6 Ocak 2019 Pazar

NİSA SÛRESİ 25.-28. ayetlerin tefsiri


Cariye İle Evliliğin Şartları, Fuhuş İrtikâp Ederlerse Cezası

25- Sizden kim hür ve müslüman ka­dınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiremezse o halde sağ ellerinizin ma­lik olduğu mümin cariyelerden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (meydana gelmişsiniz)dir. O halde -iffetli olan, zina et­meyen, dost da edinmeyen kadınlar olmak üzere- onlarla, sahiplerinin izniy­le nikahlanın. Ücretlerini de maruf şe­kilde onlara verin. Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâp ettikleri tak­dirde o zaman üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir. (Ca­riyeler almak hususundaki) bu (izin), içinizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir. Sabret­meniz ise sizin için daha hayırlıdır. Al­lah hakkıyla yargılayıcıdır, çok esirge­yicidir.

Açıklaması

Hür kadınlarla evlenmek için lâzım gelen mal ve imkânı olmayan kimse, cariyelerle evlenebilir. Ayette cariyeler hakkında, onlara kıymet verilerek ve erkek ile kadın köle için "fetât-fetâ= genç" kelimelerinin kullanılabileceğini göstermek üzere "feteyât (=genç kızlar)" tabiri geçmiştir. Buharî'de rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Biriniz katı şekilde "Kölem, ca­riyem" demesin. Köle de (efendisine) "Rabbim" demesin. Sahibi olan kişi "Deli­kanlım, genç kızım" desin. Köle de "Efendim, Hanımefendim" desin. Çünkü he­piniz kullarsınız. Rab ise, Allah azze ve celle'dir."

Burada "muhsanât"tan murad, hür kadınlardır. Zira "memlûkat= cariye­ler" mukabilinde kullanılmıştır. Hür kadının şanı namuslu olmaktır, cariyele­rin zaruret ve şartlar dolayısıyla zinaya düşmeleri ihtimali daha çoktur. O yüz­den Ebu Süfyan'ın karısı Hind taaccüp içinde, Peygamberimize (s.a.) "Hür kadın da zina mı edermiş?" demiştir.

Ayetin zahiri, cariyelerle evlenmenin üç şartı bulunduğuna delâlet etmek­tedir.

1- Kocanın, hür kadına mehir verme imkânını bulamaması,

2- Zinaya düşmekten korkması,

3- Evleneceği cariyenin mümine olması, kâfire olmaması.

Hür kadın mehrinin miktarı şahıslara, hallere, zamanlara, mekânlara gö­re değişir. Her şahıs ve çevrenin örf bakımından münasip gördüğü miktar var­dır. Bir erkek, hür bir kadının mehrini verebilecek kudrette bulunabilir. Ancak kadınlar o adamdan fiziği yahut ahlâkı kötü olduğu için kaçabilir. Yine bir adam, hür kadına karşı gözetmesi gereken nafakası ya da ona diğer karısıyla eşit şekilde davranması gibi hakları yerine getirmekten aciz kalabilir. Halbuki cariyenin böyle hakları yoktur.

Hanefiler, mehrin en az miktarını çeyrek dinar (üç dirhem) olarak takdir etmişlerdir.[39] Bazıları on dirhem olduğunu söylemiştir. Sünnet'te sabit olduğu­na göre Peygamberimiz (s.a.) evlenmek isteyen bir adama "Demirden bir yüzük de olsa, bulup buluştur" [40] buyurmuştur. Ashâb-ı kiram'dan birisi karısıyla Kur"ân-ı Kerim öğretmek şartı üzere evlenmiştir.

Şeriat cariyelerle evlenme meselesinde bu şartları, ortaya çıkabilecek bazı zararlara mani olmak için lüzumlu görmüştür. En önemli zarar çocuğun da kö­le olması hususudur. Çünkü, kölelik ve hürriyet bakımından çocuk anneye ta­bidir. O bakımdan ayetin sonunda "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" buyurulmuştur.

İmam Ebu Hanife, hür bir kadın bulamayan kimsenin cariye ile evlenmesi­nin caiz olduğu kanaatine sahip olmuştur. Hür kadının mehrini verme imkânı bulunsun veya bulunmasın, zinaya düşme korkusu duysun veya duymasın, cariye müslüman olsun ya da olmasın, durum değişmez. Şunlar gibi pek çok ayet-i keri­menin umumi manasına göre amel edilebilir: "Sizin için helâl olan kadınlardan nikahlayın." (Nisa, 4/24); "Sizden evvel kitap verilenlerden muhsan olan kadınlar da... (helâldir)." (Maide, 5/5). Hepsinin ifadesi Ehl-i Kitap olanlarla cariyeleri içi­ne almaktadır ve mehir verme gücü ile zina korkusu şartı da getirilmemiştir.

Bu ayetin yukarıda zikredilen genel hükümleri tahsis etmesi uygun da de­ğildir. Zira birincisi, ayet, sayılan şartlara şart mefhumu ve sıfat mefhumu yo­luyla delâlet etmektedir. Onlar da İmam Ebu Hanife (r.a.)'nin görüşüne göre hüccet kabul edilmez. İkincisi, hüccet kabul edilse bile, şartlarda noksanlık olduğu ya da sıfat bulunmadığı zaman her iki mefhum, mubah olmamayı gerektirir. Mubah olmama da haramlığın veya mekruhluğun sabit oluşundan daha umumi­dir. Ona göre şartlar bulunmadığında murad kerahetin ve haramlığın sübutunun caiz oluşudur. Fakat kerahet ciheti, umumi hükümlere muhalefet hususun­da daha hafif olduğundan taayyün eder. "Bu, içinizden zinaya düşmekten kor­kanlar içindir" cümlesi bir şart değildir, ayetlerin gereğinin genelliğinden ötürü, ıslâh ve uygun olana irşad manası taşımaktadır.

Şafiîlerin cevapları ise şöyledir: Bu umumî hükümler, genel olanın hususî olana muhalif olması dışında bu ayet-i kerimeye zıt değildir. Hususi olan ise ge­nel olandan önce gelir. Hanefiler de çocuğu kölelikten korumak maksadıyla ayetlerin genelliğini, evlenecek hür bir kadın bulamayan kişi hakkında tahsis etmişlerdir. Bu mana da, hür kadına verecek miktar mehri bulamama ve zinaya düşme korkusu bulunması durumunda tahsis etmeyi gerektirir. Hem sonra ayet cariye ile nikâhlanmayı, zinaya düşme korkusu ve hür kadının mehrini bulama­ma zarureti ve cariyenin müslüman olması şartıyla mubah kılmıştır. Onun dışında ise asıla, yani cariye nikahlamanın menedildiği hükmüne dönülür.

Ayet-i kerimenin "Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizdendir" kısmına gelince, manası şöyledir: Sizler ey müminler, işlerin zahiri ile mükellefsiniz, gizli ve bâtın tarafları Allah Teâlâ'ya aittir. İman hususunda za­hiri hale göre amel edin. Cariyede imanın zahiri kâfidir, yakinî olarak imanını bilmek şart değildir. Çünkü buna bir yol bulamazsınız ki... Sizler ile cariyeler bir bakıma aynı cinstensiniz. Hepiniz insansınız, aynı asla, yani Hz. Adem (a.s.)'e bağlısınız. Diğer yandan iman yönünden cariyeler ile ortaksınız. Çünkü faziletlerin en büyüğü imandır. O halde zaruret durumlarında cariyeleri nikâhlamaktan geri durmayınız. Bu hüküm, cariyelerin durumunu yükseltmek ve hür kadınlara eşit hale getirmek demektir.

Daha fazla teşvik için müteakip cümlede Allah Teâlâ cariyelerle evlenme emrini bir daha tekrarlamış, onların nikâhını da ehillerinin rızasıyla olması kaydını getirmek suretiyle hür kadınların nikâhı gibi kılmıştır. Ehil, cariyenin efendisi veya maliki, sahibi manasınadır. Çünkü iman, cariyelerin kadrini kıymetini arttırmıştır.

Fukaha, cariye ve kölenin evlenmesinin efendisinin izni şartıyla olduğu hükmünde ittifak etmiştir. Delil bu ayet ile İbni Mace'nin rivayet ettiği İbni Ömer (r.a.) hadisidir: "Hangi köle efendisinin izni olmaksızın evlenirse o zina etmiş olur." İzin bulunmadığı takdirde, Şafîîlere göre nikâh batıldır, sahih de­ğildir. Diğer fakihlere göre ise fuzûlî kişinin akdinde olduğu gibi geçerli değil­dir, efendisinin iznine bağlıdır.

Cariye, kendisine mehir vermek icap etmesi bakımından hür kadın gibi­dir. Ayet-i kerimede "Ücretlerini (mehirlerini) maruf şekilde kendilerine verin" buyurulmuştur. Onlara mehirlerini güzel muamele, mehr-i misil, sahibinin izni ile olmak gibi aranızda maruf olan şekilde veriniz, demektir.

İmamların çoğunluğuna göre cariyenin mehri efendisine aittir. Çünkü efendisinin sahib olduğu cinsî olarak istifade menfaati karşılığında mehir icap eder. Buna hak sahibi olan da efendisidir. Aslında köle hiç bir şeye malik değil­dir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Allah, hiçbir şeye kudreti yetmeyen memlûk (başkasının mülkü olan köle) bir kulu misal verdi..."(Nahl, 16/75). Hadis-i şerif­te de "Köle ve elindeki, efendisinindir" buyurulur.

İmam Malik ise, "Mehir, zevcenin koca üzerindeki hakkıdır, cariyenin mehri de kendinindir, ayetin zahiri ile amel edilir", demiştir. Cumhurun ona cevabı şöyledir: Ayetten murad "Sahiplerinin izni ile onlara mehirlerini veri­niz" veya "Mehirlerini onların ehil ve sahiplerine veriniz" demektir. Mehrin ca­riyelere izafe edilmesi, mehrin icap ettiği hususunu tekit ve takviye içindir.

Lâkin cariyelerin mehri hak edebilmelerinin şartı, iffetli, namuslu ve si­zinle evlenmiş olmalarıdır. Açıkça zina için kiralanan (müsâfihât), yahut giz­lice dost edinerek zina eden kadınlardan olmamalıdırlar. Cahiliye zamanın­daki örfe göre zina iki çeşitti: Bunlar, alenen yapılan (sifâh), gizli yapılan (it-tihâz-ı ahdân= dost tutma) zinalardır ki Allah Teâlâ her iki çeşidini de haram kılmıştır: "Fuhşun açığına da, gizlisine de yaklaşmayın." (En'âm, 6/151); "De ki: Rabbim ancak fuhşu, onların açığını ve gizlisini haram etmiştir." (A'raf, 7/33).

Burada "muhsanât"tan iffetli kadınlar, "müsâfihâtf'tan istediği her adama kendini zina için kiralayan kadınlar, "müttahizât-ı ahdân"dan ise belirli bir dost tutan zinacı kadınlar murad edilmektedir.

Hür erkeğin kendisiyle evlenmek istediği cariyede iffetli, gizli ve açık zina­dan uzak olması şartının koşulma sebebi şudur: Cahiliye devrinde insanlar zina yolunda çalıştırıp para kazanmak maksadıyla cariyeler satın alırlardı. Hat­ta münafıkların reisi İbni Ubeyy cariyelerini, müslüman olmalarından sonra bile zina etmeye zorlardı. O sebepten şu ayet nazil olmuştu: "Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacaksınız diye cariyelerinizi, eğer kendileri de iffetli ol­mak isterlerse, siz fuhşa, zinaya mecbur etmeyiniz" (Nur, 24/33).

Sonra Allah Teâlâ, zina eden cariyeye gereken had cezasını beyan etmiş ve "Onlar evlendikten sonra bir fuhuş işlediler mi o vakit..." hükmüyle ona verile­cek cezanın hür kadınınkinin yarısı miktarı olduğunu ifade etmiştir. Yani cari­yeler evlenip de iffet ve şereflerini koruma imkânı bulduktan sonra zina edecek olurlarsa, cezaları hür kadınların had cezalarının yansı kadardır. Hür kadının cezası "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun." (Nûr, 24/3) ayet-i kerimesi gereğince yüz değnek olduğuna göre, cariyenin ceza­sı elli değnek olur. Kur'an'ın delâlet ettiği ceza budur. Cariyeler hakkında recm cezası yoktur. Çünkü recm cezası uygulanmaz. Sünnet-i Nebeviyye de evli olmayan cariyenin had cezasının ne olduğunu göstermiştir. Sahihayn'da Zeyd b. Hâ-lid el-Cühenî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Efendimize zina eden ve evli de bulunmayan cariye hakkında sorulmuş, O da şu cevabı vermiştir: "Ona had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine had vurunuz. Sonra örülmüş bir ip (gibi değeri az bir şey) karşılığında da olsa onu satınız."

Ayetin "Onlar evlendiklerinde" ifadesiyle başlatılmasındaki sebep, "evlilik, haklarında had cezasını da yükseltir" şeklindeki bir tevehhüme mani olmaktır. Bu, şart yerine geçecek bir kayıt değildir, mefhumu yoktur.

Daha sonra Allah Teâlâ "Bu (izin) içinizden sıkıntıya (zinaya) düşmekten korkanlar içindir" ifadesiyle cariyelerle evliliğe, mubah olması için başka bir şart daha zikretmektedir. O da zinaya düşme korkusudur. İmam Şafiî (r.a.)'nin çıkardığı hüküm budur. Fakat İmam Ebu Hanife (r.a.) bunu bir şart olarak görmemiş, daha uygun olanla gösterme yani irşad olarak kabul etmiştir.

Bunların arkasından Allah Teâlâ, cariyelerle evlenme hususunda edebî, ahlâkî genel bir tavsiye zikretmiştir: "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlı­dır." Yani cariyeleri nikâhlamaktan geri durmanız, sizin için onları nikâhlamaktan -her ne kadar zaruret dolayısıyla bazı şartlarla mubah olsa da- daha hayırlıdır. Çünkü bu işte doğacak çocuğu köle olmaya maruz kılma gibi bazı za­rarlar söz konusudur. Ayrıca cariyeler genellikle düşük ahlâklı, mübtezel, her yere girip çıkan, orda burda dolaşan kadınlardır. Bunlar zillet ve bayağılık hal­leridir ki onları sevenlere de intikal eder. Zira efendilerin cariyeler üzerindeki hakkı evlilik hakkından daha kuvvetlidir. Efendinin onları istihdam etme, bir­likte yolculuğa çıkma, satma gibi hakları bulunmaktadır ki bütün bunlarda ko­calar üzerinde pek büyük meşakkatler, zorluklar husule getirir. Deylemî'nin Müsned'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hür kadınlar evin salâh ve selâmeti, cariyeler ise helaki­dir." Abdurrazzak Musannefinde Hz. Ömer'in (r.a.) şöyle dediğini tahric eder: "Kul, hür bir kadınla nikahlanınca kendi yarısını azad eder, bir cariyeyle ni­kahlanınca da kendi yarısını köleleştirmiş olur."

"Allah, Gafur ve Rahim'dir." Allah'ın mağfireti geniş ve çoktur. Onları nikâhlamaya sabredemeyeni affeder. Cümlede, bu işten uzaklaşmaya işaret var­dır. Cenab-ı Hak, kulundan sadır olan, mümin cariyeleri küçük görme gibi ha­taları bağışlar. O'nun rahmeti de geniştir, çoktur. Zira cariyelerle evlenme ruh­satı vermiş, Şeriatın hükümlerini güzelce açıklamıştır. [41]

Yukakıda Geçen Şer'î Hükümlerin Sebepleri


26- Allah size (bilmediklerinizi) beyan etmek, sizi sizden evvelkilerin yolları­na iletmek, sizin tevbelerinizi kabul et­mek ister. Allah hakkıyla bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.

27- Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister, (ama) şehvetlerine uyanlar sizin büyük bir meyil ile (doğru yoldan) sapmanızı dilerler.

28- "Allah sizden hafifletmek ister. (Zaten) insan da zayıf olarak yaratılmış­tır.


Açıklaması

Allah (c.c.) bu ayetleri indirmekle size yükümlülükleri, sert hükümleri be­yan etmek, onlarda helâli haramdan, güzeli çirkinden ayırt etmek, maslahat bulunanı göstermek, sizleri geçmiş peygamberlerin ve salihlerin yollarına, usullerine iletmek istemektedir. Ta ki onların izine tabi olasınız, gittikleri yol­lardan gidesiniz. Şer"î hükümler, yükümlülükler her ne kadar ahvâl ve zaman­ların değişmesiyle farklı olsa da onlar maslahatları gözetme itibariyle ittifak halindedir.

Aynı şekilde Allah Teâlâ işlediğiniz günah ve haramlardan yapacağınız tevbelerinizi de kabul etmek, günahlardan engelleyecek yahut o günahlara kefaret ola­cak, onları kapatacak, izlerini silecek hususlara sizleri irşad etmek istemektedir.

Tahkîk erbabı alimlere göre buradaki hitap, bütün mükellefler hakkında genel değildir. Sadece yukarıdaki ayetlerde geçtiği şekilde annelerini, kızlarını ve diğer evlenilmesi şer'an haram olanları nikahlamak gibi şeylerden bilfiil tevbe eden ve Allah Teâlâ'nın da tevbelerini kabul ettiği belirli bir taife, gurup hakkındadır. Çünkü genel olsaydı, kendilerinde tevbe hususu bulunmayan bir takım insanların durumu ile terslik ortaya çıkardı.

Allah, bütün eşyaya şamil olan bir ilmin sahibidir. Sizin için meşru kıldı­ğını, sizden öncekilerin üzerinde oldukları gidiş şekillerini, mümin kullarına faydalı yahut zararlı olan şeyleri bilir. Koyduğu şeriatinde, kaderinde, fiillerin­de, kelâmında hikmet sahibidir; hikmet ve maslahatı yararlı olanı gözetir, me­şakkat ve zarar bulunan şeyleri yüklemez, teklif etmez.

Sonra Allah Teâlâ tevbeyi kabul etmek, sizi temizlemek, nefislerinizi tezki­ye etmek şeklindeki iradesini tekit etmiş; rahmetiyle beraber bulunan o irade ile şehvetler peşine düşmüşlerin, günahlara dalmışların ve zinacıların iradesini karşılaştırmıştır. Bu ikinci gurubun Yahudiler, Hristiyanlar yahut kızkardeşler, kardeş ve kızkardeşlerin kızları ile evlenmeyi helâl sayan Mecusîler olduğu da rivayet edilmiştir. Onlar, sizin de kendi arzularına göre büyük bir meyil ile yol­dan sapmanızı, yani haktan ayrılıp batıl yollara düşmenizi arzu etmektedirler.

Cenab-ı Hak işte bu hükümler, teklifler, kanunlar, emirler ve nehiyler ile ağır sorumlulukları sizden hafifletmek istemektedir. Mücahid ve Tavûs'un da dediği gibi zaruret halinde cariyeleri nikâhlamayı size helâl kılmıştır. Nitekim diğer bazı ayetlerde de bu husus tekit edilmiştir: "O Rasul, onların ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor." (A'râf, 7/157); "Allah size kolaylık di­ler, size güçlük istemez." (Bakara, 2/185); "Din (işlerin)de üzerinize hiçbir güç­lük de yüklemedi." (Hac, 22/78); "Müsamahalı bir İslâm dini ile gönderildim. "[42] Çünkü bazı kadınları nikâhlamayı haram kıldıysa da Allah Teâlâ, kadınların çoğunluğu ile nikâhlanmayı mubah bırakmıştır. Her şeyde de helâllerin haramlardan daha çok olduğu görülmektedir.

Allah Teâlâ hafifletme sebebini şöyle beyan etmektedir: "İnsan zayıf olarak yaratılmıştır." Heva, arzu ve şehvetler onu çeker, özellikle de kadınlar konusun­da... Korku ve hüzün ise insanı endişeye sevk eder. İşte insan arzularına karşı gel­mekten, ibadetlerdeki meşakkat ve zorlukları taşımaktan aciz kaldığı için Allah Teâlâ teklifleri, yükümlülükleri hafifletmiş, bazı hükümlerde ruhsatlar tanımıştır.

Fısk ve günahın afetlerinden birisi de ev halkının fısk u fücur ve günah­lardan etkilenmesidir. Çünkü büyükler diğerlerine örnektir. Taberanî'nin Cabir (r.a.)'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Siz iffetli olunuz ki kadınlarınız da iffet­li olsun. Siz babalarınıza iyi ve itaatkâr davranınız ki çocuklarınız da size iyi muamele yapsın." [43]


[39] Müellif burada sehven nakilde bulunmuştur. Hanefi'lere göre mehrin en az miktarı on dirhemdir, (bkz. el-Hidaye, Feth'ul-Kadir şerhiyle birlikte, III/305).

Hanefi fukahasından İbnü'l-Hüman Feth'ul-Kadir şerhinde (III/187) Hafız İbni Hacer'in Ebu Hatim'den Cabir (r.a.) hadisini naklettiğini ve derecesinin hasen olduğunu söylediğini ifade etmektedir. Cabir hadisinde "On dirhemden az mehir olmaz" cümlesi de yer almaktadır. İbnü'l-Hümam mehir bahsinde (III/206) şöyle demektedir: "Mehrin en azı bize göre on dirhem, Malik'e göre çeyrek dinardır. Cabir hadisini takviye eden aynı zamanda bir diğer rivayeti Darakutni ve Beyhaki Hz. Ali'den nakletmiştir. (III/207) İmam Muhammed bu miktar hakkındaki rivayetlerin Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Âmir ve İbrahim Nehai'den de geldiğini söylemiştir. (Çeviren)


[40] Ahmed, Buhari ve Müslim ittifakla Sehl b. Sa'd'den rivayet etmişlerdir.


[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/18-22.


[42] el-Hatâb, Câbir'den rivayet etmiştir, derecesi "zayıftır.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/26-28.

5 Ocak 2019 Cumartesi

NİSA SÛRESİ 2. ayetin tefsiri


Yetimlerin Mallarını Yemenin Haram Kılınması

2- Yetimlere de mallanın verin. Temizi murdara değişmeyin ve onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin, çünkü bu büyük bir günahtır.


Nüzul Sebebi

Mukâtil ve el-Kelbî der ki: Bu ayet-i kerime Gatafanlı bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu kişinin yanında çokça malı bulunan ve kardeşinin oğlu olan yetim bir çocuk vardı. Bu çocuk bulûğ yaşına gelince malını istedi. Amcası malı ona vermek istemedi. Peygamber (s.a.)'in yanına gidip davalaştılar. Bunun üze­rine bu ayet-i kerime nazil oldu. Amca bu ayet-i kerimeyi işitince, "Allah ve Rasulüne itaat ettik, biz pek büyük günahtan Allah'a sığınırız" dedi ve çocuğa malını verdi. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte her kim nefsinin cimriliğin­den korunur ise ve bu şekilde cimriliğinden vazgeçip geri dönerse o güzel yurdu­na yerleşir." Yani cennetine konaklar. Delikanlı (amcasından) malını alınca Allah yolunda infak etti. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurdu: "Ecir sabit oldu, gü­nah kaldı." Ey Allah'ın Rasulü, dediler, ecrin sabit olduğunun ne anlama geldi­ğini bildik. O Allah yolunda infak ettiği halde günah nasıl olur da olduğu gibi kalır? Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Delikanlı için ecir sabit oldu, babası aleyhine ise günah kaldı." [3]

Açıklaması
Ayet-i kerimenin konusu: Yüce Allah ergenlik yaşına geldikleri takdirde yetimlere mallarının tam ve eksiksiz olarak verilmesini emretmekte, mallarını vasilerin kendi mallarına katmalarını yasaklamaktadır. Hitap, mal ellerinde yetimler de yanlarında bulunduğu sürece vasilere yöneliktir.

İşte bu, takvanın değişik hallerinin açıklanmasının bir başlangıcıdır. Tak­vanın başı ise -Yüce Allah sıla-i rahimi ve akrabalık bağını hatırlattıktan son­ra- zayıf ve güçsüz yetimlerin mallarını korumaktır.

Anlamı şudur: Ey yetimlerin vasileri olanlar! Ergenlik yaşına geldikten sonra yetimlere mallarını tam ve eksiksiz olarak veriniz. Onlar küçüken harcamalarını mallarından yapınız. Onların mallarından herhangi bir şeyi ken­di mallarınıza katmayınız. Burada, malları telef eden diğer tasarruflar ve çe­şitli yararlanma yollarını ifade etmek üzere "yemek" tabirini kullandı. Çün­kü tasarrufların pek çoğu yemek için yapılır. Yüce Allah'ın, "(ilâ) = e, a" harf-i çeri burada "ile birlikte" ya da gerçek manasına kullanılmış olabilir. Yani onların mallarını yemek hususunda kendi mallarınıza katmayın, eklemeyin. Çünkü sizler ne yapacak olursanız Allah'ın lütfuyla kazanmış olduğunuz kendi malınız olan helâl bir şeyi, yetimlerin malları olup sizin için haram olana değişmiş olursunuz. Böyle bir yemek büyük bir günah, büyük bir ve­baldir. Rivayet edildiğine göre onlar -İslâm'dan veya bu ayetin nüzulünden-önceleri zayıf koyun verir, yerine semiz bir koyun alırlardı. Böyle davranma­ları yasaklandı.

Yetim, mutlak olarak babası ölmüş kimseye denir. Fakat önceden de açık­landığı gibi şeriat ve örfte bu tahsis edilmiş bulunmaktadır. Çünkü Resulullah (s.a.) -Ebu Davud'un Ali (r.a.)'den rivayetine göre- şöyle buyurmuştur: "Ergen­lik yaşından sonra yetimlik olmaz."

Ayet-i kerime yetimlere mallarının verilmesi hususunda zahiri üzeredir ve ergenlik yaşına gelmeden önce mallarının onlara verilmemesi anlamında değil­dir. Burada yetimlere mallarının verilmesi mecaz yoluyla o mallara kötü bir maksatla el uzatmadan onları sağ salim sahibine bırakmak demektir. Buna de­lil ise sonraki, "Yetimleri ... deneyin." (Nisa, 4/6) ayetidir. Yani ergenlik yaşına geldikleri vakit mallarını teslim alabilecek durumda olup olmadıklarını deneyi­niz. Bu ayet-i kerime ergenlik ve reşitliğin gerçekleşmesi halinde fiilen malları­nın yetimlere teslim edilmesine bir teşviktir. "Yetimlere de mallarını verin" ayeti ise ergenlik yaşına gelip reşit oldukları vakit mallarının kendilerine teslim edilmesi için yetimlerin mallarının korunmasını teşvik etmektedir.

Fakat daha uygun olan "verme"nin gerçek anlamı ile kullanılmış olması­dır ki, bu da fiilen vermek demektir. Buna göre "yetimler" kelimesi ise daha ön­ceki durumları nazarı itibara alınarak kullanılmış mecazî bir tabirdir. Bu şe­kilde yetimlik tabirinin kullanılmasının sebebi küçüklükleri üzerinden fazla bir zaman geçmeden mallarını kendilerine vermekte eli çabuk tutup acele et­menin vücubuna işaret etmektir. Çünkü yetimlik zayıflıktır. Bu ise merhameti, iffeti gerektirir. Adeta yetim adı ergenlikten sonra da devam ediyor gibi bir in­tiba verilmiştir. Usûl-i fıkıhta bu gibi anlatımlara nassın işareti adı verilir. [4]


[3] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 81.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/475-476.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/476-477.

4 Ocak 2019 Cuma

Abdesti Tam Olarak Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

6. Abdesti Tam Olarak Almak

İbn Ömer: "İsbâğ"ın tam olarak temizlemek anlamına geldiğini söylemiştir.

139- Üsâme İbn Zeyd 
radıyallahu anh şöyle demiştir: Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Arafat'tan dönerken dağdaki yolda inip su döktü. Sonra hafif bir abdest aldı.

Ben: "Namaz (mı) ey Allah'ın Resulü?" diye sordum.

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Namaz ileride kılınacak" dedi.

Sonra tekrar bineğine bindi. Müzdelife'ye gelince bineğinden indi ve daha uzunca bir abdest aldı. Sonra namaz için kamet getirildi, akşam namazını kıl­dırdı. Sonra herkes devesini durduğu yere çökertti Sonra yatsı için kamet geti­rildi, Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yatsıyı kıldırdı. Bu iki namaz arasında başka bir namaz kılmadı.[Hadisin geçtiği diğer yerler:181,1667,1669,1672.]

Açıklama

Konu başlığında geçen "isbağ" abdesti tam olarak yapmak demektir.

İbn Ömer'in yukarıdaki sözünü Abdürrezzak Musannef adlı eserinde sahih bir senetle rivayet etmiştir. Onun bu sözü, bir şeyi lazımı ile tefsir etmektir. Çün­kü abdesti tamamlamak genelde organları tam olarak temizlemeyi gerektirir.

"Namaz ileride kılınacak" sözü, temizliğe devam etmek için abdest almanın meşru olduğunu gösterir. Çünkü Hz. Peygamber bu abdesti ile bir namaz kılmadı.

Önemli Bilgi
Hz. Peygamber'İn 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem o gece abdest aldığı su zemzem suyu idi. Bunu, Ahmed İbn Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının Müsned adlı eserine eklediği hadisler arasında hasen bir senetle Hz. Ali'den radıyallahu anh rivayet etmiştir. Bu riva­yet, zemzem suyunun yalnızca içmede kullanılabileceğini söyleyenlere karşı bir red oluşturmaktadır. Hac bölümünde bu hadisle İlgili diğer bilgiler gelecektir.[1669 nolu hadis]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

3 Ocak 2019 Perşembe

Abdesti Hafif Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

5. Abdesti Hafif Almak

138- İbn Abbas 
radıyallahu anh şunu rivayet etmiştir:

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem horlayacak derecede uyudu, sonra kalkarak namaz kıldı.

Süfyan bu hadisi bize tekrar tekrar Amr, Küreyb, İbn Abbas yoluyla rivayet etmiştir. Bu rivayete göre İbn Abbas 
radıyallahu anh şöyle demiştir:

"Bir gece teyzem Meymûne'nin yanında kaldım. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem geceleyin kalktı. Gecenin bir kısmı geçince duvara asılı bir tulumdaki sudan hafif bir abdest aldı, sonra da kalkıp namaz kıldı. Ben de onun gibi abdest aldım ve onun sol tarafına durdum. O beni sağına geçirdi. Sonra bir süre namaz kıldı. Daha sonra yatarak uyudu ve horladı. Ardından münadi/müezzin gelerek kendisine namaz vaktinin girdiğini bildirdi. Hz. Peygamber     
Sallallahü Aleyhi ve Sellem de onun haberi üzerine namaza kalkarak yeniden abdest almaksızın namaz kıldı."

(Süfyan dedi ki): Biz Amr'a "İnsanlar, Resûlullah'ın 
    
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gözü uyur ancak kalbi uyumaz" diyorlar, dedik. Amr şöyle cevap verdi: Ubeyd İbn Umeyr'İn şöyle dediğini duydum: "Peygamberlerin rüyası vahiydir". Daha sona şu âyeti okudu: Ben rüyamda seni boğazladığımı görü­yorum, dedi.[Saffat,37/102]

Açıklama

Bu bölüm hafif bir abdest almanın caiz olduğunu göstermektedir.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem uyuyup horladıktan sonra kalkınca ab­dest almaksızın namaz kılması, uykunun doğrudan abdesti bozmadığını ancak bozma ihtimali bulunduğunu göstermektedir. Çünkü Hz. Peygamber'in     
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gözleri uyur, kalbi uyumazdı. Şayet abdestini bozmuş olsa bunu bi­lirdi. Bu sebeple bazen uykudan kalkınca abdest alır, bazen de almazdı.

Hattâbî şöyle demiştir: "Kalbinin uyumaması, uykuda iken kendisine gelen vahyi kavraması içindir."

"Peygamberlerin rüyası vahiydir" sözünü Müslim merfu olarak rivayet et­miştir. Tevhid bölümünde Şüreyk'in Enes'ten rivayet ettiği hadiste bu konu gelecektir.[7517.hadis]

Amr'ın bu âyeti delil getirme gerekçesi şudur: Şayet peygamberlerin rüyası vahiy olmasaydı, Hz. İbrahim'in 
Aleyhisselam oğlu İsmail'i rüyaya dayanarak boğazlamaya kalkışması caiz olmazdı.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

2 Ocak 2019 Çarşamba

YASİN SÛRESİ 77.- 83. ayetlerin tefsiri


Öldükten Sonra Dirilmenin İspatı:

77- İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?

78- Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: "Bu çürümüş ke­mikleri kim diriltecekmiş?" dedi.

79- De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir."

80- O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi ondan çakıp alıyorsunuz.

81- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, bütün kâinatı yaratandır,
her şeyi hakkıyla bi­lendir.

82- Onun emri birşeyi dilediği zaman ona ancak "Ol" demesinden ibarettir. O da hemen oluverir.

83- Her şeyin hükümranlığı kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne ka­dar yücedir, münezzehtir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.


Açıklaması:

"İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?" Yani her insan, yaratılışına nutfe (meni)den, basit bir sudan -ki o eşyanın en zayıfıdır- başladığımızı, sonra da kendisini mükemmel bir beşer haline getirdiğimizi bilmez mi? Bu mükem­mel hale geldikten sonra onun, konuşan ve bizimle ısrarla cedelleşen apa­çık bir mücadeleci olarak karşımıza çıkıverdiğini görürsün. Bu ayette ge­çen "hasîm" kelimesi "konuşan" anlamındadır. "Mübîn" kelimesi de insanın aklının kuvvetine işarettir.

Burada anlatılmak istenen şudur: Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kişi, yaratmanın tekrarlanacağına, yoktan var etme ile niye delil getirmez ki? Zira Allah, insanı yaratmaya, basit bir sudan meydana gelen meniden başlamıştır. Yani onu zayıf ve hakir birşeyden yaratmıştır. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi basit bir sudan yaratmadık mı? Onu, belli bir süreye kadar sağlam bir karar yerine koyduk" (Mürselât, 77/20-22), "Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık" (İnşân, 76/2). Yani değişik şeylerin oluşturduğu bir karışımdan meydana gelen nutfeden yarattık.

Şu halde böyle bir mahlukun yapması gereken şey, büyüklenip azgın­laşmak ve öldükten sonra dirilmek suretiyle yaratılışın tekrarlamasını in­kâr etmek değil, nimete şükretmektir.

"Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: "Bu çürümüş ke­mikleri kim diriltecekmiş?" dedi" Yani kudret ve azamet sahibi olan Al­lah'ın, çürümüş kemik ve cesetleri tekrar diriltmesi konusunda mesel gibi doğrudan ilgili olmayan garip birşey zikretti ve kendi nefsini unuttu. Zira Yüce Allah onu yokluktan var ederek varlık alemine çıkarmıştır. O ise Al­lah'ın kudretini kulun gücüyle mukayese ederek Allah'ın çürümüş kemik­lere hayat vereceğini -beşere verilen kudretin üstünde bir şey olması hase­biyle- inkâr ediyor.

Yüce Allah buna şöyle cevap veriyor:

"De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" Yani ey Peygamber! Ölümden sonra dirilmeyi inkâr eden o müşriğe de ki: Allah, ilk seferinde yokluktan ve hiçlikten örneksiz olarak yaratıp var ettiği bu kemiklere tekrar hayat verecektir. İnsan zikredilmeye değer bir varlık değildir. İster parçalara ayrılmış ve yeryüzünün dört bir yanına dağılmış, isterse toplu bir halde bulunsun, varlıkların en gizli yönleri bile Ona gizli değildir. Her ne olursa olsun -ister toprağın, isterse denizlerin derinliklerinde veya insanın ya da hayvanın içinde olsun yahut toprağa ya da bitkilere karışmış bulunsun- hiç birşey O'nun ilminin dışında değildir. Bilim adamları atomun yok olmadığını söylemektedirler. "Yokluktan birşey var olmaz, var olan birşey de yok olmaz." şeklindeki meşhur teori kabul görmüş durumdadır.

Öldükten sonra dirilme konusunda zikredilen delil şudur:

"O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi on­dan çakıp alıyorsunuz" Yani bu ağacı yaratmaya sudan başlayan O'dur. Derken bu ağaç yeşil, taze ve olgun meyveli bir hale gelmiştir. Sonra onu, kendisiyle ateş yakılan kuru bir odun haline döndürmüştür. Buna mukte­dir olan, istediği her şeyi yapmaya kadirdir. O'nun, istediğini yapmasına hiç birşey mani olamaz. Yaş ve rutubet özelliği gösteren bir maddenin, sı­caklık unsuru haline gelmesine sebep olan bu değişim ve dönüşüm, yaşlığın ve nemliliğin, kuruluğa ve eskimişliğe dönüşmesinin imkân dahilinde olduğunu gösterir. Mesela sert (bir nevi selem) ağacının yeşil (taze) haldey­ken ateş tutuşturmada kullanıldığı, tecrübe ve müşahede edilmiş bir hu­sustur.

Burada kastedilenin, Hicaz toprağında yetişen Merh ve Afâr denen ağaçlar olduğu da söylenmiştir. Yanında çakmak (tutuşturucu) bulunma­yan kimse ateş yakmak istediği zaman bu iki ağaçtan birer parça dal keser ve birini diğerine sürter. Bu sürtme sonucu, tıpkı çakmak gibi bu dalların arasından ateş çıkar. Yağmurla yüklü bulutların birbirine sürtünmesi sonucu şimşek kıvılcımları çıkması da buna benzer.

Üçüncü delil, diğerinden daha etkili ve vurucudur:

"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, bütün kâinatı yaratandır, her şeyi hakkıyla bi­lendir" Yani sabit ve hareketli gezegenleriyle birlikte yedi kat göğü ve dağ­ları, ovaları, denizleri ve çölleriyle yedi kat yeri yaratan -ki bunlar, yaratı­lış bakımından insanın yaratılışından daha azametli ve büyüktür- insan gibi bir mahluku yaratmaya ve cesetlere yeniden hayat vermeye de kadir­dir ki bu cesetler yedi kat göğe ve yedi kat yere kıyasla çok daha küçük ve zayıftır. Evet, elbette O buna kadirdir. O, mahlukâtı çok ve ilmi geniş olan­dır. Buradaki "Hallâk" kelimesi Allah'ın kudretinin kemâline, "Alîm" keli­mesi de ilminin şümulüne işarettir.

Kısacası azametli şeylerin yaratılması, daha küçük şeylerin de yaratı­labileceğinin kesin delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük birşeydir." (Gâfir, 40/57), "Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Al­lah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet O her şeye kadirdir." (Ahkâf, 46/33).

Ardından Yüce Allah, daha önceki ayetlerde geçen açıklamayı tekit ve işlenen konuyu neticelendirmek için şöyle buyuruyor:

"Onun emri, birşeyi dilediği zaman ona ancak "Ol!" demesinden iba­rettir. O da hemen oluverir." Yani Yüce Allah'ın, eşyanın icadı ve bu icadı dilemesi konusundaki işi, birşeye "Ol!" buyurmaktır. O zaman o, kesinlikle herhangi başka birşeye bağlı olmaksızın derhal oluverir.

Yüce Allah için tam bir kudretin sabit olmasının gereği, kâfirlerin Onu tavsif ettiği şeylerden tenzihidir. Bu bağlamda Allah Teala şöyle bu­yuruyor: "Her şeyin hükümranlığı kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir, münezzehtir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz" Yani Allah, kötülük ve eksiklik gibi kendisine lâyık olmayan sıfatlardan yüce ve münezzehtir. O, eşyanın bütün mülkiyeti kendisine ait olandır. Eşya üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma kudret-i kâmilesi Onundur. Her şeyin anahtarı Onun elindedir. Ahiret yurdunda ölüm sonrası dirilişin akabinde de kullar hep birlikte -başkasına değil- Ona döneceklerdir. Şu halde maslahatlarını gerçekleştirmek için Onu birlesinler ve Ona itaat etsinler. [16]


[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/55-57.

1 Ocak 2019 Salı

Kişi Abdestini Bozduğundan Kesin Olarak Emin Olmadığı Sürece (Yeniden)Abdest Almaz

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

4. Kişi Abdestini Bozduğundan Kesin Olarak Emin Olmadığı Sürece (Yeniden)Abdest Almaz

137- Abbâd İbn Temîm'in amcasından rivayet ettiğine göre, namazda ken­disine abdesti bozulmuş gibi gelen ancak bir şey bulamayan kişi Resûlullah'a 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bunu sormuş, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurmuştur:

"Bir ses veya koku duymadıkça namazını terk etmesin.
[Hadisin geçtiği diğer yerler:177,2056.]

Açıklama

"Ancak bir şey bulamayan": Yani kendisinden çıkan bir şey olmayan anla­mına gelir. Hadis, abdestini bozduğunu kesin olarak bilmeyen kişinin namazının sahih olacağını göstermektedir. Bu hadis "aksi kesin olarak sabit oluncaya dek bir şeyin olduğu hal üzere bırakılması" konusundaki temel prensibi içermektedir. Sonradan meydana gelen şüphe, kesin olarak bilinen şeye zarar vermez. Âlimle­rin çoğunluğu bu hadisi esas almışlardır.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

31 Aralık 2018 Pazartesi

Abdestin Fazileti, Kıyamet Gününde Abdest İzinden Dolayı Yüz, El Ve Ayakları Sekililer

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

3. Abdestin Fazileti, Kıyamet Gününde Abdest İzinden Dolayı Yüz, El Ve Ayakları Sekililer

136- Nuaym el-Mücmir şöyle demiştir:

Ebû Hureyre 
radıyallahu anh ile birlikte mescidin üzerine çıktık. Ebû Hureyre abdest aldı ve şöyle dedi: Ben Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu işittim:

Ümmetim kıyamet gününde bedenlerindeki abdest izlerinden do­layı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları sekililer olarak çağrılacaklardır.

Ebû Hureyre 
radıyallahu anh şöyle dedi: "Kim bu parlaklığı daha çok artırabilirse arttırsın."

Açıklama

"Ümmetim" sözü ile ümmet-i davet değil, ümmet-i icabet yani Müslümanlar kastedilmiştir.

"Seki" atın alnındaki (ve ayaklarındaki) beyazlıktır. Bu kelime güzellik, şöh­ret ve İyi nam bırakma için kullanılır. Burada Muhammed ümmetinin yüzündeki nur kasdedilmektedir. Yani onlar mahşer halkının gözü önünde bu nitelikle çağ­rılacaklardır.

Kim bu parlaklığı daha çok artırabilirse bunu yapsın Seleften bir grup, Şâ-fiîler ve Hanefîlerin çoğunluğu bunun müstehap olduğunu belirtmişlerdir. Karşı görüşte olanlar ise bu arttırmayı abdeste devam etme anlamında anlamışlarsa da buna şu cevap verilir: Hadisi rivayet eden kişi rivayet ettiği şeyi bilmektedir. Hatta bunu açık olarak Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem isnad etmiştir.

Hadiste, konu başlığında yer alan abdestin fazileti hususu yer almaktadır. Çünkü seki ile meydana gelen üstünlük, abdestte farz olanın ötesinde yıkama ile meydana gelir. Öyle ise ya farz olan ile nasıl bir üstünlük meydana gelir düşü­nelim! Bu konuda Müslim ve diğerlerinin rivayet ettiği sahih ve anlamı açık ha­disler bulunmaktadır.

Bu hadis, mescide ve mescittekilere bir sıkıntı vermediği sürece mescidin üs­tünde abdest almanın caiz olduğunu göstermektedir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

30 Aralık 2018 Pazar

YASİN SÛRESİ 69.- 76. ayetlerin tefsiri


Allah'ın Varlığının Ve Birliğinin İspatı, Risaletin Bazı Özelliklerinin Beyanı:


69- Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümleri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir.

70- Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun.

71- Görmediler mi, ellerimizin yap­tıklarından kendilerine nice hay­vanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar.

72- Onları kendilerine boyun eğdir­dik. İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar.

73- Onlarda kendileri için daha bir­çok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?

74- kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler.

75- O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâh­lar için hazırlanmış askerlerdir.

76- Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliyoruz.


Açıklaması:


Cenab-ı Hak Kur’an’ın şiir, Hz. Peygamber (s.a.)'in de şair olmadığını belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." Yani peygamber bir şa­ir değildir. Onun şiir söylemesi doğru olmaz. İstemiş olsaydı bile kendisine şairlik özelliği verilmez ve şiir söylemesi kolaylaştırılmazdı. Onun yaratılı­şında bu özellik yoktur, o şiiri sevmez. Allah onu, okuma yazma bilmeyen ümmî bir kişi olarak yaratmıştır. Allah ona ancak Kur'an'ı öğretmiştir ki Kur'an şiirden daha üstün ve şiirden başka bir şeydir.

Şiir, kendine has vezni olan sözdür. Her beyti belli bir harfle biter ki buna kafiye denir. Kasidelerin, bir tek kafiye ile başlayıp bitmesi, yani her beytin son harfinin aynı olması zorunludur. Şiir, geniş bir hayal ve yüksek bir tasvir gücüyle gelişmiş canlı bir duygu dünyasına dayanır. Şair şiirde ne akıl ve mantığın ölçülerine uyar, ne de methiye, hiciv, ağıt, gazel vb. tür­lerde hassas ölçülere riayeti ve doğruluğu arar; o tasvirde ve özelliklerin dile getirilmesinde mübalağa yapar. Onun için sadece söylediklerinin dinleyenlerce beğenilmesi önemlidir. Bu sebeple Yüce Allah şairleri "Görmü­yor musun onları, nasıl her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ve onlar yap­mayacakları şeyleri söylerler." (Şu'arâ, 26/225-226) şeklinde tavsif buyur­maktadır. Araplar, "Şiirin en güzeli, en yalan olanıdır." derler. Bu konuda Ebû Hayyân da şöyle demiştir: "Şiir ancak vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Şairlerin seçtiği anlama delâlet eder ve çok hayal kurma, sözü süsleyip yal­dızlama vs. özelliklere dayanır ki mütedeyyin kimseler, onu yazmak şöyle dursun, başkası tarafından yazılmış şiiri bile okumaktan uzak dururlar.[12]

Kur'an-ı Kerim'e gelince, onun verdiği haberler doğrudur; söyledikleri, vuku bulmuş ibret verici olaylardır; metodu, beşeri saadete erdirecek ka­nunlar koymaktır; maksadı, amellerin faziletli olanlarını işlemeye ve en güzel hasletlere ve ahlâka sahip olmaya teşvik, sapıklık ve çirkinliklerden kaçındırma ve nihayet sahih ibadet ile doğru muamele için gerekli hüküm­leri yerleştirmedir.

Dolayısıyla bu ayet "Biz ona şiir öğretmedik" kavl-i ilâhisiyle Kur'an'ın şiir olmadığına, "Bu ona yakışmaz da." kavl-i ilâhisi de Hz. Peygamber (s.a.)'in şair olmadığına delâlet etmektedir. Allah ona ancak kendine mah­sus özellikleriyle malum şiirden ve alışılmış düzyazı türünden ayrılan Kur'an'ı öğretmiştir.

Bu ayet, Mekke'li Arapların, "Muhakkak Kuran ya bir şiir veya sihir­dir, ya da kâhinlerin işidir. Muhammed de şairdir" şeklindeki sözlerine ke­sin bir reddir. Onlar bu sözlerle Kuranın Allah tarafından vahyedilmiş bir kelâm olması hususiyetini iptal ve risaletin kendine mahsus özelliklerini tekzip etmeyi amaçlıyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.)'in dilinden varit olan kimi vezinli sözlere gelince bunlar, herhangi bir tekellüf, sanat yapma arzusu veya kasıt olmaksızın, sadece sözün tabii seyri içinde şiiri andırır tarzda ifade edilen sözlerdir. Hz. Peygamber (s.a.)'in Huneyn günü beyaz bir katır üzerinde düşman saf­ları arasına daldığı zaman söylediği şu sözler buna örnektir:

"Yalan değil ben nebiyim, İbni Abdulmuttalib'im."

Yine hicret esnasında mağarada ayağını taşa çarpması sonucu ayak parmağının kanaması üzerine söylediği şu sözler de böyledir:

"Sen ancak bir parmaksın ve kanadın Bunu sen Allah yolunda yaşadın."

Hatta Halîl b. Ahmed Ferâhidi, recezden meştûr'u şiir saymamıştır.[13]

Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.)'in, konuşma esnasında zaman zaman Arap şiiriyle örnek getirdiği de vakidir. Mesela bir defasında Tarafe b. Abd'in meşhur "Muallaka" sından[14] şu beyti temsil getirmişti:

"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi haberler getirecek."

İbni Ebi Hatim ve İbni Cerir'in Hz. Aişe (r.a.)'den sahih bir senetle ri­vayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu beyti şöyle söylüyordu:

"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi getirecek haberler."

"Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.)'in mezkûr beyti böyle oku­ması üzerine "O beyit öyle değil." dedi, Hz. Peygamber (s.a.) de "Ben şair değilim. Şair olmak bana yakışmaz da." buyurdu."

İbni Sa'd ve İbni Ebî Hatim de Hasan'i-Basrî'den şöyle dediğini riva­yet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.) şu beyti temsil getirirdi:

"Yeterlidir İslâm ve ağaran saç Kötülükten nehyetmeye kişiyi." "Oysa rivayet, bu beytin şöyle olduğu yolundadır: "Yeterlidir ağaran saç ve İslam Kötülükten kişiyi nehyetmeye."

"Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.), "Şehadet ederim ki sen Allah'ın resulüsün. Allah sana şiiri öğretmedi. Sana şiir öğrenmek yakışmazdı da." demiştir."

Buhari'nin naklettiğine göre Hendek savaşı öncesi Medine etrafına hendek kazılırken Hz. Peygamber (s.a.), Abdullah b. Revâha (r.a)'nın şi­irini okumuştur. Şu var ki o, recez bahrinden kaside söyleyen ashabının söylediklerine uyarak bunu yapmıştır. Sahabe o esnada hem hendek kazı­yor, hem de şöyle diyorlardı:

"Rabbim olmasa rahmetin hidayet yoktu bize,

Ne sadaka, ne namazda gelmek olurdu dize.

Düşman çıkınca karşıya, sekinet indir bize;

Sabit-kadem eyle bizi, güç ver bileğimize.

Şüphesiz ki ilkin onlar saldırdı üstümüze

Diretiriz fitne yaparlarsa aleyhimize"

Hz. Peygamber (s.a.) bu şiiri söylerken "Ebeynâ (diretiriz)" kelimesine geldiği zaman sesini uzatıyordu."

Hz. Peygamber (s.a.)'e şiir öğretilmemesi meselesine gelince; Yüce Al­lah ona ancak, "Kendisine ne önünden, ne de arkasından hiçbir batılın gelemeyeceği ve yegâne hüküm ve hikmet sahibinden indirilme olan" (Fussilet, 41/42) Kur'an-ı Kerim'i öğretmiştir.

Kur'an ne şiir, ne tahayyülat, ne kehanet, ne düzmece, uydurma bir söz ve ne de etki eden bir sihirdir. O ancak İslamî hayatın düsturudur, na­sihat ve doğru yola iletici prensipler ihtiva eden bir kitaptır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurumaktadır: "Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümle­ri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir." Yani Kur'an, zikirler içinde bir zikirden, nasihatlerden bir nasihatten ve üzerinde hakkını vererek düşü­nenler için açık, zahir ve aşikâr semavî bir kitaptan başka birşey değildir; tilâvet edilir ve hayatın her alanında her konuda kendisine başvurulur.

İşte bu sebeple Yüce Allah, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber (s.a.)'in en mühim fonksiyonunun çerçevesini şöyle çiziyor:

"Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun." Yani bu apaçık Kur'an, yeryüzünde yaşayan her canlıyı uyarsın nitekim: "Ki onun­la sizi ve onun ulaştığı herkesi uyarayım." (En'âm, 6/19) kavl-i ilâhisi de böyledir. Ne var ki onun uyarmasından sadece kalbi diri ve basireti açık olanlar istifade edebilir- ve yine bu Kur'an'la kendisine inanmamakta inat eden kâfirler üzerine azap sözü sabit ve gerekli olsun diye. Bu, aynı za­manda müminlerin de söz konusu vasıfların mukabiline sahip olduğunu göstermektedir. Yani müminlerin kalbi diridir. Kâfirlere gelince, küfürleri, delillerinin geçersizliği ve Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmemeleri se­bebiyle onlar gerçekte ölülere daha çok benzemektedirler. Çünkü onlar Kur'an'ın nasihatlerinden etkilenmezler, gerçeğe ve hidayete tabi olmak noktasında dikkat ve uyanıklıklarını kaybetmişlerdir.

Özetle bu ayet, Kur'an'ın müminler için bir rahmet ve kâfirler aleyhi­ne bir hüccet olduğuna delâlet etmektedir...

Daha sonra Yüce Allah tekrar vahdaniyet konusuna dönmekte ve bu konu ile ilgili bazı deliller getirmektedir:

"Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar" Yani Allah'a şirk koşan ve gerek putlara, gerekse başkalarına kulluk eden bu müşrikler, Allah'ın kendileri için, kendilerinin emrine verdiği bu hayvanları yarattığını ve bunları, herhangi bir vasıta veya ortak söz konusu olmaksızın onlar için var ettiğini müşahede etmezler mi? Halbuki onları bu hayvanlara malik kılmıştır; onlar bu hayvanlar üzerine hakimdirler ve onları diledikleri gibi zabt ve tasarrufları altında bulundururlar, onlar da kendilerine boyun eğerler, itaatsizlik etmezler. Eğer Allah dileseydi bu hayvanları, kendileri­ne isyan edip karşı gelen, vahşi ve kendilerinden nefret eden varlıklar ya­pardı. Bu durumda onlar bu hayvanlardan istifade etme imkânı bulamaz­lardı. Ancak küçük bir çocuğun bile koca bir deveye -ve hatta yüz ya da da­ha fazla deveden oluşan bir kervana- hükmettiğini ve onları sevkü idare­sinde bulundurduğunu görürsünüz...

Sonra Yüce Allah bu hayvanların insanlara verdiği faydaları açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Onları kendilerine boyun eğdirdik. İşte binekleri onlardandır ve on­lardan yiyorlar."
Yani bu hayvanları onlara boyun eğici, emirlerine amade ve itaat edici kıldık; onların isteklerini -hatta bu onları kesmek şeklinde bile olsa- yerine getirmekten imtina etmezler. Yolculuk yaparken üstüne bindikleri ve eşya yükledikleri binekleri de bu hayvanlardandır. Yine etle­rini yedikleri hayvanlar da bunlardandır.

"Onlarda kendileri için daha birçok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?" Yani bu hayvanlarda onlar için, üzerlerine binmekten ve etlerini yemekten başka faydalar da vardır. Yünlerinden, kıl ve tüylerin­den eşya ve meta olarak belli bir süreye kadar istifade ederler. Yine bu hayvanlar onlar için içecektirler. Yani onların sütlerinden içerler. Hâlâ bü­tün bunları yaratıp emirlerine verene ve kendileri için bu nimetleri var edene -kendisine ibadet ve itaat ile başkasını Ona ortak koşmayı bırak­mak suretiyle- şükretmezler mi?

Bu, yaratıcı ve nimet verici olan Allah'a -ki O, vefa borcunu yerine ge­tirmek ve nimet ve ihsanı karşısında takdir duymak gereken bu lütufları en geniş şekilde insana sunmaktadır- kendisine ibadet ve itaat etmek su­retiyle şükür vazifesini yerine getirmeye açık bir teşviktir. Karşılığında ve­fa borcu ödemek gereken şeyleri en geniş şekliyle veren ve lütfü ihsanı ile takdir edilmesi gereken nimetler veren Odur.

Ne ki kâfirler bu görevi inkâr ve Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük et­mekte, dalâletlerinde devam ile Allah'a ibadeti terketmekte, ne bir zarar, ne de fayda verebilecek olan şeylere kulluğa yönelmekte ve onlardan yardım um­maktadırlar. Onların bu durumu hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler." Yani o müşrikler put ve benzeri şeyleri ilâh edinerek Allah'ı bı­rakıp onlara kulluk ettiler ve böylece onların kendilerine yardım edip rızık vereceğini ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağını umdular.

Ancak gerçekte o sahte ilâhlar herhangi birşey yapmaya kadir olma­dıkları gibi, onlara ibadet etmekle hiçbir fayda da sağlanamaz. Bu sebeple Allah onların beklentilerinin boşluğunu açıklayarak şöyle buyuruyor:

"O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir."
Yani bu ilâhlar kullarına yardıma muktedir değildir. Hatta onlar böyle birşeyi gerçekleştirmekten daha zayıf, zelil ve hakirdirler ve hatta kendi kendilerine bile yardım edemeyecekleri gibi, kendilerine karşı kötülük edenlerden intikam almaya dahi güç yetiremezler. Çünkü onlar duymayan ve düşünmeyen cansız varlıklardır. İşte bu se­beple o müşriklerin bunlardan umduklarının ve menfaat beklentilerinin batıl olduğu sabittir.

Müşrik kâfirler, putlara itaat eden askerlerdir. Onlar bu dünyada put­ları için müminlere gazap ederler. Oysa o sahte ilâhlar kendilerine yardı­ma muktedir değildirler. Ne kendilerine bir hayır verebilir, ne de kendile­rinden bir şerri savabilirler. Onlar ancak birer puttur.

Bu ayetteki "hazırlanmış" kelimesi ya herhangi birşey yapmaya güç yetiremeyen ve yardıma kudreti olmayan bu ilâhlara hizmet eden, onları savunan ve onlara dil uzatanlara gazap eden anlamındadır; yahut da çeke­cekleri azap için hazırlanmış manasınadır. Çünkü o ilâhlar, müşriklerin ce­hennem ateşi için yakıt olmalarına vesiledirler.

Bu ayetin arkasından Yüce Allah, peygamberini müşriklerden gördü­ğü eziyet karşısında teselli etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduk­larını da biliyoruz." Yani onların seni yalanlaması, Allah'a kâfir olmaları, sana verdikleri eziyet ve cefalar ve "İşte bizim ilâhlarımız bunlardır. Bunlar mabud olma vasfında Allah'ın ortaklarıdır." demeleri, ya da "Sen şair veya sihirbaz yahut kâhinsin" vs. demeleri seni kesinlikle kederlendirmesin.

Zira biz onların her şeyini; gizlideki şeylerini, açıktaki şeylerini ve sa­na karşı besledikleri gizli düşmanlığı biliyoruz. Biz onlara bunun karşılığı­nı verecek ve kendilerini bu sebeple azaba duçar edeceğiz. [15]

40.


[12] el-Bahru'l-Muhît, VII/345.


[13] Arap şiirinin ölçülerinden biri olan ve altı satırdan oluşan "Recez Bahri"nin üç satırının çıkarılmasıyla üç satırdan ibaret kalan beyte "meştûr" denir, (çev.)


[14] Cahiliye döneminin yedi ünlü şairine ait olan ve Kabe'ye asılmış bulunan 7 şiirden (muallakat-ı seb'a) birisi. Diğer şiirler ise İmruu'1-Kays, Züheyr b. Ebî Sulmâ, Lebîd b. Rebî'a, Amr b. Kulsûm, Haris b. Hıllize ve Antara b. Şeddâd'a aittir, (çev.)


[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/44-49.

29 Aralık 2018 Cumartesi

YASİN SÛRESİ 59.- 68. ayetlerin tefsiri


Mücrimlerin Göreceği Karşılık:


59- Ey suçlular! Bu gün siz şöyle ay­rılın!

60- Ey Ademoğulları! Ben size ahd vermedim mi: "Şeytana tapmayın. O sizin için apaçık bir düşmandır.

61- Bana ibadet edin. Dosdoğru yol budur" diye?

62- "O, sizden birçok halkı saptır­mıştı. O zaman niye akletmiyordunuz?"

63- İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir.

64- Küfrünüzden dolayı girin oraya.

65- O gün ağızlarını mühürleriz. Ne yapmış idiyseler bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.

66- Eğer dileseydik gözlerini siler­dik de yola dökülürlerdi. Ama na­sıl göreceklerdi?

67- Yine dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirip, onları bam­başka çirkin bir mahiyete getirir­dik de, ne ileri gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yeterdi.

68- Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı çeviriyo­ruz. Akıllarını kullanmıyorlar mı?


Açıklaması:

Yüce Allah, kıyamet günü kâfirlerin, durdukları yer itibariyle mümin­lerden ayrılacağını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Ey suçlular, bu gün siz şöyle ayrılın!" Yani ahirette mücrim kâfirlere "müminlerden ayrılın ve başka bir yerde durun." denir. Nitekim Yüce Al­lah, başka bir ayette şöyle buyuruyor: "O gün onları hep bir araya toplarız. Sonra şirk koşanlara "Haydi siz ve koştuğunuz ortaklar, yerlerinize!" deriz. Artık onları birbirinden tamamen ayırmışızdır." (Yûnus, 10/28), "Kıyametin kopacağı gün, o gün müminlerle kâfirler birbirinden ayrılırlar." (Rûm, 30/14), "O gün bölük bölük ayrılacaklardır." (Rûm, 30/43). Yani o gün in­sanlar iki fırka halinde bölüneceklerdir.

Ya da bu ifadeden murat, mücrimlerin birbirinden ayrılması ve Yahu­dilerin, Hristiyanların, Mecusilerin, Sabiilerin, putlara tapanların, madde­cilerin, mülhitlerin... birer fırka halinde diğerlerinden ayrılmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah onların diğerlerinden ayrılmasının sebebini, küfürlerinden ötürü kendilerini azarlayıp paylar bir tarzda açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Ey Ademoğulları! Ben size ahd vermedim mi: "Şeytana tapmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır"
Yani Ey Ademoğulları! Ben, bana asi olmanız ve emrime muhalefet etmeniz yolunda şeytanın size verdiği vesveselere uyarak şeytana itaat etmemenizi peygamberler vasıtasıyla emir ve tavsiye etmedim mi? Zira şeytanın size olan düşmanlığı aşikârdır. Onun size olan düşmanlığı babanız Adem (a.s.)'dan başlamıştı.

Yüce Allah, kendisinden başkasına ibadeti yasakladıktan sonra kendi­sine ibadet edilmesini emrederek şöyle buyuruyor:

"Bana ibadet edin. Dosdoğru yol budur" Yani beni birleyin ve size em­rettiğim ve yasakladığım hususlarda bana itaat edin. Bu emir ve yasaklar dosdoğru ve sağlam yoldur, yani İslam dinidir.

Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak şeytanın, geçmiş nesilleri saptırma yolundaki çabalarını haber veriyor:

"O, sizden birçok halkı saptırmıştı. O zaman niye akletmiyordunuz?" Ya­ni şeytan, birçok halkı azdırmış, kötülük işlemeyi onlara güzel göstermiş ve onları, Allah'a itaatten ve Onu birlemekden alıkoymuştu. Böyle olduğu hal­de şeytanın size olan düşmanlığını akledip, kendileri gibi azaba çarptırılma­mak için geçmişlerin içine düştüğü dalâletlerden uzaklaşmayacak mısınız?

Ardından Yüce Allah, dalâlet içinde bulunanların sonunu, kendilerini azarlayıp paylayarak şöyle beyan buyuruyor:

"İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir" Yani işte bu, size dünyada vaad edilen ve peygamberler vasıtasıyla sizi kendisinden sakındırdığım ateştir. Ama siz o peygamberleri yalanlamıştınız. O esnada cehennem de, onları dehşete düşürmek için kendilerine gösterilir.

"Küfrünüzden dolayı girin oraya." Dünyadayken Allah'ı inkâr etme­niz, cehennemi yalanlamanız, şeytana itaat etmeniz ve putlara tapmanız sebebiyle bugün oraya girin ve ateşini tadın.

Bu sözde, onların pişmanlıklarının şiddetine ve hasretlerine, üç açı­dan işaret edilmektedir:

1- Yüce Allah'ın, "girin oraya" tarzındaki emri, tıpkı Firavun'a 
"Tat bakalım! Zira sen, kendince üstündün, şerefliydin" (Duhân, 44/49) kavl-i ilâhisinde olduğu gibi bir küçümseme ve ibret kılma ihtiva etmektedir.

2- "bugün" kavl-i ilâhisi azabın hazır olduğuna, onların lezzetlerinin geçip gittiği ve bugün ancak azabın kaldığına delâlet eden bir lafızdır.

3- "Küfrünüzden dolayı" kavl-i ilâhisi de, büyük bir nimeti inkârı, küfrân-ı nimeti haber veren bir ifadedir. Küfran-ı nimette bulunanların, o nimeti verenden utanması, en şiddetli elemlerdendir.

Daha sonra Yüce Allah onların, işlediği cürüm ile inkâr edemeyecekle­ri bir şekilde nasıl yüzyüze getirileceklerini açıklamakta ve şöyle buyur­maktadır:

"O gün ağızlarını mühürleriz. Ne yapmış idiyseler bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder" Yani bu dehşetli günde Allah, kâfirlerin ve mü­nafıkların ağzını, konuşamayacakları şekilde mühürler ve işledikleri fiille­ri azaların kendisinin söylemesini ister. Bunun üzerine onların elleri ve ayakları, işledikleri fiilleri söyler. Bu, onların, günah işlerken kendilerine yardımcı olan organlarının şimdi kendileri aleyhine birer şahit olacağını bilmeleri içindir.

Ellerin konuşma, ayakların da şahitlik etme mevkiine getirilmesinin sebebi, ekseri fiillerin, doğrudan ellerle tamamlanmasıdır. Nitekim Yüce Allah, "... ve kendi ellerinin ürünlerinden ..." (Yâ-Sîn, 36/35), "... kendi elle­rinizle kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 2/195) buyurmaktadır. Bu son ayetteki "velâ tulkû bi eydîkum" kavl-i ilâhisi, "velâ tulkû bi enfusikum" anlamındadır. Bir amele şahit olanın, o ameli işleyenden başkası olması gerekir. Dolayısıyla -kendilerine fiil izafe etmenin zorluğu sebebiyle-ayaklar ve deriler, şahitler cümlesinden olarak takdir buyurulmuştur.

Müslim, Nesâi, ve İbni Ebî Hatim, Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle riva­yet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Kul kıyamet günü şöyle diyecek: "Ben kendime, benim tarafımdan bir şahit getirilmesinden başka bir şeye razı değilim." Bunun üzerine Yüce Allah, "Bugün muhasebe­ne kefil olarak nefsin, şahitler olarak da Kiramen Kâtibin melekleri kâfi­dir." buyuracak ve o kimsenin ağzına mühür vurulacak. Ardından da or­ganlarına "Konuş" denecek, onlar da o kulun amellerini söyleyecekler. Son­ra konuşma hususunda serbest bırakılacak ve uzuvlarına "Sizler uzak olun, ırak olun! Ben ancak sizin için mücadele ediyordum." diyecek."

Daha sonra Yüce Allah, gözlerini kör etme, suretlerini değiştirme ve kendilerini hareketsiz kılma gibi, kudretinin onlar üzerindeki bazı teza­hürlerini açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Eğer dileseydik gözlerini silerdik de yola dökülürlerdi. Ama nereden görecekler?" Yani eğer dilersek onların görmelerini gideririz veya onları kör ederiz. Böylece onlar doğru yolu görmez olurlar. Onlar bu durumda yürü­mek için alıştıkları ve bildikleri bir yola dökülseler yürümeye muktedir olamazlar. Yolu nasıl görsünler ki, görmeleri gitmiştir?

"Yine dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirip, onları bambaş­ka çirkin bir mahiyete getirirdik de, ne ileri gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yeterdi." Yani dilesek, onlar mekânlarında ve bulundukları yerlerde kötülükler işlerken onların yaratılışlarını değiştirir, suretlerini maymun, domuz gibi daha çirkin başka suretlere çeviririz de, yürüyüp git­meye de arkalarına dönmeye de muktedir olamaz, bir tek durumda kalaka­lırlar. Ne ileri ne de geri gidebilirler.

Akabinde onları, gençlik fırsatını kaçırmaktan sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı çeviriyoruz. Akıllarını kullanmıyorlar mı?"
Yani kimin ömrünü uzatırsak, kendisini kuvvetli halinden sonra zayıflığa, faal bir durumdan acze döndürürüz. On­lar, her yeni yaşa girdiklerinde zayıf düştüklerini ve amel işlemekten aciz­liğe doğru gittiklerini düşünüp idrak etmiyorlar mı? Biz onlara, doğru bi­çimde düşünüp akıl yürütmeleri ve araştırmaları için yeterli ömür fırsatı verdik. Artık ömürleri bundan daha fazla uzadığı takdirde uzun ömür on­lara herhangi bir fayda vermeyecektir. Onlara bu şekilde bir fırsat verilme­si, mazeretlerini ortadan kaldırmaktadır. Zira iyice yaşlanınca düşünüp araştırmak için uygun bir fırsat bulamayacaklardır.

Bu ayet, "Allah sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardın­dan kuvvet veren, sonra kuvvetin arkasından da zaafa ve ihtiyarlığa geti­rendir. O ne dilerse yaratır. O hakkıyla bilendir, kemâliyle kadirdir." (Rûm, 30/54) ayetine benzemektedir. [11]


[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/37-40.

28 Aralık 2018 Cuma

Taharetsiz Namaz Kabul Olmaz

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

2. Taharetsiz Namaz Kabul Olmaz

135- Ebû Hureyre'nin 
radıyallahu anh rivayet ettiğine göre Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöy­le buyurmuştur:

"Abdestsiz olan kişi abdest almadıkça namazı kabul edilmez".

Bir adam Ebû Hureyre'ye 
radıyallahu anh: "Hades (abdestsizlik) nedir ey Ebû Hureyre?" di­ye sordu. Ebû Hureyre: "Sessiz veya sesli yel" diye cevap verdi.

Açıklama

Konu başlığında "taharet" ile kasdedilen abdest ve gusülden daha genel bir anlamdır.

Bu hadisteki "kabul"den kasıt, sahihlik ve yeterliliktir. Kabulün gerçek an­lamı, ibadetin kişinin borcunu kaldıracak yeterlilikte yerine gelmiş olmasının sonucudur. Namazın şartlarını yerine getirmek, kabul sonucunu doğuran yeterli­liği barındırdığı için buna mecazen kabul denilmiştir. "Kahine giden kişinin namazı kabul edilmez" hadisinde İse kabul sözcüğü gerçek anlamı ile kulla­nılmıştır. Çünkü bazen amel sahih olduğu halde, bir engel sebebiyle amel kabul edilmemiş olabilir. Bu sebeple bazı selef âlimleri şöyle demiştir: "Benim bir na­mazımın kabul edilmesi benim için bütün dünyadan daha sevimlidir". Bunu İbn Ömer söylemiştir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah yalnız muttakilerden kabul eder."
[el-Maide,5/20]

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

Bu hadis, abdestsizlik kişinin kendi isteği ile olsa da zorunluluktan kaynak­lansa da bu şekilde namazın batıl olduğunu gösterir.

Her namaz için abdest almak gerekli değildir. Çünkü namazın kabul edil­memesi, abdest alıncaya kadardır. Abdest aldıktan sonrası ise, öncesinden fark­lıdır. Bu da abdest aldıktan sonra namazın mutlak olarak kabul edilmesini ge­rektirir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

27 Aralık 2018 Perşembe

Abdest Konusu İle İlgili Hüküm Ve Farklı Görüşler

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

1. Abdest Konusu İle İlgili Hüküm Ve Farklı Görüşler

Yüce Allah şöyle buyurmuştur

"Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın.
[El-Maide,5/6]

Ebû Abdullah (Buhârî) şöyle demiştir: Hz, Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdestin farzının birer birer yıkamak olduğunu beyan etmiş, aynı zamanda İkişer defa ve üçer defa yıkayarak abdest almış, üçten fazla yıkamamıştır. İlim ehli abdestte israfa kaçmayı ve Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem yaptığının öte­sine geçmeyi mekruh görmüşlerdir.

Açıklama

Bu bölüm, abdestin hükümleri, şartları, niteliği ve abdest öncesi yapılan şeyler ile ilgili konuları içermektedir.

Buhârî "Abdest Konusu ile İlgili Hüküm ve Farklı Görüşler" sözü ile selef âlimlerinin abdest âyeti konusundaki görüş farklılıklarına İşaret etmektedir. Ço­ğunluk bu âyeti "abdestsiz olarak namaz kılmaya kalktığınız zaman" şeklinde tefsir etmiştir. Diğer bazılarına göre İse bu emir herhangi bir hazif söz konusu olmaksızın genel kapsamlı olmakla birlikte, abdestsiz kimse hakkında farz, di­ğerleri hakkında ise menduptur.

Bazı âlimler "Namaz kılmaya kalktığınız zaman" İfadesinden abdestte niyetin farz olduğu sonucunu çıkarmışlardır.

Abdestte organları bir kere yıkamak farz, birden fazla yıkamak ise müstehaptır.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl abdest aldığını anlatan hadislerde abdest organlarını üçten fazla yıkadığına dair bir bilgi mevcut değildir. Aksine onun üçten fazla yıkayanları kınadığı sabittir. Ebû Dâvud ve diğer hadis imamla­rının rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem organlarını üçer defa yıkayarak abdest almış ve şöyle demiştir: 'Kim bundan fazla veya eksik ya­parsa kötülük ve haksızlık yapmış olur.[Ebû Dâvud,Taharet,51.(Çev.)] Bu hadisin senedi İyidir (delil olmaya elverişlidir).

Buhârî "Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yaptığının ötesine geçmeyi ke­rih görmüşlerdir" sözü ile İbn Ebî Şeybe'nin yine İbn Mesud'dan rivayet ettiği "Üçten sonra bir şey yoktur" sözüne işaret etmektedir.

Ahmed İbn Hanbel, İshak ve ikisi dışında diğer âlimler üçten fazla yıkama­nın caiz olmadığını söylemişlerdir. İbnü'l-Mübârek şöyle demiştir: "Bu kişinin günaha girmeyeceğinden emin değilim." İmam Şafiî ise şöyle demiştir: "Abdest alan kişinin organlarını üçten fazla yıkamasını hoş karşılamam. Ancak yıkama sı­rasında organlarının bazı bölümlerine su değmediğini biliyorsa bu durumda üçten fazla yıkaması istisna edilir, yalnızca su değmeyen yeri yıkar. Ancak abdesti bitirdikten sonra şüphelenirse yıkamaz. Ta ki onun durumu, yerilmiş olan vesveseciliğe dönüşmesin."


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

26 Aralık 2018 Çarşamba

YASİN SÛRESİ 55.- 58. ayetlerin tefsiri


İyilerin Göreceği Karşılık:


55- O gün cennet ehli, bir iş içinde eğlenirler.

56- Kendileri de eşleri de gölgelerde tahtlar üzerine kurulup yaslanmış-

57- Orada taze meyveler onların, arzu edecekleri her şey onlarındır.

58- Çok esirgeyici Rablerinden bir de selâm vardır.


Açıklaması:


Yüce Allah, cennet ehlinin durumunu haber vermekte ve şöyle buyur­maktadır:

"O gün cennet ehli, bir iş içinde eğlenirler." Yani salih müminler kıya­met günü cennet bahçelerine girdikleri zaman, faydalandıkları ve zevk al­dıkları lezzetler, nimetler ve elde ettikleri büyük kazanç ile -başkalarını görmeyecek şekilde- meşguliyet içinde olurlar. Bu nimetleri ne göz gör­müş, ne kulak işitmiş, ne de bunların mahiyeti beşer aklına gelmiştir.

Bu durumda onlar, cehennem ehlinin çektiği azaba dikkatlerini vere­meyecek bir meşguliyet içindedirler. Onlar, faydalandıkları, zevk aldıkları ve hoşlandıkları nimetler içindedirler.

Onlar sadece bu nimetlerden faydalanmakla kalmazlar, aynı zamanda eşleriyle bir ünsiyet ve mutluluk içindedirler. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kendileri de eşleri de gölgelerde tahtlar üzerine kurulup yaslanmış­lardır. " Yani onlar ve eşleri cennette ağaçların güneş almayan gölgelerindedirler. Çünkü orada insanı rahatsız edecek şekilde güneş sıcaklığı yoktur. Onlar orada kendilerini gölgeleyen ve örten çadır ve zifaf odalarında taht­ları üzerinde mutluluk içindedirler.

Buradaki faydalanma, ruhî değil maddîdir. Zira Yüce Allah şöyle bu­yuruyor:

"Orada taze meyveler onların, arzu edecekleri her şey onlarındır." Yani kendilerine bütün cinsleriyle meyveler sunulmuştur ve bundan başka iste­dikleri ve iştahlarının çektiği her şey onlarındır. İstedikleri zaman her tür­lü lezzeti hazır bulurlar.

Bu ayette "Orada taze meyveler onlarındır." buyurulduğu halde "bu meyvaları yerler" denmemiştir. Bu, onların diledikleri zaman diledikleri şeye sahip olma güç ve kudretinde olacaklarına işarettir.

Onların orada buldukları nimetin en değerlisi ve üstünü ise Allah'ın onlara selâmıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Çok esirgeyici Rablerinden bir de selâm vardır" Yani onların temenni ettiği şey, Allah'ın onlara selâmı, yani kendilerini çirkin görülen her türlü şeyden emin kılmasıdır ki onlara "Selâm sizin üzerinize olsun ey cennet ehli." buyurur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendisine kavuş­tukları gün müminlere yapılacak dirlik temennileri "selâm" demek olacak­tır." (Ahzâb, 33/44). Bu selâm, "Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar. "Sabretmenize karşılık selâm size. Dünyanın en güzel sonucudur bu." derler." (Ra'd, 13/23-24) ayetinde belirtildiği gibi, melekler vasıtasıyla da olabi­lir. Şu halde anlam şöyle olur: Allah onlara, kendilerini yücelttiğinin bir işareti olarak melekler vasıtasıyla veya vasıtasız olarak selâm eder. Bu, onların temenni ettiği şeydir. [10]


[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/33-34


25 Aralık 2018 Salı

YASİN SÛRESİ 48.- 54. ayetlerin tefsiri


Kafirlerin, Öldükten Sonra Dirilme Gününü İnkârı Ve Bu Günün Şüphesiz Bir Gerçek Olduğunun Açıklaması:

48- "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" der­ler.

49- Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın ya­kalar.

50- İşte o zaman onlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ai­lelerine dahi dönecek halde değil­dirler.

51- Sûr'a üfürüldü. İşte onlar kabir­lerinden kalkıp Rabblerine koşu­yorlar.

52- O zaman şöyle dediler: "Vah bi­ze. Bizi yattığımız yerden kim kal­dırdı? İşte Rahman'ın vaad ettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş."

53- Sadece bir tek sayha olur. He­men onların hepsi huzurumuza ge­tirilirler.

54- O gün hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz. Siz de yaptığınızdan baş­kasıyla mukabele görmezsiniz.


Açıklaması:

Yüce Allah kâfirlerin, şöyle diyerek kıyametin kopmasını uzak gör­düklerini haber vermektedir:

"Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" derler." Yani müşrikler, müminlerle alay ederek kibirli bir tarzda öldükten sonra dirilmenin hemen olmasını ister ve şöyle derler: "Eğer söylediğiniz ve vaad ettiğiniz şeyde doğru söylüyorsanız bize olacağını vaad ettiğiniz ve bizi ken­disiyle tehdit ettiğiniz bu dirilmenin ne zaman olacağını söyleyin."

Müşriklerin bu hitabı, onları Allah'a ve ahiret gününe iman etmeye çağıran Hz. Peygamber (s.a.)'e ve müminleredir.

"Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip du­rurlarken kendilerini ansızın yakalar." Yani azap ve kıyamet için sadece Sûra bir kere üfürülmesini beklerler. Bu, yeryüzündeki bütün insanların kendisiyle hemen öleceği ürperten bir sestir. Onlar o anda aralarındaki alış veriş vb. dünya işlerinde çekişmektedirler. Yani onlar, günlük muameleler, konuşmalar, yeme içme vs. dünya işleriyle meşguldürler. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Biz de onları, hiç farkında olmadıkları bir sıra­da ansızın yakaladık" (A'râf, 7/95), "Onlar ille o saatin, hiç farkında olma­dıkları bir sırada başlarına gelmesini mi bekliyorlar?" (Zuhruf, 43/66).

Buradaki "korkunç ses", İkrime'nin de dediği gibi Sûr'a ilk üfürülüştür. Bu görüşü İbni Cerir'in İbni Ömer (r.a.)'den aktardığı şu rivayet de te­yit etmektedir: "Sûra, insanlar yollarda, sokaklarda ve meclislerinde iken üfürülecektir. Hatta iki kişi, bir elbise alım satımı konusunda aralarında pazarlık yapacak olsa, daha birisinin onu elinden bırakmasına fırsat kal­madan Sûra üfürülür ve o kişi helak olur. İşte bu ses, hakkında Yüce Al­lah'ın, "Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar" buyurduğu sestir.

Buhari ve Müslim, Ebû Hureyre; (r.a)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle bir halde, alım satım için satıcı ile müşteri aralarında kumaşlarını yaymış olacaklar da ne alım satım yapabilecekler, ne de kumaşlarını dürebilecekler. Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki kişi, su havuzunu sıvayıp[8] tamir ede­cek, fakat havuzun suyunu kullanması nasip olmayacaktır. Kıyamet mutla­ka kopacaktır. Öyle bir çabuklukta ki kişi, sağımlı devesinin sütünü sağıp getirdiği halde onu içemeyecektir. Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ansızın kopacaktır ki kişi, yemek yerken lokmasını ağzına kaldıracak, ancak onu yemesine fırsat kalmayacaktır."

Daha sonra Yüce Allah, umumi ölümün veya sayhanın süratini açıkla­makta ve şöyle buyurmaktadır:

"İşte o zaman bunlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ai­lelerine dahi dönecek halde değildirler."
Yani onlardan bir kısmı diğerine, sahip olduğu mülkü ve borçlarını vasiyet edemeyecek. Aksine onlar sokak­larında ve bulundukları yerlerde ölecekler, çıktıkları evlerine dönme imkâ­nı bulamayacaklar.

Daha sonra Yüce Allah, Sûr'a ikinci kez üfürüleceğini haber vermekte­dir ki bu üfürüş, öldükten sonra dirilme ve kabirlerden kalkma üfürüşüdür:

"Sûr'a üfürüldü. İşte onlar kabirlerinden kalkıp Rabb'lerine koşuyor­lar" Yani öldükten sonra dirilme ve kabirlerden kalkma için Sûr'a ikinci kez üfürüldü. O anda bütün mahlukât, kabirlerinden kalkıp, hesap ve amellerinin karşılığı için Rabb'lerine kavuşmak üzere süratle yürüyorlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün onlar, sanki dikili birşeye koşar gibi kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar." (Me'âric, 70/43).

Daha sonra Yüce Allah, dirilme hadisesinin akabinde onların yaşaya­cakları korku ve ürpertiyi zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"O zaman şöyle dediler:" Vah bize. Bizi yattığımız yerden kim kaldır­dı ?" Yani o diriltilenler şöyle dediler: Helak olduk! Bizi, öldükten sonra kabirlerimizden dirilten kimdir? O kabirler onların, dünya hayatında iken di­riltilip içinden çıkarılacaklarına inanmadıkları yerlerdir. Onlar, o ürperti verici sahneleri ve başlarına gelen korkunç hali müşahede ettikleri zaman, kabirlerinde uyumakta olduklarını zannettiler.

Bu, onların kabirlerinde çekecekleri azabı ortadan kaldırmaz. Çünkü dirildikleri zaman yaşayacakları ahvale nispetle kabir azabı onlara uyku gibi gelecektir.

"İşte Rahmanın vadettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söyle­miş" Yani işte bu, Allah'ın vadettiği ve gönderilen peygamberlerin, yaşana­cağını haber verdikleri şeydir.

İnkarcılar artık kendilerine gelmiş, ölümden diriltildiklerini itiraf ve tasdikin fayda vermeyeceği o gün peygamberlerin doğruluğunu ikrar et­mişlerdir. Yukarıdaki söz, kâfirlerin söyleyeceği sözdür. Bu, Abdurrahman b. Zeyd'in görüşüdür. Şevkânî ve daha başkalarının tercih ettiği görüş de budur.

İbni Cerir ve İbni Kesir ise bu cümlenin, Yüce Allah'ın şu kavlinde ol­duğu gibi meleklerin veya müminlerin cevabı olduğu görüşünü tercih etmişlerdir: "Vah bize! Bu, ceza günüdür" dediler. Bu, yalanlamakta olduğu­nuz hüküm günüdür." (Sâffât, 37/20-21).

Daha sonra Yüce Allah, dirilme işleminin süratini açıklamakta ve şöy­le buyurmaktadır:

"Sadece bir tek sayha olur. Hemen onların hepsi huzurumuza getirilir­ler" Yani Sûr'a üfürüş, bir tek sayhadan başka birşey değildir. O zaman on­lar diri olarak hesap vermek ve amellerinin karşılığını görmek için süratle huzurumuza toplanırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o, ancak bir tek haykırıştır. Ki o zaman onlar hemen diri olarak toprağın yüzündedirler." (Nazi'ât, 79/13-14), "Kıyamet hadisesi de ancak göz kırpma gibidir. Yahut o, daha yakındır." (Nahl, 16/77).

Bundan sonra da, yapılacak olan adil yargılamadan bahdedilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:

"O gün hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz. Siz de yaptığınızdan başka­sıyla mukabele görmezsiniz" Yani kıyamet gününde, ne kadar az olursa ol­sun hiç kimsenin ameli eksiltilmeyecektir ve siz, işlediğiniz hayır ve şerrin karşılığından başka birşey almayacaksınız. [9]


[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/28-30.