Bismillahirrahmanirrahim
Tevazu göstermekle kendine güvenmek duygularını nasıl dengede tutabiliriz?
Güven duygusu ile tevazu arasında bir çelişki yoktur. Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir insanın güven duygusu da, tevazu duygusu da Allah’a göre şekillenir. Çünkü, insanın mütevazı olmasını sağlayan kulluk şuuru olduğu gibi, güvenini sağlayan da kulluk yaptığı Allah’a karşı beslediği husnüzandır, güzel duygulardır.
Buna göre inanan insanın kulluk şuurundan gelen tevazu, bir beceriksizlik, bir zafiyetin simgesi olmadığı gibi; Allah’tan ümit ettiği yardım ve inayetten ötürü kendisinde hissettiği güven duygusu da bir şımarıklık, bir gurur nişanesi değildir.
Kur’an-ı Kerim'de sıkça hatırlatılan “Allaha tevekkül” mesajı, müminin kendine olan güveninin kaynağı Allah olduğunu bize anlatır.
“(Resulüm! Yapacağın) işler hususunda onlarla istişâre et. Kararını verdiğin zaman da artık (çekingen davranma), Allah’a güven ve ona tevekkül et! Şüphesiz ki Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”(Ali İmran, 3/159)
Maddî-manevî bir devlet reisi olan Hz. Peygamber (a.s.m)’in -vahyin olmadığı konularda- diğer insanlarla meşveret yapması çok güzel bir tevazuun belgesi olduğu gibi, işe karar verdikten sonra çekingen davranmayıp Allah’a olan bağlılığını pekiştiren bir tevekkül içerisinde gereken hedefe kilitlenmesi de bir güvenin nişanesidir.
Güvenin sınırı iki şekilde çizilmelidir:
Güvenin sınırı iki şekilde çizilmelidir:
Birincisi maddî sınır: Maddî bir alemde yaşayan insanoğlu, Allah’ın -Hakîm isminin bir tecellisi olan- sebepler dairesindeki carî olan kanunlarına riayet etmekle kazanılan bir güven duygusu isabetli bir duygu olur. Bu sebeplere riayet etmeden bir güven duygusuna kapılmak, realiteden değil hayalî bir kuruntudan kaynaklanır.
İkincisi manevî sınır: Kişinin kendine olan güveni Allah’a olan güveninden kaynaklandığı sürece, bu güven duygusu övgüye layık bir duygu olur. Allah’a olan irtibatın zayıflaması nispetinde bu güven nefsi okşayan bir gurura, temeli olmayan bir kuruntuya yol açar.
Tevazuun sınırını da iki şekilde değerlendirmek mümkündür:
İkincisi manevî sınır: Kişinin kendine olan güveni Allah’a olan güveninden kaynaklandığı sürece, bu güven duygusu övgüye layık bir duygu olur. Allah’a olan irtibatın zayıflaması nispetinde bu güven nefsi okşayan bir gurura, temeli olmayan bir kuruntuya yol açar.
Tevazuun sınırını da iki şekilde değerlendirmek mümkündür:
Birincisi: Allah’la irtibatlı olarak gelişen tevazu. Bu kulluk şuurundan kaynaklanan ve Allah’ın büyüklüğünü kavramaktan ileri gelen, kendinde -bağımsız olarak- herhangi bir meziyet düşünmeyen kimselerin ortaya koyacağı tevazudur ki övgüye layık olan budur.
İkincisi: Allah’la irtibatlı olmayan, sebeplere karşı aşırı bağlılıktan kaynaklanan, her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında olan Allah’ı düşünmemekten beslenen, gafletin ürünü olan bir tevazudur. Bunun sahibi, maksadına ulaşmak için haysiyet ve onurunu ayaklar altına almaktan, en adi bir sebep karşısında zillet göstermekten asla çekinmez.
Ayrıca, yerine göre tevazu zillet, güven de gurur sayılır. Masası başında bir yetkilinin gösterdiği vakar ve o vakardan kaynaklanan güven duygusu övgüye değer iken, aynı tavrı evinde sergilediğinde şımarık bir pozisyona girer. Keza, bir yetkilinin çoluk çocuğu arasında gösterdiği tevazu takdire şayan bir erdemlik olduğu halde, aynı tavrını makamında göstermesi, tevazudan çok bir zillet ifadesi olur.
Ne kendimizi yok sayabiliriz, ne de kendimizi olduğumuzdan fazla büyütebiliriz! Ne Allah’ın verdiği gücü inkâr edebiliriz—çünkü bu nankörlük sayılır,—ne de Allah’ın verdiği gücü kendimizden bilebiliriz! Ne mütevazi oluyorum diye, bir miskin rolünü takınmaya ve Allah’ın bize hiçbir şey vermediğini iddiâ etmeye hakkımız vardır; ne de tahdis-i nimet ediyorum diye, varlıklı olmakla büyüklük taslamaya, güçlü olmakla kibirlenmeye, Allah’ın verdiği hediyeleri sahiplenmeye yetkimiz vardır!
Bazen tevazû nankörlükle, bazen de Allah’ın verdiği nimetleri ikrâr ve itiraf etmek kibirlenmekle karıştırılır ve ikiside zarar verir. Ne Allah’ın ikramlarını “tevazu” adına yok saymaya, ne de bunları “tahdis-i nimet” adına sahiplenmeye ve bunlarla kibirlenmeye hakkımız yoktur. Allah’ın verdiği meziyet ve kemâlâtı ikrâr ederiz, bunu söyleriz, bunu yaşarız, bunu kendi çapımızda güven konusu yaparız. Aksi takdirde bunları yok saymak küfran-ı nimet ve nankörlük olur. Bunları sahiplenmek, bunları bir Allah vergisi olmaktan çıkarmak ise, şüphesiz büyüklenmek ve şımarmak olur. Yani Allah’ın verdiği şeyleri yok saymamız doğru olmadığı gibi, kibir malzemesi yapmamız da doğru değildir! Birincisi nankörlük, diğeri şımarıklıktır.
Allah’ın bizi diğer varlıklardan farklı olarak ayrıcalıklı duygular ve cihazlarla donattığını, bize yüksek hasletler ve meziyetler verdiğini elbette itiraf ederiz, ikrâr ederiz, etmeliyiz ve bu imtiyazı yaşarız. Allah’ın kulu olmakla şeref duyarız. Ve tüm bu meziyetlerin bir Allah vergisi olduğunu bir an bile unutmayız. Bu meziyetlerle hayırlı işler yaparız. Meziyetlerimizi Allah’ın râzı olmadığı şeylerde kullanmayız; hayırda kullanırız. Meziyetlerimizi inkâr etmemize de gerek yoktur.
Kur’ân buyurur ki: “Bir işe karar verip azmettiğin zaman Allah’a dayanıp güven, Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah Kendisine tevekkül edenleri sever.”( Âl-i İmrân Sûresi: 159) Kendimize güveniriz. Çünkü Allah’a güveniriz! Çünkü bizi yaratanın Allah olduğunu biliriz! Allah’ın bizi tek ve müstesna yarattığını bilir, kabul eder ve bu farklı yanımızla insanlığa hizmet ederiz, Allah’a kulluk yaparız. Bu fahr ve gurur olmaz, kibirlenmek ve şımarmak olmaz; şükür olur. Fakat Allah’ın verdiği imkânları, ikrâmları ve meziyetleri kendimize değil; Allah’a mal ederiz.
İkincisi: Allah’la irtibatlı olmayan, sebeplere karşı aşırı bağlılıktan kaynaklanan, her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında olan Allah’ı düşünmemekten beslenen, gafletin ürünü olan bir tevazudur. Bunun sahibi, maksadına ulaşmak için haysiyet ve onurunu ayaklar altına almaktan, en adi bir sebep karşısında zillet göstermekten asla çekinmez.
Ayrıca, yerine göre tevazu zillet, güven de gurur sayılır. Masası başında bir yetkilinin gösterdiği vakar ve o vakardan kaynaklanan güven duygusu övgüye değer iken, aynı tavrı evinde sergilediğinde şımarık bir pozisyona girer. Keza, bir yetkilinin çoluk çocuğu arasında gösterdiği tevazu takdire şayan bir erdemlik olduğu halde, aynı tavrını makamında göstermesi, tevazudan çok bir zillet ifadesi olur.
Ne kendimizi yok sayabiliriz, ne de kendimizi olduğumuzdan fazla büyütebiliriz! Ne Allah’ın verdiği gücü inkâr edebiliriz—çünkü bu nankörlük sayılır,—ne de Allah’ın verdiği gücü kendimizden bilebiliriz! Ne mütevazi oluyorum diye, bir miskin rolünü takınmaya ve Allah’ın bize hiçbir şey vermediğini iddiâ etmeye hakkımız vardır; ne de tahdis-i nimet ediyorum diye, varlıklı olmakla büyüklük taslamaya, güçlü olmakla kibirlenmeye, Allah’ın verdiği hediyeleri sahiplenmeye yetkimiz vardır!
Bazen tevazû nankörlükle, bazen de Allah’ın verdiği nimetleri ikrâr ve itiraf etmek kibirlenmekle karıştırılır ve ikiside zarar verir. Ne Allah’ın ikramlarını “tevazu” adına yok saymaya, ne de bunları “tahdis-i nimet” adına sahiplenmeye ve bunlarla kibirlenmeye hakkımız yoktur. Allah’ın verdiği meziyet ve kemâlâtı ikrâr ederiz, bunu söyleriz, bunu yaşarız, bunu kendi çapımızda güven konusu yaparız. Aksi takdirde bunları yok saymak küfran-ı nimet ve nankörlük olur. Bunları sahiplenmek, bunları bir Allah vergisi olmaktan çıkarmak ise, şüphesiz büyüklenmek ve şımarmak olur. Yani Allah’ın verdiği şeyleri yok saymamız doğru olmadığı gibi, kibir malzemesi yapmamız da doğru değildir! Birincisi nankörlük, diğeri şımarıklıktır.
Allah’ın bizi diğer varlıklardan farklı olarak ayrıcalıklı duygular ve cihazlarla donattığını, bize yüksek hasletler ve meziyetler verdiğini elbette itiraf ederiz, ikrâr ederiz, etmeliyiz ve bu imtiyazı yaşarız. Allah’ın kulu olmakla şeref duyarız. Ve tüm bu meziyetlerin bir Allah vergisi olduğunu bir an bile unutmayız. Bu meziyetlerle hayırlı işler yaparız. Meziyetlerimizi Allah’ın râzı olmadığı şeylerde kullanmayız; hayırda kullanırız. Meziyetlerimizi inkâr etmemize de gerek yoktur.
Kur’ân buyurur ki: “Bir işe karar verip azmettiğin zaman Allah’a dayanıp güven, Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah Kendisine tevekkül edenleri sever.”( Âl-i İmrân Sûresi: 159) Kendimize güveniriz. Çünkü Allah’a güveniriz! Çünkü bizi yaratanın Allah olduğunu biliriz! Allah’ın bizi tek ve müstesna yarattığını bilir, kabul eder ve bu farklı yanımızla insanlığa hizmet ederiz, Allah’a kulluk yaparız. Bu fahr ve gurur olmaz, kibirlenmek ve şımarmak olmaz; şükür olur. Fakat Allah’ın verdiği imkânları, ikrâmları ve meziyetleri kendimize değil; Allah’a mal ederiz.
Sahip olduğumuz güçleri ve nimetleri yok sayarak, şımararak ve sahiplenerek değil; tevazu içinde ve tahdis-i nimet anlayışıyla Allah’a güvenerek büyük işlere yönelir ve Allah’ın izniyle başarırız “Abartı” doğru ve hak bir davranış değildir. İfrat da, tefrit de doğru değildir! Peygamber Efendimiz (asm); “İşlerin hayırlısı orta olanıdır!” buyurmuştur.
O halde yapılmayı bekleyen ve yapmadığımızda ortada kalacak bir hizmet olduğunda, hemen davranmalı ve Allah ne imkân verdiyse yapmaya gayret etmeliyiz. Şüphesiz bu esnada Allah’a tevekkül etmeliyiz. Yoksa, “Estağfurullah! Ben neyim ki? Ben bir hiçim! Ben kimim ki?” deyip kenara çekilmek doğru bir davranış değildir.
Her zaman prensibimiz; “Gayret ve çalışmak bizden, bize tevfik vermek ve bizi başarılı kılmak ise Allah’tandır” olmalıdır.
Sorularla İslamiyet
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder