9 Mayıs 2014 Cuma

330.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ 2-Sahabîler Devrinde İctihad

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

2- Sahabîler Devrinde İctihad

Peygamber (S.Â.), irtihal etmeden önce peygamberlik görevini en üstün şekilde yerine getirdi ve Rabbinin emirlerini hakkı ile teb­liğ etti. Bu hususta Allah şöyle buyurur: «Bugün sizin dininizi ke­male erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak si­ze İslâm ı seçtim.»[
Maide Sûresi, 30.]

Bizans´ın Suriye valisinin, tebaasından müslüman olanları öldürmesi dolayısıyla Peygamber (S.A.), îslâm ordularını Şam üzerine yolluyordu. Çünkü yeni dine mensup olanları korumak ve onları müslüman oldukları için işkenceye uğratmamak zaruri idi.

Peygamber (S.A.) Iran İmparatoru (Kisra)´na İslâmiyeti tebliğ etmek üzere elçi gönderdiği zaman Kisrâ buna, Peygamber (S.A.)´i öldürecek birini yola çıkarmakla cevap verdi. Fakat Allah onu, ni­yetini gerçekleştirmeden helak etti. Böyle bir durumda tecavüzü ay­nı şekilde karşılamak gerekiyordu. Peygamber (S.A.)´in, insanları hakka çağırmasına engel olacak şeylere karşı koyması ve hakkı du­yurmasını önleyecek her engeli yok etmesi gerekiyordu.

Bunun içindir ki, Peygamber (S.A.)´in irtihalinden sonra, müslümanlar, îran ve Bizans ülkelerine akınlara başladılar. Bu ülkele­ri fethedip halkını hakka ve doğru yola çıkardılar. Müslümanları hiçbir hükümdar ve kuvvet köleleştirmedi. Bu ülkelerin imparator­ları, müslümanlığın yurtlarına girmemesi için direndiler. Müslüman­lık, tebaalarına ulaşmasın diye surlar yaptırdılar. Fakat, İslâmın çağrısı yayılacaktı. Bu çağrı bütün milletlere ulaşacaktı. Ona engel olan surların yıkılması gerekiyordu. Bu ise zaruri bir savaşa yol açı­yordu.

Burada dini bir zorlama (ikrah) için savaş yapıldığı sanılmamalıdır. Çünkü bu imparatorlar, insanları İslâm dâvetine karşı´engelli­yorlardı. Bilhassa İslâm çağrısı; onların halkı kendilerine taptırma­ları, hak olsun bâtıl olsun, halkın kendilerine uymalarını istemeleri ile bağdaşmıyordu. Çünkü yeni din, «Hâlıkâ isyanda mahlûka itaat "edilmez» diyordu.

Bu din, insanları eşitliğe çağırıyor ve onların hepsinin Âdem´den olduğunu, Âdem´in ise topraktan yaratıldığını ifade ediyordu. O hal­de İslâm´ın savaşı, dini bir zorlama için değildi. O, ruhları, zâlim kralların köleliğinden, akılları bu kralları kutsallaştıran sapık dü­şüncelerden kurtarmak için yapılıyordu. Veya diyebiliriz ki, bu sa­vaş, din hürriyetini korumak içindi; bu hürriyeti yok etmek için de­ğildi. Bu savaşın dini bir zorlama için yapılmadığının delili, İslâm devleti, gölgesinde birçok gayri müslimlerin haklarına tam olarak riayet ediyor, din hürriyetlerine katiyen dokunmuyordu. Hattâ din bilginleri (fakihler) «gayri müslimleri dinleri ile başbaşa bırakmak­la emrolunduk» prensibini kabul etmişlerdi.Bu, gayri müslimlere yapılan iyi muamelenin tam bir ifadesidir.´Gayri müslimlere, müslümanlar «zimmi» adını veriyorlardı. Çünkü onlar, Allah´ın elçisinin zimmetinde idiler-, çünkü Peygamber (S.A.), onlara kötülük edilme­sini yasaklayarak şöyle buyurmuştu : «Bir zimmiye kötülük edenin kıyamet günü hasmı benim.»

İslâm fetihlerinin ötesinde arap olmayan milletlerin, arapların safında yer aldığı bir gerçektir. Onlar isteyerek zorlanmadan İslâmiyeti kabul etmişlerdir. Çünkü Allah: «Dinde ikrah yoktur»[
 Bakara Sûresi, 356.] ve «Sen îman etsinler diye insanları zorlayıp duracak mısın»[Yunus Sûresi, 99. ] buyur­maktadır. Veya onlar müslümanlarla aralarında zimmet akdetmiş­ler, müslümanlar onların, onlar müslümanların haklarına karşılıklı olarak riayet göstermişlerdir. Sahabîler asrında îran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika fethedilmiş, müslümanların idaresine, çok eski me­deniyetlere mensup mîlletler girmişti, İslâm medeniyeti, çeşitli mil­letlerin medeni mirasları ile karışmaya başlamıştı. Dolayısiyle top­lum hayatında Peygamber (S.A.) devrinde olmayan hâdiselerle kar­şılaşılmış, hayat çeşitli dallara ayrılmıştı. Bu durum karşısında İs­lâm bilginlerinin yararlı ve uygun olan hususları inceleme, araştır­ma, düşünme ve ictihad´da bulunma cihetine yönelmeleri bir zaru­retti.

Bu itibarla büyük sahabîlerin ictihad´da bulunması, Peygamber (S.A.)´in söz ve hareketleriyle yeni mese­leleri halletmesi gerekiyordu. Onlar, yeni meseleler karşısında ictihadlarda bulundular ve Allah´ın hükmünü açıkladılar. Çünkü Al­lah´ın dini bütün asırlara şâmildi. Allah, Kur´an´da; «İnsan başıboş bırakıldığını mı sanıyor »[
Kıyame Sûresi, 36.] buyurduğundan insan, hayatta başıboş ve istediği herşeyi, bir hükme bağlamaksızın yapma durumunda de­ğildir.

Sahabîlerin bilginleri ictihad hususunda bir metod ortaya koy­dular; onlar, yeni bir hâdise karşısında ihtilâfa düşerlerse Kur´an´a başvuruyorlar, bu meseleyi açıklayan bir âyet bulurlarsa onun üze­rinde birleşiyorlardı.
Buna şöyle bir misal verebiliriz: Irak ve İran toprakları fethe­dilince sahabîler, bu arazinin fethe iştirak eden askerlere dağıtımın­da ihtilâfa düştüler; Hz. Ömer, devletin reisi ve mü´minlerin emîri olarak araziyi askerlere taksimden kaçındı. Çünkü O, görüyordu ki bu arazi, Allah´ın, «Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz şeyle­rin beştebiri Allah´ın, Peygamberin, O´nun yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolda kalanların hakkıdır.»[
Enfal Sûresi, 41.] âyetinin içine girmi­yordu. Bu âyette kasdedilen ganimet menkul malları ifade ediyor­du, toprak ise gayri menkul olduğu için fethedilir, fakat ganimet ol­mazdı. Öte yandan ülke ve sınırların korunması için gelire ihtiyaç vardı. Bu da, arazinin fethedenlere dağıtımıyla olmaz, arazi sahip­leri gayri müslimlerden «cizye» almakla sağlanabilirdi. Fakat savaşçılar, Hz. Ömer´e uymadılar ve münakaşa üç gün sürdü. Üçüncü gün Hz. Ömer, Kur´an´da gördüğü şu âyeti onlara okudu: «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey´ (ga­nimet) Allah´a, Peygamberine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksul­lara ve yolda kalanlara aittir. Bu da o malın, sizin içinizdeki zenginlerin arasında dolaşan bir mal (sermaye) olmaması içindir... Allah´ın azabı şiddetlidir.»[Haşr Sûresi, 7.]

Hz. Ömer, bu Kur´an nassını okuyunca hepsi O´nun emrine uy­mak zorunda kaldı.

Sahabîler, Kur´an´da bir nass bulamayınca Sünnete başvuruyor­lar ve ondan gereken hükmü alıyorlardı. Emirü´l-müminin meseleyi arkadaşlarına açıyor; bu hususta herhangi bir hadis bilen onu serdediyor ve meseleyi böylece hallediyorlardı.

Meselâ; Bir gün bir anneanne (nine), Hz. Ebu Bekr´e geldi ve ölmüş olan kızının oğlundan miras istedi. Ebu Bekr(R.A,) de Kur´-an´da bu hususla ilgili bir âyet bilmediğini söyledi. Sonra sahâbilere dönerek, Peygamber (S.A.)´in, böyle bir meselede verdiği hükmü içinizden bilen var mı dedi. Mugîre b, Şu´be, Peygamber (S.A.) . Efendimizin nineye altıdabir hisse tanıdığını hatırlıyorum, dedi. Hz. Ebu Bekr, bu durumu başka bilen var mı diye sordu. Başka bir sahabinin buna tanıklık etmesi üzerine bu nineye altıdabir (1/6) mi­ras hakkı tanıdı. Daha sonra Hz. Ömer (R.A.) devrinde babaanne ´ gelip hissesini istedi. Ömer de, «Kur´an´da sana ayrı bir hisse tanın­dığını bilmiyorum, bu  (1/6) hisse ikinizindir.» dedi.

Sahabîler, Kitab´ta ve Sünnette bir nass bulamadıkları zaman ictihad yapıyorlardı. Bu, Peygamber (S.A.)´in kabul ettiği bir metod idi. Muaz b. Cebeli Yemen´e hâkim olarak gönderirken Peygamber (S.A.) O´na «Ne ile hükmedeceksin,» diye sordu. O, «Allah´ın kitabı ile» dedi. Peygamber «Ya Kitab´ta bulamazsan » dedi. O da, Pey­gamber´in sünneti ile» dedi. «Onda da bulamazsan » dedi. Muaz, «Re´yimle ictihad yaparım» dedi. Peygamber (S.Â.) bunun üzerine; «Allah´a hamd olsun ki, Peygamberinin elçisini O´nun razı olduğu şekilde muvaffak kıldı» buyurdu.

Usûl-i fıkıh bilginlerinin çoğu, re´yi kıyas olarak kabul eder. Kı­yas da, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, illetleri aynı olan ve hakkında nass bulunan başka bir meseleye göre halletmektir.

Başka bir deyimle, kıyas, hakkında nass bulunmayan mesele üze­rinde, hüküm bakımından illetleri ortak olan ve hakkında nass bu­lunan meselenin hükmünün sabit olmasıdır. Bu tarif, re´yin, bu türlü ictihad´tan ibaret olduğunu gösterir.

Bu türlü ictihad, müctehidin, hakkında nass bulunmayan konu­da illet bakımından ortak olan ve nassa dayanan meseleyi tam ola­rak kavramasını gerektirir. Meselâ; sarhoş eden herşeyi şaraba kı­yas etmek gibi. Şarabın haram edilişinin illeti sarhoş etmesidir. O halde bu illet, diğer sarhoş eden şeylerde de bulunduğundan onların da haram olduğu sabit olur. Gerçekte sahabîlerce kabul edilen re´y, hem kıyası, hem de hakkında nass bulunmayan bir konuda masla­hata göre içtihadı içine almaktadır. Sahabîler asrında re´yin bu iki şekli de görülmekte idi. İbn-i Kayyım el-Cevziyye, sahabîlerin içti­hadını şöyle tarif eder: «Sahabîlerin içtihadı, illetleri ayrı ayrı olan hususlarda doğru olması gereken ciheti anlamak için iyice düşün­dükten sonra akıllarına uygun gelen hükmü çıkarmalarıdır.» Bu ta­rif eksiktir, çünkü; illetler aynı olmazsa kıyas yapan hukukçu neyi neye kıyas edecektir. Gerçekte re´y ile ictihad, iyice düşündükten sonra bir meseleyi Kitab ve Sünnete en yakın olan bir şekilde hal­letmektir. Bu, hakkında belli bir nass bulunan meseleye göre yapı­lırsa kıyas olur, şeriatın genel amaçları göz önüne alınarak yapılır­sa maslahata göre yapılmış ictihad olur.

Kıyas metoduna göre´ re´y ile ictihad yapmakla meşhur olan sahabîler arasında Abdullah b. Mes´ud vardır. Ali b. Ebi Talib ise, bazan maslahata göre ictihad yapardı. Dolayısiyle Tabiin´den Küfeli hukukçular ve bunların izinden giden müctehid İmamlar, onların ictihad metodunu almışlardır.

Maslahata göre ictihad´da bulunan sahabilerin başında Ömer b. Hattab gelir. Daha başka birçok sahabîler, maslahatı gözeterek, Hz. Ömer gibi fetva vermişlerdir. Meselâ; bir kişiyi öldüren bir g­rubu öldürmek kıyasa, sanatkâra yaptığı şeyi heder ederse ödetmek maslahata uyularak kabul edilmiştir. Hz. Ali de bu ödetme (tazmin) işinde, «insanları ancak bu ıslah eder« demiştir.

Ömer (R.A), devlet işlerini idarede, hakkında nass bulunmayan meselelerde maslahata göre ictihad yaptığı halde, kaza (yargılama)´-da, hakkında Kur´an ve Sünnet´den bir nass bulunmayan meseleler­de kıyas cihetine gidilmesini emrederdi. O, Ebu Musa el-Eş´ari´ye gönderdiği mektubun sonunda şöyle diyordu : «Kur´an ve Sünnette bulunmayan ve tereddüde düştüğün meseleleri çok iyi anlamaya ça­lış, birbirine benzeyen hususları iyice kavra ve buna göre meseleleri birbirine kıyas et.» Bu ifade açıkça göstermektedir ki hâkim, şer´î bir nass bulamazsa hâdiseyi, hakkında nass bulunan benzeri bir hâ­diseye kıyas edecek ve buna göre hüküm verecektir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Niçin Ömer (R.A.), hakkında nass bulunmayan ve devletin idaresi ile ilgili olan konularda maslahata göre içtihadı benimsiyor da, kaza hususunda kıyas´a başvurulmasını bilhassa emrediyor?

Bunun cevabı şöyle olabilir: Devlet işlerinin yönetimi maslaha­ta, bozukluğa meydan vermemeye, şeriatın emirlerine itaat etme esasına dayanır. Öte yandan iyi yönetici ile iyi olmayan yönetici ara­sında fark vardır. Birincisi bozukluğa (fesada) meydan vermez, mas­lahatı korur; ikincisi bunun aksini yapar. Bu itibarla kötü yönetici hakkında Allah şöyle buyurur : «İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kalbinde olana Allah´ı şahit kılar. Halbuki o düşmanların en yamanıdır. O yeryüzünde iş­başına geçti mi orada fesat çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden ku­rutmaya koşar. Allah ise fesadı sevmez. Ona, Allah´tan kork, denil­diği zaman gururu kendisini günâh işlemeye götürür. İşte Öylesine cehennem yeter. O, hakikaten ne kötü yerdir.»[
Bakara Sûresi, 204-206.]

Kaza işinde esas olan, hasımlar arasında adaleti gerçekleştirmek, zalim ve haksızdan mazlumun hakkını almaktır. Bunun için de sabit bir ölçüye bağlanmak gerekir. Bütün dünyada kaza için kanunlar ve belli ölçüler tespit edilir. Elbette İslâmda da Kitab ve Sünnet´e bu konuda sımsıkı sarılmak gerekir. Kitab ve Sünnet´te açık bir hüküm bulunmazsa, hakkında nass bulunan meselenin illetlerini taşıyan meseleleri iyice anlamak ve onu birincisine kıyas etmek suretiyle bir hükme bağlamak lâzımdır. Nitekim bu yol, her zaman benimsen­mekte ve böylece kaza işi, başı boşluktan kurtulmaktadır. Ömer (R.A.) de bundan dolayı yukarda adı geçen mektubuna «Kaza, uyul­ması gereken bir Sünnettir» sözüyle başlamıştır. Dolayısiyle kaza işinde nass´lara bağlanmak, nass´ları iyice anlamak suretiyle kıyasta bulunmak zaruridir. Hâkimin içtihadının da kıyasa münhasır olma­sı lâzımdır.

Sahabîlerin hepsi, re´y´e başvurmakta eşit olmamakla beraber, Kur´an ve Hadis´te nass bulamayınca ictihad etmek zorunda kalmış­lardır. Meselâ; Ömer (R.A.), devlet başkanı olarak birçok hâdise­leri halletmek için re´y´den kaçınmamıştır. Çünkü devlet işi yürüye­cek ve meydana gelen yeni olaylar zamanında halledilecektir.

Sahâbîlerden bazıları hadis rivayet etmekten çekinmişler, fakat görüşlerini ortaya atmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü anlayışları doğru olursa dînî bir hususu açıklamış olurlar; yanılmışlarsa hatâ kendilerine ait olup dinin özüne dokunmamış olurlar. Hadis rivaye­tinden çekinmelerinin bir sebebi de, Peygamber (S.A.)´e söylemedi­ği bir şeyi isnad etmek korkusudur. Çünkü bu konuda Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Kim kasden bana yalan bir söz isnad ederse ateşte yerini hazırlasın».

Ebu Amr eş-Şeybânî der ki: «İbni Mes´udun yanında bir sene kaldım. Hadis rivayet ederken «Peygamber buyurdu» demezdi; eğer bu ifadeyi kullanırsa O´nu bir titreme alırdı ve «Peygamber (S.A.V.) böyle veya bu mealde buyurdu, derdi.» Gerçekten sahâbîler iki güç­lük arasında idiler. Çünkü onlar, dîni bozmaktan korkuyorlardı. Bu güçlükten birisi Peygamber (S.A) ´den çok hadis rivayet edersek Peygamber (S.A)´e yalan isnat etmiş oluruz diye korkmaları, ikin­cisi de kendi" re´yleriyle fetva verirlerse haramı helâl, helâli haram yapmak gibi şahsi hatâlara düşme endişeleri idi.

Sahâbîlerden bazıları, eğer iki ve daha fazla kimsenin açıkça bildiği gibi hadis bulunmazsa, sözü kendilerine nispet etmeyi ter­cih ediyorlardı. Hattâ Ebu Bekr (R.A.), ancak iki kişinin rivayet et­tiği hadis´i kabul ediyordu. Ali b. Ebî Talib (R.A.), hadisi rivayet ede­ne yemin ettirdikten sonra kabul ediyordu.

Bu itibarla sahâbilerin bir kısmı kendi re´yleri ile fetva veriyor­lardı veya sözü kendilerine nispet ediyorlardı. Abdullah b. Mes´ud, bir fetvasında şöyle diyordu: «Bunu kendi re´yime göre söylüyorum; eğer doğru ise Allah´tandır, yanlış ise benim hatâmdır ve şeytandan­dır. Allah ve Resulü bundan beridir.» Ömer b. Hattap bir meseleye dair fetva vermiş ve bu fetvanın sonuna kâtibi şöyle yazmıştı: «Al­lah´ın ve Ömer R.A.)´in görüşü işte budur.» Bunun üzerine Ömer, «Çok fena demişsin, bu Ömer´in re´yidir; doğru ise Allah´tan, yanlış ise Ömer´dendir» dedi.

Sahâbîlerin re´ylerini, sırf aklî görüşler olarak kabul edeme­yiz. Onların görüşlerini Peygamber (S.A.)´in Fıkh´ından alınmış ola­rak kabul etmemiz gerekir. Çünkü, re´yle fetva vermekle meşhur olanlar, Peygamber (S.A.)´le uzun zaman arkadaşlık eden kimse­lerdir. İşte Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Abdullah b. Mes´ud, Zeyd b. Sabit ve diğer sahâbîlerin fukahası bunlar arasındadır.

Düşünülebilir ki, bu sahâbîlerin rivayetleri Peygamber (S.A.) ile arkadaşlık ettikleri uzun zamanla mütenasip değildir. Dolayısıyle onların görüşlerinin çoğu Peygamber´den nakledilen hususlardır. Fa­kat onlar, Peygamber (S.A.) ´in sözünü veya fikrini naklederken de­ğiştiririz diye korktuklarından bunları O´na nisbet etmemişlerdir. Bu hususu, Tabiin´in ictihadlarından bahsederken açıklıyacağız. Bu­rada, şunu söyleyebiliriz ki, sahâbîlerin görüşlerinin hepsi re´yden ibaret değildir. Bilâkis bu görüşler içerisinde yukarıda belirttiğimiz endişe ile Peygamber (S.A.)´e nisbet edilmeyen ve Peygamber´e ait olan fikirler de vardır.

Burada iki hatâyı düzeltmek mecburiyetindeyiz:

1 Bazı insanlar, sahâbîlerin sahih olan bir hadisi terk edip kendi re´ylerine göre fetva verdiklerini zannetmektedirler. Meselâ; bunlar, Hz. Ömer´e böyle bir şey isnad etmektedirler. Hattâ onların iddialarına göre Ömer (R.A.), kendi re´yine dayanarak veya masla­hatı tercih ederek Kur´an nass´larını dahi terkediyordu. Bu, ger­çekleri araştırmamış olanların düştüğü bir yanlışlıktır. Çünkü hiçbir sahâbî, kendi görüşüne uyarak veya maslahatı tercih ederek, herhan­gi bir nassı terketmemiştir. Sahâbilerin maslahata göre vermiş ol­duğu fetvalar, asla nassa aykırı olmamıştır. Bilâkis bu fetvalar, nass´ların tatbikatından ve şeriatın gayesini doğru olarak idrakten ibarettir. Bunlarda hiçbir nassa aykırılık yoktur. Bu hususta ileri sü­rülen misalleri incelerken bunların, dinin esasına muhalif olmadığı­nı, bilâkis nass´lara dayandığını görürüz. Irak halkının arazisi hak­kındaki meseleyi yukarıda zikretmiştik. îşte bu mesele, Ömer (R.A.) ´in maslahatı gözeterek nassa muhalefet ettiği ileri sürülen konulardan biridir. Yukarıda gördük ki Ömer ra, «Biliniz ki ganimet olarak aldığı­nız şeyin beştebiri Allah´ındır...»[
Enfal Sûresi, 41.] âyetini doğru olarak anlamış, bu nassın menkul ganimetler hakkında varit olduğunu ve fetholunan araziyi içine almadığını, Kur´an´ın «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey, (ganimet)...»[ Haşr Sûresi, 7. âyeti ile isbat etmiştir.

2 Bazı hukukçular şöyle diyorlar: Hadis´e sarılanlar, hadis ve geleneklere dayanarak fetva veriyorlar; re´y taraftarları daha ciddî kafa yoruyor ve geleneklere pek önem vermiyorlardı.

Bu görüş, ilmi araştırmadan çok uzaktır. Çünkü, hadîs´e bağlı olanlar da, re´y taraftarları da dîne ve nasslara sarılmaktadırlar. Şu kadar ki, birinci grup, hakkında nass olmayan meselelerde kendi görüşlerine göre fetva vermekten ve onu Allah ve Peygamber´ine nîsbet etmekten çekinmişlerdir. Bu grup devlet işlerinde ve halledil­mesi zarurî olan meselelerde derinlemesine bilgisi olmayan kimse­lerdir. Nass bulamayınca bunlar susmaktadırlar. Bunların fetvadan çekinmesi ve re´y ile fikir beyan etmemeleri din için herhangi bir za­rar doğurmaz.

îkinci gurup ise, hüküm çıkarmak hususunda çok uğraşmış ve tecrübeli kimselerdir. Bunların re´y ile ictihad´da bulunmaları ve meseleleri halletmeleri kaçınılmaz bir şeydir. Meselâ, halife için in­sanları islâh etmekle ilgili bir hususu, nass bulamadım diye ihmal etmek akıl işi değildir. Eğer halife böyle bir ihmale yer verirse işle­rin seyri durur; bu da fesad´a sürükler. Hükümdarlığın esası fesâd değil, İslahtır. Bu da, nass´lara dayanarak yapılır. Nass bulunmazsa, nass´ların ruhundan anlaşılan şeriatın genel amaçlarına yönelmek­le olur.

Hükümet işleriyle uğraşmayan re´y taraftarları da, sadece nakle yöneldikleri zaman, Peygamber (S.A.V.)´e yalan isnad etmekten kor­kuyorlardı; dolayısiyle Peygamber (S.A.V.)´in Sünnetinden dışarı çıkmaksızın ve Peygamber´e de nisbet etmeksizin fetva veriyorlardı. Böy­lece verdikleri fetva, isabetsiz olursa kendilerine ait, doğru olursa ´Allah´ın yardımı ile verilmiş olacaktı.

Burada belirtmeliyiz ki, re´yleri ile ictihad yapan sahâbiler, re´ylerinin bir yol haline gelmesini ve re´y olarak uygulanmasını istiyor­lardı; fakat bunun din gibi kabul edilmesini asla istemiyorlardı. Hz. Ömer (R.A.), bu durumu açıkça şu sözü ile belirtmiştir.

«Ey insanlar, doğru görüş Allah´ın elçisinin re´yidir. Çünkü Al­lah O´na gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise zan´dan ve tek­liften ibarettir.» Ve şöyle ilâve ediyordu «Sünnet (asıl yol), Allah´ın ve Resulünün koyduğu yoldur. Yanlış bir re´yi ümmet için Sünnet haline getirmeyin.»

Re´y ile ictihad eden sahâbîler, re´ylerine galip bir zan gözüyle bakıyorlardı. O, yanlış veya doğru olabilirdi. Sahâbîlere göre ona biz­zat uymak gerekmiyordu. Fakat ekseri fakihler, sahâbilerin re´ylerini takdir edip ona muhalefet etmediler. Bazıları ise ona muhale­fet ettiler. Bazıları da, sahâbîlerin bütün sözlerini nass olarak kabul ettiler.

Sahâbîler Devrinde Fıkh´ın Kaynakları


Yukarıdaki izahtan anlaşılmıştır ki sahâbîlere göre fıkh´ın kay­nağı şu üç esastan ibarettir:

1 Kitab,
2 Sünnet,
3 Re´y (kıyas).

Bu devirde Sünnet, kitap halinde yazılmamış idi. Gerçi bazı genç sahâbîler; Abdullah b. Amr b. Âs gibi, Peygamber (S.A.) za­manında bir kısım hadisleri yazmışlardı. Çünkü Peygamber (S.A.V) son zamanlara doğru hadisle âyetin birbirine karışma tehlikesi or­tadan kalktığı için hadislerin yazılmasına izin vermişti.
Abdullah b. Amr ve diğerlerinin yazdığı hadisler, özel notlar hâlinde idi ve halka bir kitap şeklinde intikal etmemiştir.Hz. Ömer (R.A.), hadislerin yazılmasına müsamaha göstermiyordu. Ayrıca ya­zılan hadis mecmuaları, kitap derecesine ulaşmamış risalelerden iba­retti. Bu yüzden hadis rivayeti sahâbîlerin hafıza ve zihinlerine da­yanıyordu. Onlar rivayet ettikleri hadislerin doğru olmasına çok dikkat ediyorlardı. Hadis rivayet eden sahâbîlerin hepsi de doğru kimselerdi. Fakat, Ebu Bekr ve Ömer´in bir hadisi kabul etmek için tuttukları yola göre, ancak iki kişinin Peygamber´den o hadisi işit­miş olmaları lâzımdı. Yukarıda da geçtiği gibi Hz. Ali (R.A.), hadisin doğruluğuna kalben kanaat getirmek için, hadisi rivayet edene ye­min ettirirdi.

Sahâbîlerin Îctihad Metodlârı

Sahâbilerin ictihad metodları değişikti. Bazı sahâbiler, yukarıda da değindiğimiz gibi, sadece Kitab ve Sünnetin sınırları içinde icti­had yapıyorlardı. Bazıları ise nass bulamayınca re´y ile ictihad´da bu­lunuyorlardı. Tabiîdir ki re´y ile ictihad çeşitli idi; bazıları Abdullah b. Mes´ud gibi kıyasla ictihad ediyordu; bazıları da nass bulunmayan yerlerde maslahata göre ictihad yapıyordu.

Bunlar, sahâbîlerin düşünüş metodlarına göredir. Fetva konula­rı bakımından ise, sahâbîlerin görüşleri bazan ferdî oluyordu. Çün­kü herhangi bir kimse, sahâbilerden birine cüz´î bir olayın hükmü­nü sorduğundan buna verilecek fetva da cüz´i veya ferdî oluyordu; buna başka sahâbiler katılmıyordu.

Bazan ictihad, şahsî olmayan, hatta umumu ilgilendiren bir ko­nuya ait oluyordu. Bu gibi ictihadlar; genel kaideler koymak demek olduğundan, umumî bir toplantıda veya sahabîlerin fakihlerinden meydana gelen bir topluluk içinde müzakere edilerek yapılıyordu. Meselâ; Hulefâ-i Râşidîn, devlet nizamını ilgilendiren önemli bir me­sele, karşısında kaldıkları zaman sahâbîleri topluyorlar, onlarla isti­şarede bulunarak, cemaatin de kabul ettiği bir neticeye ulaşıyorlardı. Hz. Ömer (R.A.) ´in iki türlü istişare meclisi vardı:

1 Özel Şûra;
bu, sahâbîlerden ileri gelenlerin katıldığı bir toplantı idi. Devlet işlerinde Ömer, bunlarla istişare eder, büyük ve kü­çük meselelerde onların görüşlerini dinlerdi.

2 Genel Şûra;
bu, bütün Medinelilerin katıldığı bir toplantı idi. Önemli devlet işlerinde veya ümmetin geleceği ile ilgili bir temel prensibin kabul edilmesinde bu meclis karar verirdi.

Önemli bir iş ortaya çıkınca Hz. Ömer, Medinelileri Peygamber (S.A.)´in camiinde topluyordu; burası dar gelirse onları Medine´nin dışında bir yerde topluyor ve meseleyi onlara arzediyordu. Onlar da bu mesele üzerinde tartışıyorlardı. Irak halkının arazisi hakkında ya­pılan istişare bunlardan biridir. Yukarıda da geçtiği gibi, gaziler, bu araziyi aralarında paylaşmak istiyorlardı. Hz. Ömer de bunu kabul etmeyip sahiplerine terketmek istiyordu. İki-üç günlük münakaşa­dan sonra mesele; Hz. Ömer´in «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey´ (ganimet)...»[
Haşr Sûresi, 7.] âyetini okuma­sı üzerine O´nun görüşüne uygun olarak halledildi.

Medine halkının bu durumu, PERİKLES devrindeki Atina halkı­nın durumuna benzemektedir. Çünkü o devirde şehir halkının herbiri devlet işlerinde görüş beyan etme hakkına sahipti. Zira toplantı halinde verilen bir karar, şahsî görüşlerden kuvvetlidir. Bunun için­dir ki çeşitli yönlerden incelenerek topluca varılan netice, devlet işi­nin yürütülmesinde esas teşkil eder.

Sahâbî ve Tabiîlerden sonra gelen müctehidler bu topluca ka­bul edilen re´ye icma´ adını vermişler ve onu şeriatın dördüncü kay­nağı saymışlardır. Böylece; 1 Kitab 2 Sünnet, 3 Re´y (kıyas), 4 İcma´ şeriatın dört kaynağını teşkil etmiştir.

Sahabîler bazı hallerde topluca bir re´ye, yani icma´a ulaşamaz­lar ve aralarındaki ihtilâf sürüp giderdi. Sahabîlerin bu gibi ihtilâf­larını iki kısımda inceliyebiliriz:

1 Nass´ların etrafında meydana gelen ihtilâf: Bu bir nass´ın iki veya daha çok mânâya gelmesi ihtimalinden doğmaktadır. Mese­lâ; «Boşanmış olan kadınlar üç ay hali iddet beklesinler.»[
Bakara Sûresi, 127.] âyet-i kerimesindeki «KURU» kelimesinin anlamı üzerinde meydana gelen ihtilâf bunlardandır. Bu kelime iki mânâya gelir: a) Kadının iki ay hali (hayz) arasındaki temizlik müddeti kastedilebilir, b) Bizzat ay hali kastedilebilir. Abdullah b. Mes´ud ve Hz. Ömer, bu kelimeden maksat ay halidir demiştir. Bunlar ve bunlara tâbi olanlara göre boşanmış bir kadının iddeti üç hayz olarak kabul edilmiştir. Zeyd b. Sabit, bu kelimeye iki ay hali arasındaki temizlik müddeti mânasını vermiş ve boşanmış kadının iddetinin üç temizlenme zamanı olduğu­nu söylemiştir.

Bazen nass´ların etrafındaki ihtilâf sebebi, bu nass´ların zahir­leri arasındaki çatışma olabilir. Meselâ; kocası ölmüş gebe bir ka­dının iddeti üzerindeki ihtilâf böyledir. Bu hususta iki nass vardır ve bunlar, ilk bakışta birbiriyle çatışma halindedir. Bu nass´lar şun­lardır: «...Gebe olanların iddeti çocuklarını doğuruncaya kadardır.»[
Talak, 4.] ve «Sizden ölenlerin bıraktıkları kadınlar kendi kendilerine dört ay on gün iddet beklesinler.»[Bakara, 124.]

Birinci âyetin lâfzından umumi olarak anlaşılan mânâ, kocası ölen gebe bir kadını da, boşanmış olan (gebe) kadını da içerisine alır. İkinci âyetin umumî anlamı gebe olsun olmasın, kocası ölen ka­dına şâmil olmaktadır. O halde kocası ölen gebe kadın hakkında bir­biriyle tenakuz hâlinde gözüken iki nass bulunmuş oluyor ve sahabîler bu sebepten ihtilâfa düşüyorlar. Burada Abdullah b. Mes´ud, «Gebe kadınların iddeti» âyeti, «Sizden ölenler...» âyetinden gebe kadını çıkarmıştır; dolayısiyle, kocası ölen gebe kadının iddeti birin­ci nassa göre doğuma kadar olur, diyor. Hz. Ali ise, her iki nass ile de amel etmiştir. O´na göre kocası ölmüş hâmile bir kadının id­deti, dört ay on günden az olmamak şartı ile doğuma kadardır. Ya­ni Hz. Ali´ye göre böyle bir kadın iki iddetten en uzun olanını bek­ler. Bunlar, ya doğuma kadar olan zaman, veya dört ay on gündür. .

Nass´ların etrafındaki ihtilâf sebeplerinden biri de rivayet me­selesidir. Meselâ; vârid olan herhangi bir hadis birine göre sahih sayılmıyor ve o, re´y ile fetva veriyor; diğerine göre sahih sayılıyor, o da bu hadisle fetva veriyor.

2 Re´y sebebiyle meydana gelen ihtilâf:
Bu, çok geniş bir saha işgal eder. Çünkü, her müctehidin kendine göre bir görüşü ve düşünüş tarzı vardır. Birinin bir türlü anladığını diğeri başka türlü anlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki bir çok ihtilâfın menşei re´y far­kıdır. Görüş ayrılığı yüzünden meydana gelen ihtilaflı meseleler pek çoktur. Meselâ; bunlardan biri, babanın babası olan dedenin ölünün kardeşleriyle mirasçı olup olmaması meselesidir. Ebu Bekr göre ölünün kardeşleri dede ile mirasçı olamaz; ölünün kardeşleri baba ile mirasçı olmadıkları gibi. îşte Ebu Hanife bu görüşü benimsemiş­tir. Ömer (R.A), bu meseleyi sahâbîlere sorup öğrenmeden halletmemiştir. Zeyd b. Sabit, üçtebirden az olmamak şartıyle, dedeye, bir kardeşe verilen hisse miktarı bir miras tanımıştır. Bu hususta feraiz kitaplarında geniş bilgi vardır. Ali b. Ebi Talib, dedenin altıdabirden az olmamak şartıyle, bir kardeşin alacağı hisse miktarı miras hakkı olacağını söylemiştir. İslâm hukukçularının çoğunluğu Zeyd b. Sabit´in fetvasını kabul etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ömer de bu görüşü benimsemiştir.

Sahâbilerin, yeni meseleler karşısında yaptıkları ictihadlarda rehberleri ihlâsları idi. Çünkü sahâbîlerin fakihleri, müslümanların seçkinleriydi. Onlar, fetva verirken dinî hakikati arıyorlar ve mut­laka doğru bir çözüm yolu bulmak için çalışıyorlardı. Sahâbilerin bu türlü ictihad ve anlayış farkları onlardan sonra gelen nesillere iki şekilde faydalı oldu:

1 Sahâbîler ictihad için çok sağlam bir metod koymuş oldular. Hakikati ararken ihtilâfa düşseler dahi, rehberleri ihlâs olduk­ça bu ihtilâfın, birliği bozmayacağını, bilâkis akıl ve idrakleri kuv­vetlendireceğini ve her yönüyle meseleyi inceleyen kimseleri gerçe­ğe ulaştıracağını göstermiş oldular.

2 Sahâbîler fıkıhta öyle zengin bir araştırma, şuurluluk ve açıklık mirası bıraktılar ki, onlar, ihtilâfa da düşseler, ittifak ha­linde de olsalar, yaptıkları ictihad, kendilerinden sonra gelenlere çok büyük faydalar sağladı.


M. Ebu Zehra

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

7 Mayıs 2014 Çarşamba

329.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ 1- Peygamber Devrinde İctihad

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir süredir mezhepler tarihi ile araştırma yapıyor ve bilgilenmeye çalışıyorum.Bu süreç içerisinde elde ettiğim önemli bilgileri not alırken aynı zamanda sizlerle de paylaşmak istiyorum.Uzun bir yolculuk olacak; eğer sizde benim gibi bu konuyla ilgili kapsamlı bilgi edinmek istiyorsanız paylaştıklarımı takip edebilirsiniz .


Muhammed EBU ZEHRA mezheplerle ilgili bir takım zor meseleleri kolaylaştı­rıp, herkesin anlayabileceği bir şekilde kaleme alarak İs­lâm mezhepleri hakkında bir kitap yazmış .
Peygamber Efendimizin ve onun güzide Ashabından sonra, yüce dinimizi en iyi anlayan ve en güzel izah buyuran İlim, İman, cebret ve şecaatleri dillerde ve gönüllerde eksilme­yen büyük Mezheb İmamlarımızın ilmi dehâlarını ve mezheblerini anlatan Muhammed Ebu Zehra; "İslamda fıkhi mezhepler tarihi" kitabında bu büyük insanların, engin ahkâm bilgileriyle, Allahın ve onun Resulünün emirlerini en ince teferruatına kadar nasıl inceledikleri, Şeriat deryasının uçsuz bucaksız köşelerini keşfedip insanlığın hizmetine nasıl sunduklarını anlatmış. işte kitabından bu önemli bilgiler:

İslâm ilmini yayan, ilmî mesaileriyle, büyük bir titizlik ve derin bir anlayışla ictihadlarda bulu­nan bu İmamlar kronolojik sıraya göre şunlardır:

1 Zeyd b. Ali Zeynelâbidin (80-122 H.)
2 Ebu Abdillah Cafer .es-Sadık b. Muhammed Bakır (80-148 H.).
3 Ebu Hanife Numan b. Sabit (80-150 H.)
4 Mâlik b. Enes (98-178 H.).
5 Muhamed b. Idris eş-Şafiî (150-204 H.).
6 Ahmed b. Hanbel (161 - 241 H.),
7 İbn-i Hazm el-Endelüsî (384 - 456 H.).
8 Takıyyüddin b. Temiyye (661-728 H.).  



Onlar, İslâmî hakikatlara nüfuz etmekte öyle keskin bir görü­şe sahip idiler ki bununla istediklerinden uzaklaşarak, hedeflerin­den başka bir yöne gitmiyorlar ve basiretlerini aydınlatan ihlâsları sayesinde gerçekleri hakkiyle kavrıyorlardı.

İslâm Hukuku´nun ilk kaynağı Kur´an ve Sünnet´ten alınan nass´lardır.. Kur´an, İslâm Hukukunun anayasasını teşkil eder; bir kısım teferruatla ilgilenmez. Sünnet ise, bu teferruatı açıklar ve bun­ların büyük bir kısmını beyan eder; yeni olaylar karşısında insanla­ra ışık tutar ve Kur´an nass´larına uygun olarak hukukun gelişme­sini sağlayacak ana prensipleri koyar. İslâm Hukuku´nda Kur´an´la Sünnet´i tamamen birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çünkü bunlar, İslâm Hukuku´nun temeli ve ana kaynağıdır. İslâm, uyulması gere­ken bir dindir. Sadece âkla ve insan tecrübesine dayanmaz. O, se­mavi ve ebedi bir dindir. Dünya durdukça ve insanlar var oldukça bu din yaşayacaktır.

Dinin ilk başvuracağı kaynak daima akıldır. İslâm dini de bütün meselelerinde akıl ile ahenk halindedir.

Dinde asıl olan nakildir. İslâmiyet de; bir din olarak, elbette te­melinde nakle dayanır. Şüphesiz ki nakle dayanan din hükümleri­ni anlayıp ortaya koymakta aklın görevi büyüktür. Akıl bu sahada düşünürken iki türlü davranışta bulunur:

1 Dinî nass´ların maksat ve amaçlarını kavrar. Her nassın ifade ettiği hükmün inceliğini bilir. Aynı durumlarda o hükmün tat­bik edilmesini sağlayacak gerçek sebebleri (illetleri) tespit eder. Da­ha sonra çeşitli hükümlerden çıkardığı sebebler (illetler) in topla­mından dînî emirlerin maksatlarını idrak eder. îşte bunların hepsi insan fikrinin işleme alanına girer.

2 Hakkında nass bulunmayan olaylarda, mevcut nass´lara dayanarak hükümler çıkarır. Çünkü olaylar sonsuzca meydana ge­lir. Mevcut nass´lar ise mahduttur
(sayısı belli olan). O halde mevcut nass´ların ışığı al­tında hakkında nass bulunmayan hususlara dair hükümler çıkarmak bir zarurettir. Bu noktada, akim her iki işleme alanı birleşmiş olur.

İslâm Hukuk Ekolleri´nin metodları değişebilir; fakat hepsi de nass´ların gölgesine sığınmaktadır ve bu nass´ların otoritesini bir ya­na bırakıp sınırlarını aşamaz. İslâm hukukçularından bir kısmı, sa­dece nass´ların ifade ettiği hükümlerle hakkında nass bulunmayan olaylar arasında kıyasta bulunmakla yetinmiştir. Hukukçunun nass´lardan çıkardığı sebeblere «İlletler» denir. O bunları, hakkında nass bulunmayan olaylara tatbik eder. Böylece nass´ların illetini kavraya­rak, hakkında nass bulunmayan hâdiseye onların tatbik edilmeye elverişli olup olmadığını inceler. İşte buna «Kıyas Metodu» denir.
İslâm hukukçularından bir kısmı bu kıyası almakla beraber dî­nî hükümlerin genel amaçlarını (ki bunlar insan maslahatlarıdır
...) tespit etmiş, şer´î hükümlerin gayesine uygun olan maslahat(1) yönü­nü tutmuştur. Burada, özel bir güçlüğü kaldırmak esası mevcut­tur.

Bazıları da nass olmayan yerde aklı hakem kılmıştır; akıl da, aslında bizzat maslahata dayanmaktadır.

O halde şer´i hükümleri bilmek için ictihad şarttır. İçtihadın ala­nı ise yukarıda işaret ettiğimiz aklın iki düşünme sahasıdır. îctihadın bu ikisinin üstünde bir işleme alanı daha vardır; o da, nass´la­rın lâfızlarından mânâlarını kavramak, onlardan hükümleri çıkar­maktır. Çünkü her müslüman nass´lardan hükümler çıkaramaz. Dolayısiyle bunları çıkarmak için sabit kaidelerin bulunması gerekir. Bu kaideleri Peygamber´den İlim alanlar daha iyi kavrarlar; çünkü onlar, Peygamber ile beraber yaşamışlar ve bu bakımdan seviyeleri yüksektir. Hz, Ömer, Ali, Ebu Bekr, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes´ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Sahabilerin diğer bilginleri bunlardandır. ,

Bundan başka, her müslüman, Kur´an ve Hadis nass´larını ta­mamen bilemez ve bu yüzden de ilme ve delile dayanarak fetva ve­remez. Bu itibarla içtihadın yeni olduğu sahabiler devrinde İslâm âleminin birden bire genişlemesiyle birçok hâdiseler içtihada şiddet­le lüzum göstermiş, dolayısiyle nıüctehidler ve onlara uyan birçok kimseler bulunmuştur. Sahabîler arasında fetva veren, fetva soran kimseler pek çoktur.

İslâm Hukuku´nda ictihad dört devreye ayrılır :
1 Peygamber devrindeki ictihad,
2 Sahabîler devrindeki ictihad,
3 Tabiîn devrindeki ictihad,
4 Müctehid İmamlar devrindeki ictihad.

1- Peygamber Devrinde İctihad

Peygamber (S.A.)´in asrında ictihad vardı. Fakat sınırları çok dardı. Çünkü vahiy devam ettiği için içtihada geniş çapta lüzum yoktu. Sahabîler bu devirde Peygamberden uzak oldukları zaman ictihadlarda bulunuyorlardı. Meselâ; Amr Îbnü´l-Âs´ın da bulunduğu sefere çıkmış olan bir müfrezede bir kısım sahabîlerin gusül etmesi gerekmişti. Su çok soğuktu, kullanılması imkânsızdı. Suyu ısıtma imkânını da bulamamışlardı. Bunun üzerine teyemmüm ederek namazlarını kıldılar. Müfrezede bulunanlardan bir kısmı teyemmümle namazlarını kıldıkları halde gusletme imkânına kavuştuktan sonra namazlarını iade ettiler. Bazıları da iade etmediler. Peygamber .(S.A.) bu içtihadın her ikisini de kabul etti. İkinci gurup ihtiyat bakımından namazlarını iade etmişti. Halbuki burada ihtiyatı gerektiren bir şey yoktu. Fakat Peygamber (S.A.) on­ların gösterdiği takvayı doğru buldu. Birinci grubu tasdik etmesi ise namazın iadesine lüzum olmadığını göstermektedir.

Peygamber (S.A.) de ictihad´da bulunurdu. Bazı kimseler dîni hususlarda O´na sual sorup fetva alıyorlardı. Bazıları günlük hayat­la ilgili, aile, toplum veya çeşitli sosyal münasebetler sebebiyle Pey­gamber (S.A.)´den fetva istiyorlardı. O da, Kur´an ile yahut kendi­sine gelen herhangi bir vahiy ile veya ictihad´da bulunmak suretiy­le bunlara fetvalar veriyordu.

Peygamberin içtihadında hatâ bulunacak olursa Allah O´nun hatâsını vahiy yoluyla düzeltiyor ve hakikati bildiriyordu. Nitekim Bedir esirleri hakkında Peygamber (S.A.), Sahabîleri ile müşavere­de bulunmuştu. Sahabîlerden bazıları kayıtsız şartsız serbest bırakılmalarını, bazıları da hepsinin öldürülmesini teklif ettiler. Peygam­ber (S.A.) ise, bu iki görüşün dışında fidye mukabili esirlerin ailele­rine dönmeleri fikrini ileri sürdü. Bu durumda Allah Teâla, savaş de­vam ettiği müddetçe esirlerin fidye mukabili bırakılmayacaklarını bildirdi. Savaş ise, Bedir´den sonra da Mekke müşrikleriyle müslümanlar arasında devam etmekte idi. Bu savaş, ancak hicretin seki­zinci yılında Mekke´nin fethinden sonra nihayete ermiştir. Bu husus­ta Cenabı Allah şöyle buyurur: «Hiç bir peygamberin yer yüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması vâki olmamıştır. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah Ahireti istiyor, Allah azizdir, hakimdir. Eğer Allah´ın geçmiş bir yazısı olma­sa idi aldığınız (fidye)´de size herhalde büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl - hoş olarak yeyin. Allah´tan korkun. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah´ın ezelî ilmine gö­re yüreklerinizde bir hayır varsa O, size sizden alınandan daha ha­yırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyici­dir.»
[Enfal Sûresi, 67-70.]

Burada şöyle bir sual sorulabilir: Niçin Allah, Peygamber´e ha­kikati ilk önce vahiy yoluyla bildirmedi de O´nu bu olaydan son­ra uyardı. Buna şöyle cevap verebiliriz: Allah, insanların kendi görüşlerine güvenerek onları değişmez gerçekler saymamalarını ve ha­kikati tam olarak Allah´ın bileceğine, Peygamber gibi yüksek bir şahsiyetin dahi yanılabileceğine inanmalarını göstermek istemiştir.

Peygamber´in yanılması Allah tarafından düzeltilmeden bırakılmaz. Hele bu yanılgı, teşri´ (yasama) hususunda, başka bir deyişle, şeriatın prensipleriyle ilgili olursa; esirler hakkındaki biraz önce zikredilen hükümler gibi.

İslâm Hukukçularından bazıları burada ileri giderek, Peygamber´in içtihadıyla olan bir hükme uymak gerekmez, diyorlar. Biz de diyoruz ki, bu çok ağır bir sözdür ve gerçeğe hiç uymamaktadır. Çün­kü Peygamber (S.A.)´in şer´î prensipleri beyanında hatâ olmaz. O, emri Rabbından almaktadır. O halde vahiyle olsun ictihadla olsun, Peygamber insanlara yanlış olarak nasıl tebliğde bulunabilir. Zira onun içtihadında bir yanlışlık olacak olursa, Allah, kendisini bir va­hiyle ikaz eder.
Bazen şer´i hüküm ve prensiplerin dışında dünyevi bir şey hak­kında Peygamber yanılabilir. Meselâ; Peygamber sas, Bedir savaşına hazırlanırken uygun olmayan bir yeri ordugâh yapmak istedi. Ba­zı sahabîler kendisine, iyi bir yeri ordugâh yapmasını söylediler. Şüphesiz bu yanılgı, dîni bir prensip meselesi değildir, savaşla ilgili bir meseledir. Bu hususta istişare etmek uygun olur. Peygamber sas de bu türlü konularda sahabîîlerle istişarede bulunurdu.

Dişi hurma ağacının çiçeklerine erkek hurmanın tohumlarından sun´î bir şekilde aşılanması hususunda bir kısım sahabiler Hz. Pey­gamber´e başvurdular; O da, aşılamamalarını söyledi. Bunun üzerine o yıl hurma bol ürün vermedi. Bu vesîle ile birisi Peygamber´e sas başvurarak durumu anlattı. Peygamber Efendimiz sas  de, «Siz dünya iş­lerini daha iyi bilirsiniz» buyurdu.

Birtakım kimseler, bu hadîs´i çığrından çıkarıp şer´î hü­kümlerin hepsini iptal edecek kadar ileri gittiler. Bu kimseler, Kur´an´ın ve Peygamber (S.A.)´in emirlerini, şer´î prensipleri, hurma çiçeklerinin aşılanması mesabesinde görerek san´at, ziraat, iktisat içtimaî ve ailevî dünya meseleleri hakkında insanların daha iyi bilgi sahibi olacaklarını ve aynı zamanda, Kur´an ve Sünnetin nass´larına aykırı bile olsa, istedikleri gibi hükümler koymaya, haramı he­lâl, helâli haram yapmaya yetkili sayılacaklarını iddia ettiler.

Böyle bir anlayış, Allah ve Resulüne iftira etmek demektir. On­lar, Allah´ın şu sözünü unutuyorlar: «Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için şu helâldir bu haramdır demeyin. Çün­kü Allah´a iftira etmiş olursunuz».
[ Nahl Süresi, 116. ]

Peygamber (S.A.), iki hasım arasında hüküm verdiği zaman ba­zen yanılabileceğini düşünürdü. Bunun içindir ki bir hadisinde şöy­le buyurmuştur: «Siz bana muhakeme edilmek için geliyorsunuz belki bazınız delil getirme bakımından diğerinden daha zayıf olabilir. Bir kimse kardeşinin hakkını koparıp alırsa, ona ateşten bir parça verilmiş olur.» Peygamber´in böyle düşünmesi teşri´ olmayıp hüküm verme (kaza) meselesidir. Bu ise, İslâm dininin getirdiği prensipleri tatbik etmektir, tatbik ile teşri´ arasında büyük bir fark vardır. Peygamber (A.S.), tatbik ederken, delilleri dinleyerek bir in­san gibi hareket etmektedir. Vahyi Allah´tan alıp insanlara tebliğ ederken de, bir peygamberdir. Bu ikisi arasındaki fark çok büyük­tür.

İslâm hukukunun mantığından ayrı bir mantığa sahip olan Av­rupa kanunları ile uğraşan bazı hukukçular şöyle bir itirazda bu­lunabilirler : Yargılama (kaza) prensipleri, bazen uyulması gere­ken bir kanun mahiyetini alır; meselâ Temyiz Mahkemelerinin ka­rarları kanun yerine geçer. Bunlara şöyle cevap verebiliriz: Sizin söz konusu ettiğiniz kanunlar insanlar tarafından konulmaktadır. Temyiz mahkemelerinin kararları ise, bu kanunların tefsiri mahiyetinde olup bir yasama (teşri´) değil, özel halleri izahtan ibarettir. Bu kararlarda hatâ ihtimali olduğu gibi bu kanunların uygulanmasın­da dahi hata bulunabilir. Hâkimlerden yanlış hüküm verenler bu­lunduğu için bu hükümleri bozacak yüksek mahkemelerin bulun­ması tabiîdir. Hülâsa, mahkemelerin verdiği isabetsiz hükümleri düzeltmek, teşri´ sayılmayıp bir tatbikten ibarettir. Bu dahi bazen hatalı olabilir.

Peygamber (S.A.)´in herhangi bir yargılama (kaza) sırasında yanıldığını bilmiyoruz. Çünkü O, son derecede doğru ve âdil oldu­ğu gibi, kendi tebliğ eylediği dini de çok iyi biliyordu. Allah O´na öyle keskin bir görüş vermişti ki, davacıların O´nu atlatması imkân­sızdı; Peygamber´in kendisinin yanılabileceğini düşünmesi, kendin­den sonra gelecek hâkimlerin çok dikkatli olmaları için bir uyarma­dır. Çünkü Peygamber (S.A.) biliyordu ki insanlar, dünyada hâki­min pençesinden kuvvetli bir müdafaa ve bâtıl deliller sayesinde kur­tulabilirler. Fakat, Âhirette Allah´ın adaletinden kaçamazlar. O halde insanlar dâvalarında Allah´tan korkmalı, dâvanın müdafaa ve de­lil getirme yarışması olmadığını, onun hakkı aramak olduğunu bilmelidirler. Hakkından başkasını isteyenler, bâtıl yollarla başkaları­nın hakkını yemek istemektedirler; îsterse onlar bu fiillerini hâkim­lerin hükmü ile süslemiş olsunlar.

Kısaca diyebiliriz ki; Peygamber (S.A.)´in Allah´ın emirlerini be­yan ederken yaptığı ictihadlarda yanılgısı olmaz. Şayet bir yanılması, olur­sa, Allah, O´nu derhal vahiy yoluyla uyarır. Sanat, ziraat, ticaret gibi dünya işlerinde yanılması imkânsız birşey değildir. Çünkü pey­gamberlik görevi bunlar değildir. Peygamberlik, şeriatı tebliğdir. Yargılama (kaza) esnasında yanılmasını düşünmesi bir ihtimalden ibarettir. Muhakeme ederken yanılması mümkün olduğu halde O´nun yanıldığına dair elimizde hiç bir delil yoktur.


Dipnotlar:
(1). fıkıh usulünde, âyet ve hadislerin yorumlanmasında veya hakkında nass bulunmayan konularda içtihad edilirken gözetilen ve din açısından muteber olan yararlara denir. Başka bir ifadeyle maslahat, menfaatin celbi yahut zararın giderilmesi demektir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerimiz Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

5 Mayıs 2014 Pazartesi

328.70 MİLYAR SEVAP KAZANDIRAN DUA

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allahümme inni ükaddimü ileyke beyne yedey külli nefesin velem hatin ve tarfetin yatrifü biha ehlüssemavati ve ehlül arzi ve külli şey'in hüve fi ı'lmike kainün ev kadkane.Ükaddimü ileyke beyne yedey zalike küllih.



TÜRKÇE ANLAMI:
("Allah'ım! Ben sana her nefes , her an ve saniye ,gök ve yer ehlinin her göz açıp kapayışından ve ilminde olacağını bilip de,şu anda mevcut olan ,istikbalde mevcut olacak veya evvelce geçmiş olan herşeyden evvel Ayetü'l-kürsi'yi takdim ediyorum.")

NOT: Yukarıdaki duadan sonra Ayete'l kürsiy'yi sonuna kadar okursa ,gece ve gündüzün her saatinde, o kulumdan Bana 70 milyar hasene yükselir ve Sur'a üfleyinceye kadar melekler onun sevabını yazmakla meşgul olurlar.
Kaynak:
(Kutsi Hadis - İbni Abbas - Hakimi Tirmizi)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Nisan 2014 Cuma

325.KUR'AN İLİMLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kur'an ilimlerinden de kısaca bahsedip konuyu tamamlayalım inşallah.

Kur’an ilimleri kapsamına giren ve ayetlerin anlaşılabilmesi için mutlaka bilinmesi gereken ilimlerin en önemlileri şunlardır:

Nüzul Sebepleri
Bir olay ya da Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- yöneltilen bir soru vesilesiyle ayet ya da sure inmesine neden olan şeye “sebeb-i nüzul” denmektedir.[9]

Ayetlerin iniş sebeplerinin bilinmesi emredilen ya da yasaklanan hükümlerin hikmetleriyle birlikte kavranması ve ayetlerin anlamlarının doğru bir şekilde anlaşılması[10] açısından önemlidir.

el-Vâhidi’nin (ö. 468/1075) “Esbâbu’n-Nüzûl” adlı eseri ile Suyuti’nin (ö. 911/1505) “Lübâbu’n-Nukül fî Esbâbi’n-Nüzûl” isimli çalışması bu alanın başlıca eserlerindendir.[11]

Nâsih ve Mensûh
Kur’an-ı Kerim’i anlayabilmek için bilinmesi gereken konulardan birisi de nesh meselesidir. Lügatte nesh, güneşin gölgeyi ve gölgenin güneşi, yaşlılığın gençliği ortadan kaldırmasında olduğu gibi, bir şeyin peşinden geldiği başka bir şeyi izale etmesi anlamına gelir.[12] Istılahta ise “bir delilin hükmünü başka bir delille ya da unutturma ile kaldırmaktır.”[13]

Nesh, emir ve yasaklarda olur. İnanç ile alakalı konularda, ahlaki meselelerde ibadet ve muamelat ile alakalı konularda nesh olmaz.[14]

Nesh ile ilgili müstakil çalışmalar yapılmıştır. Ebu’l-Ferec b. el-Cevzî’nin (ö. 597/1201) “Ahbâru’r-Rusûh bi Mikdari’n-Nâsih ve’l-Mensuh” adlı kitabı bu alanda yapılan meşhur çalışmalardandır.[15]

Muhkem ve Müteşâbih

Anlamı eksiksiz bir şekilde anlaşılan ayetlere “muhkem”[16], bir çok anlama ihtimali olup, bu manalardan birini belirleyebilmek için harici bir delile ihtiyaç duyan ayetlere ise “müteşâbih” denir.[17]

Bir ayet ya lafız, ya mana, ya da hem lafız hem de mana itibariyle müteşabih olabilir.[18]

Anlamlarının bilinmesi itibariyle müteşabih ayetler üç kısma ayrılırlar: Birincisi, Kıyamet’in vakti, Dabbetü’l-Ard’ın çıkışı gibi insanlar tarafından bilinmesi mümkün olmayan ayetler, ikincisi, garip kelimeler ve muğlak hükümler gibi insanın anlamını bilebileceği ayetler, üçüncüsü ise önceki iki madde arasında dolaşan ayetlerdir ki bunların anlamını ilimde derinliğe ulaşmış alimler bilebilir. Onların derecesine ulaşmayanlar bu ayetlerin anlamlarını idrak edemezler.[19]

Muhkem bir ayet hakkında te’vil yapılmaz. Müteşâbih olduğunun bilinmesi durumunda ise, öncelikle ayetin yukarıdaki sınıflardan hangisine dahil olduğu, dolayısıyla te’vil edilip-edilmeyeceği belirlenir.

Şemsuddin Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali el-Mâzenderânî’nin (ö. 588/1192) “Müteşâbihu’l-Kur’an” adlı eseri ile, Suyuti’nin (ö. 911/1505) “Kutfu’l-Ezhar fi Keşfi’l-Esrar” isimli kitabı bu alanda kaleme alınan önemli çalışmalardandır.

Garibu’l-Kur’an
Garip kelimesi sözlükte yabancı anlamındadır. Kelime, söz bağlamında kullanıldığında onunla anlayıştan uzak ve kapalı ifadeler kastediler. Kur’an-ı Kerim’de garip kelimeler deyince ise, Kureyş lehçesi dışındaki sözcükler anlaşılır.[20]

Gerek Kureyş gerekse de diğer lehçelerden alınan veya diğer dillerden Arapça’ya intikal eden garip kelimelerin en yetkin izahları İbn Abbas başta olmak üzere müfessir sahabilere dayanmaktadır.[21]

İslam’ın ilk asırlarından itibaren Kur’an-ı Kerim’de ki garip kelimelerle alakalı kitaplar yazılmıştır. İmam Suyuti, bu alanda eser telif eden müelliflerin sayılamayacak kadar çok olduklarını söylemektedir.[22] Ragıb el-İsfehânî’nin “Müfredat-u Elfazi’l-Kur’an” adlı eseri bu sahadaki en meşhur eserlerden kabul edilmektedir.

Mekkî ve Medenî
Mekke’nin dışında dahi olsa hicretten önce inen ayetlere “Mekkî” denir. Hicret esnasında Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- inen ayetler de Mekkî kabul edilirler. Medine dışında dahi olsa hicretten sonra inen ayetlere ise “Medenî” denir. Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- hicretten sonra Medine dışında ki seyahatlerinde inen ayetler de bu bağlamda değerlendirilir. Nitekim Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- Hudeybiye’yi terk ettiği esnada inen Fetih Suresi de Medenî kabul edilmektedir.[23]

Kur’an-ı Kerim’deki nasih ve mensuh hükümlerin belirlenmesi ayetlerin Mekkî ve Medenî oluşlarını bilmeyle mümkün olur. Buna göre Mekkî ayet önce indiğinden nasih, Medenî ayet ise sonra indiğinden mensuh kabul edilir. Ayrıca kronolojik açıdan ilahi hükümlerin bilenebilmeleri ayetlerin Mekkî ve Medenî oluşlarını tesbit etmeyle yakından alakalıdır.[24]

Muasır alimlerden Abdurrezzak Hüseyin Ahmed’in “el-Mekkî ve’l-Medenî fî’l-Kur’an” adlı eseri bu alanda kaleme alınan önemli kitaplardandır.[25]

Kur’an-ı Kerim’in Harikuladeliği
Kur’an ilimleri kapsamında değerlendirilen konulardan bir diğeri “İ’cazu’l-Kur’an”dır. Lügatte “İ’caz” aciz bırakmak anlamına gelir.[26] Bir şeyin benzerini yapmaktan aciz bırakan şeye de mucize denir. Bütün mucizeler üç başlık altında toplanır. Birincisi, Hz. Salih’in as duasıyla kayadan devenin çıkması gibi yoktan icat etmek, ikincisi Hz. İsa’nın as duasıyla doğuştan körlüğün ve abraşlığın iyi olması gibi mevcudu yok etmek, üçüncüsü ise Hz. Musa’nın as asayı yılana dönüştürmesi gibi mevcut hali değiştirmek şeklinde olur.[27]

Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- verilen en büyük mu’cize ise Kur’an-ı Kerim’dir.[28] Onun bir çok açıdan i’cazı vardır. Kur’an’ın i’cazını sadece dili, üslübu ve fesahatında aramak hatadır. Bir araya getirilişi, içerdiği ilimler, gaipten verdiği haberler, Allah Resulü’nün -sallallahu aleyhi ve sellem- hadislerinin ona benzememesi i’cazını gösteren yönlerden sadece bir kaçıdır.[29]

Farklı zamanlarda Kur’an-ı Kerim’in i’cazı ile alakalı bir çok müellif eser vermiştir. Ebu’l-Hasen Ali b. İsa er-Rummanî’nin (ö. 386/996) en-Nuket-u fî İ’cazi’l-Kur’an” adlı kitabı ile Ebû Bekir el-Bakillanî’nin (ö. 403/1012) “İ’cazu’l-Kur’an” isimli çalışması bu alanda kaleme alınan başlıca eserlerdendir. [30]

Kıraat İlmi
Kurra imamlardan birisinin Kur’an-ı Kerim’i okuyuşta diğer bir imama muhalif olarak benimsediği tarza “kıraat”denir.[31] Benimsenen kıraatin sahih bir isnat zinciriyle Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- ulaşması gerekir.[32]

Kur’an-ı Kerim’deki kelimelerin telaffuz keyfiyetini, ittifak ve ihtilaf edilen okuma yollarını ravilerine isnat ederek gösteren disipline ise “kıraat ilmi” denir.[33]

Bir imamın kıraati denince; kurranın Kur’an-ı Kerim’i okuyuşta benimsediği ve kendisinden rivayet edilen usul kastedilir.[34]

Kıraat ilminin bilinmesi, Kur’an-ı Kerim tilavetini hatadan koruduğu gibi tahrif ve değiştirmeden de muhafaza eder. Ayrıca kişi, bu ilim vasıtasıyla kıraat imamlarının okuduğu vecihleri bilir ve bir kurranın okuyuşunu diğerlerinden ayırt eder.[35]

Müfessirler farklı kıraatler vesilesiyle ayetlere yeni anlamlar vermişler; anlama delaleti bakımından her bir kıraati müstakil bir ayet olarak değerlendirmişlerdir.[36] Kıraat ilmi Kur’an-ı Kerim’e anlam genişliği kazandırmıştır.[37]

Kıraat ilmi ile alakalı zengin bir literatür vardır. Ebû Bekir Ahmed b. Mücahid’in (ö. 324/936), “Kitabu’s-Seb’a fî’l-Kıraât”[38] adlı kitabı ile, Muhammed b. el-Cezerî’nin (ö. 833/1430) “en-Neşr fî Kıraâti’l-Aşr”[39] isimli eseri bu alanda kaleme alınan önemli çalışmalardandır.

Sonuç
Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın muradına uygun bir şekilde anlaşılması gerektiği, İslam’ın ilk yıllarından günümüze kadar güncelliğini korumuştur. İlk örnekleri klasik dönem müfessirleri tarafından kaleme alınan Kur’an ilimleri literatürü bu çabanın sonucu olarak oluşmuştur. Literatür, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını ve Ondan doğru hükümler çıkarılmasını temin etmiştir. Müfessirler bu ilimler vesilesiyle Kur’an-ı Kerim’in ilk muhatabının kim olduğunu, nasıl bir ortamda indiğini, neler ihtiva ettiğini, sûre ve ayetlerinin nasıl tertip edildiğini, hangi yönüyle mu’ciz olduğunu, mantuk ve mefhumun ne tür özellikler taşıdığını tespit edebilmişlerdir.


İ.Şenocak

Dipnotlar:
[9] Menna’ Halil el-Kattan, Mebahis fî Ulûmi’l-Kur’an, Mektebetu’l-Maarif, 2000, Riyat, s. 77.
[10] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 117-118.
[11] Suyuti, Lübâbu’n-Nukül fî Esbâbi’n-Nüzûl, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1997.
[12] Ragıb el-İsfehânî, Müfredat-u Elfazi’l-Kur’an, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1997, s. 801.
[13] Abdulaziz b. Ahmed el-Buharî, Keşfu’l-Esrâr an Usûli’l-Fahri’l-İslam el-Pezdevi, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1991, III, 300.
[14] el-Kattan, a.g.e., s. 239.
[15] Bkz. Cerrahoğlu, a.g.e., s. 127.
[16] Süleyman Ma’rifî, fî Ulûmi’l-Kur’an, Meclisu’n-Neşri’l-İlmi, Kuveyt, ty., s. 177.
[17] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 128.
[18] el-Isfehânî, a.g.e., s. 443.
[19] el-Isfehânî, a.g.e., s. 444-445.
[20] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 153.
[21] Suyuti, İtkan, I, 150.
[22] Suyuti, İtkan, I, 149.
[23] Ebu Şehbe, a.g.e., 220.
[24] Ebu Şehbe, a.g.e., 219.
[25] Zurkanî, a.g.e., I, 165.
[26] el-Kattan, a.g.e., s. 265.
[27] el-Ak, a.g.e., s. 307.
[28] Hz. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem- Arabın meşhur ediplerini onun bir suresinin benzerini yapmaya çağırdı fakat muhatapları bundan aciz kaldılar.
[29] el-Ak, a.g.e., s. 307 vd.
[30] Bkz. Suyuti, İtkan, II, 148-149.
[31] Zurkanî, a.g.e., I, 343.
[32] el-Kattan, a.g.e., s. 265.
[33] Ma’rifî, a.g.e., 237.
[34] Ma’rifî, a.g.e., 237.
[35] Ma’rifî, a.g.e., 237.
[36] Nebîl Muhammed İbrahim Âl-i İsmail, İlmu’l-Kıraât Neşetüh-u, Advaruh-u, Eseruh-u fî’l-Ulumi’ş-Şer’iyye, Daretu’l-Melik Abdilaziz, Riyat, 2002, s. 356.
[37] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 364.
[38] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 108.
[39] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 143.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Nisan 2014 Perşembe

324.KELAM-I KADİM'İN ANLAM HARİTASI :4-Kur'an İlimleri

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kur’an’ın Anlaşılması Bağlamında Kur’an İlimleri
Allah Resulü (s.a.v.) Kur’an’a dair hiç kimsenin bilemeyeceği inceliklere vakıftı. “Muhkem”den “müteşabih”e, “nasih”ten “mensuh”a “i’caz”dan “i’rab”a kadar Kur’an ilimleri kapsamına giren her konu ilk olarak O’nun kalbinde anlam buldu.

Efendimiz (s.a.v.) tebliğ ettiği vahyin anlaşılmasına son derece önem verdi. Buna rağmen anlaşılmayan ayetler olduysa hususi açıklamalarda bulundu. Neticede zihinlerde Kur’an ilimleriyle alakalı bir çok mesele birikti.

Sahabe Kur’an ilimleriyle alakalı tesbit ve terkip ettikleri malumatı şifahi olarak tabiine aktardı. Onlar da aynı yolu takip ettiler; Kur’an ilimleri hadis gibi işitme yoluyla alınıp, rivayet tarikiyle sonraki kuşaklara nakledildi. İlim, hafızalardan sahifelere geçinceye yani tedvin faaliyeti başlayıncaya kadar böyle devam etti.

Kur’an ilimlerinin kayda geçme süreci ilk olarak Hz. Ali’nin Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye nahiv ilmiyle alakalı malumatı bir araya getirme emrini vermesiyle başladı.
Emeviler döneminde tedvin faaliyetleri hız kazandı. Alimlerin ölümü ile ilmin kaybolmasından endişe eden Ömer b. Abdulaziz hadislerin toplanmasını emretti.

Abbasiler dönemine gelindiğinde tedvin çalışmaları din ilimlerinde olduğu gibi Arap Dili ve felsefi ilimlerde de kendini gösterdi. Bu bağlamda bir çok eser kaleme alındı.

Tedvin sürecinde Kur’an ilimleri içerisinde ilk kayda geçen şüphesiz ki tefsirdir.[71] Çünkü o, Kur’an’ı anlamanın anahtarıdır. Hükümleri tesbit etmek, helal ve haram disiplinini bilmek tefsire bağlıdır. Tabiin devrinin hemen akabinde bir çok tefsir kaleme alındı. Fakat bunlar içerisinde Kur’an’ın anlaşılmasına en ciddi katkıyı sağlayan İbn Cerir et-Taberi’nin tefsiridir. Taberi oldukça hacimli olan eserinde ilk defa tefsiri rivayet ve dirayet boyutuyla ele aldı.

Taberi Tefsiri Kur’an’ın anlaşılmasında bir milat oldu. Ondan sonra irili ufaklı çok sayıda tefsir yazıldı.

Bu dönemde Kur’an ilimlerinin her çeşidi ile alakalı müstakil kitaplar telif edildi. Çok yönlü bir anlama faaliyeti başlatıldı. Her alim uzmanlık alanına göre Kur’an’ın anlaşılmasına katkıda bulundu. Bu çerçevede Buhari’nin Hocası Ali b. el-Medini (v. 234) ayetlerin iniş sebebi ile alakalı eser telif etti. Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam (v. 224) nasih-mensuh ile ilgili bilgileri bir araya getirdi. İbn Kuteybe (v. 276) “müşkil” ve “garib” ifadelerle alakalı kitap yazdı. Rağıb el-İsfehani (v. 502) Kur’an’daki kelimeleri açıklayan meşhur çalışmasını yaptı. er-Rümmani (v. 384) el-Hattabi (v. 388) ve Bakillani (v. 403) gibi alimler Kur’an’daki “i’caz”ı ihtiva eden kitaplar yazdı. İbn Kuteybe, eş-Şerif er-Rezi ve İz b. Abdisselam ( v. 660) Kur’an’daki “mecaz” ifadeleri bir araya getirdi. Kıraatle alakalı Ebu Bekir Ahmed b. Mücahid (324), es-Sehavi (v. 643), İbn Cezeri (v. 833), yeminlerle alakalı İbn Kayyım el-Cevzi (v. 751), misallerle alakalı Ebu’l-Hasan Maverdi (v. 450), cedelle ilgili Necmeddin et-Tufi ( 716) eser telif etti. Her bir çalışma Kur’an’ı kendi zaviyesinden izaha çalıştı. Bütün yönleriyle Kur’an Müslümanların zihin dünyasına onu anlayabilecekleri şekilde taşındı.

İlk Ulum-u Kur’an

Zamanla bütün Kur’an ilimlerini bir araya getiren ve “ulum-u Kur’an” başlığını taşıyan eserler yazıldı. İlk defa bu adla telif edilen kitap Ebu’l-Ferec b. el-Cevzi’nin (v. 597) “Fünunu’l-Efnan fi Ulumi’l-Kur’an” isimli eseridir.[72] Bedruddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşi’nin (v. 794) “el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an” adlı kitabı ise bu alanın ilk en hacimli çalışmasıdır. İmam Suyuti’nin (v. 911) “el-Burhan”dan da istifade ederek telif ettiği “el-İtkan”, Kur’an ilimleri ile alakalı telif edilen en sistematik eserdir.

Müslümanların Kur’an’ı anlama gayretlerine paralel olarak Kur’an ilimleri ile alakalı telif edilen eserler keyfiyet ve kemiyet itibariyle gelişme gösterdi. Özellikle yakın dönemde kaleme alınan eserlere oryantalistlerin Kur’an çerçevesinde oluşturdukları şüpheleri yok edecek bilgileri içeren başlıklar ilave edildi. Mesela Kur’an’ın Arapça’nın dışındaki dillere tercüme edilmesi meselesi muasır kitapların bir çoğuna dahil edildi.[73]

Kur’an ilimleri, Kelam-ı Kadim’in hakkıyla anlaşılmasına yardımcı oldu. Müfessirler bu ilimler vesilesiyle Kur’an’ın ilk muhatabının kim olduğunu, nasıl bir ortamda indiğini, neler ihtiva ettiğini, sure ve ayetlerinin nasıl tertip edildiğini, hangi yönüyle mu’ciz olduğunu, mantuk ve mefhumun ne tür özellikler taşıdığını öğrendiler. Kur’an ilimleri bir anlamda anahtar vazifesi gördü. Bunun içindir ki Taberi, Kurtubi, Alusi gibi büyük müfessirler eserlerinin baş taraflarında hatırı sayılacak şekilde Kur’an ilimlerine yer ayırdı. Bu alanda en derli-toplu eseri kaleme alan Suyuti de, eserini, tefsirine bir mukaddime olarak kaleme aldığını söyler.[74]

Kur’an ilimlerini tahsil eden kişi İslam düşmanlarının Kur’an-ı Kerim etrafında ihdas ettikleri yalan ve iftiralara karşı güçlü bir silahla donanmış olur. İslam’ın esası olan Kur’an’ı savunmanın ümmetin, özellikle de alimlerin en önemli vazifelerinden biri olduğu düşünüldüğünde bu ilimlerin önemi daha da artmaktadır.[75]

Müfessir Olmak Neleri Bilmeyi Gerektirir?
Kur’an anlaşılmak için gönderilmiştir. Bu yüzden aklı olan herkes ayetlerin önemli bir bölümünü anlar. Anlaşılan ayetler üzerinde düşünmek zihinlerde yeni inkişaflara zemin hazırlar. Bu sayede Allah Teala onlara anlama ameliyesini kolaylaştırır: “Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan.”[76] Fakat düşünmek Kur’an’ı anlamak için yeterli değildir. Zira yeterli olsaydı Allah, Resulü’nü “açıklayıcı” olarak göndermezdi. O halde düşünmek Kur’an’ı anlamanın en düşük mertebesidir. Onu, ilahi murat çerçevesinde anlayabilmek için bilinmesi gereken ilimler vardır. Suyuti bunları 15 olarak belirlemiştir: Arap Dili, Nahiv ve Sarf (Gramer ve Dil Bilgisi), kelimelerin türeyişlerinden bahseden ilim (iştikak), meani, beyan , bedi’, kıraat, akaid ve kelam, fıkıh usulü, ayetlerin iniş sebepleri ve kıssalar, nasih-mensuh, fıkıh, sünnet ve nevhibe ilmi.[77]

Müfessir Nelerden Sakınmalıdır?
Kur’an’ı anlamaya gayret eden müfessirin hataya düşmemesi ve ayetlerin anlamını çarpıtmaması için sakınması gereken bir takım hususlar vardır. Bu bağlamda şunlar söylenebilir:

1. Müfessir Arap Dili’nin kurallarını, akaidin temel esaslarını ve tefsir için gerekli olan ilimleri bilmeden Allah’ın muradını açıklamaya kalkışmamalıdır.

2. Müteşabih gibi, kesin bilgisini Allah Teala’nın zatına tahsis ettiği meseleleri ve sır olduğu bildirilen gaybi hakikatleri tefsir etmeye dalmamalıdır.

3. Ayetleri hevası istikametinde tefsir etmemelidir.

4. Bozuk mezhebi “asıl”, tefsiri ise “tabi” yaparak yanlışları doğrulayan bir tefsirden uzak durmalıdır.

5. Delil olmadan Allah’ın muradı şöyle şöyledir dememelidir.[78] Kur’an’ı Kerim böyle bir yaklaşımın Şeytan’ın telkinleri sonucu gerçekleştiğini söyler: “O size Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”[79]

6. Hangi ayetin nasıl bir anlayış sistemi ile ne kadar anlaşılabileceğini bilmeli ve en sonunda “Allah-u a’lem” (en iyisini Allah bilir) demeli yani tefsirinin muradı ilahi olduğunu iddia etmekten uzak durmalıdır.

Farklı Anlayışların Şekillendirdiği Tefsir Usulleri

Müfessirlerin Kur’an’ın farklı yönlerini dikkate almaları değişik tefsir anlayışlarının oluşmasına zemin hazırladı. Asırların geçmesine rağmen ortak kaygılara ve müşterek yönelişlere sahip tefsir tarzları hep aynı kaldı.

Farklı tefsir anlayışlarının oluşum ve istikrarında müfessirlerin meslekleri belirleyici oldu. Hadisle uğraşanlar “rivayet”, akli ilimlerde mahir olanlar “ictihat” sufi eğilimlere sahip olanlar “işari” tefsire fakihler de “ahkama” ağırlık verdi. Tabi bunu yaparken benimsedikleri mezheplerin kriterlerini desteklemeyi de ihmal etmediler. Bu çerçevede Ehl-i Sünnet, ayetlerle alakalı rivayetlere ve zahir anlama sıkı sıkıya bağlı kalırken Şia ve Mu’tezile başta olmak üzere topyekün ehl-i dalalet lafzın müsaade etmediği tefsirlere tevessül etti.

Müfessirlerin yönelişlerine göre yapılan tefsirleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

Rivayet Tefsiri

Rivayet tefsirine “me’sür” veya “nakli” tefsir de denir. Ayeti bir başka ayet, sahabe ve tabiinden[80] gelen rivayet ile ilahi murat çerçevesinde açıklamaya rivayet tefsiri denir.[81]

Rivayet tefsiri saadet asrından itibaren sürekli gelişme göstermiştir. Çünkü İslam coğrafyasının genişlemesi, değişik din ve kültürlere mensup milletlerin İslam’la tanışması beraberlerinde yeni sorunlar getirmişti. Sahabe, vahiy kültürünün bilinç altına yerleştirdiği birikimle ayetleri açıklamaya çalıştı. Tabiin de sahabeden öğrendiği bu yöntemi aynen takip etti.

Rivayet tefsiri nakil merkezli olduğundan diğer tefsirlere nispetle oldukça az ihtilaf içerir. O ihtilafların çoğunluğu da özde aynı, ibarede farklıdır. Mesela Fatiha’daki “doğru yol” terkibini bir grup alim “Kur’an” olarak tefsir ederken diğer bir grup “İslam” olarak açıklamaktadır. Gerçekte bu iki tefsir aynıdır. Zira “İslam” Kur’an’a ittiba”dan ibarettir. Fakat her biri “doğru yol”un ayrı bir vasfına dikkat çekmektedir.[82]

Rivayet tefsirinin uydurma haber, İsrailiyyat ve isnatların hazfi[83] gibi zafiyet noktalarından beri olması durumunda kabul edilmesi vaciptir.[84] Çünkü bilgiye ulaşmanın en sağlıklı yolu rivayetleri dikkate alarak yapılan tefsirdir.

Hadis mecmualarının “kitabu’t-tefsir” fasıllarında rivayet tefsiriyle alakalı hadisleri toplu halde bulmak mümkündür. En meşhur rivayet tefsiri ise Muhammed b. Cerir Taberi’nin Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an’ adlı eseridir.

Dirayet Tefsiri

Dirayet tefsiri “Re’y” ya da “ma’kul” tefsir diye de bilinir.[85] Arap Dili, söz sanatları, lafızların manaya delalet yönleri, cahiliyye şiiri, ayetlerin iniş sebepleri, nasih-mensuh başta olmak üzere tefsir için gerekli olan bütün ilimlere vakıf olan müfessirin Kur’an’ı içtihadıyla tefsir etmesine “dirayet tefsir”i denir.[86]

Tefsir için gerekli olan altyapıya sahip, cehalet ve dalaletten uzak, ilahi gayeye uygun davranan müfessirlerin Kur’an’ı anlama noktasında ortaya koydukları içtihatlar “dirayet tefsiri”nin muteber olan kısmını oluştururlar. Bu nev’i tefsirlerde izlenmesi gereken usul şu şekilde olmalıdır: Müfessir öncelikle ayetin tefsirini Kur’an’da, onda bulamadığı takdirde Sünnet’te aramalıdır. Çünkü Sünnet Kur’an’ı tefsir eder. Hakikati bu iki kaynakta arama faaliyeti netice vermezse müfessir sahabenin sözüne müracaat eder.

Müfessir ayetin anlamını Kur’an, Sünnet ve sahabe sözünden elde edemediği takdirde aşağıdaki sisteme riayet ederek içtihat eder:
Tefsir, ihtiyaç duyulandan az, maksada uygun olmayacak şekilde de fazla olmamalıdır. Ayete mutabık olmalıdır. Mecaz anlam, hakiki mananın kabulünün mümkün olmadığı durumlarda söz konusu edilmelidir. Kelamın siyakına, ayetler arasındaki münasebete, ayetlerin iniş sebeplerine riayet edilmeli, kozmoloji, sosyal hayatın ve tarihin kanunları göz önünde bulundurulmalıdır. Tefsirin Allah Resulü’nün (s.a.v.) söz, fiil ve takririne uygun olması ihmal edilmemeli, ayetin farklı ihtimalleri haiz olması durumunda manalar arasında tercih yapılmalı, müfret lafızların Hz. Peygamber zamanındaki kullanımları dikkate alınmalıdır.[87]

Yukarıdaki kriterleri dikkate almayan kişilerin arzu ve ideolojilerine göre Kur’an’ı tefsir etmeleri, Allah Teala’nın bilinmesini kendine özel kıldığı meselelere dalıp kesin bir dille ‘bu ayetin anlamı şöyle şöyledir’ demeleri “dirayet tefsiri”nin yerilen kısmını oluşturur.[88] Allah Resulü’nün kişinin mücerred aklıyla Kur’an’ı açıklamasını kıymetlendirirken ifade buyurduğu ‘Kim kendi görüşü ile Kur’an’ı tefsir ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.’[89] hadisi bu nev’i müfessirlere şamildir.

İslam’ın erken asırlarından bu tarafa tedavülde olan “dirayet tefsiri” sayesinde Kur’an’ın etkin bir şekilde hayata müdahil kalması mümkün olmuştur. Çünkü ayet ve hadisler sınırlı, buna mukabil hayatın ürettiği sorunlar namütenahidir. Bu durumda içtihat kaçınılmaz olmaktadır. “Dirayet tefsiri” tarih boyu bu vazifeyi ifa etmiştir.

İslam dünyasını kuşatan sıkıntıları giderecek, buna mukabil yeni açılımlar getirecek olan “dirayet tefsiri” zamanın ürettiği problemlere göre kısmi farklılıklar arz etmiştir. En meşhur “dirayet tefsiri” Fahruddin er-Razi’nin, “Mefatihu’l-Ğayb” adlı eseridir.

İşari Tefsir
Sadece tasavvuf erbabına malum olan bir takım gizli işaretlerle Kur’an’ı te’vil etmeye “işari tefsir” denir.[90] İlahi ilhama muhatap olan sufilerin zihinlerinde Kur’an’ın ince manaları inkişaf eder. Bu vesile ile Kur’an’daki bir takım sırlara müdrik olurlar.

“İşari tefsir”de müfessir ayetin taşıdığı zahir anlamın dışında başka bir mana görür ki bu, sadece Allah’ın kalbini açtığı, basiretini aydınlattığı kişilere malum olur.[91]

“İşari tefsir” araştırma ve öğrenme ile elde edilmez. O, takva ve istikametin neticesi olan “Vehbi” bir bilgidir.[92] Şu ayette bu manayı teyit etmektedir: “Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[93]

Allah Teala’nın ilham yoluyla ilim verdiği kulların Kur’an’ı Kerim’deki sırları keşfetmeleri diye de tarif edilen “işari tefsir” ile, Kur’an’ın anlamlarını tahrif eden Batini mezhebine mensup mürtedlerin tefsir anlayışları gece ile gündüz kadar farklıdır. Şöyle ki, sufiler zahir mananın ortaya çıkarılmasını destekler hatta o asıldır derler. Onlara göre “Öncelikle zahir anlamı bilmek gerekir. Onu iyi bir şekilde bilmeden Kur’an’ın sırlarını anladığını iddia edenin durumu eve kapısından girmeden iç direğe ulaşacağını iddia eden adamın anlayışına benzer.” [94] Batiniler ise sufilerin zıddına zahir anlamın kesinlikle talep edilmediğini, Kur’an’ın asıl hedefinin batın anlam olduğunu iddia ederler. Batinilerin bu anlayışlarının arka planında İslam’ın hükümlerini ortadan kaldırma düşüncesi vardır. Bu da küfürdür. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Ayetlerimiz konusunda (yalanlama amacıyla) doğruluktan sapanlar bize gizli kalmaz. O halde kıyamet gününde ateşe atılan mı, yoksa güven içinde gelen kimse mi daha iyidir?”[95] Ayrıca Batiniler ayetin tek anlamının batini tefsir olduğunu iddia ederler. Sufiler ise ayetin tek anlamının işari mana olduğunu söylemedikleri gibi zahir anlamı da ikrar etmekten geri durmazlar.[96]

Tefsir, şartları ve sınırlarıyla bütünlük arz eden bir disiplindir. Onları ihmal ya da ihlal eden her anlama usulü, tebyinden ziyade tahrife yatkındır. Batini tefsirde lafız aynı kalmasına rağmen, lafzın yüklendiği mana bütünüyle ihmal edilmektedir. Bu açıdan Batini tefsir “tahrif”, işari tefsir ise “tebyin”dir. Hadisenin bu boyutunu tespit eden müfessirler “İşari tefsirin meşruiyetini aşağıdaki şartların varlığına bağlamışlardır:

Tefsir Kur’an’ın nazmından anlaşılan mana ile çelişmeyecek; Tek anlamın işari mana olduğu iddia edilmeyecek; Ayetin iç tutarlılığına dikkat edilecek, zorlama tefsirler yapılmayacak. Mesala Ankebut Suresi’nin tefsirinde yapıldığı gibi “Allah muhsinlerle beraberdir.”[97] mealinde ki ayette yer alan “lemaa’” ifadesini “lemmaa’” okuyup “parıldatmak” manasında fili mazi, “muhsinin” kelimesini de “meful” olarak alıp işari tefsir adına ortaya saçma sapan bir beyan sunulmayacak; Tefsire şer’i ya da akli bir muarız olmayacak; Onu teyit eden şer’i bir kanıt mevcut olacak.[98]

Yukarıdaki şartlara sadık kalan sufi alimler Kur’an’ın iç manalarını keşfetme noktasında verimli çalışmalar telif ettiler. Onlar vasıtasıyla Kur’an’ın vicdanlara konuşan boyutu gün yüzüne daha bir berrak çıktı. Meşru ölçüler dahilinde kaleme alınan “işari tefsirler”in en meşhuru Şihabuddin Muhammed el-Alusi’nin “Ruhu’l-Meani” adlı eseridir.

Yakın Dönem Tefsir Usulleri
Yakın döneme kadar müfessirlerin Kur’an anlayışları mevcut üç usul çerçevesinde cereyan etmiştir. Fakat modern zamana gelindiğinde malum tefsir tarzları aşılarak, müsteşriklerin geliştirdiği mantık örgüsününde etkisiyle yeni tefsir yaklaşımları benimsenmiştir.[99] Benimsenen yeni tefsir tarzları İslam geleneğinin usul ve tefsiriyle çelişince, meşruiyet problemi yaşanmış, modernist tefsirciler ‘Ulum-u Kur’an’a dair yazılan eserleri ve bu eserler dikkate alınarak telif edilen tefsirleri farklı açılardan eleştiri konusu yaparak kendilerine yol açmaya çalışmışlardır. İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde bu anlayışta bir çok eleştiri neşredilmiştir. ‘Ulum-u Kur’an’ın tenkit edilişi, kamuoyunda yeni yaklaşımları dikkate alan bir tefsir usulünün geliştirilmesinin ihtiyaç olduğu hissini uyandırmıştır!

Klasik tefsir usulüne başkaldırı tarzında gelişen yeni yaklaşımların önerdikleri köklü değişiklikler içinde; Muhammed Abduh’un ‘İctimai’[100], Seyyid Ahmed Han’ın ‘Modernist’[101], Emin el-Huli’nin ‘Edebi’[102] ve öncülüğünü Fazlurrahman’ın yaptığı ‘Tarihselci’ tefsir anlayışları önemli bir yer tutmaktadır.

Sonuç
Kur’an’ı murad-ı ilahi çerçevesinde anlayan alimler bir ayeti tefsir ederken önce Kur’an’a, sonra Sünnet’e ardından sahabenin sözüne müracaat ettiler. Sahabeye öğrencilik yapmaları hasebiyle tabiinin tefsirini de dikkate aldılar.

Tedvin dönemiyle kitabi bir yapıya kavuşan tefsir ilmi “Kur’an ilimleri”nin bir araya getirilmesi ile sistematik bir yapıya kavuştu. Kötü niyetli insanların Kur’an’ı mana itibariyle tahrif etmelerinin önüne geçebilmek için de müfessirle alakalı ilmi ve ahlaki yeterlilikler tespit edildi. Böylece tefsirin Allah Resulü ile başlayan saf çizgisi muhafaza edilmiş oldu.

Tefsirdeki klasik sistemin terk edilmesi çok yönlü bir zayıflığa zemin hazırladı. Kimin neye dayanarak konuştuğu, niçin ret ya da kabul ettiği somut verilerini kaybetti.

Tefsir ilmi özellikle ilk üç kuşak itibariyle birbirine merbut küpler gibidirler. Birinin devre dışı bırakılmasıyla bütün sistem alt üst olur. Hadiseyi Yunus’un şu dörtlüğü ne de güzel ifade etmektedir:

Yerden göğe küp dikseler,
Birbirine bende etseler,
Altından birin çekseler,
Seyreyle sen gümbürtüyü.

Tefsirin meşru ölçüler dahilinde devam edebilmesi küplerin yerli yerinde durması ile yakından alakalıdır.

İ.Şenocak


Dipnotlar:
[71] Suyuti , a.g.e., II, 243.
[72] Daha farklı tesbitler için bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., s. 35.
[73] Bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., s. 45-6.
[74] Suyuti, a.g.e., I, 8.
[75] Bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., 27.
[76] Kur’an, Kamer(54): 17.
[77] Suyuti, a.g.e., II, 221-2; Zurkani, a.g.e., II, 46; ez-Zehebi, a.g.e., 190-2.
[78] ez-Zehebi, a.g.e., I, 196.
[79] Kur’an, Bakara(2): 169.
[80] Tanıma tabiinden nakledilen açıklamaların da eklenmesi rivayet tefsirlerinde tabiin görüşlerinin de kullanılmasından dolayıdır. Bkz. Taberi, a.g.e., I-XII.
[81] Bkz. Zurkani, a.g.e., II, 14; ez-Zehebi, a.g.e., I, 112; Kattan, a.g.e., s. 358; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 228.
[82] Kattan, a.g.e., s. 359.
[83] ez-Zehebi, a.g.e., I, 115.
[84] Kattan, a.g.e., s. 359.
[85] Sabuni, a.g.e., s. 155.
[86] ez-Zehebi, a.g.e., I, 147.
[87] Özetlenerek alınmıştır. Bkz. Zurkani, a.g.e., II, 53-54; ez-Zehebi, a.g.e., I, 197-198.
[88] Bkz. Sabuni, a.g.e., s. 155.
[89] Tirmizi, Tefsir, IV, 439-440.
[90] Zurkani, a.g.e., II, 67.
[91] Sabuni, a.g.e., s. 171.
[92] Sabuni, a.g.e., s. 172.
[93] Kur’an, Bakara(2): 282.
[94] Suyuti, a.g.e., II, 237.
[95] Kur’an, Fussilet(41): 40.
[96] Suyuti, a.g.e., II, 237.
[97] Kur’an, Ankebut(29): 69.
[98] Zurkani, a.g.e., II, 69.
[99] M Said Şimşek, Gününmüz Tefsir Problemlemleri, Kitab Dünyası, Konya, ty., s. 52-119,157.
[100] Temelde pozitivist bilim mantığına karşı olduklarını söylemelerine rağmen ayetleri söz konusu mantık çerçevesinde açıklamaya özen gösteren İctimai Tefsir Anlayışının en uç örneklerinden bir tanesi Muhammed Abduh’un Fil Suresi tefsiridir. Abduh, söz konusu sürenin tefsirinde Ebabil Kuşlarını önce sinek ardından mikrop, taşları da sineklerin ayaklarına bulaşan toz zerreleri olarak tevil eder ve bunu garip bir şekilde rivayetlerin ittifak ettiği bir husus olarak niteler. Ayrıntı için bkz: Muhammed Abduh, Tefsiru Cuz’i Amme, Matbaatu’ş-Şa’b, Mısır, ty., s.118 vd.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerimiz Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

23 Nisan 2014 Çarşamba

323.KELAM-I KADİM'İN ANLAM HARİTASI:3-Tedvin

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir önceki yazıya devam ediyorum inşallah:

Tedvin Vesilesiyle
İslami ilimlerin tedvin dönemi 
( hadîslerin resmen yazılıp kitap haline konması) Emevi Devleti’nin sonları Abbasiler’in ise ilk yıllarına tekabül eder.[57] Tefsir ile alakalı malumat bu dönemde ilk olarak hadis mecmuaları içerisinde kendini gösterir. Hadis toplamak için farklı şehirleri dolaşan alimlerin bir kısmı ziyaret ettikleri bölgelerde Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem, sahabe ve tabiine nisbet edilen tefsirleri de çalışmalarına dahil ettiler. Rivayete dayalı kitabi tefsirin ilk adımları kabul edilen bu çalışmaların mimarları arasında şu isimler zikredilebilir: Yezid b. Harun es-Sülemi (v. 117), Şu’be b. Haccac (v. 160), Veki’ b. Cerrah (v. 197), Süfyan b. Uyeyne (v. 198).[58]

Söz konusu alimler tefsiri, hadisin bir parçası olarak değerlendirdiler. Bu yüzden hadis rivayetinde kullandıkları sistemi tefsirde de geçerli kıldılar.

Tedvin döneminin ikinci önemli adımı tefsirle alakalı müstakil eserlerin telif edilmesidir. Böylelikle tefsir, hadisten ayrı, başlı başına bir disiplin olma özelliğine kavuşmuştu. Mushafın tertibi dikkate alınarak ilk defa her ayetin tefsiri yapıldı. Bu çalışmayı yapan müfessirlerin en meşhurları şunlardır: İbn Mace (v. 273), İbn Cerir et-Taberi (v. 310), Ebubekir en-Nisaburi (v. 318), İbn Ebi Hatim (v. 327), Ebu’ş-Şeyh b. Hibban (v. 369), Hakim (v. 405), Ebubekir b. Merdeveyh (v. 410).[59]

Bu devirde kaleme alınan eserlerin ortak özelliği, tefsirin Allah Resulü sallallah-u aleyhi vesellem, sahabe, tabiin ve tabiini takip eden kuşaktan isnat yoluyla rivayet edilmesidir.[60] Müfessirlerin çoğu, rivayeti olduğu gibi nakleder, görüşler arasında tercihde bulunmazdı. Taberi, diğerlerinden farklı olarak tefsir ettiği ayetle alakalı görüşleri zikreder, “Ebu Cafer der ki” kaydıyla rivayetler arasında tercihte bulunur ya da kendi reyini belirtirdi. Gerektiği zaman da ayetlerin irabını yapar, mümkünse onlardan fıkhi hükümler çıkarırdı.[61]

Tefsirin Kodları
Zamanla tefsirin kodlarında yine değişmeler oldu. Yeni müfessirler zuhur etti. Bunlar öncekilerden farklı olarak isnatlarda kısaltmalara gittiler. Seleflerinden yaptıkları alıntıları sahiplerine nispet etmeden naklettiler. Bu, karışıklığa neden oldu. Sağlam görüş, problemli olanla bir birine girdi. Herkes aklına gelen görüşü nakletti ve ona itimat etti. Bunları takiben gelenler, bizden öncekiler zikrettikleri her görüşte mutlaka bir delile dayanmıştır zannıyla onlara ait ifadelerin doğruluk değerini araştırmadı. Öyle ki “Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil” ayeti Allah Resulü, sahabe ve tabiinden gelen rivayette “Yahudi” ve “Hırıstiyanlar” olarak tefsir edilmesine rağmen onunla alakalı on farklı görüş ortaya çıktı.[62]

Kısaltma eksenli çalışmalardan sonra tefsirin sınırları tekrardan genişledi. İhtilaflar çoğaldı. İfadelere mezhep taassubu tesir etti. Akli ilimlerle nakli ilimler birbirine karıştı. Her fırka ayetleri ideolojisini destekler şekilde tefsir etti. Müfessirler öncekilerin zıddına şahsi anlayışlara itimat ettiler. Her biri farklı bir yöneliş içerisinde yer aldı ve tefsirini hakim olduğu alanla sınırladı. Zeccac, Vahidi, Ebu Hayyan gibi Arap Dili’ne vukufiyetleriyle şöhret bulan alimlerin tefsirlerinde i’rab, ihtamalli vecihler, nahivle alakalı kaideler, Hazin ve Sa’lebi gibi nakilci kimliğe sahip müfessirlerin eserlerinde kıssalar, sahih ya da batıl olduğuna bakılmaksızın nakledilen haberler, Cassas ve Kurtubi gibi fakih alimlerin tefsirlerinde fıkıhla alakalı meseleler, Razi gibi mütekellim alimlerin tefsirlerinde kelami konular[63], İbn-i Arabi gibi mutasavvıfların tefsirinde işari yorumlar öne çıktı. Ehl-i Sünnet dışı fırkalara mensup Mu’tezile’den Ali b. İsa er-Rummani, el-Cübbai, Kadı Abdulcebbar, ez-Zemahşeri, İmamiyye’den Molla Muhsin el-Kaşi gibi müfessirlerin eserlerinde fasit mezhepleri destekleyecek şekilde teviller ağırlığını hissettirdi.[64] Reye dayalı tefsir nakle istinat edene galip oldu. Peş peşe gelen asırlarda tefsir bu çizgide devam etti.

Zemahşeri Vesilesiyle
Sünnet ve Cemaat hassasiyetine sahip alimler Kur’an’ın Allah Resulü’nün izah ettiği koordinatlar çerçevesinde anlaşılabilmesi için gelişen fikir akımlarına karşı tefsirin selameti için bir takım koruyucu önlemler aldılar. O gün itibariyle bu gereklilik arz etmekteydi. Çünkü her önüne gelen aklına geldiği gibi Kur’an’ı tefsir etmeye kalkışmaktaydı. Bozuk fırkalar İlahi muradı anlamak için değil de, meşrep ve davalarını desteklemek için tefsirle ilgileniyordu. Mesela Arap Dili’ne vukufiyetiyle meşhur olan ünlü mu’tezili müfessir Zemahşeri “ceale” fiilinin kesinlikle “yarattı” anlamına gelmediğini bilmesine rağmen mezhebini destekleyebilmek için ayetin anlamını tahrif ederek Keşşaf adlı tefsirine “Hamd Kur’an’ı yaratan Allah’a mahsustur.” diye başladı.[65]

Tacuddin es-Subki Zemahşeri’nin bidatçı kimliğiyle nübüvvet ve Ehli Sünnet’e karşı olan saygısızlığını anlatırken şunları nakleder: “Babam Takıyyuddin es-Subki, onun tefsirini okurdu. Tekvir Suresi’ndeki ‘O şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp getirdiği) bir sözdür.’[66] ayeti hakkında söylediklerini görünce ondan yüz çevirdi. ‘Sebebu’l-inkifaf an ikrai’l-Keşşaf’ (Keşşaf’ı Okutmaktan Geri Durmanın Sebebi) başlıklı bir yazı kaleme aldı. Orada şöyle dedi: Zemahşeri’nin Tevbe Suresi’ndeki ‘Allah seni affetsin!’[67] Tahrim Suresi’ndeki ‘Ey peygamber! Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun?’[68] ayetleri başta olmak üzere benzer diğer yerlerdeki ifadelerinde yaratılmışların en hayırlısı Efendimiz Hz. Muhammed’e sas karşı söylediği edepsiz ifadeleri görünce Allah Resulü’nden haya edip kitabını okutmaktan vazgeçtim. Her ne kadar eserinde bir takım faydalar ve eşsiz nükteler olsa dahi böyle yaptım.”[69]

Müfessirler, Zemahşeri gibi ideolojik takıntılardan kurtulamayan kişilerin tefsirlerinin zararlarını önlemek ve yeni yetişecek müfessirlerin önünü açmak adına Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğunu, nelerden bahsettiğini, hangi ölçüler dikkate alınarak anlaşılabileceğini anlatan kitaplar telif ettiler. Bir anlamda Kur’an’ı anlamanın yol haritasını çıkardılar. Bundan gayeleri ise Allah Resulü ile başlayan Kur’an’ın anlaşılma sürecini meşru ölçüler çerçevesinde muhafaza etmekti. Ulum-u Kur’an (Kur’an ilimleri) diye şöhret bulan bu çalışmalar Mu’tezile, İmamiyye gibi Ehl-i Sünnet dışı fırkaların Kur’an anlayışının mesnetsiz isbat etti. Makalenin bu bölümünde Ulum-u Kur’an’dan bahsedip, onun Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılmasına yaptığı katkıyı tahlil edelim:


KUR’AN İLİMLERİ
Müslümanlar İslam’ın ilk yıllarından günümüze kadar ayetleri İlahi murat istikametinde anlayabilmek için Kur’an’ı farklı açılardan tahlil etme gayreti içerisinde oldular. İslam’ın erken yıllarında şifahi olarak yapılan bu ameliye tedvin faaliyetlerinin başlaması ile kitabi bir boyut kazandı. Kur’an’ı anlama cehdi hicri beşinci asırdan itibaren ise “ulum-u Kur’an (Kur’an ilimleri)” başlığı altında sürdürüldü.

“Ulum-u Kur’an”, Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılması için gerekli olan bütün ilimleri kapsar. Bu yüzden izafet terkibi halinde kullanılan “ulum-u’l-Kur’an” ifadesinin ilk parçası olan “ulum/ilimler” tekil değil de, çoğuldur. Bu durumda Kur’an ilmleri; “Kur’an’la ilgili bütün bilgi ve ilimlere işaret eder.”[70] Tefsir başta olmak üzere Kur’an’ın inmesi, toplanması, tertibi, yazıya geçmesi, kıraati, i’cazı, mecaz ifadeleri, i’rabı, ayetlerin iniş sebepleri, Mekki-Medeni oluşları, nasih-mensuh, muhkem-müteşabih, gibi bir çok mesele “ulum-u Kur’an” bağlamında değerlendirilir.


Devam edeceğim inşallah.

İ.Şenocak

Dipnotlar:
[57] Kattan, a.g.e., s. 351.
[58] Suyuti, a.g.e., II, 243; ez-Zehebi, a.g.e., I, 104; Kattan, a.g.e., s. 351.
[59] ez-Zehebi, a.g.e., I, 105; Kattan, a.g.e., s. 355.
[60] ez-Zehebi, a.g.e., I, 105; Kattan, a.g.e., s. 355.
[61] Bkz. Taberi, a.g.e., I-XII.
[62] Bir takım tasarruflarla özetlenerek alınmıştır; Suyuti, a.g.e., II, 243; ez-Zehebi, a.g.e., I, 107; Kattan, a.g.e., s. 352..
[63] Suyuti, a.g.e., II, 243-4; Kattan, a.g.e., s. 352.
[64] Kattan, a.g.e., s. 352.
[65] “Ceale” fiilini Allah Kur’an’ı “indirdi” yerine “yarattı” anlamında tefsir eden Zemahşeri, insanların eserine rağbet etmemesi üzerine “yarattı” kelimesini daha sonra “indirdi” şeklinde değiştirmiştir. Bkz. Ebû’l-Kasım Carullah Muhammed b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzil ve Uyuni’l-Akâvil fî Vucuhi’t-Te’vil, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, ty, I, 3; ez-Zehebi, a.g.e, I, 304.
[66] Kur’an, Tekvir(81): 19.
[67] Kur’an, Tevbe(9): 43; “Bu, suç işlemeden kinayedir. Çünkü ayette geçen “el-avf” kelimesi suç işlemenin müradifidir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: ‘Hata ettin. Ne kötü bir şey yaptın.’” Keşşaf, a.g.e., II, 192.
[68] Kur’an, Tahrim(66): 1; Zemehşeri bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir; “Bu, Hz. Peygamberden sadır olan bir zelledir. Çünkü hiç kimsenin Allah’ın helal dediğini haram kılma yetkisi yoktur. Zira O, helal kıldığını kendisinin bildiği bir hikmet ya da maslahattan dolayı helal yapmıştır. Haram kılması da maslahatı mefsedete döndürmesidir.” Bkz. Keşşaf, a.g.e., IV, 125. Ayetin soru formunda gelmesinin nedeni azarlamak (tevbih) için değil yapılan işin illetini öğrenmek içindir. Tıpkı Maide (5/116) Suresinde ki “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Allah’ı bırakarak beni ve anamı iki ilah edinin dedin? diyecek” ayetinde olduğu gibi. Bu ayette sorunun öncesinde “afv” vardır. Afv ile azarlama bir arada olmaz. Zira azarlayan affetmez. Azarlama bir nev’i cezalandırmadır. Halbuki Allah Teala affettiğini bildirmektedir. Bkz. Abdulvehhab b. Ahmed b. Ali eş-Şa’rani, el-Yevakit ve’l-Cevahir fi beyani Akaidi’l-Ekabir, Beyrut, 2003, I, 243. Burada Zemahşeri’nin zannettiği gibi Allah Resulü’nün helal olan bir şeyi haram kılması yok ki hadise muhalefet ve günah olarak değerlendirilsin. Sadece Hz. Peygamber (ayetin sebeb-i nüzulüne göre) hanımlarının hatırı için bazı şeyleri yapmaktan uzak duracağını belirtmiştir. Zemahşeri’nin hadiseyi helal olan bir şeyi haram kılmak olarak değerlendirmesi nübüvvet makamına karşı olan saygısının eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bkz. Sabuni, a.g.e., III, 407.

[70] el-Ak, a.g.e., s.39; Ebu Şehbe, a.g.e., 25.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

22 Nisan 2014 Salı

322.KELAM-I KADİM'İN ANLAM HARİTASI:2- Tabiin

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir önceki yazının devamı:

TABİİN
Tabiin, sahabenin birikimine varis oldu. Kur’an’ın anlaşılmasıyla alakalı bilgiyi onlardan aldı. Hangi ayetin nerede, ne zaman ve ne sebeple indiğini sahabeden öğrendi. İbn Abbas’ın talebelerinden Mücahid, tefsiri öğrenme sürecini anlatırken şunları söyler: “İbn Abbas’a Kur’an’ı baştan sona üç defa arz ettim. Her ayette duruyor, Ona bunun nerede ve nasıl indiğini soruyordum.”[45]

Tabiinin tefsirde şöhret bulanları, zamanla sahabeyle meseleleri mütalaa edecek konuma geldi. Mesela İkrime hocası İbn Abbas’ın tefsirle alakalı bazı müşkillerini çözecek derecede ilmi bir derinliğe kavuştu. Bir defasında İbn Abbas “Siz Allah’ın helak edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?”[46] mealindeki ayeti tefsir ederken “O kavim kurtuldu mu yoksa helak mı oldu bilmiyorum.” dedi. Hadise üzerine İkrime hocasına kavmin kurtulduğunu delilleriyle açıkladı. İbn Abbas da mükafat olarak ona elbise hediye etti.[47]

Bu devirde yaşayan insanlar sahabeye nisbetle saadet asrından daha fazla uzaklaştıklarından ayetler tefsire daha çok ihtiyaç duydu. Tabiin, bu ihtiyacı meşru ölçüler çerçevesinde karşılayabilmek için çok yönlü bir çalışma içerisine girdi. Mesela bu dönemin meşhur müfessirlerinden Mesruk tek bir ayetin tefsirini öğrenebilmek için Basra’ya kadar gitti. Oraya varınca kendisine söz konusu ayeti tefsir eden şahsın Şam’a seyahat ettiği söylenince hazırlandı, ayeti öğrenmek için o da Şam’a gitti.

 İkrime de şöyle bir anekdot nakleder: Nisa Suresindeki “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de.”[48] ayetinde adı geçen sahabinin kim olduğunu buluncaya kadar tam 14 yıl araştırma yaptım.[49]

Tabiin Kur’an’ı tefsir ederken öncelikle Kur’an’a başvururdu. Eğer O’nda açıklayıcı bir ayet bulamazsa Sünnet’e, O’nda da bulamazsa sahabenin açıklamalarına müracaat ederdi. Bütün bu aşamalar sonuçsuz kaldığında içtihat yapardı.[50] Tabiin, tefsir sürecinde Ehl-i Kitap’tan rivayet edilen nakilleri de dikkate alırdı.[51]

Okullaşmaya Doğru
İslam Coğrafyası fetihlerle sürekli genişledi. Yeni bölgelerde sağlıklı bir İslami yapılanma ikame edebilmek için sahabe Medine’den oralara hicret etti. Kimi vali, kimi kadı, kimi de muallim olarak görev yaptı. Özellikle alim sahabilerin gittiği şehirler halka açık birer üniversite statüsüne kavuştu. Müfessir sahabiler oralarda, ezberledikleri Kur’an’ı Hz. Peygamber’den işittikleri hadislerle sayıları yer yer binlere ulaşan öğrencilere tefsir etti.

Bu dönemde Mekke, Medine ve Irak’ta (Küfe) [52] üç büyük tefsir okulu kuruldu. Bu okullar tefsirle alakalı sistematik çalışmalara zemin hazırladı.

Tabiin Tefsiri
Yeni müslüman olan milletlerin getirdiği soru ve sorunlara Arap olmayanların Kur’an’la tanışması da eklenince tefsire duyulan ihtiyaç ziyadesiyle arttı. Öyleki sahabe devrinde bir çok ayet tefsir edilmeden anlaşılırken tabiin kuşağında neredeyse hiç kimse bir müfessire danışmadan ayetlerin anlamını idrak edemiyordu. Bu durum tabiini ayetleri daha fazla ve ayrıntılı bir şekilde tefsir etmeye sevk etti.

Alimler tabiine ait tefsirin bağlayıcı olup-olmaması noktasında farklı kanaatler izhar etmektedir. Ahmed b. Hanbel’den bu noktada iki görüş rivayet edilmiştir: İlki, kabul ikincisi ise, redd istikametindedir. İbn Akil’in Şu’be’den naklettiği kendisinin de tercih edenler arasında yer aldığı görüş ise; tabiine ait tefsirin bağlayıcı olmadığı yönündedir. Ebu Hanife rivayetleri kıymetlendirirken şöyle demektedir: “Öncelikle Kur’an’ın beyanı dikkate alınır. Onda bulunamazsa Sünnet’e, onda da bulunamazsa sahabenin görüşüne müracaat edilir. Şayet sahabe kendi içinde fikir birliğine varamamış ise görüşleri arasından Kur’an ve Sünnet’e en yakın olanı alınır. Eğer sahabeden rivayet edilen bir görüş yoksa bu durumda -tabiin içtihadına itibar edilmez- yeni bir içtihat yapılır.”[53] Bu görüş sahipleri davalarını şöyle delillendirmektedirler: “Tabiin Hz. Peygamber’den hiçbir şey işitmemiştir. Dolayısıyla onlara ait görüşün Peygamberden işitilmiş bir hadis farz edilip O’na (s.a.v.) hamledilmesi söz konusu olamaz. Tabiin Kur’an’ın indiği bağlama da tanıklık etmemiştir. Bu yüzden ayetlerdeki İlahi muradı anlamada hata etmeleri ve delil olmayan bir referansı delil zannetmeleri mümkündür. Sonra sahabe gibi tabiinin adaletine de hükmedilmemiştir.[54]

Tedvin dönemine ait müfessirlerin çoğuna göre tabiinin tefsirle alakalı malumatı dikkate alınır. Çünkü onlar tefsirle alakalı görüşlerinin önemli bir bölümünü sahabeden öğrenmiştir. Nitekim İkrime ve Katade şöyle demektedir: “Kur’an’ı Kerim hakkında size anlattığım bütün bilgileri İbn Abbas’tan öğrendim.”[55], “Kur’an’da hiçbir ayet yok ki onun hakkında sahabeden bir şey duymamış olayım.”[56] Bunun içindir ki müfessirlerin neredeyse tamamı tabiine ait görüşleri onlara itimat ettiklerine vurgu yaparak eserlerinde nakletmişlerdir.

Tabiin, sahabe için kolaylıkla anlaşılabilen fakat sonraki dönem insanlarına kapalı kalan noktaları sahabeye sorarak tefsir literatürüne kazandırmıştır. Onlardan hemen her ayetle alakalı tefsirin rivayet edilmesi, yeni yapılan tefsirlerin meşruiyet alanını belirlemede ve “La dini” (din dışı) te’villerin kabul görmemesinde etkili olmuştur.

Tabiine ait tefsirlerin kıymetlendirilmesinde şöyle bir ölçü belirlemek isabetli olacaktır: Akılla bilenemeyecek konularda muhtemeldir ki tabiin görüşünü sahabeden, onlarda Hz. Peygamber’den rivayet etmiştir. Bu cihetle tefsirlerinin kabul edilmesi gerekir. İctihata dayalı tefsirlerinin alınmasında ise sonraki müfessirler muhayyer kabul edilmelidir.


Devam edeceğim inşAllah.

İ.Şenocak


Dipnotlar:
[45] İbn Hacer, Tehzibu’t-Tehzib, X, 42; ez-Zehebi, a.g.e., I, 79
[46] Kur’an, A’raf(7): 164.
[47] İbn Hacer, Tehzib, VII, 265; Zehebi, a.g.e., I, 84.
[48] Kur’an, Nisa(4): 100.
[49] Kurtubi, a.g.e., I, 21.
[50] ez-Zehebi, a.g.e., I, 76.
[51] İsrailî bilgi ile alakalı İslam’ın tavrı şu şekildedir: “İslam’ın doğruladığı kabul, tekzip ettiği reddedilir. Bunun dışındakilerde ise tevakkufta bulunulur.” Bkz. Muhammed Zahid Kevseri, Nazra ‘Abira fi Meza’imi men Yünkiru Nuzüle ‘İsa (a.s.) Kable’l-Ahira, Kahire, 1987, s. 49.
[52] Zurkani, a.g.e., II, 20.
[53] Şihabuddin Ahmed b. Hacer Heytemi Mekki, el-Hayratu’l-Hisan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty., s. 62.
[54] ez-Zehebi, a.g.e., I, 96.
[55] Suyuti, a.g.e., II, 243.
[56] ez-Zehebi, a.g.e., I, 96.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR