17 Kasım 2014 Pazartesi

394.KUR'AN-I KERİM VE MARJİNAL GRUPLAR-3-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Yazılarının devamıdır:

Kur’an-ı Kerim’in müslümanların sözlerini birleştiren, gayretlerini dirilten, kurtuluşlarını temin eden ilahi bir kitap olduğunu fark eden İslam karşıtları, tarihi tecrübe ve entellektüel birikimlerini O’nu etkisiz hale getirmeye adadı.
İnen ilk ayetle başlayan Kur’an karşıtlığı, tarihi süreç içerisinde farklı isim ve iddialarla mücadelesini sürdürdü. İddialar saygınlığını yitirdiğinde mucit ve takipçileri tarafından ya revize edildi ya da yenileriyle değiştirildi.
Kur’an-ı Kerim’in ilk ve en çetin muarızları Mekkeli müşriklerdi. Mekkeliler, insanları O’ndan uzaklaştırmak için özel planlar hazırladılar: İran’dan hikayeler getirtip, Mekke’de masal dinletileri düzenlediler. Güçlü şairlerin iştirak ettiği şiir meclisleri oluşturdular. Buna rağmen içlerinde öyleleri de vardı ki, diliyle Kur’an’a karşı olmasına rağmen, yüreğiyle O’nun izini sürdü. Bunlardan biri olan Hz. Ömer (radiyallahu anh) yaşadığı bir olayı anlatırken şöyle demektedir:
“Müslüman olmadan önce Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı koymak için evden ayrılmıştım. O’nu Mescid-i Haram’da bulup, arkasında durdum. Hakke Suresi’ni okumaya başladı. O okurken, ben Kur’an’ın söz dizimine hayran olmaktaydım. Sonra kendi kendime ‘Vallahi Kureyş’in iddia ettiği gibi bu bir şairdir.’ dedim. (İçimden geçeni duymamasına rağmen); ‘O (Kur’an) hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 40,1) anlamına gelen ayetleri okudu. İçimden geçeni hissettiğine göre bu bir kahindir dedim. Bunun üzerine de; ‘Bir kahin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.’ (Hâkka: 42,3) ayetlerinden itibaren sureyi sonuna kadar okudu. (Ahmed, Müsned, 107)


Cübeyr b. Mut’im, Kur’an’ın tesiriyle imanı
n kalbine yerleşmesini anlatırken şöyle demektedir: “Allah Resulü’nü akşam namazında ‘Tur Suresi’ni okurken dinledim. ‘Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin olarak inanmıyorlar. Yoksa Rabbi’nin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?’ (Tûr: 35,7) anlamına gelen ayetleri okuyunca az kaldı kalbim yerinden uçacaktı. (Buhari, Tefsir, 4573)

Müşrikler, “Bunlar asla Kur’an’a inanmaz.” diye baktıkları kişilerden aykırı sesler duymaya başlayınca, nüfuzlarının geçtiği kişilere ya da şerlerinden sakınan insanlara “dinlemeyin bu Kur’an’ı” diye baskı yaptılar. O’nun bir benzerini yazabileceklerini iddia ettiler. Geniş katılımlı Kur’an karşıtları platformu oluştu. En muteber şairler, söz ustaları bir araya geldi. Düşündüler, yazdılar, çizdiler fakat “Bu Kur’an’a muadildir.” diyebilecekleri tek bir cümle telif edemediler.
Bu yolda şairler gibi peygamberlik iddiasında bulunanlar da çok gayret sarfetti. Ne varki gayretleri gülünç duruma düşmelerine engel olamadı. Amr b. As müslüman olmadan önce özel temsilci olarak Müseylemetu’l-Kezzab’a gönderildiğinde, Müseyleme Amr’a:
“Şu an Mekke’de arkadaşınıza ne indirildi?” diye sordu. Amr, “Öz ve yüksek ifade gücüne sahip bir sure indirildi.” dedi. Müseyleme O’nun ne olduğunu sorunca, Amr, Asr Suresi’ni okudu. Müseyleme belli bir müddet düşündükten sonra başını kaldırdı ve “Bana da o surenin bir benzeri indirildi.” dedi. Amr ne olduğunu sorunca “Ya veber ya veber. İnnema ente üzunâni ve sader…/Ey deve! Ey deve! Şüphesiz ki sen iki kulak ve bir göğüsten ibaretsin…” şeklinde bir şeyler söyledi. Ardından da Amr’a sözlerini nasıl bulduğunu sordu. Amr: “Allah’a yemin olsun ki benim bildiğimi sen de biliyorsun; muhakkak ki sen yalan konuşuyorsun.” dedi. (İbn Kesir, Tefsir, I, 62)

Müşriklerin en fazla güvendikleri isimlerin Kur’an’ın nazım ve manasına dayanamayıp iman etmesi, “büyük” dedikleri şairlerin O’nun karşısında gülünç duruma düşmesi halkı her geçen gün biraz daha imana yaklaştırdı.
İnen her ayet, müşriklerin söz ve stratejilerini zayıflattı. Buna rağmen hala yeni açılımlarla küfrü sürdürmek isteyenler vardı.
Mekke’de müşrikler birbirlerine şu soruyu soruyorlardı:
“Ümmi olan Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem ) böyle bir Kitab’ı yazamaz. O halde bunun sahibi kimdir?!” Toplu bir ihtida hareketinin önüne geçmek ve insanlara “O halde O’nu Allah Azze ve Celle indiriyor.” dedirtmemek için yeni bir hamle daha yaptılar. Kur’an’ın Allah Resulü’ne bir insan tarafından öğretildiğini iddia ettiler. Rum asıllı bir Hristiyan köle olan Cebr en-Nasrani’nin adı telaffuz edildi. Daha sonra müslüman olan bu köle efendisi tarafından “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki O bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyecekti. (Kurtubi, el-Cami’, X, 117)

Müşrikler bu hamleleriyle de umduklarını bulamadılar. Çünkü Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Muhal farz, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr isimli köle Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar Cebr’e aittir.” demez miydi?! Ya da el altından “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla O’na değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terkedip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca yedi askı şairlerinin dahi bir suresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin yeni iddialarını çürütüp, tarumar etti.

Kur’an karşıtları sözün tükendiği yerde kılıç kuşandı; Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e yürüdü. Hendek küfrün zirve noktası oldu. Onu takip eden her yürüyüşte sayıları azaldı. Kısa zaman sonra Mekke’yi ve bütün Arap yarımadasını kaybettiler. Kur’an’ın tamamlandığı gün -Mekke’de- davalarını devam ettirecek kimse kalmamıştı.
Müşriklerin durumu çölde su mücadelesi veren, fakat suyu bulamadığından ölen adama benzemekte idi. Suyu arayan kişi gibi onlarda Kur’an-ı Kerim’i susturup Mekke’de ki müşrik yapılanmayı ayakta tutacak bir “iksir” arıyorlardı. Su bulamadığından ölen adam gibi, onlar da bir kurtarıcı (!) bulamadıklarından yok oldular.

Kur’an karşıtları Allah Resulü’nden sonrada yeni stratejilerle hamlelerine devam ettiler. Fakat sahabe karşısında varlık gösteremediler. Çünkü Allah Resulü’nün medresesinde yetişen Kur’an talebeleri, iddiaları çürütmede ve problemleri çözmede son derece mahirdi.
Farklı bölgelerde Kur’an-ı Kerim’i tefsir ve müdafaa eden sahabe içerisinde Abdullah b. Abbas’ın (radiyallahu anh) yeri farklıydı. O, Kabe’nin avlusunda oturur, tefsir dersleri verirdi. Yine bir gün Kabe’nin avlusunda oturmuş, her iki tarafını kuşatan insanlar Kur’an’a dair O’na soru yöneltiyor, O da soruları yanıtlıyordu. Nafi’ b. Ezrag, Necde b. Uvemiyr’le meclisine gelip, Kur’anı Kerim’den bazı kelimeler sordu, tefsirlerini yapmasını ve Arap dilinden onları doğrulayan beyitler okumasını istedi.
İbn Abbas “Akıllarına gelen her konuyu sorabileceklerini” söyleyince, Nafi’, 191 ayet okuyup bunlarda geçen garip kelimelerin ne anlama geldiklerini, Arapların bunları bilip bilmediklerini ve Arapça’da kullanımı olup olmadıklarını sordu. İbn Abbas her kelimeyi önce tefsir etti, ardından da Arap dilindeki kullanımlarını okuduğu şiirlerle delillendirdi.(Suyuti, İtkan, II, 55,88)

Ulemada Kur’an-ı Kerim etrafında oluşturulan şüpheleri izale etmek için yoğun gayret sarf etti. Fitnenin intişar ettiği yerlerde önde gelen inkarcılarla münazara yaptı. Sözün kalıcı olabilmesi için eserler kaleme aldı. Müfessirler de tefsirlerinde inkarcılara mukni cevaplar verdi.
İslam coğrafyasının genişlemesi ve müslümanların siyaseten güçlenmesine paralel olarak Kur’an karşıtlarının da duruşları değişti. Ayetleri inkarcı kimlikleriyle reddetmeye cesaret edemeyenler “tefsir” adı altında O’nun manasını çarpıttılar. Ayetlerin çok anlamlı yapısından istifade ederek uzak te’villerle batıl görüşlerini Kur’an’la irtibatlı gibi gösterdiler.

Ulema, Kur’an’ın yanlış anlaşılmasının önüne geçebilmek için usulle alakalı şifahi malumatı metin haline getirdi. Müderrisler, anlama usulü üzerinde yoğunlaştı. İmam Şafi”nin er-Risale adlı kitabıyla başlayan usul çalışmaları, kaleme alınan yeni usul mecmuaları ve onların hacimli zeyilleri mesabesinde olan Kur’an ilimleri literatürü ile mülhitlerin hareket alanını sınırlandırdı.
Müslümanların siyaseten zayıflamasına paralel olarak Kur’an düşmanları tekrar faal hale geldi. Doğu’ya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yol olan oryantalizm (Edward Said, Oryantalizm, s. 16) Hıristiyan misyonerliği ve Avrupa sömürgeciliği ile işbirliği içerisinde Doğu’nun hem ruhu hem de aklı olan Kur’an-ı Kerim üzerinde yoğunlaştı. On sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Batı’nın kilise ile irtibatı bulunan antropolog, sosyolog, tarihçi, dil bilimci etiketine sahip bir çok uzmanı Kur’an-ı Kerim’le alakalı eserler neşretmeye başladı. Haçlı savaşlarının yerini “el-ğazvu’l-fikri/fikri saldırı” aldı.

Oryantalistler, tarihi süreç içerisinde Kur’an hakkında ne kadar iddia ortaya atılmışsa, onları bir araya getirip neşrettikleri kitap/dergi, düzenledikleri konferanslar ve kurdukları merkez ve üniversitelerle yaymaya çalıştılar. Bağlıları kalmayan ve bu yüzden sadece “Milel ve Nıhal” kitaplarında adı geçen fırkalara varıncaya kadar sapık bütün görüşleri gün yüzüne çıkardılar. 


Müslümanlara örtü, miras, hadler gibi mevzuların modern dünyada uygulama alanı bulamayacağını telkin ettiler. 

İletişim halinde oldukları okur-yazarları her şeyden şüphe eder bir konuma getirdiler. Onları, yaptıklarının bilimsel bir faaliyet olduğuna inandırabilmek için de bir takım girişimler de bulundular. Bu bağlamda bir çok el yazması kitabı bastılar. “Mu’cemu’l-müfehres li Elfazi’l-Hadis” gibi eserler telif ettiler.

Oryantalistler, Allah Resulü’nün okuma yazma bildiğini Kur’an-ı Kerim’i, Tevrat ve İncil’e bakarak yazdığını iddia ettiler. Bu anlayışı o derece ileri götürdüler ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hıristiyan tarafından hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk baskısının “mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi açıklanırken “Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde İncil, yanında da bir kalem olduğu halde ondan nakilde bulunuşunu (!) gösteren bir çalışma yayınladılar.
Allah Resulü ile aynı zaman ve mekanı paylaşan Mekkeli müşrikler, O’nun ümmi olduğunu yani okuma yazma bilmediğini kabul etmiş, bu yüzden Kur’an-ı O’na başkalarının yazdırdığını ileri sürmüşlerdi. Oryantalistlerin iddia ettiği gibi eğer Allah Resulü okuma yazma bilseydi O’nu susturmak için bütün imkanlarını sefer eden müşrikler pekala bunu delil olarak kullanır, mücadelelerini de bu delil üzerine bina ederlerdi. Muhal farz, bu iddianın bir an doğru olduğunu düşünelim… Bu durumda Allah Resulü’nün hangi dillerde okuma yazma bildiği meselesi ortaya çıkmaktadır. Zira Tevrat ve İncil nüshaları en erken Abbasiler devrinde Arapça’ya çevrilmişti.

Kur’an-ı Kerim’le, Tevrat ve İncil arasında ki kısmi benzerliği bu iddianın delillerinden göstermekte büsbütün çelişkilerle doludur. Zira benzerlik bir Kitab’ın diğerinden intihal edildiği anlamına gelecekse Tevrat’la İncil arasında ki benzerlik Kur’an’a nisbet edilmeyecek kadar çoktur. Bu durumda Hz. İsa için, İncil’i Tevrat’tan iktibas etti mi denilecektir?!

Şu bilinmelidir ki; önceki kitapları da, Kur’an-ı Kerim’i de Allah Teala vahyetmiştir. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahirete iman etmek her kitabın ortak amacıdır. İmanla alakalı konular esasta Hz. Adem’den kıyamete kadar değişmeyeceğine göre, Kur’an’la İncil’in (tahrif edilmeyen bazı noktalarının) birbirine benzemesi tabii bir durumdur.
Kur’an’ın geneli, akidevi ve tarihi bir çok meselede, Tevrat ve İncil’in mevcut hallerine karşı bir reddiyedir. Ayrıca O’nda Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Şuayb’ın kıssaları vardır ki, bunlar ne Tevrat ne de İncil’de mevcuttur. Bu durumda Kur’an-ı Kerim’in kaynakları arasında Tevrat ya da İncil’i göstermek riyazi bir hakikati kabul eden bütün insanları birbirlerinden etkilenmiş farz etmekten farksızdır.

Oryantalistler, Kur’an’ın önceki kitaplardan iktibas edildiği iddiasını ortaya attılar fakat yanıtsız kalan sorular ve ulema tarafından kaleme alınan reddiyeler karşısında tutunamayınca zorunlu olarak yeni bir arayış içerisine girdiler. Bu çerçevede Allah Resulü’nün Kur’an’ı, Selman-ı Farisi gibi bir ara Hıristiyan olarak yaşayan ya da Abdullah b. Selam gibi Yahudi asıllı olan sahabilerden aldığını ileri sürdüler.

Şu bedihi bir hakikattir ki; Selman-ı Farisi de Abdullah b. Selam’da hicretten sonra müslüman olmuştur. Her ikisi de Medine’de yaşamıştır. Bu durumda –haşa- Allah Resulü Mekki ayetleri kimden almıştır?! sorusu ortaya çıkmaktadır. Sonra İslam’ı yaşamak için nice zorluklara göğüs geren bu iki sahabi asıl(!) olan Hırıstiyanlık ve Yahudilik’i bırakıp –haşa- kendi görüşleri ile oluşturdukları Kur’an’a niçin iman etsinler?! Böylesine garip bir iddia –yayılmadan- asırlarca üstü örtülü kalabilir mi?!
Bütün deliller Selman’la, Abdullah b. Selam’ın Kur’an’a ait olduğunu tescil edince, oryantalistler bu defa O’nun, Ümeyye b. Ebi’s-Salt ya da İmru’ul-Kays gibi şairlere dayandığını iddia ettiler.

Birbirine zıt iki unsurun birleşmeyeceğini bilenler şiirinde şarab ve kadın gibi temaları çokça kullanan, Benu Esed tarafından babasının öldürüldüğü gün dahi “Bu gün içme günüdür.” deyip şaraba devam eden İmru’ul Kays ile, içki ve zinayı kesin bir dille haram kılan Kur’an’ın en küçük bir benzerlik içerisinde olamayacağını bilir. Bu yüzden Imruu’l-Kays iddası da ölü doğdu.
Ümeyye’ye gelince, O, Mekke’de Allah Resulü ile karşılaşmış O’ndan (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an dinlemişti. Kendisine Efendimiz’le alakalı görüş sorulduğunda “O’na iman ediniz. Zira O hak üzeredir.” demişti. Ümeyye Allah Resulü’ne iman etmek için Medine’ye doğru yola çıkmış, Bedir’de dayısının oğulları Şeybe ve Utbe’nin öldürüldüğünü öğrenince şehre girmeden Taif’e dönmüş ve orada vefat etmiştir. (İbn Hacer, İsabe, I, 84,7) Tarihi hakikatler Kur’an’ın Umeyye’den değil, Ümeyye’nin Kur’an’dan etkilendiğini göstermektedir.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim, şairlerden iktibas edilen bir kitap olsaydı müşrikler bunu propaganda malzemesi yapar, O’nun aleyhinde kullanır, Kur’an’ın meydan okumaları karşısında acze düştüklerinde de gidip o şairlerden yardım talep ederlerdi. Fakat kitaplarda böyle bir kayıt yok.
Oryantalistler, Kur’an’ın aidiyeti ile alakalı ortaya attıkları iddiaları isbat edemeyince yeni bir hamle daha yaptılar. O’nun tahrif edildiğini ileri sürdüler. “Nûreyn” ve “Velaye” adında iki surenin Kur’an-ı Kerim’e alınmadığını iddia ettiler.
Bu iddia da ilim çevrelerince itibar görmedi. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in İslam’ın ilk yıllarından günümüze kadar tevatüren ulaştığı noktasında icma vardır ve bu iddia o icmaya aykırıdır.
Ayrıca tabakat kitapları sahabenin yanlışın her çeşidine itiraz ettiğinin belgeleriyle doludur. Zeyd b. Sabit “tabût” kelimesinin sonundaki “açık ta”yı ensarın lügatına göre “ha/kapalı ta” şeklinde yazmak istediğinde sahabe O’na engel olmuş, durumu Hz. Osman’a bildirmişti. Halife’de, Hz. Zeyd’e “ta”yı Kureyş lügatını esas alarak açık yazmasını emretmişti. (İbn Hişam, Şuzuru’z-Zeheb, s. 80)
Tek bir harfin farklı bir lehçe ile yazılmasına müsaade etmeyen sahabenin iki surenin Kur’an’a alınmayışı gibi ciddi bir hadise karşısında sessiz kalması nasıl mümkün olabilir?!
İslam’ın ilk yıllarında bir çok şehirde hadis mecmuaları tedvin edildi. Kur’an’ın tefsiri, kıraatı, i’rabı, icazı, tecvidi,…, ile alakalı sayılamayacak kadar çok eser yazıldı. Birbirini görmeyen alimler tarafından telif ve tedvin edilen bu eserlerde yer alan ayetler arasında en küçük bir çelişki yoktur.

Oryantalistler de yaptıkları araştırmalar neticesinde iddialarını destekleyen en küçük bir karineye ulaşamamışlardır. Bu yüzden Londra Üniversitesi doğu dilleri bölümü yakın doğu ve İslam şubesi müdürü Kur’an-ı Kerim’de tek bir noktanın bile eksik olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Kur’an-ı Kerim etrafında oluşturulan şüphelerin delilden yoksun olması ve onlara karşı ulemanın kaleme aldığı müstakil reddiyeler oryantalizmi yeni şüpheler ihdas edemeyecek duruma getirmiştir.
Oryantalizm, Kur’an’la olan mücadelesinde köklü bir değişikliğe gidip müslüman kimlikli kişiler vasıtasıyla hedefine ulaşmayı denemiş, bu çerçevede bir çok akademisyen, yazar ve sanatçı yetiştirmiştir. Bunlardan bir kısmı ıslahla inkar arasında med-cezir yaşarken, diğerleri müslüman kimliklerine vurguda bulunmayı ihmal etmemiştir.
Sekülarist bir anlayışa sahip olan birinci grup, tıpkı münafıklar gibi gayelerinin dini ıslah etmek olduğunu savunmuştur: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiği zaman ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir.”(Bakara: 11-12)

Müslüman anne babadan dünyaya gelen ve onlarla aynı din, tarih, dil birlikteliği olan bu güruh oryantalistlerin bile söylemeye cür’et edemediği iddiaları gündeme getirmiştir: Sorbon’da yetişen Taha Hüseyin “elif, lam mîm” gibi mukattaa’ harflerinin farklı nüshaları birbirinden ayırt etmek için Kur’an-ı Kerim’e sonradan ilave edildiğini iddia etti. Ona göre; “kâf hâ yâ ayn sâd” İbn Mes’ud’a, “hâ mîm ayn sîn qâf” İbn Abbas’a, “tâ sîn” …, İbn Ömer’e ait Mushafların remzi idi. Ahmet Halefullah, Kur’an’da anlatılan bir çok kıssanın tarihen hiç sabit olmadığını söyledi. Nasr Hamid Eb’u Zeyd de, “Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerin silinmesi, bazılarının da O’na eklenmesi ameliyesinden beri olmadığını” iddia etti.

Müslüman kimliklerine vurgu yapan ikinci grup ise yaptıkları batıl tevillerle Kur’an’ın anlamını tahrif etti. Farklı isimler altında kendilerini tanımlayan bu oluşumlar aklı, naklin önünde değerlendirme noktasında mutezilenin birer şubeleri gibi faaliyet gösterdiler. Hatta Hz. İsa’nın inmesini, Ye’cüc-Me’cuc, Dabbetu’l-Arz gibi büyük kıyamet alametlerini, melek ve cinler gibi varlıkları ayetle sabit olan gaybi yaratıkları inkar etmeleri, hüküm ayetlerinin tarihin belli bir dönemi ile alakalı olduklarını söylemeleri cihetiyle mutezileden çok daha ileri bir noktaya gittiler.
Ülkemizde bir çok tefsirci tarafından da benimsenen bu görüşler, oryantalizmin kendi elemanlarıyla başaramadığını müslüman kimliklerine vurgu yapan kişiler vasıtasıyla gerçekleştirdiğini tescil etti.

Müşrikler, Kur’an’ı susturmak için bütün imkanlarını kullanmıştı. İngilizler, Mısır’ı O’nu ortadan kaldırmak için işgal etmişti. Oryantalistler O’nun doğru bir şekilde anlaşılmasının önüne geçebilmek için çok sayıda kitap ve dergi neşretti. Konferans, seminerler verdi, üniversiteler kurdu. Kur’an muarızı ideolojik hareketler yeniden canlandırıldı, revize edilip ilim dünyasına servis edildi. Kahire’nin, İslamabad’ın, İstanbul’un zeki çocukları oryantalistlerin gözetiminde ümmetin tarihi birikimi ve entelektüel tecrübesini tanımadan Kur’an etrafında oluşturulan şüpheleri dinledi.
Islah, tecdid, yenilik, reform, ihya derken nice fırtınalar koparıldı. Ulema gereksiz tartışmalarla meşgul edildi. İslam eğitim kurumları lağv edildi; Ezher’in içi boşaltıldı. Mucaz ve muciz hocaların kürsüsü ancak mübtedi derecesinde İslami kültüre sahip olan kişilere verildi. Kürsüde, mecmuada, kitapta oryantalizme ait görüşler hararetle savunuldu. Kur’an karşıtları bütün bunlara rağmen küçücük marjinal/akademik gruplar oluşturmanın ve birkaç yayım sahibi olmanın dışında hiçbir başarı gösteremediler. Kur’an’ın azametini gölgeleyemediler. Bunu şimdiye kadar başaramadıkları gibi bundan sonra da başaramayacaklar. Müsteşriklerin gördüğü bu gerçeği yakında mustağripler de görecekler.


İ.Şenocak

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hiç yorum yok: