30 Eylül 2018 Pazar
Cuma namazı ve işçiler, cuma vaktindeki kazanç, zorla ibadet
Soru:
Cuma günü namaz çağrısı yapıldıktan sonra alışverişi terk ederek namaza koşmak emrediliyor. Binlerce işçinin çalıştığı bir fabrikam var. İşçilerimi namaz kılmak için serbest bırakıyorum. Bir kısmı namaza gidiyor, bir kısmı ise gitmiyor ve fabrika çalışmaya devam ediyor. Gidenlerden herhangi bir ücret kesilmiyor, kalanlar namaz vaktinde camiye gitmektense çalışmayı tercih etmiş oluyorlar. Bu durumda, namaza gitmeyip fabrikada kalan işçilerin ürettiği değer ve kazanç benim için helal olur mu?
(Bu soruyu dün akşam ...sahibi sordu. Vaiz ve Ezher'den doktoralı ... hocamız var. Mecliste o da vardı. ... Hoca tereddüt etti, "Siz ne dersiniz" dedi. Ben, bunu Hayrettin Hocam'a soralım dedim. Bazı arkadaşlar, "Aslında burada namaza gidene teşvik var" dediler. Daha sonra ... Hoca "Aslında namaza gitmeyenlerin ayrıca para kesmek vs. gibi şekillerde cezalandırılabileceğinden" söz etti. "Zorla namaz kıldırılır mı?" dedim. "Evet, şeriatte zorla namaz kıldırılır... " dedi.
Sonra ben "Şöyle düşünebilir miyiz" dedim: "Ben işçinin 8 saatlik emeğini kiralıyorum, sonra da bu vakit içerisinden namaz kılacağı vakitleri kendisine bağışlıyorum. Bu işçi bir bî-namaz değil bir kafir de olabilirdi. Köleliği kaldırmamış olsak kafir bir köle de olabilirdi. Kafir kölenin kazancı -Allah'a isyan etmesiyle birlikte- helal oluyorsa, bî-namaz işçinin kazancı da helal olmaz mı?"
... Hoca da: "Şeriat kafiri olduğu gibi kabul eder ve ahkamını ona göre yürütür; halbuki bir Müslüman namaz kılmaya mecburdur. Bu, ona kıyas edilemez" dedi. Sonra "hatta başı açık hanımların çalıştırılmasında da aynı mahzur sözkonusu olabilir; ama meseleyi daha geniş çapta da ele almak lazım; başı açık hanım çalıştırmazsanız da irtica var deyip ticaretinize engel olabilirler" dedi.
Mesele burada kaldı. Asıl sorudaki cuma vaktinde çalışan işçinin kazancı meselesine başı açık çalışan işçinin kazancı meselesi de eklenmiş oldu. Hatta bir arkadaş, "İşçinin ne durumda olduğunu bilemeyiz ki, kimisi içkili olabilir, kimisi cenabet olarak gelip çalışır, bu işvereni ilgilendirmez" dedi. Bir de içkili işçinin kazancı gibi bir mesele çıktı.
Cevap:
Güzel bir tartışma, laik düzende dini yaşamanın bazı problemlerini canlı olarak yansıttığı için de önemli.
İbadeti ihmal ederek, onu yapacak zaman içinde dünyalık için çalışan kimsenin kazancı helal olur mu? Bu sorunun cevabını Cuma örneğinden yola çıkarak bulmaya çalışalım:
Beş vakit namazını kılmayan bir kimse düşünelim, misal olarak da bir öğle namazını alalım; namazını kılınabileceği son zaman dilimine kadar bu kişinin kazandıklarına -genel olarak namazı kılmaması bakımından- haram diyemeyiz. Öğle namazının farzının kılınabileceği son zaman diliminde kazandığına gelince, Cuma namazı için söyleneni burada kıyasa esas olarak almak suretiyle "Haramdır" deriz. Çünkü, Cuma namazına çağırılınca buna gitmeyip çalışan ve kazanan kimsenin -yaptığı hukuki tasarrufların geçerli olup olmadığı tartışmalı olmakla beraber- kazancının haram olduğuna ittifakla hükmedilmiştir. Burada işin kendisi helal/mübah olsa bile, belli bir vakitte yapılması haram kılındığı için, haram olan bir işle elde edilen kazanç da haram olmaktadır.
İş yeri sahibinin sorumluluğuna gelelim:
Bazı işler vardır ki, ertelenmesi, durdurulması büyük zarar ve güçlüklere yol açar. Böyle bir iş söz konusu olduğunda iş sahibi, çalışanların günlük namazlarını kılabilmeleri için tedbir almakla yükümlüdür. Aynı zamanda mümkün oluyorsa Cuma günü, bu namaz ile yükümlü olmayanlardan yararlanmak, onlarla fabrikanın çalışmasını sağlamak, diğerlerinin Cuma'ya gitmelerine imkan hazırlamak mecburiyetindedir. Eğer bu da mümkün olmuyorsa -işin durdurulamaz olması- Cuma ve cemâatin terkini mübah kılan mazeretlerden biri olarak değerlendirilir. Bu takdirde, Cuma'ya gidemeyenler öğle namazını kılarlar.
İşyeri sahibi ve sorumlusu gerekli tedbirleri aldığı ve yükümlü olanlara namazların kılma imkanını sağladığı halde namaz kılmayanların, yaptıklar işten hasıl olan üretim ve kazanç işverene haram olmaz; çünkü namazın terkinde onun bir etkisi ve katkısı yoktur.
Namaz kılmayanların çeşitli yaptırımlarla buna mecbur edilmesi konusu, üzerinde iyi düşünülmesi gereken çok yönlü bir konudur. Meseleye ibadet kavramı açısından baktığımızda zorla yapılan bir hareketin ibadet olduğunu söyleyemeyiz. Zor ve baskı altında iman edenin, imandan çıktığını söyleyenin bu davranış nasıl gerçekte "imana girme veya ondan çıkma" sonucu doğurmuyorsa, zorla ibadet eden de ibadet etmiş olmaz; çünkü ibadette belli hareketler yetmez, bunların özgür bir irade ile Allah'a ibadet niyetiyle yapılmış olması gerekir.
Meseleye "emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker: İslam'a göre iyi ve gerekli olanlar yaptırma, kötü ve günah olanı yaptırmama çabası/ödevi" açısından baktığımızda, bazı mezheplerde olduğu gibi "farz namazları cemaatle kılmak da farzdır" diyenlere göre bütün erkekleri, beş vaktin ezanı okununca camiye gitmeye zorlamak gerekli olur. Cuma namazı bütün mezheplere göre -meşru mazereti bulunmayan- erkeklere farz olduğu için yükümlü olanları buna da zorla göndermek gerekir. Ancak zorlamayı kim yapar" sorusu da önemlidir. Dil ve gönül yoluyla insanları iyiye sevketme ve kötüden engelleme -eğer daha önemli bir zarar doğurmuyorsa- bütün müslümanların vazifesidir. Bunun dışında yaptırım uygulayarak sevketme işi kamu otoritesine aittir, sıradan insanların ödevi değildir. Bugün Türkiye'de kamu otoritesi böyle bir zorlamayı ve yaptırımla farz ibadete sevketmeyi ödev bilmek şöyle dursun, laikliğe aykırı olduğu için şiddetle reddeder ve engeller.
İşveren namaz kılmayanların ücretini kesemez; böyle bir hakkı -emeğin hakkını dini bir ceza olarak vermeme hakkı- yoktur.
Namaz kılmayan, başını örtmeyen müslümanlara iş vermemek, onların bu yüzden örtünmelerini veya namaz kılmalarını sağlamaz; yani yaptırım olarak kullanılan "iş vermeme" tedbiri amacına ulaşmaz. Böyle yapmak yerine müslümanların bu kimselere de şefkat, merhamet ve iyi niyetle muamele etmeleri, iş vermeleri, maddi ve manevi ihtiyaçların gidermelerine yardımcı olmaları zaman içinde onların toparlanmalarına, bazı kusurları üzerinde yeniden düşünmelerine, iyi örneklerden etkilenmelerine sebep olabilir.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00048.htm
29 Eylül 2018 Cumartesi
Namaz vakitleri, namazların birleştirilmesi
Soru:
Din adına konuştuğunu söyleyen bazı şahıslar beş vakit namaz hakkında şüpheye düşürücü şeyler söylüyorlar. Sizin bu konuda ve namazların birleştirilerek kılınması konusunda görüşünüz nedir?
Cevap:
Beş namaz beş vakitte kılınır.
Bazı konular bıkılmadan, usanılmadan tekrar tekrar tartışılıyor; bunlardan biri de namaz vakitleridir. Sünnî İslam'da, olağanüstü ve olağan dışı durumlar haricinde, beş farz namazın beş vakitte kılındığında şüphe yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) ve ashâbının uygulamaları bilinmektedir; bu uygulama, "yolculuk, tehlike, sıkıntılı durumlar haricinde" beş vakit namazın, bugün de bildiğimiz kıldığımız beş ayrı vakitte kılınması şeklinde olmuştur. İlgili âyet ve hadisleri yorumlarken, bunlardan hüküm çıkarırken bu yaygın ve devamlı uygulamanın göz ardı edilmemesi gerekir. Kur'an-ı Kerim'de -hadislerde olduğu kadar açık olmasa da- beş vakte şöyle işaret edilmiştir:
"Gündüzün güneşin gün ortasını aşmasından gecenin karanlığına kadar namaz kıl; bir de sabah namazını; çünkü sabah namaz şahitlidir" (İsra: 17/78). İsrâ sûresinin buraya kadarki kısmında umumiyetle ulûhiyet, âhiret ve peygamberlikle ilgili inanç konuları üzerinde durulmuştur. Burada ise ibadetlerin en önemlisi kabul edilen namaz konusuna geçilmektedir. Tefsirlerde genellikle namazın farz kılındığı İsrâ olayının ardından inen sûrenin bu âyetinde beş vakit namaza işaret edildiği belirtilmektedir.
Âyet metnindeki "dülûk", güneşin bir günde izlediği farazi çemberi dönerken gündüz vakti en yüksek noktayı geçerek batmaya yönelmesidir. Gün ortasından başlayarak çemberin dörtte üçlük kısmını tamamlaması diye de açıklanmıştır ki bu da ikindi vaktidir. Ayrıca günbatımı için de kullanılmıştır (İbn Âşûr, XV, 182). Sonuç olarak müfessir İbn Âşûr'a göre "dülûkü'ş-şems" deyimi, öğle ikindi ve akşam vakitlerini içermektedir. Nitekim "ilâ" edatının da bu deyimin birden fazla vakti içerdiğine işaret etmektedir.
Müfessir Şevkânî bu deyimin anlamı konusundaki üç görüşü şöyle sıralar: a) Zeval vakti (Fahreddin Râzî'ye göre bu çoğunluk görüşüdür; XX, 25); b) Günbatımı, c) Güneşin zevalinden batımına kadar geçen süre (İbn Âşûr'un da bu görüşü benimsediğini görmüştük).
Âyet metnindeki "gasak" karanlık demektir, şafağın tamamının kaybolduğu yatsı vaktini ifade eder; "kur'ânü'l-fecr" ise sabah namazına işaret eder. Ayrıca bu deyimin, namaz içinde Kur'an okunması gerektiğini de ima ettiği, bu bütün namazlar için gerekli olmakla birlikte burada sabah namazının örnek olarak anıldığı, nitekim Hz. Peygamber'in uygulaması uyarınca sabah namazında daha fazla Kur'an okunduğu belirtilmektedir.
Sonuç olarak Fahreddin Râzî'nin şu görüşü tercihe şayan görünmektedir (XX, 27): Âyette başlıca üç vakit zikredilmiştir;"dülûkü'ş-şems" öğle ve ikindiyi, "gasaku'l-leyl" akşamı ve yatsıyı, "kur'ânü'l-fecr" de sabah namazını ifade etmektedir. Öğle ile ikindinin ve akşamla yatsının bir arada anılması, sıkışık durumlarda bu namazların cem edilebileceğini (öğle ile ikindi, akşamla da yatsı birleştirilerek dört namazın iki vakitte kılınabileceğini) göstermektedir.
Yolculukta ve sıkışık durumlarda namazların, sırası bozulmadan birleştirilerek kılınmasına izin verilmiş olması, beş farz namazın vakitlerinin belli olmaması veya değiştirilmesi mânasına gelmez. Normal hallerde beş farz namaz beş ayrı vakitte kılınacaktır. Bazı mezheplerde namazların, olağan dışı hallerde de birleştirilmesi caiz görülmemiştir. Bu konuda, ilgili hadislere dayanarak en geniş yorumu yapan ve birleştirmeyi, yolculuk dışında da caiz gören alimler de bunun mutad hale getirilmesini, böylece beş vakit namazın vakitlerinin değiştirilmesini caiz görmemişlerdir.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00047.htm
28 Eylül 2018 Cuma
Namazda gülenin hem namazı hem de abdesti bozulur mu?
Soru:
Kendisi duyacak kadar namazda gülenin hem namazı hem de abdesti bozulur deniyor; bu ne demektir?
Cevap:
"Kendisi duyacak kadar" demek, güldüğünde çıkardığı sesi, fısıltıyı kulağının duyması demektir.
Gülmenin abdesti bozacağını Hanefî müctehidleri söylüyor, bu konuda naklettikleri hadis sahih olmadığından gülmekle abdest bozulmaz diyen çoğunluk isabet etmiştir; namazda gülmekle abdest bozulmaz. Namazda gülmekle namazın bozulması için de gülmenin tebessüm veya kısık sesle (hafif, az) olmayıp aşır olması gerekir. Etraftan duyulacak ve "namazda olamaz" denecek kadar gülenlerin namazları bozulur, yeniden niyet edip namaza durmaları gerekir.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00046.htm
27 Eylül 2018 Perşembe
Mazereti bulunmadan namazı terk edenler dinden çıkarlar mı?
"Hiçbir mazereti olmadığı halde namazı terkeden kâfir olur" mealinde bir hadis var, ama burada geçen "kâfir olur" sözü, "Allah'a şükür vazifesini terketmiş, nimetlerine şükretmemiş (küfrân-ı ni'met etmiş) olur şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü ehl-i sünnet inancına göre iman, kalben onaylama ve kabullenmedir, bu ortadan kalkmadıkça insan kâfir olmaz; yani dinden çıkmaz.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00045.htm
26 Eylül 2018 Çarşamba
Kürtajla ilgili sorular
Soru:
Cenine ruh ne zaman üflenir?
Cevap:
Cenine ruh üflenmesi hakkındaki hadislerde ıztırab (farklı tespitler) var. 40, 41,45 gün sonra rivayeti de var, üçüncü kırk günden sonra rivayeti de var. Bu sebeple o hadislere dayanarak süre belirlemek ilmi olmaz. Ayrıca ve daha önemlisi "ruhun üflenmesi" ile canlı olmak arasında bir ilişki yoktur. Bu ruh, can vermek, canlandırmak manasında değildir, insanın ilâhî (Allah'tan gelen ve insanları O'na çeken) bir manevi, ruhî unsura sahip olması manasındadır.
Soru:
Size göre cenine ruh üflenmeden önce kürtaj caiz midir? Caizse hangi şartlarla ve hangi durumlarda?
Cevap:
Cenin canlıdır, doğduktan sonra genetik ve biyolojik olarak nasıl bir insan olacağı daha embriyo ve zigot iken bellidir. Cenini öldürmek, insan öldürmek demektir. Sadece doğmadan önce öldürüldüğü için dünyevi cezası daha hafiftir.
Soru:
Cenine ruh üflendikten sonra kürtaj caiz midir? Caiz ise hangi durumlarda?
Cevap:
Önce bile caiz olmadığına göre üflendikten sonra hiç caiz olmaz.
Soru:
Evlilik dışı ilişkiler sonucu oluşan cenin alınabilir mi?
Cevap:
Böyle bir ilişkiden meydana gelen çocuğun suçu ve günahı yoktur, öldürülmeyi hak etmez. Öldürmek cinayet olur.
25 Eylül 2018 Salı
UYDURMA HADİS MESELESİ
“Sayın Sifil, Recm ile ilgili düşüncelerinizi okudum. Yazık diyorum. Demek ki insan çok okumakla alim olmuyor. Bence insanların analiz yeteneği, kıyas ve hissedebilme gücü çok önemli. Allah Kur’an’da zinanın cezasını çok açık vermiş. Yok ayet nesh oldu, vardı da keçi yedi; ne gerek var bunlara? Allah Kur’an’ın indirildiği gibi kıyamete kadar korunacağını söylemiyor mu? Bir Peygamberin sözleri nasıl vahiy olabilir? Tabi ki yücelerin yücesi insanlardır, bunları kimse tartışmaz. Ama neredeyse Allah’la mukayese edeceğiz yüceltmek için. Bu iş insanı sakata götürür kesinlikle. Eğer Peygamberimiz recm uygulamışsa bile bunu yahudi toplumuna uygulamış olabilir. Sanıyorum Hadis alimi olduğunuz için Peygamberimizden gelen (geldiği ?) varsayılan her şeye temkinli yaklaşıp, olabilir diyorsunuz. Herkes bu hadislere binlerce uydurma karıştığını biliyor ve söylüyor. Şunu lütfen iyi anlamalıyız, Kur’an tek ve yegane doğrudur, Kur’an’la çelişebilecek herşey yalandır. Yorumlarınızda ayetlere atıfta bulunursanız daha iyi olur. Saygılar.”
Okuyucumun –iyi niyetle yapıldığından şüphe duymadığım– bu yorumlarında Kur’an ve Sünnet’i “okuma” konusunda bir problem bulunduğunu söylemeliyim. Sünnet’in hücciyyeti bağlamındaki tartışmalardan ve konuyla ilgili delillerden burada sarf-ı nazar edeceğim. Zira konunun ilgilileri, bu tartışmanın karşılıklı argümanlarını zaten biliyor. Hatta Sünnet’in hücciyyeti tartışmasının bir anlamda “sıktığı”nı da söylemek mümkün…
Ancak hiç olmazsa şu basit soruların cevabını “net” olarak vermek durumundayız:
1. Kur’an’ın neresinde mü’minlerin uymakla yükümlü bulunduğu yegâne kaynağın Kur’an olduğu ve bunun da 6.600 küsür ayetin tekil normatif/somut ahkâmından ibaret olduğu kaydedilmiştir?
2. Kur’an’ın pek çok ayetinde “Allah’a itaat” yanında “Resul’e itaat”in de ayrıca vurgulanmasının manası nedir?
3. Eğer zina suçunun cezası Kur’an’da zikredilen “celde”den ibaret ise, Hz. Peygamber (s.a.v) hangi yetkiyle Kur’an dışına çıkarak, Yahudiler’e recm cezası uygulamıştır?
4. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, “dinin tebliğ ve uygulaması” bağlamındaki sözleri vahiy kaynaklı değilse Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından “murad-ı ilahî”ye uygun beyan edildiğinden nasıl emin olacağız?
5. “Kur’an’ın korunmuşluğu” ne anlama gelmektedir? Eğer Kur’an ahkâmının uygulamasında Kur’an dışına çıkılmışsa –ki Hz. Peygamber (s.a.v) dönemi de dahil olmak üzere gerek recmin, gerekse Sünnet’le sabit diğer ahkâmın tarih boyunca uygulandığını kimse inkâr edemez–, ayetlerinin lafzî olarak korunması, Kur’an’ın “korunduğu”nu söylemek için yeterli midir?
6. “Kur’an’ın korunmuşluğu” da bu Ümmet vasıtasıyla olmamış mıdır? Aklî bir ihtimal olarak bu Ümmet’in –hem de iddia edildiğine göre Kur’an ahkâmının dışına fiilen çıkabilmişken– onun lafzını da değiştirivermesi mümkün değil miydi?
7. Allah Teala Kur’an’ı bu Ümmet’in ezberleyip nesilden nesile aktarması yoluyla koruduğuna göre, onun ahkâmının da bu yolla korunduğunu söylemenin engeli nedir?
8. Şu “binlerce Hadis uydurulduğu” iddiasının aslı nedir? Hadis rivayetlerine güvenmeyenlerin, –Hadis uydurulduğu konusundaki haberler de neticede birer “rivayet” olduğu halde– bunlara güvenmesinin mantığı nedir? Ve bu “binlerce” uydurma rivayet nerededir? Mevzu Hadisler konusunda kaleme alınmış eserlere baktığımızda ancak “yüzlerle” ifade edilebilecek sayıda uydurma hadis metniyle karşılaşıyoruz. Nerede bu “binlerce” uydurma hadis?
9. Eğer burada, ulemanın sahih ve hasen olduğunu söylediği rivayetler içinde de külli miktarda uydurma olabileceği söylenecekse, böyle bir iddianın altından sadece “Kur’an’a uygunluk/aykırılık” söylemiyle kalkılamayacağı aşikâr. Bu söylemi dillerine dolayanlar, –iman, fezail, menakıb, rikak vd. sahaları bir kenara bırakalım–, sadece Fıkıh bablarında yer alan yüzlerce konuyla ilgili binlerce hadisi bu söylemle şimdiye kadar ayıklayabilmişler midir? Böyle bir “ayıklama” yapılsa bile –bunun ilmî kriterlere uygun olup olmayacağı tartışması bir yana– elde kalan rivayetlerle bu Din’in murad-ı ilahîye uygun biçimde yaşanabileceğini söyleyebilecekler midir?
10. Herhangi bir rivayetin sadece Kur’an’a uygun olması, tek başına onun “uydurulmadığı”nı isbata yeter mi? İlgili kaynaklarda, hakkında “Metni doğrudur, ama Hadis olarak sahih değildir” ifadesi kullanılmış pek çok rivayet bulunduğunu biliyoruz. Yani “Hadis uydurmayı meslek edinmiş raviler Kur’an’a uygun hadis uyduramaz”, ya da “Bütün uydurma rivayetlerin metinleri Kur’an’a aykırıdır” diye bir kaide koyamayacağımıza göre, mezkûr “ayıklama” işlemi sonucunda elde kalan rivayetlerin “sahih” olduğunu neye dayanarak garanti edeceğiz?
11. Daha önce de defalarca söyledim; ilgili ayet metninin mensuh olduğu ya da keçi tarafından yendiği rivayetlerinin, sahih haber ve uygulama ile sabit olmuş recm hükmünün sıhhatine hiçbir etkisi yoktur. Zira bu hüküm sahih Sünnet’le sabit olduktan sonra, bu konuda metni mensuh bir ayet bulunup bulunmadığı ya da o metnin üzerine yazıldığı malzemenin başına ne geldiği sorularının hiçbir önemi yoktur.
Ebubekir Sifil- Milli Gazete – 13 Temmuz 2004
24 Eylül 2018 Pazartesi
İmansız gitmeye sebep olan şeyler
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
İmansız gitmeye sebep olan şeylerden bazıları şunlardır:
1- İman konusunda tereddütleri olmak, imansız ölmekten korkmamak.
2- İtikadı, inancı bozuk olmak
3- Dini öğrenmemek ve dinini yaşamamak,
4- Namazı terk etmek.
5- Haram, günah tanımamak
7- Nimete teşekkür etmemek
8- Ana babaya isyan etmek, görevlerini yapmamak.
9- Günahta, haramlarda ısrar etmek, günahlara devam etmek.
10- Kuranda günah ve haram olduğu bildirilen bir şeyi bilerek isteyerek yapmak.
11- Peygamber (as)’a uymamak, dediklerini yapmamak.
12- Allah’ın affından ümit kesmek.
13- Din ve dindarlarla alay etmek
14- İftira atmak, hased etmek, yalan söylemek.
15- Şirk koşmak, bid’at ve hurafe şeylerde öncülük etmek. Dini kendi nefsine menfaatine göre anlamak ve yaşamak.
16- Büyücülük, falcılık gibi işlerle meşgul olmak.
17- Dünyaya düşkün olmak.
18- İman esaslarında ve İslam’ın şartlarında herhangi bir eksiklik olması.
19- Hayatı münafık gibi, kafir gibi yaşamak ve inançsızlara benzemek.
20- Küçük günahlara devam etmek, önemsememek.
21- Kur’an’da ve sünnette haram kılınanı helal saymak.
22- Dine müdahale etmek, dini kendine göre yorumlamak.
Bu ve bunun gibi işler son anda imansız gitmeye sebep olur.
http://www.mustafaoselmis.com.tr/olen-icin-yapilmasi-gereken-isler/
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
23 Eylül 2018 Pazar
BAKARA SÛRESİ 224-225. ayetlerin tefsiri
Allah Adına Yemin Etmek İle Lağv Yemini
224- Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize, sakınmanıza ve insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah Semî'dir, Alîm'dir.
225- Allah yeminlerinizdeki lağivden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir.
Nüzul Sebebi
224. ayetin inişiyle ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şunu rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah'ı yeminlerinizle... engel yapmayınız." ayeti, Hz. Ebû Bekir ifk olayında münafıklar ile birlikte, ileri geri konuşup Ai-şe (r. anhâ) hakkında onlara benzer sözler söyleyince, Mistah'a infakta bulunmamak üzere yemin etmesi dolayısıyla nazil olmuştur. Yine Yüce Allah'ın: "Sizden fazilet ve genişlik sahibi olan kimseler yakınlara... vermemeye yemin etmesin." (Nur, 24/22) buyruğu da onun hakkında nazil olmuştur.
el-Kelbî der ki: Abdullah b. Revâha hakkında kızkardeşinin kocası (eniştesi) Beşîr b. en-Nu'mân ile konuşmamak, yanma ebediyyen girmemek, kendisi ile hanımının arasını düzeltmemek üzere yemin etmesi ve: Bunu yapmamak üzere Allah adına yemin ettim, o bakımdan yeminime bağlı kalmaktan başka bir şey bana helâl olmaz, demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirmiştir. [52]
Açıklaması
Ayetin iki tane anlamı vardır: Birincisi bir kimse akrabalık bağını gözetme, sadaka verme, insanlar arasını düzeltme veya ibadet ve benzeri hayır türünden herhangi bir şey işlememek üzere yemin edecek olur ise; Allah adına yapılan bu yemin, işlenmemek üzere yemin edilen "birr ve takvâ"nın yapılmasına engel olamaz. Böyle bir iyiliği ve hayrı işlemek istediği takdirde mümine düşen, yalnızca yeminin kefaretini yerine getirip hakkında yemin ettiği o işi yapmaktır. Nitekim Resulullah (s.a.) -İbni Mâceh dışında Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayetine göre- Abdurrahmân b. Semura'ya şöyle demiştir: "Herhangi bir şey hakkında yemin edip de bir başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görürsen hayırlı olanı yap ve yemininin keffâretini yerine getir." Buna göre ayet-i kerime, hayır işlemeyi istedikleri takdirde, Allah adına yemin eden kimselerin karşı karşıya kaldığı sıkıntıyı kaldırmak içindir.
İkinci anlamına gelince: İyiliği, takvayı ve insanlar arasını düzeltmeyi istemeniz dolayısıyla Allah adına çokça yemin etmeye kalkışmayınız. Çünkü çokça Allah adına yemin etmekte O'nu bir bakıma hafife almak, küçük düşürmek ve Allah'a karşı cüret sahibi olmak sözkonusudur. Mümine düşen ise Yüce Allah'ı tazim etmek, gereken saygıyı göstermek, mümkün olduğunca da yeminden uzak durmaktır; yemin eden kişi ister doğru sözlü olsun, ister yalancı. Hz. Ömer ve Şafiî gibi vera' ve takva sahibi kimseler ne kendisi bir şey anlatırken, ne de başkasından bir şey naklederken Allah adına yemin etmezlerdi. O takdirde ayet-i kerime yemin etmeksizin konuşanın sözüne güveni sağlamak üzere Allah adına çokça yemin etmeyi ve Allah adının yeminlerde gelişigüzel kullanılmasını yasaklamış olmaktadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çokça yemin eden aşağılık hiç bir kimseye itaat etme." (Kalem, 68/10).
Bu, uyulmaması halinde kefaretin gerektiği "mün'akide yemin" hakkındadır. Mün'akide yeminin kefareti ise, varlıklı kimse için ya on fakire yemek yedirmek yahut onları giydirmek veya bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan yoksul bir kimse ise, üç gün oruç tutar. Yüce Allah kalplerin kazandıklarından yani yemin etme kasdından dolayı sorumlu tutacağını haber vermektedir. Bu sorumlu tutmak ise ya kefaret ile olur veya keffarette bulunulmaması halinde cezalandırmakla olur. Ta ki Allah'ın adı gelişigüzel kullanılmasın. O'na duyulması gereken tazim sarsılmasın veya Allah'ın adı salih amellere engel kılınmasın.
Lağiv yeminine gelince; Yüce Allah bizlere bu yemini bozmaktan dolayı sorgulanmanın ,cezalandırılmanın ve kefaretin söz konusu olmadığını haber vermektedir. Çünkü bu tür yeminler yemin kasdı olmaksızın yapılır. Allah ise kullarını çok bağışlayıcıdır. Kalplerinin kastetmedikleri şeylerden dolayı onları sorumlu tutmaz. İradeleri dışında meydana geldiğinden dolayı da onlara ağır gelecek şeylerle onları mükellef tutmaz.
Şâfiîlere göre lağiv yemini, yemin edenin ağzından yemin kasdı olmaksızın dökülüveren sözlerdir. Kişinin: Hayır vAllahi, Evet vAllahi, demesi gibi. Bu tür yemin dolayısıyla sorguya çekilmemek, bundan dolayı kefaretin vacib olmaması demektir.
İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed'e göre ise lağiv yemini kişinin meydana geldiğini zannettiği şeye dair yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadığının ortaya çıkmasıdır. Diğer bir ifadeyle lağiv, kişinin zanna dayalı olarak hakkında yemin ettiği ve gerçeğin o zannın hilâfına olduğu her bir husustur. Bu tür yeminler dolayısıyla sorguya çekilmek söz konusu değildir. Yani böyle bir yeminin kefareti vâcib değildir. Kasdî olmayarak dilden dökülüveren ifadeler hakkında ise kefaret icabeder. [53]
Zahir olan ise birinci görüştür. Çünkü Allah yemini iki kısma ayırmaktadır: Birisi kalbin kazandığı, diğeri ise lağiv yemini. Kalbin kazandığı, gönlün ve fikrin maksad olarak gözettiği şeydir. Lağiv bunun zıddı olarak tespit edildiğine göre, burada yemin kasdı güdülmeksizin söylenen söz olduğu anlaşılır, el-Mervezî der ki: Lağiv olduğu üzerinde ilim adamlarının ittifak ettikleri lağiv yemini; kişinin evet vAllahi, hayır vAllahi sözlerini yemin kanaati olmaksızın ve yemini dilemeksizin söz arasında söylemesidir. Hz. Âişe (r. anhâ) de dedi ki: Lağiv yeminleri tartışma esnasında, şakalaşma ve kalbin maksat olarak gözetmediği sözler esnasında sözkonusu olur.[54]
[52] el-Bahru'l-Muhît, 11/176.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/566.
[53] Ancak burada yeminin geleceğe dair yapılması ve o yemininde durmaması şartı aranır. Çünkü geleceğe dair yapılan yemin lağiv yemini değil, mun'akid yemindir, [bkz. Vehbe ez-Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, IV/202 ve 203. (Çeviren)]
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/567-568.
http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/
224- Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize, sakınmanıza ve insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah Semî'dir, Alîm'dir.
225- Allah yeminlerinizdeki lağivden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir.
Nüzul Sebebi
224. ayetin inişiyle ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şunu rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah'ı yeminlerinizle... engel yapmayınız." ayeti, Hz. Ebû Bekir ifk olayında münafıklar ile birlikte, ileri geri konuşup Ai-şe (r. anhâ) hakkında onlara benzer sözler söyleyince, Mistah'a infakta bulunmamak üzere yemin etmesi dolayısıyla nazil olmuştur. Yine Yüce Allah'ın: "Sizden fazilet ve genişlik sahibi olan kimseler yakınlara... vermemeye yemin etmesin." (Nur, 24/22) buyruğu da onun hakkında nazil olmuştur.
el-Kelbî der ki: Abdullah b. Revâha hakkında kızkardeşinin kocası (eniştesi) Beşîr b. en-Nu'mân ile konuşmamak, yanma ebediyyen girmemek, kendisi ile hanımının arasını düzeltmemek üzere yemin etmesi ve: Bunu yapmamak üzere Allah adına yemin ettim, o bakımdan yeminime bağlı kalmaktan başka bir şey bana helâl olmaz, demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirmiştir. [52]
Açıklaması
Ayetin iki tane anlamı vardır: Birincisi bir kimse akrabalık bağını gözetme, sadaka verme, insanlar arasını düzeltme veya ibadet ve benzeri hayır türünden herhangi bir şey işlememek üzere yemin edecek olur ise; Allah adına yapılan bu yemin, işlenmemek üzere yemin edilen "birr ve takvâ"nın yapılmasına engel olamaz. Böyle bir iyiliği ve hayrı işlemek istediği takdirde mümine düşen, yalnızca yeminin kefaretini yerine getirip hakkında yemin ettiği o işi yapmaktır. Nitekim Resulullah (s.a.) -İbni Mâceh dışında Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayetine göre- Abdurrahmân b. Semura'ya şöyle demiştir: "Herhangi bir şey hakkında yemin edip de bir başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görürsen hayırlı olanı yap ve yemininin keffâretini yerine getir." Buna göre ayet-i kerime, hayır işlemeyi istedikleri takdirde, Allah adına yemin eden kimselerin karşı karşıya kaldığı sıkıntıyı kaldırmak içindir.
İkinci anlamına gelince: İyiliği, takvayı ve insanlar arasını düzeltmeyi istemeniz dolayısıyla Allah adına çokça yemin etmeye kalkışmayınız. Çünkü çokça Allah adına yemin etmekte O'nu bir bakıma hafife almak, küçük düşürmek ve Allah'a karşı cüret sahibi olmak sözkonusudur. Mümine düşen ise Yüce Allah'ı tazim etmek, gereken saygıyı göstermek, mümkün olduğunca da yeminden uzak durmaktır; yemin eden kişi ister doğru sözlü olsun, ister yalancı. Hz. Ömer ve Şafiî gibi vera' ve takva sahibi kimseler ne kendisi bir şey anlatırken, ne de başkasından bir şey naklederken Allah adına yemin etmezlerdi. O takdirde ayet-i kerime yemin etmeksizin konuşanın sözüne güveni sağlamak üzere Allah adına çokça yemin etmeyi ve Allah adının yeminlerde gelişigüzel kullanılmasını yasaklamış olmaktadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çokça yemin eden aşağılık hiç bir kimseye itaat etme." (Kalem, 68/10).
Bu, uyulmaması halinde kefaretin gerektiği "mün'akide yemin" hakkındadır. Mün'akide yeminin kefareti ise, varlıklı kimse için ya on fakire yemek yedirmek yahut onları giydirmek veya bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan yoksul bir kimse ise, üç gün oruç tutar. Yüce Allah kalplerin kazandıklarından yani yemin etme kasdından dolayı sorumlu tutacağını haber vermektedir. Bu sorumlu tutmak ise ya kefaret ile olur veya keffarette bulunulmaması halinde cezalandırmakla olur. Ta ki Allah'ın adı gelişigüzel kullanılmasın. O'na duyulması gereken tazim sarsılmasın veya Allah'ın adı salih amellere engel kılınmasın.
Lağiv yeminine gelince; Yüce Allah bizlere bu yemini bozmaktan dolayı sorgulanmanın ,cezalandırılmanın ve kefaretin söz konusu olmadığını haber vermektedir. Çünkü bu tür yeminler yemin kasdı olmaksızın yapılır. Allah ise kullarını çok bağışlayıcıdır. Kalplerinin kastetmedikleri şeylerden dolayı onları sorumlu tutmaz. İradeleri dışında meydana geldiğinden dolayı da onlara ağır gelecek şeylerle onları mükellef tutmaz.
Şâfiîlere göre lağiv yemini, yemin edenin ağzından yemin kasdı olmaksızın dökülüveren sözlerdir. Kişinin: Hayır vAllahi, Evet vAllahi, demesi gibi. Bu tür yemin dolayısıyla sorguya çekilmemek, bundan dolayı kefaretin vacib olmaması demektir.
İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed'e göre ise lağiv yemini kişinin meydana geldiğini zannettiği şeye dair yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadığının ortaya çıkmasıdır. Diğer bir ifadeyle lağiv, kişinin zanna dayalı olarak hakkında yemin ettiği ve gerçeğin o zannın hilâfına olduğu her bir husustur. Bu tür yeminler dolayısıyla sorguya çekilmek söz konusu değildir. Yani böyle bir yeminin kefareti vâcib değildir. Kasdî olmayarak dilden dökülüveren ifadeler hakkında ise kefaret icabeder. [53]
Zahir olan ise birinci görüştür. Çünkü Allah yemini iki kısma ayırmaktadır: Birisi kalbin kazandığı, diğeri ise lağiv yemini. Kalbin kazandığı, gönlün ve fikrin maksad olarak gözettiği şeydir. Lağiv bunun zıddı olarak tespit edildiğine göre, burada yemin kasdı güdülmeksizin söylenen söz olduğu anlaşılır, el-Mervezî der ki: Lağiv olduğu üzerinde ilim adamlarının ittifak ettikleri lağiv yemini; kişinin evet vAllahi, hayır vAllahi sözlerini yemin kanaati olmaksızın ve yemini dilemeksizin söz arasında söylemesidir. Hz. Âişe (r. anhâ) de dedi ki: Lağiv yeminleri tartışma esnasında, şakalaşma ve kalbin maksat olarak gözetmediği sözler esnasında sözkonusu olur.[54]
[52] el-Bahru'l-Muhît, 11/176.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/566.
[53] Ancak burada yeminin geleceğe dair yapılması ve o yemininde durmaması şartı aranır. Çünkü geleceğe dair yapılan yemin lağiv yemini değil, mun'akid yemindir, [bkz. Vehbe ez-Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, IV/202 ve 203. (Çeviren)]
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/567-568.
http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/
22 Eylül 2018 Cumartesi
BAKARA SÛRESİ 11-16. ayetlerin tefsiri
Münafıkların Nitelikleri -II-
11- Onlara "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde "Biz ancak ıslah edicileriz" derler.
12- Dikkat et! Gerçekten onlar, fesatçıların ta kendileridirler, fakat farketmezler.
13- Onlara "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" denilince onlar: "Biz de o kıt akıllıların inandığı gibi mi iman edelim?" derler. Dikkat et! Asıl kıt akıllılar onların ta kendileridir, fakat bilmezler.
Açıklaması
Münafıklara: "Fitneleri alevlendirmek kâfirler adına casusluk yapmak, Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmak suretiyle uygulamaya koyduğunuz son derece kötü ve çirkin planlarınız bir fesattır" denildiğinde: "Hayır! Durum zannettiğiniz gibi değildir. Bizler ancak ıslah eden kimseleriz. Biz ıslahtan başka birşeyin peşinde değiliz" derler.
Şanı yüce Allah fesat çıkartanların ancak kendileri olduğunu belirterek onların bu iddialarını reddetmektedir. Bununla birlikte onlar yaptıkları işin ne kadar tehlikeli olduğunu idrak edememekte ve bu fesadın farkına varamamaktadırlar. Çünkü fesat artık onların tabî bir karakteri haline gelmiş ve tabiatlarında yer etmiştir.
Müslümanlar münafıklara değişik vesilelerle nasihatlarda bulunuyor onları imana çağırıyorlardı. Doğru yolu gösteren akla kulak veren, doğruluk yolunu izleyen kimselerin iman ettiği gibi, iman etmelerini söylüyor; onlara Abdullah b. Selâm ve benzerlerini örnek gösteriyorlardı. Münafıklara: "Diğer insanlar gibi siz de imanın çerçevesine giriniz" denildiğinde, onlar büyüklük taslayarak şöyle cevap veriyorlardı: "Köle, fakir gibi, insanlar arasında güçsüz ve bilgisizlikleri dolayısıyla da akılları kıt olanların iman ettiği gibi biz de mi Kur'an'a ve Muhammed'e iman edelim?"
Halbuki asıl akıllı, önündeki hayır ve nur yolunu görüp de o yolu izleyen kimsedir. Yüce Allah bizzat kendilerinin kıt akıllı olduğunu belirterek cevap vermekte, iddialarını reddetmektedir. Onlar imanı sağlıklı bir şekilde idrak edememekte ve onun gerçek mahiyetini ve etkisini bilememektedirler.
Şuur, gizli olan bir şeyi idrâk etmek anlamına gelmekle birlikte, fesat çıkartmak hakkında "farketmezler (la yaş'urûn)"; ilim ise vakıaya uygun ve kesin bilgi demek olduğu halde, imanları hakkında da "bilmezler" denilmesinin sebebi şudur: Yeryüzünde fesat çıkartmak, hissedilebilen bir iştir. Onların ise bu fesadı idrak edecek kadar hisleri dahi yoktur. İman ise kalbî bir durumdur. Onu ancak gerçek mahiyetini bilen kimseler idrak edebilir. İman ayrıca yakînî bilgi olmadıkça gerçekleşmez. İlim bilinen şeyi gerçek mahiyetiyle bilmek demektir. Onların ise imanın gerçeğine ulaşabilmelerini sağlayacak kadar bir bilgileri yoktur. [9]
Münafıkların Nitelikleri -III-
14- Müminlerle karşılaştıklarında: "İman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: "Muhakkak biz de sizinle beraberiz. Biz ancak alay edenlerdeniz" derler.
15- Allah onlarla alay eder ve azgınlıklarında serserice dolaşmalarına mühlet verir.
16- İşte onlar hidayet karşılığında dalaleti satın almışlardı. Onların ticareti kâr sağlamamış doğru yola da erememişlerdir.
Nüzul Sebebi
Müfessirler 14. ayet-i kerimenin Abdullah b. Übeyy ile münafık arkadaşları hakkında nazil olduğunu kaydederler. Bu münafık önce Ebû Bekir, Ömer ve Ali'yi (r.anhum) yüzlerine karşı övmüştü. Daha önce de onlar hakkında kendi arkadaşlarına: "Bu kıt akıllıları sizler nasıl savıp gönderdiğime dikkat edin!" demişti. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ancak Süyuti: Bunun senedi sağlam değildir, diye açıklama yapmıştır.[10]
Açıklaması
İşte şeytanları andıran, hatta onlardan da kötü olan Yahudilerin münafıklarına ait nübüvvet asrındaki bir tablo. Yalan söyleyen herkesin idraki az, görüş mesafesi kısadır. Geleceğe bakamaz, o bakımdan onlar birbirleriyle ve elebaşlarıyla yalnız kaldıkları vakit, onlarla dayanışmaya girer ve: "Şüphesiz biz sizinle birlikteyiz" derler. Müminleri gördükleri vakit de iman ettiklerini açıklarlar. Yüce Allah ise onların durumlarını açığa çıkartarak, onları rezil etmiş, onlara en ufak bir değer vermemiştir. En ağır bir şekilde de onları cezalandıracaktır. Bütün işlerinde şaşkınlıklarını, sapıklıklarını daha da artıracaktır.
Diğer taraftan onlar, Allah'ın Kitab'ını kavramak yolunda akıllarını kullanmamakla, dosdoğru yolu terketmeleri ve kıskançlıkları sebebiyle, bu dinin doğruluğunu ortaya koyan delilleri terketmekle oldukça zararlı bir ticarete kalkışmışlar, sapıklığa bedel olarak hidayeti ödemiş, küfre ve nevaların sapıklıklarına karşılık olarak da nuru, aydınlığı vermişlerdir. Onlar kendilerini bekleyen cehennem azabı sebebiyle bu ticaretlerinde kar sağlayamamışlardır. İbni Abbâs der ki: "Onlar dalâleti, sapıklığı aldılar, hidayeti terkettiler". Yani küfrü imana tercih ettiler ve imanı küfre değiştiler. Yüce Allah'ın burada bu işe "satın almak" tabirini kullanması, anlama, genişlik kazandırma suretiyle olmuştur. Çünkü satın almak, ticaret karşılıklı değişimi ifade eder.
Araplar kişinin alışverişinde kar ve zarar etmesini alışverişin kar ve zarar etmesi şeklinde ifade ettikleri, yani kar ve zararı alışverişe isnat ettiklerinden dolayı Yüce Allah da burada kâr ticarete isnat etmiştir. Onlar hidayet karşılığında dalaleti almakla, hidayet bulmuş olamamışlardır. [11]
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/72-73.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75-76.
11- Onlara "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde "Biz ancak ıslah edicileriz" derler.
12- Dikkat et! Gerçekten onlar, fesatçıların ta kendileridirler, fakat farketmezler.
13- Onlara "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" denilince onlar: "Biz de o kıt akıllıların inandığı gibi mi iman edelim?" derler. Dikkat et! Asıl kıt akıllılar onların ta kendileridir, fakat bilmezler.
Açıklaması
Münafıklara: "Fitneleri alevlendirmek kâfirler adına casusluk yapmak, Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmak suretiyle uygulamaya koyduğunuz son derece kötü ve çirkin planlarınız bir fesattır" denildiğinde: "Hayır! Durum zannettiğiniz gibi değildir. Bizler ancak ıslah eden kimseleriz. Biz ıslahtan başka birşeyin peşinde değiliz" derler.
Şanı yüce Allah fesat çıkartanların ancak kendileri olduğunu belirterek onların bu iddialarını reddetmektedir. Bununla birlikte onlar yaptıkları işin ne kadar tehlikeli olduğunu idrak edememekte ve bu fesadın farkına varamamaktadırlar. Çünkü fesat artık onların tabî bir karakteri haline gelmiş ve tabiatlarında yer etmiştir.
Müslümanlar münafıklara değişik vesilelerle nasihatlarda bulunuyor onları imana çağırıyorlardı. Doğru yolu gösteren akla kulak veren, doğruluk yolunu izleyen kimselerin iman ettiği gibi, iman etmelerini söylüyor; onlara Abdullah b. Selâm ve benzerlerini örnek gösteriyorlardı. Münafıklara: "Diğer insanlar gibi siz de imanın çerçevesine giriniz" denildiğinde, onlar büyüklük taslayarak şöyle cevap veriyorlardı: "Köle, fakir gibi, insanlar arasında güçsüz ve bilgisizlikleri dolayısıyla da akılları kıt olanların iman ettiği gibi biz de mi Kur'an'a ve Muhammed'e iman edelim?"
Halbuki asıl akıllı, önündeki hayır ve nur yolunu görüp de o yolu izleyen kimsedir. Yüce Allah bizzat kendilerinin kıt akıllı olduğunu belirterek cevap vermekte, iddialarını reddetmektedir. Onlar imanı sağlıklı bir şekilde idrak edememekte ve onun gerçek mahiyetini ve etkisini bilememektedirler.
Şuur, gizli olan bir şeyi idrâk etmek anlamına gelmekle birlikte, fesat çıkartmak hakkında "farketmezler (la yaş'urûn)"; ilim ise vakıaya uygun ve kesin bilgi demek olduğu halde, imanları hakkında da "bilmezler" denilmesinin sebebi şudur: Yeryüzünde fesat çıkartmak, hissedilebilen bir iştir. Onların ise bu fesadı idrak edecek kadar hisleri dahi yoktur. İman ise kalbî bir durumdur. Onu ancak gerçek mahiyetini bilen kimseler idrak edebilir. İman ayrıca yakînî bilgi olmadıkça gerçekleşmez. İlim bilinen şeyi gerçek mahiyetiyle bilmek demektir. Onların ise imanın gerçeğine ulaşabilmelerini sağlayacak kadar bir bilgileri yoktur. [9]
Münafıkların Nitelikleri -III-
14- Müminlerle karşılaştıklarında: "İman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: "Muhakkak biz de sizinle beraberiz. Biz ancak alay edenlerdeniz" derler.
15- Allah onlarla alay eder ve azgınlıklarında serserice dolaşmalarına mühlet verir.
16- İşte onlar hidayet karşılığında dalaleti satın almışlardı. Onların ticareti kâr sağlamamış doğru yola da erememişlerdir.
Nüzul Sebebi
Müfessirler 14. ayet-i kerimenin Abdullah b. Übeyy ile münafık arkadaşları hakkında nazil olduğunu kaydederler. Bu münafık önce Ebû Bekir, Ömer ve Ali'yi (r.anhum) yüzlerine karşı övmüştü. Daha önce de onlar hakkında kendi arkadaşlarına: "Bu kıt akıllıları sizler nasıl savıp gönderdiğime dikkat edin!" demişti. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ancak Süyuti: Bunun senedi sağlam değildir, diye açıklama yapmıştır.[10]
Açıklaması
İşte şeytanları andıran, hatta onlardan da kötü olan Yahudilerin münafıklarına ait nübüvvet asrındaki bir tablo. Yalan söyleyen herkesin idraki az, görüş mesafesi kısadır. Geleceğe bakamaz, o bakımdan onlar birbirleriyle ve elebaşlarıyla yalnız kaldıkları vakit, onlarla dayanışmaya girer ve: "Şüphesiz biz sizinle birlikteyiz" derler. Müminleri gördükleri vakit de iman ettiklerini açıklarlar. Yüce Allah ise onların durumlarını açığa çıkartarak, onları rezil etmiş, onlara en ufak bir değer vermemiştir. En ağır bir şekilde de onları cezalandıracaktır. Bütün işlerinde şaşkınlıklarını, sapıklıklarını daha da artıracaktır.
Diğer taraftan onlar, Allah'ın Kitab'ını kavramak yolunda akıllarını kullanmamakla, dosdoğru yolu terketmeleri ve kıskançlıkları sebebiyle, bu dinin doğruluğunu ortaya koyan delilleri terketmekle oldukça zararlı bir ticarete kalkışmışlar, sapıklığa bedel olarak hidayeti ödemiş, küfre ve nevaların sapıklıklarına karşılık olarak da nuru, aydınlığı vermişlerdir. Onlar kendilerini bekleyen cehennem azabı sebebiyle bu ticaretlerinde kar sağlayamamışlardır. İbni Abbâs der ki: "Onlar dalâleti, sapıklığı aldılar, hidayeti terkettiler". Yani küfrü imana tercih ettiler ve imanı küfre değiştiler. Yüce Allah'ın burada bu işe "satın almak" tabirini kullanması, anlama, genişlik kazandırma suretiyle olmuştur. Çünkü satın almak, ticaret karşılıklı değişimi ifade eder.
Araplar kişinin alışverişinde kar ve zarar etmesini alışverişin kar ve zarar etmesi şeklinde ifade ettikleri, yani kar ve zararı alışverişe isnat ettiklerinden dolayı Yüce Allah da burada kâr ticarete isnat etmiştir. Onlar hidayet karşılığında dalaleti almakla, hidayet bulmuş olamamışlardır. [11]
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/72-73.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75-76.
21 Eylül 2018 Cuma
BAKARA SÛRESİ 1-10. ayetlerin tefsiri
Müminlerin Nitelikleri Ve Takva Sahiplerinin Mükâfatı
1-Elif, Lâm, Mim.
2- İşte bu Kitap; Onda hiçbir şüphe yoktur- Takva sahipleri için bir hidayettir.
3- Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.
4 " Ve onlar sana indirilene de senden önce indirilene de yakînen [kesin olarak| inanırlar-
5. işte onlar rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler.
Açıklaması
Besmelenin anlamı bu sûrede bulunan her şeyin Allah'tan olduğunu, insandan olmadığını ilan etmektir. Allah bu sûreyi rahmetiyle insanları dünya ve ahirette hayır ve mutluluğa iletmek için indirmiştir. Şüphesiz ki besmele Mushafa Kur'an-ı Kerim'in dışında herhangi bir şeyi yazmamak için özel bir gayret gösteren Ashâb-ı Kiram'ın icmâı ile Kur'an-ı Kerim'den bir ayettir.
Şanı yüce Allah, bu sûreye mukatta harflerle başlamaktadır. Bundan gaye Kur'an-ı Kerim'in niteliğine dikkat çekmek, onun i'câzına işaret etmek ve sürekli olarak onun en kısa bir sûresinin benzerini getirmek hususunda insanlara meydan okumak, insan kelâmı olan hiç bir şeyin boy ölçüşemiyeceği bir söz olan Allah'ın kelâmı olduğunu kesin olarak ispat etmektir. Şanı yüce Allah bununla Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu Araplara şöyle diyor gibidir: Bu her Arabın konuşurken kullandığı alfabe harflerinden oluşan Arapça bir söz olduğuna göre onun benzerini getirmekten -insan sözü olduğuna inanıyorsanız- nasıl olur da âciz kalırsınız?. Bu böyle olmakla birlikte sizler onunla boy ölçüşemezsiniz. Kur'an-ı Kerim'in i'câzını açıklamak için bu harflerin zikredildiğini söyleyen muhakkik ilim adamlarının görüşü işte budur. [1]
Zemahşerî der ki: Bütün bu mukatta' harfler Kur'an-ı Kerim'in başında bir defa vârid olmamış meydan okuma ve ikazın tesirini artırmak için defalarca tekrar edilmişlerdir. Tıpkı bir kıssanın defalarca tekrar edilmesi ve açıktan açığa bir kaç yerde Kur'an'ın benzerini meydana getirmeleri için meydan okumanın tekrarlanması gibi. [2]
"Elif, Lâm, Mim" in mukatta harflerden oluştuğunun delillerinden birisi de Peygamber (s.a.)'in şu buyruğudur: "Her kim yüce Allah'ın Kitab'ından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir hasene ise on katı iledir (On kat fazlasıyla mükâfat görür). Ben sizlere: Elif, Lâm, Mim, tek bir harfdir, demiyorum. Fakat Elif bir harf, Lâm bir harf ve Mim de bir harfdir." [3]
Daha sonra yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in üç özelliğini dile getirmektedir:
1- Bu kitap, ihtiva ettiği anlam, maksat, kıssa, ibret ve nakzedilmesi kabil olmayan yasamayla ilgili hükümleri ile kapsadığı her şeyde mükemmel ve eksiksiz bir kitaptır.
2- Dikkatle bakan ve gönlüyle ona kulak veren kimse için Kur'an'ın Allah'tan gelmiş bir hak olduğunda hiç bir şüphe yoktur.
3- Bu kitap, takva sahibi müminler için hidayet ve doğru yolun kaynağıdır. O takva sahipleri Allah'ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından sakınarak Allah'ın azabından korunan kimselerdir; dolayısıyla bu kitaptan yararlanabilecek olanlar da onlardır.
Daha sonra Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'den yararlanan takva sahiplerinin dört ayrı niteliğini açıklamaktadır. Bu takva sahipleri Kur'an-ı Kerim'in haber vermiş olduğu öldükten sonra diriliş (haşr), hesap, sırat, cennet, cehennem ve buna benzer gaybî şeyleri tasdik eder ve iman ederler. Onlar aklın yaklaşık bir şekilde idrak etmiş olduğu maddî ve duyularla hissedilen şeylerin sınırında durup kalmazlar; ayrıca ruh, cin ve melek gibi ve başta Allah'ın varlığı ve vahdaniyeti olmak üzere maddenin ötesindeki evrenleri de idrak ederler.
Diğer taraftan bunlar şart, rükün, âdâb, huşu ile en mükemmel şekliyle namazı eda ederler. Çünkü huşusuz ve ayetlerinin üzerinde tefekkür etmeksizin okunan Kur'an-ı Kerim, Allah'a karşı haşyet duymaksızın kılınan bir namaz ruhsuz bir ceset gibidir.
Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de zekât, sadaka ve şer’an farz olan diğer nafakalar gibi malî harcamaları iyilik ve ihsan yolunda yapmalarıdır. Böylelikle toplum maddi açıdan bir rahatlığa kavuşur, mallar çeşitli şüphelerden temizlenir, şer'an arzulanan yapı tamamlanmış olur; dinin direği olan namaz ile ferdin yapısı, zekât ve buna bağlı olan şeylerle de toplumun yapısı. İşte bunlar ilerlemenin, hayatın gelişmesinin, ümmetin mutluluğunun temelidir. Ayet-i kerime, Resulullah (s.a.)'ın olacağını haber verdiği her türlü gaybî haberi kapsayan genel bir ifade taşımaktadır. Yine ister farz olsun, ister nafile olsun, bütün namazlar ve her türlü nafaka hakkında genel (umumî) bir karakter taşımaktadır.
Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de Peygamber Muhammed (s.a.)'e ve diğer peygamber ve rasullere indirilen her şeyi tasdik etmeleridir. Onlar aynı şekilde en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın ahireti de ve onun kapsamına giren ruh ve cesetlerin bir arada kabirlerden diriltilmesi, hesap, ceza, mîzân, sırat, cennet, cehennem gibi diğer hususlara da kesinlikle ve en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın, tam bir tasdik ile tasdik eder ve doğrularlar.
Sözü geçen gayba gerçek anlamıyla iman, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, ahiret gününe inanmak, Kur'an'a ve ondan önce indirilmiş bulunan kitaplara (Tevrat, İncil, Zebur ve sahifelere) iman etmek niteliklerine sahip olan bu kimseler, evet işte bunlar, Rablerinden gelen bir nur, bir hidayet üzeredirler. Allah katında çok yüksek bir makamın sahibidirler. Ebedîlik yurdu olan cennetlerde üstün derecelerle umduklarına nail olacak kimseler bunlardır. [4]
Kâfirlerin Nitelikleri
6- Gerçekten o inkâr edenleri inzar etsen de (uyarsan da) etmesen de birdir; iman etmezler.
7- Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur; gözlerinin üzerine de perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azap da vardır.
Nüzul Sebebi
Konu ile ilgili sahih rivayete göre ayetin nüzul sebebi şudur: Taberî'nin İbni Abbas'tan ve el-Kelbî'den rivayetine göre bu iki ayet-i kerime, Huyey b. Ahtab, Ka'b bin Eşref ve benzeri Yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur.[5]
Açıklaması
Allah'ın ayetlerini inkâr edip kâfir olanları, Kur'an-ı Kerim'i ve Muhammed'i (s.a.) yalanlayanları uyarmak veya uyarmamak fark etmez, kalpleri bu uyarıdan dolayı etkilenmez. Çünkü kalpleri îlahî nurun erişmesine imkan vermeyecek şekilde örtülüdür. O kalplerde iman nuru parlamaz. Çünkü onlar hakka karşı, Allah'ın ayetlerine karşı görmezlikten gelmişlerdir. Hidayet ve öğüdün etkileri onlara ulaşmaz. Çünkü onlar bilmenin, düşünmenin, tefekkürün, işitme ve görme duyularını kullanmanın bütün yollarını işlemez hale getirmiş, bunun sonucunda hakkı görmez duruma düşmüşlerdir. O bakımdan hakka uymazlar. Hakkı işitmezler, onu anlamazlar. Dolayısıyla onların cezaları da -Yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamalarından dolayı- sonu gelmez, çok çetin büyük bir azaptır.[6]
Münafıkların Nitelikleri -I-
8- İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki mümin olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler.
9- Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da farkına varmazlar.
10- Kalplerinde hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırdı, yalan söyledikleri için de onlara acıklı bir azap vardır.
Açıklaması
İşte bunlar üçüncü sınıf insanlardır. Yüce Allah inkâr edenlerin halini iki ayet-i kerimede münafıkların durumunu da onüç ayet-i kerimede açıklamakta ve bu ayetlerde onların kötülüklerini, hilelerini dile getirmekte, içyüzlerini açıklayarak, yaptıkları işlerin ne kadar gülünç olduğunu dile getirmekte; onları sağır, dilsiz ve kör diye adlandırmakta; onlara dair misaller vermektedir. Çünkü bunlar İslâm için açıktan açığa kâfir olanlardan daha büyük bir tehlikedir.
Burada sözkonusu edilen münafıkların özellikleri sadece o dönemin değil her dönemde mevcut olan münafıkların özelliklerindendir.
Birinci nitelikleri, kalpleri küfür ve sapıklıkla dolup taştığı halde dil ile iman ettiklerini söylemeleridir. Peygamberlik asrında münafıkların lideri Abdullah b. Übey Selûl'ün arkadaşlarının büyük çoğunluğu Yahudiydi. Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlardı. Allah onların bu iddialarını reddetmekte, zahiren mümin olduklarını ileri sürseler dahi gerçekte mümin olmadıklarını ifade buyurmaktadır. Şüphesiz onlar böylelikle Allah'ı aldatmaya çalışan kimselerin durumuna düşmektedirler. Allah ise onların bu durumlarını bilmektedir; bu nedenle onların zararları kâfirlerden daha çoktur. Allah'a ve âhiret gününe iman iddialarında yalancı oldukları için ahirette onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Akıllarının kıtlığı dolayısıyle Yüce Allah'ı aldatacaklarını düşünmüşlerdir. Halbuki Allah aldatılmaktan münezzehtir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onların böyle bir işi yapmaya kalkışmaları Allah'ı gereği gibi tanımadıklarını göstermektedir. Eğer Allah'ı gereği gibi tanımış olsalardı, onun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Diğer taraftan onların bu aldatmaya çalışmalarının vebali sadece kendilerine aittir ve Allah dilediği takdirde iç yüzlerini müslümanlara açmaya kadirdir.
Bütün bunlarla birlikte Yüce Allah, bunlara İslâmın hükümlerinin uygulanmasını emretmektedir. İşledikleri günah türünden bir ceza ile muhatap olmaktadırlar. Sanki müslümanlar Allah'ın onlar hakkında uygulamak istediği emri yerine getirirken onları -teşbih ve temsilî olarak- aldatıyor gibidir. Böylelikle asıl aldanan ve aldatılan kimselerin münafıklar olduğuna işaret edilmektedir.
Kâfir oldukları halde öldürülmeyişlerinin sebebine gelince; doğrusu -İbnü'1-Arabî'nin de dediği gibi-[7] Peygamber (s.a.) münafıkları öldürmemiştir. Buna sebep onların kalplerini kendisine ısındırmak maslahatı ve insanların İslâmdan uzaklaşmalarını sağlayacak kötü durumların doğması endişesidir. Nitekim Resulullah (s.a.) da bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Ben insanların, Muhammed (s.a.) ashabını öldürüyor, demelerinden korkuyorum". Bu uygulama, itikadlarının kötü olduğunu bilmekle birlikte, gönüllerini İslam'a ısındırmak arzusuyla müellefe-i kulub'e zekattan pay verilmesini hatırlatmaktadır. [8]
[1] İbni Kesir, 1/38.
[2] Zemahşerî 1/79.
[3] Bu hadisi Timizi Abdullah bin Mesud (r.) dan rivayet etmiştir.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/63-65.
[5] Taberi, 1/84; Kurtubî, 1/184.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.
[7] İbnu'l-Arabî,Ahkâmu’l-.Kur’an, 1/12; Kurtubî, 1/198 vd.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/70-71.
1-Elif, Lâm, Mim.
2- İşte bu Kitap; Onda hiçbir şüphe yoktur- Takva sahipleri için bir hidayettir.
3- Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.
4 " Ve onlar sana indirilene de senden önce indirilene de yakînen [kesin olarak| inanırlar-
5. işte onlar rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler.
Açıklaması
Besmelenin anlamı bu sûrede bulunan her şeyin Allah'tan olduğunu, insandan olmadığını ilan etmektir. Allah bu sûreyi rahmetiyle insanları dünya ve ahirette hayır ve mutluluğa iletmek için indirmiştir. Şüphesiz ki besmele Mushafa Kur'an-ı Kerim'in dışında herhangi bir şeyi yazmamak için özel bir gayret gösteren Ashâb-ı Kiram'ın icmâı ile Kur'an-ı Kerim'den bir ayettir.
Şanı yüce Allah, bu sûreye mukatta harflerle başlamaktadır. Bundan gaye Kur'an-ı Kerim'in niteliğine dikkat çekmek, onun i'câzına işaret etmek ve sürekli olarak onun en kısa bir sûresinin benzerini getirmek hususunda insanlara meydan okumak, insan kelâmı olan hiç bir şeyin boy ölçüşemiyeceği bir söz olan Allah'ın kelâmı olduğunu kesin olarak ispat etmektir. Şanı yüce Allah bununla Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu Araplara şöyle diyor gibidir: Bu her Arabın konuşurken kullandığı alfabe harflerinden oluşan Arapça bir söz olduğuna göre onun benzerini getirmekten -insan sözü olduğuna inanıyorsanız- nasıl olur da âciz kalırsınız?. Bu böyle olmakla birlikte sizler onunla boy ölçüşemezsiniz. Kur'an-ı Kerim'in i'câzını açıklamak için bu harflerin zikredildiğini söyleyen muhakkik ilim adamlarının görüşü işte budur. [1]
Zemahşerî der ki: Bütün bu mukatta' harfler Kur'an-ı Kerim'in başında bir defa vârid olmamış meydan okuma ve ikazın tesirini artırmak için defalarca tekrar edilmişlerdir. Tıpkı bir kıssanın defalarca tekrar edilmesi ve açıktan açığa bir kaç yerde Kur'an'ın benzerini meydana getirmeleri için meydan okumanın tekrarlanması gibi. [2]
"Elif, Lâm, Mim" in mukatta harflerden oluştuğunun delillerinden birisi de Peygamber (s.a.)'in şu buyruğudur: "Her kim yüce Allah'ın Kitab'ından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir hasene ise on katı iledir (On kat fazlasıyla mükâfat görür). Ben sizlere: Elif, Lâm, Mim, tek bir harfdir, demiyorum. Fakat Elif bir harf, Lâm bir harf ve Mim de bir harfdir." [3]
Daha sonra yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in üç özelliğini dile getirmektedir:
1- Bu kitap, ihtiva ettiği anlam, maksat, kıssa, ibret ve nakzedilmesi kabil olmayan yasamayla ilgili hükümleri ile kapsadığı her şeyde mükemmel ve eksiksiz bir kitaptır.
2- Dikkatle bakan ve gönlüyle ona kulak veren kimse için Kur'an'ın Allah'tan gelmiş bir hak olduğunda hiç bir şüphe yoktur.
3- Bu kitap, takva sahibi müminler için hidayet ve doğru yolun kaynağıdır. O takva sahipleri Allah'ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından sakınarak Allah'ın azabından korunan kimselerdir; dolayısıyla bu kitaptan yararlanabilecek olanlar da onlardır.
Daha sonra Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'den yararlanan takva sahiplerinin dört ayrı niteliğini açıklamaktadır. Bu takva sahipleri Kur'an-ı Kerim'in haber vermiş olduğu öldükten sonra diriliş (haşr), hesap, sırat, cennet, cehennem ve buna benzer gaybî şeyleri tasdik eder ve iman ederler. Onlar aklın yaklaşık bir şekilde idrak etmiş olduğu maddî ve duyularla hissedilen şeylerin sınırında durup kalmazlar; ayrıca ruh, cin ve melek gibi ve başta Allah'ın varlığı ve vahdaniyeti olmak üzere maddenin ötesindeki evrenleri de idrak ederler.
Diğer taraftan bunlar şart, rükün, âdâb, huşu ile en mükemmel şekliyle namazı eda ederler. Çünkü huşusuz ve ayetlerinin üzerinde tefekkür etmeksizin okunan Kur'an-ı Kerim, Allah'a karşı haşyet duymaksızın kılınan bir namaz ruhsuz bir ceset gibidir.
Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de zekât, sadaka ve şer’an farz olan diğer nafakalar gibi malî harcamaları iyilik ve ihsan yolunda yapmalarıdır. Böylelikle toplum maddi açıdan bir rahatlığa kavuşur, mallar çeşitli şüphelerden temizlenir, şer'an arzulanan yapı tamamlanmış olur; dinin direği olan namaz ile ferdin yapısı, zekât ve buna bağlı olan şeylerle de toplumun yapısı. İşte bunlar ilerlemenin, hayatın gelişmesinin, ümmetin mutluluğunun temelidir. Ayet-i kerime, Resulullah (s.a.)'ın olacağını haber verdiği her türlü gaybî haberi kapsayan genel bir ifade taşımaktadır. Yine ister farz olsun, ister nafile olsun, bütün namazlar ve her türlü nafaka hakkında genel (umumî) bir karakter taşımaktadır.
Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de Peygamber Muhammed (s.a.)'e ve diğer peygamber ve rasullere indirilen her şeyi tasdik etmeleridir. Onlar aynı şekilde en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın ahireti de ve onun kapsamına giren ruh ve cesetlerin bir arada kabirlerden diriltilmesi, hesap, ceza, mîzân, sırat, cennet, cehennem gibi diğer hususlara da kesinlikle ve en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın, tam bir tasdik ile tasdik eder ve doğrularlar.
Sözü geçen gayba gerçek anlamıyla iman, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, ahiret gününe inanmak, Kur'an'a ve ondan önce indirilmiş bulunan kitaplara (Tevrat, İncil, Zebur ve sahifelere) iman etmek niteliklerine sahip olan bu kimseler, evet işte bunlar, Rablerinden gelen bir nur, bir hidayet üzeredirler. Allah katında çok yüksek bir makamın sahibidirler. Ebedîlik yurdu olan cennetlerde üstün derecelerle umduklarına nail olacak kimseler bunlardır. [4]
Kâfirlerin Nitelikleri
6- Gerçekten o inkâr edenleri inzar etsen de (uyarsan da) etmesen de birdir; iman etmezler.
7- Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur; gözlerinin üzerine de perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azap da vardır.
Nüzul Sebebi
Konu ile ilgili sahih rivayete göre ayetin nüzul sebebi şudur: Taberî'nin İbni Abbas'tan ve el-Kelbî'den rivayetine göre bu iki ayet-i kerime, Huyey b. Ahtab, Ka'b bin Eşref ve benzeri Yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur.[5]
Açıklaması
Allah'ın ayetlerini inkâr edip kâfir olanları, Kur'an-ı Kerim'i ve Muhammed'i (s.a.) yalanlayanları uyarmak veya uyarmamak fark etmez, kalpleri bu uyarıdan dolayı etkilenmez. Çünkü kalpleri îlahî nurun erişmesine imkan vermeyecek şekilde örtülüdür. O kalplerde iman nuru parlamaz. Çünkü onlar hakka karşı, Allah'ın ayetlerine karşı görmezlikten gelmişlerdir. Hidayet ve öğüdün etkileri onlara ulaşmaz. Çünkü onlar bilmenin, düşünmenin, tefekkürün, işitme ve görme duyularını kullanmanın bütün yollarını işlemez hale getirmiş, bunun sonucunda hakkı görmez duruma düşmüşlerdir. O bakımdan hakka uymazlar. Hakkı işitmezler, onu anlamazlar. Dolayısıyla onların cezaları da -Yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamalarından dolayı- sonu gelmez, çok çetin büyük bir azaptır.[6]
Münafıkların Nitelikleri -I-
8- İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki mümin olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler.
9- Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da farkına varmazlar.
10- Kalplerinde hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırdı, yalan söyledikleri için de onlara acıklı bir azap vardır.
Açıklaması
İşte bunlar üçüncü sınıf insanlardır. Yüce Allah inkâr edenlerin halini iki ayet-i kerimede münafıkların durumunu da onüç ayet-i kerimede açıklamakta ve bu ayetlerde onların kötülüklerini, hilelerini dile getirmekte, içyüzlerini açıklayarak, yaptıkları işlerin ne kadar gülünç olduğunu dile getirmekte; onları sağır, dilsiz ve kör diye adlandırmakta; onlara dair misaller vermektedir. Çünkü bunlar İslâm için açıktan açığa kâfir olanlardan daha büyük bir tehlikedir.
Burada sözkonusu edilen münafıkların özellikleri sadece o dönemin değil her dönemde mevcut olan münafıkların özelliklerindendir.
Birinci nitelikleri, kalpleri küfür ve sapıklıkla dolup taştığı halde dil ile iman ettiklerini söylemeleridir. Peygamberlik asrında münafıkların lideri Abdullah b. Übey Selûl'ün arkadaşlarının büyük çoğunluğu Yahudiydi. Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlardı. Allah onların bu iddialarını reddetmekte, zahiren mümin olduklarını ileri sürseler dahi gerçekte mümin olmadıklarını ifade buyurmaktadır. Şüphesiz onlar böylelikle Allah'ı aldatmaya çalışan kimselerin durumuna düşmektedirler. Allah ise onların bu durumlarını bilmektedir; bu nedenle onların zararları kâfirlerden daha çoktur. Allah'a ve âhiret gününe iman iddialarında yalancı oldukları için ahirette onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Akıllarının kıtlığı dolayısıyle Yüce Allah'ı aldatacaklarını düşünmüşlerdir. Halbuki Allah aldatılmaktan münezzehtir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onların böyle bir işi yapmaya kalkışmaları Allah'ı gereği gibi tanımadıklarını göstermektedir. Eğer Allah'ı gereği gibi tanımış olsalardı, onun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Diğer taraftan onların bu aldatmaya çalışmalarının vebali sadece kendilerine aittir ve Allah dilediği takdirde iç yüzlerini müslümanlara açmaya kadirdir.
Bütün bunlarla birlikte Yüce Allah, bunlara İslâmın hükümlerinin uygulanmasını emretmektedir. İşledikleri günah türünden bir ceza ile muhatap olmaktadırlar. Sanki müslümanlar Allah'ın onlar hakkında uygulamak istediği emri yerine getirirken onları -teşbih ve temsilî olarak- aldatıyor gibidir. Böylelikle asıl aldanan ve aldatılan kimselerin münafıklar olduğuna işaret edilmektedir.
Kâfir oldukları halde öldürülmeyişlerinin sebebine gelince; doğrusu -İbnü'1-Arabî'nin de dediği gibi-[7] Peygamber (s.a.) münafıkları öldürmemiştir. Buna sebep onların kalplerini kendisine ısındırmak maslahatı ve insanların İslâmdan uzaklaşmalarını sağlayacak kötü durumların doğması endişesidir. Nitekim Resulullah (s.a.) da bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Ben insanların, Muhammed (s.a.) ashabını öldürüyor, demelerinden korkuyorum". Bu uygulama, itikadlarının kötü olduğunu bilmekle birlikte, gönüllerini İslam'a ısındırmak arzusuyla müellefe-i kulub'e zekattan pay verilmesini hatırlatmaktadır. [8]
[1] İbni Kesir, 1/38.
[2] Zemahşerî 1/79.
[3] Bu hadisi Timizi Abdullah bin Mesud (r.) dan rivayet etmiştir.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/63-65.
[5] Taberi, 1/84; Kurtubî, 1/184.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.
[7] İbnu'l-Arabî,Ahkâmu’l-.Kur’an, 1/12; Kurtubî, 1/198 vd.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/70-71.
10 Eylül 2018 Pazartesi
Deccâl ve Hz. Îsâ (as)'ın Gelişi ile ilgili Riyâzü's Sâlihîn'den Hadisler
Hadisler
1812. Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir sabah Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem deccâlden uzun uzun bahsetti. Sonunda yorulup sesini alçalttı, sonra tekrar yüksek sesle konuştu. Biz onun anlatışına bakarak deccâlin Medine civarındaki hurmalıklara gelip dayandığını zannettik. Tekrar yanına gittiğimiz zaman üzüntümüzü anladı ve:
- “Hayrola, bu ne hal?” dedi. Biz de:
- Yâ Resûlallah! Sabahleyin deccâlden bahsettin. Kâh alçak sesle kâh yüksek sesle konuştuğun için, biz onun hurmalıklara gelip dayandığını sandık, dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
- “Sizin adınıza deccâlden başka şeylerden daha çok korkuyorum. Şayet deccâl ben aranızdayken çıkarsa, onun oyununu bozar, delillerini çürütürüm.
Eğer ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır. Zaten Allah Teâlâ mü’minleri onun kötülüklerinden koruyacaktır. Deccâl kıvırcık saçlı, patlak gözlü, (Câhiliye devrinde ölen) Abdüluzzâ İbni Katan’a benzeyen bir gençtir. Sizden onu gören Kehf sûresinin baş (ve son) tarafından onar âyet okusun. O Şam ile Irak arasındaki bir yerden çıkacak. Sağa sola her yana kötülüğünü yayacaktır. Ey Allah’ın kulları, imanınızı koruyup direnin!”
- Yâ Resûlallah! Deccâlin yeryüzünde kalma süresi ne kadardır? diye sorduk. Şöyle buyurdu:
- “Kırk gündür. Bir günü bir yıl kadar, bir başka günü bir ay kadar, bir diğer günü de bir hafta kadardır; geri kalan günleri ise sizin bildiğiniz günler gibidir.” Biz:
- Yâ Resûlallah! Bir yıl kadar olan günde, kılacağımız bir günlük namaz kâfi gelecek mi? dedik. - “Hayır, siz namaz vakitlerini ona göre takdir ve hesap ediniz” buyurdu. Biz:
- Yâ Resûlallah! Onun yeryüzündeki sürati ne kadardır? diye sorduk. Şöyle buyurdu:
- “Rüzgârın sürüklediği bulut gibi insanların yanından geçer, ilâh olduğunu söyleyerek kendisine iman etmelerini ister, onlar da iman ederler. Göğe yağmur yağdırmasını emreder, yağmur yağar; yere bitki bitirmesini emreder, otlar, çayırlar biter; insanların yayılmaya gönderdikleri hayvanları daha gösterişli ve semiz, sütleri daha bol olarak döner. Daha sonra başka insanların yanına gelerek onları kendine inanmaya davet eder; fakat onlar kendisine inanmayıp teklifini geri çevirirler; deccâl de yanlarından ayrılıp gider; lakin sabahleyin suları çekilip çayır çimenleri kurur, hayvanları da helâk olur.
Deccâl bir örene uğrayıp ‘Definelerini ortaya çıkar!’ der, o harâbedeki defineler arıbeyinin peşinden giden arılar gibi deccâlin arkasından gider. Sonra deccâl babayiğit bir genci yanına çağırıp onu kılıcıyla ikiye biçer; vücudunun her parçası bir yana düşer; ardından ona seslenir. Delikanlı gülümseyen bir çehreyle ona doğru gelir. Deccâl böyle işler yaparken Allah Teâlâ Mesîh İbni Meryem sallallahu aleyhi ve sellem’i gönderir. Mesîh, boyanmış iki elbise içinde, ellerini iki meleğin kanatları üzerine koyarak Dımaşk’ın doğusundaki Akminare’nin yanına iner. Mesih parıldayan yüzüyle başını yere eğince saçlarından terler damlar, başını kaldırınca inci gibi nûrânî damlalar dökülür. Onun nefesini koklayan kâfir derhal ölür. Nefesi baktığı yere ânında ulaşır. Mesih deccâlin peşine düşer, onu (Kudüs yakınındaki) Bâbülüd’de yakalayıp öldürür. Sonra Îsâ sallallahu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın kendilerini deccâlin şerrinden koruduğu birtakım insanların yanına gelir, onların yüzlerini okşayarak deccâl fitnesinin sona erdiğini söyler ve kendilerine cennetteki yüksek derecelerini haber verir. Bu sırada Allah Teâlâ Îsâ aleyhisselam’a vahyederek “Kimsenin öldüremeyeceği kullar yarattım; diğer kullarımı toplayıp Tûr’a götür” buyurur. Allah Teâlâ Ye’cûc ve Me’cûc’ü yeryüzüne gönderir. Onlar tepelerden süratle inip giderler; öncüleri Taberiye gölüne varıp gölün bütün suyunu içer.
Arkadan gelenler oraya vardıklarında, “Bir zamanlar burada çok su varmış” derler. Îsâ aleyhisselam ile yanında bulunan mü’minler Tûr dağında mahsur kalırlar. Onlardan her biri için bir öküz başı, sizin bugünkü paranızla yüz altından daha kıymetli olur. Îsâ aleyhisselam ile yanındaki mü’minler bu belâdan kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. Allah Teâlâ da Ye’cûc ve Me’cûc’ün enselerine kurtçuklar musallat eder; hepsi bir anda ölüp gider. Ardından Îsâ aleyhisselam ile mü’minler Tûr dağından inerler. Ye’cûc ve Me’cûc’ün kokmuş cesetlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar. Îsâ aleyhisselam ile yanındaki mü’minler bu belâdan da kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar.
Allah Teâlâ deve boyunları gibi iri kuşlar gönderir; bu kuşlar onların kokmuş cesetlerini alarak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği yere götürüp atarlar. Sonra Allah Teâlâ hiçbir evin ve çadırın engel olamayacağı bol bir yağmur gönderir; bu yağmur yeryüzünü ayna gibi pırıl pırıl temizler. Daha sonra yeryüzüne “Meyveni bitir, bereketini getir” diye emredilir. O gün bir grup insan tek bir nar ile doyar, kabuğuyla da gölgelenirler.
Yaylıma gönderilen hayvanların sütü de bereketlenir, bir devenin sütü kalabalık bir grubu, bir ineğin sütü bir kabileyi, bir koyunun sütü bir cemaati doyurur. Onlar böyle yaşayıp giderken Allah Teâlâ tatlı bir rüzgâr gönderir; bu rüzgâr onları koltuk altlarından sarmalayıp her mü’minin ve müslimin rûhunu alıp götürür. Yeryüzünde insanların en fenaları kalır; onlar eşekler gibi birbiriyle tepişip herkesin gözü önünde cinsel ilişkide bulunurlar ve kıyamet onların üzerine kopuverir.” Müslim, Fiten 110. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 59; İbni Mâce, Fiten 33
Açıklamalar
Kitabımızın bu kısmı “bölüm” adıyla anılmamakla beraber altmış hadisin yer aldığı müstakil bir bölüm mahiyetindedir. Bu kısımdaki on iki hadiste öncelikle deccâl konusu işlenmektedir. Kur'ân-ı Kerîm’de kendisinden söz edilmeyen deccâl, hadîs-i şerîflerden öğrendiğimize göre kıyamet alâmetlerinden biridir. Kıyametle ilgili her bilgi gayb sahasına girer. Gayb, akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanıdır. Gayb hakkındaki bilgiler ya Allah Teâlâ’nın veya Resûlü’nün haber vermesiyle öğrenilebilir. Etrafımızda olup da kendilerini akıl ve duyularla bile idrâk edemediğimiz varlıklar ve yaşadığımız andan sonra olup bitecek şeyler bizim için gaybdır. Biz bu konulardaki bilgileri ya Kur'ân-ı Kerîm’den veya hadîs-i şerîflerden öğrenebiliriz. Kur'ân-ı Kerîm'de gayb konusuna, önemi sebebiyle 60 yerde temas edilmektedir. Bu âyetlerde gaybı sadece Allah Teâlâ’nın bileceği anlatılmaktadır. Bunun bir tek istisnası vardır. O da yine Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle belirtilmektedir: "Allah Teâlâ bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarından kimseyi haberdâr etmez. Ancak bildirmeyi dilediği Peygamber müstesnâ" [Cin sûresi (72), 26]. İşte deccâl, kıyâmet, âhiret, cennet, cehennem ve daha başka şeyler hakkındaki bütün bilgiler Cenâb-ı Hak tarafından Resûl-i Ekrem Efendimiz’e bildirilmiş, o da bunlardan uygun gördüklerini bize haber vermiştir.
Şimdi gelelim deccâle. Onun âhir zamanda ortaya çıkacak, Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği bazı imkânlar sebebiyle hârikulâde mârifetler gösterecek ve böylece bazı insanları sapıtacak bir yalancı ve sahtekâr olduğu anlaşılmaktadır. Zaten Deccâl kelimesi de yalancı, hilekâr, hakkı bâtıla, iyiyi kötüye karıştıran kimse anlamına gelmektedir.
Peygamber aleyhisselâm ümmetinden otuz kadar yalancı deccâl çıkacağını, bunların kendilerini peygamber olarak tanıtıp “Ben Allah’ın elçisiyim” diyeceklerini haber vermektedir (Buhârî, Fiten 25; Müslim, Fiten 84). Gerçekten de tarih boyunca, anlatılan cinsten nice yalancılar çıkmış, Allah Teâlâ onların hepsini perişan etmiştir. Hadisimizde anlatılan büyük deccâl de şüphesiz aynı âkıbete uğrayacak, rezil ve perişan olacaktır.
Peygamber Efendimiz’in, yukarıdaki konuşmasında deccâlden söz ederken, sanki o sırada bu belâ Medine’ye gelip dayanmış gibi ashâbına heyecanlı bir ses tonuyla hitap etmesi, sesini kâh alçaltıp kâh yükseltmesi deccâlin insanlık adına ne büyük bir tehlike olduğunu anlatmak içindir. Bazı âlimler hadiste geçen alçaltma ve yükseltme ifadelerini ses olarak değerlendirmemekte, Resûlullah deccâli “Bir gözü kördür; Allah katında son derece basit ve önemsizdir” gibi ifadelerle hem küçümsedi (onu alçalttı) hem de “Kıyametten önce ortaya çıkacak en büyük fitnedir” gibi sözlerle onun ne dehşetli bir belâ olduğunu belirtti (yükseltti), şeklinde anlamışlardır.
Peygamber aleyhisselâm, ashâbın deccâlden çok korktuğunu görünce onları teskin ve teselli etmek istedi; şayet ben hayattayken deccâl çıkarsa onun oyununu bozar, delillerini çürütürüm, buyurdu. Efendimiz aleyhisselâm’ın “Sizin adınıza deccâlden başka şeylerden daha çok korkuyorum” buyurması, esasen imanı kuvvetli kimseler için deccâlin büyük bir tehlike teşkil etmeyeceğini göstermektedir. Şu halde müslümanlar çocuklarına dinlerini iyi bir şekilde öğrettiği, peygamber vârisi olan güçlü ilim adamları yetiştirdiği sürece deccâl tehlikesi fazla fire vermeden atlatılabilecektir.
Yine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in “Eğer deccâl ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır” buyurması, her müslümanın kendi dinini iyi bir şekilde öğrenmesi gerektiğini göstermektedir. Müslümanlar dinlerini iyice öğrendikleri takdirde ne hakikî ne de sahte deccâller onları aldatabilecektir. Zaten Efendimiz’in de belirttiği gibi, Allah Teâlâ mü’minleri deccâlin şerrinden koruyacaktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in “şayet deccâl ben aranızdayken çıkarsa” buyurması, kıyametin ne zaman kopacağını bilmediği gibi, deccâlin ne zaman çıkacağını da bilmediğini göstermektedir. Zira bir insan peygamber de olsa, ileride olacak şeyleri ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendisine haber vermesi halinde bilebilir. Peygamber Efendimiz’in bu ifadesinden, deccâlin çıkacağı zaman hakkında önceleri bilgisi olmadığı, bunun için de “şayet deccâl ben aranızdayken çıkarsa” ifadesini kullandığı, fakat daha sonraları kendisi hayattayken deccâlin çıkmayacağını öğrendiği anlaşılmaktadır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hadiste, deccâli görenlerin, on sekizinci sûre olan Kehf sûresinin baş tarafından (fevâtih) on âyet okumalarını tavsiye buyurmaktadır. 1023 numaralı hadiste de geçtiği üzere Resûl-i Ekrem “Kehf sûresinin baş tarafından on âyet ezberleyen kimse deccâlden korunur” buyurmuştur (Müslim, Müsâfirîn 257; Ebû Dâvûd, Melâhim 14).
Yine aynı kaynaklarda, bu rivayetin hemen ardından, Kehf sûresinin sonundan on âyet okunması tavsiye edildiği kaydedilmektedir. Bu sûrenin baş tarafındaki ilk on âyette Cenâb-ı Hakk’ın zâtını ve sıfatlarını bilmekten söz edilmekte, ve O’nun ashâb-ı Kehf’i zâlim Dakyanus’un şerrinden koruduğu anlatılmaktadır. Muhtemelen bu alâka sebebiyle, deccâli görenlerin bu sûrenin ilk on âyetini okumaları tavsiye buyurulmuştur. Biz hadisimizin tercümesinde her iki rivayeti de dikkate almayı uygun gördük. 1000 numaralı hadiste, bu sûreyi okuyan bir sahâbîyi dinlemek üzere meleklerin yeryüzüne indiği de görülmüştü. Peygamber aleyhisselâm, deccâlin her tarafa kötülük yayacağını belirtmekte, onu görecek olan ümmetine hitâben “Ey Allah’ın kulları! İmanınızı koruyup direnin!” buyurmak suretiyle, ümmetinin mâneviyâtını yükseltmekte ve deccâl denen sahtekârı iman gücüyle yenebileceklerini onlara hatırlatmaktadır.
Deccâlin yeryüzünde ne kadar kalacağını merak eden ashâb-ı kirâm, onun kırk gün kalacağını, fakat bir günün bir yıl, bir başka günün bir ay, bir diğer günün bir hafta kadar uzayacağını, daha sonraki günlerin ise normal günlerin uzunluğunda olacağını öğrenince, vaktin söz konusu olmadığı o uzun günlerde namaz ibadetini nasıl îfâ edeceklerini merak etmişler, o zaman namaz vakitlerini normal günlere kıyaslayarak hesap etmeleri gerekeceğini öğrenmişlerdir. Ashâbın böyle anormal bir zamanda nasıl namaz kılacaklarını düşünmeleri, onların bu ibadete verdikleri önemi göstermektedir. Deccâl çıktığı zaman “bir günün bir yıl kadar, bir başka günün bir ay kadar, bir diğer günün bir hafta kadar olmasını” lafzî mânası dışında anlayıp yorumlayan âlimler de vardır. Onlara göre deccâl yapacağı bir nevi hipnotizma ile insanların göz ve kulak gibi duyu organlarını tesiri altına alacak, başlarına gelen o müthiş belânın sıkıntısıyla zaman bir türlü geçmek bilmeyecektir.
Deccâle verilen yetkiler, imanı güçlü olmayan kimseler için onun ne büyük bir tehlike teşkil edeceğini göstermektedir. Onun emriyle bol yağmurlar yağması, bol bitkiler yetişmesi, bu sebeple kısa zamanda gelişip semiren sağmal hayvanların bol süt vermesi, bazı kimselerin deccâle inanmaması üzerine ertesi gün sularının çekilip çayır çimenlerinin kuruması, bu sebeple hayvanlarının helâk olması, deccâlin bir viraneye emretmesi üzerine oradaki definelerin tıpkı bir arıbeyinin peşinden giden arılar gibi onun arkasından gitmesi, kendisine inanmayan bir genci kılıcıyla ikiye böldükten sonra onu tekrar diriltmesi düşündürücüdür.
Bütün bu hârikulâde olaylar, o günlere yetişen mü’minlerin büyük bir imtihandan geçeceğini göstermektedir. Öldürülüp diriltilen gencin deccâl karşısındaki tavrı ne kadar haşmetli ve mânalıdır. Âdeta deccâle, sen beni bin kere öldürüp diriltsen de ben sadece kâinâtın yegâne Rabbine iman ediyor ve senin bir sahtekâr olduğunu biliyorum dercesine alaycı bir tavırla gülümsemesi, imanın sarsılmaz gücünü ne güzel ortaya koymaktadır.
Deccâl kötülüklerini yapmaya devam ederken Allah Teâlâ Mesîh İbni Meryem’i yeryüzüne gönderecek (bk. 1814 numaralı hadis), o da deccâli yok edecektir. Burada bir hatırlatma yapalım. Bilindiği üzere Hz. Îsâ’ya mesîh dendiği gibi deccâle de mesîh (mesîhü’d-deccâl) denmektedir. Mesîh, silmek anlamına gelen mesh kelimesinden türemiştir. Deccâle mesîh denmesi, kendisinden hayrın silinip alınması veya bir gözünün, hiç yokmuş gibi tamamen silinmesi sebebiyledir. Zira deccâlin yüzünün bir tarafı tamamen dümdüz, dolayısıyla bir gözü kördür.
Diğer hadislerden öğrendiğimize göre, var olan gözü de tıpkı salkımdan dışarı fırlamış bir üzüm tanesi gibi pörtlektir (Buhârî, Ta’bîr 11, 33). Deccâle çok seyahat etmesi, mesafeleri silip süpürmesi sebebiyle mesîh dendiği de söylenmiştir.
Hz. Îsâ’ya mesîh denmesine gelince, onun mübarek elini hastalara sürerek (meshederek) iyileştirmesi sebebiyledir. Allah Teâlâ’nın bir Mesîh’i diğer bir Mesîh ile yok etmesi ne kadar anlamlıdır. “Biz hakkı bâtılın tepesine bindiririz de o, bâtılın işini bitirir” [Enbiyâ sûresi (21), 18] âyet-i kerîmesi, deccâlin de aralarında bulunduğu bütün bâtılların âkıbetini dile getirmektedir.
Hz. Îsâ’nın, parıldayan yüzüyle başını yere eğince saçlarından terler damlaması, başını kaldırınca inci gibi nûrânî damlalar dökülmesi onun vücudunun son derece mevzûn, yüzünün güzel olduğunu göstermektedir. Elbisesi hakkında verilen bilgiler de buna eklenince, onun çok güzel bir görünüme sahip olacağı anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde onun tatlı esmer bir sîmaya sahip orta boylu bir insan olduğunu, pek kıvırcık olmayan pırıl pırıl saçlarının omuzlarını dövdüğünü, hamamdan yeni çıkmış gibi hafifçe kırmızı tertemiz yüzünden sular damladığını anlatmıştır. Hz. Îsâ’nın nefesini koklayan kâfirin derhal ölmesi ifadesini bazı âlimler, güçlü nefesinin gözünün gördüğü yere kadar ulaşacağı ve kâfirlerin ona yaklaşmaya fırsat bulamadan öleceği şeklinde anlamışlardır.
Hadisimizde Hz. Îsâ’nın Dımaşk’ın doğusundaki Akminare’nin yanına ineceği belirtilmektedir. Nevevî VII. (XIII.) yüzyılda bu minarenin mevcut olduğunu söylemektedir. Hz. Îsâ’nın Kudüs’e veya Ürdün’e ineceğine dair rivayetler bulunduğu da söylenmektedir. Ama onun deccâli öldüreceği yerin, Kudüs yakınında bulunan ve bugün de Bâbülüd diye anılan yer olduğu hadisimizde zikredilmektedir.
Şüphesiz deccâl fitnesi insanoğlunun yeryüzünde göreceği en büyük fitnedir. Bu sebeple bütün peygamberler ümmetlerine bu fitneden söz etmişler ve ondan sakındırmışlardır (Tirmizî, Zühd 3; İbni Mâce, Fiten 33; ayrıca bk. 21. hadis). Peygamber Efendimiz de “Dualar Bölümü”nde çeşitli örneklerini gördüğümüz üzere deccâlin fitnesinden Allah’a sığınmış, dolayısıyla bizim de ondan Cenâb-ı Hakk’a sığınmamızı tavsiye etmiştir.
Deccâlden sonraki büyük fitnenin Ye’cûc ve Me’cûc fitnesi olduğu anlaşılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm’de iki yerde Ye’cûc ve Me’cûc’den söz edilmektedir. Birinde, bozgunculuk yapan Ye’cûc ve Me’cûc’ün Zülkarneyn’e şikâyet edilmesi, onun da bu zorbaların bulunduğu yeri demir kütleleriyle tıkayarak bir daha dışarı çıkamayacak şekilde önlerine bir set yapması [Kehf sûresi (18), 94-98], diğerinde ise, hadisimizde geçtiği gibi, “Ye’cûc ve Me’cûc’ün önündeki seddin açılıp her tepeden akın etmeleri” hâdisesidir.
Ye’cûc ve Me’cûc’ün, Hz. Îsâ ile birlikte Tûr’da korunan mü’minler dışında yeryüzündeki bütün insanları öldürmesi bu felâketin büyüklüğünü göstermektedir. Cenâb-ı Hakk’ın bu önünde durulmaz barbarları enselerine kurtçuklar musallat ederek bir anda mahvetmesi, daha sonra yeryüzünün âdeta yeniden ihyâsı ve yaşamaya daha elverişli hale getirilmesi olayları ise kâinâtın Rabbi’nin her şeye kâdir olan sonsuz gücünü göstermektedir.
Deccâl ile Ye’cûc ve Me’cûc fitnelerinden kurtulan ve benzeri görülmemiş derecede mutlu bir hayat süren mü’minlerin ölümünden sonra yeryüzünde insanların en kötülerinin kalması, onların eşekler gibi herkesin gözü önünde cinsel ilişkide bulunacak olması ve kıyametin onların üzerine kopuvermesi de pek düşündürücüdür. Bu çağda zinanın suç kabul edilmesini gerilik sayan, nefsânî arzularının tatmini önünde hiçbir sınır tanımayan ve dolayısıyla Peygamber aleyhisselâm’ın ifadesiyle eşekler gibi herkesin gözü önünde cinsel ilişkide bulunmak isteyen kimselerin durumu, üzerlerine kıyamet kopacak o en fena, en talihsiz kimselerin halinden farksızdır. Cenâb-ı Mevlâ o bozuk zihniyetli insanların şerrinden bizi ve yavrularımızı muhafaza buyursun.
Aşağıdaki hadislerde deccâl hakkında daha başka bilgiler verilecek, deccâlin bazı özellikleri 1823 numaralı hadiste açıklanacaktır. Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inmesi konusu ise 1814 numaralı hadiste ele alınacaktır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Deccâl insanın dünya hayatında karşılaşacağı en büyük fitnedir.
2. Müslümanları onun şerrinden derin imanları koruyacaktır.
3. Deccâl yeryüzünde kimi uzun kimi kısa olmak üzere kırk gün kalacaktır.
4. Deccâl, kasırga önündeki bulut gibi yeryüzüne süratle yayılacaktır.
5. Kendisine verilen imkânlar sebebiyle beşer gücünün üstünde işler yapacaktır.
6. Hz. Îsâ yeryüzüne inerek deccâli öldürecek, insanları onun şerrinden kurtaracaktır.
7. Hz. Îsâ Ye'cûc ve Me’cûc’ün geleceğini haber alınca mü’minlerle birlikte Tûr dağına gidecek, Ye'cûc ve Me’cûc belâsı ortadan kalkıncaya kadar orada mahsûr kalıp açlık sıkıntısı çekeceklerdir.
8. Önlerinde kimsenin duramayacağı Ye'cûc ve Me’cûc, yeryüzünü talan edip herkesi öldürecek, Allah Teâlâ da onları, enselerinde yaratacağı kurtçuklarla bir anda mahvedecektir.
9. Yeryüzü Ye'cûc ve Me’cûc’ün leşlerinden temizlendikten sonra insanlar bolluk ve bereket içinde yaşayacaklardır.
10. Daha sonra Allah Teâlâ mü’minlerin ruhlarını kabzedecek, yeryüzünde en kötü insanlar kalacak, kıyamet onların üzerine kopacaktır.
1813. Rib’î İbni Hırâş şöyle dedi:
Ebû Mes’ûd el-Ensârî ile birlikte Huzeyfe İbni Yemân’ın yanına gittim. Ebû Mes’ûd ona:
- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den deccâl hakkında duyduklarını söyle, dedi. Huzeyfe de şunları söyledi:
- “Deccâl, yanında bir su ve bir de ateş olduğu halde ortaya çıkacak. Bazılarının onun yanında gördüğü su gerçekte su olmayıp yakıcı ateştir. Bazılarının onun yanında gördüğü ateş de gerçekte ateş olmayıp soğuk, tatlı bir sudur. Sizden deccâle kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta bulunsun. Zira o, tatlı, içimi güzel bir sudur.”
Ebû Mes’ûd el-Ensârî, Huzeyfe’nin böyle söylediğini ben de duydum, dedi. Buhârî, Enbiyâ 50, Fiten 26; Müslim, Fiten 105, 108
Açıklamalar
Sahîh-i Müslim’deki bir rivayete göre Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Ben deccâlin yanında ne bulunduğunu iyi bilirim. Onun beraberinde iki nehir vardır. Biri beyaz su gibi görünür, diğeri yanan ateş gibi. Bir kimse deccâle yetişirse, ateş şeklinde gördüğü nehre gelip gözünü yumsun. Sonra başını eğerek ondan içsin. Çünkü o soğuk sudur” buyurmuştur. Daha başka rivayetlerde deccâlin yanında cennet ve cehenneme benzer iki şey bulunduğu, onun cennet dediği şeyin ateş, yani cehennem olduğu da belirtilmektedir (Müslim, Fiten 109).
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in bu hadiste gözbağcı deccâlin oyununa gelen ve gelmeyenlerin durumunu mecâzî bir anlatımla ortaya koyduğu sezilmektedir. Bu ifadeyi şöyle anlamak uygun olur: Nemrûd’un o dağ gibi ateşini İbrâhim aleyhisselâm’a gül bahçesi yapan Allah Teâlâ, deccâle kanmayan, onun oyununa gelmeyen imanlı kişilere bu sahtekârın sözde ateşini tatlı, buz gibi bir su yapacaktır. Onun ateşi de cehennemi de mü’minlere hiçbir zarar veremeyecektir. Muhtemelen deccâl, insanları sağlam bir imtihandan geçirmesi, gerçek mü’minle öyle olmayanı birbirinden ayırması için kendisine büyük imkânlar verilmiş büyük bir hokkabazdır. Buna göre hadisimizdeki “Sizden deccâle kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta bulunsun” ifadesini, o mü’min deccâli yalanlasın; yanındaki ateş gibi, cehennem gibi görünen şeyden korkmasın; zira o gerçek ateş değildir; deccâli böylece yalanlayan kimse, içinde serin ve tatlı sular bulunan cennete kavuşacaktır, şeklinde anlamak belki de en uygunudur. Meseleye şöyle de bakmak mümkündür; Bütün bu fevkalâde imkânları deccâle veren Allah Teâlâ olduğuna göre, deccâlin cenneti gibi görünen şeyin gerçekte cehennem, deccâlin cehennemi gibi görünen şeyin de gerçekte cennet olması mümkündür.
Bizim bu hadislerden çıkaracağımız ders şudur: Allah Teâlâ mü’minlere deccâli tanıma imkânı sağlayacak ve onun oyunlarına kanmayacak bir ferâseti herhalde ihsan edecektir. Bunun tedbiri ne olabilir? İyi müslüman olmak, ilmini uygulayıp yaşayan âlimler yetiştirmek, Kur’an-Sünnet çizgisini aşmamaktır. Böyle olan kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve ihsânı ile deccâl denen hilekârın karşısında yer alacaklar, ona mağlûp olmayacaklar ve neticede cenneti hak edecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Deccâl bir gözbağcıdır. Gerçek olmayanı gerçekmiş gibi gösterebilecektir.
2. Deccâl cenneti cehennem, cehennemi cennet veya suyu ateş, ateşi su gibi gösterme imkânına sahip olacaktır.
3. Deccâli gören müslümanlar, onun cehennem veya ateş gibi gösterdiği şeyi tercih ettikleri takdirde cennete ve içimi tatlı ve güzel bir suya kavuşacaklardır.
1814. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Ümmetimin hayatta bulunduğu bir zamanda deccâl çıkar ve kırk, bu kadar zaman kalır. (Râvi, Hz. Peygamber’in kırk gün mü, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı buyurduğunu bilemediğini söylemektedir.) Bunun üzerine Allah Teâlâ Îsâ İbni Meryem’i yeryüzüne gönderir; o da deccâli bularak ortadan kaldırır. Sonra insanlar, aralarında hiçbir düşmanlık bulunmadan yedi yıl yaşarlar. Sonra Allah Teâlâ Şam taraflarından soğuk bir rüzgâr gönderir ve bu rüzgâr kalbinde zerre kadar hayır -veya iman- bulunan yeryüzündeki bütün insanların ruhunu kabzeder. Şayet biriniz dağın içine bile girse, bu rüzgâr onu mutlaka bulup canını alır. İşte o zaman yeryüzünde kötülüklere bir kuş hafifliğiyle dalan, yırtıcı hayvan atılganlığıyla şuursuzca saldıran kimseler kalır. Bunlar ne bir iyilik tanırlar ne de bir kötülüğü yadırgarlar. Şeytan bir insan kılığına girerek onlara görünür ve:
- Dediğimi yapmayacak mısınız? diye sorar. Onlar da:
- Ne yapmamızı emredersin? derler. Şeytan da onlara putlara tapmalarını emreder. Onlar her türlü ahlâksızlığı yapıp putlara taparken rızıkları bollaşır, hayat tarzları iyileşir. Daha sonra sûra üflenir. Onun sesini duyan herkes dehşet ve şaşkınlık içinde yıkılır kalır. Sûrun sesini ilk duyup can veren adam, devesinin havuzunu tamir eden bir kimsedir. Onunla birlikte yanındakiler de kendilerini yere atıp can verirler. Sonra Allah Teâlâ çiğ gibi -veya gölge gibi- bir yağmur yağdırır. İnsanların çürüyüp gitmiş cesetleri bununla yeniden hayat bulur. Ardından sûra bir kere daha üflenir; herkes yerinden fırlayıp kendilerine verilecek emri beklemeye başlar. Daha sonra:
- Haydi, Rabbinize gelin! denir. Meleklere de:
- Onları alıkoyun; çünkü onlar sorguya çekilecektir, denir. Daha sonra yine meleklere:
- Cehennemlikleri ayırın! buyurulur. Onlar da:
- Kaçta kaçını ayıralım? diye sorarlar.
- 1000 kişiden 999’unu, denir. İşte o gün, dehşeti yüzünden çocukların ihtiyarladığı bir gün olacaktır. O gün her şeyin ortaya çıktığı korkunç bir gündür.” Müslim, Fiten 116
Açıklamalar
1812 numaralı hadisten öğrendiğimize göre Resûl-i Ekrem Efendimiz deccâlin yeryüzünde kırk gün kalacağını belirtmiştir. Fakat bu hadisi rivayet eden Abdullah İbni Amr İbni Âs, Peygamber aleyhisselâm’ın kırk demekle beraber, bunun kırk yıl mı, kırk ay mı, yoksa kırk gün mü olduğunu açıklamadığını söylemektedir. Her ikisi de sahih olan bu rivayetlerin birincisinde “kırk gün” kaydının bulunması, bu rivayetteki belirsizliği gidermeye yeterlidir. Hatta bir rivayette “kırk sabah” kalacağının belirtilmesi (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 364) kırk gün ifadesini güçlendirmektedir. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.
Hadisimizin devamında, 1812 numaralı hadiste teferruatlı bir şekilde anlatılan olayların âdeta özeti verilmektedir. Hz. Îsâ’nın yeryüzüne ineceği meselesi bunlardan biridir. Hz. Îsâ’nın yeryüzüne ineceğini açıkça belirten sahih hadislerden birine göre Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, yakında Îsâ İbni Meryem âdil bir hakem olarak gökten yere inecek, haçı kıracak (Hıristiyanlığın hükümsüz olduğunu ilân edecek) , domuzu öldürme emrini verecek, zimmîlerden cizyeyi kaldıracak (din olarak sadece İslâmiyet kalacak), mal da o kadar çoğalacak ki, onu kimse kabul etmeyecek” (Buhârî, Büyû‘ 102, Enbiyâ 49; Müslim, Îmân 242).
Hz. Îsâ’nın yeryüzünde İslâm kanunlarına göre hükmedeceğini açıkça gösteren bir diğer hadis ise şöyledir: “Devlet başkanınız (imamınız) kendinizden olduğu halde Îsâ İbni Meryem gökten yanınıza indiği zaman haliniz nice olur!” (Buhârî, Enbiyâ 49; Müslim, Îmân 242-246).
Hz. Îsâ’nın yeryüzüne ineceğine ve İslâmiyet’i uygulayacağına dair pek çok hadis vardır. Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (ö. 1352/1933) bunlardan yetmiş beşi Resûlullah’ın sözü, yani merfû hadis olmak üzere 101 rivayeti derlediği eserine et-Tasrîh bimâ tevâtere fî nüzûli’l-Mesîh (Halep 1385/1965) adını vermiştir.
Resûlullah’ın son peygamber olması, ondan sonra bir peygamber gelmemesi gerçeği ile bu olay arasında bir çelişki yoktur. Zira Îsâ aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk’ın yeni emirlerini tebliğ etmek üzere gelen bir peygamber değil, Resûl-i Ekrem’in getirdiği dini yaşayan ve uygulayan “adaletli bir hakem” sıfatıyla yeryüzüne inecektir.
Bu hadiste insanların yeryüzünde birbirine kin ve nefret duymadan, düşmanlık beslemeden yedi yıl boyunca huzurlu bir hayat sürecekleri belirtilmektedir. Hz. Îsâ’nın yeryüzünde kırk yıl kalacağına dair rivayetler de bulunmaktadır. Onun daha önce otuz üç yıl yaşadığına dair rivayet ile son gelişindeki yedi yıl birleştirilince kırk yıl hesabı ortaya çıkabilir.
Hadisimizin devamında Hz. Îsâ’nın deccâli öldüreceği, yedi yıl sonra çıkacak bir rüzgârla birlikte bütün müslümanların öleceği, yeryüzünde sadece kötülerin kalacağı, onların da şeytanın emrine girerek putlara tapmak da dahil olmak üzere her fenalığı yapacağı anlatılmaktadır. Resûlullah Efendimiz daha sonra sûra üflenmesiyle birlikte dünya hayatının son bulacağını, ikinci sûr ile herkesin dirilip hesap vermek üzere Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna varacağını, ondan sonra da cennetlik ve cehennemliklerin ayrılacağını, 1000 kişiden 999’unun cehennemlik, sadece birinin cennetlik olacağını belirtmektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Deccâl yeryüzünde uzun bir süre kalarak insanları kendi bâtıl dâvasına kazanmaya çalışacaktır.
2. Hz. Îsâ yeryüzüne inerek deccâli öldürecektir.
3. Daha sonra insanlar birbirine hiçbir kötülük beslemeden yedi yıl boyunca huzur içinde yaşayacaktır.
4. Esecek bir rüzgâr bütün müslümanların vefatına sebep olacak; yeryüzünde, her fenalığı çekinmeden yapan, hatta putlara tapan kötü insanlar kalacaktır.
5. Daha sonra sûra üflenecek ve herkes ölecek belli bir zaman geçtikten sonra yine sûra üflenecek ve bu defa herkes dirilecektir.
6. İnsanlar hesaba çekilecek, 1000 kişiden 999’u cehenneme, biri cennete gönderilecektir.
7. O gün, dehşetinden çocukların ihtiyarlayacağı korkunç bir gün olacaktır.
Detaylı bilgi için:
http://ikrayasin.blogspot.com/2014/04/309edille-i-seriyye-ne-nuzul-u-isa.html
http://ikrayasin.blogspot.com/2013/02/ehli-sunnete-gore-hzmehdi.html
https://ikrayasin.blogspot.com/2014/04/310hzmehdinin-gelisi-ile-ilgili-hadisler.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)