ikra!!!

YARATAN RABBİNİN ADIYLA OKU!!!

30 Eylül 2019 Pazartesi

Elbise İle Namaz Kılmanın Farz Oluşu

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

2. Elbise İle Namaz Kılmanın Farz Oluşu

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemoğullan! Her secde edişinizde (güzel) elbiselerinizi giyin.[89]

Bir elbiseye dolanarak namaz kılmak. Anlatıldığına göre Seleme b. el-Ekva' Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Bir iğne ile de olsa izarını tutturur." Bu rivayetin senedi tenkide açıktır.

Necaset görmediği takdirde cima ettiği elbiseyle namaz kılan kimse. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem çıplak kimsenin Kabe'yi tavaf etmesini yasakla­mıştır,

Açıklama


(tutturur) Yani izarını bağlar. Avret mahallinin görünmesini önlemek için iki ucunu birleştirir. Eğer izarın iki ucunu ancak iğne ile tutturabiliyorsa, bu du­rumda iğne kullanır. İmam Buhârî, Seleme hadisini zikretmek suretiyle yukarı­daki Ayette geçen ziynetten maksadın, güzel giyinmek değil de, elbise giymek olduğuna işaret etmiştir.

(yasaklamıştır); İmam Buhârî bu İfadeyle, Ebu Bekir'in liderlik ettiği hac ka­filesine sonradan Hz. Ali'nin gönderilmesini anlatan hadise işaret etmiştir. Söz konusu hadiste Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hac kafilesine şu mesajı yolla­mıştı: "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac edemeyecek. Bundan böyle Kabe'yi çıplaklar tavaf edemeyecek" Bu hadisin bâbla ilişkisi şu şekilde izah edilir: Ta­vafta çıplak olmak yasaklandığına göre, namazda haydi haydi yasaklanır. Zira namazda, tavafta şart koşulanların yanında ilave şartlarda aranır. Zaten çoğun­luğa göre setr-i avret, namazın farzlarından biridir.

351- Ümmü Atiyye'den şöyle nakledilmiştir: "Bayram günlerinde hayızlı ka­dınlarla, yeni ergenlik çağına girmiş kızları dışarı çıkarmamız emredildi. Onlar, Müslümanların cemaatine ve dualarına iştirak ederlerdi. Yalnız hayızlı kadınlar namazgahlardan uzak dururlardı. Bir kadın Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Ey Allah'ın elçisi! Bazılarımızın cilbabı yok' diyerek (bayramlara iştiraklerinin nasıl sağlanacağını) sordu. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: 'O zaman, arkadaşı ona kendi cilbabını giydirsin."

Açıklama

Hadisin Bab Başlığı ile İlişkisi

Bu rivayette, bayram namazına katılmak için dışarı çıkmak isteyen fakat el­bisesi olmayan kimselerin örtünmesi pekiştirilerek emredilmiştir. O halde farz namazlarda örtünmek, daha evla olur.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

28 Eylül 2019 Cumartesi

Secdenin Tamamlanmaması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

26. Secdenin Tamamlanmaması


389- Ebu Vâil'den şöyle nakledilmiştir: "Huzeyfe, bir adamın rukûunu ve sücudunu eksik bıraktığını fark etti. Adam namazını bitirince ona, 'Namaz kılma­dın' dedi. Adam, 'Kanaatimce kıldım' diye karşılık verdi. Bunun üzerine ona şöyle dedi: 'Eğer ölürsen, Muhammed'in sünnetinden başka bir sünnet üzere ölürsün.'


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

27 Eylül 2019 Cuma

Mest İle Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

25. Mest İle Namaz Kılmak


387- Hemmâm İbnü'l-Hâris'ten şöyle nakledilmiştir: "Cerîr İbn Abdullah'ın idrarını yaptıktan sonra abdest alıp mestleri üzerine meshettiğini ve ardından da kalkıp namaz kıldığını gördüm. Ona neden bu şekilde abdest aldığı soruldu. O da şöyle cevap verdi; Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem böyle yaptığını gördüm. İbrahim, Cerîr'in bu sözünün sahabenin hoşuna gittiğini söylemiştir. Çün­kü o, en son Müslüman olanlardandı.

Açıklama

(kalkıp namaz kıldı); Hadisten ilk bakışta akla gelen manaya göre Cerîr, mestleriyle namaz kılmıştır. Eğer meshettikten sonra onları çıkarmış olsaydı, ayaklarını yıkaması gerekirdi. Yıkamış olsaydı, elbette nakledilirdi.

(Son Müslüman olanlardandı) Müslim'deki rivayet şöyledir: "Çünkü Cerîr'in Müslüman olması, el-Mâide suresinin nüzulünden sonra olmuştur." Ebu Dâvûd ise, Ebu Zür'a İbn Amr İbn Cerîr kanalıyla bu olay hakkında şu rivayeti nakletmiştir: "Bazıları Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem el-Mâide suresinin nüzulün­den önce mest üzerine meshettigini iddia etmektedirler. Ancak Cerîr 'Ben ancak el-Mâide suresinin nüzulünden sonra Müslüman oldum' demiştir." Tirmizî, bu hadisin müfessir olduğunu kaydeder. Çünkü mest üzerine meshetmeyi İnkâr eden bazı kimseler, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem mest üzerine meshetmesini, bunun el-Mâide süresindeki abdest âyetinin nüzulünden önce olduğunu, dolayısıyla neshedildiğini ileri sürerek tevil etmişlerdir. Cerîr, bu hadiste Allah Resûlü'nü Sallallahü Aleyhi ve Sellem el-Mâide sûresinin nüzulünden sonra meshederken gördüğünü açıklamıştır. Bu yüzden İbn Mes'ûd'un arkadaşları, Cerîr hadisini duymaktan hoşlanırlardı. Çünkü bu hadis, yukarıdaki şekilde mest üzerine meshi tevil edenlere cevap niteliğindedir.

388- Muğîre İbn Şu'be'nin şöyle dediği nakledilmiştir; "Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdest aldırdım (abdest alırken eline su döktüm), Mesti üze­rine meshedip namaz kıldı."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

26 Eylül 2019 Perşembe

Ayakkabı İle Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

24. Ayakkabı İle Namaz Kılmak

386- Ebu Mesleme Saîd b. Yezid el-Ezdî, Enes îbn Mâlik'e 'Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ayakkabı ile namaz kılar mıydı?' diye sormuş, o da, 'evet' cevabını vermiştir.[Hadisin geçtiği diğer yer:585]

Açıklama

(Ayakkabı ile Namaz Kılmak) Bu konuda İbn Battal şöyle demiştir: "Ayak­kabılarla namaz kılmak, onlarda necaset bulunmamasına bağlıdır. Kaldı ki, ayakkabıyla namaz kılmak, İbn Dakîku'l-'îyd'in de ifade ettiği gibi ruhsattır, müs­tehap değildir. Çünkü namazdan hedeflenen gayeye dahil değildir. Ayakkabı ziynet olarak kullanılan eşyalardan kabul edilebilir. Ancak necasetin çok olduğu yer ile temas halinde bulunması onu, ziynet kategorisinden çıkarır. Tahsi-niyyattan olan bir maslahat ile necaseti giderme gayesi çatışırsa ikincisi tercih edilir. Ayakkabıyla namaz kılmamak, mefsedeti def etme bâbındandır. Onunla namaz kılmak ise maslahatı celb babındandır. Şu kadarı var ki, ayakkabı İle namaz kılmanın, ibadet esnasında güzel giyinmeye dahil olduğuna dair bir delil varsa, bu durumda buna uyulur ve yukarıdaki bakış açısı terk edilir."

Ebu Dâvûd ve Hâkim Şeddâd b. Evs'ten merfu olarak şu hadisi nakletmişlerdir: 'Ayakkabı ve mestleri ile namaz kılmayan Yahudilere muhalefet edin!" Ayakkabıyla namaz kılmanın müstehap olması, söz konusu bu muhalefetten ileri gelir. Ayakkabı ile namaz kılmanın, âyette namaz kılarken kullanılması emre­dilen güzel eşyalardan olduğu konusunda son derece zayıf bir hadis nakledil­miştir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

24 Eylül 2019 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (35) :KALPLERİN MÜHÜRLENME NEDENİ


İç sıkıntısı, ilâhî bir îkazdır. Bu îkâzı duyabilmek de, aslında şükrü gerektiren ayrı bir nîmettir. Çünkü bu, hâlini ıslah ve hatâsını telâfî yolunda hâlâ bir ümit ışığı olduğunun bir göstergesidir. Kalbi katılaşıp mühürlenmiş gâfillerin zikirsizlikten dolayı böyle bir iç sıkıntısı duymamaları, onların ilâhî rahmetten nasiplerinin olmadığı mânâsına gelir. Onlar artık sefâletlerini saâdet zanneden şaşkınlar sürüsü hâlinde ömürlerini tüketirler.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 2, Erkam Yayınları, 2012
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

23 Eylül 2019 Pazartesi

Resulüllah’ı sevmede aşırılık olur mu?


İslam denge dinidir diyoruz. Her konuda işin orta çizgisi İslam’dır. Çünkü orta çizgi nısfettir, adalettir, dengedir.

İslam dinler arasında da orta yoldur, kendi içindeki temayüller arasında da orta yoldur. Sevgide de nefrette de orta yoldur. Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyururlar ki: ‘Sevdiğinizi öyle sevin ki, onun bir gün düşmanınız olabileceğini hesaba katın. Kızdığınıza da öyle kızın ki, onun da bir gün dostunuz olabileceğini hesaba katın’ (Tirmizî). Yani bütün köprüleri atmayın, dengenizi kaybetmeyin, sırf duygu ile değil akılla da sevin, nefret edecekseniz sırf duygu ile değil akılla da nefret edin. Hatta buna bir de bilgiyi eklemek gerekir; sevginin ve nefretin bilgi, akıl ve duygu birlikteliği ile olması gerekir. Aksi takdirde sevgi de nefret de marazi olur.

Mesela Hz. Ömer’in Resulüllah için ilk açıkladığı sevgisi duygularla olan bir sevgi idi. Resulüllah şöyle buyurmuştu: ‘Sizden biriniz beni annesinden babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe gerçek mümin olamaz’. O zaman Ömer, ‘evet, beni seni canım hariç herkesten çok seviyorum’ dedi, Resulüllah, hayır bu eksik bir sevgidir buyurdu. Bunun üzerine Ömer (ra), aklını da devreye soktu ve ‘evet, ben seni canımdan da çok seviyorum’ dedi. Resulüllah da işte şimdi oldu buyurdu. Buradan bir noktaya geliyoruz; demek ki, Resulüllah’ı bütün insanlardan daha çok sevmek, yani insanlar içinde en çok onu sevmek, onu sevmekte bir aşırılık değildir. Bunun böyle olduğunu Kuranıkerim’den de öğreniyoruz. Allah buyuruyor ki, ‘De ki eğer sizin babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, edindiğiniz mallar, kesat gitmesinden korktuğunuz ticaret ve o hoşunuza giden meskenleriniz size Allah’tan, O’nun Resulü’nden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevimli geliyorsa Allah’ın emrinin gelmesini bekleyin. Allah fasık bir topluluğa hidayet vermez’ (Tevbe 24).

Yani en değerli varlıklarınız söz konusu olduğunda bile Allah’ı ve O’nunResulü’nü onlara tercih edebilmelisiniz ki, gerçek mümin olduğunuzu ispat etmiş olabilesiniz. Allah’ın emrinin gelmesi, böyle olanlara ceza olarak bir musibetin dokunması demektir. Fasık Allah’a isyan edendir. Demek ki bu sayılanları Allah’a ve O’nun Resulü’ne tercih edenler fasık olmuş olurlar. Yine demek ki, müminler yeri geldiğinde Allah’ı, Resulüllah’ı ve Allah yolunda cihadı kendi varlıklarına tercih edemezlerse hem gerçek mümin olamazlar, hem de Allah’ın koruma alanından çıkıp, gazabına maruz kalmış olurlar.

Sevgi bir tercih meselesidir, sevdiğinizi kendinize ve en değerli varlıklarınıza tercih edebiliyorsanız onu gerçekten seviyorsunuz demektir ve İslam sevmekle başlayan bir dindir. Resulüllah’ı bu kadar çok sevemezseniz imanınızda problem, Kuranıkerim ifadesiyle maraz bulunmuş olur.

Peki, Resulüllah’ı sevmenin de bir ifratı, yani olmaması gereken aşırılığı var mıdır? Allah’a ait özellikleri onda görmedikçe, onu sevmenin Allah için ve Allah adına olduğunu akıldan çıkarmadıkça bunda bir aşırılık olmaz. Necip Fazıl’ın dediği gibi, onu ne kadar överseniz övün, onu ilah derecesine çıkarmadıkça onu övmede ve sevmede aşırı gitmiş olmazsınız. Çünkü beşeriyet dairesinde onun için hangi övgü ifadelerini kullanırsanız kullanın, yine de eksik söylemiş olursunuz.

O bir beşerdir, ama herhangi bir beşer değildir. Kaside-i Bürde sahibinin dediği gibi, ‘onun hakkında ilmin son noktası onun bir beşer olduğudur. Bununla beraber o Allah’ın yarattıklarının hepsinden üstündür’. Bu payeyi ona biz vermiş olsak hata etmiş, ya da ifrata düşmüş olabiliriz, ama bunu ona bizzat Allah vermiştir ve bizim de onu Allah’ın yücelttiği noktada, yani olduğu gibi görmemiz gerekir. ‘Sen çok yüce bir ahlaka sahipsin’ (Kalem 4). Yani sen daha doğduğunda Allah’ın verdiği böyle bir ahlakla doğmuşsun. ‘Resul’e birbirinize hitap ettiğiniz gibi hitap etmeyin (Nur 63). Bazıları ey Muhammed diye sesleniyorlardı, Allah bunu yasakladı.

İnsanın insanda kullanacağı sevginin de belli bir kapasitesi vardır, bundan Resulüllah’ın payını baştan ayırmayan bir insan onu artık yeteri kadar sevemez, ya da başkalarını sevmede aşırı gider. Sevgide Resulüllah’ı böyle ayrıcalıklı bir noktada görememek kişinin kendi enaniyetini ve had bilmezliğini gösterir. Kişi onu olduğu noktadan ne kadar aşağı indiriyorsa, kendini de bulunduğu noktadan o kadar yukarı çıkarıyor, öyle sanıyor demektir. Bu da ya cahilliktir, ya kibirdir ki, her ikisi de insanı küçültür.


https://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/resulullahi-sevmede-asirilik-olur-mu-2047862
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

22 Eylül 2019 Pazar

Davetin esasları, yeni Mutezile ve yeni Hariciler- Faruk Beşer


Davette esas olanın iyi bir temsil olduğunu söylemiştik. Buna önce iyi bir kul olma da diyebiliriz. Çünkü asıl hedef budur. Ancak burada da hassas bir çizgi vardır; söylediklerim kabul edilsin diye dediğimi önce kendim yaşamalıyım demek yanıltıcıdır.

Bu durum niyetin halis Allah rızası olmadığını gösterir. Yaşayayım ki, Allah’a iyi bir kul olayım demekle, yaşayayım ki, insanlar söylediklerimi kabul etsinler demek arasında çok fark vardır. Birincisinde

Allah’ın rızası, ikincisinde nefsin gıdası öncelenmiş olur.

Davet dinin bir parçası ise, din olarak yapılan her şeyin safi Allah için yapılmış olması da ayrıca bir emirdir. Bunun adı ihlastır. Allah bunu, ‘muhlisan lehü’d-dîn’ diye anlatır. Din adına her ne yapılıyorsa onu, başkası adına en ufak bir katkı olmaksızın sırf Allah için yapma. Yaptığı işte insanların onu bilmesi ile bilmemesinin, görmesi ile görmemesinin hiç farkının olmaması.

Davette ikinci önemli merhale, davetçinin kullandığı metottur. Burada psikolojiyi, hatta sosyolojiyi dahi hesaba katmak gerekir. Bu açıdan daveti en az ve en öz biçimde özetleyen ayeti kerimenin anlamı şöyledir: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. ‘Onlarla’ da en güzel yolla münazara yap. Rabbin, kimin kendi yolundan saptığını iyi bilir, kimlerin hidayette olduklarını da iyi bilir (Nahl 125).

Bundan açıkça anlaşılıyor ki, dine ve hakka davet ya hikmetle, ya güzel öğütle, ya da her ikisiyle birlikte olur, bir üçüncü yol yoktur. Hikmet, nassa aykırı olmayan muhkem ve aklın reddedemeyeceği kesin ve nihai bilgidir. Bu sebeple Kuranıkerim’e ve Sünnet’e de hikmet denir. Çünkü akla hitap ederler ve akılla yanlışlanamazlar, öyleyse aklın anlayacağı şekilde sunulmalıdırlar. Aklın delili burhandır. Ancak burada da aklın gönlü terk ederek yegâne ölçü haline gelmesi, rasyonalizme kayması ve naslardan uzaklaşması gibi bir tehlike vardır.

Yunan felsefesinin ağırlığını hissettirdiği ikinci ve Üçüncü Hicri Asır’da ortaya çıkan Mutezile’de bu durum görülmüştü. Onların gayesi de aklı kullanan felsefe karşısında yine akılla İslam’ı savunmaktı. Ama yer yer ifrata düştüler, akla tahammülünün üstünde yük yüklediler. Ardından nasları merkeze alan ama yine akılcı bir hareket olan Kelam düşüncesi doğdu. Eş’arî ve Matüridî, bir süre sonra da Gazali Mutezile ile aklın bocalamasını yine akılla önlediler.

Modern Batı’ya karşı İslam’ın yeniden diriliş zamanı olan on dokuzuncu ve yirminci yüz yılda ortaya çıkan yenilikçi İslam hareketleri de aklı öne çıkaran atılımlardır. Bunlar da yüzyıllardır Batı felsefesine cevap üretemeyen İslam düşüncesini savunma çabaları olarak ortaya çıktı. Bu dönemde akılcılık ilklerden sayılan Sör Ahmet Han’da sapkın derecede ifrata kaymış (Bk. DİA, Seyyid Ahmet Han md.), ama Afganî’de orta çizgiye doğru biraz yumuşamış, ardından Abduh’te daha da yumuşayarak, Mustafa Sabri Efendi’nin tazimle andığı Reşit Riza’da neredeyse tam rayına oturmuştu. Onlar da elbette Batı’dan etkilenmişlerdi, ama bilgi kaynakları İslam’dı. Şimdi bu süreci bu Müslüman düşünürlerin bıraktığı yerden değil de Batılı müsteşriklerden alarak yeniden başlatan Neo Mutezilemiz Sör Ahmet Han’ın hatalarını daha da ileri götürüyor ama bunu yine de İslam’ı savunma adına yapıyorlar. Ama işin ilginç yanı, karşılarında ne Eşari, Matüridi ve Gazali var, ne de Mustafa Sabri Efendi, Kevseri ve Elmalılı. Aksine onların konuşmalarını engellemeye çalışarak bu Neo Mutezile’yi tadlil ve tekfir etmekle,

aslında reklamlarını yapan

Neo Hariciler var. Fikre fikirle karşılık verme güçleri yok.

İslam sadece akla hitap etmiyor, onunla çatışmayacak şekilde gönle de hitap ediyor. Bütün mesele akıl gönül dengesini kurabilmek. Bu sebeple mealini verdiğimiz ayeti kerime bu ikisine birden işaret ediyor. Güzel öğüt, yani meviza-i hasene gönle ve duygulara hitap eden bilgidir. Bazı insanlar daha çok birinciden, yani hikmeti bulan akıldan, bazıları da öncelikle ikinciden, yani gönle hitap eden güzel öğütten anlar ve etkilenirler.

Bir üçüncü sınıf daha vardır ki, onlar yanlışa doğru diye inanmış ön yargılı insanlardır. Ayette ‘onlar’ denen bu sınıf genel olarak İslam karşıtlarıdır. Bunlara İslam’ın ötekisi de diyebiliriz, ancak başka bir ayetten (Ankebût 46) ‘onlar’dan maksadın özellikle Ehlikitap olduğunu anlıyoruz. İşte davet onlar için etkili olmayabilir, onları akılla susturabilmek yeterlidir. Bunun adı da cidaldir ve davetin bir yolu değil, davete karşı çıkanlarla sözle cihaddır. Buna cedel ya da münazara da diyebiliriz. Ancak Kuranıkerim bunun da ‘en güzel yolla’ olmasını emrediyor. ‘En güzel yol’un; hakaret içermeyen, aklın kesin yargılarıyla, nazik ifadelerle, sağlam ve müsellem delil ve mukaddimelerle olan tartışma olduğu söylenir.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/davetin-esaslari-yeni-mutezile-ve-yeni-hariciler-2047770
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

21 Eylül 2019 Cumartesi

Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Faruk Beşer


İslam davet dinidir denir. Yani her mümin, İslam’la kazandığı güzellikleri yaymak ve insanları buna çağırmakla yükümlüdür. Davetle ilgili Kuranıkerim’de bile pek çok kavramın/ıstılahın bulunması meselenin önemine işaret eder. Davet, tebliğ, irşat, inzar, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker, tezkir gibi.


Kişi kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz anlamındaki hadisi şerifi duymayanımız yoktur. İşte Allah’a, Kitaba, İslam’a davet edebilmesi de aslında insanın kendisi için istediği Allah’ın rızasını, cenneti ve cehennemden kurtulmayı başkası için de istediğinin bir göstergesidir. Kişi bunu istemiyorsa iki sebeple istemiyor olabilir: Ya kendisi için istediğini de aslında candan ve içtenlikle istemiyordur, ne istediğini iyi bilmiyordur, olursa olur olmazsa olmaz gibi bir tereddüt noktasındadır, ya da başkalarının kendi istediği şeye ulaşmasını kıskanmaktadır. Bu her iki duygu da müslümana yakışmaz. Belki bir üçüncü sebep olarak bugün davet yaptığını sanan bazı insanların nefret ettirici tavırları ve kötü temsilleri de insanları davetten uzaklaştırıyor olabilir.

Evet, İslam bir davet dinidir ve bütün Müslümanlar davet yapmakla görevlidirler. Hatta Allah sadece bunu yapabilen müminlerin kurtulabileceğini söyler. Kıl namazını, tut orucunu kimseye karışma gibi bir söylem şeytani bir dürtünün sonucudur. Davetle meşgul olanlara neden bunu yapıyorsunuz denmez, belki neden daha güzel yollarla yapmıyorsunuz denebilir. Çünkü davet yaptığını sanan pek çok kesim, ya da pek çok insan Allah’a ve İslam’a değil aslında kendi fırkasına, düzensizliğe, cehalete, pejmürdeliğe, hatta düşmanlığa, tefrikaya ve şiddete davet ediyor da olabilir. Bu sebeple de davetten beklenen açılım gerçekleşmez, belki daha çok düşman kazanıyor olabiliriz.

Daveti hal ile davet, kal ile davet diye ikiye ayırabiliriz. Hal ile yani fiilen yaşayarak davet daha öncelikli ve daha etkili olandır. Çünkü insanın davet ettiği bir şeyi kendisi yapmadığı halde onun yapılmasına davet ediyorsa, o işin yapılmasını istediği için davet ediyor olamaz. Buna rağmen davet etmesinin sebebi ya riya ve gösteriştir, ya da dünyevi çıkarlardır. Bu sebeple Allah (cc) ‘yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Kişinin kendi yapmadığı bir şeyi başkasına yapın demesi Allah’ı çok kızdırır’ buyurur. Bu müthiş bir ölçüdür ve aynı zamanda davetçiye de Allah’ın bir davetidir. Yani bu beyanıyla Allah, önce kendin yap, sonra başkasına da söyle diye davette bulunmuştur. Kişi buna riayet etmiyorsa demek ki, davetini Allah için yapmıyordur. Bu sebeple ‘lisanu’l-hâl entaku min lisani’l-makâl, yani hâl dili kal dilinden daha iyi anlatır’ demişler.

Gerçekten davet söz konusu olduğunda anlaşılması ve aşılması gereken en önemli ve öncelikli geçit budur. Herkes bu noktada bir ölçüde zayiat veriyor olabilir. Bu sebeple Gazali buna bir çare aramış ve kişinin aslında kendisinin yapmadığı bir şeyi duyurmasının tek bir şartla caiz olabileceğini söylemiş. Diyor ki, davetçi bir yerde bir şeyleri duyurması gerekiyor ama kendi de bunları yapmıyorsa, nefsini de muhatapları arasına koyar ve ey kendim, bunları sen de yapmıyorsun, sen de bundan sonra yap diyebilir, kendine söz verebilirse o zaman yapmadığı bir şeyin yapılmasını istemesi caiz olabilir, aksi halde olmaz. Gazali’nin dediğine belki şunu da ekleyebiliriz: Kişi yapılmasını istediği şeylerin mükellefi kendisi olmayabilir, bunlar sadece belli makamların görevleridir ve onlara duyurulması gerektiği için duyurur. Kendisi orada olsaydı dediği gibi yapacağından emindir.

O halde davetin dayanması gereken birinci esas iyi bir temsildir. Temsil sağlam bir imana, ardından katıksız bir ihlasa ve güçlü bir iradeye dayalı ameldir. Bu da kolay değildir, hatta en zor olan budur, çünkü bu olduktan sonra gerisi gelir. Bu da bilgiye, böyle olanlarla beraber olmaya ve bu nitelikli birliktelikten doğacak aşka bağlıdır. Kişi tek başına müslüman olabilir, ama tek başına müslüman kalması zordur. ‘Aşk imiş her ne var âlemde’yi böyle anlamak gerekir. Peki, iyi bir temsil nasıl olur? Bunu tek kelime ile anlatabilir misiniz dense, ‘dürüstlük’ deriz. Kişinin kendine karşı, Allah’a karşı, insanlara ve bütün varlığa karşı dürüst olması, ‘emredildiği gibi dosdoğru olması’.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/yapmadiginiz-seyi-nicin-soyluyorsunuz-2047699
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

20 Eylül 2019 Cuma

İnsanın Yüklendiği Emanet Nedir?


(Ahzâb, 33/72)

1. Göklere, yere ve dağlara arzın anlamı nedir?

2. Burada geçen Emanet kavramı ne anlama gelmektedir?

1. Göklere, yere ve dağlara arzın anlamı nedir?

İslamda Varlık âlemi, okullarda bize öğretildiği gibi canlı-cansız varlıklar olarak değil, şuurlu-şuursuz varlık diye ikiye ayrılır. cansız varlık diye birşey yoktur hepsinin kendi haliyle bir lisanlarının olduğunu ve kendilerine özgü bir canları biliyoruz. Pey sas uhudla konuştu, elbiselerini sevdi, kürsüsü, mushafı, minberi ile konuştu. bu sebepten biz cansız varlık olmadığını anlıyoruz.

müfessirlerimize baktığımızda bu ayeti el-Kelbî, en-Nahhas, el-Beğavî, es-Sabûnî şöyle tefsir eder: göklere, yere ve dağlara arzdan maksat, Allah bu varlıklarla konuşacağı zaman onlara önce akıl, anlama ve konuşmalarına karşılık verebilecek konuşma kabiliyeti verdi ve onlara emaneti teklif etti, ama onlar bunu üstlenmekten çekindiler. onlar böyle anlamışlar

bir kısım şöyle anlamış: Buradaki arz ve o varlıkların yüz çevirmesi, hakiki anlamdadır ama onların hakikatini bizler idrak edemeyiz. Bunun örnekleri de Kur’an’da çoktur.

 bir kısım :Allah’ın göklere, yere ve dağlara arz etmesinden maksat, bizzat o varlıklara arz etmesi olmayıp oralarda bulunan meleklere arz etmesidir. meleklerde bunu kabul etmedi. bu da bir başka yorum

Diğer bir kısım Ayette mecaz vardır. “Eğer biz onu göklere, yere ve dağlara yükleseydik ağırlığından dolayı onu yüklenemezler ve bundan kaçınırlardı.” demektir.

Başka bir kısım :Gökler, yer ve dağlar, emaneti üstlendikleri zaman ne ile karışılacaklarını öğrenince, bundan vazgeçmişlerdir. Der ki müfessirlerimiz, onlara emanet arz edilince, onlar,”emanet” in ne olduğunu sordular, Allah da: “Yaptığınızda mükâfat, terk ettiğinizde de azap göreceğiniz şeydir” buyurunca, onlar: “Ya Rabbi! Biz sevap veya azap istemiyoruz, bizler senin emrine müsahharız!” diyerek bundan kaçındılar. Bizi ne maksatla yarattıysan biz onu yapmaya devam edelim bunu istemiyoruz.

bu tefsirlerden hangisi isabetli ancak emanet kavramını anlarsak buluruz.

Emanet ne demektir?

Emanet, nefsin itminan bulması, korkunun gitmesi, eminlik(emaneti koruyan), bana ait olmayan bana verilmiş şeyler, hıyanetin zıddı ve doğrulamak gibi anlamlara gelir.

Bu ayette, emanetin anlamı konusunda tefsirlerimizde çok rivayet vardır. “Dini tekliflerin tamamı”,farzlar”,İslam’ın emirleri”,insana ihsan edilen her nimet”,
“akıl”,yer yüzüne halife olma kabiliyeti, ruhi ve bedeni kabiliyetler,dinimiz,irade,okuma-yazma özelliği,ruhlar aleminde verilen söz,niyet, itaat,azalar, mal emaneti, kadın, evlat, fıtrat, canımız, bedenimiz, ruhumuz, söz, sır, verilen görevler, kuran, sünnet-i seniye, öğrenilen ilim, makam-mevki. öyle birini söyleyin insanla alakalı olmasın. hepsi insanla alakalı.

o halde burdan şu neticeyi çıkarmamız lazım. Emanet, dediğimiz şey insanlıktır. dağlara,göklere teklif edilen şey insanlıktı. insanlık da zor bir şey olduğu için insanlığı üstlenmediler.

Emanet ne demektir yerine "insanlık ne demektir"desek isabet etmiş oluruz.

İnsan, beşer olarak yaratıldı, insan olarak doğdu, insan olarak büyüdü, sonra iradesi ile tercih ederek ya insan olarak kaldı, ya da insanlığına ihanet etti.

“İnsan için en zor olan şey, her gün insan kalmaktır.” (Cengiz Aytmatov)kırgız edebiyatçı.

kendini insan diye tanımlayan herkes insan mı aslında bunun esaslarını kuran bize öğretiyor. bu esaslara uygun yaşayan insan olarak devam ediyor onu yaşamayan insanlığını kaybediyor.

İnsanlığın en temel 5 esası:


1. Kendisini yaratandan başkasına kul olmamak
2. Kendisine ve yaratılan tüm varlığa şefkat nazarı ile bakmak
3. Kendisiyle ve yaratılan tüm varlıkla sevgi üzerinden bir bağ kurmak
4. Kendisi dışındaki tüm varlıkla hukuk üzere yaşamak
5. Kendisi ile yapılan ahitleşmeye sadık bir hayatın sahibi olmak ve bunu ömür boyu sürdürme istikrarı ortaya koymak

hatırda kalması için bu esaslar için birer kavram söyliyeyim:

“Kendisini yaratandan başkasına kul olmamak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Tevhid. hayatında onu inanç noktasına başka yerlere sevk eden bir putu varsa orada kulluktan ve insanlıktan bahsedilemez.

“Kendisine ve yaratılan tüm varlığa şefkat nazarı ile bakmak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Merhamet

“Kendisi ile ve yaratılan tüm varlıkla sevgi üzerinden bir bağ kurmak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Muhabbet

“Kendisi dışında yaratılanlarla hukuk üzere yaşamak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Adalet

“Kendisi ile yapılan ahitleşmeye sadık bir hayatın sahibi olmak ve kendisinden istenilenleri bir ömür yerine getirme istikrarı ortaya koymak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Sadakat

İnsanlığın en temel kavramları: Tevhid, Merhamet, Muhabbet, Adalet ve Sadakat… bu 5 kavramı yaşayana insan diyoruz. 2 milyar müslümanın kaçı bu esaslara uyuyor? biz ne kadar uyuyoruz?

Kalplerimizin ve zihin dünyalarımızın, cahiliye dönemi Kâbe’sinden farkı yok, o Kâbe’de 360 put vardı; bizim kalplerimizde ve zihin dünyalarımızda o kadar çok put var ki? tevhid meselesinde ciddi sıkıntılarımız var . temelde problem var.

Merhametin olmadığı yerde, menfaat olur. şu an menfaat toplumuyuz

Dost varsa, derdi vardır. En yakınlarımız en ağır imtihanlarımızdır.

İslam toplumu sevgi toplumudur.


Her varlık kendisine verilen kabiliyete göre bir vazifeye koşulmuş. İnsan ruhunun diğer varlıklardan önemli farklılığı var. Ona cüz’i irade takılmış. Kendisine verilen vazifeyi yapıp yapmamada serbest bırakılmış. Zalim ve cahil oluşunun kaynağı da bu cüz’i iradeyi yanlış kullanması, nefsin emrine vermesi...

Emanet, irade sahibine verilir. Kasaya koyduğunuz para için, “Paramı kasaya emanet ettim.” demezsiniz. Demek ki, (cansız) şuursuz eşya emanete muhatap olamıyor... Melekler de onlardan pek farklı değil... Onların vazifelendirilmeleri teklif ile değil, emir iledir.

Emanetle ilgili ayette de Cenab-ı Hak, göklerden, yerden ve dağlardan bir vazife istemiştir. Onlara bir emanet arz etmiştir. Bu arz edişin keyfiyetini bilemeyiz ve onların bu vazifeden içtinap etmelerini de bir isyan olarak değerlendiremeyiz. Onlara teklif edilen vazife, onların kabiliyetleriyle, sermayeleriyle, kuvvetleriyle yapabilecekleri cinsten değildir. Ama insanın yaratılış keyfiyeti, verilen kabiliyetler, bu vazifeyi yapmasına müsaittir. Nitekim, göklerin çekindiği bu emaneti o yüklenmiştir.

at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

19 Eylül 2019 Perşembe

ZULÜM


ZULÜM :Bir şeyin gereğini değil de zıddını yapmak, hakkı yerli yerine koymamak, hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde aşırı gitmek demektir.

Kelime olarak zulüm, azgınlık, karanlık, azab ve ezâ ile eş anlamlıdır. Zıddı ise, nur, aydınlık ve adalettir.

Kur'ân'ın üzerinde en çok durduğu kavramlardan biri şüphesiz zulümdür. Aynı kökden gelen kelimelerle birlikte, Kur'ân'da 300'e yakın yerde geçmektedir.

Alimler zulmü 3 kısım halinde incelemişlerdir: (Aynı emanette olduğu gibi>bu 3 şeye emanetçiyiz:Allah'a, kendimize,topluma)

1- (Allah'a karşı emanet; O'nun hükümlerine, ilahi kanunlarına uymak)

Zıddı >

İnsanın Allah'a karşı işlediği zulüm, şirk ve küfürdür. "İmân edip de imânlarına zulüm karıştırmayanlar (var ya) işte korkudan emin olmak için onların hakkıdır ve doğru yolu bulanlar da onlardır" (el-En'âm, 6/82) âyeti inince, bu âyetin ifâde ettiği, imâna zulüm karıştırma meselesi ashabın nefsine ağır geldi ve, "Hangimiz nefislerine zulmetmez?" dediler: Bunun üzerine Yüce Allah: "Şüphesiz ki, şirk büyük bir zulümdür" (şirk'e düşen insanların hikmet ve akıl yönünden ne kadar zavallı olduklarına ve ahmaklık içinde bulunduklarına işaret edilerek şirkin çirkinliği dile getirilmiştir.)  (Lokman, 31/13) âyetini indirdi. Böylece yukarıdaki âyette söz konusu olan zulüm kelimesinden şirk kastedildiği anlaşılmıştır (İbn Kesîr, Tefsiru'r-Kur'ani'l-Azîm, Beyrut 1969, II,153).

*Yüce Allah'ın varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, imân esaslarından herhangi birini inkar etmek de zulüm ve küfürdür. Bütün bu hususlarda ilgili çeşitli âyetler vardır:

"Onlardan her kim, (Allah'ın ilâhlığını inkâr ederek) "İlâh o değil, benim!" derse, biz onu cehennemle cezalandırırız. İşte biz, zalimlere böyle ceza veririz!" (el-Enbiyâ, 21/29).

İsrâiloğullarının, Musa (a.s)'ın sözünü dinlemeyerek buzağıya tapmalarının zulüm olduğu hususunda da, Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Andolsun Musa, size açık delillerle gelmişti. Sonra onun ardından tuttunuz buzağıya taptınız. Siz öyle zalimlersiniz işte!" (el-Bakara, 2/92).

*Kur'ân'da, Allah'ın âyetlerini inkâr etmek ve Allah'ın daha önce indirdiği vahiyleri değiştirmek de zulüm olarak haber verilmiştir:

"İçlerinden zulmedenler, (söylediğimiz) sözü, kendilerine söylenmeyen bir sözle değiştirdiler. Biz de haksızlık ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten bir azab gönderdik" (el-A'raf, 7/162).


Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), zalimler topluluğuyla oturma!" (el-En'âm, 6/68).

*Peygamberliğe ve peygamberlere inanmamak da zulümdür:(sünnet-i seniye emanettir)

"Şüphesiz ki, onlara kendilerinden bir elçi geldi. Onu yalanladılar. Bunun üzerine onlar zulümlerine devam ederken, azab onları yakalayıverdi" (en-Nahl, 16/113).


"Nuh kavmini de peygamberleri yalanladıkları vakit- onları da boğduk ve onları insanlara bir ibret yaptık. Zalimlere acı bir azab hazırladık" (el Furkan, 25/37).

2- (Halka karşı emanet; insanların hak ve hukukunu gözetmek, onlara zarar vermemek, aldatmamak, mal, can, ırz, fıtrat emaneti)

Zıddı >
İnsanlar arasındaki zulüm. Bu da, insanların kendi hemcinslerine karşı işledikleri suçlar, günahlar ve haksızlıklardır. zulüm denince ilk olarak akla insanların birbirlerine karşı olan hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışları zulüm olarak gelir, Kur'an'da bunların işlenmemesi istenmiş ve işleyenler tenkid edilmiştir.

Adam öldürmek: (el-Mâide, 5/27, 28, 29) Hırsızlılık yapmak: (Yûsuf, 12/75)

Erkeklerin erkeklerle temasta bulunması (homoseksüellik) ve yol kesip kötülükte bulunmak:  (el-Ankebût, 29, 30) Zina yapmak:  (Yusuf, 12/23) Suçlu insanları bırakıp suçsuzları cezalandırmak: (Yûsuf, 12/78, 79) Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmemek: (el-Mâide, 5/45).

3- (Kendine karşı emanet; din ve dünya işlerinde en doğru olanı seçip, zararlı olan herşeyden uzak kalmak)

Zıddı >
Zulmün bir çeşidi de, insanın kendi kendine zulmetmesidir. Bu hususta da çeşitli âyetler vardır:

"(İnkâr edenler), ille kendilerine meleklerin gelmesini, yahut Rabb'inin (azab) emrinin gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı" (en-Nahl, 16/33).


"Sonra Kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta gidendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırda öne geçendir. İşte büyük lütuf budur" (Fâtır, 35/32).

Yukarıda sayılan çeşitlerden hangisi olursa olsun, zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve sapmalara sebep olmaktadır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, yaratılış düzenini bozmamakta, nasıl yaratılmışlarsa, öyle hareket etmektedirler. 

Allah'ın emir ve yasaklarını dinlemeyen, zulüm yollarına düşen insanlar ise, insanın yaratılış gayesinin dışına çıkmaktadırlar. (Emanete hiyanet etmiş olurlar.Emaneti yüklenemediklerini gösteriyor.)

Bu halleriyle de, varlıklar arasında en büyük zalimlerden olma durumuna düşmektedirler. Bütün peygamberler insanları Allah'a inanmaya ve O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeye çağırmışlardır. Bu davete kulak vererek imâna gelen ve ibadete sarılanlar huzur, saadet, mutluluk ve başarı elde etmişlerdir. Bu davete kulak vermeyerek peygamberlerin yoluna muhâlefet edenler ise, zalimlerden olmuşlar ve başlarına büyük musibetler gelmiştir. Kur'ân'da, peygamberlerin emrini dinlemeyen nice toplulukların başına gelen felâket ve musibetler haber vermiştir. Bu bilgiler, zulüm işleyen zalimlerin sonu açısından son derece ibret vericidir.

- Nuh Kavmi, Nuh Aleyhisselamın 950 yıl boyunca yaptığı tebliğe kulaklarını tıkadı. İlâhî hükümlerle alay etmeye kalkıştı. Sonunda bir tûfanla kökleri kesildi, bir teki bile hayatta kalmadı. 

- Âd Kavmi, Hud Aleyhisselam; Bu kavmin insanları dev gibi iri cüsseli idiler. Güçlerine, servetlerine güveniyor, Hûd Aleyhisselamın Tevhide davet edişine kulaklarını tıkıyorlardı. Sonunda gazab-ı İlâhiye müstahak oldular. Önce siyah bir bulut, ardından müthiş bir rüzgâr (sarsar) geldi. O koca koca insanlar saman çöpü gibi sağa sola savrularak helak oldu.

- Semûd Kavmi, Salih Aleyhisselamın sözlerine, nasihatlarına alayla karşılık verdiler. Kayanın içerisinden bir devenin çıktığını gözleriyle görmelerine, bu büyük mucizeye rağmen iman etmediler. Üstelik Peygamberin ikazına aldırış etmeden deveyi kestiler. Bu inkarları ve azgınlıkları ile gazâb-ı İlâhiyi celbettiler. 1. gün yüzleri sarardı, 2. gün kızardı, 3. gün simsiyah oldu. Dördüncü günü gazab-ı İlâhî geldi. Tek bir sesle diz üstü çöküp ölüverdiler. Gökyüzünden korkunç bir ses geldi, ardından şehirlerinin altı üstüne getirildi. 

- Nemrut Kavmi; İbrahimin Aleyhisselamın , Allahın hükümlerini yeryüzünde hâkim kılma dâvâsına set çekmeye çalıştı. Sonunda sivrisinek taifesi ile helak olup gittiler.

- Lût Kavmi: Lût Aleyhisselamın tebliğ ettiği İslâma kulaklarını tıkadılar. Üstelik iğrenç bir fiili işlemekte ısrar ettiler. Bunun üzerine ibret-i âlem için üzerlerine ateşte pişirilmiş taşlar yağdırıldı. Beldelerinin altı üstüne çevrildi. Hepsi helak olup gitti.

- Şuayb Kavmi, (Medyen Halkı ve Eykeliler), Şuâyb Aleyhisselamın tebliğine aldırış etmeyen azgın Medyen ahalisi, şiddetli zelzele ile, Eyke ahalisi kavurucu bir sıcaklığın ardından toplandıkları koyu gölgeli bir buluttan üzerlerine yağan ateşle helak oldu.

- Firavun Kavmi,  Musa Aleyhisselamın Hakka dâvetine aldırış etmedi. Gücüne, kuvvetine güvendi, sonunda suda boğularak helak olup gitti.

at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

18 Eylül 2019 Çarşamba

Sıla-ı rahim


Akraba ve yakınları ziyaret etme, hallerini ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma

İslam'da insanlar arası ilişkilere önem verildiği gibi özellikle yakınlardan başlayarak anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilip gözetilmesi prensibi son derece önemlidir.

Sıla-i rahmin birkaç derecesi vardır. En aşağı derecesi akrabalarımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak; karşılaştığımızda selâmlaşmayı, hal hâtır sormayı ihmâl etmemek; dâima kendileri hakkında iyi şeyler düşünmek ve hayır dilemektir. 

İkinci derece de ziyâretlerine gitmek ve yardımlarına koşmaktır. Bunlar daha çok bedenî hizmetlerdir. Özellikle yaşlıları zaman zaman yoklayarak, yapılacak işleri varsa onları takib etmek kendilerini sevindirecektir.

Sıla-i rahmin üçüncü ve en önemli derecesi akrabalara malî yardım ve destek sağlamaktır.

üç derecedeki yardımdan hangisine güç yetiniyorsa, onun yapılması anlaşılmalıdır. Yapabileceği görevi yapmamak müslümanı bu konuda sorumlu kılar.

İyilik, karşılık bekleyerek yapılmamalı, sadece görüp gözeten yakınlara karşı sıla-i rahimde bulunulmamalı; aksine, unutan, akrabalık bağlarını koparanlara karşı da bu görev yerine getirilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:

"İyiliğe benzeri ile karşılık veren kişi, tam anlamıyla akrabasını görüp gözetmiş olmaz. Hakiki sıla, kişinin kendisi ile ilgiyi kesenleri görüp gözetmesidir" (Buharî, Edeb, 15).


İtikadında sıkıntı olan, haramlar içinde olan, kötülük yapanlara karşı tavrımız nasıl olmalı?
Selamı kesme,


Acil vakalarda seyirci kalma, 

Hastalıkla ve cenaze ile ilgilenin.

Menfi konuşmalar yapmayın. Gıybet etmeyin, ettirmeyin.

Oturup kalkmayı sıklaştırma, mesafeli ve seviyeli ilişki içinde ol,

Şahsiyetini de yıpratma.

Böylece seviyeni de korumuş olursun, onların hak ettiğini de vermiş olursun.

Rabbinin rızasını da kaybetmezsin. 

Gerginliği zamana yayarak azaltın… Bunlar yeter. Bunlardan sonra da belli bir seviyede mesafeli davranmanız hakkınızdır. Durumun düzeldiğini hissettiğinizde siz de mesafeyi yeniden ayarlarsınız. 

şahsiyetimizi eritecek, bizi zorluklara itecek bir ilişki de mecburi değildir. 

bizi kulluğumuzda sıkıntılı duruma düşüren şahsiyetlere karşı ise seviyeli bir tavır göstermemizde sakınca yoktur. 

sılayırahim, zoraki sevmek, haftada bir ziyarete gitmek değildir. Sılayırahim, bağın kopmaması için asgari gerekleri yapmaktır. 

itikadi problemi olan biri ile sılayırahim yapabilmeniz için size bir zararının olmaması gerekir. İmanınıza ve şahsiyetinize zarar verdikleri sürece sılayırahim yapmanız gerekmez.

Amca, birinci dereceden sayılacak bir akrabadır. Sılayırahim açısından sizin amcanızı ziyaret etmeniz görevinizidir. Onun kendi görevini ihmal etmesi sizin onu ihmal etme nedeniniz olmamalıdır. Mesafeli de olsa siz en az yılda bir kere bağlantı kurun. Onun yaptığını yapmanız seviyesine düşmeniz demektir. Allah için yapılan işlere ‘şu veya bu gerekçe’ getirilmez.

Kuralımız şudur:
 Bir işi yaparken, o iş bir emir bile olsa açık bir haram işleyeceksek onu yapmayız (Örn.Gıybet). Sılayı rahim bizi bir harama kaydıracak ve biz de onu önleyemeyeceksek, sılayı rahimi terk ederiz. Yeter ki başka bir bahaneye bunu alet etmiş olmayalım. Bir de, haramları önlemek için mücadele etmemiz de gerekir. Önleme imkânımız yoksa yapacağımız budur.

at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

17 Eylül 2019 Salı

İslamiyet'te kişisel hak ve özgürlükler (Müslümanların dokunulmaz hakları / insan hakları) nelerdir?


İslâm inancına göre insan; aklî, bedenî, ahlâkî ve ruhânî en mükemmel meleke ve yeteneklerle donatılmış bir varlıktır. İnsan, maddî ve manevî her çeşit yükselmeye müsâit bir şekilde, günâhsız, tertemiz olarak doğar. Gerek dış görünüşü gerekse iç âlemi itibariyle varlıkların en güzelidir. Kur'an-ı Kerim'de:

“Biz, insanı en güzel biçimde yarattık.”
(Tîn, 4.) buyurulmaktadır.


Bu sebeple insana saygı ve bireylere hizmet, temel felsefe ve irâde olarak kabul edilmelidir. Çünkü insan yeryüzünde Allah'ın bir memuru ve halifesidir. Onun bu özelliği Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilmektedir:

"Hatırla ki Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” dedi..." (Bakara, 30.)

İslâma göre her insan Allah'ın kuludur. Bir tek kişi dışarıda kalmamak şartıyla bütün insanlar tabii haklara sahiptirler. Yalnız bu haklar, onun insan oluşu bakımından, doğuştan sahip olduğu haklardır. Bütün insanlar, bir ailenin üyeleri gibidirler. Asalet doğuştan değil, ahlâkî fazîlet, hak ve vazifeye bağlılıkla meydana gelir. Hangi ırka, hangi sınıfa, hangi mesleğe ve hangi rütbeye sahip olursa olsun, bütün insanlar eşit haklara sahiptirler. Böylece her bir fert de, diğerlerine aynı ailenin üyeleri gözüyle bakacak ve öyle muamele edecektir. Hiçbir fert, mensup olduğu sınıf, meslek, ırk veya cinsiyet dolayısıyla tabiî haklarının hiçbirinden mahrum edilemez.

Yine İslâma göre bütün insanlar adâlet karşısında eşittirler. Devlete karşı görevlerini, yerine getirdiği sürece bir Müslümanın gayri müslimden farkı yoktur.

Sonuç olarak insan, mümin olsun olmasın, Allah'ın kulu ve güzel bir emânetidir. Bundan dolayı insan haysiyet sahibi olup hürmet edilmeye lâyıktır. İnsanlar arasında, insan olma bakımından herhangi bir fark görmemek, onları eşit hak ve vazifelere, kıymet ve değerlere sahip varlıklar olarak kabul etmek, İslâm'ın temel felsefesidir.

İnsan hakları açısından Veda Hutbesi, İslâm'ın önemli kaynaklarından birisi sayılır. Bilindiği gibi Veda Hutbesi, Hicretin 10. yılında Hz. Peygamber (asm)'in hac farizasını ifâ için Mekkeye gelip, Vedâ Haccı esnasında irâd ettiği hutbelere verilen bir isimdir. Şu kadar var ki, Vedâ Hutbesi yalnız Arafat'ta irâd edilen hutbe olmayıp, Arafat'ta arefe günü (Zilhiccenin 10. günü) ile yine Mina'da bayramın ikinci günü irâd edilen hutbelerin bütünüdür. Bu hutbe temel bir kanun olarak insanın hak ve vazifelerini özetlemektedir. Hz. Peygamber (asm) bu hutbeyi irâd ettikten üç ay sonra vefat ettiğine göre, bu Onun hakîkî vasiyyetidir.

Hz. Peygamber (asm), bu mahşerî kalabalıkta hutbesine başlamadan önce Cerir b. Abdillah vasıtasıyla sükûneti temin etmiş ve sahabilerinden Rebia b.Ümeyye gibi gür sesli münâdîler görevlendirerek konuşmasının cümle cümle tekrar edilip, uzaklara kadar duyulmasını temin etmiştir ki, bu teknik anlamda bir bakıma hoparlör teşkilatından yararlanmak demektir.


Hz. Peygamber (asm) hutbesine Allah'a hamd ve senâdan sonra: "Eyyühennas: Ey insanlar!" nidâsıyla başlamış ve önce dinleyenlerin dikkatini çekerek, oradan bütün dünyaya hitap etmiştir.

Bu hutbe, İslâmın temel konularına temas etmesi, cahiliyyet âdetlerinin ortadan kaldırılması, eşitlik, hürriyet, kan davâları, fâiz, emânet, özellikle insan hakları, âile hukuku içinde yer alan karı-koca hakları, vasiyet, nesep, zina, borç ve kefâlet gibi hukukî meselelere yer vermesi açısından oldukça önem taşır.

Hz. Peygamber (asm)'in bu hutbesi, yalnız Müslümanlara okunmuş sıradan bir hutbe olmayıp, bütün insanları kapsayan tarihî bir hutbe ve bir insan hakları evrensel beyannâmesidir.

Hutbede 7-8 yerde geçen ve parağraf başlarını oluşturan "Ey nâs: Ey insanlar!" kelimesi bu hutbenin veya bu beyannamenin evrensellik yönünü, yani bütün insanlara şâmil olma özelliğini ortaya koyar. Çünkü bu kelime ile Hz. Peygamber (asm), sadece huzurundaki Müslümanları değil, orada bulunmayan gayri müslim; hatta inançsız, Allah'ı tanımayan bütün insanlara seslenmeyi hedeflemiştir. Zira "nas" kelimesi mutlak bir sözcük olup, inananı, inanmayanı; müslimi, gayri müslimi, erkeği, kadını, orada bulunanı, bulunmayanı; hâsılı akıl sahibi bütün mükellefleri içine almaktadır. Dolayısıyla bu mesaj, o gün orada hazır bulunan insan kitlelerine mahsus değildi; bilakis bütün dünyaya duyurulacak açık bir davetti. Hz. Peygamber (asm), orada bulunanlardan, ilân ettiği prensipleri kabul ve tebliğ edeceklerine dair söz aldı. Ve üç ay sonra da irtihal buyurdu.(7)

Hz. Peygamber (asm) Veda Hutbesi'nde İslâm Dîninin âdetâ bir özetini vermiş gibiydi. Her konu, Allah, insan ve diğer varlıklar üçgeninde cereyan ediyordu. İnsanlar tarağın dişleri gibi eşit telâkkî edilmişlerdir. İnsanın kendi özüne, canına, malına, düşüncesine ve her şeyine dokunulmazlık getirilmiştir. Özetle bu hutbe, insanların kaybetmiş oldukları haklarını yeniden ortaya koymuştur.

Vedâ Hutbesinde diğer konular yanında, özellikle fert ve toplum hayatında son derece önemi olan şu hususlara dikkat çekilmiştir:

1. Herkesin can, mal ve namusu tecâvüzden korunmuştur.
2. Kimsenin, kimseye zarar vermeye hakkı yoktur.
3. Bütün Müslümanlar kardeştir.
4. Bütün borçlar iâde edilecek ve borç olarak alınanın dışında bir fazlalık (fâiz) ödenmeyecektir.
5. Kan dâvâları ve âdâleti şahsen yerine getirmek yasaklanmıştır.
6. Kadınlar, erkeklerin hayat arkadaşlarıdır, buna göre onlara iyi muâmele edilmesi emredilmiş, onların da tıpkı erkekler gibi mal ve mülke şahsî tasarruf hakları olduğu öngörülmüştür.
7. İnsanların ırk ve renk farkı gözetilmeksizin birbirine eşit oldukları belirtilmiştir.
8. Aile ve toplum hayatına zarar veren zina vb. davranışlar yasaklanmıştır.
9. Kur'an-ı Kerim'in, insanlara bir emânet olarak bırakıldığı ve sımsıkı sarılınması tavsiye edilmiştir.
10. Cahiliyyet döneminde Araplar arasında ihtilâf konusu olan gün, ay ve yıl hesaplamasına açıklık getirilmiş, çıkar için bazı ayların helâl, bazı ayların haram sayılması ve bunların yerlerinin değiştirilmesi yasaklanmış, bir yıl on iki ay olarak tespit edilmiştir. Ayrıca Mekke ve çevresinin kutsallığına işâret edilmiştir.
11. Emânetlerin, sâhiplerine mutlaka iâdesi vurgulanmıştır.

Vedâ Hutbesi'nin hukuk açısından insan haklarına getirdiği değerler açıktır. Dînî , ilmî, sosyal, idârî, siyâsî ve ailevî birtakım hak ve vazifeler getirmiştir. Bu hutbenin sosyolojik tarih açısından da önemi inkâr edilemez. Hz. Peygamber (asm) bu hitâbesinde cahiliyyet döneminin bütün âdet ve geleneklerini yıkmış, her biri bir devrim niteliğinde olan hak ve vazifelerle ilgili hükmünü bildirmiştir.

Bu hitabenin irad olunduğu gün, İslâmiyet, bütün kudret ve ihtişâmiyle, dünyaya hitap ediyor, cahiliyyet döneminin bütün karanlıklarıyla ve sapıklıklarıyla geçmiş ve kapanmış olduğunu bildiriyordu.
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

16 Eylül 2019 Pazartesi

KUR’ÂN-I KERİM’DE HZ. MERYEM’İN FAZİLETİ


Hazret-i Meryem, “İmran âilesi” olarak tanınan seçkin bir âileden gelir. Kullukta seçilmiş, bütün dünya kadınlarına üstün kılınmıştır. İbadette seçilmiş, Beyt-i Makdis hizmetine adanmıştır. Cebrâil -aleyhisselâm- ile konuşmuştur. Annelikte seçilmiş, oğlu kendine nisbetle anılmıştır.


“Rabbi, Meryem’e hüsn-i kabûl gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya’yı da onun bakımı ile vazifelendirdi…” (Âl-i İmrân, 37)

Rabb’i, onu seçip güzel bir bitki gibi yetiştirir. Nasıl ki bir bitkinin yetişmesi sadece su ile olmaz; ilgi, alâka ve bakım gerekir; Hazret-i Meryem’i de Cenâb-ı Hak bir bitkiye benzetmiştir. Ona iyi bir çevre hazırlar. Onu, kötü ahlâktan, günah ve küfürden uzak tutar. İman, tâat ve itaatte onu ilerletir.

“Hani melekler, «Ey Meryem! Allah seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı.» demişlerdi.” (Âl-i İmrân, 42)

“Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrahim âilesini (soyunu) ve İmrân âilesini (soyunu), birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı. Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Âl-i İmrân, 33-34)

Allah Teâlâ, Hazret-i Meryem’in etrafındaki dünyevî alâkaları bir bir alır. Önce baba, sonra anne; derken dünyaya ve hayata dair kalbî bağlar birer birer azaltılır. Hazret-i Zekeriyya’nın mânevî tedrisi ile de Meryem “üstün bir kadın olma” şerefine doğru ilerler. Babasız evlât sahibi olma ikram ve imtihanında gösterdiği teslîmiyet, seçilmişliğini bütün yönleriyle ortaya koyar.

Kaynak: Fatma Çatak, Şebnem Dergisi, Sayı: 158

http://www.islamveihsan.com/kuran-i-kerimde-hz-meryemin-fazileti.html
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

15 Eylül 2019 Pazar

HAZRETİ İSA (A.S.) NE ZAMAN DOĞDU?


Ayet ve hadisler ışığında Hz. İsa’nın (a.s.) doğumu…

Çocuğa hâmile kaldığı zaman üzüntüden sıkılıp bunalır Meryem Vâlidemiz… İçinde bulunduğu hâli, yalnız teyzesine açar. Teyzesi, Meryem onun yanına gelince onu kucaklar ve der ki:

“-Ey Meryem! Benim hâmile olduğumu hissettin mi?” Meryem de:

“-Peki, sen benim hâmile olduğumu bildin mi?”

Bunun üzerine başına geleni teyzesiyle paylaşır. Teyzesi de başka bir peygambere, Hazret-i Yahya’ya (a.s.) hâmiledir. Teyzesi, daha sonra Meryem’e:

“-Karnımdakinin, karnındakine secde ettiğini hissettim.” diyecektir.


HAZRETİ İSA’NIN (A.S.) DOĞUMU
Müfessir İbn-i Kesîr, Hazret-i Meryem’in (a.s.) her hâmile kadın gibi hamilelik müddetinin dokuz ay olduğu görüşündedir. Bu hususta farklı görüşler mevcut olmakta birlikte, Mü’minûn Sûresi’ndeki şu âyetler İbn-i Kesîr’in görüşünü doğrulamaktadır:

“Andolsun, Biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. Sonra bu az suyu, «aleka» hâline getirdik. Alekayı da «mudga» yaptık. Bu «mudga»yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allâh’ın şânı ne yücedir!” (el-Mü’minûn, 12-14)

Bu âyetin normal bir doğum için belirlenen safhaları anlattığını, Hazret-i Îsâ’nın (a.s.) doğumunun mûcizevî oluşu gibi annesinin hâmilelik müddetinin de mûcizevî şekilde çok kısa bir süre olduğu görüşünde olan âlimler de vardır. En doğrusunu Allah bilir.

Nihayet mescidin doğusuna “Beyt el-Lahm” tarafına gelir. Ve doğum başlar. Yalnızdır, Meryem… Şaşkındır. Sancılıdır. Ama en derin sancı, yüreğindeki sancıdır. Çünkü derin bir kaygı taşımaktadır. Âyet-i kerîmeler, onun bu hâlini bize şöyle tasvir eder:

“Böylece Meryem, çocuğa hâmile kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevk etti:

«-Keşke…» dedi, «Bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!»”
(Meryem, 22-23)

“Keşke!..” demektedir, Meryem. “Keşke unutulup gitseydim…” Bu sözü, doğum sancısından değil, içinde bulunduğu tedirginlikten dolayı söylemektedir. Çocuğu halktan nasıl gizleyecektir? Kime ne diyecektir? Bekârdır. Değil evlenmek, erkek yüzü bile nâdir görmektedir. Kavmi olan Yahudiler, ona türlü iftiralar atacak, onu belki de yaşatmak istemeyeceklerdir. İffetsizlikle suçlanacaktır. Yoksa bir kadın, evlâdını doğururken sancıdan kıvranır, türlü meşakkatler çeker, lâkin hiçbir zaman üzgün olmaz. Tatlı bir merak içinde olur. Ama Meryem öyle değildir.

HZ. MERYEM’İN SÜKUT ORUCU

Bunun üzerine (Cebrâil -aleyhisselâm-) ağacın altından ona şöyle seslendi:

“-Üzülme, Rabbin senin alt tarafında bir su arkı meydana getirdi. Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, sana taze, olgun hurma dökülsün. Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, «Şüphesiz ben Rahmân’a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım!» de.”(Meryem, 24-26)

Rabbi, onu ne güzel teselli etmiştir. Cebrâil’in -aleyhisselâm- kendisine seslenmesi, onun bir kerametidir. Bu sesle sâkinleşir, teselli olur Meryem… Susması emredilmektedir, ona. Dönemin Yahudi inancında “sükût orucu” vardır. İnsanlar günlerce susar, konuşmazlar. Ne de olsa zamanın Yahudileri fitnecidir. Peygamberlerini bile öldürecek kadar câhil ve gaddardır. Meryem, zaten doğumun verdiği yorgunluk ve bitkinlik içindedir. Konuşsa da ne söyleyecek, kimi, nasıl inandıracaktır? Bu sebeple o, Rabbi’nin emriyle susacaktır. Üç gün sükût orucu tutar.

Cenâb-ı Hak, doğum esnasında alt tarafından bir su arkı meydana getirmiş, böylece ona doğumu kolaylaştırmıştır. Doğar doğmaz lohusa anneye, taze hurma ikram etmiştir. Bugün modern tıbbın suda doğumu tavsiye ve teşvik etmesi, lohusa kadına taze hurma yedirilmesi elbette ki Kur’ânî bir hikmet ve hakikate de işaret eder.

Hazret-i Meryem’in o esnada dayandığı hurma ağacı kurumuş bir ağaçtır ve mevsim kıştır. O, Rabbine dayanmış, Rabbi ona kolaylıklar sağlamıştır. Ancak Rabbimiz, ilâhî bir ikramda bile kulundan gayret istemektedir. Kul, gücünün son noktasına kadar gayretini ortaya koyacak, Allah da o kuluna bol bol ikram ve ihsanda bulunacak!..

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre, Resûlullah şöyle buyurmuştur:

“Meryem ile oğlu dışında her âdemoğluna annesinden doğduğu gün şeytan dokunur.” (Müslim, Fedâil, 147)

Bu hususta farklı izah ve açıklamalar yapılmıştır. Özetle ifade olunan şudur: Şeytan her doğan çocuğu eller, tokatlar, rahatsız eder ve çocuk bu sebeple doğar doğmaz ağlar. Lâkin Meryem ve oğlu Îsâ’ya (a.s.) şeytan dokunmamıştır.

Kimi müfessirler, “Her âdemoğlu doğduğunda şeytan onu böğründen dürter. Ancak Meryem ve oğlu Îsâ böyle olmamıştır ve şeytan, onu dürtmeye geldiğinde hicâb (perde) ile kendisi dürtülmüştür.” demişlerdir.

YAHUDİLERİN İFTİRALARI

“Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler:

«-Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın! Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi!»

Bunun üzerine (Meryem, çocukla konuşun diye) ona işaret etti.

«-Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz?» dediler. Bebek şöyle konuştu:

«-Şüphesiz ben Allâh’ın kuluyum. Bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni bir peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübârek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır.» İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu Îsâ -hak söz olarak- budur.” (Meryem, 27-34)

BEBEĞİN KONUŞMASI İSRAİLOĞULLARI’NI ŞAŞKINA ÇEVİRDİ

Hazret-i Meryem, Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) kardeşi olan Hazret-i Hârun’un (a.s.) neslindendir. O dönemde yaygın kullanılan “kız kardeş” ifadesi ile ona nisbet edilmiştir. Hazret-i Meryem’in (a.s.) seçkin bir âileden geldiği hâlde zina ettiğini düşünürler İsrâiloğulları… Kendilerince bu durumu ona yakıştıramazlar. Hattâ onu taşlamak için ellerinde taşla konuşurlar Meryem’le… Lâkin bebeğin konuşması onları şaşkına çevirir. Beşikteyken konuşmuştur Îsâ bebek… Resûlullâh’ın haber verdiği “beşikte iken konuşan üç kişi”den biridir. Bu da bir kerametidir Hazret-i Meryem’in (a.s.)… Evlâdı, Allâh’ın izniyle konuşarak annesinin iffetini, tertemiz ve lekesiz oluşunu îlân edivermiştir.

“Allah, bir de iffetini sapasağlam koruyan ve bizim de kendisine rûhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdîk eden İmran kızı Meryem’i de (inananlara) örnek gösterdi. O itaat edenlerdendi.” (et-Tahrîm, 12)

“Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem’i de an!) Biz ona rûhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu, cümle âlem için bir ibret kıldık.” (el-Enbiyâ, 91)

Hazret-i Meryem (a.s.), nâmusunu “kale” gibi sapasağlam korumuştur. Fakat azgın İsrailoğulları, onu öldürmeye azmetmişlerdir. Beşikte konuşan bebeğe bile îtimatları yoktur. Materyalist bir toplum oldukları için Cenâb-ı Hak, onlara gözleri ile görecekleri müşahhas bir delil sunmuştur.

Hazret-i Meryem’e (a.s.) ve kucağındaki bu büyük mûcize olan bebeğe yaklaşamayan İsrâiloğulları, bir müddet sonra öfkelerini teskin etmek için mâsumiyetini çok iyi bildikleri Hazret-i Zekeriyya’ya (a.s.) yönelirler. O pâk nebî, gözlerini kan bürümüş bu topluluktan kaçar ve bir ağacın kovuğuna saklanır. Orada kendisini kıskıvrak yakalar ve testereyle ağacı keserek bu yüce peygamberi de şehid ederler.

KAVMİNDEN AYRILIK, MISIR VE ŞAM GÜNLERİ


Kavminin azgınlığı had safhadadır. Öfkelidirler. Kavimlerinin ileri geleni İmran’ın kızı, “babasız çocuk” dünyaya getirmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın ilhamıyla Hazret-i Meryem, kucağındaki oğluyla Mısır’a gider. Amcasının oğlu Yusuf en-Neccâr, onları bir merkebe bindirip götürür, bir tepeye yerleştirir. Âyette bu duruma işaretle:

“Meryem oğlunu (Îsâ’yı) ve annesini büyük bir mûcize kıldık ve her ikisini de oturmaya elverişli, akarsulu yüksek bir yere yerleştirdik.” (el-Mü’minûn, 50) buyrulur.

Hazret-i Meryem ve oğlu Îsâ (a.s.), Mısır’da 12 sene kalırlar. Daha sonra Şam’a giderek Nâsıra’ya yerleşirler. Hazret-i Îsâ, 30 yaşına gelene kadar burada kalır.

Otuz yaşına gelen Îsâ’ya Cebrâil (a.s.) ilk vahyi getirir. O, artık bir peygamberdir. Esmer, salınmış düz saçlı, orta boylu ve al yanaklıdır. Sîmâ olarak Allah Resûlü’nün bildirdiğine göre, sahâbeden Urve bin Mes’ud es-Sakafî’ye benzemektedir.

Ondan evvel Hazret-i Yahya (a.s.) bu kutlu vazifededir. Lâkin İsrâiloğulları ve Filistin valisi Herodos, Hazret-i Yahya’nın (a.s.) peşindedir. Zira o, onların hoşuna gitmeyen şeyler söylemekte, menfaatlerini bozmaktadır. Babası Zekeriyya Peygamber gibi, Yahya peygamberi de şehâdet beklemektedir. Hazret-i Îsâ (a.s.), tevhid mücadelesinde yalnız kalır.

HAZRET-İ MERYEM’İN VEFATI

Tarihî kayıtlar, Hazret-i Meryem’in (a.s.), oğlu Hazret-i Îsâ’nın (a.s.) göğe yükseltilmesinden sonra 6 sene daha yaşadığını bildirir. Kabrinin Kudüs’te veya Şam’da olduğu ifade edilir.

Allah, bu yüce vâlidemizin mekânını âlî eylesin, bizi de cennette kendisine komşu kılsın. Âmîn.

Kaynak: Fatma Çatak, Şebnem Dergisi, Sayı: 157

http://www.islamveihsan.com/hazreti-isa-ne-zaman-dogdu.html
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş

14 Eylül 2019 Cumartesi

KUR’AN’A GÖRE HAZRETİ İSA VE HAZRETİ MERYEM’İN HAYATI


Îsâ -aleyhisselâm-, İsrâiloğulları’na gönderilen peygamberlerin sonuncusudur. Peygamberlerin en yüceleri olan ve kendilerine “ülü’l-azm” denilen beş peygamberden biridir.


Cenâb-ı Hak, Hazret-i Îsâ’nın doğumunu müjdelerken O’nun dünyada ve âhirette şerefli ve îtibarlı, Allâh’a yakın ve sâlih bir kul olacağını haber vermiştir. (Bkz. Âl-i İmrân, 45-46)

Îsâ -aleyhisselâm-, Allâh’ın izniyle daha beşikteyken konuştuğunda şu ulvî vasıflara dikkat çekmiştir:

“Ben, Allâh’ın kuluyum! O, bana Kitâb’ı verdi ve beni peygamber yaptı! Nerede olursam olayım, O beni mübârek kıldı. Hayatta kaldığım müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı(hayırlı bir evlât) kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.” (Meryem, 30-32)

Hazret-i Îsâ’ya otuz yaşında peygamberlik verildi. O da he­men vazifesini yapmaya başladı. Bu uğurda pek çok çilelere katlandı. Otuz üç yaşına geldiğinde yahudîler tarafından öldürüleceği sırada Cenâb-ı Hak O’nu semâya yükseltti.

HAZRET-İ MERYEM

Hazret-i Meryem, çok genç yaşta kendisini ibadete ve hizmete adaması, iffeti, sabrı ve Allâh’a teslîmiyeti ile en güzel bir numûne-i imtisâldir. O, Allâh’ın rızâsına ve türlü izzet ü ikramlarına nâil olmuş bir genç kızdır. Allah Teâlâ’nın terbiyesi ve Hazret-i Zekeriyyâ’nın himâyesi altında zarif bir çiçek gibi yetişmiştir. Daha dünyadayken cennet nîmetlerine nâil olmuş, Cebrâil -aleyhisselâm-’ı görmüş ve mûcizevî bir doğumla büyük bir peygamberin annesi olmak şerefine ermiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen tek hanım odur. İsmi Kur’ân-ı Kerîm’in 34 yerinde geçmektedir.

Annesi, Hazret-i Meryem’i dünyaya getirdiğinde onu ve zürriyetini şeyta­nın şerrinden koruması için Allâh’a sığındı.[1] Demek ki her işte ve dâimâ Allâh’a sığınmak gerekmektedir.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“İffetini korumuş olan İmran kızı Meryem’i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona rûhumuzdan üfledik, o da Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti ve gönülden itaat edenlerden oldu.” (et-Tahrîm, 12; el-Enbiyâ, 91)

Hazret-i Meryem, gece gündüz ibadet ederdi. İsrâiloğulları arasında takvâsıyla tanınmıştı. Hattâ kendisinden kerâmetler zuhûr etmeye başlamıştı. Kur’ân’da “sıddîka” diye medhedilmiştir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Hani melekler demişlerdi: «–Ey Meryem! Allah seni seçti, tertemiz yarattı ve bütün dünya kadınlarına üstün tuttu. Ey Meryem! Rabbine ibadet et, secdeye kapan ve rükû edenlerle birlikte rükûya var!»” (Âl-i İmrân, 42-43)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Meryem hakkında şöyle buyurmuştur:

“İmran kızı Meryem, zamanında dünyada bulunan kadınla­rın en hayırlısıdır. Bu ümmetin kadınlarının en hayırlısı da Hatîce’dir.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 69)

Hâsılı Cenâb-ı Hak, Hazret-i Îsâ’yı ve annesi Hazret-i Meryem’i yaşadıkları temiz, iffetli ve Allâh’a itaatle dolu hayatları sebebiyle kudretine bir alâmet kılmıştır. (Bkz. el-Mü’minûn, 50)

[1] Bkz. Âl-i İmrân, 36.

http://www.islamveihsan.com/kurana-gore-hazreti-isa-ve-hazreti-meryemin-hayati.html
at 09:00 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa
Kaydol: Kayıtlar (Atom)

Bu Blogda Ara

Öne Çıkan Yayın

ŞÜKÜR SECDESİ

BİR NİMETE KAVUŞUNCA VEYA BİR SIKINTIDAN KURTULUNCA ŞÜKÜR SECDESİ YAPMANIN İYİ BİR DAVRANIŞ OLDUĞU Hadisler 1161. Sa`d İbni Ebû Vakkâs radıy...

Blog Arşivi

  • ►  2025 (308)
    • ►  Haziran 2025 (49)
    • ►  Mayıs 2025 (54)
    • ►  Nisan 2025 (30)
    • ►  Mart 2025 (96)
    • ►  Şubat 2025 (34)
    • ►  Ocak 2025 (45)
  • ►  2024 (264)
    • ►  Aralık 2024 (32)
    • ►  Kasım 2024 (30)
    • ►  Ekim 2024 (31)
    • ►  Eylül 2024 (31)
    • ►  Ağustos 2024 (29)
    • ►  Temmuz 2024 (29)
    • ►  Haziran 2024 (10)
    • ►  Mayıs 2024 (12)
    • ►  Nisan 2024 (7)
    • ►  Mart 2024 (4)
    • ►  Şubat 2024 (17)
    • ►  Ocak 2024 (32)
  • ►  2023 (271)
    • ►  Aralık 2023 (21)
    • ►  Kasım 2023 (13)
    • ►  Ekim 2023 (26)
    • ►  Eylül 2023 (23)
    • ►  Ağustos 2023 (24)
    • ►  Temmuz 2023 (22)
    • ►  Haziran 2023 (35)
    • ►  Mayıs 2023 (35)
    • ►  Nisan 2023 (2)
    • ►  Mart 2023 (19)
    • ►  Şubat 2023 (28)
    • ►  Ocak 2023 (23)
  • ►  2022 (294)
    • ►  Aralık 2022 (31)
    • ►  Kasım 2022 (30)
    • ►  Ekim 2022 (31)
    • ►  Eylül 2022 (28)
    • ►  Ağustos 2022 (24)
    • ►  Temmuz 2022 (18)
    • ►  Haziran 2022 (28)
    • ►  Mayıs 2022 (24)
    • ►  Mart 2022 (27)
    • ►  Şubat 2022 (22)
    • ►  Ocak 2022 (31)
  • ►  2021 (299)
    • ►  Aralık 2021 (31)
    • ►  Kasım 2021 (27)
    • ►  Ekim 2021 (31)
    • ►  Eylül 2021 (27)
    • ►  Ağustos 2021 (27)
    • ►  Temmuz 2021 (17)
    • ►  Haziran 2021 (19)
    • ►  Mayıs 2021 (13)
    • ►  Nisan 2021 (2)
    • ►  Mart 2021 (53)
    • ►  Şubat 2021 (23)
    • ►  Ocak 2021 (29)
  • ►  2020 (296)
    • ►  Aralık 2020 (29)
    • ►  Kasım 2020 (29)
    • ►  Ekim 2020 (26)
    • ►  Eylül 2020 (29)
    • ►  Ağustos 2020 (18)
    • ►  Temmuz 2020 (24)
    • ►  Haziran 2020 (31)
    • ►  Mayıs 2020 (4)
    • ►  Nisan 2020 (19)
    • ►  Mart 2020 (28)
    • ►  Şubat 2020 (26)
    • ►  Ocak 2020 (33)
  • ▼  2019 (292)
    • ►  Aralık 2019 (32)
    • ►  Kasım 2019 (25)
    • ►  Ekim 2019 (29)
    • ▼  Eylül 2019 (23)
      • Elbise İle Namaz Kılmanın Farz Oluşu
      • Secdenin Tamamlanmaması
      • Mest İle Namaz Kılmak
      • Ayakkabı İle Namaz Kılmak
      • KÜÇÜK NOTLARIM (35) :KALPLERİN MÜHÜRLENME NEDENİ
      • Resulüllah’ı sevmede aşırılık olur mu?
      • Davetin esasları, yeni Mutezile ve yeni Hariciler-...
      • Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Faruk Beşer
      • İnsanın Yüklendiği Emanet Nedir?
      • ZULÜM
      • Sıla-ı rahim
      • İslamiyet'te kişisel hak ve özgürlükler (Müslümanl...
      • KUR’ÂN-I KERİM’DE HZ. MERYEM’İN FAZİLETİ
      • HAZRETİ İSA (A.S.) NE ZAMAN DOĞDU?
      • KUR’AN’A GÖRE HAZRETİ İSA VE HAZRETİ MERYEM’İN HAYATI
      • HZ. MERYEM’İN (A.S.) MABED GÜNLERİ
      • HZ. ZEKERİYA (as) HAYATI
      • TEVBE SÛRESİ 128.- 129. ayetlerin tefsiri
      • Kadının İhtilam Olması
      • Ölünün evinde yemek yemek doğru mudur?
      • Hac zamanında eşle ilişki, ihramda dikişli terlik ...
      • Kadınların kabir ziyareti yapması, ilgili hadisler
      • Peygamberimizin (sas) Öptüğü Eller
    • ►  Ağustos 2019 (18)
    • ►  Temmuz 2019 (25)
    • ►  Haziran 2019 (22)
    • ►  Mayıs 2019 (3)
    • ►  Nisan 2019 (26)
    • ►  Mart 2019 (29)
    • ►  Şubat 2019 (29)
    • ►  Ocak 2019 (31)
  • ►  2018 (297)
    • ►  Aralık 2018 (31)
    • ►  Kasım 2018 (30)
    • ►  Ekim 2018 (25)
    • ►  Eylül 2018 (21)
    • ►  Ağustos 2018 (40)
    • ►  Temmuz 2018 (31)
    • ►  Haziran 2018 (23)
    • ►  Mayıs 2018 (15)
    • ►  Nisan 2018 (20)
    • ►  Mart 2018 (30)
    • ►  Şubat 2018 (21)
    • ►  Ocak 2018 (10)
  • ►  2017 (223)
    • ►  Aralık 2017 (32)
    • ►  Kasım 2017 (30)
    • ►  Ekim 2017 (26)
    • ►  Eylül 2017 (26)
    • ►  Ağustos 2017 (22)
    • ►  Temmuz 2017 (19)
    • ►  Mayıs 2017 (11)
    • ►  Nisan 2017 (13)
    • ►  Mart 2017 (19)
    • ►  Şubat 2017 (12)
    • ►  Ocak 2017 (13)
  • ►  2016 (174)
    • ►  Aralık 2016 (9)
    • ►  Kasım 2016 (14)
    • ►  Ekim 2016 (16)
    • ►  Eylül 2016 (14)
    • ►  Ağustos 2016 (27)
    • ►  Temmuz 2016 (21)
    • ►  Haziran 2016 (3)
    • ►  Mayıs 2016 (12)
    • ►  Nisan 2016 (13)
    • ►  Mart 2016 (14)
    • ►  Şubat 2016 (16)
    • ►  Ocak 2016 (15)
  • ►  2015 (155)
    • ►  Aralık 2015 (12)
    • ►  Kasım 2015 (16)
    • ►  Ekim 2015 (12)
    • ►  Eylül 2015 (13)
    • ►  Ağustos 2015 (24)
    • ►  Temmuz 2015 (7)
    • ►  Haziran 2015 (7)
    • ►  Mayıs 2015 (14)
    • ►  Nisan 2015 (11)
    • ►  Mart 2015 (12)
    • ►  Şubat 2015 (11)
    • ►  Ocak 2015 (16)
  • ►  2014 (160)
    • ►  Aralık 2014 (13)
    • ►  Kasım 2014 (13)
    • ►  Ekim 2014 (8)
    • ►  Eylül 2014 (13)
    • ►  Ağustos 2014 (14)
    • ►  Temmuz 2014 (3)
    • ►  Haziran 2014 (10)
    • ►  Mayıs 2014 (12)
    • ►  Nisan 2014 (12)
    • ►  Mart 2014 (28)
    • ►  Şubat 2014 (16)
    • ►  Ocak 2014 (18)
  • ►  2013 (144)
    • ►  Aralık 2013 (18)
    • ►  Kasım 2013 (21)
    • ►  Ekim 2013 (21)
    • ►  Eylül 2013 (18)
    • ►  Ağustos 2013 (8)
    • ►  Temmuz 2013 (10)
    • ►  Haziran 2013 (5)
    • ►  Mayıs 2013 (7)
    • ►  Nisan 2013 (17)
    • ►  Mart 2013 (14)
    • ►  Şubat 2013 (5)

En çok okunan Yayınlar

  • EVLATLARIMIZ İÇİN GÜZEL BİR DUA
    “Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim" Bismillahirrahmanirrahim Allahım ! Bizlere hayırlı evlatl...
  • Zaruriyat,Haciyat,Tahsiniyat
    "Celb-i Menfaat ve def'i mefsedet" Duruma ve ortama uygun olan iş, insanların yararına ve çıkarına olan davranış, hayra ve sal...
  • VAHŞİ Radıyallahu Anh'a İNEN 3 AYET
    Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn....
  • DÜŞMANA KARŞI OKUNACAK DUALAR
    Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn....
  • 95- Tin Sûresi-Hakkında-Nuzülü-Konusu
    Hakkında Mekke döneminde inmiştir. 8 âyettir. Tîn, incir demektir Nuzülü Mushaftaki sıralamada doksan beşinci, iniş sırasına göre yirmi seki...
  • BELA VE MÜSİBETE UĞRAYAN NE YAPABİLİR?
    Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn....
  • 98- Beyyine Suresi - 6-8 . Ayet Tefsiri
                      Eûzu billahi mineş şeytânirracîm                   Bismillahirrahmanirrahim ﴾6﴿ Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden hakkı inkâ...
  • 98- Beyyine Suresi - 1-3 . Ayet Tefsiri
                      Eûzu billahi mineş şeytânirracîm                   Bismillahirrahmanirrahim ﴾1-2﴿ Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden hakkı in...
  • 95- Tîn Suresi - 7 . Ayet Tefsiri
                      Eûzu billahi mineş şeytânirracîm                   Bismillahirrahmanirrahim ﴾7﴿ Artık bu kanıtlardan sonra (ey insan!) san...
  • 98-Beyyine Suresi - 5 . Ayet Tefsiri
                      Eûzu billahi mineş şeytânirracîm                   Bismillahirrahmanirrahim ﴾5﴿ Halbuki onlara, Allah’a kulluk etmeleri, H...

Translate

Filigran teması. Blogger tarafından desteklenmektedir.