15 Ekim 2021 Cuma

52- El-Hakk ism-i şerifi:


Tartışmasız ve şüphesiz olan gerçeğe hak denir. Allah’ın hak olması, onun varlığının kesin olmasıdır. Allah-u Teâla Hakk’tır ve hakkın ta kendisidir. Varlığı zaruri, yokluğu asla düşünülemeyen, hem ezeli hem de ebedi olandır. İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, hakkı bu manasıyla zâtî isimlerden saymış ve onun Esmâ-i Hüsnâ içinde lafza-i celâlden hemen sonra geldiğini söylemiştir.

Allah-u Teala'nın varlığı daima sabittir. O'nun zatı, yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. Hakikaten var olan yalnız Allah’tır ve hiç değişmeyerek hakikaten sabit olan da O'dur. Çünkü O, varlığında zatından başkasına muhtaç değildir. Kainat dediğimiz başka varlıklar ise, Allah-u Teala’nın yaratması ile var olmuşlardır. Onların içinde varlığı, "ezeli ve kadîm" hiçbir mevcut yoktur. Hepsi de sonradan yaratılmış ve her birinin ömrü bir başlangıç ve bir son ile çevrilmiştir. Zamanın ancak bir parçasını işgal ederler. Sonra bütün kainat ve onun her zerresi, ömürleri boyunca bir hal üzere sabit değildir. Daima halden hale, tavırdan tavıra değişir dururlar.

İşte bütün kainatı kaplayan ezeli nizam budur. Allah’tan başka her şey değişir, yıkılır, tekrar yapılır; baki, ancak Hak'tır.

Allah’ın varlığı şu âlemdeki en büyük hakikattir. Her bir varlık, yokluktan varlık âlemine çıkmasıyla; hayat verilmesiyle, yaratılışıyla, rızıklandırılmasıyla Hak olan Allah’ı bizlere anlatmaktadır.

O’nun varlığı hak olduğu gibi isim ve sıfatları, sözleri ve fiilleri de haktır. Ne yapmışsa, ne emretmişse hepsi haktır. Gönderdiği peygamberler, indirdiği kitaplar haktır. Kısacası Allah’ın dini, peygamberi, emri, işi gibi O’na nispet edilen her şey haktır. Hak Allah olmasaydı hakikat diye bir şey olmazdı. Evrendeki gerçekliği O’nun varlığını hesaba katmadan anlayabilmek imkânsızdır. Bir şey hakikat olup da Allah-u Teala ile bir bağı olmaması imkânsızdır. Allah’tan kopuk çalışan bir akıl eğer ulaştığı hakikatin Allah ile ilişkisini kuramazsa o hakkaniyetli bir sistem ve toplum inşa edemez. 

İnsanların kendine göre bir hakikat ölçüsü vardır. Kimi faydası, kimi iyiliği, kimi de güzelliği ile belirler eşyanın değerini. Gerçeği sadece gerçek olduğu için beğenip seven azdır. Biz yaratıcımızın gerçekliğini O’nu dinleyerek öğreniriz. O’na ulaşmanın başka yolu yoktur çünkü.

Kur’an-ı Kerim’de hak kelimesi çeşitli formlarda kullanılır. Bu zengin kullanım içinde pek çok yerde Allah’a nispet edilir. Bunların bazısında doğrudan zat-ı ilahiyyeye izafe edilir. (Kehf, 18/44; Hac, 22/6, 62; Nur, 24/25; Lokman, 31/30.) Kur’an’da yüzlerce kez tekrarlanan hak kavramı Allah’tan başka Hz. Peygamber’in (Bakara, 2/119; Tevbe, 9/62; Neml, 27/79.) ve dinin (Tevbe, 9/29, 33; İsra, 17/81.) hak olduğunu da ortaya koyar. Hak aynı zamanda Kur’an’ın ismidir. (Bakara, 2/176; Yunus, 10/94.) Fussılet suresinin 42. ayetinde açıkça dile getirildiği üzere Kur’an baştan sona haktır; batıl onun yanına bile yaklaşamaz. Allah’ın indirdiği kitapların gerçekliğini göremeyenler aslında Allah’ın Hak oluşunu layıkıyla takdir edemeyenlerdir. (Enam, 6/91.) Hak ismi Kur’an’da Melik (Taha, 20/114; Mü’minun, 23/116.) ve Mevla (En’am, 6/62.) gibi otorite bildiren sıfatlarla birlikte gelerek Allah’a karşı hiçbir güçte gerçeklik görmemek gerektiği vurgulanır.

Kur’an’da “Hakk” kavramının neredeyse bütün boyutlarıyla ve kuvvetle vurgulandığı yer Yunus suresidir. Surenin 30. ayetinde kıyamet gününde Hakk olan Mevla’nın huzuruna çıkıldığında kendisine tanrı gibi muamele ettiği tüm varlıkların kişiyi tek başına bırakacakları hatırlatıldıktan sonra 31. ayette Hakk İlah’ın vasıfları sayılıyor ve kâinatın sevk ve idaresini yürüten, bütün işleri elinde tutan gerçek tanrıya neden kulluk edilmediği soruluyor. Esas olarak da 32. ayette ise önemle “Bu hakikat kabul edilmediğinde geriye sapıklıktan başka ne kalır?” diye sorularak iman meselelerinde yalnızca hak ve batılın olduğu; ikisinin arasında belirsiz bir alan olmadığı vurgulanıyor. 33 ve 34. ayetlerde Allah-u Teala hakkında yanlış inançlara sapanların hâlleri kısaca özetlendikten sonra 35. ayette “Sadece Allah insanı hakka/doğru yola iletir.” denilerek vahyin ışığı olmadan hakka ulaşmanın imkânsızlığı gösteriliyor.

Hakk’ın zıddı batıldır. Gerçek dışı ve asılsız anlamına gelir. Bir şey hak ise onun varlık içinde bir anlamı ve yeri vardır; batıl ise anlamsız ve amaçsızdır. O yüzden batıl yok olmaya mahkûmdur. (İsra, 17/81; Enbiya, 21/18; Şura, 42/24.) Halbuki Allah’ın yarattığı hiçbir şey batıl değildir. (Âl-i İmran, 3/191; Sad, 38/27.)

 Hakikate saygı duymayıp onu istediği gibi evirip çevirmeye kalkanlar Yüce Allah başta olmak üzere O’nun dinini, kitabını, peygamberini kendi arzu ettikleri gibi tanımlamak isterler. Böyle olunca da hakkı batılla karıştırmış olurlar. Oysa bir kez batıl ile karıştırılan hak, artık hak olma ve doğruya ulaştırma niteliğini yitirir. (Yunus, 10/30-35; Mü’minun, 23/7.) Hak geldikten sonra batılın ortaya bir şey koyma veya durumu haktan önceki hâle geri döndürme gücü asla yoktur. (Sebe, 34/49.) Kur’an-ı Kerim hak ile batılı karıştırmama konusunda bilhassa dikkatlerimizi çeker. (Bakara, 2/42.) Tarih boyunca hakkın karşısına batılla çıkarak onu yok etmeye çalışanların sonlarını haber vererek bu yola girmememizi söyler. (Kehf, 18/56; Mü’min, 40/4-6.) Bütün bunlara rağmen tek hedefi bu dünyanın gösterişli hayatı olduğu için batıl yollara sapanların öbür dünyada amellerinin batıl çıkacağını haber verir. (Hud, 11/15-16.) Pek çok yerde de malların batıl yollara başvurularak ele geçirilmesi eleştirilir. (Bakara, 2/188; Nisa, 4/29, 161; Tevbe, 9/34.)

Hakk’ın tecellisine mazhar olanlar için hak her şeyden yücedir. İbn Abbas radıyallahu anh’tan bir rivayette hakkın hatırının yüceliğini gösteren bir hatırlatma yapılır: “Sana hakkı getirenden hakkı kabul et! Küçük, büyük ya da hoşlanmadığın birinden de olsa. Batılı da reddet! Küçük, büyük veya hoşlanıp sevdiğin birinden de olsa.” 

Ayrıca İslam’a göre hakikat gizli saklı değildir. Gazali rahmetullahi aleyh’in de işaret ettiği gibi alenidir ve herkesin erişimine açıktır. Bu yüzden hakikate ulaşmak için bizi sırlı bilgilere erdirecek gizemli yollara ihtiyacımız yoktur.

Evet, bu ismin tecellisiyle bizler hakkı hak, batılı batıl olarak biliyoruz. Eğer Cenab-ı Hakk’ın bu isminin tecellisi olmasaydı bizler neyin hak, neyin batıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektik.

Bu ism-i şerife karşı vazifemiz ise şudur;

Hak ile gönderilen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e ve hakkın ezeli kelamı olan Kur’an’a tabi olmaktır. Ta ki bununla Hakk’ı hak bilip hakka tabi olalım batılı batıl bilip ondan yüz çevirelim.

Son olarak da;
Abdullah b. Abbas radıyallahu anh’ın rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem teheccüd namazındaki duasında El Hakk ismiyle şöyle dua ettiğini aktarır: “Allah’ım! Sen haksın, vaadin hak, sözün haktır; sana kavuşmak haktır, cennet hak, cehennem haktır; peygamberler haktır; kıyametin kopması haktır.” (Buhârî, “Tevhîd”, 24, 35; Müslim, “Müsâfirîn”, 199)

Cenab-ı Hak bizleri hakkı gören, hakkı dinleyen ve hakkı söyleyen hakiki kullarından eylesin. Aminn.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

14 Ekim 2021 Perşembe

51- Eş-Şehîd ism-i şerifi:


Şehîd, şehadet kökünden türemiştir ve şehadet de “kesin olarak bilen ve bildiğini haber verme konusunda kendisine güvenilen kimse” demektir. Şehadet kesin tanıklık ifade ettiği için; Allah’a ve peygamberine imanımızın tanıklık beyanı olan cümleye “kelime-i şehadet/tanıklık ifadesi” denir. Şehit olanlar da Rablerinin şehitlere vaat ettiği nimetlere şahitlik ettiklerinden o sıfatı alırlar.

"Şehîd", "şâhid"in mübalağasıdır. "Şâhid", bir hadise meydana gelirken, orada hazır olup hadisenin meydana gelişini gözleriyle gören kimseye denir.

Fakat hadise yerine uzak olanlar, gözleriyle göremeyeceklerinden, başka vasıta ile hadiseyi öğrenseler bile onlara şahit denmez.

İnsanlar bulunmadıkları bir yerde olan biteni bilemedikleri gibi bizzat bulundukları ortamda da hakikatin tamamını bilemezler. Örneğin kısa süre önce yaşadığımız bir olayla ilgili bilgimize başvurulsa, sorular arttıkça aslında detayları nasıl da gözden kaçırdığımızı fark ederiz. 

Allah-u Teala, işte bu suretle, kullarının görmedikçe bilemeyecekleri ya da gördükleri halde hakikatin tamamını bilemeyecekleri bütün hadiseleri bilir, onun için her şeye karşı Allah hem şâhiddir, hem şehîddir.

Rabbimizin Şehîd ism-i şerifi ile tecelli etmesi, O'nun her ayrıntıyı görmesi, hiç ayrılmadan, devamlı yanımızda olması demektir. “Allah her yerde hâzır ve nâzırdır” demek, O’nun her zerreye yakınlığı birdir, hiçbir şey O’ndan uzak olup gözünden kaçamaz demektir. Yani Rabbimiz hayatımızın tanığıdır ve mahkeme-i kübrada bizim iddialarımıza karşılık O’nun tanıklığı olacaktır. Çünkü bir tek O “her şeyi aslî hüviyetiyle tam olarak bilen”dir. Bu cihetiyle onun adı "Alîm"dir. Hadiselerin iç yüzünü bilmesi yönünden O'nun adı "Habîr"dir. Dış yüzünü bilmesi yönünden de adı "Şehîd"dir.

 O halde, başkalarının yanında yapmaktan çekindiğimiz kötü işleri, tek başına kaldığımız vakit yapacak olursak, her anda ve her yerde hazır ve nazır olan Allah-u Teala'ya önem vermemiş oluruz. Allah’ın her yerde bulunduğuna ve her işi gördüğüne inanmış olanlar, kimsenin yanında kötülük yapamadığı gibi tek başına kaldığı ve hiç kimsenin görmediği, duymadığı yerde dahi bir kötülük yapamaz. Hatta kötülük yapmayı içinden daha iyi geçiremez. Çünkü Allah Alîmdir., Habîrdir, içimizi de dışımızı da aynı suretle görür ve bilir.

Şehîd ismi şerifi, Alîm ve Habîr isimlerine benzer. Aralarındaki ince fark şudur: İlim, mutlak olarak nazara alındığında Allah Alîmdir. İlim gayba izafe edildiğinde, yani Allah’ın, gaybı bildiğinden bahsedildiğinde Allah Habîrdir. İlim zahiri işlere izafe edildiğinde, yani Allah’ın, görünen eşyayı bildiğinden bahsedildiğinde ise Allah Şehîddir. Yani mesela, Allah beni bilmesiyle Alimdir; kalbimden geçenleri bilmesiyle Habîrdir; zahiri işlerimi bilmesiyle de Şehîd’dir.

En’am,19. ayetin bildirdiğine göre Rabbimiz en yüce, en büyük şahittir. Rabbimizin şahitliği yanında, bütün yaptıklarımız organlarımız tarafından da kaydedilmektedir ve kıyamet gününde hepsi şahitlik edecektir (Nur, 24/24; Yasin, 36/65; Fussılet, 41/20.) O gün hesap meydanına herkes amellerinin şahitleriyle birlikte sürülecektir (Kaf, 50/21.) ki insan inkâr veya gizleme için hiçbir yol kalmadığını bilecek ve hesabını o şekilde verecektir. Aslında insan her hâliyle daha bu dünyada iken ne kadarlık biri olduğuna kendisi şahitlik edip durmaktadır. (Adiyat, 100/7.)

Bu arada Rabbimizin şahitliğini sadece ahirette tecelli edeceğini düşünmemek gerekir. Tersine O, dünya hayatımızda da bizi bir an bile şahitsiz bırakmamaktadır. (Al-i İmran, 3/18.) Aslında Rabbimizin Şehîd isminin en büyük tecellisi de peygamberler göndermesi olmuştur. (Nisa, 4/41; Maide, 5/117; Nahl, 16/84, 89;Hac, 22/78; Kasas, 28/75.) Onlara iman edenler de kendi çağlarının örnek alınacak rol modelleri, şahitleri olurlar. (Bakara, 2/143; Al-i İmran, 3/52-53.) Kaf suresi 37. ayet bu şahitliği hakkıyla ifa edebilmek için kulaklara ve kalplere dikkatimizi çeker.

Hukuki davalarda tanıklığına başvurulan kişinin, o anda insan hayatı ve şerefine dair taşıdığı sorumluluğun idrakinde olması ve şahitliğini Allah rızasından başka bir amaç gütmeden hakka göre yapması da Kur’an’da dehşetli ifadelerle vurgulanır. (Nisa, 4/135; Maide 5/8.)

Bu ismin muhtevası insanı bütün düşünce, duygu, niyet ve amellerinde dikkatli ve dürüst olmaya davet eder. Böylece bugünkü psikolojinin ısrarla vurguladığı iç denetimi -bizim bildiğimiz adı ile murakabeyi- başarmaya yardımcı olur. Bütün varlık âlemi içinde bunu yapabilecek tek varlık insandır. Çünkü kendi davranışlarına dışarıdan bir gözle bakabilme yetisi bir tek ona verilmiştir. 

Murakabe haline ulaşan, yani her an Allah-u Teala’nın gözetiminde olduğu bilincine eren kişi artık ihsan makamındadır ve böyle biri için başkalarının ne diyeceği tamamen önemini yitirmiştir. Artık kişinin hesap vereceği tek makam, vicdanına yerleşmiş olan Rabbinin gözetiminde olduğu şuurudur.

Bu isimden insanın hissesi şudur: Allah-u Teala, tüm insanların her an, her saniye kalplerindeki niyete, akıllarından geçen her düşünceye şahittir. Öyleyse kişi her vakit Allah’ın her ameline şahit olduğunu; yaptıklarını gördüğünü ve bildiğini düşünmeli ve buna göre davranmalıdır. Bir günahı işlerken insanların görmesinden ve bilmesinden rahatsız olan insan, Allah’ın her haline her an şahit olduğunu unutmamalıdır.

Rabbimiz bizleri de bu ismin hakikatine ulaştırsın. Amin.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

13 Ekim 2021 Çarşamba

50- El-Bâis ism-i şerifi:


Biz Allah-u Teala’yı tanımaya çalışıyoruz. O'nu, bilimle, felsefe ile, felsefe bulaşmış kelamla ya da batıni tasavvufla hakkıyla tanıyamayız. Allah Azze ve Celle’yi, Ebu Hanife’nin dediği gibi, sadece Kur’an-ı Kerim’de O’nun bize kendini anlattığı ayetlerle, Kur’an’daki ve sahih sünnetteki esması ile bilebiliriz. Biz O’nun zatını değil ayetlerini ve nimetlerini düşünürüz. O bütün sıfatlarında en mükemmel olandır, O’nda hiçbir eksiklik ve kusur yoktur. O, ne yapmışsa en güzelini yapmıştır. İsteklerimizi asla karşılıksız bırakmaz. Biz görevimizi yaptıktan sonra O’na güvenip tevekkül ederiz. O kendisine güveneni güvende kılar. Rahmeti gazabına galiptir. Merhameti sebebiyle nice günahları affeder. Ama ısrar eden suçluları da cezalandırır, bu da makuldür ve fıtrata uygundur. Cezalandırmayan tanrı Allah olamaz. Her şeyin yaratıcısı, yaşatıcısı O’dur.


Gerçek hürriyet böyle bir Allah’a kul olmaktır. Çünkü O’na kul olmayan, sayısız ilahlara kul olmak zorundadır. İnsan sahte ilahların kulluğundan ancak Allah’a inanmakla kurtulabilir.

Bütün isyanlar, günahlar ve yoldan çıkmalar Allah’ın unutulması, yani zikredilmemesi sebebiyledir. Buna ibadetsizlik de diyebiliriz. Zikrin yani O’nu hatırlamanın asgari ölçüsü beş vakit namazdır. Allah’ı unutmamanın O'nu hatırlamanın en etkili bir yolu da O'nu esmasıyla anmaktır. Bunun için de O'nun en güzel isimlerini öğrenmek, kavramak gerekiyor.

İşte bugün kavramaya çalışacağımız ism-i şerifimiz:
Kışın ölen ağaçların bahar mevsiminde diriltilmesini gördüğünüzde ya da kışın ölen sineklerin, böceklerin, bir sonraki baharda aynen diriltildiğini gördüğünüzde Rabbimizi hangi ismiyle zikredersiniz? Ya da bizleri, ölümün kardeşi olan uykudan uyandıran ve ölmüş, çürümüş, toprağa karışmış bütün insanları bir anda diriltecek ve kabirlerinden çıkaracak dediğimizde, Mevla’mızın hangi ismini hatırlarsınız?

Bunlar hep El-Bâis isminin tecellileridir. 

 El-Bâis isminin en geniş manadaki tecellisi, kıyametten sonra bütün insanların diriltilip, kabirlerinden çıkmalarında gözükecektir. Bir diğer manası ise, peygamberler gönderen demektir. Aslında peygamberlerin gönderilmesi de bir nevi diriliştir. Çünkü Peygamberler, bir nevi ölü hükmünde ve hidayetten yoksun olan kavimlere gönderilmiştir. Peygamberler hidayetin yollarını o insanlara göstererek onların manen dirilişine sebep olmuşlardır. Her peygamber, Allah tarafından gönderilmesiyle bu ism-i şerife mazhar olmuştur. Demek, Peygamberler göndererek; ölü kalpleri hidayetle dirilten, Rabbimizin El Bâis ismi şerifidir.

Ba’s kelimesinin sözlükte iki temel anlamı vardır: harekete geçirmek ve diriltmek. Aslında diriltmek de bir nevi harekete geçirmektir. Çünkü hareket diriliğin belirtisidir ve diriltmek ölmüş bedenlere (veya kalp ve akıllara) hareket vermektir. Böyle olunca Bâis ruh vererek bedenlere, peygamber göndererek ruhlara ve düşünceler ilham ederek akıllara hayat ve dirilik veren demektir.

Bildiğiniz üzere ba’s, İslami literatürde asıl ve en yaygın olarak, “kıyamet gününde Allah’ın ölüleri kabirlerinden çıkararak yeniden canlandırması” anlamında kullanılır. Buna göre Bâis isminden ilk anlaşılan vakti saati geldiğinde “ölüleri dirilten”dir.

 Doğum, ana rahminden dünyaya gelişin ismi, ölüm dünyadan kabre göçüşün ismi olduğu gibi, ba’s da kabirden mahşere çıkışın ismidir. Gerçekte, ömrümüzün her safhası bir diriliştir. Ana rahminde nutfeden alaka safhasına geçen bir beden için, nutfe safhası ölmüş, yeni bir devre başlamıştır. Evreden evreye geçerek dokuz ay devam eden bu yolculuk, dünyaya çıkışla yeni bir devreye girer. Ölümle bu safhaya son verildiği gibi, Kabir ile başka bir diriliş başlar. Daha sonra Kıyametin kopması ile kabir hayatı sona erer. 

Bu safhada Allah Teala insanları ölüp toprak olduktan sonra dirilterek kabirlerinden kaldıracak "Mevkıf-ı Arasat" denilen çok geniş, dümdüz, hiç bir ağacın, binanın olmadığı boş bir yere çıkaracaktır. Yani dünyaya geliş gibi, bölük bölük ve birbirinden doğup türeme suretiyle değil, ilk insandan son insana kadar dünyaya ne kadar insan gelmiş geçmişse, hepsi birden kabirlerinden Arasat meydanına çıkarılıvereceklerdir. Bu haktır ve gerçektir, muhakkak surette olacaktır.
Allah-u Teala, bu hakikati bütün indirdiği kitaplarda bildirmiş, bütün Peygamberlerle insanlara duyurmuştur. Böyleyken insanlar içinde ahiret akidesini inkar eden bir sınıf hiç eksik olmamıştır. Her Peygamber, ümmetine bu akideyi haber verdikçe, onlar bu haberi büyük bir şaşkınlıkla karşılamışlardır. Kuran'da hemen her surede bu konuya dair ayetler vardır. Çok defa münkirlerin ağzından
(Sâffât Suresi - 16-20 . Ayetler) "Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi ­diriltilecekmişiz? Geçmişteki atalarımız da mı? dedikleri hikaye edildikten sonra Allah-u Teala, Resulüne ferman buyuruyor: ”De ki: “Evet, siz ba's olunacaksınız; hem de burnunuz yere sürtülerek!" Derhal bütün ölülerin gözü açılıverir. ”Kuşkusuz o, bir tek korkunç sesten ibarettir; bunun ardından onlar şaşkınlıkla etrafa bakıyor olacaklar! “Eyvah” diyecekler, “İşte hesap günü!” Onlara denecek ki: Evet bu, işte sizin yalan dediğiniz fasl günü."

Übey b. Halef adında, Resûl-i Ekrem’e karşı her türlü kötülüğü yapan Kureyş eşrafının yanında yer alan biri, bir gün toprak altında çürümeye yüz tutmuş bir kemiği eline alıp ufaladıktan sonra Resûlullah’a doğru savurarak, “Toz olup gittikten sonra bu kemiğin diriltileceğini mi iddia ediyorsun?” der. Bunun üzerine, Yâsîn suresi 78-79 ayetlerde “Kendi yaratılışını unutup bize karşı misal vermeye kalkışıyor ve şu çürüyüp un ufak olmuş kemikleri kim diriltecek diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltir; çünkü O her türlü yaratmayı gayet iyi bilendir” meâlindeki âyetlerin indiği rivayet edilir. Meryem sûresinde, “İnsan ben öldükten sonra diri olarak mı çıkarılacağım diyor” meâlindeki 66. âyetin de Übey b. Halef’in eline bir kemik parçası alıp ufaladıktan sonra, “Muhammed, öldükten sonra dirileceğimizi zannediyor” demesi üzerine nâzil olduğu belirtilmektedir (Vâhidî, s. 173).

Ardından, Sura ikinci defa üfürüldüğünde artık haşr-ı azam dediğimiz büyük diriliş ile de mahşer hayatı hesap, mizan, sırat ve cennet ve cehennem hayatı başlar.

İnanç problemi yaşayan insanların önemli bir bölümü yaratılışı kabul ettikleri hâlde dirilişi inkâr ederler. (En’am, 6/29; Nahl, 16/38.) Bunun altında dinin koyduğu sınırlara uymamak ve her türlü uhrevi sorumluluğu ret vardır. Eğer dirilmeyeceksek ve ölüm nihai son demekse bütün sorumluluklar anlamını yitirir.
 
Dirilişe ve hesaba iman eden ise inancının belirlediği her alandaki sorumlulukları kabul etmiş demektir. 

Bu nedenle Rabbimiz bütün inkârcılara cevap olmak üzere Kur’an’da diriliş üzerinde çok durur. (Hac, 22/5-7; Lokman, 31/28; Tegabün, 64/7.) Çünkü dirilişi kabul etmemek demek her alandaki sorumluluğu ret anlamında da olduğu için Allah’ı inkârla aynı kapıya çıkar.

Günümüz deistlerinin mantığı da aynıdır. Allah’ın yaratıcılığından bahsederken hayran olunacak sözler eden bu insanlar dirilişi kabul etmeyerek Allah’ı tamamen hayatın dışına itmek isterler. Çünkü diriliş yoksa hesap da yoktur. Hesap yoksa kurallar ve sorumluluklar da yoktur. Ahiret inancının dindeki bu asli yeri nedeniyle Kur’an ve sünnette Allah’a imanla ahirete iman hep yan yana zikredilir. Çünkü biri olmadığında diğeri de işlevsizdir. (Nahl, 16/22.) 

Aslında dirilişten şüphe duymak Allah’ın güç ve kudretinden şüphe duymak demektir. (Ahkâf, 46/33; Kıyamet, 75/3-4.) Oysa Allah ilk yaratılışımızda cansız maddelere hayat vermiş, yani ölüden diriyi çıkarmıştır. (Âl-i İmran, 3/27; En’am, 6/95; Rum, 30/27.) Bunu ilk kez yapmak mı, ikinci kez yapmak mı daha zordur, bunu bile düşünemezler.

Allah-u Teala bir şeyi yaratmak isteyince ona sadece "Ol" der. Bu emirle hemen o şey oluverir. Allah her şeye kâdirdir. Dilerse "ol" der uçsuz bucaksız kainat yok oluverir. Ya da dilerse göz açıp kapamaktan da daha kısa bir sürede yepyeni ve bambaşka âlemler meydana getiriverir.


Hem biz Allah-u Teala‘nın bir damla sudan her gün binlerce insanoğlu yaratıp onlara can verdiğini görüp duruyoruz. Anne karnı da bir çeşit kabirdir ve Bâis olan Rabbimiz her gün binlerce insanı nasıl bu ana karnı kabrinden dünyaya çıkarıyorsa, böylece insanları da kabirlerinden ahiret sahasına çıkaracaktır.

"Ba's", insanın kabrinden kalkması ve can bulması demektir. Dünyaya doğmak da insanın ana karnından çıkmak yolu ile olan bir "ba's"tır. Bu "ba's"'ı gören, yarınki "ba's"'ı gözüyle görmüş demektir.

Bâis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmemekle birlikte aynı kökten türeyen elliyi aşkın kelime Allah’a nispet edilmektedir. Bunların çoğunda peygamber gönderme ve dirilişten bahsederken mesela En’am suresi 60. ayette ölümün kardeşi olan uykudan sonra her yeni güne dirilerek başladığımız anlatılır. Özellikle peygamber gönderme konusu Kur’an’da sayısız ayette bu kelime ile ifade edilmiş (Bakara, 2/56, 129.) ve bu şekilde vahyin diriltici yönüne çok açık bir şekilde işaret edilmiştir. (Âl-i İmran, 3/164; Cuma, 62/2.)

Kur’an’da kıyamet gününün mutlaka geleceği (Mü’min, 40/59.), kabirlerin açılacağı (İnfitar, 82/4.), yeryüzünün içindeki ağırlıkları dışarı atacağı (Zilzal, 99/2.) ve Allah’ın insanları tekrar dirilterek yerden ot bitirir gibi topraktan çıkaracağı (Nuh, 71/17-18.), bütün yaratılmışların yeniden canlanarak (Zümer, 39/68.) belli bir hedefe odaklanmış şekilde koşup (Mearic, 70/43.) Rablerinin huzuruna çıkacakları (Yasin, 36/51.) bildirilmiştir.

 Kur’an’a göre kıyametin bir adı da yevmü’l-ba’s -diriliş günü-dür. (Hicr, 15/36; Rum, 30/56.) O gün insanlar arasında dünyada kurulmuş olan hiçbir bağ fayda vermez, herkes kendi derdine düşer, hatta insan kendisinden hak isteyeceklerinden korkarak bütün yakınlarından kaçar. (Abese, 80/34-36.) Herkes tek başınadır. (Meryem, 19/95.) Bazı yüzler ak, bazı yüzler karadır. (Âl-i İmran, 3/106.)

Kur’an, ölümden sonra dirilişi hayretle karşılayan ve bu konuda kesin bilgi sahibi olmak isteyenlerin taleplerini dikkate almış ve onlara cevap olarak, ölmüş ve parçalarına ayrılmış bazı canlıların yeniden diriltildiğini göstererek (Bakara, 2/72-73, 259-260.) diriliş gerçeğini insan zihninin kavrayacağı şekilde ortaya koymuştur. (Burada dikkatimizi çeken bir başka husus diriliş inancıyla alay ederek sorular soranlara hep yaratılış örnek verilirken, gerçek bir öğrenme isteğiyle soru soranlara gerçek canlandırmalarla cevap verilmesidir. Bu iki soru tarzına yaklaşım örnekleri insan ilişkileri ve eğitim metotları açısından son derece öğreticidir.)

İnsanlığın en büyük maksadı beşerin en büyük vazifesi hidayete mazhar olup manen dirilmektir ki bu ancak ve ancak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e tabi olmakla mümkündür. O’nun sünnetinden ve tebliğ ettiği hükümlere yüz çeviren kalpler görünüşte yaşasa da manen ölü hükmündedir. 

Bu ismi şerife karşı vazifemiz ise öldükten sonra diriltilen tüm mahluklar üzerinde Rabbimizi El Bais ismiyle zikretmek, bir gün kendisinin de ölümden sonra diriltileceğini düşünerek ölümden sonraki o hayat için ciddi çalışmaktır. Yine El Bais isminin tecellisi ile ölü kalpleri hidayetle diriltmek için gönderilen peygamberimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ve onun sünneti seniyesine tabi olmaktır. Ta ki getirdiği o nur ile manevi hayatımız canlanıp kalplerimiz dirilsin.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntılar vardır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

12 Ekim 2021 Salı

Allah-u Teala’nın unutulması


Bütün isyanlar, günahlar ve yoldan çıkmalar Allah’ın unutulması, yani zikredilmemesi sebebiyledir. Buna ibadetsizlik de diyebiliriz. ‘Âdem unuttu ve yoldan çıktı’
.Tâhâ Suresi,115. Ayet‘Sakın Allah’ı unuttukları için Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın’. Haşr Suresi,19. Ayet 

Zikrin yani O’nu hatırlamanın asgari ölçüsü beş vakit namazdır. O, ‘Beni zikir için namazı dosdoğru kılın’ buyurur. Taha suresi, 14. ayet

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/allahu-ekber-buyuk-allahtir-2059372

11 Ekim 2021 Pazartesi

Allah-u Teala ısrar eden suçluları cezalandırır!


Allah hakkında hüsnü zan beslemek esastır. O Hakîm, Alîm, Kerîm olduğuna göre ne yapmışsa en güzelini yapmıştır. İsteklerimizi asla karşılıksız bırakmaz. Biz görevimizi yaptıktan sonra O’na güvenip tevekkül ederiz. O kendisine güveneni güvende kılar. Rahmeti gazabına galiptir. Merhameti sebebiyle nice günahları affeder. Ama ısrar eden suçluları da cezalandırır, bu da makuldür ve fıtrata uygundur. Cezalandırmayan tanrı Allah olamaz. Her şeyin yaratıcısı yaşatıcısı O’dur.

Gerçek hürriyet böyle bir Allah’a kul olmaktır. Çünkü O’na kul olmayan, sayısız ilahlara kul olmak zorundadır. İnsan sahte ilahların kulluğundan ancak Allah’a inanmakla kurtulabilir.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/allahu-ekber-buyuk-allahtir-2059372

10 Ekim 2021 Pazar

Allah-u Teala'yı nasıl tanıyabiliriz?


Biz Allah’ı bilimle, felsefe ile, felsefe bulaşmış kelamla ya da batıni tasavvufla hakkıyla tanıyamayız. Allah’ı, Ebu Hanife’nin dediği gibi, sadece Kur’an-ı Kerim’de O’nun bize kendini anlattığı ayetlerle, Kur’an’daki ve sahih sünnetteki esması ile bilebiliriz. Biz O’nun zatını değil ayetlerini ve nimetlerini düşünürüz. O bütün sıfatlarında en mükemmel olandır, O’nda hiçbir eksiklik ve kusur yoktur.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/allahu-ekber-buyuk-allahtir-2059372





9 Ekim 2021 Cumartesi

Allah’ın bilimle ispatı mümkün müdür?


Allah’ın bilimle ispatı mümkün olmadığı gibi bilimle inkârı da mümkün değildir. İmanı sağlayan şey; insanın fıtratındaki yüce bir varlığa inanma duygusu, yanlış bilgi ve ön yargılarla bozulmamış vicdan, aklıselim ve vahiydir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığı ve birliği konusunda insanın dikkatine sunulan en önemli delil tabiatta zerreden kürreye kadar görülebilen mükemmellik ve düzen yani kozmostur. Bu delillerin her birine ayet denir. 

İnkâr yani küfür ise bu ayetlerin okunmamasının sonucudur. Zaten küfrün kelime anlamı örtmek demektir. İnsanın mayasında var olan kendini beğenip ululama yani kibir de inanmamanın temel sebeplerindendir.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/allahu-ekber-buyuk-allahtir-2059372

8 Ekim 2021 Cuma

Allah’a iman ve bilim


Eğer Allah’a iman bilimsel yollarla ispat edilebilseydi o zaman insanın seçme özgürlüğünün ve iman edenin mükâfat, inkâr edenin ceza almasının bir anlamı kalmazdı.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

6 Ekim 2021 Çarşamba

49- El-Mecîd ism-i şerifi:


Allah-u Teala Mecid’dir, şan ve şeref sahibidir. Zatında ve sıfatlarında yücedir. Varlığına erişilemez, yüceliği kemal noktadadır, ulviyeti eşsiz ve benzersizdir.

Mahlukatından dilediğine şan ve şeref verir. Kendilerine şan ve şeref verilmiş bütün kullar, El-Mecid isminin tecellisiyle bu şan şerefe sahip olmuşlardır. Onlarda gözüken şan ve şeref, onların zatî malı olmayıp, Mecid isminin bir tecellisidir. 

El- Mecid isminin bu manasında şöyle bir ince anlam vardır. Sadece şeref sahibi olana “Mecid” denmez. Zatının şerefine, güzel işleri de katılırsa ona Mecid denilir. Yani mesela, şan ve şeref sahibi bir aileden gelmiş birisini düşünelim. Bu kişi, ailesinin şerefiyle şeref kazanmıştır, yani şerîftir. Ancak bu kişiye Mecid denilebilmesi için, bu şerefinin yanına güzel işler de katmalıdır. Eğer güzel işler katmazsa, Şerîf olarak kalır, ama Mecid olamaz. Mecid olabilmesi için, şerefini, güzel amellerle süslemelidir.

İşte Allah-u Teala, şan ve şerefine, güzel işler eklediği için Mecid ismiyle müsemmadır. O güzel işler, her biri, güzel bir isminin tecellisidir. Şerîf olan Rabbimiz, o güzel isimlerinin tecellisiyle aynı zamanda Mecid’dir.

El-Mecid eşsiz, benzersiz, şan ve şeref sahibi, cömert ve ihsanı çok olandır. 

 El-Mecid, en üstün niteliklerin en son noktasındadır. Bu mükemmelliği ifade etmesinden ötürü Mecid ismi diğer bütün esmanın kusursuzluğunu da vurgular. Yüce Rabbimizin bütün isim ve sıfatlarının ihtiva ettiği manalara en üstün düzeyde sahip olduğunu gösterir. (Buruc, 85/15.) Bu sebeple Gazali rahmetullahi aleyh, Mecid’i "zatı yüksek, fiilleri güzel, nimet ve ihsanı bol olan" diye tarif eder.  O’nun yüceliğini layıkıyla anlamada zihinlerimiz ve ifade etmede dillerimiz yetersizdir.

Genellikle âlimler, Mecid ismini Allah Teala’nın zatına ve sıfatlarına yönelik olmak üzere iki açıdan yorumlamışlardır. Zata yönelik yorum acz ve eksiklikten, yani yaratılmışlık özelliklerinden berî ve münezzeh tutmayı, fiillerine yönelik yorum da lütuf ve ihsanının çok olduğunu belirtmeyi amaçlamıştır. Esma-i Hüsna şarihi merhum Ali Osman Tatlısu bu ismin azamet ve kudretinden dolayı ulaşılamaz olmak ve yüksek huylarından, güzel işlerinden dolayı övülüp sevilmek şeklindeki iki yönüne dikkatlerimizi çeker. Sonra da ekler: güzel ahlaklı fakat herhangi bir kuvvet karşısında aciz kalan insana mecid denmediği gibi ulaşılamaz bir mevkide bulunduğu halde zorba olana da mecid denemeyeceğini vurgular. Bu kıyaslama Rabbimizin Mecid ismini daha iyi anlamamıza yardım eder.

Bu ismin en büyük tecellisi bizzat Kur’an’ın kendisidir. Mecid vasfı Kaf suresinin ilk ayetinde Kur’an’ın sıfatı olarak zikredilir. Yani Kur’an Mecid olan Yüce Allah’ın Mecid olan kelamıdır. Bu nedenle o başka sözlerle kıyaslanamaz. Zira büyüğün sözü de büyüktür. Elmalılı rahmetullahi aleyh bu ayeti tefsir ederken mecd kavramının içeriğine değindikten sonra "Şu hâlde Kur’an-ı Mecid, şerefi kitapların hepsinden büyük olan yahut manasını bilip amel edeni şereflendiren şanlı Kur’an demek olur." diyerek Kur’an’ın şerefinin ona iman edip hükmünce amel edeni dahi kuşattığını ifade eder. Kur’an’a yapışan herkesin doğruyu bulma ve şaşmama konusunda başka bir şeye ihtiyaç duymayacak ölçüde büyük bir nimete kavuştuğunu da ifade eder. Rabbimiz çeşitli sebeplerle Kur’an’ı inkâr edenlere onun yüce bir makamdan geldiğini ve korunmuşluğunu ifade ederken de aynı sıfatı kullanır. (Buruc, 85/21-22.)

Kur’an’da iki yerde Allah’a isnat edilen bu ismin iki Mekki surede gelmesi (Hud, 11/73; Buruc, 85/15.) müşriklerin zorba muamelelerine maruz kalan o günkü müminleri şan ve şerefi, itibar ve saygınlığı sadece Allah katında aramaya sevk etmiştir. Nitekim o günün sosyal düzeninde en altlarda olan bazı köleleri yüzlerce yıldır müminler büyük bir saygı ile anmaktadırlar.

Kur’an bu isim vasıtasıyla bize âdeta asıl saygı ve hürmete layık olanın kimler olduğunu hatırlatmıştır. Bu arada, Kur’an’da İbrahim ailesi selamlanırken Hamid ismiyle beraber Mecid isminin de gelmesi (Hud, 11/73.) ve asırlardır beş vakit namazda kütüb-i sittenin tamamında rivayet edilen salavatların okunarak Rabbimizin bu isimleriyle İbrahim ve Muhammed ailelerinin selamlanması kime, hangi sebeplerle itibar edileceğini çok güzel ortaya koyar.

Mecid ismindeki ululuk ve yücelik insan ahlakına vakar, şeref ve haysiyet olarak yansır, şan ve şeref arayana Mecid olan Allah’ın yeteceğini söyler.

Gerçek şan ve şerefle, günümüz dünyasının şeref ve haysiyet anlayışı olan şöhret ve itibarı karıştırmamak gerekir. Şan ve şeref kişinin taşıdığı hasletlere vurgu yaparken şöhret ve itibar adı üstünde itibaridir. 

Kuşeyri rahmetullahi aleyh’e göre bu ismin tecelli ettiği kişi imanının şerefi üzere yaşar ve o şerefe mani olacak her türlü aşağı durumdan, ahlaki düşüklükten ve davranışlardaki bozulmalardan korunur. Ona göre bu durum Allah’ın insanlara lütfettiği, fakat çok kimsenin farkına varmadığı nimetlerden biridir. Bu halin aksine insanın kalbinde sevgi ve bağlılık hislerinin ve ilgi odaklarının dağınıklığı ise Mecid’in tecellileri konusunda kulun yaşayacağı en büyük imtihandır.

Bu ismin tecelli ettiği seçkin insanlar yüce gönüllü ve cömert bir ahlaka sahiptirler. İyilik yapar ama yaptığı iyiliği unutur, Rabbine karşı muhabbet ve bağlılığını insanlar arasında bir yer edinmek için kullanmaz. İnsanlar içinde sağlık, varlık, makam, mal mülk gibi nimetlere mazhar olanların iyi ahlaklı olması bu konularda zayıf ve kısmetsiz olanlara nazaran daha zordur. Oysa toplumun bu gibi öncülerin üstün ahlaklı olmasına ihtiyacı daha fazladır. Bu nedenle herhangi bir konuda toplumun önüne geçmiş insanların Mecid’in ahlakıyla ahlaklanması zorluğu nispetinde büyük bir derecedir. Karşılığı da ona göre büyük olacaktır.

O halde, Rabbinin mecdini kavrayan kula yakışan şey O’nun huzurunda yaptığı her ibadet ve taati o makama yaraşır bir içtenlik ve güzellikle yapmalıdır, riyadan ve her türlü yapaylıktan uzak kalarak kulluğunu ihlas ve samimiyetle yerine getirmelidir. 

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

5 Ekim 2021 Salı

Kasas Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 88 âyettir. Sûre, adını 25. âyette geçen “el-Kasas” kelimesinden almıştır. Kasas, kıssalar anlamında olup Kur’an’da geçen kıssa ve olaylar için kullanılır. Sûrede başlıca Hz. Mûsâ’nın çocukluğunu, peygamber oluşunu, Musevîleri Mısır’dan çıkarmasını ve Firavun ile ordusunun boğulmasını kapsayan süreç anlatılmaktadır. Ayrıca küfre saplanıp maddî servet ve kudrete bel bağlamanın kötü akıbetini vurgulamak üzere Kârûn kıssasına yer verilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi sekizinci, iniş sırasına göre kırk dokuzuncu sûredir. Neml sûresinden sonra, İsrâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 85. âyetinin hicret esnasında Cuhfe denen yerde, 52-55. âyetlerinin de Medine’de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır (Şevkânî, IV, 152).

Konusu

Başlangıçta Kur’an’ın aydınlatıcı âyetlerine dikkat çekildikten sonra büyük bir kısmında Hz. Mûsâ’nın hayat hikâyesi ve Firavun’la olan mücadelesi anlatılmakta; Şuarâ ve Neml sûrelerinde kısa olarak geçen konulara dair tamamlayıcı bilgiler verilmektedir. Ayrıca Mekkeli müşriklerin Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e karşı olumsuz tutum ve davranışları ile Ehl-i kitabın olumlu davranışlarından söz edilmekte, büyük bir servetin sahibi olan Karun’un kıssasından kesitler verilerek mümin zihniyet ile inkârcı zihniyet arasındaki fark ortaya konmaktadır. Sûrenin son bölümünde Mekke’nin fethine işaret edilerek Hz. Peygamber teselli edilmekte, Allah’ın âyetlerine bağlı kalması ve O’ndan başka hiçbir tanrı tanımaması istenmekte, var edilenlerin hepsinin yok olacağı ve hükümranlığın yalnız Allah’a ait olduğu hatırlatılarak sûre son bulmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/28-kasas-suresi

4 Ekim 2021 Pazartesi

Reenkarnasyon İnancının Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 21
Konusu: Reenkarnasyon İnancının Dini Hükmü hk.
   

Din İşleri Yüksek Kurulu, 07.04.2021 tarihinde Kurul Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. İnançlar ve dini oluşumlar komisyonu tarafından hazırlanan “Reenkarnasyon inancının İslam’da yeri var mıdır?” başlıklı metin ve gerekçesi müzakere edildi. Yapılan müzakereler neticesinde aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
KARAR
Ruh göçü ya da tenasüh olarak ifade edilen reenkarnasyon; ölen bir kimsenin ruhunun bir başka varlığa geçmesi (hulûl) anlamına gelir. Daha çok Hint coğrafyasında zemin bulan ruh göçü inancına göre, ruh ölümle birlikte yok olmayıp başka bir bedende yaşamaya devam eder. Ruh göçü inancının, Hint kültüründeki ölümsüzlük düşüncesi ve kast sisteminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’da ise bir kimsenin ölümüyle ruhunun başka bir varlıkta yeniden bedenleneceği inancı yer almaz. Bununla birlikte ruh göçü inancı, kültürel etkileşimin bir neticesi olarak bu dinlerin bazı aşırı fırkalarına ve batınî grupları içerisine sirayet etmiştir.
Ruhun ve ölümden sonraki hayatın mahiyet ve keyfiyeti, gaybî konulardan olup akıl yürütmeyle bilinemez. Bu tür konularda ancak bir Peygamber’in haber vermesiyle kesin bir yargıya varılabilir. Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde “ruh göçü” ve benzeri bir anlayışı doğrulayan ya da buna işaret eden bir delil yoktur. Aksine Kuran-ı Kerîm’de, ölen bir kimsenin dünyaya tekrar geri dönemeyeceği açıkça ifade edilmiştir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’, der. Hayır, bu onun kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında [geriye dönmekten alıkoyan] bir engel (berzah) vardır.” (Mü’minun, 23/99-100; ayrıca bkz. En’am 7/27-28)
Sonuç olarak, İslâm’a göre “ruh göçü” ya da ölümden sonra ruhun başka bir bedene intikali, diğer bir varlıkta yeniden doğması veya bedenlenmesi inancı batıldır.
GEREKÇE

  1. Reenkarnasyon (tenasüh) inancının merkezinde ruhun beden değiştirmesi düşüncesi yer alır. Buna göre ruh, insanın ölümünden sonra sürekli olarak beden değiştirmek suretiyle varlığını devam ettirir. (Bkz. Abdulkahir el-Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1991, s. 208-212; eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, thk. Ali Mühennâ-Ali Hasan Faûr, Beyrut, 1990, c. 2, s. 606). Ancak aklın, doğruluğu mucize ile kanıtlanmış peygamberlerin haberi olmadan gaybî bir konu olan ahiret hayatının mahiyeti ve keyfiyeti ile ilgili kesin çıkarımlarda bulunması mümkün değildir. Dolayısıyla bu tür konularda sadece peygamberlerin getirdikleri bilgilere ve haberlere itibar edilebilir.
  2. Ruhun ölümle birlikte başka bir bedene intikal etmek suretiyle dünyadaki hayatını sürdürdüğü inancı, kendi içinde çelişiktir. Zira insanın ölümüyle birlikte ruh bedenden ayrılınca hayat emareleri söner. Bu durumda ruhun hayatiyetini sürdürebilmesi için başlangıçta bütünleştiği bedenden başka bir bedenin yaratılmış, ruhun da ona geçmiş olması gerekir. Ancak akıl açısından iki ruhun bir bedende toplanmasını kanıtlamak imkânsızdır. Dolayısıyla ruh ve beden bütünlüğünden ibaret olan insanın, ölümüyle birlikte ruhunun başka bir bedene göçeceğini iddia etmek yanlıştır. (Bkz. Râzî, Fahruddîn, Kitabu’l-Muhassal, thk. Hüseyin Atay, Kahire, 1991, s. 546-548).
  3. Kur’ân-ı Kerim’de beyan edildiği üzere gaybî konulardan olan ruhun bilgisi Allah katındadır. “Ey Muhammed! Sana ruhu soruyorlar, de ki; “ruh” Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85). Bu itibarla onun hakikatinin akıl yoluyla tam olarak kavranması mümkün değildir.
  4. Kur’ân-ı Kerim’de tasvir edildiği üzere cehennemliklerin dünyaya tekrar dönüp iyi amel işleme talepleri Allah tarafından reddedilecektir. Âyet-i kerimede buyrulduğu üzere tekrar dünyaya dönüş mümkün değildir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’, der. Hayır, bu onun kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında [geriye dönmekten alıkoyan] bir engel (berzah) vardır.” (Mü’minun, 23/99-100; ayrıca bkz. En’am 7/27-28; Secde 32/12-14). Bu ayetlerden anlaşıldığı üzere ölenin ruhu dünyaya bir daha dönmez. Ölümle birlikte başlayan ahiret hayatı Allah tarafından geri dönüşü olmayan ebedi bir hayat olarak takdir edilmiştir. İnsan orada dünyada işlediği amellerin karşılığını mükâfat ya da mücazat olarak görecektir. Bu ise ölenin ruhunun tekrar bedenleşme suretiyle tekâmülünün söz konusu olmadığı anlamına gelir. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere kişinin ruhsal veya manevi olarak dünya ile irtibatı, kamu yararına bıraktığı “sadaka-i cariye”, insanların faydalandığı ilmi bir eser ya da ardından hayır dua eden bir evlat yoluyla devam eder. Hz. Peygamber (a.s) bir hadislerinde: “Bir insan öldüğünde amel defteri kapanır. Yalnız sadaka-ı cariyesi (kamu yararına hizmet veren hayır kurumları ve vakıfları), ilmi bir eseri ve kendisine dua eden hayırlı bir evladı olan kimsenin amel defteri kapanmaz.” (Müslim, 3/1255 No: 1621, Vasiyet 14) buyurmuşlardır.
  5. Reenkarnasyon inancında ruhun bir hayvanın bedenine girmesi ise mesh olarak ifade edilir. (et-Tahanevî, Keşşâfü Istılahati’l-Funûn ve’l-Ulûm, thk. Ali Dehrûc, Beyrut, 1996, c. 2, s. 512) Mesh inancını savunanlar, Kur’ân’da buna işaret edildiğini ileri sürerler. Söz konusu ayette şöyle buyrulur: “Yasaklanan hususlarda haddi aştıkları için onlara ‘aşağılık maymunlar olun’, dedik.” (A’raf 7/166; ayrıca bk. Bakara 2/65) Bu ayetlerde geçen “aşağılık maymunlar olunuz” hitabı hakkında, müfessirlerden bir kısmı, bunun şeklen bir dönüşüm yani mesh olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak bu görüşü savunan müfessirlere göre, söz konusu dönüşüm, günah işlemekte haddi aşmanın örnek bir cezasıdır. Dolayısıyla burada ruhun bir bedenden başka bir bedene geçişi ya da daimi bir dönüşümü söz konusu değildir. Müfessirlerden diğer bir grup ise bu dönüşümün “surette değil sirette” yani kalpte ve zihniyette gerçekleştiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre söz konusu betimleme, insanî ve ahlaki değerlerin aşınmasını veya yok sayılmasını dile getirmekten ibarettir. (İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kurân, Beyrut, 1986, s. 260-264; ez-Zemahşeri, Tefsîru’l-Keşşâf an Hakaiki’t-Tenzîl, nşr. Halil Me’mun Şiha, Beyrut, 2002, s. 394).)
  6. Reenkarnasyon inancını savunanlara göre, asıl olan beden değil, ruhtur. Dolayısıyla onlar açısından mükâfat ve mücazattan beden değil, sadece ruh etkilenir. Hâlbuki bu mesele gaybî bir konu olduğundan, aklın bu şekilde kesin bir yargıda bulunması doğru kabul edilemez. İslâm’a göre insan, ruh ve bedenden oluşan bir bütündür. İkisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’e göre diriliş, ruhun bedenle birleşmesiyle gerçekleşecek; insan azap ve nimeti ruhu ve bedeniyle birlikte tadacaktır. (Mâide, 5/85; Rahman, 55/68; Kıyame, 75/3-4).

2 Ekim 2021 Cumartesi

Sonradan Müslüman Olan Yetişkin Erkeklerin Sünnet Olmasının Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 28
Konusu: Küçük Yaşta Sünnet Olamayan veya Sonradan Müslüman Olan Yetişkin Erkeklerin Sünnet Olmasının Dini Hükmü hk.
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 02.06.2021 tarihinde Kurul Başkanvekili Dr. Mustafa Bülent DADAŞ başkanlığında toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan “Küçük yaşta sünnet olamayan veya sonradan Müslüman olan yetişkin erkeklerin sünnet olması gerekli midir?” başlıklı fetva metni müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslam’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64; İstizân, 51; Müslim, Tahâre, 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 178). İslam âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefiler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır.
Bu itibarla sonradan Müslüman olan ya da küçükken sünnet olamamış bir kimsenin sünnet olması gereklidir. Ancak sünnet olmak İslam’ın şiarı olmakla birlikte, İslam’a girmek için bir ön şart değildir. Bu sebeple geç yaşta sünnet olmak kişiye bedensel ve ruhsal açıdan sıkıntı verecekse ya da sağlık açısından sakıncalar doğuracaksa kişi sünnet olmayabilir (Serahsî, Mebsût, X, 156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, XIII, 430-432; Karâfî, ez-Zahîre, XIII, 280; İbn Kudâme, Muğnî, I, 115; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, VI, 751).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/39739/kucuk-yasta-sunnet-olamayan-veya-sonradan-musluman-olan-yetiskin-erkeklerin--sunnet-olmasinin-dini-hukmu-hk-

1 Ekim 2021 Cuma

Allah Bizi Neden İmtihan Ediyor Dr Zakir Naik

Erkek Çocukları Sünnet Ettirmenin Dini Hükmü hk.

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 26
Konusu: Erkek Çocukları Sünnet Ettirmenin Dini Hükmü hk.
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 02.06.2021 tarihinde Kurul Başkanvekili Dr. Mustafa Bülent DADAŞ başkanlığında toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan “Erkek Çocukları Sünnet Ettirmenin Hükmü Nedir?” başlıklı fetva metni müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslam’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64; İstizân, 51; Müslim, Tahâre, 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 178). İslam âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefiler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu nedenle erkek çocukları sünnet ettirmek terk edilmemelidir (Kudûrî, Tecrid, XII, 6120 vd.; Serahsî, Mebsût, X, 156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, XIII, 430-432; İbn Kudâme, Muğnî, I, 115; Hattâb, Mevâhibu’l-Celil, IV, 394).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/39704/erkek-cocuklari-sunnet-ettirmenin-dini-hukmu-hk-

30 Eylül 2021 Perşembe

Yeni Doğan Bebeğin Sünnet Ettirilmesinin Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 27
Konusu: Yeni Doğan Bebeğin Sünnet Ettirilmesinin Dini Hükmü hk.
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 02.06.2021 tarihinde Kurul Başkanvekili Dr. Mustafa Bülent DADAŞ başkanlığında toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan “Yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca var mıdır?” başlıklı fetva metni müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslam’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64; İstizân, 51; Müslim, Tahâre, 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 178). Veli, çocuğunu doğumdan itibaren buluğ çağına erişene kadar herhangi bir zaman diliminde sünnet ettirmelidir. Dolayısıyla çocuğa özel tıbbi bir engel bulunmadığı sürece yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca bulunmamaktadır (Kudûrî, Tecrid, XII, 6120; Aynî, Binâye, IX, 157-158; Mevsılî, İhtiyâr, IV, 152).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/39705/yeni-dogan-bebegin-sunnet-ettirilmesinin-dini-hukmu-hk-

29 Eylül 2021 Çarşamba

Lokma Döktürüp Dağıtacağım, Yemek Yedireceğim vb. İfadelerin Dini Hükmü hk.

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 29
Konusu: Lokma Döktürüp Dağıtacağım, Yemek Yedireceğim vb. İfadelerin Dini Hükmü hk.
   
Din İşleri Yüksek Kurulu 16.06.2021 tarihinde Kurul Başkanı Prof. Dr. Abdurrrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. İbadetler Komisyonu tarafından hazırlanan “Lokma döktürüp dağıtacağım, Yemek yedireceğim gibi sözler adak sayılır mı?” başlıklı fetva metni müzakere edildi. Yapılan müzakereler neticesinde aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Bir adağın geçerli olabilmesi için adağın konusu ile ilgili birtakım şartlar vardır. Sadaka olacak şekilde yapılan adaklar bütün müçtehitlere göre adak şartını sağlar. Bu itibarla fakirlere yemek yedirmek sadaka türünden sayıldığı için adağın diğer şartlarını da taşıması halinde yerine getirilmesi gerekir. Buna göre “Adağım olsun ki fakirlere yemek yedireceğim/lokma döktürüp dağıtacağım.” gibi ifadeler adak olduğu gibi “Şu işim olursa fakirlere yemek yedireceğim/lokma döktürüp dağıtacağım.” şeklinde şartlı olarak zikredilen ifadeler de adaktır ve bunların yerine getirilmesi vaciptir. Ancak adak kastı olmadan ve zengin fakir ayrımı yapmadan “Lokma döktürüp dağıtacağım.”, “Yemek yedireceğim.” gibi sözler adak kapsamında değildir. Bununla beraber verilen bu tür sözlerin yerine getirilmesi de güzel bir davranıştır.
GEREKÇE:
Kur’an-ı Kerim’de; verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (Mâide 5/1; İsrâ 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (Nahl 16/91) emredilmiş, kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılmıştır (İnsân 76/7). Hz. Peygamber (s.a.s.) de, Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, masiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şayet bulunulmuşsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31; Müslim, Nezir, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 22). Gerekli şartları taşıyan adağa bağlı kalınmasının vacip olduğu hususunda görüş birliği içinde olan müçtehitler, bu adağın tanımı ve şartları hakkında farklı yaklaşımlara sahip olmuşlardır. Bir kısım âlimler, “Kişinin sorumlu olmadığı hâlde farz veya vacip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılması” (Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 445) olarak tanımlarken bir kısmı da “Mubah olan bir ameli Allah’a tazim maksadıyla kişinin kendisine vacip kılması” (eş-Şerîf el-Curcânî, et-Taʿrîfât, 308) olarak tanımlamaktadırlar. Bu tanımlamalardan da anlaşılacağı üzere “sadaka” her iki tarif içerisinde de değerlendirilebilecek bir ibadet cinsidir. Nitekim “sadaka” gerek zekâta benzeyişi gerekse sevap kazandıran bir eylem oluşundan dolayı müçtehitlerin ihtilaf ettikleri bir amel olarak değerlendirilmemiştir (el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, V, 87; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 81; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III, 74; en-Nevevî, Ravzatü't-Tâlibîn, III, 335; İbn Rüşd el-Cedd, el-Beyân ve't-Tahsîl, 137). Fakihlerin adak ile alakalı ihtilaf noktaları hasta ziyareti, cenazenin arkasından gitme, abdest alma, Kur’an’a dokunma, gusletme, mescide girme vb. doğrudan ibadet olmayıp ibadet olan başka bir eyleme vesile olmaları açısından sevap kazandıran eylemler ile adak yapılıp yapılamayacağıdır. (el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye, “Nezr”, XL, 147). Bu bağlamda müçtehitlerin adak konusunda ittifak ettiği hususları şöyle sıralamamız mümkündür;
  1. Kur’an veya Sünnet’te ibadet olduğu belirtilen şeyler ile nezir/adak yapılabilir.
  2. Sahih bir adağın gereği yerine getirilmelidir. Fakihler -adağın nelerden olacağında ihtilaf etseler de- adak olarak kabul ettikleri şeyin yerine getirilmesinin vacip olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ, “Onların içinde öyleleri var ki, "Allah bize lütuf ve kereminden bahşederse biz de elbette hayır yolunda harcar ve iyi kimselerden oluruz" diye Allah’a söz vermişlerdi. Ama Allah onlara lütuf ve kereminden ihsan edince hemen cimrilik gösterdiler ve yüz çevirdiler, zaten yan çizip duruyorlardı. Bunun üzerine Allah da kendisine verdikleri sözden caydıkları ve hep yalan söyledikleri için, kendi huzuruna çıkacakları güne kadar kalplerine münafıklığı yerleştirdi.” (Tevbe 9/75-77) ayetlerinde adağın yerine getirilmemesini yermektedir.
  3. Hiçbir dünyevi menfaat ummadan sırf Allah’ın rızasını kazanmak, O’na şükretmek için adakta bulunulmasında bir sakınca bulunmamaktadır.
  4. Kişinin Allah’ın takdirinin değişmesine vesile olması dileğiyle, dünyevi amaçlarla belli şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise hoş karşılanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Adak, (Allah’ın takdir buyurmuş olduğu) hiçbir olayı geri çevirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur”, “Adak bir şeyi ne ileri alır ne de geri bırakır…” (Buhârî, Eymân, 26; Müslim, Nezir, 2) hadis-i şeriflerden, şarta bağlı adakta bulunmayı hoş karşılamadığı anlaşılmaktadır.
Müçtehitlerin adak konusunda ihtilaf ettikleri husus, farz veya vâcib türünden bir benzeri olmayan şeylerin adanmasıyla ilgilidir (el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye, “Nezr”, XL, 147). “Yemek yedirmek/dağıtmak” sadaka türünden bir ibadettir. Dolayısıyla bu şekildeki bir adağın ittifakla geçerli olacağını söylememiz mümkündür. Nitekim fakihler de yemek yedirmenin ve dağıtmanın adak olabileceğini kabul etmişlerdir. (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, V, 87; en-Nevevî, Ravzatü't-Ṭâlibîn, III, 335; el-Fetâva’l-Hindiyye, II, 66).
Tüm bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere “Adağım olsun ki fakirlere yemek yedireceğim/lokma döktürüp dağıtacağım.”, veya “Şu işim olursa fakirlere yemek yedireceğim/lokma döktürüp dağıtacağım.” gibi şartlı olarak zikredilen ifadeler adaktır ve bunların yerine getirilmesi vaciptir. Ancak adak kastı olmadan ve zengin fakir ayrımı yapmadan “Lokma döktürüp dağıtacağım.”, “Yemek yedireceğim.” gibi sözler adak kapsamında değildir. Bununla beraber verilen bu tür sözlerin yerine getirilmesi de güzel bir davranıştır.
 

27 Eylül 2021 Pazartesi

Gayp Bilgisi ve Cefr

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2015 - Mutalaa No: 2
Konusu: Gayp Bilgisi ve Cefr
   Akıl ve duyularla bilinemeyen veya o anda muttali olunamayan her şey anlamındaki gayb, sadece Yüce Allah’ın bildiği bir alandır. Allah tarafından kendilerine bilgi verilen peygamberler dışında, hiçbir insan gelecekten haber veremez. Her türlü fal, kehânet, vb. bâtıl yollara başvurarak, olayların iç yüzlerini öğrendiği iddiasında bulunmak veya gelecekte neler olacağını kesin bir dille söylemek, İslam’a uygun bir tutum değildir. Gizli ilimler bildiğini ve gayptan haber verdiğini iddia edenlere kulak vererek onların dediklerini tasdik etmek, iman ile bağdaşmaz. Harflerin ve sayıların özel sırlar taşıdığı yönündeki mesnetsiz bir inanca dayanarak gelecek hakkında bilgi verdiği iddia edilen cefr de asılsız ve bâtıl bir yöntemdir.
GEREKÇE: İslam ilim geleneğine göre bilgi; beş duyu, akıl ve doğru haber gibi üç temel yoldan biri ile elde edilebilir. Duyular ve aklın bilgi kaynağı olabilmesi için bunların kusursuz ve sağlıklı olması gerekir. Haberin ise sâdık olması yani ya tevatüre ya herkesin bir çaba sarf etmeksizin muttali olduğu zorunlu/yakînî bilgiye ya da Hz. Peygamber’den (s.a.) nakledilen sahih rivayete dayanması icab eder.
İslam bilgi teorisinin ana konularından biri de gayb meselesidir. Gayb, genel olarak akıl ve duyularla bilinemeyen veya o anda muttali olunamayan her şey ise de, daha çok gelecekle ilgili alan anlamında kullanılır. İslam inancına göre, Yüce Allah tarafından kendilerine bilgi verilen peygamberler dışında hiçbir insan gelecekten haber veremez. Dindeki konumu, derecesi, bilgisi ne düzeyde olursa olsun herhangi bir kişiye gayb alanı kapalıdır. Akıl ve duyular yanında bâtınî hislerle de bilinemeyen şey demek olan gayb, sadece Yüce Allah’ın bildiği bir alandır. Birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerif bu gerçeği vurgulu bir tarzda ifade eder: “Gaybın anahtarları yalnızca O’nun (Allah’ın) katındadır. Onları ancak o bilir…” (En’âm 6/59); “De ki: “Gayb ancak Allah’ındır…” (Yûnus 10/20); “Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur.
Bütün işler ona döndürülür…..” (Hûd 11/123); “O, gaybı bilendir. Bildirmek istediği peygamberler hariç hiç kimseye gaybını bildirmez…” (Cîn 72/26-27). Hz. Peygamber de “Gayb bilgisinin sadece Allah’ın nezdinde olduğunu ifade etmiştir” (Müsned I, 391, 452; Nesâî, “Sehv” 62). Aynı şekilde Hz. Âişe başta olmak üzere birçok sahâbînin bildirdiğine göre de Allah’ın bildirmemesi halinde Hz. Peygamber bile gaybı yani geleceği bilemez. (Müslim, “İman” 287; Tirmizî, “Tefsir” 7).
Sadece Allah Teâlâ katında olduğu ve dilediği kadarını yine ancak dilediği peygamberleriyle paylaştığı (Âl-i İmrân 3/179; Cin 72/26-27) için gaybî bilgilere muttali olunduğu iddiası, İslam’ın temel akidesi olan tevhîd ilkesiyle bağdaşmaz. Nitekim Hz. Peygamber, gizli ilimler bildiğini ve gayptan haber verdiğini iddia edenlere kulak verip onların dediklerini tasdik etmenin iman ile asla bağdaşmayacağını kesin bir dille açıklamıştır (Müslim, “Selam” 125; Ebû Dâvûd, “Tıb” 21; Tirmizî, “Tahâret” 102; Müsned, III, 14). İslam âlimleri de gaybı bildiğini iddia eden kimsenin imanının tartışmalı hale geleceğini belirtmişlerdir (Kurtubî, el-Câmi li ahkâmi’l- Kur’ân, Kahire 1386, VII, 2-3).
Gerçek böyleyken her türlü fal, kehânet, vb. bâtıl yollara başvurarak, olan olayların iç yüzlerini öğrendiği iddiasında bulunmak veya gelecekte neler olacağını kesin bir dille söylemek ve bütün bunları İslam’ın onayladığı izlenimi veren bir üslûpla ileri sürmek İslam’a uygun bir tutum değildir.
Kendisini apaçık, anlaşılır ve kolaylaştırılmış bir kitap olarak tanıtan (A’râf 7/52; Hûd 11/1; Hac 22/16; Neml 27/1-3; Kamer 54/17) Kur’ân-ı Kerim’de; şifre, rumuz veya gizemli sayılar yoktur. İslam’ın bilgi anlayışından onay almayan yöntemlerle Kur'ân’ı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak, bunlardan hareketle Kur'ân'da gizli manalar, şifreler bulunduğunu ileri sürerek gelecek hakkında kehânette bulunmak kesinlikle doğru değildir.
İşte bu asılsız iddianın sergilenmesi için kullanılan bâtıl yöntemlerden birisi de cefr ya da daha yaygın kullanımıyla cifirdir. Hiçbir İslamî temeli olmayan bu bâtıl yol, harflerin ve sayıların özel sırlar taşıdığı, ebced sıralamasıyla sayısal değerler verilen harflerin özel terkipler yapıldığında çok derin anlamlara işaret edip bu arada gayba ait bilgiler de vereceği şeklindeki mesnetsiz bir inanca dayanmaktadır. Bu yönüyle cefrin, aynı zamanda büyü ve karşı büyü aracı olarak takdim edildiği de görülmektedir.
Aslında böyle bâtınî ve mistik gizemlerle örülü kehânet ve büyü gibi batıl yöntemlere, İslâm öncesinde yaşayan eski milletlerde de rastlanır. Söz gelimi Keldânîler, Asurlular, Bâbilliler, Mısırlılar ve daha sonra Yahudilerle Hıristiyanlar arasında yaşayan kâhin ve müneccimlerin kâinatın sonu, devletlerin âkıbeti, devlet adamlarının gelecekleri gibi konularda çeşitli haberler verdikleri bilinmektedir.
Müslümanlar arasında da gayb âleminden, özellikle gelecekten haber verme iddiaları daha çok mistik gelenekte yer bulmuş ve belli düzeylerde literatürü oluşmuş; aynı zamanda cefr, yıldız falı veya astroloji gibi diğer tartışmalı usuller de görülegelmiştir.
Bunlardan biri olan cefr, İslam kültürüne Şîa kanalıyla girmiştir. Şîa kaynaklarına göre; Hz. Ali, Kur’ân’ın bâtınî mânalarını Hz. Peygamber’den öğrenmiş ve insanların muhtaç olduğu bütün bilgileri cefr adı verilen kuzu veya oğlak derisi üzerine yazarak el-Cefr ve el-Câmi’a adlı iki eser telif etmiştir. İslam’ın yukarıda belirtilen bilgi edinme yollarıyla bağdaştırılamayacak olan bu bilgiler, tamamen uydurmadır. Kaldı ki, bizzat Hz. Ali, kendisinde Allah’ın kitabından başka bir kitabın olmadığını kesin bir dille ifade etmiştir (Buhârî, “İlim” 39; bk. Buhârî, “Cihâd” 71; Müslim, “Edâhî” 8; Müsned, I, 108).
Diğer taraftan Hz. Peygamber’in kendisine gelen vahiylerin bir kısmını sadece bazı sahâbîlere, bu arada özellikle de Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’ye bildirdiği iddiası, Resûlullah’ın Yüce Allah’tan gelen vahiylerin bir kısmını ümmetinden -hâşâ- gizlediği sonucunu verir. Böyle bir yaklaşım onun peygamberlik görevini tam olarak yerine getirmediği anlamına gelir ki, bunu iman ilkeleriyle bağdaştırmak mümkün değildir. Zira Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde, Hz. Peygamber’in aldığı vahyin tamamını ayırım yapmaksızın bütün ümmete tebliğ ettiği; eğer böyle yapmasaydı peygamberlik görevini hakkıyla yerine getirmiş sayılmayacağı ve vahiy üzerinde bir tasarrufu bulunsaydı, hayatının derhal sonlandırılacağı, açıkça dile getirilmiştir (bk. Mâide 5/67; Hûd 11/12; Kehf 18/27; Hâkka 69/44-47).
Başka bazı Şîa kaynaklarına göre ise, cefr ilmini kuran Ca‘fer es-Sâdık’tır (bk. Küleynî, el-Usûl mine’l-Kâfî, Beyrut 1401, I, 240; Meclisî, Bihârü’l-envâr, Beyrut 1983, XXVI, 18; Metin Yurdagür, “Cefr”, DİA, VII, 216). Diğer bir bilgiye göre ise; Ca‘fer es-Sâdık’ın öğrencisi iken ona tanrılık nisbet eden ve bu sebeple dinden çıktığı kabul edilen Ebü’l-Hattâb el-Esedî ve benzeri bazı aşırı Şîîler, Kur’ân’daki hurûf-ı mukattaa ile diğer bazı âyetlerin bâtınî mânalarına dayanan ve geleceğe ilişkin olayların bilgisini keşfettiği öne sürülen bir ilmi, Ca‘fer es-Sâdık’a nisbet etmişlerdir (İbn Nedim, el-Fihrist, Tahran 1971, s. 279; Yurdagür, “Cefr”, DİA, VII, 216).
Cefri kabul edenler, delil olarak Kur’ân’da bu ilimlerden açıkça bahsedilmemekle birlikte, O’nun işârî ve remzî manalarında bu ilimlere atıflar bulunduğunu ileri sürmektedirler. Ancak bu yorumlar kişisel anlayış ve algılara dayanmakta olup, ilmî ve metodolojik bir nitelik taşımaz.
Bu bağlamda öne sürülen başka bir delil de Hz. Peygamber’e nispet edilen "Ebcedi ve tefsirini öğreniniz! Yazıklar olsun câhil âlime! ‘Elif’, Allah’tır ve Allah’adır. Allah isminden bir harftir. ‘Bâ’ Allah'ın yaratış ve icadıdır. ‘Cim’, Allah'ın behcetidir. ‘Dal’ ise, Allah'ın dinidir” şeklindeki rivayettir. Bu rivayet, Müslümanlarca güvenilir kabul edilen hiç bir hadis kaynağında yer almamıştır. Hz. Peygamber’in temiz adı kullanılarak uydurulmuş haber ve hadisleri inceleyen âlimler, söz konusu rivayetin uydurma olduğunu tespit etmişlerdir (bk. Deylemî, el-Firdevs bi-me’sûri’l-hıtâb, II, 43; Ebû’l-Hasan İbn Arrâk, Tenzîhü’ş-şerîati’l-merfûa ani’l-ahbâri’ş-şenîati’l-mevdûa, I,226).
Cefrin asılsız bir uydurma yöntem olduğunu gösteren basit bir gerçek de güya bu ilmi ve bunun aracılığıyla geleceğe dair bilgileri elde eden Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve diğer Ehl-i beyt mensuplarının kendi başlarına gelecek felaketleri önceden bilemeyip buna göre tedbir almamaları ve kendilerini koruyamamalarıdır.
Sonuç itibariyle, yukarıda da ifade edildiği gibi Kur’ân, birçok âyetinde; kendisinin apaçık bir kitap olduğunu, Hz. Peygamber’in hiçbir eksik bırakmaksızın kendisine vahyedileni insanlığa bütünüyle tebliğ ettiğini, ümmetten bir şey gizlemiş olsaydı risalet/peygamberlik görevini tam olarak yerine getirmiş sayılmayacağını, Allah’tan başka hiç kimsenin ve hiçbir yöntemin onun izni olmaksızın ne zarar ne de fayda vereceğini ve kendisine uyulması halinde dünya ve âhiret mutluluğunun kazanılacağını açıklamıştır.
Bu gerçeklere iman etmek gerekirken, astrologların mesnetsiz haberlerine, tapınakçı masallarına, hurûfîlik ve cefr gibi İslam’ın benimsemeyeceği sübjektif uydurma yollara ve bütün bunların etrafında kurgulanan halüsinasyonlara dayanarak yorum yapmak, İslam’a uygun bir tutum değildir.

26 Eylül 2021 Pazar

Peygamber Efendimizin babasının ve annesinin inancı nasıldı?


Peygamber Efendimizin babası doğumundan önce , annesi de çocukluk döneminde iken genç yaşlarında vefat etmişlerdir. Kaynaklarda kendileri hakkında cahiliye dönemi inançlarına ait bir yaşantı anlatımı bulunmamaktadır. Hz. Peygamberin anne ve babasının inançları hakkında verilebilecek en isabetli karar; onların fetret ehlinden olduğu şeklindedir. Fetret ehli, Hz. İsa ile Hz. Muhammed (sav) arasında geçen tebliğsiz dönemde yaşayan insanlar için söylenmiştir. Kendilerinin Hanif dininden kalma bazı hidayet unsurlarından faydalanıp faydalanmadıkları bilinmemektedir. Her ikisinin de genç yaşta vefat etmeleri sebebiyle çevrelerinden etkilenmeyip selim yaradılışlarını koruduklarını söylemek mümkündür. Hemen bütün Müslümanlar ilahî bir inayetle korundukları ve ebedi mutluğa eriştirildikleri inancını taşımaktadırlar.

(Daha detaylı bilgi için TDV İslam Ansiklopedisi Amine, Abdullah ve Fetret maddelerine bakılabilir.)

Nimet Yılmaz (Uzman İlahiyatçı)

25 Eylül 2021 Cumartesi

Sübhaneke duasının kaynağı nedir?


Tirmizî, Ebû Davud ve İbn Mace'de rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Aişe Rasûlullah'ın namaza iftitah tekbiri ile başladıktan sonra "sübhaneke" duasını okuduğunu bildirmiştir.
Diğer bazı rivayetlerde de yine iftitah tekbiri ile kıraat arasında okuduğu başka dualar aktarılmıştır. Bu dualara iftitah (açış) duası denmektedir. Cumhura (âlimlerin çoğunluğuna) göre namazlarda iftitah tekbirinden sonra bu dualardan birini okumak müstehaptır. Ahmed b. Hanbel ve İmam-ı Âzam'a göre iftitah tekbirinden sonra okunacak duanın "sübhaneke" duası olması sünnettir.

Fatma Bayram (Uzman İlahiyatçı)

24 Eylül 2021 Cuma

Gülümsemek


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (İsra, 28)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme.” (Müslim, Birr, 144)

Allah Rasûlü (sav) Efendimiz de âlemleri aydınlatan nur çehresiyle insanların yanından yavaşça ve tebessüm ederek geçerdi. Ashâbının gönüllerini hoş etmek için onların sözlerini dikkatle dinlerdi. Onlara inci dişleri görülecek şekilde gülümserdi. Ashâb-ı kirâm da kendisine uyarak sohbetinde yalnız tebessüm ile iktifâ ederdi.

Cerîr bin Abdullah (ra) şöyle anlatır:

“Fahr-i Kâinât Efendimiz, müslüman olduğum günden beri beni huzûruna girmekten alıkoymaz ve her gördüğünde gülümserdi.” (Buhârî, Edeb, 68)

Abdullah bin Hâris (ra) ise:

“Allah Rasûlü’nden daha çok tebessüm eden bir kimse görmedim.” demiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 10)

https://www.2g1d.com/

23 Eylül 2021 Perşembe

Sizin Dostlarınız!


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“Sizin dostunuz ancak Allâh, O’nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren, rükû eden mü’minlerdir.” (Mâide, 55)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Kişi, dostlarının dîni üzeredir. Bu sebeple herkes kiminle arkadaşlık yaptığına iyi baksın.” (Ahmed bin Hanbel, II, 303, 334)

https://www.2g1d.com/

22 Eylül 2021 Çarşamba

Dînin Direği, Îmânın Nûru


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“…Şüphesiz ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar...” (Ankebût, 45)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Beş vakit namazın benzeri, sizden birinizin kapısı önünden akıp giden ve her gün içinde beş defa yıkandığı bol sulu bir ırmak gibidir.” (Müslim, Mesâcid 284)

Ebû Hüreyre (ra)’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sav)’i şöyle buyururken işittiğini söyledi:

“-Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir nehir olsa da, o kimse her gün bu nehirde beş defa yıkansa, kirinden bir şey kalır mı?” Sahâbîler:

“-O kimsenin kirinden hiçbir şey kalmaz,” dediler. Rasûl-i Ekrem:

“-Beş vakit namaz işte bunun gibidir. Allah beş vakit namazla günahları silip yok eder.” buyurdular. (Buhârî, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 283. Tirmizî, Emsâl 5; Nesâî, Salât 7; İbni Mâce, İkâmet 193)

https://www.2g1d.com/

21 Eylül 2021 Salı

Nasihat Fayda Verir


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“Sen öğüt ver (vaaz ve nasihatte bulun)! Çünkü nasihat (ve hatırlatma) mü’minlere fayda verir.” (Zariyât, 55)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Din, na­si­hat­ten ibâ­ret­tir.” (Bu­hâ­rî, Îmân, 42)

Peygamber Efendimiz (sav), müslümanın müslüman üzerindeki haklarından birinin din kardeşine samîmiyetle nasihatte bulunması, gıyâbında onun iyiliğini isteyip ona duâ hâlinde bulunması olduğunu bildirmiştir. (Tirmizî, Edeb, 1; Nesâî, Cenâiz, 52.)

Nasihatçinin üç husûsiyeti olmalıdır. Bunlar:

1. Müslümanların uğradığı musibetlere kalben üzülmesi,

2. Müslümanlara nasihat etmeyi kendisine vazife bilmesi,

3. Şahsiyetiyle güzel bir örnek olarak insanlara kurtuluş yollarını göstermesidir.

Velhâsıl müslümanın müslüman üzerindeki bir hakkı olan nasihat, din kardeşliğinin bir vecîbesidir. Bu sebeple İslâm tarihinde, “nasihatnâme” türünde pek çok eser kaleme alınmıştır. Buna küçük bir misâl kabilinden, mîlâdî 11. asırda İran’ın Taberistan ve Gürgân eyalet­lerinde hüküm sürmüş olan Ziyârî hânedânının hükümdârı Keykâvus bin İskender’in kaleme aldığı nasihatnâmesinden bâzı seçmeler sunmak istiyorum:

Allah Teâlâ’nın emrine uygun şükredersen, azın çok yerine geçer.

Şahsiyetini, ana-babanın verdiği unvan ile değil, kendi gayretinle kazanmaya çalış! Çünkü anan ve baban sana Ahmed, Mehmed gibi isimler vermiştir. Hâlbuki senin kazandığın ad ve unvan; senin mâneviyat, şahsiyet ve karakter sıfatın olacaktır. Bu sıfatlar sana halk arasında hüsn-i şehâdet kazandırır.

Ummadığın bir yerden ümidini tam olarak kesme ve bir şey umduğun yerden de sakın çok ümitli olma! Çünkü nasip, umduğun yerden değil, ummadığın yerden de gelebilir.

Kendini sıkıntıya sokacak sözü söyleme! Bu durumda sükût daha iyidir. Güzel söz söyleyene, güzel cevap gelir. Gelişigüzel ve pervâsızca konuşan, istemediği şeyler işitir. “Kötü söz insanı dinden, tatlı dil yılanı ininden çıkarır.” demişlerdir.

Başkasının sana dil uzatmasını istemiyorsan, sen de kimseye dilini uzatma.

İnsan iki hâl üzeredir: Sevinç ve keder. İster kederli, ister sevinçli ol, kederini ve sevincini öyle birisine söyle ki, üzüldüğün zaman o da seninle birlikte üzülsün, sevindiğin zaman o da seninle birlikte sevinsin!

Kimsenin üzüntüsüne sevinme, böylece kimse de senin üzüntüne sevinmez. Senden aşağı olanlara güzel muâmelede bulun, hakkâniyet göster. Böylece sen de, senden büyük olanlardan güzel muâmele görür, hakkâniyet bulursun.

Kimseyi incitme. Birisi seni incitse de sen onu incitme, fazîletin nişanı budur.

İyiliğe ve kötülüğe çabuk sevinme ve üzülme! Zira bu, çocukların işidir. Olmayacak şey için hayallere kapılma, yani olur olmaz şey için gönül dünyana zarar verme! Çünkü akıllı kişiler, esen her rüzgâra îtibar etmezler. (Osman Nûri Topbaş, Genç Dergisi, Eylül-2011)

https://www.2g1d.com/

20 Eylül 2021 Pazartesi

Gafletten Kurtuluş


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmânirrahîm

“Ve şöyle de: Hamd Allah’a mahsustur. O, âyetlerini size gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız (ama artık faydası olmayacaktır). Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Neml, 93)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Kul bir hata işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta vurulur. Şâyet günahtan vazgeçer, istiğfâr ve tevbe ederse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar hatalara yönelirse siyah nokta artırılır ve netîcede bütün kalbini kaplar.” (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn-i Mâce, Zühd, 29)

https://www.2g1d.com/

19 Eylül 2021 Pazar

Abdestin Ehemmiyeti


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmânirrahîm

“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.” (Mâide, 6)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Her kim namaz kılmak amacıyla abdest almaya kalkar da ellerini yıkarsa, ilk damlayla beraber elleriyle yaptığı günahlar akar gider. Ağzına su verip çalkaladığında diliyle ve dudaklarıyla işlediği günahlar ilk damlayla beraber akar gider. Yüzünü, dirseklere kadar ellerini ve topuklara kadar ayaklarını yıkadığı zaman da onlarla yaptığı her günahtan kurtulur. Annesinden doğduğu gün gibi tertemiz olur.” (Müslim, Tahâret 32; Nesâî, Tahâret 58; İbn Mâce, Tahâret 6)

Peygamberimiz (sav) Mekke fethinde tek abdestle beş vakit namaz kıldı. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): “Daha önce yapmadığın şeyi yaptın” dedi. Efendimiz (as): “Kasten yaptım ey Ömer.” diye karşılık verdi. Rasûlullah (sav) her namaz için abdesti yenilemenin müstehab olmakla birlikte bunun da câiz olduğunu göstermek için böyle yapmıştır.

Bir hadiste Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kim temiz (abdestli) olduğu halde yine de abdest alırsa Allah ona on hasene yazar.” (Ebû Dâvud, Tehâret 32;) Abdest yenilemenin bâtının nurlandırılmasında açık bir etkisi vardır.

https://www.2g1d.com/