden meydana gelen bir topluluk içinde müzakere edilerek yapılıyordu. Meselâ; Hulefâ-i Râşidîn, devlet nizamını ilgilendiren önemli bir me­sele, karşısında kaldıkları zaman sahâbîleri topluyorlar, onlarla isti­şarede bulunarak, cemaatin de kabul ettiği bir neticeye ulaşıyorlardı. Hz. Ömer (R.A.) ´in iki türlü istişare meclisi vardı:

1 Özel Şûra;
bu, sahâbîlerden ileri gelenlerin katıldığı bir toplantı idi. Devlet işlerinde Ömer, bunlarla istişare eder, büyük ve kü­çük meselelerde onların görüşlerini dinlerdi.

2 Genel Şûra;
bu, bütün Medinelilerin katıldığı bir toplantı idi. Önemli devlet işlerinde veya ümmetin geleceği ile ilgili bir temel prensibin kabul edilmesinde bu meclis karar verirdi.

Önemli bir iş ortaya çıkınca Hz. Ömer, Medinelileri Peygamber (S.A.)´in camiinde topluyordu; burası dar gelirse onları Medine´nin dışında bir yerde topluyor ve meseleyi onlara arzediyordu. Onlar da bu mesele üzerinde tartışıyorlardı. Irak halkının arazisi hakkında ya­pılan istişare bunlardan biridir. Yukarıda da geçtiği gibi, gaziler, bu araziyi aralarında paylaşmak istiyorlardı. Hz. Ömer de bunu kabul etmeyip sahiplerine terketmek istiyordu. İki-üç günlük münakaşa­dan sonra mesele; Hz. Ömer´in «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey´ (ganimet)...»[
Haşr Sûresi, 7.] âyetini okuma­sı üzerine O´nun görüşüne uygun olarak halledildi.

Medine halkının bu durumu, PERİKLES devrindeki Atina halkı­nın durumuna benzemektedir. Çünkü o devirde şehir halkının herbiri devlet işlerinde görüş beyan etme hakkına sahipti. Zira toplantı halinde verilen bir karar, şahsî görüşlerden kuvvetlidir. Bunun için­dir ki çeşitli yönlerden incelenerek topluca varılan netice, devlet işi­nin yürütülmesinde esas teşkil eder.

Sahâbî ve Tabiîlerden sonra gelen müctehidler bu topluca ka­bul edilen re´ye icma´ adını vermişler ve onu şeriatın dördüncü kay­nağı saymışlardır. Böylece; 1 Kitab 2 Sünnet, 3 Re´y (kıyas), 4 İcma´ şeriatın dört kaynağını teşkil etmiştir.

Sahabîler bazı hallerde topluca bir re´ye, yani icma´a ulaşamaz­lar ve aralarındaki ihtilâf sürüp giderdi. Sahabîlerin bu gibi ihtilâf­larını iki kısımda inceliyebiliriz:

1 Nass´ların etrafında meydana gelen ihtilâf: Bu bir nass´ın iki veya daha çok mânâya gelmesi ihtimalinden doğmaktadır. Mese­lâ; «Boşanmış olan kadınlar üç ay hali iddet beklesinler.»[
Bakara Sûresi, 127.] âyet-i kerimesindeki «KURU» kelimesinin anlamı üzerinde meydana gelen ihtilâf bunlardandır. Bu kelime iki mânâya gelir: a) Kadının iki ay hali (hayz) arasındaki temizlik müddeti kastedilebilir, b) Bizzat ay hali kastedilebilir. Abdullah b. Mes´ud ve Hz. Ömer, bu kelimeden maksat ay halidir demiştir. Bunlar ve bunlara tâbi olanlara göre boşanmış bir kadının iddeti üç hayz olarak kabul edilmiştir. Zeyd b. Sabit, bu kelimeye iki ay hali arasındaki temizlik müddeti mânasını vermiş ve boşanmış kadının iddetinin üç temizlenme zamanı olduğu­nu söylemiştir.

Bazen nass´ların etrafındaki ihtilâf sebebi, bu nass´ların zahir­leri arasındaki çatışma olabilir. Meselâ; kocası ölmüş gebe bir ka­dının iddeti üzerindeki ihtilâf böyledir. Bu hususta iki nass vardır ve bunlar, ilk bakışta birbiriyle çatışma halindedir. Bu nass´lar şun­lardır: «...Gebe olanların iddeti çocuklarını doğuruncaya kadardır.»[
Talak, 4.] ve «Sizden ölenlerin bıraktıkları kadınlar kendi kendilerine dört ay on gün iddet beklesinler.»[Bakara, 124.]

Birinci âyetin lâfzından umumi olarak anlaşılan mânâ, kocası ölen gebe bir kadını da, boşanmış olan (gebe) kadını da içerisine alır. İkinci âyetin umumî anlamı gebe olsun olmasın, kocası ölen ka­dına şâmil olmaktadır. O halde kocası ölen gebe kadın hakkında bir­biriyle tenakuz hâlinde gözüken iki nass bulunmuş oluyor ve sahabîler bu sebepten ihtilâfa düşüyorlar. Burada Abdullah b. Mes´ud, «Gebe kadınların iddeti» âyeti, «Sizden ölenler...» âyetinden gebe kadını çıkarmıştır; dolayısiyle, kocası ölen gebe kadının iddeti birin­ci nassa göre doğuma kadar olur, diyor. Hz. Ali ise, her iki nass ile de amel etmiştir. O´na göre kocası ölmüş hâmile bir kadının id­deti, dört ay on günden az olmamak şartı ile doğuma kadardır. Ya­ni Hz. Ali´ye göre böyle bir kadın iki iddetten en uzun olanını bek­ler. Bunlar, ya doğuma kadar olan zaman, veya dört ay on gündür. .

Nass´ların etrafındaki ihtilâf sebeplerinden biri de rivayet me­selesidir. Meselâ; vârid olan herhangi bir hadis birine göre sahih sayılmıyor ve o, re´y ile fetva veriyor; diğerine göre sahih sayılıyor, o da bu hadisle fetva veriyor.

2 Re´y sebebiyle meydana gelen ihtilâf:
Bu, çok geniş bir saha işgal eder. Çünkü, her müctehidin kendine göre bir görüşü ve düşünüş tarzı vardır. Birinin bir türlü anladığını diğeri başka türlü anlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki bir çok ihtilâfın menşei re´y far­kıdır. Görüş ayrılığı yüzünden meydana gelen ihtilaflı meseleler pek çoktur. Meselâ; bunlardan biri, babanın babası olan dedenin ölünün kardeşleriyle mirasçı olup olmaması meselesidir. Ebu Bekr göre ölünün kardeşleri dede ile mirasçı olamaz; ölünün kardeşleri baba ile mirasçı olmadıkları gibi. îşte Ebu Hanife bu görüşü benimsemiş­tir. Ömer (R.A), bu meseleyi sahâbîlere sorup öğrenmeden halletmemiştir. Zeyd b. Sabit, üçtebirden az olmamak şartıyle, dedeye, bir kardeşe verilen hisse miktarı bir miras tanımıştır. Bu hususta feraiz kitaplarında geniş bilgi vardır. Ali b. Ebi Talib, dedenin altıdabirden az olmamak şartıyle, bir kardeşin alacağı hisse miktarı miras hakkı olacağını söylemiştir. İslâm hukukçularının çoğunluğu Zeyd b. Sabit´in fetvasını kabul etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ömer de bu görüşü benimsemiştir.

Sahâbilerin, yeni meseleler karşısında yaptıkları ictihadlarda rehberleri ihlâsları idi. Çünkü sahâbîlerin fakihleri, müslümanların seçkinleriydi. Onlar, fetva verirken dinî hakikati arıyorlar ve mut­laka doğru bir çözüm yolu bulmak için çalışıyorlardı. Sahâbilerin bu türlü ictihad ve anlayış farkları onlardan sonra gelen nesillere iki şekilde faydalı oldu:

1 Sahâbîler ictihad için çok sağlam bir metod koymuş oldular. Hakikati ararken ihtilâfa düşseler dahi, rehberleri ihlâs olduk­ça bu ihtilâfın, birliği bozmayacağını, bilâkis akıl ve idrakleri kuv­vetlendireceğini ve her yönüyle meseleyi inceleyen kimseleri gerçe­ğe ulaştıracağını göstermiş oldular.

2 Sahâbîler fıkıhta öyle zengin bir araştırma, şuurluluk ve açıklık mirası bıraktılar ki, onlar, ihtilâfa da düşseler, ittifak ha­linde de olsalar, yaptıkları ictihad, kendilerinden sonra gelenlere çok büyük faydalar sağladı.


M. Ebu Zehra

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR