14 Aralık 2014 Pazar

408.HZ.ADEM (Aleyhisselam)-5-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


 İblisin Rahmetten Mahrum Oluşu
İblis bu çirkin niyetini açığa vurunca, Cenab-ı Hak tarafından ebediyyen lanetlenerek Cennet ve huzur-u Kibriyadan kovuldu.

Cenab-ı Hak ona ayrıca şunları da söyledi: “Ey İblis, sen bütün güç ve kuvvetinle Âdem ve zürriyetine musallat ol, bütün şeytani vesvese ve desiselerini kullan. Kasem ederim ki, insanlardan kimler benim yolumu bırakır da sana uyarsa, cehennemi sizlerle dolduracağım. Fakat senin aldatamıyacağın o halis kullarım var ya, onları rızamı kazanma yolunda ibadetten asla ayıramaz, onlar üzerinde hiç bir hakimiyet kuramazsınız."

Cenab-ı Hak ile İblis arasında geçen bu muhavereden anlaşılıyor ki, istikbalde insanlar içinde öyle kullar gelecektir ki, iblis ve avanesi onları hak ve doğru yolundan saptıramayacak ve onlar üzerinde hiç bir hakimiyet kuramayacaktır. Bilâkis iblis’in o kullara musallat oluşu, onların hayır ve hakka olan kabiliyetlerini inkişaf ettirecek ve manen yükselmelerine vesile olacaktır. Aynen “Atmacanın serçeye musallat olmasının, serçenin kabiliyetlerinin gelişmesine sebeb olması gibi”.

Birkaç gramlık elmasın, tonlarca kömürden daha kıymetli olması gibi, sayıca az, fakat kıymet yönünden çok üstün olan bu kullar, insanlığın, şerefini kurtarıp yeryüzüne halife olmaya layık olduklarını isbat edecekler ve Cenab-ı Hakkın insanı yaratmasındaki hikmet ve gayeyi tahakkuk ettireceklerdir. İşte bu hikmetledir ki, Cenab-ı Hak insanı yaratmış ve onun yapacağı şer ve isyanlara, vücuda gelecek bu çok hayırlı neticelerden dolayı müsaade etmiştir. Yine aynı hikmetledir ki 
şeytan ile insan arasında böyle bir mübareze ve mücadelenin başlamasını irade etmiştir.


 Hz. Havva’nın Yaratılışı
Cenab-ı Hak Âdem’in hem yalnızlıktan kurtulması, hem de insan neslinin yeryüzünde çoğalabilmesi için ona hayat arkadaşı ve eş olarak Hz. Havva'yı yarattı.

Meşhur olan rivayete göre, Hz. Havva validemiz Hz. Âdem’in as sol kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müfessirlerin çoğu:
“O şahıstan eşini (Havva’yı) vücuda getirdi” mealindeki âyeti, bu şekilde tefsir etmişlerdir. Bu tefsiri te’yid eden şöyle bir hadis vardır:

-“Kadınlar hakkında hayırlı olup, nezaketle muamele etmenize dair vasiyetime itaat ediniz. Çünkü onlar eğe kemiğinden yaratılmışlardır. Eğe kemiğinin en eğri tarafı, üst kısmı (ortası) dır. Eğer sen onu doğrultmaya uğraşırsan kırarsın, kendi haline bırakırsan daima eğri kalır. O halde kadınlar hakkında hayırla muamele hususundaki nasihatıma itaat ediniz.”

Buhârî, Enbiyâ, 1.
Ebu’s-Suud tefsirinde açıklandığına göre İbn-i Mes’ud ve İbn-i Abbas gibi büyük sahabeler, Hz. Havva’nın Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığını açıkça ifade etmişlerdir. Bununla beraber, bu görüşe muhalif kalan alimler de vardır. Fahreddin-i Razinin açıkladığına göre Ebu Müslim el’ Isfehâni Nisa sûresinin birinci ayetini, “O, kadını, kocası cinsinden, yani insan olarak yarattı” şeklinde te’vil etmiş bu te’viline de başka ayetlerden deliller getirmiştir.

Yukarda zikrettiğimiz hadise gelince, bazı alimlere göre, burada kadının maddi yönden eğe kemiğinden yaratıldığına dair açıkça bir ifade yoktur. Bu hadis, kadının yaratılıştan asabi ve geçimsiz olduğunu ve erkeğe gereği gibi itaat etmiyeceğini ifade eder. Bundan dolayı kadına nezaketle muamele etmek ve onu olduğu gibi kabul ederek incitmemek gerektir.

Buhâri’nin başka bir rivayetinde de, bu husus açıkça görülmektedir. Resûl-i Ekrem (A.S.M.) buyurmuştur ki:

-“Kadın eğe kemiği gibidir. Eğer onu doğrultmaya kalkışsan kırarsın. Mesut bir hayat yaşamak istersen, o eğriliği ile beraber faydalanırsın.”

Hz. Havva’nın, ister Hz. Âdem’in yaratıldığı çamurdan, ister onun eğe kemiğinden yaratıldığını kabul edelim; bu yaratılışın ne şekilde olduğuna dair, sağlam bir bilgimiz yoktur. Bu konuda ne Kur’an-ı Kerimde ve ne de hadislerde, kitab-ı mukaddeste olduğu gibi beşeri hesaplar ve ifadeler mevcut değildir.

Cennete Giriş
Rivayete göre Hz. Âdem’le Hz. Havva, altın bir taht üzerinde oturmuş, baştan aşağıya nurdan elbiseler içinde bulundukları halde Cennet’e girdiler. Cenab-ı Hak onları Cennete yerleştirirken:

-“Ey Âdem! Sen ve zevcen. Cennete yerleşin. O Cennetin nimetlerinden birlikte bolca istifade edin” diye hitabetti. Ayrıca Cennette açlık ve susuzluk elemini duymayacaklarını, çıplak olmayacaklarını, hülâsa hiçbir mahrumiyet ve zahmet çekmeyeceklerini de bildirdi.

Resûlullah (A.S.M.) in haber verdiğine göre, Hz. Adem Cennete girdiğinde Cenab-ı Hak O’na, Cennetteki bir kısım meleklerin yanına gitmesini, onlara selâm verip, verecekleri cevabı iyi dinlemesini, binaenaleyh bunun hem O’na hem de zûrriyetine selamlaşma numunesi olacağını bildirmişti.

Bunun üzerine Hz. Âdem. bu emre uyarak o meleklere selâm verdi. Melekler de cevaben “Esselâmü aleyke ve rahmetullahi” diyerek karşılık verdiler. İşte müslümanların selamlaşmalarının büyük bir ehemmiyeti haiz olması ve islâmın şiarı haline gelmesi bu sırdandır. Bundan sonra Adem ile Havva Cennette mes’ud bir hayat yaşamaya başladılar.


Yasak Ağaç
Hz Âdem’le Hz. Havva’ya Cennette Cenab-ı Hak tarafından geniş bir hürriyet verilmiş ve her türlü Cennet nimetlerinden istifade etmelerine müsaade edilmişti. Bu geniş hürriyetin sadece bir istisnası vardı: Adem’le Havva Cennette bulunan bir ağaca asla yaklaşmayacaklar ve onun meyvesinden de yemeyeceklerdi. Bu yasağı Cenab-ı Hakkın onlara yüklediği ilk mükellefiyetti. Bunun dışında her türlü hareketlerini serbest bırakmıştı. Şayet Adem’le Havva Cenab-ı Hakkın bu yasağına riayet etmezlerse, zalimlerden olacak ve Cennet’ten mahrum kalacaklardı.

İşte bu teklif, insan için imtihan ve tecrübenin ilki idi. Zira Cenab-ı Hak, Hazret-i Âdem’le Havva’yı daha Cennete ilk olarak yerleştirirken, en büyük düşmanlarının şeytan olduğunu, şeytanın onları aldatıp kendisine isyan ettirmeye ve dolayısıyle Cennetten çıkarmaya çalışacağını Cennetten mahrum kalıp büyük zahmetlere maruz kalmamak için ona aldanmamaları gerektiğini de ihtar etmişti.

İşte Hazret-i Âdem’le Havva validemiz, Cenab-ı Hakkın bildirdiği bir ağaca yaklaşmamakla mükellef bulunuyorlardı. Şeytan ise elbette bütün gayretini sarfedip onları yasak ağaca yaklaştırmakla, Allah’a isyan ettirmeye çalışacaktı.

İblis’in Plânı
Esasen Cenab-ı Hak, Hz. Âdem’le eşini muvakkaten Cennete koymuştu. Hazret-i Âdem’in Cennete yerleşmesi ebedi değildi. Cennete ilk girerken Cenab-ı Hakkın onlara yaptığı hitaptan, bu hususu anlamak mümkündü, Hz. Âdem de bu durumun farkına varmıştı.

Allah’ın lanetine uğrayan İblis, Hz. Âdem’in Cennet’e yerleştirildiği ilk günden beri, onu iğfal etmek için fırsat arıyor, hangi desise ile aldatabileceğini plânlıyordu. Hz. Âdem’in as Cennette ebedi kalmıyacağını o da anlamıştı. Hele Cennette bir ağacın Hz. Âdem’le Havva’ya yasak edildiğini öğrenince, hemen menhus planını hazırlamaya koyuldu. Onlarda, evvela, Cennet gibi nimetler manzumesi olan bir yerde ebedi kalma iştiyakını uyandırmaya çalışacak ve bunun da ancak o yasak ağaçtan yemek suretiyle gerçekleşebileceği fikrini telkin edecekti.


İblis’in Aldatması
Hazret-i Âdem’le Havva validemiz, Cennette gezip dolaşırken, bazen Cennet’in kapısına kadar yaklaşırlardı. Şeytan her ne kadar Cennetten çıkarılmışsa da tamamen yeryüzüne sürülmemiş olduğundan, onları Cennetin dışından gözetliyor ve Cennetin etrafında dolaşıp duruyordu.

Yine bir seferinde Hazret-i Âdem’le Hz. Havva kapının yakınından geçerlerken İblis dışardan onların dikkatini kendine çekti ve onlarla konuşmaya başladı. Onları yasak ağaçtan yedirmek için var gücüyle aldatmaya çalıştı.

Hatta Cennette ebedi kalmak ve hiç ölmemek gibi cazip bir fikri vesvesesine basamak yaparak şöyle dedi:

-“Ey Âdem! Kendisinden yediğiniz takdirde devamlı surette Cennet’te kalacağınız ebedilik ağacını ve ebedi bir mülk ve nimeti nasıl kazanabileceğinizi size göstereyim mi? Rabbiniz bu ağacı niçin yasak etti biliyormusunuz? Kendisinden yediğiniz takdirde melek olacağınız veya Cennette devamlı kalacağınız için… Bundan yeyin ve böylece de Cennette ebedi kalın”.

Hazret-i Âdem’le Havva, şeytanın bu sözlerine önce hiç iltifat etmediler. Zira Cenab-ı Hak kendilerine O’nu apaçık bir düşman olarak tanıtmıştı. Hem bu ağaçtan yedikleri takdirde, Cennetten mahrum kalacaklarını da haber vermişti. Fakat İblis onları kandırmak için elinden geleni yapıyor, bu uğurda bütün gücünü sarfediyordu. Hatta kendisinin Âdem’le Havva için hayırdan başka bir şey murat etmediğine dair ısrarla yeminler bile ediyordu.

İblis’in bu husustaki söz ve ısrarları onlar üzerinde birden tesirini göstermediyse de, pek hilekârca olduğundan, kalplerinde az da olsa, bir meyil uyandırmıştı. Zira insanın fıtratında, iyiye ve güzele kavuşma meyli ve ebedi yaşama arzusu vardır. Ruhun derinliklerinde ebedi yaşamak iştiyakı yatmakta, vicdan ise “ebed, ebed” diye seslenmektedir.

İşte bu meyil, Âdem’le Havva’yı gaflete düşürdü. Gitgide Cenab-ı Hakkın ikaz ve ihtarlarını, İblis’in kendilerinin ezeli ve ebedi düşmanı olup asla onların hayrını istemiyeceğini hatırlamaz oldular. Ve nihayet yasak ağaçtan yediler, iblis de böylece maksadında muvaffak oldu.

Hazret-i Âdem ile Havva, yasak ağaçtan yedikleri an, edep yerleri açılıverdi, O zaman suç işlediklerini anladılar ve hemen Cennet yaprakları ile örtünmeye çalıştılar. Fakat artık iş işten geçmiş, ikisi de şeytana aldanmış ve Allahın yasak ettiği bir işi yapmış oluyorlardı, Cenab-ı Hak onlara hitaben:

-“Ben ikinize de bu ağacı yasaklamamış mıydım? Şeytan size apaçık bir düşmandır dememiş miydim?” diye nida etti. Bunun üzerine Hz. Âdem’le Havva suçlarını kabul ve itiraf ederek yaptıkları işten pişman olduklarını Cenab-ı Hakka bildirdiler. “Ey Rabbimiz, Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen hüsrana uğrarız” dediler. Onların bu tevbeleri, daha sonra yeryüzüne indikleri zaman kabul edilmiştir.

İblis’in Hz. Âdem ile Havva’ya bu ağaçtan yedirmekten maksadı, onları Cennetten tamamen mahrum edecek bir itaatsizliğe sürüklemekti. Böylece onların da kendi gibi rahmetten kovulacağını, ebedi bir hüsrana uğrayacağını zannediyordu.

Fakat Hz. Âdem ile Havva’nın işledikleri hatadan tevbe ile kurtulacaklarını hiç ummamıştı. Zaten mel’ûnun her Mü’mini itaatsizliğe teşvik etmekteki asıl maksadı, onları da kendisi gibi yapmak, itaatsizlikte devamlarını sağlamaktır. O kulların tevbe edeceği, onun hatırına hiç gelmez. Zaten tevbe edeceğini bilseydi, insanlarla hiç uğraşmazdı. Daha doğrusu onun ümidi, günahlara kapılarak mü’minin kalbindeki iman zevkinin yok olması, günahlarda israr ede ede tamamen imanını kaybetmesidir. Fakat tam halis bir tevbe ile günah imha edilince, Şeytan hırs ve mağlubiyetinden dolayı kahrolur. Nitekim bu hadisede de aynen böyle olmuş, iblis maksadının aksi ile karşılaşmıştır.


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Aralık 2014 Cumartesi

407.HZ.ADEM (Aleyhisselam) -4-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Toprak
Kur’an-ı Kerim’de büyük bir ölçüde, yeryüzünün her baharda havalandırılmasından bahsedilerek, insanların nazar-ı dikkati toprağa çekilmektedir. Dünya, kainatın kalbi olduğu gibi, toprak da dünyanın kalbi mesabesindedir. Diğer taraftan, tevazu, alçak gönüllülük ve mahviyet gibi insanı Allah’ın rızasına götüren yolların en yakınını da yine toprak temsil etmektedir.

Bu vesileyle söylenen “toprak gibi mütevazı” sözü de manidardır. Toprak unsuru, manen Cenab-ı Hakka, en ulvi semavattan daha yakındır. Çünkü, kainatta Cenab-ı Hakkın rububiyetinin tecellisine, kudretinin faaliyetine, Hayy ve Kayyûm isimlerinin tezahürlerine azami derecede mazhardır. Hem, yeryüzünün halifesi olan insanın halifelik vazifesini yerine getirmesine en müsait ve münasip yerdir. Rahmet Arşı su üzerinde olduğu gibi, hayat ve ihya arşı da toprak üzerindedir.

Toprak, suya, havaya, ateşe ve ışığa nisbeten kesafetli ve donuktur. Fakat Cenab-ı Hakkın masnuatının bütün nevilerine sebeb ve menşe olduğu için hava, su, güneş gibi bütün unsurların üstüne çıkmıştır. Peygamber efendimizin (a.s.m.):

-“Kulun rabbine en yakın olduğu hal, alnını toprağa koyup secde ettiği andaki vaziyetidir.” mealindeki Hadis-i şerifleri bu sırlara işaret etmektedir.

Cenab-ı Hakkın, halife-i Arz olan insanı bu derece cemiyetli ve mükemmel olan toprak unsurundan yaratmasına karşı, İblis’in, ateşten yaratılışıyla gururlanmasının ne kadar yanlış ve manasız bir iddia olduğu apaçık meydandadır.


 İblis’in Rahmetten Kovulması:
İblis’in bu gururlu ve enaniyetli hali, Cenab-ı Hakk’ın izzet ve kibriyasına dokunmuştu. Bu sebeble Iblis’e: “İn oradan, senin melekler içinde kibirlenip büyüklenmen olamaz, rahmetimden çık git. Sen bundan sonra küçülenlerdensin” diyerek huzurundan kovdu. Burada şöyle bir ibret verici ders vardır: Kibir ve gurur küçüklük alâmetidir. Büyük olan, büyüklük davasında bulunmaz. Büyüklük taslayan behamehal küçülür, alçalır ve zelil olur. Herkesin istiskalini celbeder. Bu, esaslı bir kaidedir.

Allah Tealâ, kibirlenip büyüklenen İblis’i, bulunduğu makamdan derhal azletti. Kibrine mukabil, zillet ve hakaret belâsına mahkûm etti.

Bütün meziyet ve güzellikler Allah’tandır. Mahlûkatın bizatihi bir meziyeti yoktur. Hakikat böyle olduğu halde İblis, aslının ateş olduğuna güvenip hayır ve üstünlük sanki ateşinmiş ve dolayısıyla kendisinin mahiyetinde varmış gibi, bunu, elinden alınmaz bir haslet zannetmiş ve bulunduğu makamı kendisinin kazandığını zannederek oradan hiç düşmeyeceğini sanmıştı. İşte İblis, bu yanlış zan ve itikadı sebebiyledir ki Halikının emrine karşı gelip tenkide kalkışmıştır. Allah Tealâ O’nu huzurundan kovmakla aynı zamanda bütün meziyet ve iyiliklerin sahibi kendisi olduğunu, istediğini yükseltip istediğini azaltabileceğini ve istediği an istediği gibi tasarruf edebileceğini İblis’e bildirmiş oluyordu. Bu İblis’in haddini bilmemesinin cezasıydı.

Mühlet Talebi

İblis, Allah Tealâ’nın bu gazaplı hitabından sonra varlıkların şundan veya bundan yaratılmalarının hiç bir üstünlüğe sebeb olamıyacağını iyice anladı. Yaptığı bu hata yüzünden kendisinin yok edilmesinden korkup ye’se düştü. Zillet ve hakaret içinde bile olsa hayatı, yok olmaya tercih etti. Ve Cenab-ı Haktan şöyle bir talepte bulundu:

-“Beni, insanların tekrar diriltilecekleri “BA’S” gününe kadar bırak, o zamana kadar bana mühlet ver.”

Bundan anlaşılıyor ki, İblis, Allah Tealâyı inkâr etmediği gibi, Haşir ve Ba’si, yani öldükten sonra tekrar dirilmeyi de İnkâr etmemiştir. O Adem’in nesli olacağını ve dünyada bir müddet yaşayacaklarını, sonra ölüp tekrar dirileceklerini biliyordu. Şu halde İblis’in küfür ve inkarı, Allah’ı ve ahireti kabul etmeme suretiyle değil; Cenab-ı Hakkın emir ve teklifini red ve secde etmenin kendisine vacip olduğunu inkâr suretiyle olmuş oluyordu.

Burada Iblis’in dessaslığını ve şeytanetini gösteren dikkat çekici diğer bir husus daha vardır. O da şudur:

 İblis, “Ba’s” gününe kadar mühlet istemekle, birinci Sura üfürülüş devresini atlatıp ilelebet ölümden kurtulmayı düşünüyor. Zillet ve hakaret içinde de olsa zevalsiz bir bekaya erişmeyi arzuluyordu. Fakat bu arzusunu açıkça söylemekten çekinmiş, kurnazca ulaşmayı düşünmüştür. Çünkü o da biliyordu ki “Ba’s Günü”, dirilme günüdür. Ondan sonra ise, bir daha ölüm yoktur. Kendisi de o güne kadar hayatta kalmayı talep etmekle, aklı sıra kıyamet gününü atlatıp Ölüm acısından kurtulmayı tasarlıyordu. Fakat kalplerin en İnce sırlarına nüfuz eden Cenab-ı Hakkın nazarından elbette hiç bir şey gizlenemez. O, nazar-ı izzetinden kovduğu iblis’in Ba’s gününe kadar hayatta kalma talebinin altındaki maksadını biliyordu. Bu sebeble O’na:

-“Şüphelenme, senin ecelin kıyamet gününe kadar tehir edildi” diyerek, Ba’s gününe kadar değil, ancak Kıyamet Gününe kadar kalmasına izin verdi.

Hz. Âdem’e secde emri, iblis’i meleklerden ayıran bir imtihan olduğu gibi iblis’e verilen bu mühlet de Adem ve nesli için başka bir imtihan vesilesi olacaktır. İblis, bu müddet boyunca insanlara musallat olacak ve onlardan bir kısmını doğru yoldan çıkaracaktır. 


İblis’in İnsanoğluna Musallat Olması 
İblis, dünyada kalmasına müsaade edildiğini gördükten sonra, bu uzun ömrü tevbe ve şükür içinde geçireceği ve düştüğü bu zelil akıbetten kurtulmağa çalışacağı yerde, aksine, inadında israr ederek Allah’a şöylece mukabelede bulundu:

-“Öyle ise beni azıtıp dalâlete düşmeme müsaade ettiğinden dolayı, ben de Âdem oğlunu azıtmak için, Senin doğru yolun üzerinde oturacağım. Sana götüren iman ve istikamet yolunu kesip pusuda duracağım. Sonra önlerinden-arkalarından, sağlarından-sollarından, her cihetlerinden saldırıp onları doğru yoldan çevireceğim. Onları dalâlete sevketmek için elimden geleni yapacağım. Sen o zaman insanların çoğunu Sana itaatli ve şükredici olarak bulamayacaksın. Ben ancak onlardan pek azını aldatamam, onlar da Senin en halis kullarındır.”

İblis bu sözleriyle Âdem ve nesline olan düşmanlık ve kinini açıkça ilân ediyordu. Hz. Adem’in as mazhar olduğu ilâhi nimetler onun hasedini galeyana getirmiş, kin ve düşmanlığına sebeb olmuştu. Daha dün yaratılan bu mahlûkun kendisinden üstün oluşunu bir türlü hazmedememişti. Bu sebebledir ki Cenab-ı Haktan kıyamet gününe kadar hayatta kalma iznini alır almaz, Allah’ın bu kadar nimetler verdiği ve arzın halifesi yaptığı bu insanları doğru yoldan saptırmak ve Allah’a itaat ve kulluktan vazgeçirip kendine bağlamak için bütün gücüyle çalışacağını ilân etti.

İblis insanlara kolayca nüfuz edip, çoğunu aldatmaya ve yoldan saptırmaya muvaffak olacağında oldukça ümitli idi. Bunu, Âdem’in fıtratındaki şehvet ve gazap gibi duyguların varlığından anlamıştı. Bu duygular kendisinde sınırsız olarak bulunan elbette kolayca iğfal edilebilirdi.

Bununla beraber az da olsa bir kısım halis kulların, kendi vesveselerinden uzak kalacağını, o gibi kullar üzerinde hiç bir hâkimiyet kuramayacağını da biliyordu.


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Aralık 2014 Perşembe

406.HZ.ADEM (Aleyhisselam) -3-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


İblis’in Secde Etmemesi
Cenab-ı Hakk’ın secde emri üzerine bütün melekler secde ettikleri halde, sadece İblis, yani Şeytan secde etmemişti. Kibirlenerek bu ilahi emirden yüz çevirmişti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak. ona:
-“Ey İblis, bizzat yed-i kudretimle yarattığım Adem Peygamber ‘e secde etmene mani olan şey nedir? Kendini Adem’den büyük sanarak mı itaatsizlikte bulundun?” dedi. İblis bu itaatsizliğinden dolayı tövbe edip Cenab-ı Hak’tan af dileyeceği yerde, bilakis yaptığı bu isyanını küstahça haklı göstermeğe çalıştı ve “Ben Adem’den daha hayırlıyım, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın. Çamurdan yarattığın birine ben hiç secde eder miyim?” diyerek Adem’i küçümsedi.


 İblisin Mahiyeti
İblis, ruhani bir varlık olup, nar-ı semûmdan (dumansız ve harareti çok şiddetli bir ateş) yaratılmıştır. Cinlerden olmakla beraber, kendisi uzun zaman meleklerle beraber bulunmuştu. Bu yüzden onlarla beraber ibadet ederek onlara ülfet ve ünsiyet ettiğinden, meleklerin vasıflarına sahip olmuş ve onlara her cihetten bir benzerlik peyda etmişti. Zahiren bir nevi meleklik hali kazanmıştı. İşte bu sebeple secde emrinin şümulüne o da dahil olmuştu.

Fakat işin aslına bakılırsa, Allah Teala, Hz. Adem’e secde etmeyi emrettiği zamana kadar iblis’in hissiyatına dokunacak hiç bir emir ve teklif yapmamış, o’nu hiç bir imtihana tabi tutmamıştı. O zamana kadar hiç isyan etmeme içinde bulunması, cereyan eden hadiselerin kendi arzu ve isteklerine hep uygun olmasından dolayı idi.

Böyle bir halde yapılan itaat ise, sadece ilahi emre ve Allah rızasına boyun eğmek için yapıldığı fikrini veremez. Çünkü hem Allah’ın emrine hem de nefsin arzusuna uygun gelen hususlarda, itaat edilenin Allah mı, yoksa nefis mi olduğu tam manasıyla anlaşılamaz. 


Binaenaleyh, Adem yaratılıp da bütün meleklerin O’na secde etmelerinin emredilmesi, aynı zamanda İblis için bir imtihan olmuştur. Bu imtihan, iblisin hissiyatının ne merkezde olduğunu göstermiş, asıl mahiyetini, yani içinde sakladığı kibir ve gururunu açığa çıkarmıştır, işte o zaman İblis’in hakiki mahiyeti melekler tarafından da anlaşılmış oldu.

Demek ki O’nun meleklere arkadaşlığı ve benzeyişi, meleklerin Allah’ın emrine asi olmayıp kendilerine emredileni yapmak olan “İSMET” vasfını taşıdığından dolayı değildi. Belki bu hal, İlahi emir ile nefsin arzu ve isteklerinin çatışmamasından ve isyana sebeb olacak bir durumun yokluğundandı. Yoksa İblis, aslında Allah’a değil, nefsine ve zevklerine tapardı. Nitekim “Adem’e secde et” şeklindeki, O’nun zevk ve rızasına aykırı olan Allah’ın bu İlk emri karşısında İblis, secde etmemek suretiyle isyanını ilan etmiştir. “Seni secdeden men eden nedir?” sualine karşı da, “Beni ateşten, O’nu ise topraktan yarattın” diyerek kibrini, tuğyanını daha ilk anda izah etmiştir.

İblis’in Cerbezesi
İblis,
“Ben Adem’den hayırlıyım” derken, daha, ilk anda nefsinin arzusuna kapılmış olduğunu gösteriyordu. Sonra bu batıl iddiasını haklı göstermek için de Adem’in çamurdan, kendisinin ise ateşten yaratıldığını ileri sürmüştü. Böylece yaratıldıkları maddeler ile alakalı doğru hükümlerden hareket ederek, kendisinin üstünlük ve hayırlılığını isbat etmeye çalışmıştı. İşte bu söylemiş olduğu söz içinde, ŞEYTANLIĞIN bütün hususiyetleri gizlidir.İblis’in bu iddiasındaki safsata ve hata noktaları şöylece sıralanabilir.

A) İblis, en evvel vazifesinin kulluk ve itaat olduğunu, itaat ve kulluğun ise her şeyden önce tevazu ve teslimiyeti icabettirdiğini takdir edemeyip, Mabuduna karşı, cevabını ta’riz ve muaraza şekline dökmüştür.

B) Cenab-ı Hakk’ın sarih SECDE emrine karşı vazifesi itaatken, bu itaati ifa etmeyip, kendisinin ateşten yaratılışının Adem’den daha üstün olmayı gerektirdiğini iddiaya kalkışmıştır. Ve bu iddiasını da secde etmemesine illet göstermiştir. Böylece, ilk defa fasit ve yanlış tevile ve içtihada teşebbüs eden, İblis olmuştur.

C) Iblis’in “Beni ateşten, Adem’i çamurdan yarattın” demesi aslında doğrudur. Fakat o, bu doğru hükümden hareket ederek, bu iki yaratılış maddesini karşılaştırarak “ateşin topraktan üstün olduğu” gibi yanlış bir hükme varmıştır. İşte Iblis’in cerbeze yaptığı nokta burasıdır. Zira, bu sözüyle bir taraftan yaratanın Cenab-ı Hak olduğunu itiraf etmiş diğer taraftan da gurur ve kibrinin eseri olarak dikkati yaratılış maddesine çekmekle, hayır ve meziyette gözünü sırf madde ve unsura dikmiştir. 

Cenab-ı Hakkın Adem’i yaratmasındaki gayeyi hiç nazara almamış, O’nu arza halife kılmasını, eşyanın isimlerini öğretmesini, böylece O’na ayrı bir üstünlük verdiğini görmek istememiştir. Yani Adem’de toprak, kendisinde de ateşten bir mahiyet ve meziyet olmadığını zannetmiştir. Bu suretle “Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkaran” ve eşyanın hususiyetlerini ve meziyetlerini kerem ve rahmet hazinesinden bahşeyleyen Allah Teala’yı -haşa- maddeye mahkûm gibi farzetmiştir.

Halbuki toprak ile ateşin farklı hususiyetlere sahip olmaları maddenin aslından olmayıp yine Allah’ın takdiriyledir. İşte İblis, bu safsata ve yanlış mugalatasıyla “Beni ateşten, O’nu çamurdan yarattın” sözünün altında, “ateş çamurdan daha hayırlıdır, binaenaleyh hayırlı olandan yaratılan da hayırlıdır” gibi yanlış bir mantık yürütmüş, bu sebeble de Adem’den hayırlı olduğunu iddia etmiştir.

Hakikatte, mahluk olmak bakımından ateşle toprak ikisi de, Allah tarafından yaratılmıştır. Bu cihetten, yaratıcının hükmüne ram olmak itibarıyla birbirlerine eşittirler. Allah’ın verdiği meziyetler haricinde, hiç bir mahlûkun kendiliğinden bir meziyet ve üstünlüğü olmadığı gibi sair mahlûklara karşı da kibirlenmeğe hakkı yoktur. Kaldı ki, mesele, ateş ve toprağın meziyetleri açısından ele alınsa bile, toprağın ateşten daha fazla hususiyetlere sahip daha kıymetli olduğu görülecektir.


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Aralık 2014 Çarşamba

405.HZ.ADEM (Aleyhisselam) -2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İsimlerin öğretilmesi
Cenab-ı Hak, Hz. Adem Peygamber ‘i yarattıktan sonra, sair yaratıklardan tamamen farklı bir mahiyete sahip olan bu ilk insana: bütün eşyanın ismini öğretti. Cenab-ı Hakkın, hikmeti icabı olarak Hz. Adem’e isimleri öğretmesi hadisesine “Talim-i Esma” tabir edilir.

Cenab-ı Hak bundan sonra, insanın yeryüzünde halife yapılmasına hayret eden melekleri, bu hayretten kurtarmak ve insanın hilafete layık olduğunu, bütün mahlûklardan üstünlüğünü, en güzel şekilde yaratıldığını ve ona cem’iyetli bir kabiliyet verildiğini göstermek ve tastik ettirmek için; Adem ile onları karşılıklı bir imtihana tabi tuttu.

Meleklere eşyayı göstererek:”Eğer Adem’in nasıl halife olacağı sualinde ısrarlı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” dedi.’ Meleklerin bu hususta malûmatları olmadığından cevap vermekten aciz kaldılar ve Cenab-ı Hakk’a: “Seni bütün noksanlıklardan tenzih eder ve bütün kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir bilgimiz yok. Her şeyi bilen ve her şeye hikmet dairesinde liyakatına göre ilim ve irfan verici olan sensin.” diyerek özür beyan ettiler.

Meleklerin cevap vermemesi üzerine Cenab-ı Hak, eşyanın isimlerini saymasını Adem’e emretti. Adem bütün isimleri sayınca, meleklere hitaben buyurdu: “Size demedim mi ki göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ancak Ben bilirim. Dışarıya vurduğunuz ve içinizde gizlediğiniz bütün şeyleri de yine Ben bilmekteyim”. İşte Hz. Adem’in en büyük mucizesi, bu “talim-i esma” ve melekleri imtihan hadisesidir. Melekler, bu hadise ile insanın kendilerinden üstün ve halifeliğe daha layık olduğunu anlamışlardır.

Bu üstünlük, hadiseden de anlaşıldığı gibi, insanoğlunun mazhar olduğu ilim sebebiyle idi. Esasen yeryüzüne halife olacak bir zatın, elbette tam bir ilme sahip olması, eşyanın ve varlıkların hususiyetlerini, onlardan faydalanma şekillerini tam bilmesi lazımdı. Ta ki yeryüzünde Allah’ın hükümlerini icra ve kanunları dairesinde hareket edebilsin. Melekler ise, böyle bir kabiliyete sahip değildiler. Gerçi “Esma”nın bir kısmını onlar da bilmekteydi. Fakat Adem’in as onlara üstünlüğü, hadsiz isimleri öğrenebilecek ve eşyanın, kainatın ve Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerinin hakikatini idrak edebilecek bir kabiliyette olması sebebiyle idi. Ve bu yüzden de arza halife kılınmıştı.

Yoksa meleklerin ne kadar masum ve gece-gündüz ibadette berdevam oldukları malûmdu. Halifeliğin icabı sadece ibadet ve günahlardan korunma olsaydı, elbette yeryüzüne sadece meleklerin halife kılınmaları lazım gelirdi.


 Adem’e as Secde
Hz. Adem Peygamber ‘in as hilafete liyakati bu şekilde ortaya çıkınca meleklere, Adem’e as secde etmeleri emredildi. Bütün melekler bu emre itaat ettiler. Rivayete göre evvela Cebrail, sonra Mikail, daha sonra İsrafil ile Azrail Aleyhisselam secde ettiler. Bunları, diğer meleklerin secdeleri takip etti.

Emredilen bu secdenin Hz. Adem’e ibadet maksadıyla olmadığı şüphesizdir. Zira bütün ilahi dinlerde Allah’tan başkasına ibadet etmek, şirk kabul edilmiş olup kesin olarak haram kılınmıştır.

Fakat eski ümmetlerde, islam dinindeki selamlaşma yerine, ibadet kasdı olmaksızın yere kapanıp secde edildiği de vakidir. Mesela. Hz. Yusuf (A.S.)ın kardeşlerinin kendisine secde ettikleri, Kur’an’da açıklanmaktadır. Demek oluyor ki, bu fiil, (yani secde etme), bazı zamanlar sırf saygı ve selamlaşma maksadıyla yapılmıştır. Zira, söz gibi fiil ve hareketler de hürmet ve saygı ifade eder. (Büyüğe ayağa kalkmak gibi) Nitekim eski dinlerde, salih insan ve peygamber resimlerinin ibadethanelere asılması yasaklanmamıştı. İnsanlar o suretlere bakıp onlar gibi olmaya, hayır ve ibadette o şahıslara benzemeye çalışıyorlardı. Hz.Süleyman (A.S.) da bu maksatla cinlere türlü türlü resimler yaptırıyordu.

Fakat halk bu müsaadeyi sonradan tamamen kötüye kullanmış, işi onlara tapmaya kadar götürmüşlerdir. İslamiyet de fesadı ortadan kaldırmak İçin, gerek canlıya ait resim yapmayı ve gerek insanlara secde etmeyi her ne niyetle olursa olsun yasak edip haram kılmıştır.
Bununla beraber meleklere emredilen secdenin bu şekilde selam ve hürmet manasına değil de, hakiki manasına, yani ibadet manasına alınması da mümkündür. Bu durumda kendisine secde edilen aslında Cenab-ı Hak olup Hz. Adem ise bu secdeye kıble olmuştur. Dolayısiyle secde de doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a yapılmış olur. Beyzavi gibi bazı büyük müfessirler bu manayı tercih etmişlerdir.


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Aralık 2014 Pazartesi

404.HZ.ADEM (Aleyhisselam) -1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yeryüzünün Halifesi
İnsanoğlunun ilk babası, Hz. Adem’dir. Cenab-ı Hak ilk insan olarak onu yaratmış, daha sonra da eşi Hz. Havva’yı da yaratarak, insan neslinin bu iki aslından, sair insanları çoğaltmıştır.

Hz. Adem’i daha yaratmadan evvel, Cenab-ı Hak, meleklere şöyle emir vermişti:

“Topraktan bir insan nev’i yaratıp onu yer yüzünde halife kılacağım. Onun yaratılışını tamamlayıp tarafımdan ruh verdikten sonra, hepiniz ona secde ediniz”.

Melekler, Cenab-ı Hakkın bu emri üzerine önce şaşırdılar. Çünkü yeryüzü cinlerin elinden alındıktan sonra kendilerine mesken edileceğini zannediyorlardı. Zira cinler, fesat çıkardıkları için yer yüzünün hakimiyetini ellerinden kaçırmışlardı. Melekler ise gece-gündüz ibadet ve itaat içindeydiler. Şu durumda yeryüzünün şenlendirilmesine en layık olarak; onlar görünüyordu. Fakat Cenab-ı Hak, hepsinin tahminleri hilafına, yeni bir mahlûk yaratıp, yeryüzünde onu halife yapmak istiyor üstelik bütün meleklere de ona secde etmelerini emrediyordu. Demek yaratılacak olan bu mahlûk, kendilerinden daha üstün bir fıtratda olacaktı. Fakat bu nasıl olabilirdi? Gece-gündüz her an ibadet ve taatta kusur etmedikleri halde, yeni yaratılan bu mahlûkun kendilerinden üstün tarafı ne idi? Kaldı ki onlar, yaratılacak olan insanın, yeryüzünde cinlerden daha fazla fesat çıkarıp kan dökeceğini de anlamışlardı. Şu halde insanoğlunun yeryüzüne halife yapılmasının hikmeti ne olabilirdi? İşte meleklerin meraklarını mucip olan husus buydu. Bunun hikmetini öğrenmek için şöyle sordular:

“Ya Rab! Yeryüzünde fesat yapacak, kan dökecek, kimseleri mi halife kılacaksın? Bizim ibadet ve takdisimiz kafi gelmez mi? Biz seni hamdinle teşbih ve takdis ediyoruz.”


Meleklerin bu suallerinde, asla Cenab-ı Hakka karşı bir itiraz manası olmadığı gibi, bu işin hikmet ve hayır icabı olduğuna dair, herhangi bir şüphe ve tereddüt manası da yoktu. Maksatları Adem’i ve zürriyetini tahkir ve gıybet etmek de değildi. Belki, yeryüzünde fesat çıkaracak bir yaratığın oraya halife yapılmasındaki mana ve hikmeti öğrenmek istiyorlardı.

İşte meraklarına mucip olan nokta bu idi.

Meleklerin bu suallerini, Cenab-ı Hak: “Sizin bilmediğinizi ben biliyorum. Hadiselerin hikmetleri sizin malûmatınıza münhasır değildir. Benim insanları yaratmamda bir hikmet vardır ki, o hikmet onların işleyecekleri fesat ve şerlere üstün gelecektir.” diyerek cevaplandırdı.

Demek ki insanın yaratılışı hususunda meleklerin bilmedikleri gizli bir hikmet vardı. Meleklerin arza halife kılınmaya mani olarak ileri sürdükleri insani şer ve fesatlar, o hikmetin yanında cüz’i ve ehemmiyetsiz kalıyordu.


Meleklerin Haberdar Edilme Hikmeti:
Cenab-ı Hakkın müşavere şeklinde melaike ile yaptığı bu karşılıklı konuşma, ilerde meleklerin insanoğlu ile fazla irtibat ve alakalarının bulunacağına işaret etmektedir. Ve nitekim de öyle olmuştur. Meleklerin bir kısmı insanları korumakta, diğer bir kısmı amellerini kaydetmekte, bazıları da kulların kalplerine hayırlı şeyleri ilham etmekte, onlar için istiğfar ve duada bulunmaktadırlar. İşte bunlar gibi insanlarla münasebeti olan bir çok melek nev’i vardır.


 Adem Peygamber ‘in Yaratılışı
Kur’anda insanın yaratılışından bahseden ayetlerin hepsi de, insanlığın ilk babası olan Hz. Adem’in toprak unsurundan, müstakil bir nev’ olarak yaratıldığını ifade etmektedir. Hadisi şerifin beyanına göre, bu yaradılış Cum’a günü olmuştur. Bir Ayet-i Kerime’de ise, insanın bizzat Allah’ın kudret eliyle yaratılmış olduğu ifade edilmiştir.

Bu ifade, onun diğer cinslerden, nevilerden farklı ve üstün bir şekilde yaratıldığına açıkça delalet etmektedir. Şu halde insan, müstakil bir nev’ olarak yaratılmış, Darvin-cilerin iddia ettikleri gibi, başka bir nev’in gelişip tekamül etmesi sonucu vücûda gelmemiştir.

Kur’an’da Hz. Adem’in yaratılışı ile ilgili olarak zikredilen Ayetlerde, Allahın, Hz. Adem’i bir anda mı, yoksa tedricen yavaş yavaş mı yaratmış olduğu hususunda sarih bir beyan yoktur. Ama bazı hadislerden, Hz. Ademin yaradılışının bir anda olmayıp tedrici olduğu ve Allah’ın şekillendirdiği çamurun üzerinden uzun zaman geçtiği anlaşılmaktadır. Aslında Allah, her iki şekilde de yaratmaya kadirdir. Kudretine göre, her iki şekil de müsavidir.

Akla şöyle bir sual gelebilir: Neden Cenab-ı Hak, ilk insanın maddi yapısını doğrudan doğruya hiçten var etmemiş, toprak unsurunun mecz ve terkibinden yaratmıştır ?

Cenab-ı Hak, Kadir-i Zülcelaldir. Bütün varlıkları bir anda yok etmeğe muktedir olduğu gibi, “Kün” emriyle bütün hepsini bir anda hiçten ve yoktan yaratmaya da kadirdir. Bununla beraber O, bu yaratıcı kudretini kainatta iki şekilde tezahür ettirmektedir.
“Biri: İhtira’ ve ibda’ iledir. Yani hiçten, yoktan vücuda getirir. Ve ona lazım olan herşeyi de hiçten yaratıp onun eline verir.

 Diğeri: İnşa’ ile, san’at iledir. Yani hikmetinin kemalini ve birçok isimlerinin cilvelerini göstermek gibi çok ince hikmetler için, kainatın unsurlarından bir kısım varlıkları yaratır. Emrine tabi olan zerreleri ve maddeleri Rezzakiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.”

Hz. Adem’in bir anda vücuda getirilmeyip topraktan yaratılması da bu ikinci kısım yaratılışa girmektedir.

Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Aralık 2014 Perşembe

401.HÜSN-Ü HATİME İLE ÖLMEK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dünya hayatı geçicidir. Allah (Celle Celâlühü) bizleri dünyaya, kendisini tanımamız ve ona kulluk yapmamız için gönderdi. Eğer yaratılış gayemize uygun olarak yaşarken dünya hayatımız son bulursa ebedi hayatı garanti altına aldık demektir.

Resûlullah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdu:

“Allah, bir kuluna hayır dilediği zaman onu kullanır.”Denildi ki:
“Nasıl kullanır Ya Resulellah?”Efendimiz buyurdu ki:
“Ölümden önce onu salih amel yapmaya muvaffak eder.”
[1]

Âlimlerimizden bazıları insanın kötü bir şekilde ölmesine sebep olan şeyler dört tanedir demişlerdir.


 Bunlar:
Namaz konusunda tembellik etmek,
İçki içmek,
Ana babaya karşı gelmek,
Müslümanlara eziyet vermektir.


HÜSN-Ü HATİME İLE ÖLMEK
Hüsn-ü hatime, Son nefeste, ruhunu iman ile teslim etme, iman ile ahirete gitmek demektir.

İnsan için en önemli şey, hüsn-ü hatime ile ölmektir. Zira bir insan hayatı boyunca ibadetle meşgul olsa, fakat son nefesi hüsn-ü hatime (iman) ile olmasa yaptığı ibadetlerin hiçbir değeri yoktur. 


Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’in beyanlarına göre hüsn-ü hatime ile ölmenin birkaç alameti vardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi alamet
:Ölüm esnasında kelime-i şehadeti söylemektir. Zira Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Her kimin son sözü ‘Lâ ilâhe illellâh’ olursa cennete girdi demektir.”[2]

İkinci alamet:Alnı terleyerek ölmektir.

Zira Abdullah bin Büreyde (Radiyellâhü Anh)şöyle demiştir:

“Babam Horasan’da bulunduğum sırada hasta olan bir kardeşinin ziyaretine gitti. Ölmek üzere olduğunu ve alnının terlemekte olduğunu görünce:

‘Allahû Ekber! Ben Resûlullah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’i şöyle buyururken dinledim’

“Müminin ölümü alın teri ile olur”[3]demiştir.

Üçüncü alamet :
Cuma gecesi ya da Cuma günü gündüz vefat etmektir.

Zira Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:


“Cuma günü veya Cuma gecesi ölen her Müslüman’ı Allah kabir fitnesinden (azabından)korur.”[4]

Dördüncü alamet:Savaş meydanında şehit olmaktır.

Yüce Rabbimiz (Celle Celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşar ve rızıklanırlar. Allah’ın lütfundan ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine kavuşmayan müstakbel şehitlere, kendilerine hiçbir korku olmayacağına veüzüntü hissetmeyeceklerine dair de müjde vermek isterler. Onlar Allah’ın nimeti ve lütfu ile ve Allah’ın müminlere olan mükâfatını zayi etmeyeceği müjdesiyle de sevinirler.”[5]

Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’de şöyle buyurdular:

“Şehidin Allah nezdinde altı özelliği vardır:
Şehit olur olmaz günahları affedilir.
Cennette gidip kavuşacağı yer kendisine gösterilir.
Kabir azabından korunur.
Kıyametteki en büyük korkudan güven içindedir.
Başına vakar tacı giydirilir ki, o taç üzerindeki tek bir yakut taşı dünyadan ve içindekilerden daha değerli ve kıymetlidir.
Cennette iri gözlü yetmiş iki huri ile evlendirilir. Akrabalarından yetmiş kişiye şefaat eder.”[6]

Şehit olmayı istemek müstehaptır. Zira kalbinden ihlâs ile şehit olmayı isteyen bir kimsenin savaş alanında şehit olmasa bile şehit sevabına nail olacağını Efendimiz (SallellâhüAleyhi ve Sellem)haber vermiştir.

“Her kim samimi olarak Allah’tan şehadeti isterse yatağı üzerinde ölse bile Allah onu şehitler mertebesine ulaştırır.”[7]

Beşincisi alamet:Allah yolunda gaza ederken ölmektir.

Bu hususta Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöylebuyurdular:
“Sizler kendi aranızda kimi şehit sayıyorsunuz?”Ashab:
“Ey Allah’ın Resulü! Allah yolunda öldürülen kimse şehittir”dediler. Efendimiz:
“O zaman ümmetimin şehitleri az olur” buyurdu.Ashab:
“Peki, onlar kimlerdir Ya Resulellah?” deyince, şu cevabı verdi:

“Allah yolunda öldürülen kimse şehittir. Allah yolunda iken ölen kimse şehittir. Veba hastalığından ölen kimse şehittir. Karın hastalıklarından ölen kimse şehittir.”[8]

Altıncı alamet:Taun (veba) hastalığı sebebiyle ölmektir.

Bu hususta Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Taun (veba)hastalığı her Müslüman için şehadettir.”[9]

Yedinci alamet:Karın ağrısı sebebiyle ölmektir.

Bu hususta Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöylebuyurdular:

“…karın hastalığı ile ölen kimse de şehittir.”[10]

Sekizinci alamet:Boğularak ya da yıkıntı altında kalarak ölmektir.

Bu hususta Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöylebuyurdular:

“Şehitler beş (türlü)dür. Veba hastalığı ile ölen, karın ağrısı hastalığı sebebiyle ölen, suda boğularak ölen, yıkıntı altında kalarak ölen ve Allah yolunda şehit olan kimselerdir.”[11]

Dokuzuncu alamet:Kadının yavrusu sebebiyle lohusa halinde iken ölmesidir.

“Çocuğu sebebiyle ölen kadın da şehittir.”[12]

Hazreti Ubade bin Samit (Radiyellâhü Anh)’ın rivayet ettiği hadis-i şerifte Resûlullah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)bir gün Abdullah bin Revaha’yı ziyaret etti. Yatağında ona yer açınca Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi veSellem)şöyle buyurdu:

“Sen ümmetimin şehitlerinin kim olduğunu biliyor musun?”orada bulunanlar:
“Müslüman’ın öldürülmesi bir şehadettir”dediler. Bunun üzerine Efendimiz(Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:
“Şüphesiz o takdirde ümmetimin şehitleri pek az olur. Müslüman’ın öldürülmesi bir şehadettir. Taun (ile ölmesi)bir şehadettir. Cenini karnında iken, cenini sebebiyle kadının ölmesi bir şehadettir.”

Onuncu alamet:Yangın sebebiyle ölmektir.

Bu hususta Peygamberimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:
“…Yanarak ölen de şehittir…”[13]

Onbirinci alamet:Gasbedilmek istenen bir mala karşı savunma yaparkenölmektir.

Bu hususta Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Malını müdafaa uğrunda öldürülen (bir rivayette haksız yere malı alınmak istenip de çarpışan ve öldürülen)kimse şehittir.”[14]

Bir adam Resûlullah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’in yanına gelerek şöyle dedi:

“Ya Resulellah! Bir adam gelip malımı almak isterse ne yapayım?”PeygamberEfendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem):

“Malını ona verme”buyurdu. Adam:
“Eğer benimle dövüşecek olursa?”Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi veSellem):
“Sen de onunla dövüş”buyurdu. Adam:
“Peki ya beni öldürürse?” Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem):
“O zaman sen şehitsin” buyurdu. Adam:
“Peki ya ben onu öldürürsem?”deyince, Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhive Sellem):
“O cehennemdedir”buyurdu.[15]

Onikinci alamet:Dinini ve canını koruma uğrunda ölmektir.

Peygamberimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Kendisine yapılan haksızlığı önlemek uğrunda öldürülen kişi de şehittir.”[16]

On üçüncü alamet:Allah için nöbet tutarken ölmektir.

Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Her ölenin ameli (ölümü neticesinde)mühürlenir. Allah yolunda nöbet tutarken ölen kimse müstesnadır. Bu kimsenin ameli kıyamet gününe kadar arttırılır ve kabir fitnesinden emin olur.”[17]

On dördüncü alamet :Salih bir ameli işlerken ölmektir.

Zira Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmaktadır:

“Her kim Allah rızasını umarak ‘Lâ ilâhe illallâh’ derken ameli onunla mühürlenirse cennete girer. Her kim Allah rızası için bir gün oruç tutar da onunla ameli mühürlenirse cennete girer. Her kim Allah rızasını umarak bir sadaka verir de onunla ameli mühürlenirse cennete girer.”[18]

Allah (Celle Celâlühü) ömrümüzü hüsn-ü hatime ile tamamlayıp huzuruna varmayı, sonra da cennet ve Cemalullah ile müşerref olmayı cümlemize nasip eylesin…  Âmîn…


A.Şener

[1]Tirmizi; 2142
[2]Ebu Davud; 3118
[3]Nesai; 1828
[4]Tirmizi; 1074 – Ahmed bin Hanbel Müsned; 6582
[5]Ali İmran Suresi; 169-171
[6]Tirmizi;
[7]Müslim; 1908
[8]Müslim; 1915
[9]Buhari; 2830 – Müslim; 1916
[10]Müslim; 1915
[11]Buhari; 624 – Müslim; 1914
[12]Muvatta; 554
[13]Muvatta; 554
[14]Buhari; 2480 – Müslim; 226
[15]Müslim; 140
[16]Ahmed Bin Hanbel Müsned; 2780
[17]Ebu Davud; 2502
[18]Ahmed bin Hanbel; 5/391

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

27 Kasım 2014 Perşembe

399.RABBİMİZİN cc 24.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
'Şeytan sizin düşmanınızda; öyleyse siz de ona düşman olun.' Fâtır 35/6.


Bilin ki bugün gruplar halinde haşredileceğiniz, rahmanın huzurunda saflar halinde duracağınız, kitabı (amel defterinizi) harf harf okuyacağınız, gizli veya açık işlediğiniz her şeyden sorulacağınız bir gündür. Ogün, müttakileri binek üzerinde rahmanın huzuruna götürdüğümüz, günahkârları ise susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gündür.
Sizin için hem müjde hem de tehdit vardır.
Şüphesiz ki Ben, benzeri olmayan Allahım. Kimsenin benimki gibi bir saltanatı ve hükümranlığı yoktur.
Her kim Benim için aralıksız oruç tutar ise ona çeşitli nimetlerimle iftar ettiririm.
Kim gecesini ibadetle geçirirse, kendisine sevdiğim hallerden bir hal veririm.
Her kim gözünü haram kıldığım şeylerden korursa, onu ateşimden emin kılarım.
Rab Benim; Beni iyi tanıyın! Nimetleri veren Benim; öyleyse Bana şükrediniz. Koruyucu Benim; siz de Benim haklarımı gözetin! Yardım eden Benim; (siz de dinime yardım suretiyle) (Meryem 19/85-86) Bana yardım ediniz. Affeden Benim; Bana istiğfarda bulununuz. Maksud Benim; Beni gaye edininiz. Veren Benim; Benden isteyiniz. Ma-bud Benim; Bana ibadet ediniz. Her şeyi bilen Benim; Benden korkunuz."
Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Kasım 2014 Salı

398.BAZI TASAVVUF KAYNAKLARINDAKİ HADİSLER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu yazıda hadislerin keşfen tashihi/taz’ifi meselesi üzerinde duracağız. Bu konuyla ilgili aşağıda can alıcı noktalar üzerinde durulmuştur:

1. “Keşfî bilgi kesinlik ifade eder mi?” sorusuyla başlayalım. Öncelikle şunu ifade edelim: Usul-i Fıkıh ve Kelam eserlerinde Ehl-i Sünnet’in epistemolojisi (bilgi kaynakları ve felsefesi) ortaya konulurken “keşfî bilgi” diye bir kategoriye yer verilmediğini görüyoruz. Bununla birlikte, Tasavvuf büyüklerinin, “keşf”i, bir bilgi kaynağı olarak itibara aldığı bilinmektedir.

“Zahir uleması” için bilgi kaynağı olarak görülmeyen keşfin, “batın uleması” için ne tür bir bilgi ifade ettiği meselesine gelince, İbn Arabî hz.’ne müracaat ettiğimizde gördüğümüz odur ki, keşif neticesi kişide hasıl olan bilgi “kat’î/kesin” değildir. Onun ortaya koyduğu “kâşif” ve “ekşef” kavramları, bir “keşf eden”, bir de “daha iyi keşf eden” bulunduğu gerçeğini dikkatimize sunmaktadır. Buradan çıkan sonuç –yine İbn Arabî hz.’nin tesbitiyle– şudur: Keşf’in bizzat kendisinde değil, fakat keşf edilen şeyi anlamada, yorumlamada hata olabilir.[1]

Şu halde keşfen tashih edilmiştir diyerek Tasavvuf büyüklerinin eserlerinde yer alan hadislerin Hz. Peygamber (s.a.v)’e aidiyetine “kesin” gözüyle bakmak, bunda hiçbir şekilde şüphe ve tereddüde mahal bulunmadığını söylemek mümkün değildir.

2. Bazı çevrelerce yanlış anlaşılan/bilinen bir diğer husus da şudur: Herhangi bir hadisin, herhangi bir Tasavvuf büyüğünün eserinde yer alması, o hadisin o Tasavvuf büyüğü tarafından keşfen tashih edildiği anlamına gelir.

Oysa böyle bir garantiden söz etmemiz mümkün değildir. Zira bizzat hadisleri keşfen tashih/taz’if ettiğini söyleyen Muhyiddin İbn Arabî hz. bile, eserlerinde yer verdiği her bir rivayet için böyle bir garanti vermemiştir. Söz gelimi şöyle der: “Sahih olup olmadığını bilmediğim bir rivayette geldiğine göre Allah Teala kendisine kavuşmaya iştiyak duyanları zikretmiş, kendi nefsinden haber vererek de kendisinin, onlara daha şiddetli bir iştiyak duyduğunu belirtmiştir.”[2]

Dolayısıyla sırf herhangi bir Tasavvuf büyüğünün bir eserinde nakledilmesine dayanarak herhangi bir hadisin keşfen tashih edildiğini ileri sürmek doğru değildir; o eserin müellifinin maksadıyla da örtüşmez.

3. Meselenin şöyle bir boyutu da var: Hadislerin keşfen tashihi meselesi, nisbeten geç dönemlerde ortaya çıkmış bir husustur. Ne Sahabe’de, ne de Selef’in daha sonraki kuşaklarında böyle bir uygulamanın yapıldığını bilmiyoruz.

Şayet böyle bir uygulama olsaydı, Sahabe’nin arasında cereyan etmiş olan ve bütün Ümmet’i üzüntüye boğan Cemel, Sıffin gibi hadiselerin yaşanmasına ve Sahabe’nin, Efendimiz (s.a.v)’den sonra ortaya çıkmış meselelerin çözümünde ictihad, şura… gibi mekanizmaları işletmesine gerek kalmazdı. Sahabe’nin her biri, özellikle de –başta Dört Halife olmak üzere– ileri gelen rivayet, dirayet ve fekahet ehli sahabîler, hem zaman olarak hem de mevki itibariyle Efendimiz (s.a.v)’e diğer insanlardan daha yakın idiler. Böyleyken mesela Hz. Ömer (r.a)’in, üç meseleyi (faizin bir türü, O’ndan sonra kimin halife olacağı ve “kelâle” meselesi) Efendimiz (s.a.v)’e iyice sorup hükmünü açık bir şekilde öğrenme imkânı bulamadığı için hayıflanmasına gerek kalmazdı. Bütün bunları Sahabe keşif aleminde Efendimiz (s.a.v)’e sorup problemi halletme imkânına sahipken böyle bir yola başvurmamışsa, burada biraz durup düşünmek zorundayız.

Bu noktada, Müslim’in mukaddimesinde, yahut el-Beyhakî’nin ez-Zühd’de veya daha muahhar kimi alimlerin eserlerinde yer alan münferit rivayetlerin, keşfen hadis tashihinin mütekaddimun tarafından bir “sistem/mekanizma” olarak benimsenip işletildiğini göstermediğine dikkat edilmelidir.

Bir yandan istismara açık yanlarının bulunması –zira denetlenmesi ve sağlamasının yapılması mümkün olmayan bir sistemdir–, diğer yandan da Hadis ilimleriyle iştigal eden herkes tarafından uygulanması mümkün olmadığı için keşfen hadis tashihi/taz’if metodunun Hadis uleması tarafından benimsenmemesini anlamak zor değildir.

E.Sifil


[1] İbn Arabî, el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, III, 8.
[2] el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, II, 481.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Kasım 2014 Pazartesi

397.BİR MÜSLÜMAN İÇİN FİKİRLER,OLGULAR,DURUMLAR VE HÜKÜMLER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir Müslüman için fikirler, olgular, durumlar ve hükümler üç kategoride toplanır: "Doğrular",
"Yanlışlar" ve "Muhtelefun fih" olanlar.

Eğer itikadî bir mesele söz konusu ise bu üçlü kategori şöyle bir mahiyet arz eder:
Delaleti ve sübutu kesin nasslara dayanan meselelerin kabulü şarttır. Bu türlü nassların kabul
edilmesini istediği hususları kabul, reddedilmesini istediği hususları reddetmek temel ve tabii bir mü'min tavrı olarak ortaya çıkar. Aksi istikametteki inanış ve tutumlar kişinin iman iddiasını boşa çıkartır. Bu türlü nasslarla sabit hususlara inananlara "mü'min", inanmayanlara "kâfir"
diyoruz.

İtikadî alanda bir de "ara kategori" vardır. Bu kategori, delaletinde ve/veya sübutunda % 100 oranında kesinlik vardır diyemediğimiz nasslarla sabit olan birtakım meselelerin tevil yoluyla reddiyle ortaya çıkar. Bu türlü meselelerde tevil yoluyla redd veya inkâr tavrını benimseyenlere "bid'at ehli" diyoruz.

Miraç hadisesinin reddini buna örnek gösterebiliriz. Bu konudaki rivayetlerin "mütevatir" olduğunu söyleyenler yanında, bu seviyeye ulaşamayıp "meşhur hadis" seviyesinde kaldığını söyleyenler de vardır. Sübutu noktasındaki bu ihtilaf yanında ilgili rivayetleri Kur'an'a aykırılık gibi bir sebeple reddetme tavrı, sahibini itikadî anlamda "bid'at ehli" kılar.

Burada önemli bir nokta var: Tevil yoluyla yapılan redd veya inkâr tavrının giderek delaleti ve sübutu kat'î nassların redd ve/veya inkârına ya da o nasslarla çatışmaya kadar uzandığı durumlar söz konusu olabilir; böyle bir durumda ortaya çıkan bid'atın "sahibini küfre sokan bid'at" olduğunu söyleriz.

"Amentü esasları" diye bildiğimiz esaslara iman etmekle birlikte, Efendimiz (s.a.v)'den sonra peygamber gelebileceğini ya da muhkem ve kat'î nasslarla sabit herhangi bir hükmün bugün geçerli olamayacağını söylemek böyledir.

Burada söz konusu olan "ara kategori" evet "muhtelefun fih" bir alan oluşturur; ama bu ihtilafın "meşruiyet problemi" taşıyan bir ihtilaf olduğunu, dolayısıyla "doğru-yanlış" veya
"hata-sevap" değil, "sünnet-bid'at" ihtilafı olduğunu söylemiz lazım. Bid'at ehlinin muhalefeti Sünnet'e aykırılık arz eden ve "hevadan kaynaklanan" bir muhalefet olduğu için merduttur ve bid'at ehli kişi bu yola girmekle, sırat-ı müstakimden sapmaya, batıla doğru bir seyir izlemeye
başlamış demektir.


İkinci alan
fıkhiyatta ortaya çıkan ihtilafların oluşturduğu alandır. Buradaki ihtilaf yer yer nassların –farklı anlaşılmaya müsait– yapısından kaynaklandığı, yer yer de ictihadla belirlenen fer'î delillere taalluk ettiği için öteden beri "meşru ihtilaflar" olarak kategorize edilmiş ve varlığını bir "rahmet vesilesi" olarak sürdürmüştür.

Burada delillerin de hükümlerin de zannîliği söz konusu olduğu için kimse kimseyi kınamaz, ihtilaf eden taraflar birbirine saygı ve anlayışla muamele eder.

Ehl-i Hadis ile Ehl-i Fıkh'ın gerek kendi aralarında gerekse birbirlerine nazaran ortaya çıkan ihtilafları bu kategoriyi oluşturur.

Söz gelimi Ehl-i Hadis'ten herhangi bir kimsenin İmam Ebû Hanîfe'yi, ilk üç asırda yaşayan mestûr (durumu tam olarak bilinmeyen) ravilerin rivayetini kabul ettiği için eleştirmesi söz konusu olmamalıdır. Keza İmam eş-Şâfi'î'nin, –birkaç istisna dışında– mürsel hadisleri kabul etmemesi de aynı şekilde saygıyla karşılanması gereken bir ictihad ihtilafıdır.

Burada dikkat edilmesi gereken husus da şudur:
Bu alana giren ihtilaflar dinin aslına ve itikada taalluk etmez. Fer'î alana inhisar eden ihtilaflar bu ümmet için bir "çatışma ve ayrışma" vesilesi değil, rahmettir.

Tam bu noktada Ehl-i Hadis ile bir kısım Ehl-i Tasavvuf arasındaki ihtilaflara da dikkat çekmemiz gerekiyor.


 Bilindiği gibi Ehl-i Hadis, hadislerin keşfen tashih/taz'ifini kabul etmez.

Buna mukabil bir kısım Tasavvuf ehli, keşfen tashih/taz'ifi kabul eder.

Burada dinin aslına, özüne taalluk eden bir şey yoktur. Dolayısıyla bu ihtilafı büyütüp ümmet fertleri arasında ayrışmaya, kamplaşmaya vesile olmak hiçbir şekilde hakka hizmet anlamı taşımayacaktır.

Keşfen hadis tashihi ve buna taalluk eden diğer meseleler hakkında bir sonraki yazıda bir miktar detay vermeye çalışacağım inşaallah.


E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Kasım 2014 Perşembe

396.KUR'ANDA MÜMİNLERİN SIFATLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Hangi amelleri yaparak gerçek mümin olabiliriz? İşte Kur'an'a göre mümin kimdir sorusunun cevabı: 


1.Allah'a ve Resulüne inanırlar: "İman edenler ancak, Allah'a ve Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir" [Hücurat 15] 

2.Gayba inanırlar: "Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar" [Bakara 3]

3. Ahirete kesinlikle inanırlar:"Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar" [Bakara 4]

4. Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar: "Daha önce gelip geçen o peygamberler, Allah'ın vahiylerini tebliğ eden, Allah'tan korkan, başka hiç kimseden korkmayan kimselerdir. Allah hesap görücü olarak yeter" [Ahzap 39] 

5.Namazlarını huşu içinde kılarlar: "Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler" [Müminun 2] 

6.Faydasız işlerle uğraşmazlar: "Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler" [Müminun 3]

7.Allah'ın adı anıldığı zaman kalpleri ürperir: "Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler" [Enfal 2] 

8.Namuslarını korurlar: "Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah'ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar" [Furkan 68] 

9.Zekâtlarını hakkıyla verirler: "İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah'a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir" [Bakara 177] 

10.Kendilerine verilenden infak ederler: "İşte onların, sabredip kötülüğü iyilikle savmaları ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamaları karşılığında, mükâfatları kendilerine iki kez verilecektir" [Kasas 54] 

11.Tevazu sahibidirler, cahillerle tartışmazlar: "Rahman'ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, 'selâm!' der (geçer)ler" [Furkan 63]

12.Yalan söylemez, hatalarında ısrar etmezler: "Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler" [Müminun 8] 
"Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah'tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir" [Al-i İmran 135] 

13.Kendilerinden olmayanı sırdaş edinmezler: "Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık" [Al-i İmran 118] 

14.İnananlara 'sen mümin değilsin' demezler: "Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, "Sen mümin değilsin" demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (Müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" [Nisa 94] 

15.İsraf ve cimrilik etmezler: "Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır" [Furkan 67] 

16.Cihad ettikleri için kınanmaktan korkmazlar :"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfüdür. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir" [Maide 54] 

17.Çok az uyurlar: "Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar. Şüphesiz onlar bundan önce iyilik yapan kimselerdi. Geceleri pek az uyurlardı" [Zariyat 15, 17] 

18.Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler:"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir" [Tevbe 71]

19.Hiçbir ticaret onları, Allah'ı anmaktan alıkoyamaz: "Allah'ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O'nu tespih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar" [Nur 36, 37] 

20.Yalnız Allah'a güvenirler: "De ki: "Bizim başımıza ancak, Allah'ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah'a güvensinler" [Tevbe 51]

21.Her şeye karşı Allah'ın tarafındadırlar: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah'a ve Peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah'ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir" [Mücadele 22] 

22.Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar: "Meşru bir hak karşılığı olmadıkça Allah'ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız." [Enam 151]

23.Seher vakitlerinde Allah'tan bağışlanma dilerler: "(Bunlar), "Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru" diyenler, sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah'tan) bağışlanma dileyenlerdir" [Al-i İmran 16, 17] 

24.Resullerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar: "Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab'lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz." (Bakara 136)

25.Allah yoluna güzel öğütle çağırırlar: "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir" [Nahl 125] 

26.Ayakta, oturarak ve yan yatarak Allah'ı anarlar: "Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. "Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru" derler" [Al-i İmran 191]

27.Kötü hesap yapmaktan korkarlar: "Onlar, Allah'ın riayet edilmesini emrettiği haklara riayet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır" [Rad 21]

28.İşleri aralarında istişare iledir: "(Dünyalık olarak) size her ne verilmişse, bu dünya hayatının geçimliğidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu mükâfat, inananlar ve Rablerine tevekkül edenler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanlar, öfkelendikleri zaman bağışlayanlar, Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namazı dosdoğru kılanlar; işleri, aralarında şûrâ ile olanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayanlar, bir saldırıya uğradıkları zaman, aralarında yardımlaşanlar içindir." [Şura 36, 39] 

29.Anne ve babalarına öf bile demezler: "Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara "öf!" bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle" [İsra 23] 

30.Asıl yurt olarak ahireti benimsemişlerdir: "O halde, dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz" [Nisa 74]


 Rabbim cc hepimizi gerçek müminlerden eylesin. AMİN.  


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Kasım 2014 Salı

395.MEZHEPSİZ BİR İSLAM MÜMKÜN MÜDÜR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Her din anlayışının, meşruiyetini aldığı bir zemin vardır.
Bu zemin, yapısı icabı sübjektiviteden olabildiğince uzak olmalıdır. Hemen bütün itikadî fırkalar Kur’an ve Sünnet’e dayandıklarını söylediklerine göre, ortada şöyle bir durum var demektir: Ya Kur’an ve Sünnet bu çoklu yapıya izin veren izafîliktedir, ya da bu fırkaların, bu iki kaynak hakkındaki görüşlerinin doğruluğu kanaatini aldıkları üçüncü bir hiyerarşik unsur olmalıdır.

Bu ihtimallerden ilki (ki fırkaların –birbirine zıt olanlar dahil– bütün itikadî kabullerinin Kur’an ve Sünnet tarafından onaylandığı anlamına gelmektedir) herhangi bir
fırka tarafından onaylanmadığına göre, geriye ikinci seçenek kalmaktadır. Buna göre her itikadî fırka, kendi Kur’an ve Sünnet anlayışının doğruluğunu üçüncü bir unsura dayanarak temin etmektedir. Bu unsur hiyerarşik olarak Kur’an ve Sünnet’in altında olmakla birlikte, onlar üzerinde izafî yorumlar yapılması imkânını ortadan kaldırması, onların murat ve maksadını netleştirmesi bakımından son derece önemlidir.

Şia’ya göre bu unsur Ehl-i Beyt ve ona bağlı olarak “masum imam” inancıdır.
Ehl-i Sünnet ise, bu unsuru (Ehl-i Beyt’i) da içine alacak ölçüde daha geniş ve gerçekçi bir unsura yaslanmaktadır: Sahabe. 

Şia, azınlık bir grup dışında Sahabe’nin geneli hakkında olumsuz kanaat sahibi olduğu için, Din’in gerçekçi biçimde yaşanması bakımından bu alanda oluşan boşluğu başka unsurlarla kapatma ihtiyacından dolayı “masum imam” inancını geliştirmiştir.
Pek çok şii metinde, Sahabe’nin adaletine inanmanın bir “iman unsuru” olmadığı vurgulanırken, aynı şeyin “masum imam” inancı için de geçerli olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir.

Peki bu durumda mezhepsiz bir İslam mümkün müdür?

Buradaki “mezhep” tabiriyle “itikadî mezheb”in kastedildiğini belirtelim ve şöyle bir genel tesbitte bulunalım: Mezhep meselesini hafife alanlar, mezhebi “İslam’ı sınırlayan” bir unsur olarak görenler ya da mezhebin gereksizliğini düşünenler aslında eşyanın tabiatına aykırı hareket ediyor. Şöyle:

“İtikad”ı, Din’de inanılması ve reddedilmesi gerekenler olarak tarif ettiğimizde şunu söylemiş oluyoruz:

 Din’in sahibi olan Allah Teala ve bu dini O’ndan aldığı yetki ve sorumluluk çerçevesinde insanlara tebliğ ve beyan eden Hz. Peygamber sas, neye nasıl inanmamız gerektiğini bize kesin bir şekilde bildirmiştir. Temel inanç unsurlarında herhangi bir belirsizlik, kapalılık, ihtimallilik söz konusu değildir. “Amentü esasları” dediğimiz bu inanç umdeleri, kendisini “mü’min” olarak tarif eden herkes tarafından kesin bir şekilde bilinmesi ve inanılması gereken hususlardır. Bunlardan bir tekinin bile inkârı ya da tereddütle
karşılanması, kişiyi imanından eder. Ehl-i Sünnet’iyle Şia’sıyla bütün İslam fırkaları bu esaslara inanır ve inanılmasını zaruri görür.

Bir de bunlardan teferri eden hususlar vardır. Allah Teala’nın ahirette Mü’minler tarafından görülmesi meselesi buna örnek olarak zikredilebilir. Kabir azabı, Sırat, Mizan vb. hususların varlığına inanmak da böyledir. Bunlara inanan bir kimse, aslında bunların varlığını bize bildiren Kitap ve Sünnet nasslarına inancının bir göstergesi ve gereği olarak inanmaktadır. Bir başka ifadeyle bizler, bu ve benzeri hususlara, “Amentü esasları”ndan “Allah’a, Peygamber’e ve Kitab’a iman”ın tabii bir gereği, göstergesi ve açılımı olarak inanırız.

Bunlardan herhangi birinin inkârı iki durumda söz konusu olur:

1. Bunların varlığını bize haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığına inanmakla.

2. Bu ve benzeri hususlarda söz konusu bilgi kaynaklarında yer alan bilgi ve haberlerin açık ve kesin olmadığına inanmakla.

İşte “mezhep” olgusu bu noktada karşımıza çıkmaktadır.

Bu gibi hususlar, “aslî iman umdeleri”ne taalluk ettiği, onlar hakkındaki kanaat ve inancı ele verdiği için önemlidir.

Bunların varlığını haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığını söylemek, hadis ravilerinden başlayıp Sahabe’ye kadar uzanan bir dizi arızalı tutumu beraberinde getirir.

Mu’tezilisiyle, şiisiyle, haricisi ve modernistiyle bid’at mezheplerin tamamı bu noktada ana gövdeden ayrılmış ve farklı mülahazalar ileri sürmüştür. Aynı sıralama içinde ele alacak olursak:

1. Bu noktada, bunların mezhebî mülahazalar olduğunu ve aşılması gerektiğini söylemek son derece boş ve anlamsızdır. Zira bir kısmını zikrettiğim bu meseleler ya vardır veya yoktur. Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v) bunların varlığını ya haber vermiş veya vermemiştir. Ehl-i Sünnet, bu meseleler hakkındaki Kur’an beyanlarını, Kur’an-Sünnet
bütünlüğü içinde ele almakta ve bunların varlığına inanmaktadır. Bir diğer ifadeyle bunlar,

Ehl-i Sünnet var olduğunu söylediği için var değildir; aksine, var oldukları için Ehl-i Sünnet onların varlığını kabul ve ikrar etmektedir.
Bunları inkâr tutumu son derece tehlikelidir ve ucu, Kur’an’ın nakli meselesine kadar gider. Çünkü Kur’an da sonuçta bize kadar o nesiller tarafından aktarılarak gelmiştir.

2. Kur’an’ın bu konulardaki ayetlerinin açık delaletli olmaması durumunda yapılacak iş, Sünnet’e müracaat etmektir. Sünnet’te de böyle bir durum söz konusu olursa, Sahabe’nin tutumuna bakılır. Dolayısıyla ilgili Kur’an ayetlerindeki kapalı ya da ihtimalli delalet durumu, Sünnet tarafından netleştirilmekte, şayet Sünnet’te de böyle bir durum varsa, Sahabe’nin tutumu bu noktadaki fluluğu ortadan kaldırıcı bir unsur olarak işlev üstlenmektedir.

Bu şu demektir: Kur’an hakkında söz konusu olabilecek “göreceli” durum ve tutumları ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur Sünnet’tir ve şayet Sünnet hakkında da böyle bir durum ve tutum var ise, bunu ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur da Sahabe’dir.

Şu veya bu mülahazayla burada Sahabe unsuru devre dışı tutulduğu zaman yerine kaçınılmaz olarak başka unsur(lar) ikame edilecektir. Şia burada Ehl-i Beyt unsurunu devreye
sokmaktadır. Ehl-i Sünnet Sahabe’yi masum/yanılmaz saymadığı, Sahabe’den gelen haber, rivayet ve içtihadları Kur’an ve Sünnet ile Şer’î prensipler doğrultusunda değerlendirdiği için, “şazz” kategorisindeki Sahabe akval ve ef’alini (söz ve fiillerini) inanç, amel ve itibar dışı tutmuştur. İbn Abbâs (r.a)’ın, Efendimiz (s.a.v)’in Medine’de, düşman korkusu veya yağmur (bir başka rivayette “sefer durumu”) söz konusu olmadığı halde öğle ile ikindiyi ve akşam ile
yatsıyı cem ederek kıl(dır)dığı şeklindeki rivayeti, yahut Efendimiz (s.a.v) erkeğe altın ve ipeği yasakladığı halde altın yüzük takan bazı sahabîlerin bu tutumu, esas ittihaz edilmemiş sahabî tavırlarına örnek olarak zikredilebilir.

Ehl-i Sünnet böyle durumlarda “Sahabe’nin tavrı Efendimiz (s.a.v)’in tavrıdır. O da vahiy dışında hareket etmez. Dolayısıyla Sahabe’nin tavrı vahye dayanır” gibi bir mantık
yürütmemiştir. Ancak Şia’daki masum imam akidesi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Şii telakkisinde bütün masum imamların bilgisi ve içtihadı vahye dayanır, dolayısıyla kesin ve bağlayıcıdır.

 Bid’at fırkalarda itikadı mezhep belirlediği halde, Ehl-i Sünnet’te esas olan, itikadın mezhebi belirlemesidir.

E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR