18 Kasım 2014 Salı

395.MEZHEPSİZ BİR İSLAM MÜMKÜN MÜDÜR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Her din anlayışının, meşruiyetini aldığı bir zemin vardır.
Bu zemin, yapısı icabı sübjektiviteden olabildiğince uzak olmalıdır. Hemen bütün itikadî fırkalar Kur’an ve Sünnet’e dayandıklarını söylediklerine göre, ortada şöyle bir durum var demektir: Ya Kur’an ve Sünnet bu çoklu yapıya izin veren izafîliktedir, ya da bu fırkaların, bu iki kaynak hakkındaki görüşlerinin doğruluğu kanaatini aldıkları üçüncü bir hiyerarşik unsur olmalıdır.

Bu ihtimallerden ilki (ki fırkaların –birbirine zıt olanlar dahil– bütün itikadî kabullerinin Kur’an ve Sünnet tarafından onaylandığı anlamına gelmektedir) herhangi bir
fırka tarafından onaylanmadığına göre, geriye ikinci seçenek kalmaktadır. Buna göre her itikadî fırka, kendi Kur’an ve Sünnet anlayışının doğruluğunu üçüncü bir unsura dayanarak temin etmektedir. Bu unsur hiyerarşik olarak Kur’an ve Sünnet’in altında olmakla birlikte, onlar üzerinde izafî yorumlar yapılması imkânını ortadan kaldırması, onların murat ve maksadını netleştirmesi bakımından son derece önemlidir.

Şia’ya göre bu unsur Ehl-i Beyt ve ona bağlı olarak “masum imam” inancıdır.
Ehl-i Sünnet ise, bu unsuru (Ehl-i Beyt’i) da içine alacak ölçüde daha geniş ve gerçekçi bir unsura yaslanmaktadır: Sahabe. 

Şia, azınlık bir grup dışında Sahabe’nin geneli hakkında olumsuz kanaat sahibi olduğu için, Din’in gerçekçi biçimde yaşanması bakımından bu alanda oluşan boşluğu başka unsurlarla kapatma ihtiyacından dolayı “masum imam” inancını geliştirmiştir.
Pek çok şii metinde, Sahabe’nin adaletine inanmanın bir “iman unsuru” olmadığı vurgulanırken, aynı şeyin “masum imam” inancı için de geçerli olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir.

Peki bu durumda mezhepsiz bir İslam mümkün müdür?

Buradaki “mezhep” tabiriyle “itikadî mezheb”in kastedildiğini belirtelim ve şöyle bir genel tesbitte bulunalım: Mezhep meselesini hafife alanlar, mezhebi “İslam’ı sınırlayan” bir unsur olarak görenler ya da mezhebin gereksizliğini düşünenler aslında eşyanın tabiatına aykırı hareket ediyor. Şöyle:

“İtikad”ı, Din’de inanılması ve reddedilmesi gerekenler olarak tarif ettiğimizde şunu söylemiş oluyoruz:

 Din’in sahibi olan Allah Teala ve bu dini O’ndan aldığı yetki ve sorumluluk çerçevesinde insanlara tebliğ ve beyan eden Hz. Peygamber sas, neye nasıl inanmamız gerektiğini bize kesin bir şekilde bildirmiştir. Temel inanç unsurlarında herhangi bir belirsizlik, kapalılık, ihtimallilik söz konusu değildir. “Amentü esasları” dediğimiz bu inanç umdeleri, kendisini “mü’min” olarak tarif eden herkes tarafından kesin bir şekilde bilinmesi ve inanılması gereken hususlardır. Bunlardan bir tekinin bile inkârı ya da tereddütle
karşılanması, kişiyi imanından eder. Ehl-i Sünnet’iyle Şia’sıyla bütün İslam fırkaları bu esaslara inanır ve inanılmasını zaruri görür.

Bir de bunlardan teferri eden hususlar vardır. Allah Teala’nın ahirette Mü’minler tarafından görülmesi meselesi buna örnek olarak zikredilebilir. Kabir azabı, Sırat, Mizan vb. hususların varlığına inanmak da böyledir. Bunlara inanan bir kimse, aslında bunların varlığını bize bildiren Kitap ve Sünnet nasslarına inancının bir göstergesi ve gereği olarak inanmaktadır. Bir başka ifadeyle bizler, bu ve benzeri hususlara, “Amentü esasları”ndan “Allah’a, Peygamber’e ve Kitab’a iman”ın tabii bir gereği, göstergesi ve açılımı olarak inanırız.

Bunlardan herhangi birinin inkârı iki durumda söz konusu olur:

1. Bunların varlığını bize haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığına inanmakla.

2. Bu ve benzeri hususlarda söz konusu bilgi kaynaklarında yer alan bilgi ve haberlerin açık ve kesin olmadığına inanmakla.

İşte “mezhep” olgusu bu noktada karşımıza çıkmaktadır.

Bu gibi hususlar, “aslî iman umdeleri”ne taalluk ettiği, onlar hakkındaki kanaat ve inancı ele verdiği için önemlidir.

Bunların varlığını haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığını söylemek, hadis ravilerinden başlayıp Sahabe’ye kadar uzanan bir dizi arızalı tutumu beraberinde getirir.

Mu’tezilisiyle, şiisiyle, haricisi ve modernistiyle bid’at mezheplerin tamamı bu noktada ana gövdeden ayrılmış ve farklı mülahazalar ileri sürmüştür. Aynı sıralama içinde ele alacak olursak:

1. Bu noktada, bunların mezhebî mülahazalar olduğunu ve aşılması gerektiğini söylemek son derece boş ve anlamsızdır. Zira bir kısmını zikrettiğim bu meseleler ya vardır veya yoktur. Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v) bunların varlığını ya haber vermiş veya vermemiştir. Ehl-i Sünnet, bu meseleler hakkındaki Kur’an beyanlarını, Kur’an-Sünnet
bütünlüğü içinde ele almakta ve bunların varlığına inanmaktadır. Bir diğer ifadeyle bunlar,

Ehl-i Sünnet var olduğunu söylediği için var değildir; aksine, var oldukları için Ehl-i Sünnet onların varlığını kabul ve ikrar etmektedir.
Bunları inkâr tutumu son derece tehlikelidir ve ucu, Kur’an’ın nakli meselesine kadar gider. Çünkü Kur’an da sonuçta bize kadar o nesiller tarafından aktarılarak gelmiştir.

2. Kur’an’ın bu konulardaki ayetlerinin açık delaletli olmaması durumunda yapılacak iş, Sünnet’e müracaat etmektir. Sünnet’te de böyle bir durum söz konusu olursa, Sahabe’nin tutumuna bakılır. Dolayısıyla ilgili Kur’an ayetlerindeki kapalı ya da ihtimalli delalet durumu, Sünnet tarafından netleştirilmekte, şayet Sünnet’te de böyle bir durum varsa, Sahabe’nin tutumu bu noktadaki fluluğu ortadan kaldırıcı bir unsur olarak işlev üstlenmektedir.

Bu şu demektir: Kur’an hakkında söz konusu olabilecek “göreceli” durum ve tutumları ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur Sünnet’tir ve şayet Sünnet hakkında da böyle bir durum ve tutum var ise, bunu ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur da Sahabe’dir.

Şu veya bu mülahazayla burada Sahabe unsuru devre dışı tutulduğu zaman yerine kaçınılmaz olarak başka unsur(lar) ikame edilecektir. Şia burada Ehl-i Beyt unsurunu devreye
sokmaktadır. Ehl-i Sünnet Sahabe’yi masum/yanılmaz saymadığı, Sahabe’den gelen haber, rivayet ve içtihadları Kur’an ve Sünnet ile Şer’î prensipler doğrultusunda değerlendirdiği için, “şazz” kategorisindeki Sahabe akval ve ef’alini (söz ve fiillerini) inanç, amel ve itibar dışı tutmuştur. İbn Abbâs (r.a)’ın, Efendimiz (s.a.v)’in Medine’de, düşman korkusu veya yağmur (bir başka rivayette “sefer durumu”) söz konusu olmadığı halde öğle ile ikindiyi ve akşam ile
yatsıyı cem ederek kıl(dır)dığı şeklindeki rivayeti, yahut Efendimiz (s.a.v) erkeğe altın ve ipeği yasakladığı halde altın yüzük takan bazı sahabîlerin bu tutumu, esas ittihaz edilmemiş sahabî tavırlarına örnek olarak zikredilebilir.

Ehl-i Sünnet böyle durumlarda “Sahabe’nin tavrı Efendimiz (s.a.v)’in tavrıdır. O da vahiy dışında hareket etmez. Dolayısıyla Sahabe’nin tavrı vahye dayanır” gibi bir mantık
yürütmemiştir. Ancak Şia’daki masum imam akidesi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Şii telakkisinde bütün masum imamların bilgisi ve içtihadı vahye dayanır, dolayısıyla kesin ve bağlayıcıdır.

 Bid’at fırkalarda itikadı mezhep belirlediği halde, Ehl-i Sünnet’te esas olan, itikadın mezhebi belirlemesidir.

E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hiç yorum yok: