10 Aralık 2014 Çarşamba

405.HZ.ADEM (Aleyhisselam) -2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İsimlerin öğretilmesi
Cenab-ı Hak, Hz. Adem Peygamber ‘i yarattıktan sonra, sair yaratıklardan tamamen farklı bir mahiyete sahip olan bu ilk insana: bütün eşyanın ismini öğretti. Cenab-ı Hakkın, hikmeti icabı olarak Hz. Adem’e isimleri öğretmesi hadisesine “Talim-i Esma” tabir edilir.

Cenab-ı Hak bundan sonra, insanın yeryüzünde halife yapılmasına hayret eden melekleri, bu hayretten kurtarmak ve insanın hilafete layık olduğunu, bütün mahlûklardan üstünlüğünü, en güzel şekilde yaratıldığını ve ona cem’iyetli bir kabiliyet verildiğini göstermek ve tastik ettirmek için; Adem ile onları karşılıklı bir imtihana tabi tuttu.

Meleklere eşyayı göstererek:”Eğer Adem’in nasıl halife olacağı sualinde ısrarlı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” dedi.’ Meleklerin bu hususta malûmatları olmadığından cevap vermekten aciz kaldılar ve Cenab-ı Hakk’a: “Seni bütün noksanlıklardan tenzih eder ve bütün kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir bilgimiz yok. Her şeyi bilen ve her şeye hikmet dairesinde liyakatına göre ilim ve irfan verici olan sensin.” diyerek özür beyan ettiler.

Meleklerin cevap vermemesi üzerine Cenab-ı Hak, eşyanın isimlerini saymasını Adem’e emretti. Adem bütün isimleri sayınca, meleklere hitaben buyurdu: “Size demedim mi ki göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ancak Ben bilirim. Dışarıya vurduğunuz ve içinizde gizlediğiniz bütün şeyleri de yine Ben bilmekteyim”. İşte Hz. Adem’in en büyük mucizesi, bu “talim-i esma” ve melekleri imtihan hadisesidir. Melekler, bu hadise ile insanın kendilerinden üstün ve halifeliğe daha layık olduğunu anlamışlardır.

Bu üstünlük, hadiseden de anlaşıldığı gibi, insanoğlunun mazhar olduğu ilim sebebiyle idi. Esasen yeryüzüne halife olacak bir zatın, elbette tam bir ilme sahip olması, eşyanın ve varlıkların hususiyetlerini, onlardan faydalanma şekillerini tam bilmesi lazımdı. Ta ki yeryüzünde Allah’ın hükümlerini icra ve kanunları dairesinde hareket edebilsin. Melekler ise, böyle bir kabiliyete sahip değildiler. Gerçi “Esma”nın bir kısmını onlar da bilmekteydi. Fakat Adem’in as onlara üstünlüğü, hadsiz isimleri öğrenebilecek ve eşyanın, kainatın ve Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerinin hakikatini idrak edebilecek bir kabiliyette olması sebebiyle idi. Ve bu yüzden de arza halife kılınmıştı.

Yoksa meleklerin ne kadar masum ve gece-gündüz ibadette berdevam oldukları malûmdu. Halifeliğin icabı sadece ibadet ve günahlardan korunma olsaydı, elbette yeryüzüne sadece meleklerin halife kılınmaları lazım gelirdi.


 Adem’e as Secde
Hz. Adem Peygamber ‘in as hilafete liyakati bu şekilde ortaya çıkınca meleklere, Adem’e as secde etmeleri emredildi. Bütün melekler bu emre itaat ettiler. Rivayete göre evvela Cebrail, sonra Mikail, daha sonra İsrafil ile Azrail Aleyhisselam secde ettiler. Bunları, diğer meleklerin secdeleri takip etti.

Emredilen bu secdenin Hz. Adem’e ibadet maksadıyla olmadığı şüphesizdir. Zira bütün ilahi dinlerde Allah’tan başkasına ibadet etmek, şirk kabul edilmiş olup kesin olarak haram kılınmıştır.

Fakat eski ümmetlerde, islam dinindeki selamlaşma yerine, ibadet kasdı olmaksızın yere kapanıp secde edildiği de vakidir. Mesela. Hz. Yusuf (A.S.)ın kardeşlerinin kendisine secde ettikleri, Kur’an’da açıklanmaktadır. Demek oluyor ki, bu fiil, (yani secde etme), bazı zamanlar sırf saygı ve selamlaşma maksadıyla yapılmıştır. Zira, söz gibi fiil ve hareketler de hürmet ve saygı ifade eder. (Büyüğe ayağa kalkmak gibi) Nitekim eski dinlerde, salih insan ve peygamber resimlerinin ibadethanelere asılması yasaklanmamıştı. İnsanlar o suretlere bakıp onlar gibi olmaya, hayır ve ibadette o şahıslara benzemeye çalışıyorlardı. Hz.Süleyman (A.S.) da bu maksatla cinlere türlü türlü resimler yaptırıyordu.

Fakat halk bu müsaadeyi sonradan tamamen kötüye kullanmış, işi onlara tapmaya kadar götürmüşlerdir. İslamiyet de fesadı ortadan kaldırmak İçin, gerek canlıya ait resim yapmayı ve gerek insanlara secde etmeyi her ne niyetle olursa olsun yasak edip haram kılmıştır.
Bununla beraber meleklere emredilen secdenin bu şekilde selam ve hürmet manasına değil de, hakiki manasına, yani ibadet manasına alınması da mümkündür. Bu durumda kendisine secde edilen aslında Cenab-ı Hak olup Hz. Adem ise bu secdeye kıble olmuştur. Dolayısiyle secde de doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a yapılmış olur. Beyzavi gibi bazı büyük müfessirler bu manayı tercih etmişlerdir.


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Aralık 2014 Pazartesi

404.HZ.ADEM (Aleyhisselam) -1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yeryüzünün Halifesi
İnsanoğlunun ilk babası, Hz. Adem’dir. Cenab-ı Hak ilk insan olarak onu yaratmış, daha sonra da eşi Hz. Havva’yı da yaratarak, insan neslinin bu iki aslından, sair insanları çoğaltmıştır.

Hz. Adem’i daha yaratmadan evvel, Cenab-ı Hak, meleklere şöyle emir vermişti:

“Topraktan bir insan nev’i yaratıp onu yer yüzünde halife kılacağım. Onun yaratılışını tamamlayıp tarafımdan ruh verdikten sonra, hepiniz ona secde ediniz”.

Melekler, Cenab-ı Hakkın bu emri üzerine önce şaşırdılar. Çünkü yeryüzü cinlerin elinden alındıktan sonra kendilerine mesken edileceğini zannediyorlardı. Zira cinler, fesat çıkardıkları için yer yüzünün hakimiyetini ellerinden kaçırmışlardı. Melekler ise gece-gündüz ibadet ve itaat içindeydiler. Şu durumda yeryüzünün şenlendirilmesine en layık olarak; onlar görünüyordu. Fakat Cenab-ı Hak, hepsinin tahminleri hilafına, yeni bir mahlûk yaratıp, yeryüzünde onu halife yapmak istiyor üstelik bütün meleklere de ona secde etmelerini emrediyordu. Demek yaratılacak olan bu mahlûk, kendilerinden daha üstün bir fıtratda olacaktı. Fakat bu nasıl olabilirdi? Gece-gündüz her an ibadet ve taatta kusur etmedikleri halde, yeni yaratılan bu mahlûkun kendilerinden üstün tarafı ne idi? Kaldı ki onlar, yaratılacak olan insanın, yeryüzünde cinlerden daha fazla fesat çıkarıp kan dökeceğini de anlamışlardı. Şu halde insanoğlunun yeryüzüne halife yapılmasının hikmeti ne olabilirdi? İşte meleklerin meraklarını mucip olan husus buydu. Bunun hikmetini öğrenmek için şöyle sordular:

“Ya Rab! Yeryüzünde fesat yapacak, kan dökecek, kimseleri mi halife kılacaksın? Bizim ibadet ve takdisimiz kafi gelmez mi? Biz seni hamdinle teşbih ve takdis ediyoruz.”


Meleklerin bu suallerinde, asla Cenab-ı Hakka karşı bir itiraz manası olmadığı gibi, bu işin hikmet ve hayır icabı olduğuna dair, herhangi bir şüphe ve tereddüt manası da yoktu. Maksatları Adem’i ve zürriyetini tahkir ve gıybet etmek de değildi. Belki, yeryüzünde fesat çıkaracak bir yaratığın oraya halife yapılmasındaki mana ve hikmeti öğrenmek istiyorlardı.

İşte meraklarına mucip olan nokta bu idi.

Meleklerin bu suallerini, Cenab-ı Hak: “Sizin bilmediğinizi ben biliyorum. Hadiselerin hikmetleri sizin malûmatınıza münhasır değildir. Benim insanları yaratmamda bir hikmet vardır ki, o hikmet onların işleyecekleri fesat ve şerlere üstün gelecektir.” diyerek cevaplandırdı.

Demek ki insanın yaratılışı hususunda meleklerin bilmedikleri gizli bir hikmet vardı. Meleklerin arza halife kılınmaya mani olarak ileri sürdükleri insani şer ve fesatlar, o hikmetin yanında cüz’i ve ehemmiyetsiz kalıyordu.


Meleklerin Haberdar Edilme Hikmeti:
Cenab-ı Hakkın müşavere şeklinde melaike ile yaptığı bu karşılıklı konuşma, ilerde meleklerin insanoğlu ile fazla irtibat ve alakalarının bulunacağına işaret etmektedir. Ve nitekim de öyle olmuştur. Meleklerin bir kısmı insanları korumakta, diğer bir kısmı amellerini kaydetmekte, bazıları da kulların kalplerine hayırlı şeyleri ilham etmekte, onlar için istiğfar ve duada bulunmaktadırlar. İşte bunlar gibi insanlarla münasebeti olan bir çok melek nev’i vardır.


 Adem Peygamber ‘in Yaratılışı
Kur’anda insanın yaratılışından bahseden ayetlerin hepsi de, insanlığın ilk babası olan Hz. Adem’in toprak unsurundan, müstakil bir nev’ olarak yaratıldığını ifade etmektedir. Hadisi şerifin beyanına göre, bu yaradılış Cum’a günü olmuştur. Bir Ayet-i Kerime’de ise, insanın bizzat Allah’ın kudret eliyle yaratılmış olduğu ifade edilmiştir.

Bu ifade, onun diğer cinslerden, nevilerden farklı ve üstün bir şekilde yaratıldığına açıkça delalet etmektedir. Şu halde insan, müstakil bir nev’ olarak yaratılmış, Darvin-cilerin iddia ettikleri gibi, başka bir nev’in gelişip tekamül etmesi sonucu vücûda gelmemiştir.

Kur’an’da Hz. Adem’in yaratılışı ile ilgili olarak zikredilen Ayetlerde, Allahın, Hz. Adem’i bir anda mı, yoksa tedricen yavaş yavaş mı yaratmış olduğu hususunda sarih bir beyan yoktur. Ama bazı hadislerden, Hz. Ademin yaradılışının bir anda olmayıp tedrici olduğu ve Allah’ın şekillendirdiği çamurun üzerinden uzun zaman geçtiği anlaşılmaktadır. Aslında Allah, her iki şekilde de yaratmaya kadirdir. Kudretine göre, her iki şekil de müsavidir.

Akla şöyle bir sual gelebilir: Neden Cenab-ı Hak, ilk insanın maddi yapısını doğrudan doğruya hiçten var etmemiş, toprak unsurunun mecz ve terkibinden yaratmıştır ?

Cenab-ı Hak, Kadir-i Zülcelaldir. Bütün varlıkları bir anda yok etmeğe muktedir olduğu gibi, “Kün” emriyle bütün hepsini bir anda hiçten ve yoktan yaratmaya da kadirdir. Bununla beraber O, bu yaratıcı kudretini kainatta iki şekilde tezahür ettirmektedir.
“Biri: İhtira’ ve ibda’ iledir. Yani hiçten, yoktan vücuda getirir. Ve ona lazım olan herşeyi de hiçten yaratıp onun eline verir.

 Diğeri: İnşa’ ile, san’at iledir. Yani hikmetinin kemalini ve birçok isimlerinin cilvelerini göstermek gibi çok ince hikmetler için, kainatın unsurlarından bir kısım varlıkları yaratır. Emrine tabi olan zerreleri ve maddeleri Rezzakiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.”

Hz. Adem’in bir anda vücuda getirilmeyip topraktan yaratılması da bu ikinci kısım yaratılışa girmektedir.

Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Aralık 2014 Perşembe

401.HÜSN-Ü HATİME İLE ÖLMEK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dünya hayatı geçicidir. Allah (Celle Celâlühü) bizleri dünyaya, kendisini tanımamız ve ona kulluk yapmamız için gönderdi. Eğer yaratılış gayemize uygun olarak yaşarken dünya hayatımız son bulursa ebedi hayatı garanti altına aldık demektir.

Resûlullah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdu:

“Allah, bir kuluna hayır dilediği zaman onu kullanır.”Denildi ki:
“Nasıl kullanır Ya Resulellah?”Efendimiz buyurdu ki:
“Ölümden önce onu salih amel yapmaya muvaffak eder.”
[1]

Âlimlerimizden bazıları insanın kötü bir şekilde ölmesine sebep olan şeyler dört tanedir demişlerdir.


 Bunlar:
Namaz konusunda tembellik etmek,
İçki içmek,
Ana babaya karşı gelmek,
Müslümanlara eziyet vermektir.


HÜSN-Ü HATİME İLE ÖLMEK
Hüsn-ü hatime, Son nefeste, ruhunu iman ile teslim etme, iman ile ahirete gitmek demektir.

İnsan için en önemli şey, hüsn-ü hatime ile ölmektir. Zira bir insan hayatı boyunca ibadetle meşgul olsa, fakat son nefesi hüsn-ü hatime (iman) ile olmasa yaptığı ibadetlerin hiçbir değeri yoktur. 


Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’in beyanlarına göre hüsn-ü hatime ile ölmenin birkaç alameti vardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi alamet
:Ölüm esnasında kelime-i şehadeti söylemektir. Zira Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Her kimin son sözü ‘Lâ ilâhe illellâh’ olursa cennete girdi demektir.”[2]

İkinci alamet:Alnı terleyerek ölmektir.

Zira Abdullah bin Büreyde (Radiyellâhü Anh)şöyle demiştir:

“Babam Horasan’da bulunduğum sırada hasta olan bir kardeşinin ziyaretine gitti. Ölmek üzere olduğunu ve alnının terlemekte olduğunu görünce:

‘Allahû Ekber! Ben Resûlullah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’i şöyle buyururken dinledim’

“Müminin ölümü alın teri ile olur”[3]demiştir.

Üçüncü alamet :
Cuma gecesi ya da Cuma günü gündüz vefat etmektir.

Zira Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:


“Cuma günü veya Cuma gecesi ölen her Müslüman’ı Allah kabir fitnesinden (azabından)korur.”[4]

Dördüncü alamet:Savaş meydanında şehit olmaktır.

Yüce Rabbimiz (Celle Celâlühü) şöyle buyuruyor:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşar ve rızıklanırlar. Allah’ın lütfundan ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine kavuşmayan müstakbel şehitlere, kendilerine hiçbir korku olmayacağına veüzüntü hissetmeyeceklerine dair de müjde vermek isterler. Onlar Allah’ın nimeti ve lütfu ile ve Allah’ın müminlere olan mükâfatını zayi etmeyeceği müjdesiyle de sevinirler.”[5]

Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’de şöyle buyurdular:

“Şehidin Allah nezdinde altı özelliği vardır:
Şehit olur olmaz günahları affedilir.
Cennette gidip kavuşacağı yer kendisine gösterilir.
Kabir azabından korunur.
Kıyametteki en büyük korkudan güven içindedir.
Başına vakar tacı giydirilir ki, o taç üzerindeki tek bir yakut taşı dünyadan ve içindekilerden daha değerli ve kıymetlidir.
Cennette iri gözlü yetmiş iki huri ile evlendirilir. Akrabalarından yetmiş kişiye şefaat eder.”[6]

Şehit olmayı istemek müstehaptır. Zira kalbinden ihlâs ile şehit olmayı isteyen bir kimsenin savaş alanında şehit olmasa bile şehit sevabına nail olacağını Efendimiz (SallellâhüAleyhi ve Sellem)haber vermiştir.

“Her kim samimi olarak Allah’tan şehadeti isterse yatağı üzerinde ölse bile Allah onu şehitler mertebesine ulaştırır.”[7]

Beşincisi alamet:Allah yolunda gaza ederken ölmektir.

Bu hususta Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöylebuyurdular:
“Sizler kendi aranızda kimi şehit sayıyorsunuz?”Ashab:
“Ey Allah’ın Resulü! Allah yolunda öldürülen kimse şehittir”dediler. Efendimiz:
“O zaman ümmetimin şehitleri az olur” buyurdu.Ashab:
“Peki, onlar kimlerdir Ya Resulellah?” deyince, şu cevabı verdi:

“Allah yolunda öldürülen kimse şehittir. Allah yolunda iken ölen kimse şehittir. Veba hastalığından ölen kimse şehittir. Karın hastalıklarından ölen kimse şehittir.”[8]

Altıncı alamet:Taun (veba) hastalığı sebebiyle ölmektir.

Bu hususta Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Taun (veba)hastalığı her Müslüman için şehadettir.”[9]

Yedinci alamet:Karın ağrısı sebebiyle ölmektir.

Bu hususta Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöylebuyurdular:

“…karın hastalığı ile ölen kimse de şehittir.”[10]

Sekizinci alamet:Boğularak ya da yıkıntı altında kalarak ölmektir.

Bu hususta Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöylebuyurdular:

“Şehitler beş (türlü)dür. Veba hastalığı ile ölen, karın ağrısı hastalığı sebebiyle ölen, suda boğularak ölen, yıkıntı altında kalarak ölen ve Allah yolunda şehit olan kimselerdir.”[11]

Dokuzuncu alamet:Kadının yavrusu sebebiyle lohusa halinde iken ölmesidir.

“Çocuğu sebebiyle ölen kadın da şehittir.”[12]

Hazreti Ubade bin Samit (Radiyellâhü Anh)’ın rivayet ettiği hadis-i şerifte Resûlullah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)bir gün Abdullah bin Revaha’yı ziyaret etti. Yatağında ona yer açınca Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi veSellem)şöyle buyurdu:

“Sen ümmetimin şehitlerinin kim olduğunu biliyor musun?”orada bulunanlar:
“Müslüman’ın öldürülmesi bir şehadettir”dediler. Bunun üzerine Efendimiz(Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:
“Şüphesiz o takdirde ümmetimin şehitleri pek az olur. Müslüman’ın öldürülmesi bir şehadettir. Taun (ile ölmesi)bir şehadettir. Cenini karnında iken, cenini sebebiyle kadının ölmesi bir şehadettir.”

Onuncu alamet:Yangın sebebiyle ölmektir.

Bu hususta Peygamberimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:
“…Yanarak ölen de şehittir…”[13]

Onbirinci alamet:Gasbedilmek istenen bir mala karşı savunma yaparkenölmektir.

Bu hususta Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Malını müdafaa uğrunda öldürülen (bir rivayette haksız yere malı alınmak istenip de çarpışan ve öldürülen)kimse şehittir.”[14]

Bir adam Resûlullah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’in yanına gelerek şöyle dedi:

“Ya Resulellah! Bir adam gelip malımı almak isterse ne yapayım?”PeygamberEfendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem):

“Malını ona verme”buyurdu. Adam:
“Eğer benimle dövüşecek olursa?”Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi veSellem):
“Sen de onunla dövüş”buyurdu. Adam:
“Peki ya beni öldürürse?” Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem):
“O zaman sen şehitsin” buyurdu. Adam:
“Peki ya ben onu öldürürsem?”deyince, Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhive Sellem):
“O cehennemdedir”buyurdu.[15]

Onikinci alamet:Dinini ve canını koruma uğrunda ölmektir.

Peygamberimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Kendisine yapılan haksızlığı önlemek uğrunda öldürülen kişi de şehittir.”[16]

On üçüncü alamet:Allah için nöbet tutarken ölmektir.

Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdular:

“Her ölenin ameli (ölümü neticesinde)mühürlenir. Allah yolunda nöbet tutarken ölen kimse müstesnadır. Bu kimsenin ameli kıyamet gününe kadar arttırılır ve kabir fitnesinden emin olur.”[17]

On dördüncü alamet :Salih bir ameli işlerken ölmektir.

Zira Peygamber Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmaktadır:

“Her kim Allah rızasını umarak ‘Lâ ilâhe illallâh’ derken ameli onunla mühürlenirse cennete girer. Her kim Allah rızası için bir gün oruç tutar da onunla ameli mühürlenirse cennete girer. Her kim Allah rızasını umarak bir sadaka verir de onunla ameli mühürlenirse cennete girer.”[18]

Allah (Celle Celâlühü) ömrümüzü hüsn-ü hatime ile tamamlayıp huzuruna varmayı, sonra da cennet ve Cemalullah ile müşerref olmayı cümlemize nasip eylesin…  Âmîn…


A.Şener

[1]Tirmizi; 2142
[2]Ebu Davud; 3118
[3]Nesai; 1828
[4]Tirmizi; 1074 – Ahmed bin Hanbel Müsned; 6582
[5]Ali İmran Suresi; 169-171
[6]Tirmizi;
[7]Müslim; 1908
[8]Müslim; 1915
[9]Buhari; 2830 – Müslim; 1916
[10]Müslim; 1915
[11]Buhari; 624 – Müslim; 1914
[12]Muvatta; 554
[13]Muvatta; 554
[14]Buhari; 2480 – Müslim; 226
[15]Müslim; 140
[16]Ahmed Bin Hanbel Müsned; 2780
[17]Ebu Davud; 2502
[18]Ahmed bin Hanbel; 5/391

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

27 Kasım 2014 Perşembe

399.RABBİMİZİN cc 24.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
'Şeytan sizin düşmanınızda; öyleyse siz de ona düşman olun.' Fâtır 35/6.


Bilin ki bugün gruplar halinde haşredileceğiniz, rahmanın huzurunda saflar halinde duracağınız, kitabı (amel defterinizi) harf harf okuyacağınız, gizli veya açık işlediğiniz her şeyden sorulacağınız bir gündür. Ogün, müttakileri binek üzerinde rahmanın huzuruna götürdüğümüz, günahkârları ise susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gündür.
Sizin için hem müjde hem de tehdit vardır.
Şüphesiz ki Ben, benzeri olmayan Allahım. Kimsenin benimki gibi bir saltanatı ve hükümranlığı yoktur.
Her kim Benim için aralıksız oruç tutar ise ona çeşitli nimetlerimle iftar ettiririm.
Kim gecesini ibadetle geçirirse, kendisine sevdiğim hallerden bir hal veririm.
Her kim gözünü haram kıldığım şeylerden korursa, onu ateşimden emin kılarım.
Rab Benim; Beni iyi tanıyın! Nimetleri veren Benim; öyleyse Bana şükrediniz. Koruyucu Benim; siz de Benim haklarımı gözetin! Yardım eden Benim; (siz de dinime yardım suretiyle) (Meryem 19/85-86) Bana yardım ediniz. Affeden Benim; Bana istiğfarda bulununuz. Maksud Benim; Beni gaye edininiz. Veren Benim; Benden isteyiniz. Ma-bud Benim; Bana ibadet ediniz. Her şeyi bilen Benim; Benden korkunuz."
Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Kasım 2014 Salı

398.BAZI TASAVVUF KAYNAKLARINDAKİ HADİSLER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu yazıda hadislerin keşfen tashihi/taz’ifi meselesi üzerinde duracağız. Bu konuyla ilgili aşağıda can alıcı noktalar üzerinde durulmuştur:

1. “Keşfî bilgi kesinlik ifade eder mi?” sorusuyla başlayalım. Öncelikle şunu ifade edelim: Usul-i Fıkıh ve Kelam eserlerinde Ehl-i Sünnet’in epistemolojisi (bilgi kaynakları ve felsefesi) ortaya konulurken “keşfî bilgi” diye bir kategoriye yer verilmediğini görüyoruz. Bununla birlikte, Tasavvuf büyüklerinin, “keşf”i, bir bilgi kaynağı olarak itibara aldığı bilinmektedir.

“Zahir uleması” için bilgi kaynağı olarak görülmeyen keşfin, “batın uleması” için ne tür bir bilgi ifade ettiği meselesine gelince, İbn Arabî hz.’ne müracaat ettiğimizde gördüğümüz odur ki, keşif neticesi kişide hasıl olan bilgi “kat’î/kesin” değildir. Onun ortaya koyduğu “kâşif” ve “ekşef” kavramları, bir “keşf eden”, bir de “daha iyi keşf eden” bulunduğu gerçeğini dikkatimize sunmaktadır. Buradan çıkan sonuç –yine İbn Arabî hz.’nin tesbitiyle– şudur: Keşf’in bizzat kendisinde değil, fakat keşf edilen şeyi anlamada, yorumlamada hata olabilir.[1]

Şu halde keşfen tashih edilmiştir diyerek Tasavvuf büyüklerinin eserlerinde yer alan hadislerin Hz. Peygamber (s.a.v)’e aidiyetine “kesin” gözüyle bakmak, bunda hiçbir şekilde şüphe ve tereddüde mahal bulunmadığını söylemek mümkün değildir.

2. Bazı çevrelerce yanlış anlaşılan/bilinen bir diğer husus da şudur: Herhangi bir hadisin, herhangi bir Tasavvuf büyüğünün eserinde yer alması, o hadisin o Tasavvuf büyüğü tarafından keşfen tashih edildiği anlamına gelir.

Oysa böyle bir garantiden söz etmemiz mümkün değildir. Zira bizzat hadisleri keşfen tashih/taz’if ettiğini söyleyen Muhyiddin İbn Arabî hz. bile, eserlerinde yer verdiği her bir rivayet için böyle bir garanti vermemiştir. Söz gelimi şöyle der: “Sahih olup olmadığını bilmediğim bir rivayette geldiğine göre Allah Teala kendisine kavuşmaya iştiyak duyanları zikretmiş, kendi nefsinden haber vererek de kendisinin, onlara daha şiddetli bir iştiyak duyduğunu belirtmiştir.”[2]

Dolayısıyla sırf herhangi bir Tasavvuf büyüğünün bir eserinde nakledilmesine dayanarak herhangi bir hadisin keşfen tashih edildiğini ileri sürmek doğru değildir; o eserin müellifinin maksadıyla da örtüşmez.

3. Meselenin şöyle bir boyutu da var: Hadislerin keşfen tashihi meselesi, nisbeten geç dönemlerde ortaya çıkmış bir husustur. Ne Sahabe’de, ne de Selef’in daha sonraki kuşaklarında böyle bir uygulamanın yapıldığını bilmiyoruz.

Şayet böyle bir uygulama olsaydı, Sahabe’nin arasında cereyan etmiş olan ve bütün Ümmet’i üzüntüye boğan Cemel, Sıffin gibi hadiselerin yaşanmasına ve Sahabe’nin, Efendimiz (s.a.v)’den sonra ortaya çıkmış meselelerin çözümünde ictihad, şura… gibi mekanizmaları işletmesine gerek kalmazdı. Sahabe’nin her biri, özellikle de –başta Dört Halife olmak üzere– ileri gelen rivayet, dirayet ve fekahet ehli sahabîler, hem zaman olarak hem de mevki itibariyle Efendimiz (s.a.v)’e diğer insanlardan daha yakın idiler. Böyleyken mesela Hz. Ömer (r.a)’in, üç meseleyi (faizin bir türü, O’ndan sonra kimin halife olacağı ve “kelâle” meselesi) Efendimiz (s.a.v)’e iyice sorup hükmünü açık bir şekilde öğrenme imkânı bulamadığı için hayıflanmasına gerek kalmazdı. Bütün bunları Sahabe keşif aleminde Efendimiz (s.a.v)’e sorup problemi halletme imkânına sahipken böyle bir yola başvurmamışsa, burada biraz durup düşünmek zorundayız.

Bu noktada, Müslim’in mukaddimesinde, yahut el-Beyhakî’nin ez-Zühd’de veya daha muahhar kimi alimlerin eserlerinde yer alan münferit rivayetlerin, keşfen hadis tashihinin mütekaddimun tarafından bir “sistem/mekanizma” olarak benimsenip işletildiğini göstermediğine dikkat edilmelidir.

Bir yandan istismara açık yanlarının bulunması –zira denetlenmesi ve sağlamasının yapılması mümkün olmayan bir sistemdir–, diğer yandan da Hadis ilimleriyle iştigal eden herkes tarafından uygulanması mümkün olmadığı için keşfen hadis tashihi/taz’if metodunun Hadis uleması tarafından benimsenmemesini anlamak zor değildir.

E.Sifil


[1] İbn Arabî, el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, III, 8.
[2] el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, II, 481.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Kasım 2014 Pazartesi

397.BİR MÜSLÜMAN İÇİN FİKİRLER,OLGULAR,DURUMLAR VE HÜKÜMLER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir Müslüman için fikirler, olgular, durumlar ve hükümler üç kategoride toplanır: "Doğrular",
"Yanlışlar" ve "Muhtelefun fih" olanlar.

Eğer itikadî bir mesele söz konusu ise bu üçlü kategori şöyle bir mahiyet arz eder:
Delaleti ve sübutu kesin nasslara dayanan meselelerin kabulü şarttır. Bu türlü nassların kabul
edilmesini istediği hususları kabul, reddedilmesini istediği hususları reddetmek temel ve tabii bir mü'min tavrı olarak ortaya çıkar. Aksi istikametteki inanış ve tutumlar kişinin iman iddiasını boşa çıkartır. Bu türlü nasslarla sabit hususlara inananlara "mü'min", inanmayanlara "kâfir"
diyoruz.

İtikadî alanda bir de "ara kategori" vardır. Bu kategori, delaletinde ve/veya sübutunda % 100 oranında kesinlik vardır diyemediğimiz nasslarla sabit olan birtakım meselelerin tevil yoluyla reddiyle ortaya çıkar. Bu türlü meselelerde tevil yoluyla redd veya inkâr tavrını benimseyenlere "bid'at ehli" diyoruz.

Miraç hadisesinin reddini buna örnek gösterebiliriz. Bu konudaki rivayetlerin "mütevatir" olduğunu söyleyenler yanında, bu seviyeye ulaşamayıp "meşhur hadis" seviyesinde kaldığını söyleyenler de vardır. Sübutu noktasındaki bu ihtilaf yanında ilgili rivayetleri Kur'an'a aykırılık gibi bir sebeple reddetme tavrı, sahibini itikadî anlamda "bid'at ehli" kılar.

Burada önemli bir nokta var: Tevil yoluyla yapılan redd veya inkâr tavrının giderek delaleti ve sübutu kat'î nassların redd ve/veya inkârına ya da o nasslarla çatışmaya kadar uzandığı durumlar söz konusu olabilir; böyle bir durumda ortaya çıkan bid'atın "sahibini küfre sokan bid'at" olduğunu söyleriz.

"Amentü esasları" diye bildiğimiz esaslara iman etmekle birlikte, Efendimiz (s.a.v)'den sonra peygamber gelebileceğini ya da muhkem ve kat'î nasslarla sabit herhangi bir hükmün bugün geçerli olamayacağını söylemek böyledir.

Burada söz konusu olan "ara kategori" evet "muhtelefun fih" bir alan oluşturur; ama bu ihtilafın "meşruiyet problemi" taşıyan bir ihtilaf olduğunu, dolayısıyla "doğru-yanlış" veya
"hata-sevap" değil, "sünnet-bid'at" ihtilafı olduğunu söylemiz lazım. Bid'at ehlinin muhalefeti Sünnet'e aykırılık arz eden ve "hevadan kaynaklanan" bir muhalefet olduğu için merduttur ve bid'at ehli kişi bu yola girmekle, sırat-ı müstakimden sapmaya, batıla doğru bir seyir izlemeye
başlamış demektir.


İkinci alan
fıkhiyatta ortaya çıkan ihtilafların oluşturduğu alandır. Buradaki ihtilaf yer yer nassların –farklı anlaşılmaya müsait– yapısından kaynaklandığı, yer yer de ictihadla belirlenen fer'î delillere taalluk ettiği için öteden beri "meşru ihtilaflar" olarak kategorize edilmiş ve varlığını bir "rahmet vesilesi" olarak sürdürmüştür.

Burada delillerin de hükümlerin de zannîliği söz konusu olduğu için kimse kimseyi kınamaz, ihtilaf eden taraflar birbirine saygı ve anlayışla muamele eder.

Ehl-i Hadis ile Ehl-i Fıkh'ın gerek kendi aralarında gerekse birbirlerine nazaran ortaya çıkan ihtilafları bu kategoriyi oluşturur.

Söz gelimi Ehl-i Hadis'ten herhangi bir kimsenin İmam Ebû Hanîfe'yi, ilk üç asırda yaşayan mestûr (durumu tam olarak bilinmeyen) ravilerin rivayetini kabul ettiği için eleştirmesi söz konusu olmamalıdır. Keza İmam eş-Şâfi'î'nin, –birkaç istisna dışında– mürsel hadisleri kabul etmemesi de aynı şekilde saygıyla karşılanması gereken bir ictihad ihtilafıdır.

Burada dikkat edilmesi gereken husus da şudur:
Bu alana giren ihtilaflar dinin aslına ve itikada taalluk etmez. Fer'î alana inhisar eden ihtilaflar bu ümmet için bir "çatışma ve ayrışma" vesilesi değil, rahmettir.

Tam bu noktada Ehl-i Hadis ile bir kısım Ehl-i Tasavvuf arasındaki ihtilaflara da dikkat çekmemiz gerekiyor.


 Bilindiği gibi Ehl-i Hadis, hadislerin keşfen tashih/taz'ifini kabul etmez.

Buna mukabil bir kısım Tasavvuf ehli, keşfen tashih/taz'ifi kabul eder.

Burada dinin aslına, özüne taalluk eden bir şey yoktur. Dolayısıyla bu ihtilafı büyütüp ümmet fertleri arasında ayrışmaya, kamplaşmaya vesile olmak hiçbir şekilde hakka hizmet anlamı taşımayacaktır.

Keşfen hadis tashihi ve buna taalluk eden diğer meseleler hakkında bir sonraki yazıda bir miktar detay vermeye çalışacağım inşaallah.


E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Kasım 2014 Perşembe

396.KUR'ANDA MÜMİNLERİN SIFATLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Hangi amelleri yaparak gerçek mümin olabiliriz? İşte Kur'an'a göre mümin kimdir sorusunun cevabı: 


1.Allah'a ve Resulüne inanırlar: "İman edenler ancak, Allah'a ve Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir" [Hücurat 15] 

2.Gayba inanırlar: "Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar" [Bakara 3]

3. Ahirete kesinlikle inanırlar:"Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar" [Bakara 4]

4. Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar: "Daha önce gelip geçen o peygamberler, Allah'ın vahiylerini tebliğ eden, Allah'tan korkan, başka hiç kimseden korkmayan kimselerdir. Allah hesap görücü olarak yeter" [Ahzap 39] 

5.Namazlarını huşu içinde kılarlar: "Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler" [Müminun 2] 

6.Faydasız işlerle uğraşmazlar: "Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler" [Müminun 3]

7.Allah'ın adı anıldığı zaman kalpleri ürperir: "Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler" [Enfal 2] 

8.Namuslarını korurlar: "Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah'ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar" [Furkan 68] 

9.Zekâtlarını hakkıyla verirler: "İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah'a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir" [Bakara 177] 

10.Kendilerine verilenden infak ederler: "İşte onların, sabredip kötülüğü iyilikle savmaları ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamaları karşılığında, mükâfatları kendilerine iki kez verilecektir" [Kasas 54] 

11.Tevazu sahibidirler, cahillerle tartışmazlar: "Rahman'ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, 'selâm!' der (geçer)ler" [Furkan 63]

12.Yalan söylemez, hatalarında ısrar etmezler: "Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler" [Müminun 8] 
"Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah'tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir" [Al-i İmran 135] 

13.Kendilerinden olmayanı sırdaş edinmezler: "Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık" [Al-i İmran 118] 

14.İnananlara 'sen mümin değilsin' demezler: "Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, "Sen mümin değilsin" demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (Müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" [Nisa 94] 

15.İsraf ve cimrilik etmezler: "Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır" [Furkan 67] 

16.Cihad ettikleri için kınanmaktan korkmazlar :"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfüdür. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir" [Maide 54] 

17.Çok az uyurlar: "Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar. Şüphesiz onlar bundan önce iyilik yapan kimselerdi. Geceleri pek az uyurlardı" [Zariyat 15, 17] 

18.Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler:"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir" [Tevbe 71]

19.Hiçbir ticaret onları, Allah'ı anmaktan alıkoyamaz: "Allah'ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O'nu tespih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar" [Nur 36, 37] 

20.Yalnız Allah'a güvenirler: "De ki: "Bizim başımıza ancak, Allah'ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah'a güvensinler" [Tevbe 51]

21.Her şeye karşı Allah'ın tarafındadırlar: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah'a ve Peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah'ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir" [Mücadele 22] 

22.Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar: "Meşru bir hak karşılığı olmadıkça Allah'ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız." [Enam 151]

23.Seher vakitlerinde Allah'tan bağışlanma dilerler: "(Bunlar), "Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru" diyenler, sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah'tan) bağışlanma dileyenlerdir" [Al-i İmran 16, 17] 

24.Resullerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar: "Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab'lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz." (Bakara 136)

25.Allah yoluna güzel öğütle çağırırlar: "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir" [Nahl 125] 

26.Ayakta, oturarak ve yan yatarak Allah'ı anarlar: "Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. "Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru" derler" [Al-i İmran 191]

27.Kötü hesap yapmaktan korkarlar: "Onlar, Allah'ın riayet edilmesini emrettiği haklara riayet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır" [Rad 21]

28.İşleri aralarında istişare iledir: "(Dünyalık olarak) size her ne verilmişse, bu dünya hayatının geçimliğidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu mükâfat, inananlar ve Rablerine tevekkül edenler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanlar, öfkelendikleri zaman bağışlayanlar, Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namazı dosdoğru kılanlar; işleri, aralarında şûrâ ile olanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayanlar, bir saldırıya uğradıkları zaman, aralarında yardımlaşanlar içindir." [Şura 36, 39] 

29.Anne ve babalarına öf bile demezler: "Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara "öf!" bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle" [İsra 23] 

30.Asıl yurt olarak ahireti benimsemişlerdir: "O halde, dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz" [Nisa 74]


 Rabbim cc hepimizi gerçek müminlerden eylesin. AMİN.  


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Kasım 2014 Salı

395.MEZHEPSİZ BİR İSLAM MÜMKÜN MÜDÜR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Her din anlayışının, meşruiyetini aldığı bir zemin vardır.
Bu zemin, yapısı icabı sübjektiviteden olabildiğince uzak olmalıdır. Hemen bütün itikadî fırkalar Kur’an ve Sünnet’e dayandıklarını söylediklerine göre, ortada şöyle bir durum var demektir: Ya Kur’an ve Sünnet bu çoklu yapıya izin veren izafîliktedir, ya da bu fırkaların, bu iki kaynak hakkındaki görüşlerinin doğruluğu kanaatini aldıkları üçüncü bir hiyerarşik unsur olmalıdır.

Bu ihtimallerden ilki (ki fırkaların –birbirine zıt olanlar dahil– bütün itikadî kabullerinin Kur’an ve Sünnet tarafından onaylandığı anlamına gelmektedir) herhangi bir
fırka tarafından onaylanmadığına göre, geriye ikinci seçenek kalmaktadır. Buna göre her itikadî fırka, kendi Kur’an ve Sünnet anlayışının doğruluğunu üçüncü bir unsura dayanarak temin etmektedir. Bu unsur hiyerarşik olarak Kur’an ve Sünnet’in altında olmakla birlikte, onlar üzerinde izafî yorumlar yapılması imkânını ortadan kaldırması, onların murat ve maksadını netleştirmesi bakımından son derece önemlidir.

Şia’ya göre bu unsur Ehl-i Beyt ve ona bağlı olarak “masum imam” inancıdır.
Ehl-i Sünnet ise, bu unsuru (Ehl-i Beyt’i) da içine alacak ölçüde daha geniş ve gerçekçi bir unsura yaslanmaktadır: Sahabe. 

Şia, azınlık bir grup dışında Sahabe’nin geneli hakkında olumsuz kanaat sahibi olduğu için, Din’in gerçekçi biçimde yaşanması bakımından bu alanda oluşan boşluğu başka unsurlarla kapatma ihtiyacından dolayı “masum imam” inancını geliştirmiştir.
Pek çok şii metinde, Sahabe’nin adaletine inanmanın bir “iman unsuru” olmadığı vurgulanırken, aynı şeyin “masum imam” inancı için de geçerli olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir.

Peki bu durumda mezhepsiz bir İslam mümkün müdür?

Buradaki “mezhep” tabiriyle “itikadî mezheb”in kastedildiğini belirtelim ve şöyle bir genel tesbitte bulunalım: Mezhep meselesini hafife alanlar, mezhebi “İslam’ı sınırlayan” bir unsur olarak görenler ya da mezhebin gereksizliğini düşünenler aslında eşyanın tabiatına aykırı hareket ediyor. Şöyle:

“İtikad”ı, Din’de inanılması ve reddedilmesi gerekenler olarak tarif ettiğimizde şunu söylemiş oluyoruz:

 Din’in sahibi olan Allah Teala ve bu dini O’ndan aldığı yetki ve sorumluluk çerçevesinde insanlara tebliğ ve beyan eden Hz. Peygamber sas, neye nasıl inanmamız gerektiğini bize kesin bir şekilde bildirmiştir. Temel inanç unsurlarında herhangi bir belirsizlik, kapalılık, ihtimallilik söz konusu değildir. “Amentü esasları” dediğimiz bu inanç umdeleri, kendisini “mü’min” olarak tarif eden herkes tarafından kesin bir şekilde bilinmesi ve inanılması gereken hususlardır. Bunlardan bir tekinin bile inkârı ya da tereddütle
karşılanması, kişiyi imanından eder. Ehl-i Sünnet’iyle Şia’sıyla bütün İslam fırkaları bu esaslara inanır ve inanılmasını zaruri görür.

Bir de bunlardan teferri eden hususlar vardır. Allah Teala’nın ahirette Mü’minler tarafından görülmesi meselesi buna örnek olarak zikredilebilir. Kabir azabı, Sırat, Mizan vb. hususların varlığına inanmak da böyledir. Bunlara inanan bir kimse, aslında bunların varlığını bize bildiren Kitap ve Sünnet nasslarına inancının bir göstergesi ve gereği olarak inanmaktadır. Bir başka ifadeyle bizler, bu ve benzeri hususlara, “Amentü esasları”ndan “Allah’a, Peygamber’e ve Kitab’a iman”ın tabii bir gereği, göstergesi ve açılımı olarak inanırız.

Bunlardan herhangi birinin inkârı iki durumda söz konusu olur:

1. Bunların varlığını bize haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığına inanmakla.

2. Bu ve benzeri hususlarda söz konusu bilgi kaynaklarında yer alan bilgi ve haberlerin açık ve kesin olmadığına inanmakla.

İşte “mezhep” olgusu bu noktada karşımıza çıkmaktadır.

Bu gibi hususlar, “aslî iman umdeleri”ne taalluk ettiği, onlar hakkındaki kanaat ve inancı ele verdiği için önemlidir.

Bunların varlığını haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığını söylemek, hadis ravilerinden başlayıp Sahabe’ye kadar uzanan bir dizi arızalı tutumu beraberinde getirir.

Mu’tezilisiyle, şiisiyle, haricisi ve modernistiyle bid’at mezheplerin tamamı bu noktada ana gövdeden ayrılmış ve farklı mülahazalar ileri sürmüştür. Aynı sıralama içinde ele alacak olursak:

1. Bu noktada, bunların mezhebî mülahazalar olduğunu ve aşılması gerektiğini söylemek son derece boş ve anlamsızdır. Zira bir kısmını zikrettiğim bu meseleler ya vardır veya yoktur. Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v) bunların varlığını ya haber vermiş veya vermemiştir. Ehl-i Sünnet, bu meseleler hakkındaki Kur’an beyanlarını, Kur’an-Sünnet
bütünlüğü içinde ele almakta ve bunların varlığına inanmaktadır. Bir diğer ifadeyle bunlar,

Ehl-i Sünnet var olduğunu söylediği için var değildir; aksine, var oldukları için Ehl-i Sünnet onların varlığını kabul ve ikrar etmektedir.
Bunları inkâr tutumu son derece tehlikelidir ve ucu, Kur’an’ın nakli meselesine kadar gider. Çünkü Kur’an da sonuçta bize kadar o nesiller tarafından aktarılarak gelmiştir.

2. Kur’an’ın bu konulardaki ayetlerinin açık delaletli olmaması durumunda yapılacak iş, Sünnet’e müracaat etmektir. Sünnet’te de böyle bir durum söz konusu olursa, Sahabe’nin tutumuna bakılır. Dolayısıyla ilgili Kur’an ayetlerindeki kapalı ya da ihtimalli delalet durumu, Sünnet tarafından netleştirilmekte, şayet Sünnet’te de böyle bir durum varsa, Sahabe’nin tutumu bu noktadaki fluluğu ortadan kaldırıcı bir unsur olarak işlev üstlenmektedir.

Bu şu demektir: Kur’an hakkında söz konusu olabilecek “göreceli” durum ve tutumları ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur Sünnet’tir ve şayet Sünnet hakkında da böyle bir durum ve tutum var ise, bunu ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur da Sahabe’dir.

Şu veya bu mülahazayla burada Sahabe unsuru devre dışı tutulduğu zaman yerine kaçınılmaz olarak başka unsur(lar) ikame edilecektir. Şia burada Ehl-i Beyt unsurunu devreye
sokmaktadır. Ehl-i Sünnet Sahabe’yi masum/yanılmaz saymadığı, Sahabe’den gelen haber, rivayet ve içtihadları Kur’an ve Sünnet ile Şer’î prensipler doğrultusunda değerlendirdiği için, “şazz” kategorisindeki Sahabe akval ve ef’alini (söz ve fiillerini) inanç, amel ve itibar dışı tutmuştur. İbn Abbâs (r.a)’ın, Efendimiz (s.a.v)’in Medine’de, düşman korkusu veya yağmur (bir başka rivayette “sefer durumu”) söz konusu olmadığı halde öğle ile ikindiyi ve akşam ile
yatsıyı cem ederek kıl(dır)dığı şeklindeki rivayeti, yahut Efendimiz (s.a.v) erkeğe altın ve ipeği yasakladığı halde altın yüzük takan bazı sahabîlerin bu tutumu, esas ittihaz edilmemiş sahabî tavırlarına örnek olarak zikredilebilir.

Ehl-i Sünnet böyle durumlarda “Sahabe’nin tavrı Efendimiz (s.a.v)’in tavrıdır. O da vahiy dışında hareket etmez. Dolayısıyla Sahabe’nin tavrı vahye dayanır” gibi bir mantık
yürütmemiştir. Ancak Şia’daki masum imam akidesi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Şii telakkisinde bütün masum imamların bilgisi ve içtihadı vahye dayanır, dolayısıyla kesin ve bağlayıcıdır.

 Bid’at fırkalarda itikadı mezhep belirlediği halde, Ehl-i Sünnet’te esas olan, itikadın mezhebi belirlemesidir.

E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Kasım 2014 Pazartesi

394.KUR'AN-I KERİM VE MARJİNAL GRUPLAR-3-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Yazılarının devamıdır:

Kur’an-ı Kerim’in müslümanların sözlerini birleştiren, gayretlerini dirilten, kurtuluşlarını temin eden ilahi bir kitap olduğunu fark eden İslam karşıtları, tarihi tecrübe ve entellektüel birikimlerini O’nu etkisiz hale getirmeye adadı.
İnen ilk ayetle başlayan Kur’an karşıtlığı, tarihi süreç içerisinde farklı isim ve iddialarla mücadelesini sürdürdü. İddialar saygınlığını yitirdiğinde mucit ve takipçileri tarafından ya revize edildi ya da yenileriyle değiştirildi.
Kur’an-ı Kerim’in ilk ve en çetin muarızları Mekkeli müşriklerdi. Mekkeliler, insanları O’ndan uzaklaştırmak için özel planlar hazırladılar: İran’dan hikayeler getirtip, Mekke’de masal dinletileri düzenlediler. Güçlü şairlerin iştirak ettiği şiir meclisleri oluşturdular. Buna rağmen içlerinde öyleleri de vardı ki, diliyle Kur’an’a karşı olmasına rağmen, yüreğiyle O’nun izini sürdü. Bunlardan biri olan Hz. Ömer (radiyallahu anh) yaşadığı bir olayı anlatırken şöyle demektedir:
“Müslüman olmadan önce Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı koymak için evden ayrılmıştım. O’nu Mescid-i Haram’da bulup, arkasında durdum. Hakke Suresi’ni okumaya başladı. O okurken, ben Kur’an’ın söz dizimine hayran olmaktaydım. Sonra kendi kendime ‘Vallahi Kureyş’in iddia ettiği gibi bu bir şairdir.’ dedim. (İçimden geçeni duymamasına rağmen); ‘O (Kur’an) hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 40,1) anlamına gelen ayetleri okudu. İçimden geçeni hissettiğine göre bu bir kahindir dedim. Bunun üzerine de; ‘Bir kahin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.’ (Hâkka: 42,3) ayetlerinden itibaren sureyi sonuna kadar okudu. (Ahmed, Müsned, 107)


Cübeyr b. Mut’im, Kur’an’ın tesiriyle imanı
n kalbine yerleşmesini anlatırken şöyle demektedir: “Allah Resulü’nü akşam namazında ‘Tur Suresi’ni okurken dinledim. ‘Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin olarak inanmıyorlar. Yoksa Rabbi’nin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?’ (Tûr: 35,7) anlamına gelen ayetleri okuyunca az kaldı kalbim yerinden uçacaktı. (Buhari, Tefsir, 4573)

Müşrikler, “Bunlar asla Kur’an’a inanmaz.” diye baktıkları kişilerden aykırı sesler duymaya başlayınca, nüfuzlarının geçtiği kişilere ya da şerlerinden sakınan insanlara “dinlemeyin bu Kur’an’ı” diye baskı yaptılar. O’nun bir benzerini yazabileceklerini iddia ettiler. Geniş katılımlı Kur’an karşıtları platformu oluştu. En muteber şairler, söz ustaları bir araya geldi. Düşündüler, yazdılar, çizdiler fakat “Bu Kur’an’a muadildir.” diyebilecekleri tek bir cümle telif edemediler.
Bu yolda şairler gibi peygamberlik iddiasında bulunanlar da çok gayret sarfetti. Ne varki gayretleri gülünç duruma düşmelerine engel olamadı. Amr b. As müslüman olmadan önce özel temsilci olarak Müseylemetu’l-Kezzab’a gönderildiğinde, Müseyleme Amr’a:
“Şu an Mekke’de arkadaşınıza ne indirildi?” diye sordu. Amr, “Öz ve yüksek ifade gücüne sahip bir sure indirildi.” dedi. Müseyleme O’nun ne olduğunu sorunca, Amr, Asr Suresi’ni okudu. Müseyleme belli bir müddet düşündükten sonra başını kaldırdı ve “Bana da o surenin bir benzeri indirildi.” dedi. Amr ne olduğunu sorunca “Ya veber ya veber. İnnema ente üzunâni ve sader…/Ey deve! Ey deve! Şüphesiz ki sen iki kulak ve bir göğüsten ibaretsin…” şeklinde bir şeyler söyledi. Ardından da Amr’a sözlerini nasıl bulduğunu sordu. Amr: “Allah’a yemin olsun ki benim bildiğimi sen de biliyorsun; muhakkak ki sen yalan konuşuyorsun.” dedi. (İbn Kesir, Tefsir, I, 62)

Müşriklerin en fazla güvendikleri isimlerin Kur’an’ın nazım ve manasına dayanamayıp iman etmesi, “büyük” dedikleri şairlerin O’nun karşısında gülünç duruma düşmesi halkı her geçen gün biraz daha imana yaklaştırdı.
İnen her ayet, müşriklerin söz ve stratejilerini zayıflattı. Buna rağmen hala yeni açılımlarla küfrü sürdürmek isteyenler vardı.
Mekke’de müşrikler birbirlerine şu soruyu soruyorlardı:
“Ümmi olan Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem ) böyle bir Kitab’ı yazamaz. O halde bunun sahibi kimdir?!” Toplu bir ihtida hareketinin önüne geçmek ve insanlara “O halde O’nu Allah Azze ve Celle indiriyor.” dedirtmemek için yeni bir hamle daha yaptılar. Kur’an’ın Allah Resulü’ne bir insan tarafından öğretildiğini iddia ettiler. Rum asıllı bir Hristiyan köle olan Cebr en-Nasrani’nin adı telaffuz edildi. Daha sonra müslüman olan bu köle efendisi tarafından “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki O bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyecekti. (Kurtubi, el-Cami’, X, 117)

Müşrikler bu hamleleriyle de umduklarını bulamadılar. Çünkü Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Muhal farz, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr isimli köle Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar Cebr’e aittir.” demez miydi?! Ya da el altından “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla O’na değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terkedip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca yedi askı şairlerinin dahi bir suresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin yeni iddialarını çürütüp, tarumar etti.

Kur’an karşıtları sözün tükendiği yerde kılıç kuşandı; Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e yürüdü. Hendek küfrün zirve noktası oldu. Onu takip eden her yürüyüşte sayıları azaldı. Kısa zaman sonra Mekke’yi ve bütün Arap yarımadasını kaybettiler. Kur’an’ın tamamlandığı gün -Mekke’de- davalarını devam ettirecek kimse kalmamıştı.
Müşriklerin durumu çölde su mücadelesi veren, fakat suyu bulamadığından ölen adama benzemekte idi. Suyu arayan kişi gibi onlarda Kur’an-ı Kerim’i susturup Mekke’de ki müşrik yapılanmayı ayakta tutacak bir “iksir” arıyorlardı. Su bulamadığından ölen adam gibi, onlar da bir kurtarıcı (!) bulamadıklarından yok oldular.

Kur’an karşıtları Allah Resulü’nden sonrada yeni stratejilerle hamlelerine devam ettiler. Fakat sahabe karşısında varlık gösteremediler. Çünkü Allah Resulü’nün medresesinde yetişen Kur’an talebeleri, iddiaları çürütmede ve problemleri çözmede son derece mahirdi.
Farklı bölgelerde Kur’an-ı Kerim’i tefsir ve müdafaa eden sahabe içerisinde Abdullah b. Abbas’ın (radiyallahu anh) yeri farklıydı. O, Kabe’nin avlusunda oturur, tefsir dersleri verirdi. Yine bir gün Kabe’nin avlusunda oturmuş, her iki tarafını kuşatan insanlar Kur’an’a dair O’na soru yöneltiyor, O da soruları yanıtlıyordu. Nafi’ b. Ezrag, Necde b. Uvemiyr’le meclisine gelip, Kur’anı Kerim’den bazı kelimeler sordu, tefsirlerini yapmasını ve Arap dilinden onları doğrulayan beyitler okumasını istedi.
İbn Abbas “Akıllarına gelen her konuyu sorabileceklerini” söyleyince, Nafi’, 191 ayet okuyup bunlarda geçen garip kelimelerin ne anlama geldiklerini, Arapların bunları bilip bilmediklerini ve Arapça’da kullanımı olup olmadıklarını sordu. İbn Abbas her kelimeyi önce tefsir etti, ardından da Arap dilindeki kullanımlarını okuduğu şiirlerle delillendirdi.(Suyuti, İtkan, II, 55,88)

Ulemada Kur’an-ı Kerim etrafında oluşturulan şüpheleri izale etmek için yoğun gayret sarf etti. Fitnenin intişar ettiği yerlerde önde gelen inkarcılarla münazara yaptı. Sözün kalıcı olabilmesi için eserler kaleme aldı. Müfessirler de tefsirlerinde inkarcılara mukni cevaplar verdi.
İslam coğrafyasının genişlemesi ve müslümanların siyaseten güçlenmesine paralel olarak Kur’an karşıtlarının da duruşları değişti. Ayetleri inkarcı kimlikleriyle reddetmeye cesaret edemeyenler “tefsir” adı altında O’nun manasını çarpıttılar. Ayetlerin çok anlamlı yapısından istifade ederek uzak te’villerle batıl görüşlerini Kur’an’la irtibatlı gibi gösterdiler.

Ulema, Kur’an’ın yanlış anlaşılmasının önüne geçebilmek için usulle alakalı şifahi malumatı metin haline getirdi. Müderrisler, anlama usulü üzerinde yoğunlaştı. İmam Şafi”nin er-Risale adlı kitabıyla başlayan usul çalışmaları, kaleme alınan yeni usul mecmuaları ve onların hacimli zeyilleri mesabesinde olan Kur’an ilimleri literatürü ile mülhitlerin hareket alanını sınırlandırdı.
Müslümanların siyaseten zayıflamasına paralel olarak Kur’an düşmanları tekrar faal hale geldi. Doğu’ya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yol olan oryantalizm (Edward Said, Oryantalizm, s. 16) Hıristiyan misyonerliği ve Avrupa sömürgeciliği ile işbirliği içerisinde Doğu’nun hem ruhu hem de aklı olan Kur’an-ı Kerim üzerinde yoğunlaştı. On sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Batı’nın kilise ile irtibatı bulunan antropolog, sosyolog, tarihçi, dil bilimci etiketine sahip bir çok uzmanı Kur’an-ı Kerim’le alakalı eserler neşretmeye başladı. Haçlı savaşlarının yerini “el-ğazvu’l-fikri/fikri saldırı” aldı.

Oryantalistler, tarihi süreç içerisinde Kur’an hakkında ne kadar iddia ortaya atılmışsa, onları bir araya getirip neşrettikleri kitap/dergi, düzenledikleri konferanslar ve kurdukları merkez ve üniversitelerle yaymaya çalıştılar. Bağlıları kalmayan ve bu yüzden sadece “Milel ve Nıhal” kitaplarında adı geçen fırkalara varıncaya kadar sapık bütün görüşleri gün yüzüne çıkardılar. 


Müslümanlara örtü, miras, hadler gibi mevzuların modern dünyada uygulama alanı bulamayacağını telkin ettiler. 

İletişim halinde oldukları okur-yazarları her şeyden şüphe eder bir konuma getirdiler. Onları, yaptıklarının bilimsel bir faaliyet olduğuna inandırabilmek için de bir takım girişimler de bulundular. Bu bağlamda bir çok el yazması kitabı bastılar. “Mu’cemu’l-müfehres li Elfazi’l-Hadis” gibi eserler telif ettiler.

Oryantalistler, Allah Resulü’nün okuma yazma bildiğini Kur’an-ı Kerim’i, Tevrat ve İncil’e bakarak yazdığını iddia ettiler. Bu anlayışı o derece ileri götürdüler ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hıristiyan tarafından hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk baskısının “mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi açıklanırken “Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde İncil, yanında da bir kalem olduğu halde ondan nakilde bulunuşunu (!) gösteren bir çalışma yayınladılar.
Allah Resulü ile aynı zaman ve mekanı paylaşan Mekkeli müşrikler, O’nun ümmi olduğunu yani okuma yazma bilmediğini kabul etmiş, bu yüzden Kur’an-ı O’na başkalarının yazdırdığını ileri sürmüşlerdi. Oryantalistlerin iddia ettiği gibi eğer Allah Resulü okuma yazma bilseydi O’nu susturmak için bütün imkanlarını sefer eden müşrikler pekala bunu delil olarak kullanır, mücadelelerini de bu delil üzerine bina ederlerdi. Muhal farz, bu iddianın bir an doğru olduğunu düşünelim… Bu durumda Allah Resulü’nün hangi dillerde okuma yazma bildiği meselesi ortaya çıkmaktadır. Zira Tevrat ve İncil nüshaları en erken Abbasiler devrinde Arapça’ya çevrilmişti.

Kur’an-ı Kerim’le, Tevrat ve İncil arasında ki kısmi benzerliği bu iddianın delillerinden göstermekte büsbütün çelişkilerle doludur. Zira benzerlik bir Kitab’ın diğerinden intihal edildiği anlamına gelecekse Tevrat’la İncil arasında ki benzerlik Kur’an’a nisbet edilmeyecek kadar çoktur. Bu durumda Hz. İsa için, İncil’i Tevrat’tan iktibas etti mi denilecektir?!

Şu bilinmelidir ki; önceki kitapları da, Kur’an-ı Kerim’i de Allah Teala vahyetmiştir. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahirete iman etmek her kitabın ortak amacıdır. İmanla alakalı konular esasta Hz. Adem’den kıyamete kadar değişmeyeceğine göre, Kur’an’la İncil’in (tahrif edilmeyen bazı noktalarının) birbirine benzemesi tabii bir durumdur.
Kur’an’ın geneli, akidevi ve tarihi bir çok meselede, Tevrat ve İncil’in mevcut hallerine karşı bir reddiyedir. Ayrıca O’nda Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Şuayb’ın kıssaları vardır ki, bunlar ne Tevrat ne de İncil’de mevcuttur. Bu durumda Kur’an-ı Kerim’in kaynakları arasında Tevrat ya da İncil’i göstermek riyazi bir hakikati kabul eden bütün insanları birbirlerinden etkilenmiş farz etmekten farksızdır.

Oryantalistler, Kur’an’ın önceki kitaplardan iktibas edildiği iddiasını ortaya attılar fakat yanıtsız kalan sorular ve ulema tarafından kaleme alınan reddiyeler karşısında tutunamayınca zorunlu olarak yeni bir arayış içerisine girdiler. Bu çerçevede Allah Resulü’nün Kur’an’ı, Selman-ı Farisi gibi bir ara Hıristiyan olarak yaşayan ya da Abdullah b. Selam gibi Yahudi asıllı olan sahabilerden aldığını ileri sürdüler.

Şu bedihi bir hakikattir ki; Selman-ı Farisi de Abdullah b. Selam’da hicretten sonra müslüman olmuştur. Her ikisi de Medine’de yaşamıştır. Bu durumda –haşa- Allah Resulü Mekki ayetleri kimden almıştır?! sorusu ortaya çıkmaktadır. Sonra İslam’ı yaşamak için nice zorluklara göğüs geren bu iki sahabi asıl(!) olan Hırıstiyanlık ve Yahudilik’i bırakıp –haşa- kendi görüşleri ile oluşturdukları Kur’an’a niçin iman etsinler?! Böylesine garip bir iddia –yayılmadan- asırlarca üstü örtülü kalabilir mi?!
Bütün deliller Selman’la, Abdullah b. Selam’ın Kur’an’a ait olduğunu tescil edince, oryantalistler bu defa O’nun, Ümeyye b. Ebi’s-Salt ya da İmru’ul-Kays gibi şairlere dayandığını iddia ettiler.

Birbirine zıt iki unsurun birleşmeyeceğini bilenler şiirinde şarab ve kadın gibi temaları çokça kullanan, Benu Esed tarafından babasının öldürüldüğü gün dahi “Bu gün içme günüdür.” deyip şaraba devam eden İmru’ul Kays ile, içki ve zinayı kesin bir dille haram kılan Kur’an’ın en küçük bir benzerlik içerisinde olamayacağını bilir. Bu yüzden Imruu’l-Kays iddası da ölü doğdu.
Ümeyye’ye gelince, O, Mekke’de Allah Resulü ile karşılaşmış O’ndan (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an dinlemişti. Kendisine Efendimiz’le alakalı görüş sorulduğunda “O’na iman ediniz. Zira O hak üzeredir.” demişti. Ümeyye Allah Resulü’ne iman etmek için Medine’ye doğru yola çıkmış, Bedir’de dayısının oğulları Şeybe ve Utbe’nin öldürüldüğünü öğrenince şehre girmeden Taif’e dönmüş ve orada vefat etmiştir. (İbn Hacer, İsabe, I, 84,7) Tarihi hakikatler Kur’an’ın Umeyye’den değil, Ümeyye’nin Kur’an’dan etkilendiğini göstermektedir.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim, şairlerden iktibas edilen bir kitap olsaydı müşrikler bunu propaganda malzemesi yapar, O’nun aleyhinde kullanır, Kur’an’ın meydan okumaları karşısında acze düştüklerinde de gidip o şairlerden yardım talep ederlerdi. Fakat kitaplarda böyle bir kayıt yok.
Oryantalistler, Kur’an’ın aidiyeti ile alakalı ortaya attıkları iddiaları isbat edemeyince yeni bir hamle daha yaptılar. O’nun tahrif edildiğini ileri sürdüler. “Nûreyn” ve “Velaye” adında iki surenin Kur’an-ı Kerim’e alınmadığını iddia ettiler.
Bu iddia da ilim çevrelerince itibar görmedi. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in İslam’ın ilk yıllarından günümüze kadar tevatüren ulaştığı noktasında icma vardır ve bu iddia o icmaya aykırıdır.
Ayrıca tabakat kitapları sahabenin yanlışın her çeşidine itiraz ettiğinin belgeleriyle doludur. Zeyd b. Sabit “tabût” kelimesinin sonundaki “açık ta”yı ensarın lügatına göre “ha/kapalı ta” şeklinde yazmak istediğinde sahabe O’na engel olmuş, durumu Hz. Osman’a bildirmişti. Halife’de, Hz. Zeyd’e “ta”yı Kureyş lügatını esas alarak açık yazmasını emretmişti. (İbn Hişam, Şuzuru’z-Zeheb, s. 80)
Tek bir harfin farklı bir lehçe ile yazılmasına müsaade etmeyen sahabenin iki surenin Kur’an’a alınmayışı gibi ciddi bir hadise karşısında sessiz kalması nasıl mümkün olabilir?!
İslam’ın ilk yıllarında bir çok şehirde hadis mecmuaları tedvin edildi. Kur’an’ın tefsiri, kıraatı, i’rabı, icazı, tecvidi,…, ile alakalı sayılamayacak kadar çok eser yazıldı. Birbirini görmeyen alimler tarafından telif ve tedvin edilen bu eserlerde yer alan ayetler arasında en küçük bir çelişki yoktur.

Oryantalistler de yaptıkları araştırmalar neticesinde iddialarını destekleyen en küçük bir karineye ulaşamamışlardır. Bu yüzden Londra Üniversitesi doğu dilleri bölümü yakın doğu ve İslam şubesi müdürü Kur’an-ı Kerim’de tek bir noktanın bile eksik olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Kur’an-ı Kerim etrafında oluşturulan şüphelerin delilden yoksun olması ve onlara karşı ulemanın kaleme aldığı müstakil reddiyeler oryantalizmi yeni şüpheler ihdas edemeyecek duruma getirmiştir.
Oryantalizm, Kur’an’la olan mücadelesinde köklü bir değişikliğe gidip müslüman kimlikli kişiler vasıtasıyla hedefine ulaşmayı denemiş, bu çerçevede bir çok akademisyen, yazar ve sanatçı yetiştirmiştir. Bunlardan bir kısmı ıslahla inkar arasında med-cezir yaşarken, diğerleri müslüman kimliklerine vurguda bulunmayı ihmal etmemiştir.
Sekülarist bir anlayışa sahip olan birinci grup, tıpkı münafıklar gibi gayelerinin dini ıslah etmek olduğunu savunmuştur: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiği zaman ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir.”(Bakara: 11-12)

Müslüman anne babadan dünyaya gelen ve onlarla aynı din, tarih, dil birlikteliği olan bu güruh oryantalistlerin bile söylemeye cür’et edemediği iddiaları gündeme getirmiştir: Sorbon’da yetişen Taha Hüseyin “elif, lam mîm” gibi mukattaa’ harflerinin farklı nüshaları birbirinden ayırt etmek için Kur’an-ı Kerim’e sonradan ilave edildiğini iddia etti. Ona göre; “kâf hâ yâ ayn sâd” İbn Mes’ud’a, “hâ mîm ayn sîn qâf” İbn Abbas’a, “tâ sîn” …, İbn Ömer’e ait Mushafların remzi idi. Ahmet Halefullah, Kur’an’da anlatılan bir çok kıssanın tarihen hiç sabit olmadığını söyledi. Nasr Hamid Eb’u Zeyd de, “Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerin silinmesi, bazılarının da O’na eklenmesi ameliyesinden beri olmadığını” iddia etti.

Müslüman kimliklerine vurgu yapan ikinci grup ise yaptıkları batıl tevillerle Kur’an’ın anlamını tahrif etti. Farklı isimler altında kendilerini tanımlayan bu oluşumlar aklı, naklin önünde değerlendirme noktasında mutezilenin birer şubeleri gibi faaliyet gösterdiler. Hatta Hz. İsa’nın inmesini, Ye’cüc-Me’cuc, Dabbetu’l-Arz gibi büyük kıyamet alametlerini, melek ve cinler gibi varlıkları ayetle sabit olan gaybi yaratıkları inkar etmeleri, hüküm ayetlerinin tarihin belli bir dönemi ile alakalı olduklarını söylemeleri cihetiyle mutezileden çok daha ileri bir noktaya gittiler.
Ülkemizde bir çok tefsirci tarafından da benimsenen bu görüşler, oryantalizmin kendi elemanlarıyla başaramadığını müslüman kimliklerine vurgu yapan kişiler vasıtasıyla gerçekleştirdiğini tescil etti.

Müşrikler, Kur’an’ı susturmak için bütün imkanlarını kullanmıştı. İngilizler, Mısır’ı O’nu ortadan kaldırmak için işgal etmişti. Oryantalistler O’nun doğru bir şekilde anlaşılmasının önüne geçebilmek için çok sayıda kitap ve dergi neşretti. Konferans, seminerler verdi, üniversiteler kurdu. Kur’an muarızı ideolojik hareketler yeniden canlandırıldı, revize edilip ilim dünyasına servis edildi. Kahire’nin, İslamabad’ın, İstanbul’un zeki çocukları oryantalistlerin gözetiminde ümmetin tarihi birikimi ve entelektüel tecrübesini tanımadan Kur’an etrafında oluşturulan şüpheleri dinledi.
Islah, tecdid, yenilik, reform, ihya derken nice fırtınalar koparıldı. Ulema gereksiz tartışmalarla meşgul edildi. İslam eğitim kurumları lağv edildi; Ezher’in içi boşaltıldı. Mucaz ve muciz hocaların kürsüsü ancak mübtedi derecesinde İslami kültüre sahip olan kişilere verildi. Kürsüde, mecmuada, kitapta oryantalizme ait görüşler hararetle savunuldu. Kur’an karşıtları bütün bunlara rağmen küçücük marjinal/akademik gruplar oluşturmanın ve birkaç yayım sahibi olmanın dışında hiçbir başarı gösteremediler. Kur’an’ın azametini gölgeleyemediler. Bunu şimdiye kadar başaramadıkları gibi bundan sonra da başaramayacaklar. Müsteşriklerin gördüğü bu gerçeği yakında mustağripler de görecekler.


İ.Şenocak

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR