23 Kasım 2013 Cumartesi

206.UZLETİN FAYDALARI-3-(Riyadan kurtulma)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


Riya
Riya, müzmin bir hastalıktır. Abdal ve Evtadlar bile çok zor kendilerini riyadan kurtarabilirler. Dolayısıyla kim halkın arasına karışırsa, mutlaka onlara bir tür dalkavukluk yapar. Böyle yapan bir kimse ise, onlara karşı gösteriş yapmış olur, yani riyakarlıkta bulunmuş olur. Onlara riyakârlık yapan bir kimse sonuçta diğerleri gibi olur. Onların helâk oldukları gibi, o da helâk olur! Riyanın en azı münafıklıktır. Çünkü sen düşman olan iki kişiyle oturup-kalktığın zaman herbiriyle gönlüne göre konuşmadığın takdirde ikisinin yanında da kötü ve düşman bir kimse olursun. Eğer onlara dalkavukluk yaparsan, o vakit insanların en şerlilerinden olursun.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
İnsanların en kötüsü iki yüzlülerdir. Bu gruba bir yüzle, diğer bir gruba ise başka bir yüzle sokulur.(Buhari,Müslim)

İnsanların arasına karışmakta, en azından onlara hevesli olduğunu göstermek ve bu konuda oldukça aşırı gitmektir.  Bu kimse yalandan kurtulamaz. Yalan ya bunun temelinde veya mübalağalı kısmında vardır. Rastladığı kişinin hâlinden sormak suretiyle şefkatini izhar etmek ise katıksız münafıklıktır. Meselâ ´sen nasılsın!´, ´Aile efradın nasıl dersin. Oysa kalbin adamın durumuyla zerre kadar ilgilenmemektedir.

Bu bakımdan herhangi bir kimse, bu şekilde sakınabiliyorsa, halkla oturup-kalksın. Aksi takdirde isminin münafıklar defterine yazılmasına razı olsun. Zira selef-i salihîn bir araya gelirlerdi. Nasıl sabahladın ´Nasıl akşamladın ´, ´Nasılsın´, ´Hâlin nasıldır ´ gibi sözlerinde riyadan kaçınırlardı. Bu suallerin cevabında da sakınırlardı. Onların sualleri dünyanın hâllerinden değil, dinî hâllerinden olurdu.

Hatem-i Esamm, Hamid Leffâf e dedi ki:
- Nefsinde nasılsın
- Afiyetteyim.
- Yâ Hâmid! Selâmet sırat köprüsünün ötesindedir, afiyet ise cennette.

İsa (a.s) ´Nasıl sabahladın ´ denildiği zaman şöyle cevap veriyordu: ´Umduğumu ileride almaktan aciz, korktuğumu defetmeye gücü yetmez bir vaziyette sabahladım. Amellerimin rehini olarak sabahladım ki, hayrın tamamı benden başka zatın elindedir ve benden daha fakir bir kimse de yoktur´.

Hayseme´nin oğlu Rabia´ya ´Nasıl sabahladın ´ denildiği zaman şöyle demiştir: ´Günahkarların zayıflarından olarak sabahladım. Rızkımızı tüketiyoruz, ecelimizi bekliyoruz...´

Ebu Derda´ya ´Nasıl sabahladın ´ denildiği zaman ´Eğer ateşten kurtulursam hayır ile sabahladım´ demiştir.

Süfyân es-Sevrî´ye ´Nasıl sabahladın ´ denildiği zaman: ´Şunu şuna şikayet ettiğim, şunu şuna kötülediğim, şundan şuna kaçtığım halde sabahladım´ diye cevap verdi.

Uveys-i Karanî´ye ´Nasıl sabahladın ´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Akşamladığı zaman sabaha varacağını bilmeyen, sabahladığı zaman da akşama varacağını bilmeyen bir kişi nasıl sabahlarsa ben de öyle sabahladım´.

Mâlik b. Dinar´a ´Nasıl sabahladın ´ denildiğinde, cevap olarak dedi ki: ´Eksilen bir ömür ile artan günahlar arasında sabahladım´.

Hükemadan birine ´Nasıl sabahladın ´ denildi. Şöyle cevap verdi: ´Ölümüm için hayatıma ve Rabbim için nefsime razı olmadığım halde sabahladım´.

Başka bir hakîme ´Nasıl sabahladın ´ denildi. Şöyle cevap verdi: ´Rabbimin rızkını yediğim ve düşmanı İblis´e itaat ettiğim halde sabahladım!´

Muhammed b. Vası´a ´Nasıl sabahladın ´ dendiği zaman: ´Hergün ahirete bir konak yaklaşan bir kimse hakkında ne zannediyorsun ´ cevabını verdi.

Hamid Leffaf e ´Nasıl sabahladın ´ denildiğinde şöyle dedi: ´Bir günün geceye kadar, afiyetini arzulamakta sabahladım´. Kendisine ´Hergün afiyette değil misin ´ diye soruldu. Şöyle dedi: ´Afiyet bir gündür ki, o günde Allah´a isyan etmemiş olurum´.

Ölüm döşeğinde bulunan bir kişiye ´Nasılsın ´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Uzak bir sefere azıksız çıkan, ünsiyetsiz ve vahşetli bir kabre girmek isteyen, delilsiz olarak adil bir padişahın huzuruna varmak durumunda olan bir kişinin hâli ne olabilir ´

Ebu Sinâ´nın oğlu Hasan´a ´nasılsın´ denildiğinde cevap olarak şöyle demiştir: ´Ölüp, sonra dirilip, sonra hesaba çekilen bir kimsenin hâli ne olabilir ´

 Selef-i sâlihînin suali dinî işlerdendi. Kalbin Allah´ın karşısındaki durumundan sorarlardı.


Biri şöyle demiştir:
Ben birtakım insanlar biliyorum. Bir araya gelmezler. Fakat onlardan biri diğerine ´Bütün servetini ver´ dese, tereddüt etmez verir. Şu anda ise bir kısım insanlar tanıyorum ki, hergün bir araya gelirler, birbirlerinin hâlini sorarlar, hatta bazısı evdeki tavuğu bile sorar, fakat hâlini sorduğu insan malından bir taneye muhtaç olursa onu dahi ondan esirger. Bu riya ve nifaktan başka birşey değildir.
Böyle bir sualin riya ve nifak olduğunun delili şudur. Sen adamı görürsün ki, karşısındaki adama ´Nasılsın ´ der. Soran, sualinin cevabını beklemez sorulan da cevap vermekle değil, soru sormakla meşgul olur. Bunun hikmeti şudur: Onlar bilirler ki, bu sual ve cevaplar riya ve tekellüften başka birşey değildir. Onlar kalpleri kin ve nefretten uzak olmadığı halde dilleriyle sual sormaktadırlar!

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Selef-i sâlihîn ancak kalplerin selâmet bulduğu zaman karşısındaki insanlara esselâmü aleyküm derlerdi´. Hasan bunu söylerken sözünü yemin etmek suretiyle de tekid etti ve devamla şöyle dedi: "Şimdi ise ´Nasıl sabahladın ´, ´Allah sana afiyet versin´, ´Nasılsın ´, ´Allah seni ıslah eylesin´ deniyor".

Eğer biz onların sözlerine yapışırsak keramet olmaz, bid´at olur. İster onlar bize kızsınlar, ister kızmasınlar.... Selef sadece es-selâmü aleyküm demişlerdir. Çünkü ´Nasıl sabahladın ´ cümlesiyle konuşmaya başlamak bid´attır.

Bir kimse Ebubekir b. Ayyaş´a: ´Nasıl sabahladın ´ dediği zaman, ona cevap vermediği gibi ´Bizi bu bid´atın şerrinden selâmet bırak´ diye çıkışmış ve şöyle demiştir: "Bu bid´at Şam´da Amevas (Kudüs´e yakın bir yer) vebası diye bilinen hastalık zamanında ölüm çoğaldığı bir anda ihdas edilmiştir. O zamanda kişi arkadaşıyla sabahleyin karşılaşınca ´Nasıl sabahladın ´, akşam rastlayınca ´Nasıl akşamladın ´ diye sorardı".

Uzlete çekilmekte ise, bütün bunlardan kurtuluş vardır. Çünkü halk ile bir araya gelen kimse onların âdetiyle onlara muamele yapmazsa, ona buğzederler, sakil telakki ederler, gıybetini yaparlar, âdeta ona eziyet vermek için seferber olurlar. Bu bakımdan onun için söylediklerinden ötürü onların dinleri gider. Onun da onlardan intikam almak için hem dini, hem de dünyası gider!

Tabiatın, insanların ahlâk ve amellerinden çalması meselesine gelince, bu gizli bir hastalıktır. Gafiller değil, akıllılar bile onu çok az hisseder ve uyanırlar. İnsan fâsık bir kimse ile bir müddet beraber oturdu mu, o insan, kalbinden fasığı tenkid etmesine rağmen, eğer fasıkla oturmadan önceki hâliyle şimdiki hâlini kıyas ederse, fesattan nefret etmek ve fesadı sakil saymak hususunda, iki hâlin arasında bariz bir ayrılık görecektir. Zira fesad çok görüldü mü artık tabiata kolay gelir. Onun tehlikesi ve ona karşı olan kalpteki ürkeklik yok olur. Oysa insanoğlunu fesad işlemekten alıkoyan ancak kalbinin fesada karşı olan nefretidir. Fazla müşahede etmekten ötürü fesad, kalbe hafif görünmeye başladığı zaman, artık onu alıkoyan kuvvetin nerde ise, silinip gitmesi muhtemeldir.

Kişi, ona veya onun altındaki bir duruma meyleder. Ne zaman kişi başkasından gördüğü büyük günahları görmeye başlarsa artık kendi işlediği küçük günahlar gözünde hafif görünmeye başlar! Bunun içindir ki, zenginlere bakan bir kimse, Allah´ın kendisine vermiş olduğu nimetlerle alay etmeye başlar. Onlarla oturması, kendisine verilen nimetleri küçük görmesine sebebiyet verir. Böyle bir kimseye verilen nimetlerin büyük görülmesi fakirlerle oturmayı tercih etmesiyle ancak mümkün olur. Böylece Allah´a itaat edenlere veya isyan edenlere bakmak da kişilerde bu tür bir tesir bırakır. Bu bakımdan herhangi bir müslüman nazarını sadece ashabın ve tabiinin ibadet yönlerine ve dünyadan kaçmalarına teksif ederse, böyle yaptığı müddetçe kendi nefsine küçük ve ibadetine de hiç gözüyle bakar. Nefsini kusurlu gördükçe daha fazla gayret gösterir, ibadetini kemâle erdirmeye yönelir. Ashab-ı kirâm ve tabiine uymasının tam olmasına gayret eder.
Kim bu zamandakilerin hâllerine, onların Allah´tan yüzçevirip dünyaya daldıklarına bakıp âdet edindikleri günahlara dikkat ederse, kalbinde rastladığı ve hayra iteleyici az bir rağbeti, büyük birşey olarak görür, böbürlenir ve böylece helâk girdabının tam ortasına girmiş olur.


 Fasıklar anıldığı zaman lanet iner. Çünkü fasıkları çokça anmak kişiye günah işlemeyi kolaylaştırır. Lânet ise, uzaklık demektir. Allah´tan uzaklaşmanın başlangıcı günahlardır ve Allah´tan yüz çevirmektir. Geçici zevk ve sefalara ve şehvetlere, meşrû olmayan bir şekilde dalmaktır. Günahların başlangıcı günahın ağırlığının ve çirkinliğinin kalpten düşüşüdür. Bu ağırlıkların kalpten düşüşünün başlangıcı ise, günahları çokça işitmek suretiyle onlarla bir nevi ünsiyet kurmakla meydana gelir.

Madem ki salih ve fasıkları anmanın durumu budur, acaba onları bilfiil görmeyi nasıl telakki edersin Hz. Peygamber (s.a) bunu açıkça belirterek şöyle buyurmuştur: Kötü arkadaşın misali demirci körüğünün misaline benzer. Eğer kıvılcımlarıyla seni yakmazsa, kokusundan birşeyler mutlaka sana bulaşır.(Buhari,Müslim)

Nasıl körüğün kokusu insanın haberi olmaksızın elbisesine bulaşıyorsa, öylece, insanın haberi olmaksızın fesadlık da insanın kalbine kolay gelir.

Hz. Peygamber devamla şöyle buyurmuştur:
İyi arkadaşın misali, misk satanın misaline benzer. Eğer miskinden sana birşey hibe etmese bile onun kokusunu alırsın.

İşte bu sırra binaen , herhangi bir kimse bir âlimin kusurunu biliyorsa, onu söylemek iki illet ve bu sebepten dolayı haramdır. O illetlerden biri; âlimin kusurunu söylemenin gıybet oluşudur. İkincisi ki en felâketlisi budur âlimin işlediği kusuru söylemek, dinleyenlere o kusuru işlemeyi kolaylaştırır. Onu işlemek hususundaki korku onların kalplerinden gider. Dolayısıyla o kusuru söylemek, o günahı rahatça işlemeye sebep olur! Zira kişi o günahı işlediği zaman, birisi ayıplarsa derhal ayıplayanın sözünü reddederek der ki: ´Benim gibi bir insandan böyle bir günahın çıkması neden tuhaf görünüyor; Hatta hepimiz böyle günahlar işlemeye mecburuz. Hatta âlim ve abidler de bunu işlerler!´ Eğer kişi bir âlimin böyle bir günahı işlemeyeceğine ve âdet edinmeyeceğine inanıyorsa ve Allah´ın tevfikine mazhar olan bir kimse böyle yapmaz kanaatinde bulunuyorsa, bu günahı işlemek, ona gayet zor gelecektir.

Nice şahıslar vardır ki, dünyaya dalar, mal toplamak için hırsla çalışır.Liderlik davası, süsünde battıkça batar. Riyasetin ve dünyanın kötülükleri onun nefsine gayet kolay gelir ve iddia eder ki, sahabe-i kiram da nefislerini riyaset(liderlik) sevgisinden alıkoymamışlardır. Çoğu zaman da riyaset sevgisi hususunda Hz. Ali ile Muaviye´nin durumuyla istidlâl ve istişhad eder. Bu mücadelenin hakkı aramak için olmadığını tahmin eder. ´Bu mücadele riyaset içindir´ der. İşte bu inanç yanlıştır. Kişiye riyasetten gelen günahları kolaylaştırır. Kötü tabiat, düşüşlerin arkasında gitmeye meyleder! Hasenattan yüz çevirir. Belki düşüş olmayan şeylerde bile düşüşü takdir etmeye kalkar. Onu şehvetinin isteği üzerine hamledip onunla kendisini makbul göstermeye çalışır. Bu, şeytanın hilelerinin inceliklerindendir. Bunun için Allah Teâlâ bu hilelerde şeytanın burnunu yere sürten kullarını şu ayetle vasıflandırmıştır.
Onlar sözün en güzeline uyarlar. (Zümer/18) Hz. 


 Bir şeyin tekrarından ve görünmesinden ötürü onun kalpten düşeceğini işaret eden hâdiselerden biri de şudur: İnsanların çoğu, herhangi bir müslümanı Ramazan ayında orucunu yerken gördükleri zaman, bu hâdiseyi oldukça çirkin görürler. Oysa bu kimseler beş vakit namazlarını vaktinde kılmayan birçok kimseleri görürler de tabiatları bu namaz kılmayanlardan, orucunu tutmayanlardan olduğu gibi nefret etmez. Oysa bir tek namazın bir kavle göre terkedilmesi küfrü gerektirir. Diğer bir kavle göre terkedenin boynunun vurulmasını gerektirir. Bütün Ramazan orucunun terki ise, hiç kimseye göre böyle birşeyi gerektirmez. Bunun bir tek sebebi vardır:namazın her vakit  tekerrür ediyor olması...Namaz konusunun hafife alınması, işte bu tekerrür ve çokluk halidir. Yani namaz kılmayanların çokluğu, durumu böyle bir noktaya getirmiştir. Dolayısıyla namaz kılmayanların çoklukta görülmesi, namazın kalpteki önemini de etkilemektedir.

Şöyle ki: Eğer fakîh bir kimsenin (erkekler için haram olan) ipekli bir elbiseyi veya altın bir yüzüğü kullandığı veya gümüş bir kaptan içtiği görülürse, nefisler bunu acaip karşılarlar. Şiddetle hücum ederler. Oysa uzun süren bir mecliste görülür ki, insanların gıybetinden başka birşey konuşulmaz ama yine de kimsenin kalbi tınmaz. Oysa gıybet zinadan daha kötüdür! Zinadan daha kötü olan gıybet, ipekliyi giymekten nasıl daha kötü olmaz... Çünkü insanlar gıybet olayını dinleye dinleye artık neredeyse onu özümsemişlerdir. Ayrıca gıybet edenlerin çokluğu da bu konunun artık öyle önemli bir şey olmadığı düşüncesini kalbe yerleştirmiştir. Eskiden çok büyük bir günah kabul edilen bu durum, artık fazla konuşulmasından ve böyle insanların sayısının da artmış olmasından dolayı, böyle basit gösterir bir duruma gelmiştir.

Bu bakımdan bu incelikleri kavramak için uyan! Aslandan kaçtığın gibi, insanlardan kaç. Zira onlardan ancak dünyadaki hırsını artıran, seni ahiretten gafil kılan, günahları işlemeyi sana kolaylaştıran, başlangıçtaki rağbetini zayıflatan manzaraları görürsün. Eğer görülmesi ve ahlâkı sana Allah´ı hatırlatan bir arkadaş bulursan onun eteğine sarıl ve ondan ayrılma. Onu kendin için bir ganimet say. Onu hiçbir zaman hakir görme. Zira böyle bir arkadaş, akıllı kimsenin ganimeti, mü´min kimsenin de kaybolan servetidir. Anlaşılmıştır ki, salih arkadaş, tek başına oturmaktan daha hayırlıdır. Tek başına oturmak da kötü arkadaştan daha hayırlıdır. Sen bu mânâları anladıktan sonra durumunu inceler, kendisiyle oturup-kalktığın herhangi bir kimsenin haline baktığında ondan uzak durup uzlete çekilmek mi veya onunla haşırneşir olmak mı senin için daha hayırlıdır, derhal kestirebilirsin! Sakın mutlak mânâda uzlete çekilmek daha hayırlıdır veya mutlak mânâda halk arasına karışmak daha hayırlıdır şeklinde iddiada bulunma. Birisinin diğerinden daha üstün olduğunu mutlak mânâda savunma. Zira tafsil edilmiş veya tafsile muhtaç olan şey hakkında mutlak olarak ´hayır´ veya ´evet´ demek katıksız bir yalandır. Açıklanması gerekli olan bir şeyin hakkı, ancak onunla ilgili olarak gerekli açıklamaları yapmak, tafsilatta bulunmaktır.



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hiç yorum yok: