İslam davet dinidir denir. Yani her mümin, İslam’la kazandığı güzellikleri yaymak ve insanları buna çağırmakla yükümlüdür. Davetle ilgili Kuranıkerim’de bile pek çok kavramın/ıstılahın bulunması meselenin önemine işaret eder. Davet, tebliğ, irşat, inzar, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker, tezkir gibi.
Kişi kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz anlamındaki hadisi şerifi duymayanımız yoktur. İşte Allah’a, Kitaba, İslam’a davet edebilmesi de aslında insanın kendisi için istediği Allah’ın rızasını, cenneti ve cehennemden kurtulmayı başkası için de istediğinin bir göstergesidir. Kişi bunu istemiyorsa iki sebeple istemiyor olabilir: Ya kendisi için istediğini de aslında candan ve içtenlikle istemiyordur, ne istediğini iyi bilmiyordur, olursa olur olmazsa olmaz gibi bir tereddüt noktasındadır, ya da başkalarının kendi istediği şeye ulaşmasını kıskanmaktadır. Bu her iki duygu da müslümana yakışmaz. Belki bir üçüncü sebep olarak bugün davet yaptığını sanan bazı insanların nefret ettirici tavırları ve kötü temsilleri de insanları davetten uzaklaştırıyor olabilir.
Evet, İslam bir davet dinidir ve bütün Müslümanlar davet yapmakla görevlidirler. Hatta Allah sadece bunu yapabilen müminlerin kurtulabileceğini söyler. Kıl namazını, tut orucunu kimseye karışma gibi bir söylem şeytani bir dürtünün sonucudur. Davetle meşgul olanlara neden bunu yapıyorsunuz denmez, belki neden daha güzel yollarla yapmıyorsunuz denebilir. Çünkü davet yaptığını sanan pek çok kesim, ya da pek çok insan Allah’a ve İslam’a değil aslında kendi fırkasına, düzensizliğe, cehalete, pejmürdeliğe, hatta düşmanlığa, tefrikaya ve şiddete davet ediyor da olabilir. Bu sebeple de davetten beklenen açılım gerçekleşmez, belki daha çok düşman kazanıyor olabiliriz.
Daveti hal ile davet, kal ile davet diye ikiye ayırabiliriz. Hal ile yani fiilen yaşayarak davet daha öncelikli ve daha etkili olandır. Çünkü insanın davet ettiği bir şeyi kendisi yapmadığı halde onun yapılmasına davet ediyorsa, o işin yapılmasını istediği için davet ediyor olamaz. Buna rağmen davet etmesinin sebebi ya riya ve gösteriştir, ya da dünyevi çıkarlardır. Bu sebeple Allah (cc) ‘yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Kişinin kendi yapmadığı bir şeyi başkasına yapın demesi Allah’ı çok kızdırır’ buyurur. Bu müthiş bir ölçüdür ve aynı zamanda davetçiye de Allah’ın bir davetidir. Yani bu beyanıyla Allah, önce kendin yap, sonra başkasına da söyle diye davette bulunmuştur. Kişi buna riayet etmiyorsa demek ki, davetini Allah için yapmıyordur. Bu sebeple ‘lisanu’l-hâl entaku min lisani’l-makâl, yani hâl dili kal dilinden daha iyi anlatır’ demişler.
Gerçekten davet söz konusu olduğunda anlaşılması ve aşılması gereken en önemli ve öncelikli geçit budur. Herkes bu noktada bir ölçüde zayiat veriyor olabilir. Bu sebeple Gazali buna bir çare aramış ve kişinin aslında kendisinin yapmadığı bir şeyi duyurmasının tek bir şartla caiz olabileceğini söylemiş. Diyor ki, davetçi bir yerde bir şeyleri duyurması gerekiyor ama kendi de bunları yapmıyorsa, nefsini de muhatapları arasına koyar ve ey kendim, bunları sen de yapmıyorsun, sen de bundan sonra yap diyebilir, kendine söz verebilirse o zaman yapmadığı bir şeyin yapılmasını istemesi caiz olabilir, aksi halde olmaz. Gazali’nin dediğine belki şunu da ekleyebiliriz: Kişi yapılmasını istediği şeylerin mükellefi kendisi olmayabilir, bunlar sadece belli makamların görevleridir ve onlara duyurulması gerektiği için duyurur. Kendisi orada olsaydı dediği gibi yapacağından emindir.
O halde davetin dayanması gereken birinci esas iyi bir temsildir. Temsil sağlam bir imana, ardından katıksız bir ihlasa ve güçlü bir iradeye dayalı ameldir. Bu da kolay değildir, hatta en zor olan budur, çünkü bu olduktan sonra gerisi gelir. Bu da bilgiye, böyle olanlarla beraber olmaya ve bu nitelikli birliktelikten doğacak aşka bağlıdır. Kişi tek başına müslüman olabilir, ama tek başına müslüman kalması zordur. ‘Aşk imiş her ne var âlemde’yi böyle anlamak gerekir. Peki, iyi bir temsil nasıl olur? Bunu tek kelime ile anlatabilir misiniz dense, ‘dürüstlük’ deriz. Kişinin kendine karşı, Allah’a karşı, insanlara ve bütün varlığa karşı dürüst olması, ‘emredildiği gibi dosdoğru olması’.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder