31 Temmuz 2018 Salı

Kuran’da caiz olduğu ifade ediliyorsa, neden mekruh olsun?

Soru Detayı
Kuran’da caiz olduğu ifade edilen bir mesele nasıl oluyor da mekruh olabiliyor.
Gayri müslim bir bayan ile evlenmek örneğinde olduğu gibi.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

- Kur’an’da ehl-i kitap olan kadınlarla evlenmenin caiz olduğu açıkça bildirilmiştir. (Maide, 5/5)

İslam fıkhında “Nassın bulunduğu yerde içtihada mesağ yoktur (ayet veya sahih iç açık bir hüküm varsa, artık hiç kimsenin o konuda içtihat yapma hakkı kalmaz)” prensibi çok meşhurdur. Bu konuda da ayetin ifadesi açıktır.

Bunun içindir ki, “ehl-i kitap bir kadınla evlenmenin caiz olduğu” konusunda İslam alimlerinin ittifakı vardır. (bk. V. Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslami, 9/6653)

- Alimlerin bu evliliğin mekruh olduğu konusundaki yorumları, bir içtihattan değil, Hz. Ömer’in bu konudaki olumsuz tavrından ve uygulamalarından kaynaklanmıştır. Sahabelerden bazılarının ehl-i kitapla evlenmelerini hoş görmeyip boşamalarını istemiş olmasına rağmen bu evliliğin haram olmadığını açıkça ifade etmiştir. (a.g.e, 9/6654-55)

Haram olmadığını vurgulamakla beraber, ehl-i kitap kadınlarla evlenmeyi hoş görmeyen Hz. Ömer’in bu tutumu, sahabe tarafından da kabul görmüştür.

Kitap ve Sünnetten sonra, “Sahabe kavli”nin ehemmiyeti İslam alimlerinin kabul ettiği bir husustur.

Demek ki, soruda ima edildiği gibi, İslam alimleri, ayetin açık ifadesine aykırı bir içtihatta bulunmamış, bilakis, ayetin manasını çok daha iyi bildiklerine inandıkları sahabenin görüşlerine uymuşlardır.

- Usul bilgisi olanlarca malumdur ki, ayetlerin ifadeleri bazen “amm/Umumi”olup tahsis edilebilir. Bazen mutlak olup takyit edilebilir. Bazen müphem olup tayin edilebilir.

Bu konu da böyledir. Ayette “ehl-i kitapla evlenmenin caiz olduğuna” dair ifade mutlak olup takyit edilebilir. Yani, bir şeyin “Caiz olduğunu” gösteren bir ifadenin, “kerahetle kayıtlanamaz” diye bir anlam ifade etmiyor.

Caiz olmak, “mekruh olmanın” değil, haram olmanın zıddıdır. Eğer öyle olsaydı, Hz. Ömer bu konuda böyle bir yorum ve tasarrufta bulunabilir miydi!

- Kur’an’da bir çok hikmete binaen buna cevaz verilmiştir. Bu cevaz; söz konusu evliliğin farz, vacip veya müstehap olduğunu değil, bir ruhsat olduğunu gösterir.

“Zaman büyük bir müfessirdir, kaydını gösterse itiraz edilmez” şeklindeki ilmi kuralın gereği olarak, zamanla bazı mahzurları olduğunu gören Hz. Ömer, bu evliliğin mekruhluğuna hükmetmiştir. Bu mahzurların başında;

a) İlgili kadının iffetli olmama ihtimalinin kuvvetli olması.

b) Yabancı kadınlara rağbetin artmasıyla, Müslüman kızlara karşı taleplerin eksilmesi gibi mülahazalar gelir.

Rivayetlere göre, Hz. Ömer bu konudaki tavrını, bu iki gerekçeye dayandırmıştır.

Ne mutlu İslam alimlerinin şerefini koruyanlara! Ne mutlu geçmiş Müslüman büyüklerine hüsnü zan besleyenlere! Ne mutlu haddini bilenlere, haddini aşmayanlara!

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


29 Temmuz 2018 Pazar

ADET GÖRME (HAYIZ)

Genel Olarak Âdet

(Bu başlık altında âdetle ilgili meseleleri bir problemi çözer biçimde, oldukça karmaşık olarak anlatmak zorunda olduğumuzdan, konunun sonuna âdeti kısa ve öz olarak anlatan bir özet ekleyecegiz. Bu konuda kısa ve genel bilgi edinmek isteyenler, öncelikle orayı okumalı, orası ile halledemedikleri problemleri çıktığında, burada ilgili bölüme bakmalıdırlar. Aynı şey lohusalık ve hastalık kanı için de söz konusudur.)

1- Âdet görme, yani hayız, kadının özelliklerinden ve onu erkekten ayıran yönlerinden biridir. Âdet, anormal ve çirkin bir olay değil, normal ve kadının fıtratının, yani yaratılışının gereği olan doğal bir olaydır. Âdet görme, kadının sihhatli ve normal olduğunu gösterir.

2- Islâm bu konuda da aşırılıklardan uzak bir orta yolu öğretir: Cahiliyyet dönemindeki Araplar âdetli kadınlara arkadan cima ederlerdi. Hiristiyanlar âdetli kadınlara, bu hallerinde iken önden cima ederlerdi. Yahudilerle Mecusîler ise, tam tersine, âdetli kadından son derece uzak kalır, hattâ âdetleri bittikten sonra bir hafta daha onlarla bir arada bulunmazlar, onlarla beraber yemezler, içmezler ve oturmazlardı ve kitaplanndaki emrin bu olduğunu söylerlerdi. (Müslim, hayz 16; Ebû Dâvûd, tahâret 103.) Ilk ikisi temizlige dikkat etmeme ve sihhat bozucu bir davranış, diğeri de kadınları küçük düşürücü ve dışlayıcı bir uygulama idi.

3- Islâm geldi, "hayız, eziyet verici bir haldır, dolayısı ile hayızlı iken kadınla cima etmeyin..." (Bakara (2) 222.) âyeti gönderildi. Hiç mi yaklaşmayacağız diye soranlara, bunu Yahudilerden etkilenerek sormuş olabilecekleri için, Peygamber Efendimiz; "her şeyi yapın fakat cima etmeyin" (Müslim, hayz,16; Nesâî, taharet 180; Ibn Mâce, taharet 124; Darimî, vudû 117.) buyurarak, kadının âdetli iken kirli bir çaput gibi bir kenara atılamayacağını öğretti. Çünkü âdetlilik, pislik demek değildi. Kur`ân ondan "pisliktir" diye değil, "eziyettir" diye söz etti. Yani âdetli iken kadınla cima, hem erkek için, hem de kadın için bir eziyettir ve sağlıga zararlıdır.

4- Peygamberimiz bunu, uygulayarak da öğretti: O, annelerimiz olan hanımları âdetli iken göbekle dizkapağı arasını bir peştemal(izar) ile örtmesini söyler ve geri kalan yerlerinden yararlanır, okşar ve ilgilenirdi. (Buharî, hayz 5; taharet 175; Darimî, taharet 108; Muvatta, taharet 102) Bunu elbette kendisi cinsel tatmin aramak için yapmazdı. Çünkü hanımlarının hepsi bir anda âdetli olmayacağına göre cinsel ihtiyacağı âdetli olmayan hanımlarıyla normal yoldan giderebilirdi.

Durum bu iken böyle davranmasının iki önemli nedeni vardı:

a). Bunu yapmakla, bu konudaki batıl inançları yıkmış ve bunun caiz olduğunu bildirmiş oluyordu.

b). Âdetli iken bedensel ve psikolojik rahatsızlık duyan kadını, itilmişlik ve yalnızlık duygusundan kurtarmış ve ona eskisi gibi insan olmakta devam ettiğini göstermiş oluyordu.

Çünkü Peygamberimizin bütün hanımları âdetli iken kendilerine böyle davranıldığını haber vermişlerdir. (bk. Müslim, hayz 3.)

Bunu bir de onların, görüşüp konuştukları her kadına bunun normal ve caiz olduğunu anlatmaları ve yaygınlasması için yapıyordu.

5- Islâm`da âdetli kadının pis olan yönü sadece kanıdır. Nitekim erkeğin de idrarı ve dışkısı pistir. Âdetli kadınla cima dışında herşey yapılır. Onun teri ve tükrügü pis değildir, onunla kucaklasılir, öpülür, beraberce yemek yenir. Hattâ artığı yenilebilir.

6- Aişe Annemiz: "Allah Rasulü söylerdi ve ben âdetli iken onun başını yıkardım. Ben âdetli iken kucağıma yaslanır Kur`ân okurdu". (Buharî, hayz 2, 3; Müslim, hayz 15; Nesâî, taharet 173,174;Müsned V/400, VI/68,117,135,148.) Âdetli iken kemikli haşlamanın etini ısırırdım ona verirdim, alır ve benim ısırdığım yerden ısırırdı. Âdetli iken su içtiğim kabı ona verirdim, alırdı ve ağzını, benim ağzımı koyduğum yere koyar ve içerdi" (Müslim, hayz 14; Izahi için bk. Davudoğlu N/990-91; Ebû Dâvûd, tahâret 103.) demiştir.

7- Âdet görme, Allah`ın bir kanunudur. O, âdetli kadının namaz ve orucunu da bırakmasını emretmiştir. Kadın nasıl namaz kılma ve oruç tutma emrini yerine getirirken sevap kazanırsa, âdetli zamanında yine emre uyarak namaz kılmamak ve oruç tutmamakla da sevap kazanır.

8- Fıkıh kitaplarımızın hemen hemen hepsinde âdetin, en zor meselelerden biri olduğu söylenir. Çünkü gerek âdetin başlangıç ve bitim zamanlarının hesabı, gerek âdet kanının özellikleri ve gerekse âdetli iken yapılabilen ve yapılamayan şeyler, yani, âdeti ilgilendiren gusül, namaz, Kur-ân okumak, oruç, itikâf hacc, cinsel ilişki boşama, iddet, istibra vb. meseleler kolaylıkla bilinebilecek şeyler değildir. Dini titizligi ve gayreti olanlar dışında bu konuyu çok az kimse bilebilir ve Allah`ın arzusuna uygun olarak yaşama derdi olmayan zayıf imanli kimseler bu konuda çok büyük hatalar yaparlar ve bünyelerine de, dinlerine de, eslerine de zarar verirler. Bu yüzden özellikle kadınların bu konuyu çok iyi bilmeleri gerekir. Erkekler de evin reisi ve kadının "kayyum"u olmaları bakımından bundan aynı derecede sorumludurlar.

Âdetin Tanımı

9- Âdet: Hamile olmayan, ergin kadının rahminden (döl yatağından), lohusalık ya, da kan akmasına sebep olan bir hastalıktan ötürü değil de ergin kadınlık gereği, belli sürelerle gelen kandır.

Bu, âdeti bir kan ya da olay görmemiz halinde yapacağımız tariftir.

10- Âdetli olmayı değişik bir durum ve yeni bir hal olarak düşünürsek âdeti; sözü edilen kan sebebi ile ortaya çıkan şer`î bir engeldir, diye tarif ederiz.

Yani birinci tarif, âdet kanının pis bir madde olmasına, ikinci tarif de sebep olduğu hades (hükmî pislik, yani abdestsızlık ve gusülsüzlük) haline göredir.

11- Âdet dediğimiz "hayz" in sözlük anlamı "akmak" tir.

12- Hayız karşılığı olarak dilimizde kullanılan en yaygın kelime "Âdet"tir. "Aybaşı", "kirlilik", "namazsızlık", "ay hali" gibi kelimeler de aynı anlamda kullanılır.

ÂDET KANININ ÖZELLİKLERİ:


Rengi ve Kokusu

"Ümitsızlık" yaşına varmayanlarda saf beyaz akıntı dışında gelen kırmızı, siyah, hakî, bulanık, saman ya dadişsarısi, hatta yeşil gibi her renk âdet kanı olabilir. Ümitsızlık yaşına varanlarda ise âdet kanının rengi sadece koyu kırmızı ya da siyahimsidir. Dolayısı ile ellibeş yaşınıgeçenlerden gelen ve bu iki rengin dışında olan her akıntı âdet değil, hastalık kanıdır.

Kanın rengi konusunda, ilk çıktığı ve bezde belirdigi zamana itibar edilir. Çünkü o anda tazedir ve asıl rengindedir. Kuruduktan sonraki rengine itibar edilmez. Çünkü kuruyunca rengi değişebilir.

Âdet kanının kokusu ağır ve rahatsız edicidir. Hastalıktan dolayı gelen kan ise kokusuzdur.

Âdet Kanının Ilk Çıkışı (Sübûtü)


Ilk âdetini gören ya da ilk doğumunu yapan kadının âdeti ve lohusalığı ile ilgili hükümler değişiktir ve bu durumdaki kadına "mübtedie" yani, yeni başlayan, ilk âdet gören denir.

Âdetin ilk başlama yaşı dokuz yaştır.

Yeni başlayan kadının âdet zamanı gördüğü her kan, üç günden az on günden çok olmadıkça, âdet kanı, doğumunda gördüğü her kan da, kırk günü geçmedikçe lohusalık kanıdır.

Ilk başlayan kadın bir saat (bir süre anlamında) kan görüp arkasından ondört gün temiz kalsa, onun ardından da yine bir süre kan görse ilk on günü âdet sayılır ve bununla ergin olduğuna hükmedilir. Çünkü bu iki kan arasındaki temizlik, onbeş günden az olduğu için anormal bir temizliktir. On günün bitiminde; temizlik halinde de olsa, yıkanır. Ramazan ise, bu on günde tutmadığı oruçlarını kaza eder.

Bu örnekte görüldüğü gibi, yeni başlayanın âdeti temizlikle başlayamaz ama, temizlikle sona erebilir.

Dokuz yaşını tamamlayan kız ilk defa gördüğü kandan dolayı namazını ve orucunu bırakır, evli ise karıkoca ilişkisinde bulunmaz. Kan üç gün tamamlanmadan kesilir ve onbeş gün dolmadan bir daha akmazsa, âdet kanı değil özür kanı olduğu anlaşılır ve bıraktığı oruç ve namazlarını kaza eder. Fakat Imam Muhammed`den nakledilen bir görüşe göre bu durumda olan kadının gelen bu ilk kanın üç gün devam etmedikçe âdet kanı olduğu kesinlesmez, sahibi de namazı bırakamaz ve orucu erteleyemez. Aricak birinci görüş daha sağlamdir. Çünkü Allah Teâlâ Kur`ân`da âdeti "ezâ" diye nitelemiştir (2/222) Kanın çıkmasıyla bu nitelik gerçekleşmiş ve âdet kabul edilmesinin sebebi oluşmustur.(Bu konuda Malıkîlerin de güzel bir değerlendirmesi vardır: Dokuz yaşına girmemiş bir kızdan gelen kan bir illet kanıdır. Dokuz ile oniki yaş arasında bulunan bir kızdan gelen kan, bilen kadınlara ya da doktara gösterilir, kesinlikle âdettir derlerse ya da şüphelenilirse bir illet kanı sayılır. Onüç yaşına gelen bir kadından elli yaşına kadar gelen kan ise mutlaka âdettir. Elli yaşını geçmiş bir kadından yetmiş yaşına kadar gelen kan da yine bilir kadınlara ya da doktora gösterilir. Yetmiş yaşına ulaşmış bir kadından gelen kan ise kesinlikle özür kanıdır.Şâfiîlere göre âdetten kesilmede belirli bir yaşı yoktur. Hanbelîlere göre ise elli yaş âdetten kesilme yaşıdır.)

Âdetin başlaması kanın yuvarlak olan iç ferçte (kadının cinsel organı) belirip, uzunca olan dış ferce geçmeşiyle ya da sadece iç dudaklann ucuna kadar gelmesiyledir. Akşamdan bez ya da pamuk koyup, sabahleyin bezinde ya da pamuğunda kan gören kadının âdeti, kanı gördüğü andan itibaren başlar. Çünkü "olaylan en yakın zamanına bağlamak" bir kuraldır. Pamuğu koyduğu andan itibaren başlar diyenler de vardır.Tersine; âdetli bir kadın, kullandığı bezi sonradan temiz görse, temizliği bezi koyduğu andan itibaren başlamış sayılır.

Âdetin sona erdiği yaş ise ellibeştir. Bu yaşa "iyâs" yani "ümitsizlik" yaşı denir ki, kadın artık hamile kalma ümidini yitirmiş demektir.

Çok nadır olsa bile kadın ellibeş yaşını geçtikten sonra da âdet görebilir. Meselâ bu yaştan sonra gelen kan koyu kırmızı ya da siyah ise âdet kanıdır, değil ise hastalık kanıdır, âdet değildir.

Ellibeş yaş ender durumlar dışında, kadının âdetten kesilmeşinin son yaşıdır. Âdetten kesilmeye başlamanın ilk yaşı ise kırkbeştir.

Burada ve diğer dinî konularda yaş hesaplamasında Güneş Yılına değil Ay Yılı`na itibar edilir.

Âdetin Ölçüsü (En Azı ve En Çoğu)

Âdetin en az süresi üç tam gün, yani yetmiş iki saattır. Ebu Yusuf`a göre iki tam gün ve üçüncü günün de yarıdan çoğu âdetin en azıdır.

Buna göre meselâ pazar günü güneş doğarken bir süre kan görse, arkasından da çarsamba günü şafak sökümüne kadar kan kesilse ve aynı gün güneş doğmadan az önce tekrar kan görse ve güneşin doğumunda kesilse, ya da ikinci doğuşa kadar sürse, bu kan âdet kanıdır. Çünkü yetmiş iki saatlık ölçü (nisab) tamamlanmıştır. Kanın bu ölçünün iki ucunda görülmesi yeterlidir, bu ölçü süresince devam etmesi şart değildir. Arada bir gelmesi, âdet olması için yeterlidir.Yine bu maddeye ve bu örneğe göre kan yetmişıkı saat dolmadan az önce kesilse, arkasından onbeş tam gün temiz kalsa bu kan âdet kanı değildir, çünkü ölçü (nisab) dolmadan normal bir temizlik süresi geçmiştir. Böyle bir temizlik süresinden sonra gelecek kan önceki ile beraber hesaplanamayacaktır.

Fakat kanın kesilmesinden sonra onbeş tam gün dolmadan, meselâ onuncu ya da daha önceki bir gün tekrar kan görse, hepsi âdet kanı olmuş olur. Eğer on günden sonra, onbeş günden önce görecek olsa, düzgün âdeti bulunması halinde âdet günleri kadarı, bulunmaması halinde ise on günü âdet kanı sayılır. Çünkü, ileride de geleceği gibi, âdetin en çoğu on gündür ve âdet günleri içerisinde kanın sürekli gelmesi şart değildir, yani eksik temizlik de kesintisiz kan sayılır.(Imam Şafii ve Ahmed`e göre âdetin en azı bir gün ve bir gece, en çoğu ise onbeş gündür. Imam Malık`e göre ise azı ve çoğu için bir sınır yoktur. Bu görüşlerin de dayandıkları şer`i deliller mevcuttur).

Âdetin en çok süresi on tam gün, yani, ikiyüzkırk saattır. Ancak kadın fetva sorduğu müftüye onbirinci günde temizlendığını bildirse fetva verecek olan, bir kaç saati hesaba katmayıp ona on gün âdet gördüğünü söyler. Âdetin en azı dışında hep böyle davranılıp, yeni güne geçmiş birkaç saat hesaba katılmaz. Ta ki, kadınların bu durumu zor bir problem haline gelmesin.

Bu maddeye göre üç günden az ve on günden fazla gelen kan âdet kanı değil, hastalık kanıdır.

ÂDET GÜNLERİNDE DEĞİŞME (INTİKAL)


Âdet günlerindeki değişme, yani "intikal", âdet meseleşinin en önemli noktasıni oluştuiur. Dolayısı ile bu konuda özellikle kadınların çok dikkatli olması gerektir.

Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Her ayın belli gününde başlar ve belli gün kadar sürer. Böyle olan kadınlar için âdet hesapları konusunda bir zorluk yoktur. Böyle bir kadına, âdeti belli, anlamında "mu`tâde" denir.

Ancak yaş ve sağlık durumundaki değişmeler, iklim şartları ve doğum gibi bazı olaylar yüzünden çoğu kadınların âdet günlerinde oynama, artma, ya da eksilme olabilir. Bu olaya "intikal" denir.

Düzenli âdeti olan, meselâ her ayın belli gününden başlamak üzere belli gün âdet gören bir kadın, arada bir her nasılsa, yine âdet gününden başlamak üzere on günü aşkınken görse, âdetine itibar eder, sadece on günü aşan günlerde değil, âdet günlerini aşanlarda da temiz sayılır. Kan geldiği için terkettiği ibâdetlerini kaza eder.

Düzenli âdetin değişmesi (intikal), âdet gördüğü gün sayısında olabileceği gibi, başlama zamanında da olabilir. Buna göre değişmede (intikalde) su ihtimaller söz konusu olur.

Âdetin zıddına gelen kan, on günü ya aşar veya aşmaz.

Aşması halinde kan gördüğü bu on günü aşkın günler içerisinde önceki düzenli âdetinin günlerine rastlayan en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç gün bulunur ya da bulunmaz.

Bulunması halinde, bu bulunan günler âdet günlerine ya eşittir veya değildir.

Âdetin zıddına gelen bu kan on günü geçmemesi halinde de ya tam on gün olur ya da daha az olur.

Söz konusu kan on günü aşar ve içerisinde önceki düzenli âdetinin bulunması gereken günlerden en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç tam gün kadarı bulunmazsa âdet, zaman olarak değişmiştir ancak sayı aynıdır.

Açıklaması: Adeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, ayın âdet görmesi gereken bu ilk beş gününde, ya da baştan üçünde temiz kalsa, sonra onbir gün kan görse, bu durumda bu onbir günün içerisinde ilk ihtimale göre âdetinden hiç bulunmamış ikinci ihtimale göre de sadece iki gün bulunmuştur. Dolayısı ile bu kadının âdeti, kan gördüğü günden başlamak üzere beş gündür, çünkü kan on günü aşmıştır, bu yüzden sayı olarak âdetine döner. Yani âdeti sayı bakımından değil de, zaman bakımından değişmiş (intikal etmiş) olur. Çünkü önceki âdet günleri temiz geçmiş, hattâ öncelerinde de kan görülmemiştir. Dolayısı ile âdet kabul edilmesi mümkün değildir.

On günü aşan bu kan içerisinde, önceki âdet günlerinin en az bir âdet ölçüsü (nisabi), yani üç gün bulunursa, sadece bu üç gün âdettir, geri kalan hastalık kanıdır.

Önceki âdet günlerinin tamamı bu on günü aşan kan içerisinde bulunursa, bu durumda âdet; gün sayısı olarak da zaman olarak da değişmemiş, nerede ise ve ne kadarsa öyle kalmış ve o miktardan fazlası hastalık kanı olmuş demektir.

Açıklaması: Âdeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, bir defasında henüz ayın biri olmadan beş gün kan görse, kan devam edip âdet günleri olan ayın ilk beş gününde de görüldükten sonra, fazladan da bir gün kan görse, toplam onbir gün eder. Esas âdet günleri de onların içerisindedir. Bu durumda önceki âdet günleri olan ayın ilk beş gününde gördüğü kan âdet kanı, önceden beş ve sonradan bir gün gördüğü kan ise hastalık kanıdır.

Yine bu on günü aşan kan içerisine önceki düzenli âdetinden bir âdetin en az ölçüsü rastlasa ve fakat bu rastlayan günler önceki âdet günlerine eşit olmasa, öncekinden az da olsa âdet bu ikinci sayıya geçmiş ve o, âdetin sayısı olmuştur:

Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan bu kadın, ayın ilk iki gününde temiz kalsa, arkasından onbir gün kan görse, kan gördüğü günlerin ilk üçü, önceki âdetine rastladığı ve en az âdet ölçüsünü doldurduğu için âdeti sayılır. Bu durumda âdeti sayı olarak değişmiş zaman olarak değişmemiş ve beş günden üç güne intikal etmiş olur. Geri kalan sekiz gün ise hastalık kanıdır.

Kan gördüğü günlerin sayısı on günü geçmedikçe, düzenli âdeti kaç gün olursa olsun, hepsi âdettir.

Ancak bu kurala, arkasından tam bir temizlik süresi geçirirse, kaydını eklemek gerekir. Bir tam temizlik, yani onbeş gün geçmeden tekrar kan görürse yine âdetine döner fazlasını hastalık kanı sayar. Çünkü aralarında bir tam temizlik bulunmayan kan sürekli akmış sayılır.

Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan örneğimizdeki kadın, ayın ilk günü kan görse, fakat kan beş gün değil, altı gün sürse altıncısıda âdet kanıdır. Aynı kadın ondört gün temiz kaldıktan sonra tekrar kan görse bu defa ilk âdetine döner ve o altıncı günü âdet değil, hastalık kanı sayar, ibâdetlerini kaza eder. Çünkü normal temizliğin en azı onbeş gündür.

Âdet bir seferle yerleşmiş ve sabitleşmiş olur.

Meselâ ilk defa âdet gören bir kız ilk âdetinde altı gün kan görse arkasından yirmidört gün temiz kalsa âdeti böylece yerleşmiş olur. Dolayısı ile sonraki aylar bir hastalık yüzünden kendisinden sürekli kan gelecek olsa âdetini ve temizlik günlerini önceden sabitleşen bu sayılara göre hesaplar.

Âdetin değişmesi, yani düzgün bir âdetin, sayıca ya da zamanca başka bir düzgün âdete dönüşmesi (intikal), peşpeşe iki âdetin aynı ölçüde ve önceki âdete zit olarak gelmesiyle olur.

Bu son iki maddeyi daha iyi anlayabilmek için şöylece örneklendirebiliriz:

Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın, bir ay yedi gün âdet görse bu yedinci gün hayız olmuş olur, ancak bir sonraki ayda da yedi gün âdet görmedikçe düzenli âdeti yedi güne çıkmış olmaz. Bu sözü edilen yedinci gün hayız olmuş olduktan sonra düzenli olup olmaması ne değiştirir? gibi bir soru akla gelebilir. Bunların farkı su örnekle anlaşılabilir: Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın bir ay yedi gün, onun arkasındaki ay ise onbir gün âdet görse, iki ay peşpeşe aynı sayıda âdet görmediği için düzenli âdeti yine altıdır ve ikinci ayda on günü aşacak gekilde kan gördüğüne göre, yedi günden fazlası değil altı günden fazlası, yani beş günü hastalık kanıdır: Fakat iki ay peşpeşe yedi gün sürmesi, düzgün âdetin yedi güne intikal ettiğini gösterir. Ondan sonraki ay, kanın onbir gün gelmesi halinde, beş değil de sadece dört günün âdet olmadığı anlaşılır. Ama sabit ve düzgün bir âdeti olmayan kadından gelen kan, önceki âdeti kaç gün olursa olsun, on günü geçmedikçe âdet sayılır. Meselâ bir ay altı, bir ay yedi, bir ay sekiz, bir ay dokuz, bir ay on gün âdet görse bunların hepsi âdettir: Ertesi ay onbir gün kan görse, on günü âdet bir günü hastalık kanı olmuş olur.

Kısaca âdet bir defa ile sabit ve yerleşmiş, iki defa ile değişmiş yani intikal etmiş olur.

Kanın Kesilmesi Durumu


Âdetin hakikaten ya da hükmen sona ermesi durumuna kanın kesilmesi adı verilir. Hakikaten sona ermesi kanın artık akmamasıyla, hükmen sona ermesi de âdette on günü Lohusalıkta da kırk günü geçmeşiyle olur. Yani en çok sınırı geçince kan kesilmese de kesildiğine hükmedilir. Bu yüzden bu her iki duruma da "kanın kesilmesi" tabirini kullanacağız.

Kanın kesilmesi, yani âdetin hakikaten yada hükmen sona ermesiyle, kadınla, yıkanmadan bile cinsel ilişkide bulunmak caiz olur. Ancak cinsel ilişkiyi yıkanmasından sonraya ertelemek müstehap (dinen güzel)`dir.

Kan kesildiği anda içinde bulunduğu farz namazın vaktinden bir başlangıç tekbiri alacak, yani "Allah" diyecek kadar zaman kalmışsa o namazı kaza etmesi gerekir.

Meselâ Ramazan`da şafak sökmeden biraz önce kan kesilecek olsa: O geceki yatsı namazını kaza eder, o günün orucunu ise edâ (vaktinde) olarak tutar.

Bütün bu konularda zamanın sonuna itibar edilir. Meselâ, vaktin son anında temizse o vaktin ibâdetini kaza edecek, değilse etmeyecektir.

Bu maddeye göre; vaktin sonunda bir başlangıç tekbiri alacak kadar süre kalmışken ergin olan çocuk ve müslüman olan kâfir o vaktin namazını kaza eder. Kendine gelen deli, ikameye niyyet eden yolcu ve yolculuğa niyyet eden mukim (yolcu olmayan) için de durum aynıdır.

Vaktin sonunda delirse ya da kadın âdet görse o vaktin farzı üzerlerinden düşer.

Düzgün âdeti olan bir kadından kan, en çok süresinden önce ve fakat düzgün âdeti sona erdikten sonra kesilse, yıkanma, ya da o mümkün değilse teyemmüm alma süresi de âdetinden sayılır ve yıkanmadan âdeti bitmiş ve temiz olmuş olmaz, kendisi ile cinsel ilişkide bulunulamaz.

Buna göre; bu durumdaki kadın, ancak yıkanabilecek ya da onun yerine teyemmüm alabilecek bir süre ile beraber bir başlangıçtekbiri de alabilecek kadar bir zamanına yetiştigi vaktin namazını kaza eder.

Bu durumdaki kadın yahudî ya da hiristiyan (yani kitabiyye) ise yıkanmadan da müslüman kocası kendisiyle cinsel ilişkide bulunabilir. Çünkü o yıkanma ile mükellef değildir.

Yıkanabilecek zaman içerisinde; su alıp gözden uzak bir yere çekilmek ve elbiselerini çıkarmak da hesaba katılır.

Âdeti bu şekilde sona eren bir kadın yıkanmadıkça ya da o mümkün değilse teyemmüm alıp namaz kılmadıkça, tam bir namaz vakti geçmeden kocası kendisiyle cinsel ilişkide bulunamaz. Ama yıkanırsa, ya da teyemmüm edecek bir durumda olur da teyemmüm alıp onunla bir namaz kılarsa hemen cinsel ilişkide bulunabilirler.

Bu maddeye göre; güneş doğmadan çok az yani yıkanmadıkça ve başlangıç tekbirine yetmeyecek kadar bir süre önce kan kesilse, yıkanmadan ya da imkân yoksa teyemmüm almadan ikindinin vakti girinceye kadar kocası kendisi ile cinsel ilişkide bulunamaz. Yatsıdan az önce kesilmesi halinde de aynı şartlarla sabahın vakti girinceye kadar cinsel ilişkide bulunamazlar.

Ancak âdetin ya da lohusalığın en çok süresi, yani âdette on gün, lohusalıkta kırk gün dolmuş ise hiçbir şey gerekmeden cinsel ilişkide bulunabilirler. Kırkinci maddede anlatılan duium, budur.

Düzenli âdeti olan da âdeti dolmadan, fakat üç gün tamamlandıktan sonra kanın kesilmesi halinde, yıkanır ibâdetlerini edâ eder, ancak düzenli âdet günleri tamamlanıncaya kadar ihtiyaten cinsel ilişkide bulunmaz.

Meselâ: Düzenli âdeti on gün iken kan üç gün geldikten sonra kesilse kalan yedi gününde ibâdetlerini edâ eder; ancak ihtiyaten cinsel ilişkide bulunmaz. Çünkü âdet günleri içerisinde kanın tekrar gelmesi kuvvetle muhtemeldir.

Lohusada da, düzenli bir âdeti olması, meselâ bir doğumunda kırk gün kan görmüş olması halinde durum aynıdır. Yani sonraki doğumda eğer otuzuncu gün kan kesilirse yıkanır, ibâdetlerini edâ eder ve fakat kırk gün dolmadan ihtiyaten cinsel ilişkide bulunmaz. Ama böyle bir âdeti yoksa, lohusalığın en azı olmayacağı için, kan kesilip yıkanınca cinsel ilişkide bulunabilir.

Kadın -ister yeni başlayan, isterse düzgün âdetli olsun- âdet olabilmesi mümkün olan zamanlarda her kan gördüğünde namazını bırakır ve üç günden önce kanın her kesildiğinde de namazını kılar. Ancak tekrar kan gelme ihtimalınıdüşünerek vaktin sonunu bekler.

Meselâ iki gün kan gördükten sonra bir yatsı vakti girmisken kan kesilse bekler, sahurun bitimine bir süre kalıncaya kadar kan görmezse sadece abdest alırve namazını kılar. Çünkü üç günü doldurmayan o kan âdet kanı sayılmaz. Sonunda bırakacağı süre ise normal yıkanıp bir namaz kılabileceği kadar süredir. Bu durumda namaz için vaktin sonunu beklemek farzdır. Ama üç gün dolduktan ve fakat âdeti tamamlanmadan önce kanın kesilmesi ve yıkanması duiumunda ise namaz için vaktin sonunu beklemek farz değil, müstehap (hoş görülen olur) (38. md. bak).

Kanın kesilmesi dunimu lohusalıkta da her konuda aynen âdette olduğu gibidir. Ancak Lohusa, geçen günlerin azına çoğuna bakmadan kanın her kesildiğinde yıkanır. Bu farzdır. Çünkü lohusalığın en az sınırı yoktur.

Kanın Sürekli Akması Durumu


a) Düzgün Âdetlide (Mu`tâde`de):


Kanın sürekli akması yani, en çok süresi olan on günü geçmesi duiumu, düzgün âdetlide olursa, temizliği ve âdeti, her hükümde, önceden olduğu gibidir. Ancak temizliği altı aydan fazla idiyse bu durumda altı aydan biraz az olarak hesaplanır.

Meselâ:

a) Her ayın ilk altı gününde âdetli kalan, yirmidört gününü temiz geçiren,

b) On gün âdetli 179 gün, yani altı aydan biraz da olsa az temiz geçiren,

c) On gün âdetli, bir yıl temiz geçiren üç kadın düşünelim.

Bunlardan kanın kesintisiz akması durumunda; birincisi âdeti olduğu üzere her ayın ilk altı günü kendisini âdetli sayar, altı gün dolunca yıkanır, kalan yirmidört günü temiz gibi davranır. Ikincisi de yine aynen kendi âdetini uygular. Üçüncüsü ise on gün âdetli ve altı aydan bir anlık az bir süre temiz olarak davranır. Ta ki, böylece hamilelik temizliği ile âdet temizliği birbirniden ayrılmış olsun. Çünkü hamileligin en az süresi altı aydır.

Bu durumda âdet on gün, temizlik ise iki ay olarak hesaplanır diyenler de vardır, ama dayanagi güçlü olan yukarıda söylenendir.

b) Ilk Âdet Görende (Mübtedie`de):


Kanın sürekli akması durumu âdeti yeni başlayanda olursa dört ihtimal düşünülebilir:

a) Kan, ergin olur olmaz akmaya başlamış ve devam etmiş olabilir.

b) Normal bir kan ve normal bir temizlik gördükten sonra sürekli gelmiş olabilir,

c) Anormal bir kan ve anormal bir temizlik gördükten sonra sürekli gelmiş olabilir,

d) Normal bir kan ve anormal bir temizlik gördükten sonra sürekli gelmiş olabilir. Yeni başlayanda (mübtedie) bir başka ihtimal düşünülemez.

a) Ergin olur olmaz sürekli kan görenin âdeti, devamlı kanın başlangıcından itibaren on gün, temizliği ise yirmi gündür. Kan devam ettiği sürece hesabı böylece yerleşmiş olur. Lohusalığı ise kırk gündür. Arkasından yirmi gün temiz sayılır. Çünkü lohusalığın hemen arkasından âdet kanı gelrriez. Onun arkasından da on gün âdet sayılır ve bu şekilde devam eder.

b) Yeni başlayan normal bir kan normal bir temizlik gördükten sonra sürekli kan görmesi halinde, düzgün âdetli (mu`tâde) olmuş olur ki, onun hükmü daha önce geçti.

Meselâ; ergin olabilecek yaşa gelmiş bir kız beş gün kan, arkasından da kırk gün temizlik gördükten sonra kan sürekli akmaya başlasa âdeti böylece yerlesir. Bu durumda sürekli kanın ilk beş günü âdeti, onu izleyen kırk günü ise temizliği olmuş olur ve kan sümükçe bu da böylece devam eder.

c) Anormal bir kan ve anormal bir temizlik gördükten sonra sürekli kan gören, ilk kan gördüğü andan itibaren sürekli kan görmüş sayılır. Çünkü iki kan arasındaki eksik yani, onbeş günden az olan temizlik de, kanın sürmesi hükmündedir. Yani sürekli kanın ilk on günü -temizlik eksik olduğundan hükmen sürekli de olsa- âdeti, onu izleyen yirmi gün de temizliği olmuş olur ve hesabı böylece yerlesir.

d) Normal bir kan ve anormal bir temizlikten sonra sürekli kan görenin âdetinde, gördüğü temizlige değil de normal kana itibar edilir.

Meselâ; beş gün kan, arkasından ondört gün temizlik gördükten sonra sürekli kan gelse, âdeti beş, temizliği ise ayın geri kalani, yani yirmibeş gün olur. Dolayısı ile temizliği sürekli kan gelmeye başladıktan sonra onbir gün daha sürer ki, yirmibeş gün doldurulmus olsun.

KADINLARLA ILGİLİ KANIN VE TEMİZLİĞİN ÇESİTLERİ
a)Kan ve Çeşitleri Kadınlara özgü üç türlü kan vardır:

1. Âdet kanı (hayız),

2. Lohusalık kanı (nifas),

3. Hastalık kanı (istihaza).

Bunların herbiri kendi başlığı altında detaylıca incelenecektir.

Dübürden gelen kan bu üç kanın dışında bir kandır. Dolayısı ile âdet kanı da değildir. Bu durumda cinsel ilişkide bulunmalarında sakınca yoksa da bulunmamaları ve kan kesildiğinde kadının yıkanması (tibben) güzeldir (Müstehap).

Dokuz yaşını doldurmamış kız çocuklarından ve hamilelerden gelen kan da âdet kanı değil, hastalık kanıdır. Birincisini hastalık (istihaza) kanından ayınp "fesat kanı" diyenler de vardır, ama doğru olan hastalık (istihaza) kanı olmasıdır.

Hünsa`dan (hem erkek hem kadın alâmetleri taşıyan, erdisi, erselik) kan gelmesi halinde, ersuyunun (meninin) da gelip gelmediğine bakılir; geliyorsa, kana değil er suyuna itibar edilir ve erkek sayılır. Kan da, sıradan bir hastalık kanı olmuş olur. Çünkü kanın başka kanlarla karısınıası ihtimalı vardır ama ersuyunun başka şeyle karışma ihtimalı yoktur.

Âdette üç günden az ve on günden fazla, lohusalıkta ise kırk günden fazla olmayan ve her iki ucunda hükmen de olsa başka kan bulunmayan kan, normal (sahih) kandır.

Çünkü üç gün âdetin en azı, on gün en çoğu, kırk gün ise lohusalığın (nifasin) en çoğudur. Kanın bu sınırları içerisinde kalması, gerçekten olabileceği gibi hükmen de olabilir. Meselâ âdette üç ilâ on gün arası gelen kan gerçek anlamda normal kandır. On günü aşan kan ise aslında sınırı astığı için anormal (fasit) kandır, ancak ilk on günü hükmen (sahih) kanıdır.

Kanın iki ucunda başka kan bulunması:

a) Ya uçlarından birinde,

b) Ya da her ikisinde kan bulunan bir temizlik bulunmasıyla olur.

Birinciye örnek: Ilk âdet gören (mübtedie), bir gün kan, ondört gün temizlik ve tekrar bir gün kan görse, bütün bunların ilk on günü âdeti sayılır ve birinci ucunda, yani başlangıcında kan bulunduğu için bu anormal bir kandır. Ikinciye örnek: Düzgün âdetli (Mu`tâde), âdetinden önce bir kan görse, sonra on gün temizlik ve bir gün kan görse bu temiz geçen on günün -eğer eski âdeti günlerine rastlıyorsa- hepsi, rastlamiyorsa rastladığıkadarı âdettir.

Kadından gelen ve normal (sahih) kanın bir önceki maddede belirlenen özelliklerini taşımayan kan anormal (fasit) kandır.

Anormal (fasit) kan, aynı zamanda hastalık kanı, yani istihaze olmuş olacağından, çeşitlerinin neler olduğunu kendi başlığı altında görecegiz.

Temizlik ve Çeşitleri

Genel (mutlak) anlamda temizlik, kadının âdetli ve lohusa olmaması halıdır.

Normal (sahih) temizlik; onbeş günden az olmayan, kendisine kan karışmayan ve iki normal kan arasında bulunan temizliktir.

Meselâ; ilk âdet gören, onbir gün kan ve onbeş gün temizlik görse, sonra kanı sürekli akmaya başlasa, bu ilk gördüğü kan, on günü astığı için anormal (fasit) bir kandır. Temizlik ise görünüşü bakımından normal (sahih) bir temizliktir. Çünkü onbeş gün hiç kan görülmemiştir. Fakat manası bakımından ise anormal (fasit) bir temizliktir. Çünkü kanın onbirinci günü âdetten sayılmayacağından temizlige karısınıistir ve hüküm bakımından temizliktendir:

Normal temizliğin iki normal kan arasında bulunması; iki hastalık kanı arasında, veya bir lohusalık ve bir hastalık kanı arasında veya tek bir lohusalığın iki ucu arasında bulunmamasıyla olur.

Anormal (fasit) temizlik ise belirtilen niteliklerde normal temizlik gibi olmayan ve Lohusalıkta kırk günden önce arada bulunan temizliktir. Bu durumda başta ve sonda bulunan kanın az ya da çok olması hükmü değiştirmez.

Bu söylediğimiz Imam Ebu Hanife`nin görüşüdür. Imam Muhammed ve Imam Ebu Yusuf ise: Lohusalıkta arada bulunan temizlik, onbeş gün ya da daha fazla ise ve ondan sonra gelen kanın, me`sela en az üç gün olmakla âdet kanı olması mümkün ise, bu temizlikten önce gelen kanın Lohusalık, sonra gelen kanın Lohusalık, sonra gelen kanın ise âdet kanı olduğu görüşündedirler.

Tam temizlik: ister normal (sahih), isterse anormal (fasit) olsun, onbeş gün ve daha fazla süren temizliktir.

Eksik temizlik, onbeş günden az olan temizliktir ve anormal temizlik cinsindendir. Dolayısı ile sürüp giden kan gibidir. Iki, kan arasını. kanlar ister az ister çok olsun, açmis sayılmaz.

Meselâ: Ilk âdet gören; bir gün kan, ondört gün temizlik ve tekrar bir gün kan görse ilk on günü âdet sayılır. Düzgün âdetli, âdetinden önce bir gün kan, on gün temizlik ve tekrar bir gün kan görse, temiz geçen bu on gün, eğer âdeti o kadarsa âdet sayılır. Âdeti o kadar değilse çakistigi kadarı âdet sayılır.

Lohusalıkta da durum aynıdır. Yani doğum yapsa ve kan kesilse, kırkinci gün tekrar aksa, temiz geçen otuz dokuz gün devam etmiş hükmündedir.

Temizliğin en çoğunun sınırı yoktur. Ömür boyu devam edebilir. Ancak kanın sürekli akması halinde bir âdet belirleme ihtiyacı duyulması durumu hariçtir.


26 Temmuz 2018 Perşembe

Allah'ın varlığının başı ve sonunun olmaması ve samed ismi ne demektir?

Cevap:
Akıl, varlık için bir ilk sebebi zorunlu görüyor ve bu ilk sebebin "ilk" olabilmesi için evvelinin ve sonunun olmaması, varlığının kendinden ve zorunlu (vâcibu'l-vücud) olması gerekiyor. Başı ve sonu olan -bizim gibi- varlıkların fiilen var olması, bir yandan yok olurken (daha doğrusu değişirken) bir yandan varlık alemine gelenlerin bulunması aklı bu sonuca götürüyor. Samed de, "her şey var olmak için kendine muhtaç olan ama kendisi başka hiçbir şeye muhtaç olmayan" manasına geliyor.


25 Temmuz 2018 Çarşamba

Tekfir Bedavet ve Haricilik belirtisidir-Faruk Beşer


...Küfür/inkâr Allah'ın egemenliğini kabul etmemektir, en büyük suçtur. Birisini tekfir etme, yani ona kâfir deme, Allah'ın egemenliğini kabul etmiyor, o halde O'nun mülkünde yaşama hakkı yoktur demektir. Bu da çok büyük bir suçlamadır. Eğer kişi bu suçlamada isabet etmemişse kendisi bu kadar büyük bir suç işlemiş demektir. Onun için Hz. Peygamber (sa): “Kim kardeşine 'kâfir' derse ikisinden biri öyledir. Dediği doğru ise doğrudur, değilse küfür kendisine döner” (Müslim). Ama Nevevî bu hadisi şerifi açıklamakta zorlanır. Çünkü evet, birine kâfir demek büyük günahtır, ama büyük günah insanı dinden çıkarmaz, öyleyse bunu söyleyen isabet etmediğinde kendisi nasıl kâfir olur? O halde şöyle demeliyiz: Tekfircinin hükmü budur ama böyle söyleyen birisine de sen kâfir oldun diyemeyiz. Belki bu sözü ve fiili küfürdür diyebiliriz.

İslam'ın en net yaşandığı Selef asrında tekfir hastalığı yoktur. Onlar insanları küfre değil imana nispet etmeye çabalamışlardır. Cemel Vakasında ve Sıffîn Savaşında her iki tarafta da sahabe, hatta Aşere-i Mübeşşere'den (Cennetle müjdelenenlerden) insanlar vardır. Ama taraflardan hiçbiri diğerini tekfir etmemiştir. Tekfir hastalığı Haricilerle birlikte başlamıştır. Onlar Hz. Ali ve taraftarlarına, 'siz bir hakem kabul etmekle Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hüküm vermeyi kabul etmiş oldunuz. Böyle olanlar kâfirlerin ta kendileridir' dediler ve ayrıldılar. Bu elbette sığ bir düşüncenin, ayeti anlamamanın ve Bedavetin sonucudur. 'Bedavet', yani Bedevilik/A'rabîlik ruhu ve kabalığı taşıma. Allah buyurur ki, 'A'râbiler küfür ve nifakta çok şiddetli ve Allah'ın elçisine indirdiğinin sınırlarını anlamamaya en layık insanlardır' (Tövbe 9/97). Bu ayet son gelen ayetlerdendir ve bu işin sürüp gideceğine işaret eder.
Selef, Sahabe ve Tabiîn asrıdır, biz onlara henüz bozulmamış sağlam akidelerinden ötürü 'Selef-i Salihîn' deriz. Şimdilerde birileri kendilerini ismen onlara nispet ederken onların karşısındaki A'rabîler gibi davranmaları çok düşündürücü değil mi?

Ehli Sünnet âlimlerinin kendileri gibi düşünmeyen Mutezile'yi ve Şia'yı/Rafizîleri tekfir etmekten kaçınmaları bizim için ölçüdür. Oysa Rafizîler Sahabe'nin bile kahir ekseriyetini tekfir ederler. Yukarıdaki hadisi şerif açısından bakıldığında bu da çok düşündürücüdür.

Ebu Hanife, oğlu Hammâd'ı kelam konularında tartışmaktan men edermiş. Oğlu kendisine, siz de aynı tartışmaları yapıyorsunuz da bize neden yasaklıyorsunuz? dediğinde, Ebu Hanife'nin cevabı anlamlıdır: “Biz tartışırken karşımızdakini suçlamaktan o kadar korkuyoruz ki, sanki başımızda kuş var da uçacakmış gibi davranıyoruz. Ama bakıyorum siz tartıştığınız insana galip gelip onu hatalı göstermeye çalışıyorsunuz”. İmam Şafiî de buna benzer muhteşem bir söz söyler: “Her ne zaman birisiyle tartışmış isem hep onun haklı çıkmasını temenni etmişimdir. İki sebepten dolayı; biri, ben değil de o haklı çıkarsa demek ki ben yeni bir hakikat öğrenmiş olacağım. İkincisi, ben haklı çıkma gururuna kapılmamış olacağım diye”....

Yazının tamamı için:
https://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/tekfir-bedavet-ve-haricilik-belirtisidir-2023393

24 Temmuz 2018 Salı

*** EYYAM-I BİYZ ORUCU


Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.

Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
 26 Temmuz Perşembe, 27 Temmuz Cuma 28 Temmuz Cumartesi  günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa radıyallahu anha diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)


Allah kabul etsin.

Hz. Ömer radıyallahu anh Hakkında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar



İslam’ın yüz akı şahsiyetlerinden biri olan Hz. Ömer radıyallahu anh hakkında yazı yazmak, onun bereketli hayatını birkaç sayfaya sığdırmak gerçekten kolay bir iş değildir. Hz. Ömer    radıyallahu anh dediğiniz zaman cahiliyede geçen 33 yıllık samimi bir hayat demiş olursunuz. O küfründe de samimi idi; İslam’a geçince dahada samimiyeti ziyadeleşti. Küfründe samimi olduğu için Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem   ona ve dayısı olan Ebû Cehil’e dua etmiş: “Allah’ım! İki Ömer’den biri ile bu dini güçlendir” demişti. Ona bu duanın yapılmasının nedeni samimiyeti idi.

Hz. Ömer 
radıyallahu anh dediğiniz zaman İslam yolunda geçen 28 yıllık bir hayat demiş olursunuz. O hayat, öyle bir hayattı ki, 6 yıl geç gelmişti ama o geç kalışını basamakları ikişer ikişer çıkarak arayı kapatmış, 6 yıl geç gelmesine rağmen Efendimiz’in  sallallahu aleyhi ve sellem  soluna geçmiş, o makamın hakkını ödemiş, hep Efendimiz’i kendinden razı etmişti. Ne kadar cahiliye yolunda gayret etmiş, mücadele vermişti ise daha fazlasını İslam için vermiş, hayatının boşa geçen zamanlarının kefaretini ödemiş biri idi.

Hz. Ömer 
radıyallahu anh dediğiniz zaman 2,5 yıl Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh ’in hilafet günlerinde nasıl halifeye vezir olunur bunu hayatı ile gösteren; Ridde olaylarında, Kur’an’ın mushaf haline getirilmesinde, fetih hareketlerinde, her hayırlı işte öncü olan biri demiş olursunuz.

Hz. Ömer 
radıyallahu anh dediğiniz zaman 10,5 yıl hilafet günlerinde adalet, izzet, fetih, adına çok şey söylemiş olursunuz. O öyle bir yönetim tarzı ortaya koymuştu ki değil sadece dostları düşmanları bile kendisine hayran bırakmış, her işi ile attığı her adımı ile İslam’ın en büyük mucizesinin insan yetiştirme olduğunu âleme göstermiş, mucize istersen eğer İslam’dan önce Ömer, İslam’dan sonra Ömer dedirtmiştir.

İşte böyle bir şahsiyet olan Hz. Ömer 
radıyallahu anh i birkaç sayfa da anlatmak gerçekten kolay değildir. Bundan dolayı biz bu yazımızda “Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar” başlığında, onun hakkında zihinlerimizde var olan bazı yanlış ve eksik bilgileri düzeltmeye çalışacağız.

Nedir peki Hz. Ömer 
radıyallahu anh hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar? Biz bu başlık altında sadece beş hususa değineceğiz. Bunlar;

1- Hz. Ömer, gerçekten kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömdü mü?

2- Hz. Ömer, gerçekten kırkıncı Müslüman mıydı?

3- Hz. Ömer, gerçekten Efendimiz’i 
sallallahu aleyhi ve sellem  öldürmek için çıktığı yolda mı dirildi, iman etti?

4- Hz. Ömer, gerçekten İslami sahada istediği gibi maslahat öncelikli bir duruş mu ortaya koydu?

5- Hz. Ömer, gerçekten sadece celal sıfatının sahibi biri miydi?

Buyurun bu maddeleri birer birer ele alalım.

1- Hz. Ömer, gerçekten kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömdü mü?

Hz. Ömer 
radıyallahu anh in İslam öncesi hayatı anlatılırken en fazla gündeme getirilen mesele kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömmesidir. Ancak bu konuda kaynak niteliğinde olan eserlerimizin hiçbirinde böyle bir rivayet geçmemektedir. Hz. Ömer, bu olayı anlatmıştır; cahiliye insanın bu büyük zulmü nasıl işlediklerini tasvir etmiştir. Ama hiçbir yerde “ben yaptım, ben kendi ellerimle kız çocuğumu gömdüm” dememiştir.

Bugün elimizdeki mevcut ensap kitapları Hz. Ömer’in gerek cahiliye döneminde, gerek İslam döneminde yaptığı tüm evlilikleri ve bu evliliklerden olan tüm çocuklarını bize verirler. Hz. Ömer, tam 10 evlilik yapmış, bu evliliklerden 3 kız, 8 oğlu olmuştur. Bu kızlardan en büyüğü Hafsa validemizdir; onun doğum tarihi ise Miladi 604’tür, yani nübüvvetten tam 6 yıl önce doğmuştur. Eğer Hz. Ömer böyle bir şey yapsaydı, Hz. Hafsa validemiz için de yapardı. Hz. Hafsa doğduğunda Hz. Ömer, 20 yaşlarında idi. İşte bu bilgilerde gösteriyor ki, Hz. Ömer için kız çocuğunu gömdü demek doğru bir iddia değildir.

2- Hz. Ömer, gerçekten kırkıncı Müslüman mı?

Bugün birçok siyer kitabımızda Hz. Ömer’in Müslüman oluşu anlatılırken onun 40. Müslüman olduğu söylenir. Bu bilginin asıl kaynağı İbn Hişam’ın es-Sîre’sidir. Eğer Hz. Ömer’in 40. Müslüman olduğunu kabul edersek, altı yıl boyunca Müslümanların sadece 39 kişi olduklarını söylemiş oluruz ki, bu birçok sahabinin o günlerde Müslüman oluşunu dikkate almamamıza neden olur.

Ancak dikkatle incelendiğinde, Efendimiz’in
sallallahu aleyhi ve sellem  ilk 6 yıl içerisinde sistemli ve özel bir davet çalışması başlattığını ve bu davet çalışmalarının neticesinde kazanılan insan sayısının ise 128’e vardığına şahit oluruz. Dolayısı ile Hz. Ömer ile birlikte sayının 129 olduğunu belirtmek durumundayız. İbn Hişam’ın naklettiği 40 sayısını ise o gün için Darü’l-Erkam’da bulunan sahabîlerin sayısı olarak kabul etmeliyiz. Yani Hz. Ömer ile birlikte o gün Darü’l-Erkam’da bulunan sahabî sayısı 40’a varmış, ancak o 129. Müslüman olarak tarihe geçmiştir.

3- Hz. Ömer, gerçekten Efendimiz’i 
sallallahu aleyhi ve sellem  sadece öldürmek için çıktığı yolda mı dirildi, iman etti?

Bugün Hz. Ömer’in nasıl Müslüman olduğunu sorduğunuz zaman hemen hemen herkesin söylediği rivayet şu olacaktır: “Darü’n-Nedve’de, Efendimiz 
sallallahu aleyhi ve sellem ’in Mekke’de oluşturduğu tesir konuşulurken, Ömer hiddetlenir, ‘öldürelim Muhammed’i ve bu işi kökten bitirelim’ demiş, kılıcını kuşanmış, nerde olduğunu bilmediği ama duyduğu Safa tepesindeki bir evde onu aramaya doğru çıkmıştı. Yolda akrabalarından Nuaym b. Abdullah onu görmüş, hiddetli halinden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Müslüman olan Nuaym, Hz. Ömer’den nereye gittiğini sormuş, aldığı cevap üzerine Efendimiz’i korumak için hedefi değiştirmiş ve o ana kadar bilmediği bir şeyi ona söylemişti. Demişti ki: ‘Sen Muhammed’in peşine düşeceğine, önce enişten ve kız kardeşine bak!’ Hz. Ömer ilk kez duyduğu bu bilgiyi doğrulatmak için hemen kız kardeşi Fatıma bint Hattab’ın ve eniştesi ayrıca amcasının oğlu olan Said b. Zeyd’in evine doğru yönelmiş, oraya yaklaştığında, içeriden bazı sesler duymuştu. O anda da Habbab b. Eret, o evin sakinlerine yeni nazil olan Kur’an ayetlerini okumaktadır. Hz. Ömer hiddetle kapıyı çalmış, içeriye girmiş; Habbab hemen evin bir köşesine saklanmış, okunan ayetlerde ortadan kaldırılmıştı. Hz. Ömer ne okuduklarını sormuş, onların Müslüman olup olmadıklarını sorgulamış, önce eniştesine, sonra kız kardeşine birer tokat patlatmıştı. Kız kardeşinin yüzünden süzülen kan bir anda Ömer’i sakinleştirmiş ve o anda okunan ayetlerin ne olduğunu sormuştu. Önce Ömer’in zarar vermesinden korktukları için ayetler gizlenmiş, ama ısrar edince Taha Sûresi’ndeki ayetler getirilmiş, orada okunmuş ve Hz. Ömer imana doğru yürümeye başlamıştı. Bu hali, o ana kadar gizlice izleyen Habbab b. Eret, saklandığı yerden çıkmış ve: “Vallahi! Ey Ömer! Ben Resulullah’ın senin için dua ettiğini işittim” demiş, bunun üzerine Ömer Efendimiz’in yerini sormuş; Habbab tarif etmiş ve Ömer dirilmek için Erkam’ın evinin yolunu tutmuştu.”

Bilinen bu rivayet doğrudur ve başta İbn Hişam ve İbn Sa’d olmak üzere birçok kaynağımızda da bu şekilde geçmektedir. Ancak biraz daha derinlemesine araştırdığımızda Hz. Ömer’in yukarıda aktardığımız imana yürüyüş kıssasının öncesinde de iki önemli hadise olduğunu görmekteyiz.

Bu hadiselerden ilki şudur: Hz. Ömer, Nübüvvetin 5. yılı, ilk Habeşistan hicretine katılmak için hazırlık yapan antlaşmalı köleleri Amr b. Rebia ve hanımı Leyla bint Ebî Hasme’nin yanına gelir. Hz. Ömer bunlara ve kölesi Zinnure’ye Müslüman oldukları için çok işkence yapmıştır. Onları öyle döver, öyle döverdi ki; sonra yorulur biraz ara verir. Ara verince de onlara derdi ki: “Sanmayın size acıdığım için durdum, yorulduğum için durdum. Biraz dinleneyim yine başlayacağım sizi dövmeye!” İşte Amr ve hanımı Leyla bu işkencelerden bitap düşüp, hicret etmeye karar verince, Hz. Ömer onların yanına gider. Amr yoktur o anda evde; Leyla onu karşılar. Hz. Ömer hazırlıklarını görünce; “bir yere mi gidiyorsunuz?” diye sorar; Leyla’da: “İşkencelerinizden bıktık, sizin yüzünüzden çıkıp Habeşistan’a gideceğiz” der. O anda Hz. Ömer duygulanır, sesi titrer ve der ki: “Gidin Allah yardımcınız olsun!” Leyla, Ömer’in o haline şaşar. Biraz sonra kocası Amr gelince ona der ki: “Az önce Ömer buradaydı, şöyle şöyle oldu. Ben öyle tahmin ediyorum ki Ömer Müslüman olacak!” Amr güler ve der ki: “Ömer’in babası Hattab’ın, ölmüş eşeği kalkar Müslüman olur, yine de Ömer Müslüman olmaz.” Amr ümidi kesmiştir. Ama Hz. Ömer’in gerçekten o gün yüreğine iman tohumu az da olsa düşmüştür. Bu onun imana yürüyüşünün ilk basamağıdır.

İkinci hadise ise şudur: Hz. Ömer 
radıyallahu anh bir gece Kâbe’ye doğru gelirken, Efendimiz’in orada ibadet ettiğini görür. Gizlice Efendimiz’e doğru yaklaşır ve ne yaptığını merak eder. O anda Efendimiz Hakka Süresi’nden ayetler okumaktadır. Sözün kalitelisini çok iyi bilen Hz. Ömer, içinden bunlar bir şair sözüdür diye bir şey geçirir. O anda Efendimiz Hakka Süresi’nin 41. ayetini okur: “Ve ma huve bi kavlin şair kalilen ma tüminun/ O bir şair sözü değildir; ne de az iman ediyorsunuz?” Bu ayeti duyunca Hz. Ömer şaşırır, benim içimi mi okuyor bu adam, yoksa o bir kâhin mi der. Efendimiz bir sonraki ayeti okur: “Ve la bi kavli kâhin kalilen ma tezekkerün/ O bir kâhin sözü de değildir ne kadar az düşünüyorsunuz?” Bu ayet karşısında bir kez daha sarsılır Hz. Ömer ve der ki: “Bu sözler Muhammedin uydurması mı?” O anda bir sonraki ayeti okur Efendimiz: “Eğer bu sözleri Muhammed uydurmuş olsaydı onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onu can damarından koparırdık!” Bu ayeti de duyunca Hz. Ömer daha da sarsılır ve hemen orayı terk eder. Ama günlerce, duyduğu o ayetlerin tesiri altında ezilir. İşte Hz. Ömer, öncesinde bu iki hadiseyi yaşayarak imana doğru yürür, en son kız kardeşinin evinde olanlarla süreç tamamlanmış olur.

4- Hz. Ömer, gerçekten İslami sahada istediği gibi maslahat öncelikli bir duruş mu ortaya koydu?

Ne yazık ki bazı çevreler Hz. Ömer’in dini sahada çok rahat davrandığını iddia etmekte, her zaman maslahat öncelikli bir duruş sergilediğini dile getirmektedirler. Ancak bu konuda da Hz. Ömer’in hayatını dikkatlice okuduğumuz zaman onun ne kadar Kur’an ve Sünnete, kendisi ile aynı dönemi yaşayan fakih sahabilerin görüşlerine sıkıca bağlı olduğu görülür.

Halife olduğu günler karşısına gelen yeni meselelerde elbette bazı içtihatları olmuştur. Ancak bir mesele hakkında içtihatta bulunsa ve bu konuda daha sonra bir ayetin veya bir hadisin olduğunu duysa anında görüşünden vazgeçer ve Kur’an’a ve Sünnete sıkı sıkıya sarılırdı. Mesela; Halife olduğu günlerde genç Müslümanlar: “Ya Emire’l-Müminin! Hanımlar mihr oranlarını artırdıkça artırdılar. Birbirleri ile adeta yarışır gibi davranıyorlar. Bizde bundan dolayı evlenemiyoruz. Hanımları bu konuda uyarsanız da böyle yapmasınlar!” dediler. Hz. Ömer gençlerin bu makul taleplerini hoş karşıladı ve o gün Mescid-i Nebevi’de bir hutbe verdi; hutbesinde bu meseleye değindi. O anda hanımlar bölümünden bir ses yükseldi. Seslenen hanım diyordu ki: “Ey Müminlerin Emiri! Sen nasıl Allah’ın bize verdiği hakkı bizden esirgiyorsun. Allah Nisa Süresi 20. ayette “onlara kantar kantar, yüklerle mehir verseniz bile geri almayın” demiyor mu? Bu itiraz karşısında Hz. Ömer’in tavrı asla maslahat olmamış, anında geri adım atarak bu sözünden vazgeçmiştir. Koca Halife, Allah’ın kitabına rağmen konuşmamak için: “Esabet imraetün ve ahta Ömer/ Kadın isabet etti, Ömer ise hata etti” demiş ve kendisini Allah’ın kitabını o kadın kadar bilmemekle kınamıştır. Bu tavır bize çok şey söylemelidir.

Yine hilafeti günlerinde parmakların diyeti ile alakalı bir tartışma olmuştu. Efendimiz’den bu konuda bir şey duymamış, kendi kıyas yolu ile her parmağın aynı olmadığını dolayısı ile her parmağın ayrı bir diyetinin olması gerektiğini söylemişti. Mesela; başparmak için 15 deve, işaret, orta ve yüzük parmağı için 10 deve, serçe parmak için ise 6 deve diye diyet bedeli belirlemişti. Ama sonra bir sahabîden duymuştu ki, Efendimiz; tüm parmaklara 10 deve diyet bedeli belirlemiş, artık orada bana göre diye bir söz söylemeden anında bu görüşünden vazgeçmiş ve tüm parmakların diyet bedelinin 10 deve olduğunu söylemişti.

Dolayısı ile Hz. Ömer, diğer tüm sahabe gibi Kur’an ve Sünnete sıkı sıkıya bağlı yaşamış, onların konuştukları yerde susmuş, sustukları yerde ise maslahatı gözeterek konuşmuştur.

5- Hz. Ömer, gerçekten sadece celal sıfatının sahibi biri miydi?

Evet, o gerçekten celal sıfatlı idi. Biz onu hep elinde kılıç yanlış bir iş yapanın kafasını kesmeye hazır bekleyen biri olarak görürüz. el-Hak böyledir de; çoğu zaman Hz.Ömer’in hali budur. Ama celal sıfatı asla zulme, haksızlığa dönüşmemiş, bilakis Hz. Ömer’in adı hep adalet ile anılır olmuştur. Peki, celal sıfatı nasıl olmuştur da, zulme değil, hakkaniyete dönüşmüştür? Çünkü Hz. Ömer’in şahsiyetinin üç temel esası vardı. Bunlar, Adalet, kuvvet ve rahmetti. Adaletin tesisi için kuvvet şarttı. Kuvvet olmazsa, güç olmazsa otorite sağlanmaz, zaafiyet baş gösterebilirdi. Ancak kuvvetin hemen karşısına rahmet konmazsa, o kuvvet Allah korusun zulme, haksızlığa dönüşebilirdi. İşte Hz. Ömer celal sıfatı ile adalet terazisini hayatında kurarken, bir kefesine kuvveti, bir diğer kefesine rahmeti koymuştu. Böyle olunca da o adaletin timsali, örneği ve rehberi olmuştu.

Bu yazımızda Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz bazı yanlışları öğrendiğimiz gibi, onun şahsiyetinin en temel anahtar kavramlarını da öğrendik. Bu anahtar kavramlar, Samimiyet, Farukiyet, Adalet, Kuvvet ve Rahmet’tir. Bu beş kavram onun hayatında olduğu için tarih onu hep övgü ile kayıt etti. Peki, bu kavramlar Hz. Ömer’in ruhunu diriltmek isteyen bu çağın insanına bir şeyler söylemesin mi?

Buyurun söylenen mesajları beraberce okuyalım:

1- Samimiyet kalbinin esası olsun ki, salihlerin duasını alabilesin.

2- Farukiyet aklının esası olsun ki, hakkın yanında yer alıp, batılın karşısında durabilesin.

3- Adalet eylemlerinin esası olsun ki, hak edene hak ettiğini verebilesin.

4- Kuvvet elinin esası olsun ki, hakkın ikamesi adına otorite sağlayabilesin.

5- Rahmet hayatının esası olsun ki, merhamet gösterip, merhamet bulabilesin.


23 Temmuz 2018 Pazartesi

Hakikate Hakkıyla Şahid Olmak

 Muhammed Emin Yıldırım Hocaefendinin, son yıllarda yayılan inanç kaymalarının sebeplerine dair yaptığı tespitler ve bu tespitlerden bir tanesi olan, hakikati muhataplara ulaştırma sorumluluğunda olanların hatalarına dair söyledikleri, gerçekten önemliydi.

Dersten Cümleler


Biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik.

Hakikat güzel bir hane, Kelime-i Şehadet ise bu hanenin en önemli anahtarıdır.

Bu noktada iki soru sorulmalı: Hakikat nedir? Hakikate hakkıyla şahit olmak nasıl mümkündür?

Hakikat, içinde asla şüphe bulunmayan, mutlak manada doğru, gerçek ve sabit olan, sonuna kadar da bu doğruluğundan hiçbir şey kaybetmeden devam edendir.

Hakikat, tek bir ifade ile aslında Nebevî Miras’tır.

Hakikate nasıl hakkıyla şahit olabiliriz?

1. Bütün önyargılardan kurtulur, ümmileşir yani saflaşır; elimizden geldiğince öğrenmeye gayret edersek
2. Öğrendiklerimizi içselleştirmeye çalışır, yani kavrar; zihin ve alın teri dökerek iyice bellemeye dikkat edersek
3. Kavradıklarımızı hayatlarımıza taşır, yani temsil vazifesinin gereğini yerine getirir, dil ile söylediklerimizi hal ile tasdik edersek
4. Hayatlarımıza taşıdıklarımızı başkalarına iletir, yani tebliğ görevimizin sorumluluklarını ortaya koyar, mahrum olan yüreklere bu güzellikleri taşımaya çalışırsak
5. Asla netice hesaplarını takılmaz, yani ‘hizmet burada ücret orada’ der, ne kazanacaklarımıza ne kaybedeceklerimize bakmadan sabrı kuşanır, işimize odaklanırsak…

Modern zamanlar dediğimiz şu içinde bulunduğumuz zamanlar, birçok izmlerin işgaline uğramış bir zamandır.

Şu an bu memlekette, inanç düzleminde 5 izmle imtihanımız var: Ateizim, Deizim, Agnostizim, Panteizm ve Paganizm…

Ateizm: Tanrı yok; dolayısı ile din diye bir şey de yok, dolayısı ile sorumluluk da yok demektir.

Deizm: Tanrı var, ama vahiy yok, din yok, dolayısı ile dinin hayata müdahalesi de yok demektir.

Agnostisizm: Tanrı var mı yok mu bilinmez, olabilir de olmaya bilir de… Bunun için bilinmezlik var, dolayısı ile hayata müdahale eden bir din yok demektir.

Panteizm: Tanrı var, evrenin bizzat kendisi tanrıdır; tanrı, bütün varlıkla bütünleşmiş bir vaziyettedir. Dolayısı ile neye baksan o tanrıdır, ya da tanrıdan bir parçadır. Bundan dolayı kuruntulara dayalı bir din var demektir.

Paganizm: Tanrı var, bir de tanrı ile birlikte tanrısallık atfedilen şeyler var. Putlar var, güneş var, ay var, yıldız var, hatta bazı ağaçlar ve hayvanlar var, dolayısı ile kuruntulara dayalı bir din var demektir.

Neden bu memlekette bu tarz inanç kaymaları yaşanıyor?

Şu an dünyanın genel hali ile alakalı sebepleri var. Devletin yanlış uygulamalarının etkileri var. Hocaların, cemaatlerin, güya dini temsil etme makamında olanların yanlış uygulamalarının etkileri var. Ailelerin, eksik, hatalı, bazen umursamaz tavırlarının neticesinde ortaya çıkan durumların etkileri var. Kişinin kendisinden kaynaklanan, tembellikten, kibirden, mesela farklı gözükme arzusundan, her şeye itiraz etme özelliğinden, dünyaya şiddetle ve büyük arzu ile sarılmanın etkisi var, ila ahir birçok etkinden kaynaklanan sebepleri var.

Efendimiz’in (sas) bazı hadislerinde: “Eğer şöyle yaparsanız, eğer şunlara dikkat etmezseniz, insanları inançlarından koparırsınız/soğutursunuz, eğer böyle yaparsanız insanlara Allah ve Resulü’nü inkâr ettirirsiniz, eğer şöyle yaparsanız insanları o amellerinin altında ezersiniz” diye uyarıları var.

“Ya Resûlullah! Biz develerle su taşıyan insanlarız, gün boyu tarlada bahçede çalışırız. Muaz seninle birlikte yatsıyı kılmış sonra bize gelerek Bakara süresini okuyarak yatsı namazını kıldırdı. Bende dayanamadım, namazdan çıktım, tek başıma namazımı kıldım, evime gittim. Ama arkadaşlarım bana “sen münafıklar gibi davrandın” dediler. Siz bu konuda bize ne buyurursunuz?”

“Ey Muaz! Sen ne yapıyorsun böyle, sen insanlar için bir fitne mi olacaksın. Bu halin ile insanların dinden soğumasını mı istiyorsun? Bundan sonra asla böyle yapma! Şems, Duha, Leyl, A’lâ gibi sureleri oku ve namazı bu kısa sürelerle kıldır.” (Müslim, Salât, 36)

Eskiden inkâr yoktu, tembellik var; şimdi hem tembellik hem inkâr var…

Şu anki nesle ‘nasıl namaz kılınır’ sorusuna verilecek cevaptan önce, ‘neden ve niçin namaz kılmalıyız’ sorularına cevaplar vermeliyiz.

“Yedi yaşına geldi mi çocuğunuzu namaza alıştırın, on yaşına geldi mi kılmadığı takdirde onu terbiye edin.” (Ebû Davud, Salât 26; Tirmizi, Salât, 299)

Tercümanü’l-Kur’an olan İbn Abbas şöyle diyor: “Din dört katlı bir binaya benzer; birinci katında Akide, ikinci katında Ahlak, üçüncü katında İbadet, dördüncü katında ise Muamelat vardır.”

Hz. Aişe validemiz der ki: “…Kur’ân’dan ilk nazil olanlar, iman ile alakalı olan, cennet ve cehennemin anlatıldığı mufassal sûrelerdir. Sonrasında insanlar İslâm’da toplandıkları zaman helal ve haram konularını içeren sûreler inmiştir. Eğer başlangıçta ‘içki içmeyin’ şeklinde vahiy inseydi, ‘biz asla içki içmeyi terk etmeyiz’; ‘zina etmeyin’ şeklinde vahiy inseydi ‘biz asla zinayı terk etmeyiz’ derlerdi. Bu da İslam’ı kabul etmelerini zorlaştırırdı.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 6)

“İnsanlara onların anlayabilecekleri şekilde konuşun. (Eğer böyle yapmazsanız, onlar hakikati inkâr ederler) Onların Allah ve Resulü’nü yalanlamalarını ister misiniz?” (Buhari, Kitabü’l-İlm, 49)

Abdullah b. Mes’ûd (ra): “Adamın biri, bir hadis anlatır da, o hadisi aklı almayacak bir kimse dinlerse, bu onun için fitne olur.” (İbn Abdilberr, el-Câmi’u li Ahlaki’r-Râvî, s. 129)

Başka bir sözünde daha açık bir ifade ile şöyle der: “Herhangi bir topluluğa anlatmış olduğunuz bir hadis, eğer onların akıllarının almayacağı bir hadis ise bu mutlaka onların bazıları için fitne olacaktır.” (Zehebî, Tezkiretü’l-Huffaz, c. 1, s. 15)

“Dehre/Zamana sövmeyiniz, çünkü dehr/zaman Allah’tır.” (Buharî, Tefsir, 45)

“Ben sana ancak hikmet ehlinin anlayabileceği hadisleri söylüyorum, ama sen gidiyorsun bu hadisleri duyunca anlayamayacak insanlara aktarıyorsun.”

Sonra sözünü şöyle tamamladı: “Bu ilim, ancak aklını kullanabilen ve dinini güzelleştirmek isteyen kimselere fayda verir, böyle olmayanların nasipleneceği bir şey yoktur.” (Zehebî, Tezkiretü’l-Huffaz, c. 1, s. 15)

Hakikate hakkıyla şahit olabilmek için şunlara ihtiyacımız var:

Doğru bir söz
Doğru bir üslup
Doğru bir zaman
Doğru bir zemin
Doğru bir muhatap

“Rabbimiz! Bizler iman ettik, bizi hakikate hakkıyla şahit olanlarla beraber yaz.” (Maide, 83)


Videoyu mutlaka izlemenizi tavsiye ederim:

22 Temmuz 2018 Pazar

Yanında gıybet edene karşı kişinin alacağı tavır nasıl olmalıdır?


Bir kişi, gıybet edilen bir ortamda bulunuyorsa veyahut kendisiyle gıybet edilmek isteniyorsa nasıl davranmalıdır?

"İmâm-ı Gazâlî der ki:

Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen:

Onu tasdik etmemek,

Hakkında sözü edilen kimse için de, söylendiği şekilde olduğu zannına düşmemesi,

‘Acaba’ diyerek, söyleneni tahkike de kalkmaması,

Ayrıca laf getireni ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemesi,

Vazgeçmezse ona öfkelenmesi,

Kendisi için de, nemmamı (dedikoducuyu), zecrettiği (men ettiği) şeyi hoş görüp o işittiğini yaymaya kalkmamasıdır. 


Aksi takdirde kendisi nemmam olur.” (Kütüb-i Sitte'den)

“Kim Müslüman kardeşini, şeref ve namusunu savunursa Allah (cc) da kıyamet günü onun yüzünü cehennemden korur.” (Tirmizi)

Peygamber Efendimiz’in (asm) gıybet karşısında aldığı tavır

Hz. Aişe (ra) rivayet ediyor:

“Resulullah'ın zevcesi Safiye'nin devesi hastalanmıştı. Zeyneb’in de fazla devesi vardı. Resulullah, zevcesi Zeyneb’e:

“Safiye’ye binmesi için bir deve ver.” deyince:

“O yahudiye mi vereceğim!?” dedi. Bu söze öfkelenen Resulullah, Zilhicce ve Muharrem aylarında, Safer ayının da bir kısmında Zeyneb’in yanına gitmedi.” (Ebu Davud)

“Bana kimse, ashabımdan biri hakkında canımı sıkacak bir şey söylemesin. Zira ben sizin karşınıza (veya ahirette Allah’ın (cc) karşısına) içimde hiç bir şey olmadan çıkmak istiyorum.” (Tirmizi)

Birisi Efendimiz'e (asm) gelerek, Hz. Halid hakkında birşeyler söylemek ister. Efendimiz (asm) tek kelime dahi söyletmeden geriye çevirir.

Ömer bin Abdülaziz’in gıybet karşısında aldığı tavır


Ömer İbn-u Abdülaziz’e bir adam gelerek:

“Senin hakkında falanca şöyle söyledi.” der. Ömer de:

“İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan:

"Bir fasık size haber getirince araştırın." (Hucurat, 6) hükmüne girersin.

Şayet duyduğun doğru çıkarsa:

“Dili ile iğneleyen, koğuculuk eden…" (Kalem, 11) hükmüne girersin ki, her iki halde de mesulsün.

İstersen senin için üçüncü şıkkı tercih edelim, seni affedelim de bu iş böyle kalsın!” der.

Adam:

“Af diliyorum. Bir daha böyle bir işe girişmeyeceğim.” der. (Kütüb-i Sitte)

Gıybet edilen ortamda bulunan kişi

Gıybet edilen bir ortamda bulunan kişi, gıybet edeni uygun bir üslup ile uyarmalı ve konunun kapanmasını sağlamalıdır. Eğer uyardığı halde gıybet edilmeye devam ediliyorsa, o ortamı terk etmelidir.

Kendi gıybetinin yapıldığını öğrenen kişi

Bir gün Hasan Basri'ye dediler ki:

"Filan kimse, senin gıybetini etti." Bunun üzerine Hasan Basri ona, bir tabak yaş hurma yolladı ve şu haberi gönderdi:

"Duyduğuma göre, iyiliklerini bana hediye etmişsin, ben de o hediyene tam olarak karşılık vermeyi isterdim; ama yapamadım. Beni mazur gör!"


https://www.sorusorcevapbul.com/makale/giybet/yaninda-giybet-edene-karsi-kisinin-alacagi-tavir-nasil-olmalidir

21 Temmuz 2018 Cumartesi

İftiralar Karşısında Tavrımız Nasıl olmalı?


İmansız veya imanı zayıf biri için iftiraya uğramak, yıkım demektir, hemen ümitsizliğe kapılır, büyük bir ruhi çöküntüye uğrar. Bu iftiralardan dolayı gelecek endişesine kapılabilir. Haklılığı ortaya çıksa bile, toplumda hep bu iftiralarla anılacağını düşünerek paniğe kapılabilir.

Allah'a iman eden, tevekküllü insanlar ise ne ile karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, yukarıda bahsettiğimiz türde tavırlar göstermezler. Gerçek iman ile oluşan tevekküle ve Allah'ın insanlar için yarattığı kadere olan teslimiyete sahip bir Müslüman ile, Kuran'a göre yaşamayan insanların arasındaki tavır farklılığı özellikle böyle zorluk zamanlarında ortaya çıkar.

Müminler kendilerine bir iftira atıldığında, Allah'ın kendilerini bununla denediğini, sabır göstererek tevekkül ederlerse Allah'ın kendilerinden razı olacağını ve kendilerini bu iftiradan temizleyeceğini bilirler. Nitekim bir ayette müminlere atılan iftiranın, kendileri için aslında bir hayır olduğu şöyle bildirilir:

"Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır." (Nur Suresi, 11)

Kuran'a uyan insanlar, herşeyden önce tüm olayların Allah'ın bilgisi ve kontrolü altında gerçekleştiğine ve her olayı Allah'ın kendileri için en güzel ve en hayırlı şekilde yarattığına kesin bir bilgiyle iman ederler. Dolayısıyla, en şiddetli ve acımasızca görünen iftira sözü ile de karşılaşsalar, bunun ardından mutlaka kendileri için bir hayır geleceğini bilirler. Elbetteki, müminler kendileri hakkında söylenen asılsız sözlerden uzak olduklarını göstermek ve iftirayı üzerlerinden atmak için her türlü meşru yola başvururlar. Ancak, sonuçta Allah'ın kendileri için hayır ve güzellik dilediğini bilerek bunu yaparlar.

Hatta kimi zaman dünya hayatındaki imtihanın bir parçası olarak, bir mümin için iftira ile birlikte birçok başka zorluk da peşi sıra gelebilir. Aynı dönemde çok şiddetli bir hastalık geçirebilir, ailesi, yakınları mağdur duruma düşebilir ya da herhangi bir nedenle zor durumda kalabilir, maddi açıdan bazı güçlükler çekebilir. İşte gerçek bir Müslüman tüm bunların Allah katından bir deneme olduğunu, her zorlukla beraber bir kolaylık yaratıldığını ve sabredenlerin cennet ile müjdelendiklerini bilerek çok kararlı, itidalli, cesur ve şevk dolu bir tavır gösterir. Asla sıkıntı duymaz, ümitsizliğe kapılmaz, üzülmez; başına gelen tüm zorlukları Kuran'da emredilen akılcı tavır ve güzel üslupla karşılar.

İFTİRAYA MARUZ KALAN MÜMİNLERE KARŞI HÜSN-Ü ZAN

Geçmişteki örnekler üzerinde düşündüğümüzde, karşımıza çok önemli bir nokta daha çıkmaktadır: İftiraya uğrayan müminin sabrı ve tevekkülü denenirken, aynı zamanda bu olaya şahit olan diğer Müslümanların da iftiraya uğramış müminlere karşı hüsn-ü zanları ve samimiyetleri denenmektedir.

Müminlerin birbirlerine hüsn-ü zanlı olmaları gerçekten de, son derece önemli bir konudur. Çünkü dine düşmanlık besleyenler tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi, ortaya bir iddia atarken bunu kendilerince güçlendirmekte; iftiralarını sahte delillerle veya yalancı şahitlerle makul ve inanılır hale getirmek için gayret göstermektedirler. Bunu yaparken de iftira attıkları kişileri özellikle diğer Müslümanların gözünde küçültmek, Müslümanların aralarını açmak istemektedirler. 


"İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur." (Enfal Suresi, 73)

O halde bir Müslümanın yapması gereken iman eden bir kişi hakkında kötü bir haber duyduğunda öncelikle o işin aslını araştırmak olmalıdır. Eğer karşıdaki kişinin iman eden, Allah'tan korkan, Kuran'a uyan bir insan olduğu biliniyorsa bu durumda hemen tarih boyunca Müslümanlara atılan iftiraları düşünerek iftiraya uğramış mümine hüsn-ü zan etmek şarttır.

İnkar edenlerin müminlere karşı kin ve düşmanlıkları o kadar şiddetlidir ki, iftiraları ile zaten amaçları iman edenleri tamamen etkisiz hale getirmek ve onları kendi batıl dinlerine döndürmektir. Yani din ahlakından uzak insanlar Allah'ın salih kullarını her zaman asılsız suçlamalarla karalamak isteyeceklerdir. İşte bu, Müslümanların uyanık olması gereken bir konudur.

Ancak çok önemli bir gerçek daha vardır ki, Allah bunu ayetlerde şöyle bildirir:

"Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır. Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma. Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir." (İbrahim Suresi, 46-47)

Ayetlerde bildirildiği gibi sonuç olarak Allah inkarcıların hileli düzenlerini bozacak. Ancak, inkarcıların düzenleri bozulana kadar, tüm Müslümanların birbirlerine destek olmakla, iftiraya uğrayan mümin kardeşlerine hüsn-ü zan etmekle, yani onlara peşinen güvenmek ve güzel gözle bakmakla yükümlüdürler. İftiraya karşı diğer müminlerin tutumlarının nasıl olması gerektiğini Allah Nur Suresi'nde bildirmiş ve müminlere iftira atıldığında yanlış bir tutum gösterenleri şöyle uyarmıştır:

"Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azab vardır. Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: "Bu, açıkca uydurulmuş iftira bir sözdür" demeleri gerekmez miydi? Ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi? Şahitleri getirmediklerine göre, artık onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir. Eğer Allah'ın dünyada ve ahirette sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan dolayı size büyük bir azab dokunurdu. O durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu kolay sandınız; oysa o Allah katında çok büyük (bir suç)tür. Onu işittiğiniz zaman: "Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi? Eğer iman edenlerden iseniz, bunun gibisine bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir." (Nur Suresi, 11-17)

İFTİRA, CAHİLİYE MANTIĞI İLE DEĞERLENDİRİLMEMELİDİR 

Müslümanların herşeyden önce şunu unutmamaları gerekmektedir: İnkarcıların müminlere iftira attıkları, onların aleyhinde incitici sözler söyledikleri ve bunun Allah'ın değişmeyen bir kanunu olduğu Kuran'da bize haber verilmiş olan bir gerçektir. Bu durumda tüm Müslümanların uyanık olmaları, su-i zanna kapılarak bir başka insana haksızlık yapmaktan kaçınmaları son derece önemlidir. Hatta Müslümanlar bir insanın iftiraya uğramasını, o kişinin samimiyetinin bir göstergesi olarak da kabul edilebilirler.

Müslümanların, atılan iftiralara kulak vermemeleri, hatta iftiracılara da bu iftiralara inanmadıklarını ve hiç itibar etmediklerini söylemeleri, iftiracıların tuzaklarını bozacak ve böylece iftiralar yerini bulamayacaktır.

Şu da unutulmamalıdır ki, insanların büyük bir çoğunluğunun iftiraya iştirak ederek Müslümanların karşısında olması ise, asla iftiranın gerçek olduğunu gösteren bir durum değildir. Çünkü Allah bir ayetinde insanların çoğunluğuna uymanın saptırıcı olabileceğini bildirmiştir:

"Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler." (Enam Suresi, 116)

Ayrıca, Müslümana yönelik suçlama bir fasıktan, yani Allah'a karşı isyankar bir insandan geliyorsa, bunun Kuran'da bildirildiği gibi etraflıca araştırılması ve gereken deliller bulunduktan sonra dikkate alınması gerekmektedir. İftiralara kanan kişilerin de peşin karar vermeden önce Kuran'ın bu hükmüne göre hareket etmeleri ve bunu kanıtlayacak delilleri görmeleri veya göstermeleri gerekmektedir. Bu durum, Kuran'da Allah'ın tüm Müslümanlara emrettiği bir hükmüdür:

"Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz." (Hucurat Suresi, 6)

Müminlerin dünyada ve ahirette pişmanlık ve vicdan azabı duymamaları, daima hakkı ve adaleti ayakta tutmaları için yol göstericileri Kuran'da bildirilen bu gerçekler olmalıdır.

Alıntı

20 Temmuz 2018 Cuma

HZ.AİŞE DOSYASI-8


8-İSLAM’A ADANMIŞ BİR HAYATIN
HULÂSASI


İslâm’la bir çağ kapandı, Kıyamet’e kadar sürecek muhteşem bir çağ açıldı. Batıl kaybetti, Hak kazandı.
İslam’ın nihaî zaferiyle Ebu Cehil gibi büyük aktörlerini kaybeden Batıl, çöken sistemlerinin ve aktörlerinin yerine yenilerini sürerek Dîn-i Mübînle olan mücadelesine hiç ara vermedi.
Batıl, İslâm İnkılabının ailedeki tesirini kırabilmek için Hz. Aişe’yi 
radıyallahu anha kurban seçti; 14 asır Doğu ve Batı’nın müseccel yobazları Onu itibarsızlaştırmak için yazıp-çizdi.
İslâm’ın, kadının hayatında ne derece tesirli olduğunu; bunda da en büyük payın Hz. Aişe’de 
radıyallahu anha olduğunu fark eden Batıl, özelde birbirine hasım olan şubelerini Hz. Aişe düşmanlığında ittifaka çağırmış; Hristiyanlığın keşif ve ifsad kolu Oryantalizma ile Mecusiler, Hz. Aişe’ye birlikte saldırmışlardır.
Hz. Aişe, Ümmetin hem annesi, hem âlimesi, hem muhaddisesi, hem mürşidesi, hem mücahidesi, hem de büyük mazlumesidir. Bütün bunların ötesinde O, Peygamber’in eşidir. Saraylarda yaşayabilir, müreffeh mekanlarda keyif yapabilirdi. Lakin öyle yapmadı, dünyaya meyletmedi. Eşiyle birlikte kurduğu hayata sadakat gösterdi. Ümmet’e anne oldu; topyekûn bütün Müslümanlar da ona “anne” diye hitap etti.
Yahudi, İbn Sebe’nin tahrikiyle Ümmet’i içerden parçalayınca, Irak ve Mısır halkı Hz. Osman’a; Şam da Hz. Ali’ye 
radıyallahu anh sövmeye başlamıştı. Hariciler ise her ikisine lanet okuyordu. Müslümanların bölünmesine şahid olan Hz. Aişe radıyallahu anha evine kapanıp zulme sessiz kalmadı, meydan yerine çıktı, bir annenin yapması gerekeni yaptı ve manevi evlatlarını Hakk’a şahit olmaya çağırdı. İnsandı, yanıldığı mevzular da oldu. Tövbe etti, ağladı. Sahabeye sövenlere iletilmek üzere kız kardeşinin oğlu Urve’ye, bütün Müslümanlara duyurması için bir vasiyette bulundu: “Bunlar Allah Rasulü’nün ashabına istigfar etmekle emr olundular56; ne var ki tersini yapıyor, sahabeye sövüyorlar.”57 dedi.
Allah Rasulü, son hastalığında Onun evine gitmek arzusunda olduğunu ihsas ederek, “Bugün neredeyim, yarın neredeyim?”58diye sordu. Bu ifadeden, Hz. Aişe’nin evine gitmek istediğini anladılar. Son yedi günü, “Humeyrâ”sının evinde geçirdi. Oradan mescide gitti. Allah Teâlâ ruhunu, başı Onun sadrına yaslı olduğu orada aldı. Orada yaşadı, oraya defnedildi.
Peygamber’den sonra her an, ona ulaşmanın arzusuyla tam elli yıl mezarının yanında yattı Hz. Aişe 
radıyallahu anha. Evi Peygamber’in kabri; kabri de evi oldu.
Kadını heva denizinde boğmak isteyenler, ilimî, irfanı ve edebiyle bir “deniz feneri” gibi İslam’ın kızına yol gösteren Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha dün olduğu gibi bugün de saldırmakta; Onun üzerinden Müslüman’ın eşini, kızını, evini ve topyekün mahremiyet hayatını çökertmeyi amaçlamaktadır. İslam’ı insanlarla koruyan Allah Azze ve Celle, Hz. Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin radıyallahu anhum itibarını koruduğu gibi İslam’ın kızının deniz feneri Hz. Aişe’yi de radıyallahu anha muhafaza edecektir.

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar


56. ⇑ Haşr Suresi’nin 10. ayet-i kerimesini kastediyor. Bkz. Takî Osmanî, Fethu’l-Mülhim, VI, 280.
57. ⇑ Müslim, H. No: 7491.
58. ⇑ Buharî, Fedailu’s-Sahabe, 13

19 Temmuz 2018 Perşembe

HZ.AİŞE DOSYASI-7


7-HEM DOĞUNUN, HEM DE BATININ
HEDEFİNDEKİ BÜYÜK KADIN:HZ. AİŞE 
radıyallahu anha

En azılı İslâm düşmanları gibi, eserinin en çok satan kitaplar listesinde olmasını arzulayan yazarlar da Hz. Aişe 
radıyallahu anha üzerinden hedeflerine ulaşmaya çalışmıştır. Oryantalist çalışmalar başlığı altında toplayabileceğimiz bu eserlerin sahipleri, daha çok Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Aişe radıyallahu anha ile erken yaşta evlenmesi mevzuu üzerinden İslâm’a saldırmış; kazdıkları şüphe kuyularına çektikleri insanların imanlarıyla oynamışlardır.
Kureyş, Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem her attığı adımı, her sözü yakından takip eder; insanların anlamakta zorlanacağı bir mesele ya da bir zelle bulsa, habbeyi kubbe yaparak İslâm’a saldırırdı. Fakat Allah Rasulü’nün Hz. Aişe radıyallahu anha ile izdivacını sıradan bir hadise olarak görmüş, bu izdivaçla alakalı menfi manada hiçbir şey söylememiştir. Eğer Kureyş bu evlilikte bir istismar görmüş olsaydı, mutlaka konuşacak, “Bizi hakkaniyete çağıran Muhammed’in yaptığına bakın!” diyecekti; lakin demedi, diyemedi. Bu hususta onlardan tek satırlık bir tenkit nakledilmedi. Çünkü Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Aişe radıyallahu anha ile izdivacı, Hicaz örfünde çok normal bir hadiseydi.
Ayrıca bu izdivac, Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem doğrudan talebiyle olmamış; Hz. Hatice’nin vefatından sonra uzun zaman altı çocuğa hem annelik, hem de babalık yapmasına şahit olan yakınları yeni bir izdivaç noktasında O’na telkinde bulunmuş, bu bağlamda Havle Binti Hakîm (Ümm-u Şerîk) de Hz. Aişe ile evlenmesini teklif etmiştir.
Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Aişe tarafına evlilik teklifi götürdüğünde, Hz. Aişe çoktan evlenecek çağa gelmişti. Zira, muteber siyer kitaplarında da belirtildiğine göre Hz. Aişe Allah Rasulü’nden sallallahu aleyhi ve sellem  önce Cübeyr b. Mut’im ile nişanlanmıştı.
O günkü örfte bir kızın evlilik çağına gelip gelmediği takvimle değil, fiziksel gelişimle takdir edilirdi. Tıpkı bir çiftçinin, ürünün hasad vaktinin geldiğine, bizzat gelişimine bakarak karar vermesi gibi, Cahiliyye’de de evlilik için bizzat kızın fiziki durumuna bakılırdı. Havle, Hz. Aişe’de radıyallahu anha bu gelişimi gördüğünden dolayı Allah Rasulü’ne onunla evlenmeyi teklif etmişti. Çünkü Hz. Aişe radıyallahu anha o yıllarda çocukluk dönemini geride bırakmış, Mekke örfüne göre evlenecek kızlar arasına girmişti.
Örfler asırdan asra olduğu gibi, bölgeden bölgeye de değişir. 50-60 yıl önce Anadolu’da kızların evlenme yaşı 15-16 iken bugün üniversite okuyan kızlarda bu ortalama 25-26’ya yükselmiştir. Ayrıca bilinmelidir ki, sıcak iklimlerde kız çocuklarının gelişimi, soğuk memleketlere göre daha erken olmaktadır.55


https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar


55. ⇑ Bkz. Merkezu’t-Tenvîri’l-İslamî, Redd-ü İftirââti’l-Münessırîn Havle’l-İslam, 86-7.


18 Temmuz 2018 Çarşamba

HZ.AİŞE DOSYASI-6


6-İSLÂM’LA MÜCADELEDE DÖNÜM NOKTASI
ve İFK HADİSESİ


Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem  risalet hayatı boyunca sürekli olağanüstü şartlarda mücadele etti. Mekke’de, Bedir’de, Uhud’ta, Hendek’te ölümle burun burunaydı. Fakat ne Mekke, ne Hendek, onu ne Namazla Rabbiyle birlikte olmaktan, ne de Hendek’te zaferden mahrum etti. Hendek muharebesinde müşrikler, Yahudi ve münafıkları da saflarına katarak bütün güçleriyle son defa İslâm’a saldırdı. Fakat İslâm cephesini aşıp Mekke’ye giremediler.
Hendek Muharebesi İslâm’la mücadelede dönüm noktası oldu. Kafirler savaş meydanlarını evlere, yüreklere taşıdı. Benû Mustalık Gazvesinde Abdullah b. Übeyy, Ensar’la Muhacir’i karşı karşıya getirecek hamleyi yaptı; fakat inen ayetler ve Allah Rasulü’nün 
sallallahu aleyhi ve sellem yerinde müdahalesi oyunu bozdu. Bu defa aynı muharebede münafıklar ikinci hamleyi yaparak Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem evine kadar uzanıp, Hz. Aişe’ye radıyallahu anha iftira ettiler. Bununla Müslümanların Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hanesine olan itimatlarını sarsıp, savaş meydanlarında çökertemedikleri Müslümanları, içerden şüphelerle dağıtacaklardı. Ne var ki hadise üzerine on ayet nazil olarak(Nur, 24/11-20; Buharî, H. No: 4750.) Hz. Aişe’nin radıyallahu anha iffeti tescillendi. İnsanlar en iffetli kadına, nasıl en iffetsiz isnatta bulunulabileceğine şahit oldu.
Münafıkların İslâm’ı çökertmek için kurban olarak seçtikleri Aişe radıyallahu anha, Müeddebe bir kadının Allah Teâlâ tarafından nasıl muhafaza edileceğine örnek olarak kıyamete kadar mihraplarda ayet ayet yâd edilmektedir.51
Rafizilerin –bir kısmı- Kur’an’ın beraatine değil de, bekledikleri Mehdi ortaya çıkınca Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha Had cezası uygulayacağına inanmaktadırlar.52
Hz. Aişe ile alakalı açık ya da gizli ithamlarda bulunanların imanî durumunun ne olacağı hususu ulemâ tarafından erken zamanlardan beri konuşulmuş ve akîde kitaplarında yer almıştır. Buna göre kim Nur Suresi’ndeki ayetlere rağmen Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha ithamda bulunursa, beraatini ilan eden ayetleri inkar ettiğinden “kafir” olur, denmiştir. el-Kadî Ebû Ya’lâ, İbn Kesîr, Molla Aliyyu’l-Karî, İbn Abidîn53 başta olmak pek çok âlim bu hususta icmâ’ olduğunu söylemektedir. İmam Nevevî de Hz. Aişe’nin radıyallahu anha beraatinin Kur’an’la sabit olduğunu, bu noktada şüphe edenin bütün Müslümanların icmâ’ıyla kafir olacağını ifade eder.54

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar


51. ⇑ Buharî, H. No: 4750; Müslim, H. No: 2770.
52. ⇑ Abdullah Şibr eş-Şîî, Hakku’l-Yakîn fî Ma’rifet-i Usûli’d-Dîn, II, 25.
53. ⇑ İbn Teymiyye, es-Sârimu’l-Meslûl, 566; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, XIV, 376; Aliyyu’l-Karî, Şemmu’l-Avâriz fî Zemmi’r-Revafiz, 27; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, VII, 162.
54. ⇑ Nevevî, Şerh-u Müslim, XVII, 117.