22 Nisan 2019 Pazartesi

Cünübün Teri Ve Müslümanın Necis Olmaması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

23. Cünübün Teri Ve Müslümanın Necis Olmaması

283- Rivayete göre "Ebu Hureyre 
radıyallahu anh cünüp olduğu bir sırada Medine sokakla­rının birinde, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile karşılaşmış. 'Beni görmemesi için ondan kaçtım' diyen Ebu Hureyre radıyallahu anh gidip gusül abdesti almış sonra çıkıp gel­miş. Allah Resulü Ebu Hureyre neredeydin?' diye sormuş. O da, 'Cünüp idim, temiz olmadan sizinle birlikte oturmak istemedim diye cevap vermiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem Suphanallah! Müslü­man asla necis olmaz' diyerek karşılık vermiş. [Hadisin geçtiği diğer bir yer:285]

Açıklama

(Cünübün Teri ve Müslümanm Necis Olmaması): İmam Buharı bu ifade ile, kâfirin terinin temiz olup olmadığı hususunda var olan farklı görüş ve yorumlara dikkat çekmek istemiştir. Bazıları kâfirin bizzat kendisinin necis olduğu görüşüne dayanarak, terinin de necis olduğuna hükmetmiştir. Bu durumda gerekli takdir­ler yapılarak bab başlığı "cünübün terinin hükmü ve Müslümanın necis olmaya­cağının açıklanması" şeklinde anlaşılır. Müslüman necis olmadığı için, teri de necis değildir. Kâfir biri necis olduğu için onun teri de necistir.

(Beni görmemesi için ondan kaçtım): Yani gizlendim.

(Müslüman necis olmaz): Zahiriye mezhebinden bir grup bu hadisin anla­mına dayanarak kâfir birinin bizzat necis olduğuna hükmetmiştir. Bu görüşlerini de "Müşrikler gerçekten pisliktir [et-Tevbe 9/28] âyeti ile desteklemişlerdir.

Cumhur hadisin bu şekilde delil olarak kullanılmasına itiraz etmiştir. Onlara göre bu hadisle anlatılmak istenen, Müslümanın organlarının temiz olduğudur. Çünkü Müslüman, pisliklerden kaçınmayı alışkanlık haline getirmiştir. Oysa müş­rikler böyle değildir. Zira onlar, pisliklerden korunmazlar. Ayet-i kerimedeki pis­liği ise şu şekilde izah etmişlerdir: Buradaki pislikten kasıt, onların inançları ve pisliğe bulaşmış halleridir. Bu görüşlerini şöylece güçlendirmişlerdir: Allah Teâlâ, ehl-i kitaptan bayanlarla evlenmeyi mubah kıldı. Bilindiği üzere onlarla aynı yatağı paylaşanlara, mutlaka onların terinden bulaşır. Buna rağmen, ehl-i ki­taptan bir bayanla evlenen birine ancak Müslüman kadınla evli olan birine han­gi hallerde gusül abdesti alması gerekiyorsa, o hallerde gusül abdesti alması gerekir. O halde canlı insanın bizzat kendisi pis olmaz. Bu konuda kadın ile er­kek arasında bir fark yoktur.

Bu Hadisten Çıkarılan Sonuçlar

1- Büyük işlere soyunan kimsenin temiz olması müstehaptır.

2- Faziletli kimselere saygı göstermek, onlarla en mükemmel şekilde bir ara­ya gelmek müstehaptır. Nesâî ve İbn Hibbân Huzeyfe'den yaptıkları rivayete göre Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ashabından biri ile karşılaşınca onları sıvazlar ve dua eder­di. Bundan dolayı Ebu Hureyre radıyallahu anh, cünüplü kimsenin necis olduğunu zannettiği

İçin Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem âdeti üzere kendisini sıvazlamasından korkmuş, hemen gusül abdesti almaya seğertmiştir.

3- Birine tâbi olan kimsenin, önder edindiği kişinin yanından ayrılmak iste­diği zaman ondan izin İstemesi müstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Neredeydin?" sözü, Ebu Hureyre'nin radıyallahu anh kendisine haber vermeden ayrılmaması gerektiğini gösterir.

4- Birine tabî olan kimse, önder kabul ettiği kişi kendisine sormasa bile doğ­ruyu ona bildirmelidir.

5- Gusül abdesti farz olduğu anda değil de, daha sonra da alınabilir.

6- İmam Buhârî bu hadisi, cünüp birinin terinin temiz olduğuna delil getir­miştir. Çünkü, cünüplük kişinin bedenini necis hale getirmez.

7- Cünüp bir kadının sütü temizdir.

İmam Buhârî, cünübün gusül abdesti almadan ihtiyaçlarını giderebileceğine dair ise, şöyle bir başlık açmıştır: (Bir sonraki yazıda....)

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

21 Nisan 2019 Pazar

TEVBE SÛRESİ 49.- 52. ayetlerin tefsiri


Münafıkların Tebük Gazvesine Gitmemek İçin Diğer Mazeretleri

49- Onlardan bazıları da: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" derler. İyi bilin ki onlar, zaten fitneye düşmüşler­di. Muhakkak ki cehennem, o kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.

50- Eğer sana bir iyilik isabet ederse, bu onları fenalaştırır. Sana bir musi­bet erişirse: "Biz daha önce tedbirimizi almışızdır" derler ve onlar sevinçle dö­nüp giderler.

51- De ki: "Allah'ın bizim için yazdığın­dan başkası asla bize isabet etmez. O, bizim mevlâmızdır. Onun için mümin­ler yalnız Allah'a güvenip dayanmalı­dır.

52- De ki: "Siz hakkımızda (zafer veya şehadet gibi) iki güzel şeyin birinden başkasını mı gözetiyorsunuz? Halbuki biz, Allah'ın size ya kendi katından, ya­hut bizim elimizde bir azab getireceği­ni bekliyoruz. Haydi siz gözetleyedurun, biz de sizinle beraber gözetenle­riz.

Açıklaması

Münafıklardan bazıları sana: Ey Muhammed! Savaştan geri kalıp otur­mak hususunda bana izin ver, seninle beraber çıkmakla beni günah ve helake sürükleme. Rum kadınlarına tutulurum, derler. Onlar bu sözleri fazilete tutunuyormuş gibi ileri sürerler. Bunlar boş ve asılsız mazeretler. Allah, onların bu davalarının yalan olduğunu belirtiyor ve gerçeği açıklıyor: "Bilin ki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdi..." Onlar, bu sözleriyle gerçek dışı mazeretler uydurup cihaddan geri kaldıkları zaman, bizzat fitneye düştüler. Bu söz, günah ve masiyete düştüklerini belirtmektedir.

Şüphesiz, cehennem ateşi onları kuşatır, ondan asla kurtulamazlar. Bu, hatalarının çokluğundan dolayı, cehennemlik olmaları sebebiyle, onlar şiddetli bir tehdittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Hayır, kim kötülük işler ve günahı dört yanını kuşatırsa, onlar cehennemliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar" (Bakara, 2/81).

Sonra Allahü Teâlâ, münafıkların tuzaklarından ve içlerinin pisliğinden bir başka çeşidini zikrediyor, peygamberine onların düşmanlıklarını bildiriyor: "Sana bir iyilik isabet ederse...", yani sana bazı gazvelerde -mesela Bedir Günü gibi- fetih, yardım ve ganimet gibi bir iyilik gelirse, bu onları üzer; ama sana bir felâket, kötülük ve bir savaşta mağlubiyet, geri çekilme -Uhud savaşında olduğu gibi- durumu gelirse, biz gerekli uyanıklığı gösterdik, ihtiyatlı davran­dık, bundan önce ona uymaktan sakındık, savaştan geri kaldık, helake maruz kalmadık. Çünkü biz bu yenilgiyi bekliyorduk, derler. Bu konuşma yerinden, görüşleriyle iftihar ederek ve sonuçtan memnun kalarak ailelerine dönerler. Allahü Teâlâ Peygamberine, onların bu tutumlarına karşı verdiği cevabı bildi­riyor: "Onlara şöyle de: Bize ancak, bizim için levh-i mahfuzda yazılıp çizilen şeyler isabet eder. Biz O'nun dilemesi ve takdiri altındayız. O, bizim yardımcı­mızdır, işlerimizi idare edendir. Biz O'nu mevlâmız biliyoruz. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Bunun sebebi şudur ki: Allah, iman edenlerin velisidir. Kâfirlerin velisi ise yoktur" (Muhammed, 47/11).

Müminler ancak Allah'a tevekkül ederler. Biz O'na tevekkül ediyoruz. O, bize yeter. O, ne güzel vekildir. Müminlerin Allah'tan başkasına tevekkül etme­mesi gerekir. O halde gerekeni yapsınlar. Yine onlara düşen, zafer için gerekli maddî ve manevî sebeblere sarılıp lüzumlu hazırlığı yapmak, başarısızlığa ve birliğin dağılmasına neden olan her türlü çekişmeden sakınmak, ondan sonra işi Allah'a havale etmektir.

Sonra Allahü Teâlâ, müminlerin uğradığı belâlara münafıkların sevinmesi dolayısıyla verilecek ikinci cevabı gösteriyor: "De ki: "Siz hakkımızda iki güzel şeyin birinden başkasını mı gözetir durursunuz?..." Ey Muhammed onlara şöy­le de: Siz bize iki güzel akibetten başkasının gelmesini mi bekliyorsunuz: Zafer, şehidlik ve büyük sevab. Biz yaşarsak, aziz şerefli müminler olarak yaşarız. Ölürsek mükafatlandırılmış şehitler olarak yaşarız.

Bize gelince, biz de sizin hakkınızda iki kötü akıbet bekliyoruz. Allah'ın, katından size azab eriştirmesi gökten bir felaket (Ad ve Semud'a indiği gibi); yahut da bizim ellerimizle, size azab etmesi (esirlik, küfür üzere öldürülmek, bize sizinle savaş izni verilmesi). O halde bizim, hakkımızda zikrettiğimiz akı­betlerimizi bekleyin. Biz, sizinle beraber akıbetimizi bekliyoruz. Elbette hepi­miz beklediğimizi göreceğiz. Bizim Rabbimizden delilimiz var, ama sizin yok. Siz, ancak bizi sevindiren şeyleri göreceksiniz. Biz de ancak sizi üzen şeyleri göreceğiz. Siz şeytanın vaadlerini, biz Allah'ın vaadlerini bekliyoruz. [37]


[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/418-419.

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

18 Nisan 2019 Perşembe

Tek Basınayken Çıplak Olduğu Halde Gusül Abdesti Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

20. Tek Basınayken Çıplak Olduğu Halde Gusül Abdesti Almak
Kim örtünürse, bilsin ki, örtünme daha iyidir. Behz, babası ve dedesinden yaptığı nakille Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Allah, insanlardan daha fazla utanılmayı hak eder." buyurduğunu nakletmîştir.

278- Ebu Hureyre'den 
radıyallahu anh Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyur­duğu nakledilmiştir: "İsrailoğulları bir arada çıplak olarak gusül abdesti alırlar ve gusül sırasında birbirlerine bakarlardı. Hz.Musa Aleyhisselam ise, tek başına gusül abdesti alırdı. İnsanlar onun hakkında 'Allah'a and olsun ki, Musa'yı bizimle birlikte gusletmekten alıkoyan şey, ancak fıtık olmasıdır. diyorlardı. Bir defasında Hz. Musa Aleyhisselam gusül abdesti almaya gitti. Elbiselerini bîr taşın üzerine koydu. Taş Birden yuvarlandı Hz. Musa'­nın Aleyhisselam elbiseleri ondan uzağa düştü. 'Ey taş! Elbisemi geri ver' diye bağırarak taşın peşine düştü. Nihayet İsraİloğulları onu bu halde görünce 'Allah'a and olsun ki, Musa'da bir kusur yokmuş' dediler. Sonunda Hz. Musa Aleyhisselam taştan elbisesini aldı ve taşa vurmaya başladı." Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle demiştir; "Allah'a and olsun ki, Musa (as) taşa altı veya yedi defa vurmuştur. [Hadisin geçtiği diğer yerler:3404,4799]

Açıklama

(Tek Başınayken Çıplak Gusül Abdesti Almak) Bu ifade insanların göreme­yeceği yerde gusül abdesti almak manasına gelir. (Daha iyidir) ifadesiyse, yalnız başına olan insanların çıplak gusül abdesti almasının caiz olduğunu gösterir. Nitekim âlimlerin çoğu bu görüştedir.

(Allah, insanlardan daha fazla utanılmayı hak eder.) Sünen musannifleri ile daha başka hadisçiler, Behz kanalıyla bu hadisi nakletmişlerdir. Tirmizî bu hadi­sin hasen, Hâkim ise sahih olduğunu belirtmiştir. İbn Ebi Şeybe ise şöyle demiş­tir: "Bize Yezid b. Harun nakletti. Ona da, Behz İbn Hakîm babası ve dedesinden rivayetle şöyle nakletmiştir: Resulüllah'a
  Sallallahü Aleyhi ve Sellem Ey Allah'ın peygamberi! Avret yerlerimizi nerde açıp nerde kapatalım?" diye sordum. Şöyle cevap verdi: "Avret yerlerini eşin ve cariyen hariç diğer insanların yanında ört!" Ben, "ey Allah'ın elçisi insan tek başına kalınca da mı?" diye sor­dum. Bu defa cevaben şöyle buyurdu: "Allah, insanlardan daha fazla uta­nılmayı hak eder."

Hadiste geçen eşin dışında ifadesinden, kadının kocasının avret mahalline bakmasının caiz olduğu anlaşılır. Kıyas yoluyla kocanın da karısının avret mahal­line bakmasının caiz olduğu sonucuna varılır. Aynı zamanda ifade, eşler ve ca­riyeler dışında başka birinin avret mahalline bakmanın caiz olmadığına delalet eder. Mesela avret mahalli hususunda erkeğin erkeğe, kadının da kadına bak­ması caiz değildir. Behz'den nakledilen hadisin zahiri, kişinin yalnız başınayken hiçbir şekilde çıplak bulunmasının caiz olmadığını gösterir. Ancak, İmam Buhârî Hz. Musa ve Eyyub Peygamber'in 
  aleyhimüsselâm kıssalarını, gusül abdesti alırken çıplak bulunulabileceğine delil getirmiştir. İbn Battâl'ın da ifade ettiği gibi söz konusu delil getirme şu şekilde gerçekleşmiştir: Bu iki peygamber, Allah Teâlâ'nın bize uy­mamızı emrettiği peygamberler zümresindendir. Onların bu tür uygulamalarına tabi olmak, ancak "bizden öncekilerin şeriatı, bizim için de şeriattır" diyenlerin görüşüne göre mümkün olur. Anlaşıldığına göre Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu kıssaları anlatmış ve herhangi bir itirazda bulunmamıştır. Bu durum, söz konusu uygulamaların bizim şeriatımıza da uygun olduğunu gösterir. Eğer bu kıssalarda bizim şeriatımıza uygun olmayan bir şey olsaydı, mutlaka Hz. Pey­gamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem belirtirdi. 

(çıplak olarak gusül abdesti alırlardı.) Hadisin zahirinden, bu uygulamanın İsrailoğullarının şeriatına göre caiz olduğu anlaşılır. Aksi takdirde Hz. Musa Aleyhisselam, on­ların bu uygulamalarına sessiz kalmazdı. Kendisi ise, daha faziletli olanı tercih ettiği için tek başına gusül abdesti alıyordu. 

(fıtık) Bu kelime, testislerdeki şişkinliği ifade eder.

('Ey taş! Elbisemi geri ver') Hz. Musa 
Aleyhisselam
taşa hitap etmiştir. Çünkü, elbisesini alıp kaçtığı için onu akıllı varlıklar gibi görmüştür. Ona göre taş, bu yaptığından dolayı cansız varlıklardan uzaklaşıp canlı varlıklar kategorisine yaklaşmıştır. Bu yüzden ona seslenmiştir.

{îsrailoğulları onu bu halde görünce) Bu ifadeden, İsrailoğullarının Hz. Mu­sa'nın 
Aleyhisselam
vücudunu çıplak olarak gördükleri anlaşılır. Bu durum, tedavi ve buna benzer zorunlu hallerde bir başkasının avret yerine bakmanın caiz olduğuna delil olarak kullanılmıştır.

Ancak İbnu'l-Cevzî, Hz. Musa'nın 
Aleyhisselam
üzerinde bir örtü olabileceği ihtimalini dile getirmiştir. Çünkü örtü ıslanınca, altını gösterir. O, hocalarından birine ait olan bu görüşü nakletmeyi daha uygun görmüştür. Ancak, bu görüş tartışılabilir bir görüştür.

Bu hadis hakkında geri kalan yorumları, Peygamberler Bölümünde yapa­cağız.
[Kitab ehadisi'l-enbiya' (Peygamberlerle ilgili hadisler Bölümü) Bab:28,3404,III,38]

279- Ebu Hureyre'den 
radıyallahu anh Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyur­duğu nakledilmiştir: "Hz. Eyyub Aleyhisselam çıplak olarak gusül abdesti alırken, üze­rine altın çekirgeler düşmeye başladı. Eyyub peygamber Aleyhisselam hemen onları elbisesine dolamaya koyuldu. Bunun üzerine Hak Teâlâ ona nida edip 'Ey Eyyub! Ben seni şu gördüklerinden müstağni kılmadım mı?' dedi. Eyyup Peygamber Aleyhisselam şöyle dedi: İzzetine and olsun ki, doğrudur. Ne var ki, senin bereketinden yoksun kalacak bir zenginliğim yok! [Hadisin geçtiği diğer yerler:3391,7493]

Açıklama

İbn Battal bu hadisin bab başlığı ile olan ilişkisini şu şekilde açıklamıştır: "Al­lah Teâlâ Hz. Eyyub'a çıplak olarak yıkandığı için değil de, çekirgeleri topladığı için serzenişte bulunmuştur. Bu da çıplak olarak gusül abdesti almanın caiz ol­duğunu gösterir."
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

17 Nisan 2019 Çarşamba

ENFAL SÛRESİ 61.- 66. ayetlerin tefsiri


Sulhun Ve Millet Birliğinin Savaşa Tercih Edilmesi


61- Eğer barışa yanaşırlarsa, sen de ya­naş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve kemaliyle bilen bizzat O'dur.

62- Eğer seni aldatmak isterlerse, mu­hakkak ki Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyen­dir.

63- Ve onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah aralarını bulup kaynaştır­dı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

64- Ey peygamber! Sana da, müminler­den sana uyanlara da Allah yeter.

65- Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar ikiyüze galip gelirler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa, kâfirlerden binini mağlup eder. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.

66- Şimdi Allah, zaafınız olduğunu bil­diğinden, sizden (yükü) hafifletti. O halde eğer sizden sabırlı yüz olursa ikiyüzü yenerler, eğer sizden bin olur­sa Allah'ın izniyle iki bine galip gelir­ler. Allah, sabredenlerle beraberdir.

Açıklaması


Tam savaş hazırlığı yapılıp cihada çıkılacağı sırada, düşman barışa yöne­lir, bunu savaşa tercih ederse, devlet başkanının görüşüne göre, sulh kabul edi­lir. Zemahşerî şöyle diyor: "Sahih olan, devlet başkanının İslâm'ın ve müslümanların savaş ve barıştaki yararını görmesine bağlıdır. Ne düşmanla mutlaka savaşılması, ne de mutlak olarak barış içinde kalınması söz konusudur.[30]

Ayetin manası: Düşman barışa, ya da mütarekeye yanaşırsa, sen de ya­naş. Çünkü sen, barışa onlardan daha yakınsın. Onlarla barış yap, Allah'a gü­ven, işi O'na havale et. Onların barışa yanaşmalarında, tuzaklarından ve sözle­rinde durmamalarından korkma. Çünkü Allah sana kâfidir, onların söyledikle­rini duyan, yaptıklarını bilendir.

Eğer barışı, güç kazanmak ve hazırlanmak için bir hile olarak kullanmak isterlerse, Allah, onların bu işinden seni korur. Onlara karşı sana yardım eder. Senin için O yeterlidir.

Bu, barışın savaşa tercih edileceği ve ondan üstün tutulacağı konusunda açık bir delildir. Çünkü İslâm, barış, hidayet ve sevgi dinidir. Savaşa, ancak çok zorunlu haller ve zorlayıcı sebepler altında başvurulur.

Onun için müşrikler, Hudeybiye yılında Resulullah (s.a.)'le, aralarında do­kuz yıl savaşılmamasını da içeren bir barış istediklerinde -müslümanlar aley­hinde şartlar taşımasına rağmen- Resulullah (s.a.) buna olumlu cevap verdi. İmam Ahmed'in oğlu Abdullah, Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz yakında ihtilâf veya başka şeyler olacak. Barış yapabilirsen yap."

İbni Abbas ve bir grup tabiinden nakledildiğine göre bu ayet, Tevbe süre­sindeki: "Kendilerine kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etme­yen, Allah'ın ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, hakir ve zelil olarak kendi elleriyle cizye verin­ceye dek savaşın" (Tevbe, 9/29) ayetiyle nesholunmuştur. Bu nokta üzerinde düşünmek gerekir. Nitekim İbni Kesir şöyle der: Tevbe süresindeki ayette, buna imkân olduğunda düşmanla savaş emri vardır. Düşman çok olduğu zaman ise, ayetin işaret ettiği ve Peygamber (s.a.)'in de, Hudeybiye Günü yaptığı gibi, on­larla barış yapmak caizdir. Bunda hiçbir çelişki, nesih ve tahsis yoktur.[31]

Sonra Cenab-ı Hak, muhacir ve ensardan bütün müminleri desteklemekle peygamberine lütfettiği nimetini zikrederek: "O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir" buyuruyor. Yani, onların hile ve tuzağından korkma. Çünkü Al­lah, seni ve müminleri yardımıyla destekledi, onları sana iman ve itaatta, sana yardım ve destekte tek bir topluluk haline getirdi. Destek iki türlü oldu: Doğru­dan, bilinen sebepler olmaksızın yapılan destek; bilinen sebeplere bağlı destek.

Sonra Allahü Teâlâ, müminlere olan desteğini ve saflarını birleştirişini açıklayarak: "Onların kalblerini birleştirdi" buyuruyor. Yani, Allahü Teâlâ on­ları cahiliyye dönemindeki uzun süren çekişme ve savaşlar sonrası meydana gelen düşmanlık ve kinden sonra -nitekim Ensar'dan Evs ve Hazrec'in durumu böyleydi- birbirine ısındırmış, sana yardım etme hususunda birbiriyle yardımlaşan tek bir ümmet haline getirmişti. Aralarındaki ihtilafları iman nuruyla gidermişti. Nitekim şu ayet bu manayı destekler: "Allah'ın üzerinizdeki nimet­lerini de hatırlayın. Hani siz düşmanlardınız da, O kalblerinizi birleştirmişti. İşte onun nimetiyle kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarındayken oradan da sizi O kurtardı. İşte Allah, hidayeti bulaşınız diye size ayetle­rini böylece apaçık bildiriyor" (Al-i İmran, 3/103).

Dünyadaki tüm malları harcasaydın onların kalblerini birleştirmeye, fikir birliği etmelerine gücün yetmezdi. Fakat Allah, onları imana hidayet buyur­makla, doğru yolda birleştirmekle, bir düzeye getirdi, onları kudret ve hikmetiyle birleştirdi.

Bu, zafere ulaşmanın en önemli sebeplerinden birinin birleşmek ve söz birliği etmek olduğunu açık olarak göstermektedir.

Birleştirme hem eski cahili sürtüşmeleri, hem de İslâm'dan sonra ortaya çıkan -Huneyn'de ele geçirilen ganimetlerin taksimi sırasında muhacirlerle ensar arasında çıkan ihtilaf gibi- anlaşmazlıkları gidermekle oldu. Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Resulullah (s.a.) Huneyn ganimetleriyle ilgili olarak or­taya çıkan görüş ayrılıkları üzerine, Ensara hitaben şunları söyledi: "Ey Ensar topluluğu! Siz dalalet içindeydiniz. Allah benimle, sizi hidayete kavuşturdu. Fakirdiniz, benimle sizi zengin etti. Ayrı ayrı idiniz, benimle sizi bir araya ge­tirdi" Hz. Peygamber her söylediğinde onlar: "Allah ve Rasûlü iyi olanı yapar" dediler.

Bunun için Allahü Teâlâ: "Fakat Allah, aralarını bulup kaynaştırdı. Çün­kü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir" buyurdu. Yani şüphesiz Al­lahü Teâlâ kuvvetlidir. Yaptıklarında üstündür. Aldatıcıların aldatması, tuzak kuranların tuzağı, ona üstün gelemez. Kendisine tevekkül edenin isteğini boşa çıkarmaz. İşlerinde ve hükümlerinde hikmet sahibidir.

Hafız Ebû Bekir el-Beyhakî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini zikreder: "Akra­balık bağının kesildiği, nimetin inkâr olunduğu oldu. Fakat onların kalb yakın­lığı gibisi görülmedi. Nitekim Cenabı Hak: "Sen yeryüzünde olan her şeyi top­tan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin" buyurmuştur.

Allahü Teâlâ, düşmanların hile yapmak istedikleri zamanda Rasulüne yardım sözü verdikten sonra, din ve dünya işlerinin hepsinde yardım ve zafer vaadetti. Bu, tekrar değildir. Şöyle buyurdu: "Ey peygamber! Sana Allah yeter." Yani Allah, onların yaptıklarından dolayı seni üzen durumlarda sana yeter. Düşmanına karşı müminlerin sayısı az, onların sayısı çok da olsa, Allah senin ve sana tabi olanların, sana inanan müminlerin yardımcısı ve destekleyicisidir.

Fakat Allah sana ve müminlere, yardımıyla yeterli olsa da, bu, savaş için gerekli sebeplere yapışmamayı, istenen vasıtaları almamayı ifade etmez. Al­lah'a buna güvenmenin yanında, müminleri savaşa teşvik etmen de gerekir. Şüphesiz Allahü Teâlâ, cihad yolunda nefislerini ve mallarını harcamak şartıy­la, sana yeter.

Sonra Cenabı Hak: "Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar iki-yüze galip gelirler" buyurmuştur. Bundan murad haber vermek değildir. Aksi­ne emir vardır. Adeta Cenabı Hak: "Sizden yirmi kişi olursa sabretsinler ve sa­vaşta gayret sarfetsinler, iki yüze galip gelirler" buyurmuştur. Yani, sizden sab­reden, mevkilerinde sebat eden yirmi kişi olursa, iman, sabır ve anlayışlarıyla bu üç haslet bulunmayan ikiyüz kâfire üstün gelir. "Çünkü onlar, anlamaz bir topluluktur." Yani kâfirlerin hezimet sebebi, onların, sizin bildiğiniz gibi, sava­şın hikmetini bilmeyen bir toplum olmalarıdır. Çünkü onlar, sırf üstünlük maksadıyla savaşırlar. Sizse, Allah'ın dinini yüceltmek, inancı düzeltmek, put­perestlikten temizlenmek, üstün ahlâkla bezenmek, namaz kılmak, zekât ver­mek, iyiliği emir, kötülükten nehyetmek gibi, Allah'a kulluk amaçları doğrultu­sunda savaşırsınız. Nitekim Cenabı Hak da şöyle buyurur: "İman edenler, Al­lah yolunda savaşırlar, küfredenler de tağut yolunda savaşırlar" (Nisa, 4/76); "Onlar eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek dosdoğru nama­zı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar" (Hac, 22/41).

Sonra onlar, öldükten sonra dirilmeye ve cezaya inanmazlar. Sizse, iki gü­zel şeyden birini beklersiniz. Ya ganimet ve zafer, ya da Allah yolunda şehidlik ve cennete kavuşmak.

Ayette sabrederlerse, müminler topluluğunun, kendilerinin on katı kâfire, Allah'ın yardımı ve desteğiyle üstün geleceklerine ilişkin bir sözü ve müjdesi var. Yine, müminlerin, savaşın amaçlarını kavrayan kimseler olacaklarına, Al­lah'ın rızasını kazanacak şeyler yapacaklarına, insan hayatı ve milletlerin yük­selmesi için elverişli şeyleri kâfirlerden daha iyi bileceklerine işaret var. Kâfir­ler, müşrikler, yahudiler ve Hristiyanlar ise maddecidirler. Savaştan maksatla­rı, şöhret ve diğer milletleri kendilerine boyun eğdirmektir.

Bir müslümanın on kâfire karşı durması, müslümanların az olduğu ilk za­mandaydı. Kendilerinden yüksek, güzel işlerin en yüksek derecesi istendi.

Müslümanlar çoğaldıktan sonra ise, ruhsat, kolaylık olan şeyler istendi. Şu ayet onun için bu sorumluluğu hafifletti: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildi­ğinden, sizden (yükü) hafifletti" Yani Allah bir müslümana, on kâfire karşı koy­masını, onlara karşı sebat etmesini emrettiği, bu da onlara ağır geldiği zaman, bu mükellefiyeti en aşağı dereceye indirerek hafifletti. Bir kişinin iki kişiye karşı koymasını emretti. Eğer sizden sabreden yüz kişi olursa, iki yüze üstün gelir; bin sabreden kişi olursa, Allah'ın izni ve kudretiyle ikibin kişiye üstün gelir. Allah daima yardımı, desteği ve korumasıyla sabredenlerin yanındadır.

Buharî, İbni Abbas (r.a)dan şöyle rivayet eder: "Sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye üstün gelir" ayeti nazil olunca, bu durum, müslüman-lara ağır geldi. Bunun üzerine bu yükü hafifleten ayet nazil oldu: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti."

Her iki halde de, az olan müslümanlardan, kendilerinden daha çok bir topluma karşı koymaları isteniyor. "Allah sabredenlerle beraberdir" sözü, mü­minleri zafer ve galibiyetin gerçekleşmesi için sadece imana dayanmamak ge­rektiğini, imanla beraber diğer sıfatların da -bunların en önemlileri sabır, se­bat, daima maddî ve manevî hazırlık, işlerin hakikatlarını ve cihadın maksat­larını bilmektir- mutlaka bulunması gerektiğini ifade etmektedir.

Kur'ân-ı Kerim'de fert ve toplum olarak sebat edilmesi, sabredilmesi emri tekrarlanır: "Ey iman edenler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin." (Enfal, 8/45); "Muhakkak Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff, 61/4); "Ey iman edenler! Sabredin, sa­bır yarışı yapın. Sınırlarda nöbet beklesin. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz" (Âl-i İmran, 3/200); "Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşer­siniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraber­dir" (Enfal, 8/46). [32]


[30] Zemahşeri, 11/22.
[31] İbni Kesir, 11/322-323.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/284-287.

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

16 Nisan 2019 Salı

ENFAL SÛRESİ 27.- 28. ayetlerin tefsiri


Allah'a, Peygambere Ve Emanete Hıyanet

27- Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmeyin. Siz kendiniz bile bile kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?

28- Bilin ki' mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır ve büyük mükâfat şüphesiz Allah katındadır.


Açıklaması

Allahü Teâlâ, bu ayette, şer'i mükellefiyetlerin eksiksiz olarak yapılması­nın gerekli olduğunu belirtiyor.

Ey Allah'ın peygamberlerine ve Kur'ân'a inanan müminler! Farzlarını yapmamakla, ya da koyduğu sınır ve haramlarını tecavüz etmekle Allah'a hı­yanet etmeyiniz. Sünnetine sarılmamakla, emrettiklerini yapmamak ve nehyettiklerinden kaçınmamak, arzularına ve babalarınızdan miras aldığınız şey­lere uymakla peygambere hıyanet etmeyin. Aranızda birbirinizden aldığınız emanetlere, onlara riayet etmemekle hıyanet etmeyin. Bu, maddî emanetleri içine aldığı gibi, ümmete ait sırları düşmanlara aktarmak ve fertlere ait sırları insanlar arasında yaymak gibi şeyleri de içine alır. Emanet, Allahü Teâlâ'nın kullarına emanet ettiği farz ve had cinsinden amellerdir. Hıyanet ise farzları yapmamak, hükümlerini uygulamamak, sünnetlerine sarılmamak ve başkala­rının haklarına riayet etmemektir.

Ve siz hıyanet ettiğinizi biliyorsanız. Bunun sonucunu da biliyorsunuz. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebiliyorsunuz. Hıyanetin kötülüklerini biliyorsu­nuz. Hıyanet, unutarak değil, bile bile yaptığınız ihmaller, hatalardır.

Hıyanet: İnsanın küçük büyük günahlarını ve başkalarına zararı dokunan hareketlerini içine alır.

Güvenilirlik müminlerin, hıyanet ise münafıkların sıfatlarındandır. İmam Ahmed, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ahdine riayet etmeyen kimsenin imanı yoktur." Buharı ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Münafıklığın alameti üç­tür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisi­ne bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder. Oruç tutup namaz kılsa ve ken­disinin müslüman olduğunu zannetse de..."

Sonra Allahü Teâlâ, insanı hıyanete sevkeden şeyin mal ve evlât sevgisi olduğu için, akıllı kimsenin o sevginin zararlarından çekinmesi uyarısında bu­lunarak: "Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir" buyurmuştur. Yani, şüphesiz ki, mallar ve çoluk çocuklar, Allah'tan birer imtihandır. Onlar husu­sunda Allah'ın hadlerini nasıl muhafaza ettiğinizi açığa çıkarmak için imtihan eder. Fitneye düşmenin tek sebebi ise günah yahut azaptır. Çünkü o, kalbi dünya ile meşgul eder, ahiretle ilgili amel işlemekten alıkoyar. İnsan, mal sev­gisi, onu kazanıp biriktirme arzusuyla yaratılmıştır... Eğer insanda Allah kor­kusu olmazsa, cimrilik yapar, malının içinden Allah'ın haklarını vermez, fakirle­re ihsanda bulunmaz, iyi, hayır ve güzel işlere harcamaz. Evlat sevgisi de insa­nın fıtratında vardır, bazan bu sevgi, insanı haram mal kazanmaya sevkeder. Onun için insan mal ve çoluk çocuk hususunda dikkatli olmalı, helal mal ka­zanmalı ve onu hayır ve iyi yolda harcamalı. Çocuklarına helâl olanı yedirmeli­dir ki, vücudlarına haram girmesin, dînî hükümlere bağlı, sorumluluk duygusu içinde ve haramlardan uzak bir şekilde yetişsin.

Sonra Allahü Teâlâ ayeti, kusur işleyeni uyandırıcı etkili bir sonuçla biti­rerek: "Büyük mükâfat şüphesiz Allah katındadır" buyurmuştur. Yani O'nun sevabı ve cennetleri, sizin için mallardan ve çoluk çocuktan daha hayırlıdır. Şu­rası bir gerçek ki, bazan onlardan düşman olanı olabilir, pek çoğu ise, sana ge­lebilecek bir azaptan seni kurtaramaz. Allah, dünya ve ahiretin tek sahibidir. O halde siz, mal, çoluk çocuk konularında şer'i ve dinî hükümlerine riayet ede­rek, Rabbinizin sevabını tercih edin, dünyadan yüz çevirin, mal toplamaya ve çoluk çocuk sevgisine aşırı düşkün olmayın ki, onlar yüzünden tehlikeye girmeyesiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O mal ve oğullar dünya hayatı­nın süsüdür. Geri kalacak olan salih amelleridir ki, Rabbinin nezdinde sevapça da hayırlıdır, amelce de hayırlıdır." (Kehf, 18/46). [13]


[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/223-224.

15 Nisan 2019 Pazartesi

Cünüplükten Dolayı Guslederken Abdest Alan, Sonra Vücudunun Diğer Bölgelerini Yıkayıp Abdest Yerlerini Tekrar Yıkamayan Kimse

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

16. Cünüplükten Dolayı Guslederken Abdest Alan, Sonra Vücudunun Diğer Bölgelerini Yıkayıp Abdest Yerlerini Tekrar Yıkamayan Kimse

274- Meymûne validemizden şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem cenabetten dolayı abdest almak için abdest suyunu hazırladı. Sonra sağ eli ile sol eline iki ya da üç kez su döktü. Sonra avret mahallini yıkadı, daha sonra iki ya da üç kez elini yere veya duvara sildi. Sonra ağzını çalkaladı, burnuna su verdi, yüzünü ve kollarını yıkadı. Sonra başından aşağı su döküp bütün vücudunu yıkadı. Daha sonra bulunduğu yerden biraz kenara çekilerek ayakla­rını yıkadı. Ona (kurulanması için) bir bez getirdim. Fakat, almadı. Eliyle suyu silkelemeye başladı."

Açıklama

(Vücudunu yıkadı) İbn Battal Hz. Peygamberin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül ab­desti esnasında namaz abdesti alırken yıkadığı organlarını tekrar yıkamamasın­dan hareketle, Cuma günü için gusül abdesti almanın aynı zamanda cünüplükten dolayı gusül abdesti almak anlamına geldiği ve abdesti olduğunu zannede­rek tekrardan nafile abdest alan kimsenin her ne kadar sonradan İlk abdestini bozduğunu hatırlasa bile kıldığı namazın sahih olduğu sonucuna varmıştır. İbn Battâl'ın vardığı bu sonuç, boy abdestinden Önce alınan ve sünnet olan namaz abdesti esnasında yıkanan organların gusül sırasında tekrar yıkanmadan da gusül abdestinin tamamlanacağı esasına dayanır. Ancak bu iddia kabul edile­mez. Çünkü niyetin farklı olması durumunda hüküm değişir. Kim gusül abdestine niyet eder, faziletinden dolayı da önce abdest organlarını yıkarsa bu du­rumda, yeniden abdest organlarını yıkamasına gerek kalmaz. Aksi takdirde İbn Battâl'm dayandığı esas hükmünü yitirir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

14 Nisan 2019 Pazar

Saçların Hilallenmesi/Parmaklarla Ovulması; Gusleden Kişi Başını Ovmak Suretiyle Deriyi Islattığına Kanaat Getirirse Başından Aşağı Su Döker

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

15. Saçların Hilallenmesi/Parmaklarla Ovulması; Gusleden Kişi Başını Ovmak Suretiyle Deriyi Islattığına Kanaat Getirirse Başından Aşağı Su Döker


272- Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti aldığı zaman, namaz için abdest alır gibi abdest alırdı. Sonra gusle başlardı, sonra elleriyle saçlarını ovardı. Derisine kadar suyu ulaştırdığına kanaat getirince üç kez üzerine su döküp vücudunun geri kalan kısmını yıkadı."

Açıklama

(Saçların Hilallenmesi/Parmaklarla ovulması) ifadesi, cünüplükten dolayı gusül abdesti alırken saçların parmaklarla ovulması anlamına gelir.

273- Hz. Aişe 
radıyallahu anha şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'le Sallallahü Aleyhi ve Sellem beraber aynı kaptan su alarak guslederdik.

"Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

13 Nisan 2019 Cumartesi

ENFAL SÛRESİ 24.- 26. ayetlerin tefsiri


Ebedi Hayat Bulunan Şeye İcabet Etmek


24- Ey iman edenler! Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'ın ve Resulünün çağrısına uyun. Bilin ki Al­lah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız ona dönüp toplana­caksınız.

25- Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip çatmaz. Ve bilin ki Allah, şüphesiz aza­bı çetin olandır.

26- O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde azlık ve zayıf ve hakir görülen kimse­ler idiniz. İnsanların sizi tutup kapma­sından korkuyordunuz da, yardımıyla kuvvetlendirdi. Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükredesiniz.


Açıklaması


Allahü Teâlâ, bu ayetlerde ve bundan önceki ayetlerde, iman sıfatının emir ve nehiylere uymayı gerektirdiğine işaret için nidayı, "iman edenler" lafzıyla tekrarladı.

Mana şöyledir: Ey müminler! Dünya ve ahiret saadetini, hayır ve salahını­zı, her türlü hak ve doğruyu içine alan Allah'ın ve Rasulünün davetine -ki o, Kur'ân, iman, cihad ve her türlü hayır ve taattır- icabet edin. "Sizi diriltecek" sözünden amaç güzel ve sürekli olan hayattır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Biz onu çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 16/97). Buharî: "Sizi davet ettiği zaman" çağırdığında, sizi "diriltecek" ıslah edecek olan şeylere ica­bet edin demektir, der.

Fakihlerin çoğuna göre, emrin zahiri, vücubu ifade eder. Çünkü ondan sonraki: "Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız O'na dönüp toplanacaksınız" sözü, tehdit ve korkutma ifade eder.

Bu yüzden Resulullah (s.a.)'in ibadet, inanç ve muamele ile ilgili emirleri­ne, ciddiyet, azim ve gayretle sarılmak gerekir. Giyinmek, yemek, içmek ve uyumak gibi âdetle ilgili emirler, uyulması gerekli dinî emirler değildir.

Hz. Peygamber (s.a)'in emrettiği iman, Kur'ân, hidayet ve cihaddan kim yüz çevirirse o ölü gibidir. Güzel bir hayat, yahut ruhî bir hayat yaşamıyor demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bir ölü iken kendisini dirilttiği­miz, insanlar arasında yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamaya­cağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" (En'am, 66/122).

"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" sözünün manası, aklınızı kay­betmeden, çabuk icabet edin, demektir. Kalb, düşünce yeridir. Mücahid, bu ayetin manası hakkında şöyle der: Kişi ile aklı arasına girer de, ne yaptığını bilmez. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).

Şöyle de denilmiştir: Onlarla kalbleri arasına ölüm girer, geçen zamanı ya­kalayamaz. Keşşâfda şöyle der: O, onu öldürür de, fırsatı kaçırmış olur. Şöyle de denilmiştir. İşleri bir halden bir hale değiştirir. Kurtubî şöyle der: Bu, Al­lah'ın "Cami" isminin tecellisidir. İmam Ahmed İbni Hanbel, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.): "Ey kalbleri bir halden bir hale çeviren Allah! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl" sözünü çokça söylüyordu. Ya Resulullah! Sana ve getirdiklerine inandık, bizden korkuyor musun, dedik. "Evet, kalbler, Allah'ın parmaklarından iki parmak arasındadır, onları ters yüz eder, çevirir" buyurdu.

Taberî'nin tercihi şöyledir: Bu Allah'ın, kullarının kalblerine kendilerin­den daha çok sahip olduğunu, dilediği zaman kalbleriyle kendileri arasına gir­diğini, hatta insanın ancak Allah'ın dilemesiyle bir şeyi anlayabildiğini haber vermektedir.

Bence ayetin tefsiri konusunda Taberî ve Kurtubî'nin tercihi en doğru gö­rüştür. Mana şöyle olur: Allah, insanın kalbini, fikrini ve iradesini kontrol altın­da tutar, işleri nasıl dilerse, eliyle bir halden bir hale çevirir. Bütün şeylerde tek tasarruf yetkisine o sahiptir. Sahiplerinin güçlerinin yetmeyeceği şekilde kalblere yön verir, dilediği gibi, onların yönelişlerini, maksat ve niyetlerini değiştirir. Ayetten maksat, hastalık, ölüm gibi birtakım engeller çıkmadan itaata teşviktir.

Cebre inananlara göre mana şöyledir: Allah, kâfir kişiyle itaati, itaatkar kişiyle masiyeti arasına girer. O halde, mesut ve bahtiyar kişi, Allah'ın mesut ve bahtiyar kıldığı kişi; bedbaht ve sapık kişi ise, Allah'ın saptırdığı kişidir. Al­lah'ın saptırdığı ve rüsvay ettiği kimse hakkındaki işi, adalettir. Üzerine vacip olanı gerçekten yapmazsa, o zaman adalet sıfatı ortadan kalkar.

Mu'tezile'den Cübbaî şöyle der: Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse âcizdir. Acizin işi taşkınlık ve cahilliktir. Bu, caiz olsaydı, Allah'ın bize göğe çıkmayı emretmesi caiz olurdu. Nitekim müzmin hastanın ayakta namaz kılması emredilmeyeceği hususunda ittifak varken, bu, Allah hakkında nasıl caiz olur? Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara, 2/286).

Sonra Allahü Teâla mümin kullarını, azken çok yapması, zayıf korkak kimselerken kuvvetlendirmesi ve yardım etmesi, fakirken güzel rızıklarla rızıklandırması gibi ihsanı ve iyiliği ile uyandırdı. Bu, Mekke'den Medine'ye hic­retten önceki müminlerin haliydi. Cenâb-ı Hak müminlere, Allah'a ve Rasûlüne itaati emrettikten sonra, masiyetten sakınmalarını da emretti. Bu teklifi, bu ayetle pekiştirdi. Şöyle buyurdu: Ey mücahidler! -Hitabın o çağdaki bütün müminlere olduğu da söylenmiştir- Siz, Mekke'de azlık ve zayıf, müşrikler çok­luk ve size kötü işkence tattırdığı, ve insanların sizi öldürmek ve soymak için süratle yakalamasından korktuğunuz vakti hatırlayın. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Görmediler mi ki, biz onlara emin bir harem (belde) kıldık. Bu­nunla birlikte onların etrafından insanlar kapılırlar" (Ankebut, 29/67).

"Biz onları emin bir hareme yerleştirmedik mi? Ki ona her çeşit meyveler­den tarafımızdan bir rızık olmak üzere gelir"
(Kasas, 28/57).

"O sizi barındırdı": Medine'de, sizin sığınacağınız bir yer hazırladı. Size, Bedir ve diğer savaşlarda yardım etti. Bereketli, güzel, hoş yiyeceklerle rızıklandırdı, ganimetleri size helâl kıldı. Bu büyük nimetlere şükredip, nimeti ha­tırlatmaktan maksat, onları Allah'a itaat ve ilâhî nimete teşekküre teşvik et­mektir.

İbni Cerir et-Taberî, Katade b. Deâme es-Sedûsî'nin: "O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde az zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz" ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Bu arap kabilesi, çok zelil ve yaşayış bakımından çok düşkün, aç, çıplak, sapık bir kavimdi. İran'la, Rum arasında bulunan bir taşın çevresinde toplanır ibadet ederlerdi. Vallahi, beldelerinde, hased edilecek bir şey yoktu. Herkes yoksulluk içindeydi. Ölenler ateşe atılıyordu. Yemiyor yenili­yorlardı. Vallahi, o gün yeryüzünde onlardan daha kötü durumda bir kabile yoktu. Nihayet, Allah İslâm'ı gönderdi, o beldelere hakim kıldı, onunla rızıklarını genişletti, onları insanlara melikler kıldı. Allah onlara, müslümanlıkları sebebiyle gördüğünüz şeyleri verdi. O halde nimetlerinden ötürü Allah'a şükre­din. Şüphesiz Rabbiniz verdiği nimetlere karşı şükrü sever. Şükredenlere olan nimetlerini artırır. [12]


[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/218-220.

12 Nisan 2019 Cuma

Savaş dine zorlamak için değildir-Hayrettin Karaman


“İnsanlar ‘lâ ilahe illallah Muhammed resûlullah’ deyinceye kadar onlarla savaşmam bana emredildi…” mealinde bir hadis vardır.


Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok hadis kitabında farklı şekillerde rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlerin ardından, aşağıda açıklayacağımız Ğâşiye âyetinin zikredilmesi de ilgi çekicidir.


Hep söylüyoruz, evet, Kur’an ve Sünnet, bizim sapmamızı önlemek için Efendimiz’in (s.a.) bıraktığını söylediği en değerli ve vazgeçilmez kaynaklarımızdır, ama bunları doğru anlamanın usulü vardır, usulden sapılınca doğrudan da sapılmak kaçınılmaz olur.

İlk bakışta aralarında çelişki var gibi görünen naslar, ehli tarafından usulüne uygun olarak uzlaştırılmış, gerekli yorumlar yapılmıştır.

Bu hadis ile ilgili yorumların tutarlı olanı “O günlerde Peygamberimiz ile mücadele eden yakın çevre müşriklerinin kastedilmiş olmasıdır”. Bütün insanları zorla Müslüman etmek, tek seçenek olarak İslam’a zorlamak İslam’da yoktur.

İşaret ettiğim âyette şöyle buyuruluyor:

Artık sen öğüt ver, çünkü sen ancak bir uyarıcısın./ Onlara egemen bir zorba değilsin. / Ancak kim yüz çevirir ve inkâr ederse, /Allah onu en büyük azapla cezalandırır (Ğâşiye: 21-24).

Kur’an Yolu’nda şu açıklamayı yapmıştık:

“Allah Teâlâ resulüne, hiçbir baskı ve zorlamaya meydan vermeden insanları uyarmasını ve gerçekleri onlara tebliğ etmesini emretmektedir. Çünkü iman ve ibadet ancak kişinin ikna olmasına, gönülden isteyip benimsemesine bağlıdır. Zor karşısında kalan kimsenin “inandım” demesi ve ibadet etmesi sadece bir aldatma ve durumu kurtarmadır. Bu yüzdendir ki muhtelif âyetlerde peygamberin görevinin insanları mutlaka hidayete erdirmek değil, sadece Allah’ın gönderdiği vahyi tebliğ etmek olduğu bildirilmiştir (meselâ bk. Âl-i İmrân 20; Nahl 82; Kasas 56; Şûrâ 48). Bazı müfessirler bu âyetin neshedildiğini yani hükmünün kaldırıldığını söylemişlerse de bize göre bu görüş isabetli değildir. Meşrû savunma ve hakların korunması için savaş emri geldikten sonra da Hz. Peygamber inanmayanları imana zorlamamış, yalnızca topluma zarar verenleri sürgüne göndermiş, diğer gayr-i müslimlerle hukuk çerçevesinde aynı ülkede yaşamış ve yaşanmasını istemiştir.”

Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin de isabetle kaydettiği gibi (Ahkâm, II, 854) bazı âyetlerde geçen “fitne ortadan kalkıncaya ve dînin tamamı Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın...” meâlindeki cümleyi (meselâ Enfal: 39) iki şekilde anlamak mümkündür. 1. “Dünyada veya bölgede hiçbir müşrik kalmayıncaya ve herkes Müslüman oluncaya kadar”. 2. “Din ve vicdan hürriyeti yerleşinceye, herkesin serbestçe dînini yaşaması imkânı doğuncaya ve böylece hak olsun bâtıl olsun din seçimi ve dinî hayat baskıya değil, samimi inanca dayanıncaya kadar. İkinci anlayışın doğru olduğu, Hz. Peygamber’den (s.a.) beri örnek devirlerde görülen uygulama ile ortaya çıkmıştır; çünkü hiçbir devirde savaş, Müslüman olmayanları zorla İslâm’a sokmak veya öldürmek için yapılmamıştır.

İslâm’ın savaştan amacının ne olduğu açıklanmıştır (Enfal: 61). Zulmü ve saldırı ihtimâlini ortadan kaldırmak, meşrû savunmada bulunmak amaçtır. Bu zarûretler yüzünden başvurulan savaş, karşı tarafın zulümden ve saldırıdan vazgeçerek barışa yönelmesi ile gereksiz hale geleceği için buna müspet cevap verilmesi, barışmak isteyenle barışılması emrolunmuştur.

Savaş ve barışla ilgili âyetleri bir bütün halinde değerlendirerek genel bir sonuç çıkarma konusunda tefsirciler görüş ve söz birliğine ulaşamadıklarını kaydetmemiz gerekiyor.. Savaşın amacını dünyada müşrik kalmaması veya müminlerin dünyaya hâkim olmaları olarak anlayanlara göre barışı emreden âyetlerin hükmü, sonradan gelen şu âyetlerle kaldırılmış, neshedilmiştir: Müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini emreden âyet (Tevbe: 5) veya Ehl-i Kitab’a karşı, İslâm’ı kabûl edinceye yahut da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç vermeye râzı oluncaya kadar savaşılmasını emreden âyet (Tevbe: 29), kezâ “Siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin” (Muhammed: 35) meâlindeki âyet.

Bu anlayışa karşı Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin (II, 875 vd.) ve Cessâs’ın (III, 68) dile getirdikleri ikinci görüş şöyledir: Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir; (“Müslüman oluncaya kadar insanlarla savaş bana emredildi” mealindeki hadisin de bu müşriklere yönelik olması gerektiğini yukarıda ifade etmiştim). Âyetlerin ve hadislerin devamlı ve genel olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dînin amaçlarına bağlıdır; buna göre gerektiğinde savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabul ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek câizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de buna göre davranarak Medine’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır, kezâ Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak-Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar güçlenince Ehl-i Kitab’a ya İslâm, ya cizye, yarımada müşriklerine ise “ ya İslâm, ya bölgeyi terk veya savaş” teklifi gelmiştir. “Savaş ve barışın güç, fayda ve amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i Kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmünün uygulamasına ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir.

11 Nisan 2019 Perşembe

Hızır kimdir?-Faruk Beşer


...Bu kıssaların her biriyle ilgili olarak sonunda vardığımız ortak nokta şu oldu; bunların sadece Kuranıkerim’de anlatılan kadarını ve verdiği mesajı bilelim yeter, kıssalar etrafında oluşturulan edebiyatın teferruatına fazla takılmayalım. Ama bu kıssaların bir gerçekliğinin ve bir arka planının olduğu da açık..

Bir gün Hz. Musa’ya (sa), senden daha bilgili birisi var mıdır, diye sorulmuş, o da belki biraz nefsini ululayarak, ‘yoktur’ diye cevap vermişti. Bir peygamber için bu kadarı dahi muhtemelen bir hata sayılmış ve Allah ona iki denizin kavuştuğu yerde kendisinden daha âlim bir ‘kulunun’ bulunduğunu söyledi.

Hz. Musa Allah’tan kendisini o kuluna ulaştırmasını istedi. Allah da (cc) ona, bohçasına bir balık koyup yola çıkmasını, balığın kaybolacağı yerde o adamı bulacağını bildirdi. Yanına genç bir yardımcı alıp yola çıktı.

Kuranıkerim’de bu gencin/fetânın kim olduğu söylenmez, ama Buhari gibi kaynaklarda onun Yusuf’un zürriyetinden, Musa’nın kız kardeşinin oğlu genç Yuşa bin Nûn olduğu, gittikleri kulun da Hızır olduğu açıklanır. Kıssanın Kuranıkerim’de zikredilmeyen, ama sahih rivayetlere dayanan böyle çok az detaylarına da güvenmeliyiz.

Fetâ genç demektir, hizmet için tutulan yardımcılar genellikle genç olanlardan seçildiği için hizmetçiye yani uşağa da fetâ denir. Buna Musa’nın (sa) fetâsı, hizmetçisi, uşağı ya da sadece yoldaşı diyen müfessirler var. Ama Hz. Musa ona sürekli emrettiğine göre o sadece bir yoldaş değil, aynı zamanda yardım için tutulan bir hizmetçi olmalıdır.

Sahil boyunca olduğu anlaşılan bu yolculukları esnasında uyudukları bir yerde balık canlanır, denize dalıp gider. Yollarına devam ederler, genç bunu ancak bir süre sonra hatırlayıp Musa’ya söyler. Musa da, işte hedefimiz tam da orasıydı deyip izleri üzere o noktaya geri dönerler ve o kulu orada bulurlar. Musa (sa), Allah’ın ona öğrettiği bilgilerden kendisine de öğretmesini rica eder.

Olayı anlatan müteakip ayetler bu ilim yolculuğunun ana başlıklarını verir ve Musa’nın (sa) Hızır’dan gördüklerine tahammül edemeyip ondan ayrıldığını anlatır. Onları Kuranıkerim’den takip edebiliriz.

Kuranıkerim’de ismi verilmeyen o kulun, yani Hızır’ın bir peygamber mi, bir veli mi, bir melek mi olduğu tartışılır durur. Anlaşılan bir melek olma ihtimali çok zayıftır, bir peygamber ya da Allah’ın veli bir kulu olabileceğinin işaretleri vardır. Ulema genellikle peygamber olduğunu, tasavvuf ehli de veli olduğunu söylerler. Çünkü eğer o bir veli ise sair evliyanın da böyle harikulade işler yapabilmesinin kapısı açılmış olur.

Bu kıssa barındırdığı birçok hikmetler yanında müşriklere de sanki Musa (sa) aradığı hakikati bulmak için yıllarca yürümeyi göze alıyor da siz ayağınıza gelmiş hidayeti reddediyorsunuz der gibidir. Kıssa aynı zamanda kulun en özel malı zannettiği ilminin bile ona Allah’ın bir vergisi olduğuna, O’nun dilediğine dilediği bilgiyi verebileceğine, bu sebeple insanın kendinin sandığı ilmiyle gururlanmaması gerektiğine de işaret eder. Ayrıca ilim için cefaya katlanmanın önemini anlatır.

Hızır’la ilgili anlatılan hikâyelerin kahir ekseriyeti İsrailiyat kaynaklıdır. Ancak bunu bahane ederek Hızır olayını ‘mitos’ diye tanıtmak da isabetli değildir.

Bazı âlimlerin Hızır’ın halen yaşamakta olduğunu, insanların imdadına yetiştiğini, senenin bir gününde İlyas (sa) ile buluştuğunu söylemelerinin dini bir delili yoktur ve muhakkik İslam âlimlerinin çoğu Hızır’ın vefat edip gitmiş bir beşer olduğu kanaatindedirler. Elmalılı Hamdi Yazır da bu görüşü benimser ve delillerini zikreder.

Bizim kesin bildiğimiz şey, onun Allah’ın kendi katından ilim verdiği bir kulu olduğu, Musa’ya dahi öğretilmeyen bir ilme Allah katından sahip bulunduğu ve Hz. Musa gibi bir peygamberin ondan bilgi almak için yola çıktığıdır. Fakir onun ‘bilge kul’ diye isimlenmesinin de uygun olmayacağı kanaatindeyim.

Hızır’ın yaşadığı olaylar, kerametin itiraz edilemeyecek delilidir. Ancak onun, mahiyetini bilmediğimiz bu kerametlerle verdiği gaybi hükümlere dayanarak gayb ile hükmetmenin bizim dinimizde yeri olmadığını da bilmeliyiz.


Yazının tamamı için:

10 Nisan 2019 Çarşamba

ENFAL SÛRESİ 1.- 4. ayetlerin tefsiri


Allah yolunda cihadın hükümlerinden, savaş kaidelerinden, savaşa hazır­lanmaktan, düşman da eğer o yöne eğilim duyuyorsa, barışı savaşa tercih etmekten, savaşın şahıslar ve mallar üzerindeki tesirlerinden bahseden Medenî (Medine'de inen) bir sûredir.

Az oldukları halde, çok sayıdaki müşriklere karşı müslümanların zaferini gerçekleştiren şerefli gazveler silsilesinin ilki olan ve hakla bâtılı birbirinden ayırdığı için de Yevme'l-Furkan diye adlandırılan Bedir Gazvesi'nden sonra na­zil olmuştur. [1]

Ganimetlerin Taksimi Hükmünün Sorulması, Müminlerin Vasıflarının Açıklanması

1- Sana "Enfal"den sorarlar. De ki: "Enfâl, Allah'ın ve Rasulünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı dü­zeltin. Eğer müminlerden iseniz Al­lah'a ve Rasulüne itaat edin.

2- Müminler ancak, Allah anıldığı za­man kalbleri titreyenlerdir. Karşıla­rında ayetleri okununca, onların ima­nını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanır, güvenirler.

3- Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz­den infak ederler.

4- İşte onlar gerçek müminlerin ta ken­dileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tüken­mez rızık vardır.


Ganimetlerin helal kılınması, Allahu Teâlâ tarafından İslâm ümmetine ve­rilmiş bir özelliktir. Nitekim Sahihayn'da Cabir (r.a.)'den rivayet olunan hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verilmiştir ki, onlar benden önce hiç kimseye verilmemiştir- hadisi zikrettikten sonra şöyle dedi-: Ba­na ganimetler helâl kılındı. Onlar benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı."

Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Bunun için imamın, savaş için vaad ettiği şeye "nefel" denmiştir. Nefel, imamın bazı askerlere, payları dışında bir şeyler ver­mesidir. Bunu, İslâm'a sağladıkları fayda ve düşmana verdikleri zarar ölçüsün­de verir.

Askerleri savaşa teşvik için verilen bu şeyde (nefelde) dört sünnet vardır:

1- Seleb olan (öldürülenin yanında bulunan silah, mal ve meta gibi şey) nefelde beşte bir yoktur.

2- Nefel: "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulü'nün.." (Enfâl, 8/41) ayetinde işaret olunan beşte birin çıkarıl­masından sonra ganimetten olur. İmam savaşılan ülkeye birtakım seriyyeler gönderir. Onlar ganimetler getirirler. Beşte bir ayrıldıktan sonra getirdikleri şeylerin dörtte biri, ya da üçte biri o seriyyelerin olur. Ahmed ve Ebu Davud'un Ma'n b. Yezid'den rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyrulur: "Ancak beşte bir ayrıldıktan sonra nefel (ganimet) vardır."

3- Bizzat beşte bir'den olan nefel: İmamın kendi hissesinden çıkardığı şey­dir. Bu şöyle olur. Bütün ganimet alınır, beşe bölünür, beşte bir imamın eline geçince, uygun gördüğü ölçüde ondan bağışta bulunur.

4- Ganimet, beşte bire bölünmeden ganimetin bütününden çıkan nefel. [2] 


Bu dört durum hakkında fakihler farklı görüşlere sahiplerdir;

Şafiî'ye göre Enfâl, beşte birden önce, ana maldan selebden başka hiçbir şey çıkarılmamasıdır. Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'in beşte birinden olan nefelin ikinci şekli, her ganimetten onun için beşte birin beşte biri vardır. Üçüncü şekli, imam gönderdiği seriyyeye, yahut orduya, onlara vadettiği şekilde verir.

İmam Malik ve Ebu Hanife'nin görüşleri de Şafiî gibidir; Enfâl, beşte bir­den imamın, içtihadına göre bağışladığı şeydir. Geriye kalan dört beşte birde nefel yoktur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden ancak beşte biri benimdir. Geriye kalan beşte birler sizindir."

Malikîler ise şöyle der: Nefel iki kısımdır: Caiz ve mekruh. Caiz olan, sa­vaştan sonra olandır. Mekruh olan, öldürmeden önce, "Kim şöyle şöyle yaparsa onun için şu vardır" şeklinde vaad edilendir. Bunun mekruh olmasının sebebi, o zaman savaşın ganimet için yapılmış olmasıdır. [3]

Açıklaması

Ey Peygamber! Sana, ganimetlerin kimlere nasıl taksim olunacağının hükmünü soruyorlar. Onlara şöyle de: Onlar hakkında ilk hüküm Allah'ındır. O dilediği gibi hükmeder. Sonra peygamberindir. Onları aranızda, Allah'ın em­rettiği gibi taksim eder. O halde onlar hakkında hüküm Allah'ın ve Rasulünündür. Bu ayet, muhkem ve mücmeldir. Aynı sûrede başka bir ayet, onun mücmelliğini ve sarf yerlerini açıklamıştır: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız her­hangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımların, yetimlerin yoksulların ve yolcunundur" (Enfal, 8/41). Bu ayet, diğerini neshetmiyor. Ganimetlerin beşte biri bu ayette zikrolunanlara, geri kalan beşte dördü de sava­şanlara verilir. Düzenli ve maaşlı orduların kurulduğu günümüzde bu hisseyi devlet alır. İmam bu hakkına dayanarak, savaşa teşvik için, savaşanlardan di­lediklerine bağışta bulunabilir. Nitekim Şeyhayn, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Katade'den tahric ettikleri hadiste Huneyn Savaşı gününde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim savaşta bir kimseyi öldürürse, onun selebi (beraberinde bulunan silah, mal vb.) onundur."

Ganimetler Allah'ın ve Rasulünün olunca, sözlerinizde ve işlerinizde Allah (c.c.)'dan korkun, içinde bulunduğunuz ihtilaf ve çekişme durumundan sakı­nın. Zira bu, Allah'ın gazabını çeker, sizi savaş halinde veya diğer zamanlarda, ayrılığa ve düşmanlığa düşürür.

Aranızdaki halleri düzeltin ki, aranızda İslâmî bağ kuvvetlensin, sevgi, muhabbet ve uyumluluk artsın.

Ganimetler konusunda, bütün emir ve nehiylerinde, hüküm ve kazaların­da Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Bu üç emir (Allah'tan korkma, arayı düzelt­me, Allah'ın ve Rasulünün emirlerine itaat) İslâm toplumunun düzelmesinin sebebidir. Çünkü bunlar, gizli ve açık bütün durumlarda şer"i hükümlere sarılma hissini artırır, birlik ve beraberliği sağlar..

Eğer Allah'ın kelamına inanan, onu tasdik eden ve imanı tam olan kimse­ler iseniz, bu üç emre tabi olun. Çünkü gerçek tasdik, tabi olmayı gerektirir. 


İmanın kemali de şu üç hasleti gerektirir. İttika, ıslah, Allah'a ve Rasulüne ita­at. Allah'a gerçekten inanan, O'na isyan etmekten utanır. İmanı, Rabbine itaata ve kendisiyle başkaları arasındaki ihtilafı ıslaha götürür.

İman, itaati gerektirince Allahu Teâlâ, bu üç hasleti gerçekleştirecek beş hasleti zikretti: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler..". 


Bu sıfatları kısaca şöyle açıklayabiliriz:

1- Allah'tan tam korkmak: Onlar, kalbleriyle Allah'ı zikrettikleri, O'nun azamet ve celalini hissettiklerini, vad ve vaidini hatırladıkları zaman, O'ndan korkarlar. Nitekim başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele. Onlar ki, Allah zikrolunsa kalbleri titrer" (Hacc, 22/34-35).

2- Kur'an okumakla imanın artması:
Onlar öyle kimselerdir ki, kendileri­ne Kur"an ayetleri okunduğu zaman, imanları, yakinleri, tasdikleri ve amel-i salihe yönelişleri artar; çünkü delillerin çokluğu ve onları hatırlatmak, yakinin artmasına ve inancın kuvvetlenmesine neden olur. O halde gözle, yahut hisle görme, kişinin kanaatini kuvvetlendirir. Nitekim bu, inandığı halde Rabbinden, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini isteyen, İbrahim (a.s.)'de meydana geldi: "Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demiş­ti. "İnanmadın mı yoksa?" dedi. O da: İnandım fakat kalbimin mutmain olması için" demişti" (Bakara, 2/260). Bu, imandaki itminan derecesinin, yalın haldeki imandan daha üstün ve daha kuvvetli olduğuna işaret eder. Şu ayetleri de bu­na örnek olarak gösterebiliriz: "imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için, müminlerin kalbine sükun ve itminan indiren O'dur" (Feth, 48/4); "Bir sû­re indirildiği zaman içlerinden bazıları: "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince, daima onların imanını arttırmıştır ve onlar bir­birleriyle müjdeleşirler" (Tevbe, 9/124).

3- Allah'a tevekkül, yani O'na dayanmak, güvenmek, işleri O'na havale et­mek: Onlar öyle kimselerdir ki, sadece Rablerine tevekkül ederler, sadece O'na sığınırlar, O'ndan başkasından ummazlar. Ancak O'na yönelirler, ihtiyaçlarını sadece O'ndan isterler. Tabii bu, sebeplere yapıştıktan sonra olur.. Bir kimse, aklen ve âdeten istenen sebeplere yapışır, sonra işi Allah'a havale eder ve her işin Allah'ın elinde olduğuna kesin olarak inanırsa, o iman ehlindendir. Sebep­leri terketmek, tevekkülün manasını bilmemektir.

4- Namaz kılmak: Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını kılarlar. Yani na­mazlarını, kıyam, rükû, sücud, tilâvet, şer'an belli olan vakitlerinde kalb huşu ile Allah'a yalvararak ve Kur'an'ın kıraatini düşünerek eda ederler.

5- Allah yolunda harcama: Onlar öyle kimselerdir ki, mallarının bir kısmı­nı hayır yollarında harcarlar. Farz olan zekâtlarını, nafile sadakalarını verir­ler. Ailesinin ve çoluk çocuklarının vacip olan nafakalarını sağlarlar, akrabala­ra ve muhtaçlara mendup olan yardımlarını yaparlar. Ümmet yararına ve düş­manla cihad uğrunda harcarlar. Çünkü mal, insanın yanında bir emanet mesa­besindedir.

Bu ameller, bütün hayır çeşitlerini içine alır. Bu yüzden Allahu Teâlâ, on­ları açıkladıktan sonra: "Onlar gerçek müminlerdir" buyurmuştur Yani sadece bu vasıfları taşıyanlar, gerçek anlamıyla müminlerdir. Onların kemallerini ve derecelerinin yüksekliğini açıklamak için, uzaktaki varlıkları göstermek için kullanılan "ülâike" ism-i işaretiyle işaret olunmuştur.

Taberî'nin Haris b. Malik el-Ensarî'den rivayet ettiğine göre, o bir gün Resulullah (s.a.)'a uğramış, Resulullah kendisine: "Nasıl sabahladın ey Harise?" buyurmuş. O da: Gerçek bir mümin olarak sabahladım, demiş.. Resulullah: "Ne söylediğini düşün. Çünkü her şeyin bir hakikati var. İmanının hakikati ne?" buyurmuş. O şu karşılığı vermiş: Nefsim dünyadan vazgeçti, gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki ben, Rabbimin arşını açıkça görüyorum. Adeta cennetlikleri cennette birbirlerini ziyaret ederken görüyorum. Cehen­nemlikleri, cehennemde bağrışıp çağırır vaziyette ağlarken görüyor gibiyim, dedi. Bunun üzerine Resulullah üç kere "Ey Harise! Bildin, devam et!" buyur­du.

İşte müminlerin sıfatları bunlar. Münafıklara gelince: İbni Abbas onlar hakkında şöyle demiştir: Farzları eda ederlerken, onların kalbine Allah'ın zik­rinden hiçbir şey girmez. Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye inanmazlar, tevek­kül etmezler, insanların görmediği zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler.

Allahu Teâlâ onların mümin olmadıklarını haber vermiş sonra da mümin­lerin vasıflarını zikretmiştir: "Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı za­man kalbleri titrer.." Sonra Allah, zikrolunan vasıflara sahip müminlerin Allah katındaki mükafatını zikrederek: "Onlar için dereceler vardır" buyurmuştur. Yani, amellerine ve niyetlerine göre, cennetlerde onlar için mevkiler, makamlar ve dereceler vardır. Allahu Teâlâ, başka bir ayette de şöyle buyurur: "Onlara Allah indinde, yüksek dereceler vardır. Allah ne yaparlarsa hakkıyla görücü­dür" (Âl-i İmran, 3/163). Onlar için mağfiret vardır. Yani, Allah onların kötü­lüklerini bağışlar, iyiliklerine mükâfat verir. Onlar için güzel bir rızık vardır: Onlara cennet nimetini hazırlar.

Dahhâk: "Onlar için Rableri katında dereceler vardır" sözünü şöyle açık­lar: "Cennet ehlinin bir kısmı diğerlerinin üzerindedir. Üsttekiler alttakileri görür, alttakiler üsttekileri göremez." Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin yüksek derecelerinde olanları, aşa­ğı derecelerde olanlar, sizin gök ufuklarından birinde zor görünen bir yıldızı gördüğünüz gibi -aralarındaki mesafe farkından dolayı- görürler" buyurmuş­tur. Ashab: "Ya Resulullah! O yüksek derecedekiler peygamberler midir? O de­recelere, onlardan başkaları ulaşamazlar mı?" diye sorunca, Resulullah şöyle "buyurdu:
“Canım, kudret elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, onlar Allah'a iman ve peygamberleri tasdik etmişlerdir."

Ahmed'in ve Sünen sahiplerinin Ebu Said el-Hudriden rivayet ettiği baş­ka bir hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler, sizin gök ufkunda duran yıldızı gördüğünüz gibi, yüksek derece sahiplerini görür. Şüphesiz Ebu Bekir ve Ömer de onlardandır. Ne mutlu onlara."

Ahirette, müminler de farklı derecededirler. Nitekim şu ayet de buna delil­dir: "Biz o peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan bazısı ile söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmiştir." (Bakara, 2/253). Allah Tealâ muhacirleri de başkalarına üstün kılmıştır. Nitekim şöyle buyurur: "İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden­lerin Allah katında dereceleri pek büyüktür" (Tevbe, 9/20).

Dünya derecelerinde de farklılık vardır: "O, sizi yeryüzünün halifeleri ya­pan ve size verdiği şeylerle imtihana çekmek için kiminizi kiminizden dereceler­le üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin cezası pek çabuk olandır. Ve şüphesiz O, mağfiret ve rahmet edicidir" (En'âm, 6/165). [4]


[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.
[2] İbni Kesîr, 11/284.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/185-187.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/187-190.

7 Nisan 2019 Pazar

A'RAF SÛRESİ 204.-206. ayetlerin tefsiri


Kur'an'ı Dinlemek Ve Zikir Yolu


204-Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, rahmet olunasınız.

205-Rabbini içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam (her zaman) an ve gafillerden olma.

206- Şüphesiz Rabbinin katındakiler O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler. O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na secde ederler.


Açıklaması

Kur'an-ı Kerim okunduğu zaman, ayetlerini anlayıp öğütlerinden ibret al­mak için ona kulak verip susun. Düşünüp öğütlerinden ibret alarak Allah'ın rahmetine ulaşmak için konuşmadan huşu ile ona kulak verin. Bunu ancak, kalbleri iman nuruyla aydınlanan samimi ve ihlaslı kimseler yapar.

Ayet, namaz içinde veya dışında, her durumda Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması gerektiğine işaret eder. Özellikle de farz namazda, imam açıktan okurken.. Nitekim Müslim'in Sahih'inde, Ebu Musa el-Eş'arî'den riva­yet ettiği hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İmama uyulduğu za­man, o tekbir aldığında tekbir alın, okuduğunda susun" (Bunu Sünen sahipleri de, Ebu Hüreyre'den rivayet etmişlerdir). Bu görüş Hasen el-Basrî'den rivayet olunur. Fakat cumhur ulema, peygamberin okuyuşunu dinlemenin ve o esnada susmanın, namazda ve hutbede okunurken dinlemenin vacip olduğunu söyler. Çünkü namaz ve hutbe dışında, Kur'an okunurken dinleme ve susmanın vacip oluşu -amelleri terki gerektirdiği için- büyük bir zorluk taşır.

Meclislerde okunan Kur'an'ı dinlememek ve susmamak ise, büyük bir ke­rahetle mekruhtur. Mümine düşen görev, Kur'an okunurken, tıpkı onu okuma­ya hırslı olduğu gibi, dinlemeye de hırslı olmak, okunan yerde edepli olmaktır.

Tertil üzere, teessür ve huşua işaret eden nağme ile, herhangi bir tekellüf ve tasannu söz konusu olmaksızın ve medleri uzatmadan okumak müstehaptır. Buhari ve Müslim'in Ebu Hüreyre'den merfu olarak şu hadisi rivayet ederler: "Allah hiç bir peygambere Kur'an'ı teğanni ile okuması için izin vermedi."

Dinlemenin sevabı, okuma sevabı gibidir. İmam Ahmed, Ebu Hüreyre'den Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim Allah'ın kitabından bir ayet dinlerse, ona kat kat hasene yazılır. Kim de onu okursa, onun için o, kı­yamet gününde bir nur olur."

Sonra Allahu Teâlâ, günün başında ve sonunda -tıpkı bu iki vakitte ibadeti emrettiği gibi- çokça zikri emreder. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Güneşin doğmasından önce ve batışından önce Rabbini hamd ile teşbih et" (Kaf, 50/39).

Ayetin manası şöyledir: Rabbini isimlerini, sıfatlarını zikrederek, şükür ve istiğfarla kendi kendine gizlice zikret: "Haberiniz olsun ki kalbler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur" (Ra'd, 13/28). Dilinle de, orta bir halde, zillet içinde ve yalvararak, korkarak ve sevabını Allah'tan umarak zikret: "Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs. İkisinin ortası bir yol tut" (İsra, 17/110). Hitabın peygambere olduğu söylendiği gibi, Kur'an'ı dinleyene olduğu da söylenmiştir. Evla olan ise genel olmasıdır.

Dille yapılan zikre, kalbin de katılması ve manalarını düşünmesi gerekir. Sadece dille yapılan zikrin hiçbir faydası yoktur. Ona sevap da verilmez. Zikri kalble ve dille yapmalı, zikir istekle ve korku ile olmalıdır.

Zikir için en uygun vakitler; sabah ve akşam vakitleridir: Çünkü günün bu iki vakit dışında kalan kısmı, çalışmak ve geçim sağlamak içindir. Bu iki vakit ise, sükûn ve huzur vaktidir.

Buharî ve Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari'nin şöyle dediği naklolunur: İn­sanlar, bazı zamanlarda dua ederken seslerini yükselttiler. Bunun üzerine, Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Canınıza acıyın, sesinizi yükselt­meyin! Şüphesiz siz, ne sağır çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Dua ettiği­niz, muhakkak ki sizinle beraberdir. Hem O, sesinizi çok iyi işitir; O, size çok yakındır."

"Gafillerden olma" ayeti zikir emrini pekiştirmekte ve Allah'ı zikirde gafleti nehyetmektedir. Kalbi Allahla sürekli ilgili tutmak, kalbin Allah'a itaati ve insan ondan gaflet ettiği zaman, kudret ve azametinden korku içinde olması gerekir.

Sonra Allahu Teâlâ, daha önce geçen emir ve nehyini zikre teşviği pekişti­rerek: "Şüphesiz Rabbinin katında olanlar ibadet etmekten asla kibirlenmezler ve onu teşbih ederler" buyurdu. Yani, Allah'a yakın olan melekler, Allah'a iba­det etmekten kibirlenmezler, onun azamet ve kibriyasına lâyık olmayan her şeyden onu tenzih ederler, sadece ona dua ve secde ederler, ona hiçbir şeyi or­tak koşmazlar.

Bu, çoğu itaat ve ibadetlerinde kendilerine uyulması için, meleklerin du­rumlarını hatırlatmadır. Bunun için bize, burada ve diğer tilavet secdelerinde secde etmek meşru kılındı. Bu, Kur'an'daki ilk secdedir. Onu okuyana, dinleye­ne secde etmek icma ile sabittir. İbni Mace, Ebu'd-Derda vasıtasıyla Hz. Peygamber'in sas, bunu Kur'an'ın secdeleri içinde saydığını rivayet eder.

Ayet, gizli zikrin daha faziletli olduğunu ifade eder. Ahmet ve İbni Hıbbân, Sa'd vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Zikrin hayırlısı, gizli olanıdır." [111]

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/176-177.

6 Nisan 2019 Cumartesi

A'RAF SÛRESİ 199.-202. ayetlerin tefsiri


Toplumsal Ahlakın Esasları, Şeytana Karşı Koyma

199- Sen kolaylığı tut. İyiliği emret. Ca­hillerden de yüz çevir.

200- Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse, hemen Allah'a sığın (O'nu ha­tırla). Şüphesiz O, hakkıyla işiticidir, tam bilicidir.

201- Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşü­nürler. Hemen (gerçeği) görürler.

202- Kardeşlerine gelince, onları sapık­lığa sürükler, sonra da (müttakilerin düşündüğü gibi düşünerek) vazgeç­mezler.


Açıklaması

Birinci ayet üç fazilet esasını içine alır:


1- Af yolunu tutma:
İnsanların davranışlarında ve işlerinde, onlara zor ge­leni teklif etmeden kolayı benimseme, hoşgörülü davranma, zorluk değil, kolaylık gösterme. Nitekim Ahmed, Şeyhayn, Nesai'nin Enes b. Malik vasıtasıyla, Hz. Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz." Affın içine, akrabadan ilgisini kesenlerle ilgilenmek, günah işleyenleri affetmek, müminle­re iyi davranmak gibi, Allah'a itaatkâr kimselerin davranışları da girer.

Böylece insanlardan hoşgörü ve kolaylık isteniyor. Malî konularda şidde­tin bırakılması, insanlara davranışta iyi ve güzel davranılması, kabalık ve sertliğin terkedilmesi arzu olunuyor. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, elbette onlar etrafından dağılırlardı" (Âl-i İm­ran, 3/159). Hak dine, yumuşaklıkla ve nezaketle davet etmek de, bu kısma da­hildir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap" (Nahl, 18/125).

Kısacası aftan amaç, sözde ve işte insanlara kolaylık, hoşgörü yolunu tut­mak, zorluk ve meşakkati gidermektir. Tirmizî ve Malik'in tahricine göre, Hz. Peygamber (s.a.) iki şey arasında muhayyer bırakıldığı zaman -günah olmadık­ça- onlardan en kolayını tercih ederdi.

2- İyilikle emir: "Örf," şeriatın emrettiği, insanların hayırlı gördüğü, akıllı kimselerin beğendiği şeydir. Maruf, itaat, iyilik ve insanlara ihsanı içine alan bir isimdir. Bunda hoşgörü ve kolaylık caiz değildir. İnsanlar arasında muame­lat ve adetlerde bilinen şey geçerlidir. Kur"an'da maruf, ancak önemli konular­da geçer. Nitekim Cenab-ı Hak, İslâm ümmetinden bahsederken şöyle buyurur: "Sizden hayra davet eden, iyiliği emreden kötülükten alıkoyan bir topluluk bu­lunsun" (Âl-i İmran, 3/104).

Eşler arasındaki hakları açıklarken, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Erkekle­rin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekleri üzerinde hakları vardır" (Bakara, 2/228). Evlilik bağının korunmasını isterken marufu emreder: "Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır" (Bakara, 2/229). Başka bir ayette de şöyle buyurur: "Hem kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın" (Bakara, 2/231).

3- Cahillerden yüz çevirmek:
Cahillere ve düşük kimselere, fiillerinin aynısıyla karşılıkta bulunmamak, onlarla birlikte olmayı terketmek, kendini onlar­dan korumak, onlarla tartışmamak, onlara karşı yumuşak davranmak, kötü huylarına sabretmek, seni üzen şeylerine göz yummak. Ahmak bir cahilin insa­nı üzebilecek bir şey konuştuğunda yüz çevirmek. Afla karşılık vermek. Cenab-ı Hak müminlerin vasıflarını anlatırken şöyle buyurur: "Onlar, bolluk ve dar­lıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir" (Âl-i İmran, 3/134). Affın fazileti hakkında da Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Bağışlamanız ise, takvaya daha yakındır" (Bakara, 2/237).

Bu üç prensip, insanın başkalarıyla olan ilişkileriyle ilgili şeylerde fazilet ve güzel ahlâkın temelleridir. İkrime şöyle demiştir: Bu ayet nazil olunca, Peygamber Efendimiz sas: "Ey Cibril, bu nedir?" dedi. Cibril as: "Rabbin, seninle ilişkisi­ni kesene ilgi göstermeni, sana vermeyene vermeni, sana zulmedeni affetmeni söylüyor" dedi. Taberî ve başkaları, Cabir'den bunun benzerini rivayet derler.

Cafer es-Sadık (r.a) şöyle demiştir: "Allahu Teâlâ, Peygamber (s.a.)'e güzel ahlâkı emretti. Kur'an'da, güzel ahlâkı özetleyen en güzel ayet budur. Abdullah b. Zübeyr şöyle demiştir: "Vallahi, Allah bu ayeti insanların ahlâkı hakkında indirdi." Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Resulullah'ın sas şöyle dediği riva­yet olunmuştur: "Mizanda en ağır gelecek şey, güzel ahlâktır."

Kötülüklerinden korunmak için cahillerden, bozgunculuk ve şerlerinden kurtulmak için şeytanlardan yüz çevrilmesi emrolundu. Cenab-ı Hak: "Şeytan­dan bir vesvese gelirse" buyurmuştur. Yani şeytan sana vesvese vermek için yaklaşır, kalbine emrolunduğun şeyin aksini sokarsa, seni cahilden yüz çevir­mekten engelleyen ve seni onu cezalandırmaya iten bir durum gelirse, hemen Allah'a sığın. Bu halden kurtulmak için Allah'a iltica et, kalbinde ve dilinde Al­lah'ı an. Şeytanın vesvesesini senden gidersin. Allah, cahillerin cahilliklerin­den dolayı söylediklerini, şeytanın dürtüsünden Allah'a sığınmalarını ve diğer mahlukatının sözlerini işitir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O, her şeyi bilendir.

Şu ayette, Kur'an okurken istiaze istenmektedir: "Kur'an'ı okuduğun za­man o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (Nahl, 16/98-99).

"Eğer şeytandan bir vesvese gelirse" gibi ayetlerde hitap, başta Resulullah (s.a.) olmak üzere bütün mükellefleredir. Çünkü şeytan, bütün insanların kalbine vesvese atar. Nitekim Müslim, Aişe ve İbni Mesud'dan, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Hepinizin cinnilerden bir arkadaşı vardır. Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o müslüman oldu."

Sonra Allahu Teâlâ, şeytanın vesveselerinden kurtulma yolunu açıklaya­rak şöyle buyurdu: "Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler." Doğruyu görürler, hak ve iyilik yolunu bilirler. Şeytanın onla­ra verdiği vesveseyi giderirler, şeytana tabi olmazlar. Basiretli, bilgili ve akıllı davranırlar. Bulundukları halden uyanıp doğru yolu bulurlar. Şeytandan Al­lah'a sığınma, bir korunma işidir. Şüphesiz korunma ilaçtan daha hayırlıdır. İnsan, bir masiyete düştüğü zaman, tevbe ederek günahını affetmesi için Al­lah'a döner.

İnsanda, hayra ve şerre karşı bir özlem vardır. Mücahedesi, nefsinin hevasına, şeytanın vesvesesine üstünlük sağlaması oranında Allah tarafından ödüllendirilir. Tirmizî, Nesaî ve İbni Hibban'ın İbni Mesud'dan rivayet ettiği hadis­te Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şeytan da, melek de, insanda konaklar. Şeytanın konaklaması insanı şerre ve hakkı yalanlamaya itmek, mele­ğin konaklaması ise, hayra ve hakkı tasdike yöneltmektir. Kim bu ikinci hali hissederse, bilsin ki o Allah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Birinci durumu hisseden kimse ise, hemen şeytandan Allah'a sığınsın. Sonra Resulul­lah şu ayeti okudu: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size kötü şeyi emreder."

Sonra Allahu Teâlâ, şeytanın bozguncu cahiller üzerindeki etkisinin sınırı­nı zikrederek: "Onların kardeşleri" buyuruyor. Yani şeytanın kardeşleri, muttaki değillerdir. Şeytan, onları saptırır, onlara yardımcı olur, destekte bulunur. Onları saptırmaktan, fesada maruz bırakmaktan geri durmazlar. Onların şer ve fesatta ısrar etmelerini sağlarlar. Çünkü onlar, şeytan kendilerine vesvese verdiği zaman Allah'ı anmazlar. Onun vesveselerinden -ya imansızlıklarından ya da kalblerinde takva olmadığı için- Allah'a sığınmazlar. [109]


[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/167-170.

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

5 Nisan 2019 Cuma

Bedeni Bir Defa Yıkıyarak Gusül Abdesti Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

5. Bedeni Bir Defa Yıkıyarak Gusül Abdesti Almak

257- İbn Abbas'tan Meymûne validemizin şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasulullahın 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti alması için su hazırladım. İki veya üç kere ellerini yıkadı. Sonra sol eline su döküp avret mahallini yıkadı. Sonra elini yere sürdü. Daha sonra ağzını çalkalayıp burnuna su verdi. Yüzünü ve ellerini yıkadı. Sonra vü­cuduna su döktü. Nihayet bulunduğu yerden uzaklaştı ve ayaklarını yıkadı."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR