7 Eylül 2021 Salı

48- El-Vedûd ism-i şerifi:


Allah’ın varlığı ve birliği akılla bulunabilir, ancak mahiyeti ve keyfiyeti, akılla bilinemez. Bu imanın konusudur. Çünkü akıl, yaratılan bir melekedir ve kendisini yaratını kuşatıp kavraması mümkün değildir. Allah ancak isimleriyle bilinir. 

 Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ‘Allah’ın doksan dokuz ismi vardır ki, kim onları bellerse cennete girer’ buyurur. Çünkü bu isimleri manalarıyla bilen ve buna inanan, Allah’ı istenildiği gibi tanımış demektir, bu da onun cennete girmesine yeter. Ancak Allah’ın isimleri bunlardan ibaret değildir, O’nun için söylenmesi caiz olan başka isimler de vardır ve biz bunları ancak Resulüllah’tan öğrenebiliriz.

Allah-u Teala, Kur’an-ı Kerim’de ‘bilin ki, Allah’tan başka ilah yoktur…’ (Muhammed 19) buyurduğuna göre Allah’ın tanınması bilgiyi gerektirir ve bu kadarcık bilme bütün müminler üzerine farzdır. İşte biz de Esma-i Hüsna'yı çalışarak bu farzı yerine getirmeye gayret ediyoruz.

El-Vedud ism-i şerifi, seven ve sevilen manasındadır. O’nun rahmeti, affı, cömertliği gibi bir çok sıfatı sadece zatından kullarına yönelik tarif edilirken Vedûd ismi iki yönlü olarak “hem seven hem sevilen” diye tanımlanmış ve Kur’an’da da açıkça O’nu her şeyden çok sevmemiz istenmiştir. 

Allah Teala’nın biz kullarından böylesine yüksek bir sevgi talebi yani, O’nun sevgisinin kalbimizde en üst noktada olmasını istemesi, bizim ihtiyacımızdan dolayıdır; Zira Rabbimiz hiçbir şeye muhtaç olmayandır. Bunun tersi bir durumda ise Allah gibi sevdiğimiz herhangi bir şeye üzerimizde tanrılık etme yetkisi vermiş oluruz.

Bu iki manasıyla, Allah-u Teala Vedud’dur. Hem mahlukatını sever hem de mahlukatı tarafından sevilir. 

1-Allah-u Teala, el-Vedud’dur mahlukatını sever. Allah’ın kullarını ne kadar çok sevdiğini anlatmak üzere Efendimiz bir benzetme yapar ve çölde devesini kaybedip bütün yaşam umudunu yitiren birisi ölmek için uzandığında devesini yanı başında görse ne kadar sevinirse Allah da günahlarla kendisinden uzaklaşan bir kulu tövbe edip kendisine döndüğünde ondan daha çok sevinir der.

Kur’an-ı Kerim’de Vedûd ismi iki yerde Rahîm ve Gafur isimleriyle birlikte geçmektedir. (Hûd, 11/90; Buruc, 85/14.) Bu seçim bize sevginin bağışlayıcılıkla yakınlığını net bir şekilde vurgular. Seven, merhamet ve mağfiret eder; bu merhamet ve bağışlayıcılığın sürdürülebilmesi için de sevmek şarttır.

Âl-i İmran suresi 31. ayetteki “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” ifadesi bağışlamayı sevgiden hemen sonra getirerek sevgi ile affın bir aradalığına işaret eder. Aynı zamanda bu ayet Allah’ı sevenin O’nun elçisi olan Efendimiz'e tabi olmaktan kaçınmaması gerektiğini de kuvvetle vurgular. Allah ve Rasulünü sevmenin insanda nasıl büyük bir fark meydana getirdiğini büyük günahlardan bazılarını işledikleri için cezalara çarptırılan sahabilerini eleştirenlere Efendimizin, “Ona öyle demeyin, vallahi o Allah ve Rasulünü çok seviyor.” deyişinde de görürüz. Onların Allah ve peygamber sevgisi günahtan uzak durmalarına yetmemişse Efendimizin onlara olan sevgisi de cezanın uygulanmasına engel olmamıştır. Fakat yapılan suçtan şahıslarını uzak tutmuş; onları işledikleri hata ile değil, kalplerindeki sevgi ile anmıştır.

Sevgi imana delalet ettiği gibi neyi sevdiğimize bağlı olarak şirke de delalet eder. Bakara suresi 165. ayet birtakım insanların bazı şeyleri Allah’a denk ve ortak gördüklerini ve onları Allah’ı sever gibi sevdiklerini söyler. Ayetin devamında ise iman edenlerin Allah’a olan sevgisinin daha yüksek olduğu hatırlatılır. Bu ayet ilah oluşun en önemli özelliklerinden birinin sevilmek olduğunu gösterir. 

Demek ki sevgimiz inancımızın mahiyetini ortaya koyar. Bu ayet bizden en çok Allah’ı sevmemizi istemektedir. Bu da sevgide esas olanın sıralama olduğunu gösterir. Yani sevginin bir sıralaması vardır ve herkesi hak ettiği sıraya koymak kişinin erdemini ve kulluğundaki samimiyeti gösterir. Hatta denir ki bir adamın değerini öğrenmek isteyen onun neyi ve kimi sevdiğine bakmalıdır.

Bazılarına göre kulun Rabbini sevmesi Allah’ın lütfu iledir. Kulun gücü ve kabiliyeti sebebiyle değildir. Zira Allah kulunu sevince sevgiyi onun kalbine yerleştirir. Kul da bu ikramla Rabbini sever. Nitekim Maide suresi 54. ayette Yüce Allah ile kullarının sevgisinden aynen bu sırayla bahsedilmiştir.

Belki de sevginin bu esaslı yeri nedeniyle bazıları Allah’ı sadece sevgi ilahı olarak takdim ederler. Oysa O’nun kitabına baktığımızda Rabbimizin sevdikleri kadar sevmediklerinin de olduğunu görürüz.

 Rabbimiz El Vedud ismiyle kimleri sevdiğini  Kur’an-ı Kerim’de bizlere bildirir: 

Allah, muhsinleri (yani Allah’ı görür gibi O’na kulluk edenleri ) sever. (Bakara, 195), çok tövbe edenleri ve iyice temizlenenleri  (Bakara, 2/222.) sever, müttakileri (yani takva ehli kullarını) sever (Âl-i İmran, 3/76.), sabredenleri (Âl-i İmran, 3/146.), tevekkül edenleri (Âl-i İmran, 3/159.), adil olanları (Maide, 5/42.), Allah yolunda saflar halinde savaşanları (Saff, 61/4.) ve Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e uyanları sevdiğini söylerken; haddi aşanları (Bakara, 2/190.), fesat çıkaranları (Bakara, 2/205.), nankör ve günahkârları (Bakara, 2/276.), kâfirleri (Âl-i İmran, 3/32.), zalimleri (Âl-i İmran, 3/57.), müsrifleri (Enam, 6/141.), hainleri, (Enfal, 8/58.) müstekbirleri (Nahl, 16/23.) ve kibirlileri (Lokman, 31/18.) de sevmediğini açıkça söylemiştir. 

Buradan anlıyoruz ki Allah’ın kullarına olan sevgisi –haşa- onlara duyduğu bir zaafın sonucu değildir. Bu prensipleri olan bir sevgidir. Bu noktada varlığın esasını oluşturan koşulsuz sevginin yokluktan varlığa çıkarken Rahman ismi ile herkese, hiçbir şart aranmaksızın tecelli ettiğini; ama kendisine bahşedilen varlık imkânını çarçur edenlerle kemale doğru gitmek için kullananlar arasındaki farkın da bu ilkeli sevgiyi anlatan Rahim ismi ile tezahür ettiğini hatırlamak gerekir.

Tüm bu ayetlerden sonra bizlere düşen vazife ise Rabbimizin sevgisine, mazhar olmak için muhsinlerden, tövbe edenlerden, muttakilerden, sabredenlerden, tevekkül edenlerden, adaletle hükmedenlerden, O'nun yolunda cihad edenlerden ve Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ve onun sünnetine tabi olanlardan olmaktır. Ta ki bununla Allah da bizi sevsin ve el Vedud isminin tecellisine mazhar etsin.

2-Şimdi de el-Vedud isminin ikinci manası olan “sevilen” manası üzerinde konuşalım.

Cenab-ı Hak, mahlukatını sevmesiyle el-Vedud olduğu gibi mahlukatı tarafından sevilmesi cihetiyle de, el-Vedud’dur.

İnsanın kalbine sonsuz bir muhabbet duygusu konulmuştur. Sevdiği şeyi sonsuz ve ölümsüz bir duyguyla sever. Bize verilen sonsuz muhabbet duygusu mahlukları sevmek için ya da mal, makam, şöhret gibi fani ve kıymetsiz şeylere kalbimizi bağlamak için verilmemiştir. Bu duygunun verilme sebebi, Allah’ı sevmektir; Onun isim ve sıfatlarına muhabbet etmektir. Hatta muhabbeti geçip, âşık olmaktır. İşte bunu yaptığımızda el-Vedud ismine mazhar oluruz.

El-Vedud ism-i şerifi her müminde tecelli eder. Çünkü Allah’ı sevmek müminin şiarıdır. Ancak bazı kulların el-Vedud isminden hissesi daha fazladır. Onların sevgisi aşka ulaşmıştır.

Gazali’ye göre bu ismin tecellisine mazhar olan insanlar kendileri için arzu ettikleri her şeyi Allah’ın bütün mahlukatı için de sevip arzu ederler. Bu sevgi doruk noktasına ulaştığında ise kalpte sevgiye engel olacak öfke, kin vb. duygulara yer kalmaz.

Bir başka alime göre de şartlar ne olursa olsun bir kulun kalbinde Allah sevgisi ve onun sevilmesini emrettiklerinin muhabbeti yerleşmişse o kişide bu isim tecelli etmiştir. Böyle birinin Allah’a duyduğu sevgi Allah’ın ona neler verip neler vermediğine bağlı değildir. Böyle biri insanları sevmek için onlar tarafından sevilmeyi beklemez. Sevmek için bahaneler bulur; kızmak için değil. Sevmek için kendini zorlaması gerekmez. İnsanın bu dünyada görebileceği en saf ve pür sevgi olan Allah için sevmek de Allah’ı sevmenin doğal sonucudur.

İnsan sevilmek için uğraşmak yerine düzgün bir inanca ve diğer insanlara faydalı olmaya, salih ameller işlemeye odaklanırsa ayrıca çaba sarf etmesine gerek kalmadan sevilme ihtiyacını karşılayacaktır. Tek gereken bakış açısını değiştirmek ve özgür iradesi ile iman ve amele yönelmektir. Aslında insan bütün özüyle imana ve salih amele yöneldiğinde insanlar tarafından sevilmek artık onun birincil amacı olmaktan çıkar. Öyle olunca da sevilmek onun için beklenen bir amaç değil; Rabbinin fazladan bir ikramı hâline gelir.

Peki bizler, el-Vedud isminin tecellisine daha fazla nasıl mazhar olacağız? Yani Allah’ı daha çok sevip, Ona nasıl âşık olacağız? İnsan sevdiğini, bildiği ölçüde sever. Allah’ı sevmenin yolu, marifetullahtan, yani Allah bilgisinden geçer. Allah sevgisine ulaşmanın ve el-Vedud ismine daha fazla mazhar olmanın yolu, Allah’ı tanımaktan; isim ve sıfatlarını bilmekten ve bu isim ve sıfatların tecellisini kâinatta görmekten geçer. Allah’ı ne kadar çok tanırsak, o kadar çok severiz.

Eğer, “Ben Allah’ı ne kadar seviyorum” diye merak ediyorsanız, O'nu ne kadar tanıdığınıza, isim ve sıfatlarını ne kadar bildiğinize, bu isim ve sıfatların tecellisini kâinatta ne kadar gördüğünüze ve tefekkür ettiğinize bakarak anlayabilirsiniz. Ayrıca, Allah’ı ne kadar sevdiğinize şu ayeti de ölçü yapabilirsiniz: “De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran, 31)

Demek Allah’ı sevmek, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmayı da gerektirir. Çünkü Allah’ı sevmek, Onun razı olacağı şeyleri yapmaktır. Razı olacağı şeyler de en mükemmel surette Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’de gözükmektedir. O halde Allah sevgimizin ölçüsü, Sünnet'e uymamız nispetindedir. Efendimizin sünnetine ne kadar uyuyorsak, Allah’ı o kadar seviyoruz demektir. 

Cenab-ı Hak, el-Vedud ism-i şerifi hürmetine, kalplerimizi ve muhabbetimizi zatına çevirsin…

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 






6 Eylül 2021 Pazartesi

Nasıl bir ‘Allah’a inanıyoruz?-Faruk Beşer


...biz nasıl bir Allah’a inanıyoruz? Ya da bir mümin Allah hakkında en az neler bilmelidir?

Şöyle başlayalım: Kendisinden ve etrafındakilerden üstün, muktedir ve görünmeyen bir varlığa inanma duygusu her insanın fıtratında, belki de genlerinde mevcuttur. En azından insandaki adalet duygusu bunu gerekli kılar. Öyle ya, size yapılan haksızlıkları cezalandırmayan, gasp edilen haklarınızı size iade etmeyen yüce bir varlık yoksa, yaşamanızın da anlamı yoktur.

Allah lafzı, O’nun bütün isim ve sıfatlarını cami özel bir ismidir. İlk harfinden itibaren sırayla her bir harfini atsanız, kalan yine O’nu ifade eder; (Allah, lillah, lehu, hû). Bu sebeple genel kabul, Allah lafzı hiçbir kökten türemeyen, O’nun kendisi için belirlediği ve hiçbir şeye ad olmamış özel ismi olduğudur. Kökünün ‘ilah’ olduğunu söyleyenler vardır. Ama bu etimolojik tahliller belki de Arapçanın ilk ve asıl dil olduğunu, Kur’an-ı Kerim’in de Arapça olarak indirildiğini esas almaktan kaynaklanır. Oysa bütün dilleri yaratan Allah’tır, her dil O’nun bir ayetidir ve Kur’an-ı Kerim’de kökü başka dillerden olan kelimeler de vardır. O kâinatı yaratmadan da kendi ismi ile vardı. Kitabında kendisinden ‘Allah’ diye söz ettiğine göre demek ki, O’nun ismi ezelden beri, yani Arapça yokken de Allah’tı (cc). Arapçanın elbette müslümanlar nezdinde bir değeri değeri vardır, çünkü son ilahi kitap Kur’an-ı Kerim Arapça indirilmiştir, Resulüllah (sa) Arap’tır ve Arapça konuşmuştur ama ‘Arabı üç şeyden dolayı sevin; cennet dili Arapçadır…’ sözü uydurma bir hadistir. Sonuçta Allah ismi O’nun diğer bütün sıfatlarını mündemiç olduğu için bu isim O’ndan başka bir varlığa ad olarak verilmemiştir. (Bkz. Meryem 65).

Kur’an-ı Kerim’de hem ‘Allah’ı zikredin’ hem ‘Allah’ın ismini zikredin’ anlamında ayetler olunca acaba isimle müsemma aynı şey midir, diye düşünenler olmuştur ama bu ayırımın tutarlı bir izahı yoktur, elbette isim ayrıdır, müsemma ayrıdır. Lakin Allah’ın isimleri/sıfatları O’nun zatından ayrı bağımsız bir varlığa sahip olmadıkları için, O’nu her bakımdan ‘bir’ bilmek yani tam bir tevhid için ‘O, isim ve sıfatlarıyla da birdir, isimleri O’nun ne aynıdır ne garıdır’ denir. Mutezile böyle tam bir tevhidin oluşması için, biraz da tanrıyı ‘üç parçadan oluşan bir’ bilen Hıristiyanlara cevap vermek için Allah’a sıfat nispet edilemez, O’nun sadece isimleri vardır derler. Sanki sıfatları da vardır dersek O’nun bu parçalardan oluşan ‘Bir’ olduğunu söylemiş ve Hıristiyanların durumuna düşmüş oluruz gibi düşünmüşler. Bu çok hassas bir hesaptır ama Ehlisünnet alimleri, neticede ismi varsa zorunlu olarak sıfatı da vardır derler. Mesela el-Alîm/her şeyi bilen O’nun bir ismi ise, zorunlu olarak O’nun ‘bilmek’ diye bir sıfatının bulunduğu anlaşılır.

Allah’ın varlığı ve birliği akılla bulunabilir, ancak mahiyeti ve keyfiyeti, akılla bilinemez. Bu imanın konusudur. Çünkü akıl yaratılan bir melekedir ve kendisini yaratını kuşatıp kavraması mümkün değildir. Allah ancak isimleriyle bilinir. Resulüllah Efendimiz (sa) ‘Allah’ın doksan dokuz ismi vardır ki, kim onları bellerse cennete girer’ buyurur. Çünkü bu isimleri manalarıyla bilen ve buna inanan, Allah’ı istenildiği gibi tanımış demektir, bu da O’nun cennete girmesine yeter. Ama Allah’ın isimleri bunlardan ibaret değildir, O’nun için söylenmesi caiz olan başka isimler de vardır ve biz bunları ancak Resulüllah’tan öğrenebiliriz.

Allah Kur’an-ı Kerim’de ‘bilin ki, Allah’tan başka ilah yoktur…’ (Muhammed 19) buyurduğuna göre Allah’ın tanınması bilgiyi gerektirir ve bu kadarcık bilme bütün müminler üzerine farzdır.

Allah’a inanma önce kalbin O’nu olduğu gibi kabulü/ ikrarı, bir bilmesi, sonra dilin bunu tasdiki ile tamamlanır. Buna ‘kelime-i tevhid’ denir. Bu kadarla kişi mümin olur, ancak buna şahitlik etme derecesine çıkması da istenir ki, buna da ‘keleme-i şehadet’ denir. Her iki temel cümlede Resulüllah’ın O’nun kulu ve resulü olduğunu da tasdik ve şahitlik vardır. Allah’a sırf kalbinden inanan ama bunu kimseye duyurmayan kişi Allah katında mümin olabilir ve kurtulabilir, ama biz ona mümin muamelesi yapamayız. Devam edeceğiz.

5 Eylül 2021 Pazar

47- El-Hakîm ism-i şerifi:


Hakîm "hikmet sahibi" demektir. Allah abesle iştigal etmez, O Hakîm’dir, her yaptığı işte hikmetler vardır. Hiçbir şey rastgele ve sebepsiz değildir. Kâinatta tesadüf yoktur. O'nun faydasız, boş ve tesadüfî bir işi bulunmaz. Allah bir kulunun ölmesini murad ederek mükâfatlandırabilir, diğerini yaşatarak cezalandırabilir. Kimin kârlı çıkacağı sonunda belli olur. Kimine dünyalık verip başına bela eder, kimini yoksul ve hasta kılıp korur. İyi ve kötü, anlık durumlarla tespit edilemez. Bunun için sabır ve tefekkür gerek. Allah Teala hikmetsiz iş yapmaz, insan için yararlı ve zararlı olanı bilir; bu nedenle de her emir ve yasağı insanların lehinedir.

Allah’ın emir ve yasakları bir hikmete dayalıdır. Şeriatta hikmetsiz bir kural yoktur. Her emir ve yasağın şeriatın genel amaçlarında bir yeri vardır. Allah’ın yasak ettiği şeylere dikkat ederseniz her biri insanlar için birer afettir. Bu afetleri de, haramı-helali de yaratan Allah’tır. Onları yapabilecek kuvvet ve kudreti veren de O'dur. Bununla beraber haramı yasak eden, helali mübah kılan da O'dur. Bundaki hikmeti de imtihan olmasıdır.

Eğer bu emirler "Kitap ve Sünnet’in" tarifine göre yerine getirilirse ona mahsus hayır ve menfaat meydana gelir, insanlar bilmediğini öğrenir, her an gelişir, ilerler. Fakat Kitap ve Sünnet'e göre yapılmazsa hayır ve menfaat kesilir, ilerleme de durur.

 O halde Allah Teala inananlara neyi emrediyorsa onların yararına, nelerden sakındırıyorsa, o şeyler onların zararınadır.

 Allah Tealanın hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir. Gerek emir ve nehiylerindeki, gerek işlerindeki hikmet ve faydaların gayesi kainatın düzeni ve kıyamet vaktine kadar devamıdır. 

Hakîm kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 97 yerde geçmektedir. Bunlardan beşinde Kur’an’a nispet edilmekte ve böylece hakîm vasfı hem Rabbimizin ismi hem de O’nun kelamının sıfatı olmaktadır. (Yunus, 10/1; Lokman, 31/2.) Kur’an’ın Hakîm diye isimlendirilmesi onun baştan sona hikmet dolu olduğunu; içinde hikmetsiz hiçbir söz bulunmadığını ifade eder.

Hikmet, doğruyu yanlıştan ayırt etme kabiliyetidir. Hikmet sahibi olan her şeyi layık olduğu yere koyar. Yani bütün işleri yerli yerincedir.  Önemsiz şeyleri abartma, önemli şeyleri ihmal etme hatası işlemezler. En önemli şeyleri en önemsiz şeyler için feda edecek ahmaklıklar yapmazlar. Aynı şekilde kendi yer ve değerlerini de bilir, ne şımarır, ne azarlar, ne de kendilerini ziyan edecek şekilde hayatlarını boşa harcarlar. Kendisine hikmet verilen kişiler sahip oldukları her şeyi (ömür, ilim, mal, sağlık vs.) de bir denge içinde yerli yerinde kullanırlar. 

Ancak “yaptığı her işte, her sözünde ve davranışında mutlaka bir hikmet vardır” sözü Allah’tan başkası için kullanılmaz. Çünkü insanın bilgisi, görüşü, eşyanın bütününü kavrama kabiliyeti ne kadar sınırlıysa hikmeti de o oranda sınırlıdır.

Hakîm isminin tecelli ettiği bu kişiler hayatta cereyan eden işlerin içyüzünü kavramış demektir. Çünkü o büyük resmi fark etmiş, hayatın sırrını sezmiş, olaylara bütün içinde bir anlam verebilmiştir. Hayatın sadece dünyadan ibaret olmadığını ve anlamın bu dar âlemle sınırlanmadığını bilmiştir. Bu idrak insanı kendi kontrolünde olmayan olaylar hakkında daha iyimser, daha sabırlı ve daha dirençli kılar. Hikmete talip olanın, Hakîm’in tecellisi nispetinde varlığın anlamını kavraması ve olanla olmayanda tecelli eden hayırları görmesi mümkün olur. (Fatır, 35/2.) Böyle insanlar yaşam olaylarının peşi sıra bilinçsiz bir şekilde sürüklenmez; yaşadığı her olay onu geliştiren bir fırsata dönüşür. Bilir ki, Allah Teala hikmetsiz iş yapmaz. O’nun her işi anlamlı ve gerektiği gibi olması demektir. Ancak insanın aciz kavrayışı çoğu zaman olaylardaki hikmeti idrak edemez. Bu sebeple insanlık hiçbir zaman vahiyden mahrum bırakılmamıştır. Vahiy yoluyla gelen bilgi, yaratılışın anlam ve hikmetini bilmenin tek yoludur. Varlığın hikmetini kavramak isteyen insan mutlaka vahiyden beslenmek zorundadır. (Yunus, 10/109.)

Son olarak Hakîm olan Rabbimizin hikmet tecellilerine açık olmak için bilgi ve kavrayış gücünün yetmeyeceğini de hatırlatmamız gerekir. İslam uleması bu noktada davranışa dönüşmeyen, yani gereğine göre yaşanmayan bilginin hikmetle sonuçlanmayacağını özellikle vurgularlar. Hikmetin marifet ve bilgiden farkı da budur. Hikmetle amel arasındaki bu ilişkiyi Elmalılı şöyle açıklar: “İlim ve ameli cem edemeyene hakîm denmez."

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

4 Eylül 2021 Cumartesi

Hac Suresi,Nuzül,Konusu,Fazileti

Hakkında

Âyetlerinin çoğu Mekke’de, bir kısmı ise Medine döneminde inmiştir. 78 âyettir. Hac ibadetinden bahsettiği için bu adı almıştır. Sûrede ayrıca kıyamet gününün dehşetinden, kıyamet günü yaşanacak sahnelerden, cihattan ve helâk edilmiş eski toplumlardan söz edilmektedir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi ikinci, iniş sırasına göre yüz üçüncü sûredir. Nûr sûresinden sonra, Münâfikūn sûresinden önce inmiştir. Sûrenin üslûbu ve içeriği, bir kısmının Mekke, bir kısmının da Medine döneminde indiğini düşündürmektedir. Özellikle baş taraftaki âyetlerin Mekke döneminde inmiş olması ihtimali güçlü olduğundan, genellikle Mekkî olarak nitelenir ve bütününün iniş sırası itibariyle 103. sûre olduğu kabul edilir (bu konudaki rivayet ve görüşlerin değerlendirilmesi için bk. İbn Âşûr, XVII, 180-183; Derveze, VII, 73-74; Esed, II, 666; Emin Işık, “Hac Sûresi”, DİA, XIV, 420; Ateş, nüzûl sırası bakımından seksen sekizinci sûre olduğu kanaatindedir, bk. VI, 5).

Konusu

Sûrenin başında insanlara Allah’ın birliğine inanma ve O’na saygısızlıktan kaçınma çağrısı yapılırken kıyamet gününün dehşeti hatırlatılmakta, öldükten sonra dirilmenin gerçekliğini kavratmak için insanın meydana gelişine ilişkin aşamalardan ve tabiattaki yenilenmelerden söz edilmektedir. Daha sonra hac ve kurban ibadetinin amaçlarına, müslümanlara varlık mücadelelerini sürdürmeleri için hicret ve düşmanla savaş müsaadesi verildiğine değinilmekte, önceki toplumların başına gelenlerden ibret alınması için uyarılar yapılmakta, peygamberlerin getirdiği vahyin ilâhî kaynaklı olduğuna dikkat çekilmekte, evrende Allah’ın varlık ve birliğini gösteren deliller üzerinde düşünme fırsatı veren örneklere işaret edilmekte ve sonunda da müslümanlara, kendilerine yüklenen ulvî görevin bilincinde olmaları çağrısı yapılmaktadır.

İman, şirk, ibadet, cihad gibi konular üç ana çerçevede ele alınmak­tadır. Bunlar hicret, savaş ve hacdır. Her üçünde de insanın yerini yurdunu terkedip uzaklara gitmesi, çeşitli zahmetlere katlanması ve aynı inancı taşıyanlarla kader birliği etmesi söz konusudur. Kader birliği ise millet ve ümmet olmanın, bir toplum haline gelmenin temel şartıdır. Hz. Peygamber o tarihteki örneklerine uygun bir devlet kurmak isteseydi Hâşimî sülâlesinin gücüne dayanmak zorunda kalacaktı. Halbuki o, önce inanç ve kültür temeli üzerine kurulan yepyeni bir ümmet meydana getirmiştir. Sûre, etnik ve kültürel kökenleri farklı insanların ümmet olmak için nelere sahip bulunmaları ve neler yapmaları gerektiği hususunda âdeta bir gündem belirlemektedir. Hicret öncesinde inmeye başlayan sûre, müslümanları güçlü bir birlik oluşturmaya ve onları hicret sonrasında ortaya çıkacak devleti kurmaya hazırlar gibidir (Emin Işık, “Hac Sûresi”, DİA, XIV, 421).

Fazileti

Kurtubî –Gaznevî’den naklen– şöyle bir tesbite yer verir: Hac sûresi en ilginç sûrelerdendir; kısmen gece kısmen gündüz, kısmen se­fer­de kısmen hazarda, bir kısmı Mekke’de bir kısmı Medine’de, bir kısmı savaş sırasında, bir kısmı barış döneminde inmiştir; hem nâsih hem mensuh âyetler, hem muhkem hem müteşâbih âyetler içerir (XII, 5).

Ebû Hanîfe ve Süfyân es-Sevrî gibi âlimlere göre bu sûrede sadece bir secde âyeti vardır (18. âyet). Aralarında Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’in de bulunduğu bir grup âlime göre ise 18 ve 77. âyetlerinde secde yapılması gerekir. Ukbe b. Âmir’in, iki secde ihtiva etmesinden hareketle bu sûrenin ayrı bir faziletinin bulunup bulunmadığı yönündeki sorusuna Hz. Peygamber’in “Evet, vardır” cevabını verdiği rivayet edilmiştir; ancak hadisin sıhhat derecesi tartışmalıdır (Kurtubî, XII, 5).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/22-hac-suresi

3 Eylül 2021 Cuma

Enbiyâ Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 112 âyettir. “Enbiyâ”, peygamberler demektir.Sûre, temel konu olarak peygamberlerden, onların tevhit davası uğrunda verdikleri mücadelelerden bahsettiği için bu adı almıştır

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi birinci, iniş sırasına göre yetmiş üçüncü sûredir. İbrâhim sûresinden sonra, Mü’minûn sûresinden önce Mekke döneminde inmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd, “Benî İsrâil (İsrâ), Kehf, Meryem, Tâhâ ve Enbiyâ sûreleri, benim Mekke’de ilk öğrendiğim güzel sûrelerdir” demiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 21/1). Bazı müfessirler 44. âyetinin Medine döneminde nâzil olduğu kanaatindedir.

Konusu

Sûrede Allah’ın birliğinin yanı sıra O’nun eş, ortak ve çocuk edinmekten münezzeh olduğu; vahiy, peygamberlik ve insanların vahiy karşısındaki tutumu, kıyamet alâmetleri, kıyamet halleri, öldükten sonra dirilme ve hesap verme gibi İslâm’ın temel inançları ele alınmakta; insanlarda ve kâinatta Allah’ın kudretini gösteren delillere, Allah’ın büyüklüğüne, kâinatın bütünlüğü ve düzeni ile Allah’ın birliği arasında bir irtibat bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu arada hayat ve ölüm konularına yer verilmekte, hiçbir insanın ebedî olarak yaşayamayacağı hatırlatılarak insanların bu gerçek ışığında davranmaları istenmektedir. Peygamberleri yalanlayan önceki kavimlerin helâk oldukları, sonrakilerin onların yurtlarını ve kalıntılarını gördükleri halde ibret almadıkları için cezaya çarptırıldıkları bildirilmekte; Hz. İbrâhim’in putperest kavmiyle olan mücadelesine, bazı peygamberlerin kıssalarından kesitlere yer verilmekte, son olarak da Hz. Muhammed aleyhisselâmın âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygamber olduğu ifade edilmekte ve davetinin esasları açıklanmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/21-enbiya-suresi

2 Eylül 2021 Perşembe

Tâhâ Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 135 âyettir. Sûre, adını birinci âyette yer alan harflerden almıştır. Sûrede, Allah’ın peygamberler aracılığıyla insanlara gösterdiği doğru yolun temel gerçeklerine işaret edilmekte, Hz.Peygamber teselli edilerek peygamberlik görevini mutlaka en güzel şekilde başaracağı müjdelenip kendisine karşı çıkanların uğrayacağı sonuçlar izah edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirminci, iniş sırasına göre kırk beşinci sûredir. Meryem sûresinden sonra, Vâkıa sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 130 ve 131. âyetlerin Medine’de nâzil olduğuna dair bir rivayet de vardır.Hz. Ömer’in İslâmiyet’i kabul edişiyle ilgili meşhur rivayette Ömer’in, kız kardeşi ve eniştesinin evine baskın yaptığında işittiği ve çok etkilendiği âyetlerin Tâhâ sûresinin âyetleri olduğu ve bu olayın peygamberliğin beşinci yılında cereyan ettiği dikkate alınarak, genellikle Mekke döneminin ortalarına doğru indiği kabul edilir.

Kaynaklarda nüzûlü için belirli bir sebepten söz edilmez. Geldiği dönemin şartları ve sûrenin içeriği, Hz. Peygamber’e ve müminlere teselli verip onların moralini yükseltmeyi amaçladığını göstermektedir.

Konusu

Hz. Peygamber’in mâneviyatını yükselten ve Allah’ın kudretine dikkat çeken ifadelerle başlanmış, ardından Hz. Mûsâ’nın Firavun’la mücadelesine, Cenâb-ı Hakk’ın İsrâiloğulları’na lutfettiği nimetlere ve onların hatalı tutumlarına geniş bir biçimde yer verilmiştir. Daha sonra Hz. Âdem’in yaratılışına, şeytanın onu ve eşini kandırıp cennetten çıkma­larına sebep oluşuna değinilmiş, inkârcıların karşılaşacakları âkıbet hatırlatılmış ve ebedî mutluluğun Allah’a saygıda kusur etmekten sakınanların olacağı belirtilmiştir.

Fazileti

Hz. Peygamber’den rivayet edilen bir hadiste anlatıldığına göre, Tâhâ ve Yâsîn sûrelerini işiten melekler şöyle demişlerdir: Bun­ların kendilerine gönderileceği ümmete ne mutlu, bunları taşıyan gönül­lere ne mutlu, bunları okuyan dillere ne mutlu!” (Dârimî, “Fezâ­ilü’l-Kur’ân”, 20).

Birçok sûrede olduğu gibi âyetlerinin kısa ve sonlarının secili olması sûrenin okunuşuna apayrı bir mûsiki katmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/20-taha-suresi

1 Eylül 2021 Çarşamba

46- El-Vâsi ism-i şerifi:


Sözlükte bir şeyi içine alan ve ona güç yetiren (genişlik ve kapasite) anlamında olan vâsi bütün âlemleri ilmi, rahmeti, kudreti ve diğer bütün vasıflarıyla kuşatan demektir. Mahlukatın istek ve ihtiyaçlarının genişliğine karşı Yaratan’ın lütuf ve ihsanı, af ve mağfireti, kudreti onların hepsine karşılık verecek kadar, hatta daha da geniştir. 

Kısaca, Cenab-ı Hakk’ın Vâsi oluşu, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatmasıdır.

Bir kaç örnekle açıklayalım: Cenab-ı Hak Alimdir, ilminin her şeyi kuşatması ve bu ilminden hiçbir şeyin gizlenememesi cihetiyle hem Alîmdir hem Vâsidir.

Yine Allah-u Teala, kudretinin sonsuz olması cihetiyle Kadirdir. Bu kudretin, zerreden güneşe kadar bütün kâinatı kaplaması ve ikinci bir kudretin müdahalesine izin vermemesi cihetiyle ise hem Kadirdir hem Vâsidir.

Yine Allah-u Teala, cömertliği ve ikram etmesi cihetiyle Kerimdir. Bu ikram ve ihsanın her şeyi kuşatması; denizlerin diplerindeki balıklardan, gökyüzündeki kuşlara kadar her mahlukun bu ikrama mazhar olması cihetiyle ise hem Kerimdir hem Vâsidir.

Yine Cenab-ı Hak, bir kulunu affetmesi ve kusurlarını bağışlaması cihetiyle Gafurdur, Afuvdur. O kulu affettiği gibi, bütün günahkarları da affetmesi; affının ve mağfiretinin herkesi kuşatması cihetiyle ise hem Gafurdur hem Afuvdur, hem de Vâsidir.

Sözün özü, bir ismi şerifin bir mahluktaki cüzi tecellisi, yalnız o ism-i şerife bakarken, aynı ismin kâinatı kuşatan tecellisi, o isimle birlikte, Allah’ın Vâsi ismine bakar.

O halde, Vâsi ismi, Allah’ın, isim ve sıfatlarıyla bütün alemi kuşatmış olmasıdır. Nasıl ki deniz, bir balığı tamamen içine almıştır ve balık her vakit bu kuşatmanın içindedir; aynen bunun gibi, kâinat da, her daim, bu isim ve sıfatların tecellisine mazhar olur. İşte bu isim ve sıfatların nihayetsizliği ve bütün kâinatta aynı anda gözükmesi, el-Vâsi isminin tecellisidir.

Allah-u Teala, var olan her şeyi kuşatmıştır. Bu yüzden hiç kimse O’na gereği gibi hamd ve sena edemez. O, ancak kendisini övdüğü gibidir. Yüceliği, iktidarı, mülkü, fazlı ve keremi, iyilik ve ihsanı, cömertlik ve keremi çok geniştir. O’nun varlığı bütün zamanları, hatta zaman öncesini ve sonrasını bile kuşatmıştır. Zira O, öncesiz ve sonsuzdur. O’nun bilgisi bütün bilgileri kapsamıştır. Bir bilgi, O’nu öteki bilgilerle uğraşmaktan men etmez. O’nun gücü bütün güçlerin üstündedir. Hiçbir güç O’nu başka bir güçle meşgul etmez. Hiçbir durum, O’nu başka bir durumla ilgilenmekten men edemez. O’nun işitmesi, işitilen bütün sesleri kapsayacak genişliktedir. Hiçbir ses ve dua, O’nu başka ses ve duaları işitmekten men edemez. O’nun sıkıntıda olan birisine yardım etmesi, başkalarını ihmal etmeye veya yardımı ertelemesine mani olmaz.

Allah-u Teala, Kuran’da ‘göklerin ve yerin Rabbi’ olduğunu bizlere bildirir. Bütün genişliğe sahip olanın da Kendisi olduğunu söyler. Allah her yere istiva etmiştir. Allah’ın mülkü geniştir. Nimetleri tükenmez, rahmetinin sınırı yoktur, bağışlaması da çok geniş olandır. Kullarının tüm ihtiyaçlarını onlar hiçbir şey yapmadan karşılayan Allah’ın rahmeti ve merhameti sonsuzdur. ‘Vasi’ sıfatı özellikle müminler üzerinde çok yoğun olarak tecelli eder. Allah’ın rahmeti ve merhameti son derece geniştir. İnanan kullarını rahmetiyle sarıp kuşatmıştır ve dünyada onları tüm düşmanlardan korur.

Kuşeyri rahmetullahi aleyh Vâsi ismindeki genişliğin sadece lütuf ve ihsanlar alanında değil, kaza ve belaların def’inde de tecelli ettiğini ve asıl bu alanın genişliğini kulun idrak etmesine imkân olmadığını söyler. Haklıdır da. Çünkü bugüne kadar kim bilir hangi afet ve kazalardan korunmuş olduğumuzu asla bilemeyiz. Yine Kuşeyri’ye göre Rabbimizin bize verdiği nimetler vermediklerinin yanında çok çok azdır. Allah kulunun kendine yakın olmasını murat ettiğinde onu kendinden uzaklaştıracak dünya nimetlerini azaltır. Ayrıca O’nun nimetlerinin genişliği bu dünya ile sınırlı değildir. Bu açıdan baktığımızda asıl nimet genişliğinin cennetlerde bizi bekleyen mükâfatlar olacağını görebiliriz.

Peki bir insana bu ismin tecelli ettiğini nasıl anlarız? Gönlünün ve elinin genişliğinden anlarız. Bu ismin tecelli ettiği kullar bela ve sıkıntı anlarında Allah’ın vereceği genişlikten ümidini kesmez ve her olanın O’nun katında bir anlamı olduğunu bilip ona göre sabreder. Genişliğe ulaştığı zaman da elinin erdiği tüm mahlukatı o genişlikten istifade ettirir. Allah Teala da ona gösterdiği bolluk ve cömertlik ölçüsünde ikram eder. (Bakara, 2/261.) 

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in dualarında hep genişlik istediğini hatırlatarak bitirelim. Bir gün kendisine günahlarının çokluğundan yakınan birine şöyle dua etmesini tavsiye etmiştir: "Allah’ım! Senin mağfiretin benim günahlarımdan daha geniştir, tek ümidim ve güvendiğim senin sonsuz ve nihayetsiz rahmet ve merhametindir."

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

31 Ağustos 2021 Salı

Meryem Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 98 âyettir. Bazı tefsir bilginlerine göre 58 ve 71. âyetler Medine döneminde inmiştir. Sûre, Meryem’in, oğlu İsa’yı nasıl dünyaya getirdiğini anlattığı için bu adla anılmıştır. Sûre de başlıca, tevhit inancını yerleştirmek amacıyla bazı peygamberlerin kıssaları ve kıyamet sahneleri konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada on dokuzuncu, iniş sırasına göre kırk dördüncü sûredir. Fâtır sûresinden sonra, Tâhâ sûresinden önce, Mekke döneminin 4. yılında inmiştir. 58 ve 71. âyetlerinin Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (İbn Âşûr, XVI, 57-58).

Konusu

Sûre genel olarak tevhid inancının doğruluğunu ve peygamberlik müessesesinin gerçekliğini ispatlamayı hedeflemektedir. Bu cümleden olarak sûrede yahudilerin Hz. Meryem ve oğlu Hz. Îsâ hakkındaki iftiralarının reddedilmesi, Zekeriyyâ aleyhisselâma –ihtiyar olmasına rağmen– oğlu Yahyâ’nın verilmesi, Hz. Meryem’in –Allah’ın bir mûcizesi olarak– Hz. Îsâ’yı babasız dünyaya getirmesi, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. Hârûn ve diğer bazı peygamberlerin hak dine davet yolunda harcadıkları çaba dile getirilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/19-meryem-suresi

30 Ağustos 2021 Pazartesi

Kehf Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 28. âyetin Medine döneminde indiği de rivayet edilmiştir. 110 âyettir. Sûre, adını; ilk defa dokuzuncu âyette olmak üzere,birkaç yerde geçen “kehf ” kelimesinden almıştır. Kehf, mağara demektir. Sûre de temel konu olarak, inançları sebebiyle öldürülmekten kurtulmak için bir mağaraya sığınan gençlerin mucizevî hâlleri, ayrıca Hz. Mûsâ ile Zülkarneyn konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada on sekizinci, iniş sırasına göre altmış dokuzuncu sûredir. Gāşiye sûresinden sonra, Nahl sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Ancak 28. âyeti ile 83 ve 101. âyetlerinin Medine’de indiği rivayeti de vardır.Nüzûl sebebi olarak tefsir ve siyer kaynaklarında şöyle bir olay anlatılmaktadır: Müslümanların sayısının çoğalması üzerine müşrikler, Resûlullah’ın peygamber olup olmadığını araştırmak için Nadr b. Hâris ile Utbe b. Muayt’ı Medine’deki yahudi âlimlerine gönderip kendilerine şu tâlimatı vermişlerdi: “Muhammed’in durumunu onlara sorun, vasıflarını ve söylediklerini anlatın; onlar kitap ehlidir, peygamberler hakkında bizim bilmediklerimizi bilirler.” Bu iki adam, Medine’ye giderek meseleyi yahudi âlimlerine anlattılar. Onlar da, “Muhammed’e, geçmiş zamanlarda mağaraya sığınmış gençleri; dünyanın doğusunu ve batısını dolaşmış olan adamı; rûhun ne olduğunu sorun; eğer bunları size bildirirse o bir peygamberdir, ona uyun; aksi takdirde bir falcıdır, ona istediğinizi yapabilirsiniz” dediler.

Nadr ile arkadaşı Mekke’ye dönüp bunları Hz. Peygamber’e sordular. O da “Sorularınıza yarın cevap veririm” dedi. Fakat “inşallah” demesi gerekirken bunu ihmal ettiği için o günden itibaren on beş gün vahiy gelmedi. Bunun üzerine Mekke halkı, “Muhammed bize, ‘Sorularınıza yarın cevap veririm’ diye söz vermişti. Ancak aradan on beş gün geçtiği halde hâlâ sorularımıza cevap vermedi” diyerek dedikoduya başladılar. Hz. Peygamber’e vahyin gecikmesi sırasında iyice bunaldığı bir sırada Cebrâil yukarıdaki soruların cevabını içeren Kehf sûresi ile İsrâ sûresinin 85. âyetini getirdi (İbn Âşûr, XV, 242-244).

Tefsir ve siyer kaynaklarından bu rivayeti nakleden İbn Âşûr, Ashâb-ı Kehf hakkında Hz. Peygamber’e soru sormaya Kureyşliler’i teşvik edenlerin, ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen bazı hıristiyanlar veya Kureyş’in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunan kiliselerdeki hıristiyan din adamları olabileceğini söylemektedir (XV, 259-260).

Elmalılı Muhammed Hamdi de yukarıdaki rivayeti geniş şekliyle naklettikten sonra, hadis tekniği açısından bu rivayetin zayıf olduğunu, buna dayanılarak sûrenin tefsir edilmesinin doğru olmayacağını ifade etmektedir. Elmalılı’ya göre sûrenin baş tarafındaki âyetler gösteriyor ki esas iniş sebebi, “Allah çocuk edindi” denilmiş olmasıdır. Sûre, bunun ilmî dayanağı bulunmayan büyük bir yalan olduğunu açıklamak, bu sözü söyleyenleri uyarmak ve onları tevhide davet etmek için indirilmiş, Zülkarneyn ile ilgili sorunun cevabı da bunun tamamlayıcısı olmuştur (V, 3220).

Konusu

Yüce Allah’a hamd ile başlayan Kehf sûresinin başlangıcında Allah’ın kutsiyeti ve kemal sıfatlarıyla Kur’an’ın üstünlüğü, müminlere verilecek mükâfatın müjdesi ve Allah’a çocuk yakıştıranların uyarılması konuları yer alır; kâfirlerin inatçı tutumları karşısında üzülen Hz. Peygamber’in durumuna da işaret edilir (1-8). Bundan sonraki âyetlerin büyük bir kısmının konularını şu üç ibretli kıssa oluşturur: 1. Ashâb-ı Kehf kıssası (9-26). Bu kıssada inançları uğruna canlarını ortaya koyarak yurtlarından çıkıp dağdaki bir mağaraya sığınan gençlerin durumu anlatılır. 2. Hz. Mûsâ ile Hızır’ın kıssası (60-82). Bu kıssada Hızır ile Hz. Mûsâ arasında geçen olağan üstü olaylar ve bunlarla ilgili açıklamalar yer alır. 3. Zülkarneyn kıssası (83-98). Bu kıssada takvâ ve adalet sahibi bir hükümdar olan Zülkarneyn’in batıya ve doğuya yaptığı seferlerle Ye’cûc ve Me’cûc’ün yeryüzüne yayılmasını önlemek için yaptığı set anlatılmaktadır. Sûrede ahlâk eğitimine yönelik temsilî anlatımlar da yer almaktadır.

Fazileti

Kehf sûresinin fazileti hakkında birçok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:

Berâ b. Âzib’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir adam Kehf sûresini okuyordu, yanında da iki uzun iple bağlı bir at vardı. Derken bir bulut adamın üzerine doğru inmeye başladı. Bulut yaklaştıkça yaklaşıyordu. At bundan dolayı ürktü ve huysuzlandı. Sabaha çıkınca o zat Hz. Peygamber’e gelerek olayı anlattı. Resûlullah, “O, sekînettir (huzur verendir), Kur’an okunduğu için inmiştir” buyurdular (Buhârî, “Fezâil”, 11; Müslim, “Müsâfirîn”, 240; sekînet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/248).Diğer hadislerde de Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Kim, Kehf sûresinin başından on âyet ezberlerse deccâlden korunmuş olur” (Müslim, “Müsâfirîn”, 257); “Kim, Kehf sûresinin son on âyetini okursa deccâlin fitnesinden korunur” (Müsned, VI, 446); “Kim, Kehf sûresini indirildiği gibi okursa sûre, kıyamet gününde onun için bir nûr olur (Beyhak^, Sünen, III, 249).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/18-kehf-suresi

29 Ağustos 2021 Pazar

Çalgılı müziklerin dinlenmesi hususunda hadisler ve İslam alimlerinin görüşleri nelerdir?


Soru detayı 

Tanbur, saz, zurna, klarnet gibi çalgı aletlerinin haramlığına ilişkin hadis ve içtihatlar var mıdır?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kur'ân-ı Kerim'de ses sanatı olarak "müzik" kavramını ifade eden özel bir kelime ve kavram bulunmamaktadır. Ancak müziğin muhtevası, icrası ve sonuçlarını ilgilendiren ve bu hususlarda temel ölçü sayılacak kurallardan söz eden birçok ayet-i kerime yer almaktadır. Bu kuralları şu şekilde özetleyebiliriz:

Hadis kaynaklarında Rasulullah (s.a.s)'den çeşitli yorum ve uygulamalar nakledilmektedir. Bunların bir kısmı sahih, bir kısmı zayıfdır. Sahih rivâyetlerde Rasulullah (s.a.s.)'in müziği Kur'ân-ı Kerim'de belirtilen ölçüler ışığında değerlendirdiği, dini açıdan sakıncalı gördüğü müzik icralarını yasakladığı, dini açıdan her hangi bir sakınca görmediği müzik icralarına da müsade ettiği, hatta bizzat kendisinin de bu gibi müzikleri dinleyip ashabını teşvik ettiği ifade edilmektedir.

Eserlerinde müzik konusuna yer veren alimler bu hususta farklı görüşler belirtmişlerdir. Bu meyanda kimi İslâm alimleri müziği bütünüyle haram sayma yoluna gitmiş, kimisi mekruh demiş kimisi de müziğin bütünüyle mübah olduğunu savunmuştur. Bütün bunların yanında müziği çeşitli yönleriyle tahlil ederek olumlu / mübah olanını, olumsuz / haram olanından ayıklamaya çalışarak, gerek muhteva gerekse icrasında dinin temel kurallarına aykırılık bulunmayan ve insanlarda olumlu sonuçlar doğuran müziğe cevaz verip, bu özellikleri taşımayan müziği haram sayanlar da olmuştur. Esasen kaynaklar dikkatli incelendiği zaman müziği haram, mekruh ya da mübah sayan alimlerin hemen bütününün konuyu bu açıdan ele alıp inceledikleri görülecektir. Bu da alimlerin müziği içinde yaşadıkları toplumların sosyo-kültürel yapısına göre değerlendiklerini göstermektedir.

İslam alimleri genel olarak müziği önce Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler açısından ele almış, sonra da bunun icra biçimi yanında faydaları ve zararları üzerinde de durarak yorumlar yapmışlardır. Bu yorum ve tutumları dört kısımda değerlendirmek mümkündür:

I. Genel olarak haram sayanlar,
II. Genel olarak helal sayanlar,
III. Genel olarak mekruh sayanlar,
IV. Her müzik çeşidini özel olarak değerlendirip yorumlarını bunların icra şekli, muhtevası ve sonuçlarına göre yapanlar.

I. Müziği Genel Olarak Haram Sayanlar

Bazı alimler türü ve muhtevası ne olursa olsun "müzik" kavramına giren her türlü ses sanatını haram saymışlardır. Bu husustaki bazı görüşler ve delilleri şöyledir:

      A. Kur'an-ı Kerim

"İnsanlardan öyleleri vardır ki, halkı fark ettirmeden ve hiçbir bilgiye dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve dini alaya almak için boş söz ve eğlendirici sözler (lehve'l-hadîs) satın alırlar. işte onlar için hor ve hakir edici bir azap vardır."(1)

Tirmizî'nin Ebu Ümâme el-Bâhilî'den naklettiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Şarkıcı kadınların alım ve satımı, onlar üzerinden para kazanmak ve onların karşılığında alınan ücretler helal değildir. Allah Teâlâ'nın şu sözü onlar hakkında nazil olmuştur: 'İnsanlardan öyleleri vardır ki..."(2)

İmam Kurtubi (ö. 671/1273), müfessirlerin bu konudaki görüşlerini nakletikten sonra: "Bu konuda en doğru görüş, "Lehve'l-Hadis"ten maksadın şarkı olduğunu ifade eden görüştür. Peygamber (s.a.v.) ve ashab-ı kirâmdan nakledilen görüşler de bunu gerektirir" demektedir. (3)

İbn Arabî (ö. 543/1148) "Lehve'l-Hadis"in yorumunda "şarkı ve çalgı aletleri", "batıl olan her şey" ve "darbuka" şeklinde üç ayrı görüş olduğunu söyledikten sonra, en doğru görüşün "Lehve'l-Hadis"ten maksadın "batıl olan her şey" olduğunu savunan ikinci görüş olduğunu ifade etmiştir. (4)

Muhamed Hamdi Yazır (ö. 1361/1942) ise konuyu şöyle özetlemektedir: "Tefsir alimlerinin bir çoğu "Lehve'l-Hadis"i şarkı ile tefsir etmişlerse de araştırmacıların tercihi ayetin zahiri gereği genel bir mana ifade etmesidir. Bununla beraber burada asıl azarlamanın hikmeti şununla anlatılmıştır: "Bilmiyerek Allah yolundan saptırmak ve onu alaya almak." Yani saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin akibetini sezdirmeden dini ve ahlakı bozmak ve Allah yolu ve onun hak diniyle eğlenmek için.(5)

Ayetin müziğin haramlılığına delil olarak ileri sürülmesine karşı çıkan İmam Gazzâlî bu konudaki görüşünü şöyle ifade etmektedir: "Din karşılığında, Allah yolundan saptırmak için "Lehve'l-Hadis" satın almak haramdır. Bu konuda tartışma yoktur. Her çalgı, dinin karşılığında satın alınmıştır ve Allah yolundan saptırıcıdır da denilemez. Ayetten maksat da budur. Bir kişi Kur'an-ı Kerim'i dahi Allah yolundan saptırmak için okusa haram işlemiş olur.(6)

      B. Hadis-i Şerifler

Her tür ve çeşidiyle müziğin haramlılığını savunanlar bu hususta bir çok hadis ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bir kısmı sahih, bir kısmı zayıf diğer bir kısmı da uydurmadır. Zayıf ve uydurma hadisler fıkhi konulara temel teşkil edemeyeceklerinden, burada bunlardan sahih olanların başlıcaları üzerinde durulacaktır.

Ebu Hureyre (r.a.)'den rivâyet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.s.) köpek ticaretini ve şarkıcı kadının (Zemmâre) kazancını yasaklamıştır."(7)

Nâfi'den rivâyet edilmiştir: "İbn Ömer bir gün zurna sesi işitti. Parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak yoldan çekildi ve "Ey Nâfi' bir şey işitiyormusun?" dedi. Ben "Hayır" dedim. Bunun üzerine parmaklarını kulaklarından kaldırdı ve "Ben Peygamber (s.a.s.) ile beraberdim. Bunun gibi bir şey işitti ve aynen böyle yaptı."dedi.(8)

Hanefi fakihlerinden İbn Abidîn(9) ile Hanbelî fakihlerinden İbn Kudâme(10) bu hadisleri çalgı aletlerinin haram olduğuna delil olarak zikretmiştir.

Başka bir rivâyet de şöyledir:

"Şüphesiz Allah ve Resulü (asv), içki, kumar, davul ve tamburu yasaklamışlardır."(11)

Hadislerin içerdiği konular dikkate alındığında müziğin genelini haram sayma konusunda delil kabul edilen bu hadislerin ana konusunu çalgı aletleri, şarkıcı kadınlar (kayne) ve ağıtın oluşturduğu görülecektir. Zeylai gibi kimi alimler bu hadisleri müziğin genelini yasaklayıcı mahiyette yorumlamışlarsa da, İmam Gazzâlî, Kemâlüddin İbn Hümâm (ö. 861/1457), Abdülganî Nablusî (ö. 1143/1731), İbn Âbidîn (ö. 1252/1836), Takiyyüddin Sübkî, Remlî, İbn Hazm ve Şevkânî gibi diğer bir kısım alimler bu gibi hadisleri yorumlamışlardır. Yapılan yorumlar özetle şöyledir:

Hadislerin ana konuları içkili, kadınlı, içinde birçok haramın işlendiği meyhâne eğlencelerinden (lehv) oluşmaktadır. Bu da gerek çalgı aletleri gerekse diğer müzik çeşitlerinin haram olması, aletlerin ve müziğin kendileri ile ilgili bir husus olmayıp, bunlarla haram işlenmesi ya da haram işlenen ortamlarda çalınmalarından dolayıdır. Dolayısıyla bu âletler helal ve mübah eğlencelerde, içine başka bir haram karıştırılmadan kullanılırsa caizdir. Beraberinde başka haramlar işleniyorsa, "Harama sebep olan şeyin kendisi de haram olur."(12) kuralı gereği caiz olmazlar.(13)

Ağıt konusunda ise hemen bütün alimler Rasulullah (s.a.s.)'den nakledilen bütün hadislerde saç-baş yolma, yüz göz tırmalama şeklinde icra edilen ve kadere isyan manası taşıyan ağıtların yasaklandığını ifade etmişlerdir.

II. Müziği Genel Olarak Mübah Sayanlar

Bazı alimler müziğin genel manada helal olacağı görüşünü ileri sürerek çeşitli deliller ileri sürmüşlerdir. Bu hususta ileri sürülen delilleri ve yorumlarını şöyle özetleyebiliriz:

      A. Kur'ân-ı Kerim

Müziğin genel manada mübah olduğunu ifade ettiği söylenen ayetlerin başlıcaları şunlardır:

          1. Kur'ân-ı Kerim'de müziğin bir cennet nimeti olduğu ifade edilmiş ve mü'minler buna özendirilmişlerdir. Dolayısıyla genel olarak müzik helaldır. Rûm, 30/15'de şöyle buyurulmaktadır:

"İman edip salih amel işleyenler, bir bahçede nimetlenir ve neşelenirler (yuhberûn)."(14)

Yahya b. Kesîr, Evzâî ve Vek'î, âyette geçen yuhberûn kelimesini "zevk ve şarkı" olarak tefsir etmişlerdir.(15)

Bazı alimler ayetin bu şekildeki yorumunu esas alarak müziğin genel manada mübah olacağını ifade etmişlerdir.

Benzer bir yaklaşım Yasin 55'de yer alan "Doğrusu bugün, cennetlikler eğlenceyle meşguldürler." mealindeki ayet-i kerimenin yorumunda sergilenmiştir.

           2. "O Allah yeryüzündeki her şeyi sizin için yaratmıştır."(16)

             "Allah size haram kıldığı her şeyi açıklamıştır."(17) mealindeki ayet-i kerimeler.

İbn Hazm bu ayetlerde yeryüzünde var olan bütün varlıkların insanın faydasına yaratıldığı ve hakkında özel bir yasaklayıcı nas bulunmadığı müddetçe de bunların helal olacağını; haklarında özel yasak bulundan şeyler arasında müzik diye bir maddenin bulunmadığını ifade etmiştir.(18) Daha sonra İbn Hazm konuyu doğrudan ya da dolaylı ilgilendiren diğer nasları da dikkate alarak şu yorumu yapmıştır:

"Bununla beraber, ameller niyetlere göredir. Kim müziği Allah'a isyan etmek için dinlerse o fasıktır. Bu kural müzikten başka şeyler için de geçerlidir. ibâdetini daha rahat edâ edebilmek ve hayır işlerinde daha faal olabilmek için dinlenme maksadıyla müziği dinleyen kişi ise, bununla Allah'a ihsan üzere itaat etmiş sayılır. Bu gibi kişilerin müzik dinlemesi ise haktır doğru bir iştir. Kim de ne ibâdet ne de günah maksadı olmaksızın müzik dinlerse o da fayda ya da zararı olmayan bir işle (lağv) meşgul olduğundan Allah tarafından bağışlanır. Bu çeşit müzik dinleme, dinlenmek için bahçeye çıkma veya kapısının önüne oturma, elbiseleri çeşitli renklere boyama gibi bir şeydir.”(19)

       B. Hadis-i Şerifler

            1. Aişe (r.a.)'den rivâyet edilmiştir: "Bir gün Ebu Bekir (r.a.) yanıma geldi. Ensardan iki kız benim yanımda Buas günü ensarın söylediği mersiyelerden söylüyorlardı. Fakat bunlar meslekten şarkıcı değildi. Ebu Bekir (r.a.) "Peygamber evinde şeytan düdükleri mi?" diye çıkıştı. O gün bayram günüydü. Peygamber (s.a.s.): "Ey Ebu Bekir! Her milletin bir bayramı vardır. Bu gün de bizim bayramımızdır." buyurdu. (Buhâri, Îdeyn, 2, 3; Müslim, Îdeyn, 16)

İmam Gazzâlî ve İbn Kudâme el-Makdisî bu hadise dayanarak müziğin esasen mübah olması gerektiğini ifade etmişlerdir.20

             2. Aişe (r.a.)'den gelen diğer bir rivâyet de şöyledir: "O, bir kadını Ensardan birisi ile evlendirdiği zaman Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştu:

"Ey Aişe! Düğününüzde eğlence yoktu. Halbuki Ensar eğlenceden hoşlanır."(21)

             3.Hakim'den gelen bir rivâyette: "Çünkü Ensar eğlenceği sever." buyurulmuştur.(22)

Hâkim hadisin Şeyhayn şartlarına göre sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de bu tespiti doğru bulduğunu ifade etmiştir.(23)

            4. Âmir b. Sa'd'den nakledilmiştir: "Bir düğün münâsebetiyle Karaza b. Ka'b ve Ebu Mes'ûd el-Ensârî'nin yanına gittim. Küçük bir kız çocuğu şarkı söylüyordu. Ben: "Siz Rasulullah (s.a.s.)'ın arkadaşları ve Bedir ashabından olduğunuz halde, sizin yanınızda bunlar (nasıl) yapılıyor?" dedim. Onlar: "İster bizimle kalırsın, istersen gidersin. Bize, düğünde eğlenmeğe, musibet anında da ağlamaya izin verildi." dediler.(24)

İbn Hacer hadisin râvîlerinin güvenilir kişiler olup isnadının sahih olduğunu ifade etmiştir.(25)

              5. Tirmizi rivâyeti ise şöyledir: "Nikahı ilan ediniz. Onu mescidlerde yapınız. Nikahda def çalınız."(26)

İbn Hacer Mühelleb'den şunu nakletmektedir:

"Bu hadis düğünlerin, def ve mübah olan şarkılarla ilanının caiz olduğunu göstermektedir. Toplumda önder sayılan bir kişinin mübahlık sınırını aşmadıkça, eğlenceli düğünlere katılması da bu hadise göre caizdir."(27)

Aynî, "Bu hadis düğünlerin, def ve mübah olan şarkılarla ilanının caiz olduğunu göstermektedir."(28) diyerek kendi görüşünü belirttikten sonra et-Tevdîh adlı eserden şunu nakletmiştir:

"Alimler düğün yemeğinde def vb. aletler eşliğinde eğlenmenin (lehv) caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Hadislerde özellikle düğün üzerinde durulması ise, nikahın ilanı ve hukukunun sabit olması içindir."(29).

Beğavî (ö. 516/1122)'nin yorumu da şöyledir: "İmam der ki: Düğünü ilan etmek ve düğünde def çalmak müstehaptır."; "Ben de derim ki: Düğün ve sünnet düğünlerinde def çalmak bir ruhsattır."(30)

              6. Seleme b. Ekva'dan rivâyet edilmiştir: "Peygamber (s.a.s.) ile birlikte Hayber'e yola çıkmıştık. Gece gidiyorduk. Kafileden bir kişi Âmir b. Ekva'a -Âmir şairliğiyle bilinen bir kişi idi"Bize bildiğin şeylerden bir şeyler söyle, dinleyelim." dedi. Âmir devesinden inerek şu türküyü söylemeye başladı:

"Ey Allah'ım! Sen olmasaydın biz hidayet bulamazdık.
Sadaka verip, namaz kılamazdık.
Her şeyimiz sana feda olsun, bizi bağışla.
Düşmanla karşılaşırsak, ayaklarımız sabit kıl.
İçimize huzur ve güven ver.
Biz, çağrılınca gideriz.
Seslendikçe yardıma erişiriz."

Peygamber (s.a.s.) "Kim bu sürücü?" dedi. "Âmir b. Ekva'" dediler. Peygamber (s.a.s.) "Allah onu esirgesin." buyurdu.(31)

Bu hususlarla ilgili olarak alimlerin yorumları kısaca şöyledir: Normal zamanlarda şarkı dinlemenin hükmü:

Hadisler ve fıkıh kaynaklarının genelinde müzik dinlemenin bazı sebepler dolayısıyla ve belirli kurallar çerçevesinde caiz olacağı yönündedir. Ancak bu kaynaklarda belirtilen savaş, düğün, hacı karşılama, yolcu karşılama, bayram vb. sebeplerin dışında normal zamanlarda dinlenme ya da eğlenme amacıyla müzik dinlemenin caiz olup olmayacağı hususuna da yer verilmiştir. Bu hususta Hanefî alimlerinden Haskefî, Kâsânî, Zeylaî, Molla Hüsrev, Dâmâd ve İbn Âbidîn şöyle demişlerdir: "Kişinin gayri meşru eğlence (levh) maksadı gütmeksizin, yalnızlığını giderme gayesiyle, kendi kendine şarkı söylemesinde bir sakınca yoktur."(32) Yine İbn Âbidîn, düğün, gazi ve yolcu karşılama gibi gayri meşru eğlence (lehv) şeklinde olmadığı takdirde, davul ve def çalmak için davulcu ya da defçi kiralamada bir sakınca olmayacağını ifade etmektedir.(33)

III. Müziği Genel Olarak Mekruh Sayanlar

Müziği genel olarak, her çeşit ve türü ile haram ya da mübah sayanların yanında bir de onu mekruh sayanlar vardır.

Hanefi mezhebi alimlerinden Zeylâî, Dâmâd, Haskefî ve İbn Âbidîn eserlerinde müziğin genel olarak mekruh olduğunu ifade eden görüşlere yer vermişlerdir. Bu hususla ilgili adı geçen eserlerde yer alan ifadeler şöyledir:

 İmam Ebu Yusuf'a düğünlerin dışında, bir kadının, fasıklığı gerektirecek bir şey olmaksızın çocuğuna def çalmasının hükmü sorulduğunda onun, "Onu kötü görmem, ancak aşırı oyuna (la'bu'l-fâhiş) sebeb olan müziği hoş karşılamam." şeklinde cevap verdiği nakledilmektedir.(34)

IV. Müziğin Haram ya da Mübahlığını Şartlara Bağlayarak Yorumlayanlar:

Müziği temelde haram ya da helal kabul ederek değerlendiren alimlerin yanında, türüne, icra şekline ve icra edenler ile dinleyenler üzerindeki etkilerine bakarak değerlendiren alimler de vardır. Esasen yapılan tahliller dikkatle incelendiğinde hemen bütün alimlerin müziğin haram ya da helallığını belirli şartlar altında kabul ettikleri gözükecektir. Bu bölümde alimlerin bu husustaki tahlillerini ve üzerinde durdukları şartları nakletmeye çalışacağız.

Müziği temel prensip olarak haram sayanlar helal olabilmesi için şartlar ileri sürerken, temelde müziği helal sayanlar haram olabilmesi için şartlar ileri sürmüşlerdir.

Müziği Temelde Haram Sayanların Helallik için Şartları

         1. Zeylâi, Molla Hüsrev, Dâmâd, Haskefî, Kâsân ve İbn Abidin başta olmak üzere hemen bütün Hanefi alimleri, eğlence (lehv) maksadı gütmeksizin kişinin yalnızlığını gidermesi gayesiyle kendi kendine şartı söylemesinin caiz olacağını söylemişlerdir.(35)

         2. Zeylâî, Âlemgîr, Dâmâd, İbn Abidin vd. şiir kafiyelerini ve güzel konuşmayı öğrenme maksadıyla şarkıyla meşgul olmada bir sakınca görmemişlerdir.(36)

          3. Haskefî'ye göre düğünlerde(37), ve ziyafetlerde(38) şarkı söylemenin bir sakıncası yoktur.

Özet olarak Hanefî mezhebi alimlerinin görüşü şöyledir: Hanefî mezhebinin önde gelen muhakkıklarından

İbn Hümâm (ö. 861/1457), sonuç olarak:

"Haram olan müzik, sözlerinde, hayatta olan belirli bir erkek veya kadın tasviri, içki, meyhane vb. yerlere özendirici sözler, belirli bir Müslüman veya zimmî'yi kötüleyen ifadeleri hitiva eden müziktir."(39) derken;

Abdülgani en-Nablusî (ö. 1143/1731):

"Müzik, müzik olduğu için haram değildir. Böyle olacak olsa bütün coşturucu güzel seslerin de haram olması gerekir. Bu ise yanlıştır. Bilakis müziğin haram oluşu, eğlence (lehv) özelliği taşımasından dolayıdır. Çünkü müzikle ilgili nakledilen hadisler genelde eğlence (lehv) şartı ile kayıtlıdır. Bu kaydın bulunmadığı hadisler de, genel muhtevâya göre yorumlanır. Dolayısyla müziğin haram olabilmesi için, gerek şarkı gerekse çalğı aletlerinin eğlence (lehv) özelliği taşıması şarttır. Eğlence (lehv) özelliği taşımayan müzik haram olamaz."(40) açıklamasına yer vermiş;

İbn-i Abi­din (ö. 1252/1836) de:

"Çalgı aletleri (âletü'l-lehv) zatından dolayı haram (haram li aynihi) değildir. Bilakis ya dinleyendeki veya kullanandaki bazı özelliklerden dolayı haram olurlar. Haram veya helal oluşu bunlardan birisiyle tesbit edilir. Dikkat edilirse bu aletlerin çalınması, dinleyiş niyyetine göre bazen haram bazen de helal olmaktadır. Genel bir kaide de vardır ki: "İşler maksatları­na göredir." diyerek Nablusî ile aynı görüşleri paylaşmıştır.(41)

Bu gerekçelere göre Hanefi mezhebi, dini görev ve sorumlulukları engellemeyen, söz veya icrasında haramlara özellikle de zinaya teşvik ve tahrik unsuru bulunmayan, toplumsal itibar ve güveni zedelemeyen, ahlaksızlara, karşı cins (kadın-erkek) veya farklı din sahiplerine özenti içermeyen müzik çeşitlerinden istifade etmede bir sakınca görmemektedir. Hatta İmam Kâsânî insan üzerinde olumlu etkileri olan müziklerden istifade etmenin gereklilğine dikkat çekmiştir.(42) Ancak İmam Ebu Yusuf gereğinden fazla müzikle meşgul olmanın doğru olmayacağını belirtmiştir.(43)

Hanefî mezhebinde, hakim görüş, kadınların normal zamanlarda bile seslerini yükseltmelerinin (44), şarkıcılığı meslek edinmeleri ve yabancı erkeklerin işiteceği şekilde şarkı söylemelerinin haram olduğu, çocuklarına ninni söylemelerinin caiz olduğu yönündedir.(45)

Sonuç olarak, müziğin helal ya da haram olması yönünden şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Müziğin, insanları Allah yolundan alıkoymaması.

2. Din ve dince mukaddes kabul edilen şeyleri alay konusu etmemesi.

3. Dini sorumluluk ve görevleri ihmal edecek seviyede olmaması.

4. Dini değerlere aykırı konularda propoganda özelliği taşımaması.

5. Söz veya icrâsında yalan, iftira, zinaya teşvik gibi dince yasaklanan hususların yer almaması.

6. İbadet gibi telakki edilmemesi.

7. Kur’ân okuma ve dinleme kültürünün önüne geçmemesi.

8. İnsanları nefsânî arzularına esir edecek bir icra, muhteva ve seviyede olma*ması.

9. İnsanları dini ya da dünyevî faydalardan tamamen uzak bir şekilde faydasız şeylerle meşgul etmemesi.

10. Maddi ya da manevi her hangi bir zarar unsuru taşımaması.

Bu prensipleri en kapsamlı bir şekilde A’râf, 7/33. âyet-i kerimesinde bulmak mümkündür:

“De ki: Benim rabbim ancak, açık ya da gizli yüz kızartıcı çirkin işleri (fuhş), günahı (ism), haksız yere başkalarının hakkına tecavüzü (bağy), Allah’a hiçbir delil indirmediği şeyi ortak koşmanızı (şirk) ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklar.”

Ayet-i kerimede yer alan “Fuhuş”, açık ya da gizli her türlü çirkin işler ile başkalarının namus ve haysiyetine tecavüzü; “ism”, genel manada günah, akıl ve mantığa aykırı her türlü davranış ve bilerek Allah’ın yasaklarını çiğnemeği; “Bağy”, haksız yere başkalarının can, mal, namus ve kişilik haklarına tecavüzü ifade etmektedir.(46)

Dipnotlar:

1. Lokman, 31/6.
2. Tirmizî, Buy'u, 51; Beyhakî, Sünen, IV, 14; Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzûl, Beyrut, ts, 260.
3. Ahkâmu'l-Kur'ân, XIV, 53.
4. Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 1481-1482.
5. Hak Dini Kur'ân Dili, V, 3839.
6. Gazzâlî, ihyâ, VI, 164.
7. Beyhakî, Sünen, VI, 126; Beğavî, Şerhu's-Sünne, VIII, 22-23.
8. Ebû Dâvûd, Edeb, 60, Beyhakî, Sünen, X, 222; Şuab, 5120.
9. İbn Âbidîn, Hâşiyetü Reddü'l-Muhtâr, V, 306.
10. Muğnî, XII, 41.
11. Beyhakî, Sünen, X, 222.
12-13. Gazzâlî, ihyâ, VI, 142-144; İbn Hümâm, Fethu'l-Kadir, VI, 482; Nablusî, Îdâhû'd-Delâlât, Süleymaniye Ktp., Esat Ef., nr., 1762/1, vr., 7a-b, 8a-b, 9a, 11a, 27a, 28a; İbn Âbidîn, Hâşiyet-ü Reddi'l-Muhtâr, V, 305, 307; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 113-119; Sübkî,Tekmile, XX, 230; Remlî, Nihâyetü'l-Muhtâc, VIII, 298; Muhallâ, VII, 567.
14. Rûm, 30/15.
15. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, X, 173; Ebu Hayyân, Bahru'l-Muhît, VIII, 380.
16. Bakara, 2/29.
17. En'am, 6/119.
18. İbn Hazm, Muhallâ, VII, 559.
19. İbn Hazm, a.g.e., VII, 567.
20. Gazzâlî, ihyâ, VI, 153; İbn Kudâme, el-Muğnî, XII, 41-42.
21. Buhârî, Nikâh, 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 269; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, IX, 49
22. Hâkim, Müstedrek, II, 200, nr. 2749; Beyhakî, Sünen, VII, 288.
23. Hâkim, Müstedrek, II, 200.
24. Nesâî, Nikah, 80; Tahâvî, Şerhu Meânî'l-Âsâr, IV, 294; Beyhakî, Sünen, VII, 289; İbn Hacer, el-Metâlibü'l-Aliyye, II, 54.
25. İbn Hacer, Metâlib, II, 54; Cüdey', Ehâdîs-ü Zemmî'l-Gınâ, s., 50.
26. Tirmizî, Nikah, 6.
27. Fethu'l-Bârî, XIX, 244.
28. Umdetü'l-Kârî, XVI, 330.
29. age., XVI, 345.
30. Şerhu's-Sünne, IX, 47, 49.
31. Buhârî, Meğâzî, 38; Edeb, 90; Diyât, 17; Müslim, Cihad ve Siyer, 123; Beyhakî, Sünen, X, 227.
32. Zeylaî, Tebyînü’l-Hakâik Şerh-u Kenzü’d-Dekâik, Mısır, 1313, IV, 222; VI, 14; Molla Hüsrev, Dürer, II, 380; Dâmâd, Mecma’, II, 190; Haskefî, Dürrü’l-Muhtâr, IV, 591; İbn Âbidîn, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr, IV, 592; Kâsânî, Bedâ'î, VI, 269.
33. İbn Abidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr, V, 46.
34. Âlemgîr, Fetâvây-ı Hindiyye, Mısır, 1310, V, 351; Şilebî, Hâşiyet-ü Tebyîn, VI, 13; Aynî, Umde, V, 369.
35. Zeylaî, a.g.e., IV, 222; VI, 14; Molla Hüsrev, a.g.e., II, 380; Dâmâd, a.g.e., II, 190; Haskefî, a.g.e., IV, 591; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 592; Kâsânî, Bedâ'î, VI, 269.
36. Zeyla'î, a.g.e., IV, 222; VI, 14; Âlemgîr, Fetâvây-ı Hindiyye, V, 351-352; Dâmâd, a.g.e., II, 190; İbn Âbidin, a.g.e., IV, 592; V, 305.
37. Haskefî, a.g.e., IV, 591-592.
38. Dâmâd, a.g.e., II, 190; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 592.
39. İbn Hümâm, Fethü'l-Kadir, VI, 482; İbn Âbidîn, a.g.e., V, 305.
40. Îdâh, vr., 7a-b, 8a-b. 9a, 11a, 27a-28a.
41. İbn-i Abidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr, V, 307
42. Kâsânî, Bedâî, VI, 269
43. Âlemgîr, Fetâvây-ı Hindiyye, V, 351; Şilebî, Hâşiyet-ü Tebyîn, VI, 13; Aynî, Umde, V, 369.
44. Dürer, II, 380.
45. Tahâvî, Muhtasar Tahâvî, s., 435; Kudûrî, (Mukayyed), s., 177; Haskefî, Dürrü'l-Muhtâr, IV, 591-592; Serahsî, Mebsût, XVI, 132; Zeyla'î, Tebyîn, IV, 221-222; Mergînânî, Hidâye, III, 123; Molla Hüsrev, Dürer, II, 380; ibrahim Halebî, Mültekâ, s, 112; Âlemgîr, a.g.e., V, 351; Şilebî, a.g.e., VI, 13; Aynî, a.g.e., V, 369.
46. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 2155.

(Behlül DÜZENLİ, İslam Açısından Müzik)


https://sorularlaislamiyet.com/calgili-muziklerin-dinlenmesi-hususunda-hadisler-ve-islam-alimlerinin-gorusleri-nelerdir-1?amp

28 Ağustos 2021 Cumartesi

45- El-Mucîb ism-i şerifi:


El-Mucib, dualara cevap veren, demektir.

İnsanların ihtiyaçlarının karşılanması için bilgilerinden faydalanmak üzere birbirlerine müracaatları ve yardımlaşma isteği doğrudur fakat, insan kudretinin üstünde bulunan işler için yine insanlara müracaat etmenin doğru olmadığını bilmek lazımdır. Çünkü, insan kudretinin üstünde olan her müşkülü ancak Allah açar ve böyle bir şeyi Allah’tan başkasından istemek onu Allah’a denk tutmak olur ki, bu küfürdür, şirktir.

Sebebi bilinmeyen, çaresi bulunmayan veya kimsenin karşılayamayacağı hacetler vardır ki, bu hallerde yalnız Allah’a iltica edilir ve yalnız O'ndan yardım istenir.

Böyle çaresizlik zamanlarında, "Mucib, Rahim, Kerim" olan Allahu Teala‘ya kalplerinin bütün samimiyetiyle yalvarırlar. Sonra da, metanetle ve soğukkanlılıkla Allah'ın hükmüne kendilerini teslim ederler. Nihayetinde böyle çaresiz hallerinde kendisine iltica edenler hakkındaki Allah’ın vaadi gelir, çok defa umulmayan yerlerden selamet kapıları açılıverir.

 İnsan hayallerine ulaşmak için bir çok yol dener, olmadık kapılar çalar. Şirk de çoğu zaman bu arayışların yanlış adreslerde aranmasından doğar. Oysa Yaratıcımızın Mucib ismi asıl istenilecek mercinin Yüce Allah olduğunu, çünkü her isteğe sadece O’nun cevap vereceğini bildirir. Bakara, 186.ayette buyurduğu gibi "Kullarım sana beni sorarsa, şüphesiz ki ben çok yakınım. Bana dua edince Ben o dua edenin duasına karşılık veririm.” Allah Teala kuluna, kulundan daha yakındır. Bundan maksat mekan veya cihet yakınlığı değildir. Çünkü bir mekanda veya cihette bulunduğunu kabul etmek, oradakilerine daha yakın, başka yerdekilere daha uzak gibi uluhiyete yaraşmayan batıl neticeler doğurur. Allah’ın her zerreye, her noktaya yakınlığı eşittir. Onun için kendisine yalvaran  herbir kişiyi bilir yalvarmalarını işitir.

Rabbimiz kullarının her vesileyle kendisine başvurmasını ister; her şeyi kendisinden istemelerinden hoşnut olur. (Mü’min, 40/60.) Hatta Furkan, 77.ayette “De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” buyurarak O’nun katındaki tüm değerimizin dualarımızdan kaynaklandığını söyler. Dua, Allah’ın yüceliği karşısında kulun çaresizliğini itiraf etmesini; sevgi, saygı ve tazim duyguları içinde O’nun lütuf ve yardımını dilemesini ifade eder. Dua, gücü ve imkânı sınırlı olanın sınırsız güce sahip bir kapıya yönelmesi demektir. Dua, temelde kavli ve fiili olarak ikiye ayrılır.

Kavli dua, sözle ve kalple yapılan duadır. Dil ile yapılan bu duada kul Rabbi ile konuşur, ihtiyacını ondan ister, ona yalvarır.

Fiili dua, olmasını istediğimiz şey uğruna gayret etmektir yani kişinin, haliyle Allah’tan bir şey istemesidir. Mesela, bir çiftçinin tarlayı ekmesi, fiili duadır. 

Bir öğrencinin ders çalışması fiili bir duadır. 

Yine bir hastanın doktora gitmesi, hal diliyle yapılan bir duadır. O halde, bir hasta elini açıp “Ya Rabbi, bana şifa ver.” dese, kavli dua, doktora gittiğinde de fiili dua etmiş olur.

Kısacası, fiili dua etmek, sebeplere yapışmak demektir. Kim, hangi işinde, hangi sebebe yapışıyorsa, neticeyi gösterdiği gayretle Allah’tan istiyor demektir. 

Hal dili ile birlikte yapılan dualara daha hızlı ve çabuk icabet edilir. Bu sebeple bizler, dilimizle yaptığımız dualara, fiili duaları da eklemeliyiz. Yani olmasını istediğimiz şeylerin sebebine de yapışmalıyız.

Duanın sürdürülebilmesi Rabbimizin Mucib ismi ile mümkündür. Eğer yakarışlarımızı bir işiten ve dikkate alan olmasaydı nasıl dua edebilirdik ki? Düşünün yakarıyorsunuz ama işitilmiyor, itibar edilmiyor ve karşılık verilmiyorsunuz. Bunun kadar acıklı ve vahim bir durum düşünülemez. Cehennemde ebedi kalmak üzere cezalandırılan kâfirlerin içinde bulunduğu durum işte tam da budur. 

Mucib ismi doğrudan doğruya dua edenlere tahsis edilmiş bir isimdir. Yani Rabbimiz bir ismini sadece dua edenlere ayırmış ve onların dualarına mutlaka icabet edeceğini bu şekilde garanti etmiştir. Bu ismin isim kalıbıyla Kur’an’da geçtiği tek ayet olan Hud suresi 61. ayette bu isimden önce "yakın" anlamındaki Karib ismi gelir. Buna göre Allah hem kullarına yakın hem de onların yalvarışlarına cevap veren bir Rab’dir. O yakın olup da elinden bir şey gelmeyen veya güçlü olup da yakın olmayanların faydasızlığından beridir.

Burada dikkate alınması gereken şey cevap vermenin illa ki duada istenen şeyin aynıyla kabul edileceği anlamına gelmediğidir. Duaya mutlaka cevap verilir, isterse talep edilen şeyin aynını, isterse daha iyisini verir. Dilerse o duayı ahiret için kabul eder, dünyada neticesi görülmez. Vermek istediğini bazen kulları vasıtasıyla bazen de akıl sır ermeyen yollarla verir. Kısacası, Allah’ın her kuluna ayrı bir muamelesi vardır. Kula yaraşan istemektir. Ondan sonra Hak kendisi hakkında ne muamele ederse ona memnuniyetle razı ve teslim olmaktır.

Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir: Allah-u Teala bizim bütün ihtiyaç ve sıkıntılarımızı bildiği halde neden bizim dua etmemizi istiyor ve kendine yalvarılmasından hoşnut oluyor da vereceğini biz istemeden vermiyor? Tefsir ve hadis âlimi Kuşeyri rahmetullahi aleyh bunun bizim imtihanımızla ilgili olduğunu söylüyor. Çünkü Mucib "talepte bulunanın -karşılamaya kimsenin muktedir olamayacağı- arzularını yerine getiren” demektir ve kulun bunu idrak etmesi tevhit inancının olmazsa olmaz rüknüdür. Dua eden kul, kendi yetersizliğini idrak etmiş ve Allah Teala’nın isteklerini verecek en yüce makam olduğunu kabul etmiştir.

Ayrıca yine Kuşeyri’nin belirttiğine göre sabır ve şükürle kazanılacak nice dereceler vardır. Hele ümitlerin kesildiği anda samimi bir yakarmanın kulu ulaştıracağı makamlar duaların sonunda ulaşılacak lütufların en büyüğüdür. Ayrıca insanın her nimeti hazır bulması onun tekâmülü açısından elverişli bir durum değildir. Aksine hedefler koymak, bu hedefler için çalışmak, yetemediğimiz yerlerde alçakgönüllülükle duaya sığınmak hem inancımızın hem de karakterimizin kuvvetlenmesi için en doğru yoldur.

Gazali rahmetullahi aleyh, mucib isminin tecellisine mazhar olabilmek için kulun kendisinin de çağrılara icabet eden bir mucib olması gerektiğini kaydeder. Allah-u Teala kulların dua ederek gönderdikleri davete icabet ettiği gibi kullar da Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği davetine icabet etmelidir. (Enfal, 8/24; Ahkâf, 46/31.) Bu da Allah’ın emir ve nehiy biçimindeki davetlerine uymaya, gücü nispetinde ihtiyaç sahiplerine yardım etmeye, gücü yetmediği yerde nezaketle cevap vermeye, kim çağırırsa çağırsın davete gitmeye yönelik icabetlerle gerçekleşir. 

Mucib kısaca "icabet eden/cevap veren" olduğuna göre bu ismin zorunlu sonucu bir isteyen ve soranın olmasıdır. Rabbimiz isteyene icabet etmiş, sorana da cevap vermiştir. Kur’an’da pek çok ayet "sana soruyorlar…" diye başlayıp o sorulara cevap verilerek tamamlanır. Mucib ismi kullarının -ne kadar saçma ve gereksiz olursa olsun- sorularına cevap veren Yüce Allah’ın ahlakını ortaya koyar. Bu ismin tecelli ettiği kişiler de kendilerine soru soran, istekte bulunan hiçbir Allah kulunu küçümsememeli, sorularını önemsiz görmemeli, layıkıyla cevaplamalı ve istekleri de karşılamalıdır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in kendisinden bir şeyler isteyen hiç kimseye "yok" demediğini, imkânı olmayan durumlarda ileri tarihte bir gün vererek o isteği mutlaka yerine getirdiğini biliyoruz. İşte böyle olur Mucib’in kulları…

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

27 Ağustos 2021 Cuma

44- Er-Rakîb ism-i şerifi:


Rakip, kontrol etmek ve muhafaza etmek demektir. Rakip ismi bu iki anlamı birden içerir ve kulun içinde bulunduğu duruma göre ya tehdit ya da müjde ifade eder. Bu da diğer pek çok esmada olduğu gibi celal-cemal dengesinin tecelli etmesinin kulun içinde bulunduğu duruma göre değişeceğini gösterir. İyilik ve doğruluğu amaç edinip o yolda yürüyenler için zorluklar ve yanlış değerlendirilmelerle karşılaşmaları durumunda "Allah’ın her şeyi gözetliyor olması" bir müjde iken niyetini bozan ve yoldan çıkanlar için bir tehdittir. (Maide, 5/117.)

Gerek kontrol gerekse muhafaza edebilmek her detayı hakkıyla bilmeyi, işitip görmeyi, her olanın iç yüzüne vakıf olmayı, gücünün her şeye yetmesini gerektirir. Bu nedenle bu isim esma-ül hüsnadan pek çoğu ile ilişkilidir. Aslında esma-ül hüsnanın tamamı böyledir. Hepsi birbirini destekler ve hepsi bir araya geldiğinde yücelerden yüce, her şeye kadir, âlemlerin Rabbi olan Allah Teala’nın vahdaniyetini (bir oluşunu) teşkil ederler.

Esma-ül hüsna üzerine çalışan ulema bu ismin “koruyup gözeten” manasını öne çıkarmışlardır. Kısaca Rakip, yarattığı şeylerin hiçbirinden gafil olmayandır. Onları hem kontrol eder hem de korur.

O, karanlık bir gecede, bir kayanın üzerinde bulunan karıncanın halini bilir, denizlerin diplerinde, ışığın olmadığı, gözün görmediği yerlerdeki mahlukatın her halini bilir ve onlardan haberdar olur.

Her an her halimizi; aldığımız nefesi, gönlümüzden geçenleri, fikrimize düşenleri, niyetlerimizi, amellerimizi, her şeyimizi bilir. Her an O’nun gözetiminde; muhafazasında ve her daim O’nun murakabesindeyiz. Hiçbir halimiz O’ndan gizli kalmaz.

Elmalılı rahmetullahi aleyh’in deyişiyle Rakip ismi Yüce Allah’ın üzerimizde bir gözcü oluşunu anlatır. Buna göre bütün hareketlerimiz Allah Teala’nın kontrolü altındadır. Davranışlarımız, konuşmalarımız ve hatta niyetlerimiz asla O’ndan gizli kalamaz. O halde takvaya, Rakip olan Allah'ımızın bizim iç dünyamızın her halini gördüğünü, her düşünce ve niyetimize vakıf olduğunu bilmekle ulaşabiliriz.

Rakip ism-i şerifinin tecellisiyle, Rabbimiz bizi bilmekle kalmıyor, bir de bizi koruyor, kolluyor, muhafaza ediyor. Eğer Rakip isminin tecellisi bir an kâinattan çekilse, sema üzerimize düşer, denizler taşıp yeryüzünü kaplar. Bizi bütün bu musibetlerden koruyan ve muhafaza eden, Rakip ism-i şerifinin tecellisidir.

Aynı kökten türeyen ve nefis terbiyesinde çok önemli bir yer işgal eden "murakabe" terimi kulun, sürekli olarak Allah Teala’nın gözetimi altında bulunduğunun şuurunda olması anlamına gelir. Bu farkındalık kulda bir iç disiplin sağlar. Bu isim bizi yalnızlıktan ve tek başına kalmaktan kurtarır. Her daim yanı başımızda, gözleri üzerimizde, her halimize vakıf, her daim bizim iyiliğimizi isteyen bir kollayanımız olduğunu bilmek bizi ümitvar yapar. 

Meşhur Cibril hadisinde Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ihsan halini "sürekli Allah’ın seni gördüğü bilinci içinde yaşamak" olarak tarif eder. İşte bu Rakip isminin tecellisi ve onun tabii sonucu olan murakabe hâlidir.

Murakabe hâlindeki kişinin aklı, nefsi üzerinde bir gözetleyici olur. Dışarıdan ve iç dünyasından gelen bütün etkilerin bilincindedir. Her hâlini Allah’ın gözetiminde olduğunu bilerek yaşar. Sadece davranışlarını değil, kalbini de korumaya çalışır. 

Bu ismin tecellisi kendi iç ve dış dünyamızı sürekli kontrol altında tutmayı sağlar.

Bu ismin Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in üzerindeki yansımasını da şöyle aktarabiliriz: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem sahabesini gece gündüz gözetip kollar, en ufak bir fitneye hemen müdahale eder ve büyümesini önler, her durumda yanlarında olur, onlarla birlikte sevinip üzülürdü. Böylece bu ismin tecellisinin nasıl olması gerektiğine de tanık oluruz. (Şuara, 26/217-219.)

Sonuç olarak Rabbimizin Rakip ismi bizi geliştiren ve kemale erdiren, kulluk yolunda her türlü takılmalara karşı bizi kollayıp gözeten lütuflar içerir.

Biz de bu kulluk yoldunda ilerlerken Rabbimizden en büyük isteğimiz kendi nefsini murakabe edebilen, iç disipline sahip, Rabbinin Rakip oluşunu kendi lehinde kullanabilen akıl sahiplerinden olmayı bize nasip etmesidir.

Rabbimiz bizi Rakib ism-i şerifiyle bizleri bu dünyada her türlü beladan ve musibetten koruduğu gibi, kabir azabından ve Cehennem azabından da korusun. Mahşerin ve hesabın bütün sıkıntılarından muhafaza etsin. Her vakit Rabbimizin murakebesinde olduğumuzu bilmeyi bizlere nasip et. Amin.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

26 Ağustos 2021 Perşembe

43- El-Kerîm ism-i şerifi:


Kerîm,“cömert, iyi, ahlaklı, asil ve değerli olmak” anlamındaki kerem kökünden türemiş bir sıfattır. Allah’a nispet edildiğinde kime ve ne verdiğine aldırmadan veren, kendisinden isteyenleri boş çevirmeyen, kendisine sığınanları terk etmeyen, bir yanlışlık gördüğünde onu açığa vurmadan düzelten, bir iyilik yapıldığında karşılığını fazlasıyla veren, eksiksiz ve kusursuz, övgüye layık ne kadar vasıf varsa hepsine sahip olan demektir. O’nun kereminin sayısız lütuflarının başında da sınırsız affı gelir.

Kerem sözcüğü, bütün iyilikleri, güzellikleri ve bağışları kapsayan bir sözcüktür. Bazıları onu cömertlik diye tanımlasalar da onun içerdiği ikramlar cömertlikten çok daha zengindir. Cömertlik, verilen kişinin istek ve ihtiyacını karşılamaya yönelik iken kerem, verilenin durumundan bağımsız olarak tamamen verenin ahlakının bir sonucudur. Kerim isteyene de istemeyene de, hak edene de etmeyene de ihtiyacından kat kat fazlasını verene denir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i andığımızda da "Rasûl-i Ekrem" (en kerim elçi) ifadesi de O’nda keremin nasıl ete kemiğe büründüğünü göstermek için O’na isim olmuştur.

Gazali rahmetullahi aleyh'in kerim ismiyle ilgili olarak kaydettiği manalar bu konuda söylenenlerin en kapsamlısıdır: “Kerîm muktedirken affeden, vaadini yerine getiren, kendisinden umulanın ötesinde ikramlarda bulunan, kime ne kadar lütufta bulunduğunun hesabını yapmayan, kendisinden başkasına başvurulmasına rıza göstermeyen, vefasızlığa sitemle mukabelede bulunup dostluğu bozacak bir karşılık vermeyen, kendisine sığınanı yüzüstü bırakmayan, aracı ve şefaatçilere muhtaç kılmayandır.”
Allah’ın kullarının işledikleri günahları gizlemesi, kusurlarını örtmesi ve yaptıklarını görmezden gelmesi O’nun kerem sahibi oluşunun bir sonucudur.
 Rabbimizin affının büyüklüğünü anlatan bütün isimleriyle birlikte Kerîm ismi de Allah ile aramızdaki ilişkide ümitsizliğe asla yer olmadığını gösterir.

Şunu hiç düşündünüz mü? Kötülüğe birebir ceza verilirken, iyiliğe en az 10 kat sevap veriliyor? Bazen bir iyilik yetmişe, bazen yedi yüze, bazen de binlere katlanıyor. İyiliğe yapılan bu katlamalar neden yapılıyor? Bilin ki bizim hak ettiğimiz için değil; Rabbimizin Kerim olmasındandır.

Hem şunu bir düşünelim! Kısacık bir hayattaki, kusurlu ve eksik ibadetlerimize karşılık, bize ebedi bir Cennet veriliyor. Bunun sebebi nedir? Hak ettiğimizden mi? Elbette hayır! Bunun sebebi Rabbimizin Kerim oluşudur.

Ya da şunu bir düşünelim: Bir ömür boyu işlenen yığınla günah, bir tövbeyle nasıl affediliyor? Hatta bu günahlar, sevaba nasıl çevriliyor? Bunun sebebi nedir? Sebep yine aynıdır: Rabbimizin Kerim oluşu.
Bir kul ne kadar kötülük işlemiş, ne kadar günahlara batmış olursa olsun asla Allah’ın af ve kereminden ümidini kesemez. Rabbimizin keremi bizim bütün hatalarımızdan daha büyüktür. Bunu bilmek ve buna yürekten inanmak kendimizden ve insanlardan ümidimizi kesmemek ve kendimizin de içinde olduğu insana saygımızı koruyabilmek için şarttır. Böylece kul, hatasını, eksiğini kabul ederek, alçakgönüllülük ile Kerîm olan Allah’a iltica eder. Rabbinin keremine güvenerek kendinde vehmettiği güç ile nankörlük yapmaz. Şeytanın insanı Allah’ın keremine güvendirerek hatalara sevk etmesine izin vermez.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu