15 Eylül 2014 Pazartesi

372.KUR'AN'A ABDESTSİZ DOKUNULABİLİR Mİ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Kur'an'a abdestsiz dokunabilir miyiz-dokunamaz mıyız ile ilgili ayet ve hadisleri vermeden önce yanlış bir algımızdan bahsetmek istiyorum. Son dönemlerde, bu konu veya buna benzer konular tartışılmaya başlandı. Bu konudan bahsetmeden önce bizi böyle düşünmemize sevk eden nedenlere bir göz atalım istiyorum; çünkü bu yanlış algının kökünü temizlemezsek bütün ayet ve hadisleri önümüze koysakta inanmayacak olan yine inanmayacaktır : 

Kesin hükümle bildirilmiş yada bildirilmemiş ayet ve hadislerin açıklamasında kim doğruyu söylüyor? Kime inanacağız ? Bunu nasıl tespit edeceğiz? İşte size küçük ipuçları:

Öncelikle ülemanın birleştiği konularda birileri çıkıpta aykırı birşey söylüyorsa bilinki orada bir sıkıntı var ;o kişiyi ve beyanını tasdik etmeden önce dayandığı delillerini sorgulamanız gerekir. Delillerini söylerken ayetleri şu ana kadar onun gibi yorumlayan hiç kimsenin yada birkaç kişinin olduğunu görürseniz veya bazı hadislerin zayıf veya uydurma olduğunu söylüyorsa (Tabi bunu anlayabilmek için küçük bir araştırmayla çoğunluğun o konudaki icmasını bulmanız gerekiyor) o zaman bunlar kendi heva ve hevesiyle ve aklıyla yaptığı yorumlardır ve  onun Kur'an'dan kendi anladığıdır. Biz ise Efendimizden sas bize nakil yoluyla gelen (ve hadisle de bildirilen) ilk  300 yıl içindeki ulemanın naklini kabul ederiz. Yok eğer siz hala körükörüne "ya evet çok mantıklı,bence de bu böyle "diyorsanız bilin ki sizin deliliniz de "aklınız".

Elbette sorgulayacağız; ama ayetleri,hadisleri değil! Sorgulayacağız;ama doğru bilgiyi kimden alacağız onu sorgulayacağız. Aklımızı devreye sokacağız ve Peygamberimizden sas bugüne bize nakil yoluyla gelmiş bilgiyi bulacağız. Bu bilgiyi bize ulaştıran  sahabeyi,tabiini(sahabeyi görenler), tebe-i tabiini (tabiini görenler), hak mezhep imamlarını tanıyacağız; ilmi seviyelerini ,bize nasıl ve ne şartlarda nakil yaptıklarını hayatlarını okuyarak öğreneceğiz. Ülemanın bilgisini her konuya nasıl vakıf olduklarını, nasıl bir ilime sahip olduklarını bileceğiz. Bu bilgileri edindikten sonra aklımızı devreye sokup düşüneceğiz: Elimde bu kadar delil var iken Peygamberim sas bana hadislerle de kimlerden nakil alacağımı da belirtmişken ben elbetteki ulemanın hiç tereddütsüz birleştiği konulara iman edeceğim. Yoksa son yüzyılda kendi "aklını" devreye sokup hiçbir delili olmadan yada ayetleri kendi "akıl"larıyla yorumlayan, kendi heva ve hevesleriyle "vardır-yoktur" diyen kişilere mi inanacağım.

Buradaki  asıl gayemizin  doğru itikadı bulup kurtuluşa ermek olduğunu hatırlatıp  bu meseleyi delilleriyle masaya yatırmadan evvel Peygamberimizin sas bizi nasıl yönlendirdiğine bakalım ki  aklımızla değil Efendimiz'in sas buyurduğu gibi davranalım inşallah :(Aşağıda verdiğim 4 hadis, benim istikametimi çizen en önemli verilerdir.)


Peygamberimiz sas buyuruyor:

*"Size ashabımı (onlara tâbi olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır."

*Ümmetimin icmasında çoğunluğun dediği geçerlidir; ümmetim sapıklıkta birleşmez.” (Eğer yukarıda bahsettiğim konularla ilgili hiçbir bilginiz yok; araştırmak için vaktiniz de yok ise sadece bu hadisle amel etmeniz yeterli.)

*"İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

* "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce. Fiten. 8).
Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Konuya geçmeden evvel bir de "Edille-i şer'iyye"nin ne demek olduğundan bahsetmek istiyorum ki daha iyi anlaşılabilsin:

Edille-i şer'iyye dörttür:
Kitâb (Kur'ân-ı kerîm),
Sünnet (Peygamber efendimizin söz, fiil ve takrirleri, bir iş yapılırken görüp de ona mâni olmadıkları şeyler),
İcmâ (müctehid âlimlerin dînî bir işin hükmünde söz birliği etmeleri) 
Kıyâs (hükmü bilinmeyen bir şeyi hükmü bilinene benzeterek anlamak). (Abdülganî Nablüsî)

*İslâmiyet, edille-i şer'iyye ve ona bağlı ikinci derecedeki delil ve vesîkalar ile bize gelmiştir. Bu delîllere dayanmayan, bunların dışında kalan her şey bid'attir, red olunur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

*Din ile ilgili hükümlerin isbâtında edille-i şer'iyye, mû'teberdir. Tasavvufçuların keşif ve kerâmetleri değil. (İmâm-ı Rabbânî)

*Edille-i şer'iyyenin dört olması müctehidler içindir. Mukallidler yâni dört mezhebden birinde olanlar için delil, sened,bulunduğu mezheb reisinin ictihadı ve sözüdür. (Hâdimî)

Tarih boyunca hiçbir bid’at fırkası mütevatir Sünnetle sabit olan itikadi unsuları inkar etmemiştir. 

Yüzyılımızın başlangıcında ise bu inkarların başladığını görüyoruz. Modernist zihniyetin mütevatir sünnetle sabit olmuş bu tür meseleleri inkardaki esas problemi sünnet/hadis alanındadır. Onların kafasında farklı bir İslam anlayışı olduğu için edille-i şer’iyye’nin her biri için devre dışı bırakma formülleri vardır. Mesela kıyas hakkında derler ki; “bu lafızcı bir anlayışın ürünüdür. Oysa asl olan maksaddır. Nassların maksadına, hedefine bakalım.” 

Mesela icma için derler ki; “icma her devirde vardır. Sahabenin bir icması varsa kendi dönemlerini bağlar. Biz kendi dönemimizde kendi icma’mızı oluşturabiliriz. Dolayısıyla geçmiş icma’ya aykırı icma’da bulunabiliriz.”     

Sünnete gelince, burada birkaç mekanizma devreye girer. 

Birincisi nakil problemi var derler. "İşin içine ravi girdiyse orada problem var demektir;dolayısıyla rivayetlere tam anlamıyla güvenmemiz, en azından Kur’an’a itimad ettiğimiz gibi itimad etmemiz mümkün değildir" derler. 

İkincisi rivayetlerin mana ile nakledilmesi gibi bir hadise var. "Burada Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın tam olarak ne dediğini tesbit etmemiz hemen imkansızdır" derler. 

Üçüncüsü "Efendimiz aleyhisselam Sünnet vazederken kendi dönemini, şartlarını, toplumunu dikkate almıştır. O, tarihin o döneminde kalmıştır. Bugün her şey değişiyor. Efendimizin kendi toplumu için vazettiği bir takım uygulamaları biz bugünün toplumunu dikkate alarak yeniden yorumlamalıyız" gibi bir takım mekanizmalarla edille-i şer’iyye’yi devre dışı bırakırlar. Sünnet konusunda, Mehdî, nüzul-i İsa (a.s) üzerinde bunu çok yaparlar. Özellikle bu meseleler hakkında araştırma yaparken sık sık şu iddialarını görürüz: “Rivayetlerin, hadislerin sahih kabul edilebilmesi için birincisi Kur’an’a uygun olması, ikincisi akla uygun olması, üçüncüsü vakıaya uygun olması gerekir. Bunlardan birisiyle çatışırsa rivayet sahih değildir. Hanefiler de zaten böyle demişler. Onlar da bizim gibi düşünürler” derler. İyi ama siz zaten aklı ve Kur’an’ı kendinize göre yeniden tarif ediyorsunuz. Bir şeyin Kur’an’a uygun olup olmadığına nasıl karar vereceğiz.Örneğin  recm Kur’an’a uygun mudur, aykırı mıdır diye bakarsak; bu ümmetin seleften halefe bütün alimlerine göre Kur’an’a aykırı değildir. Ama modernistlere göre aykırıdır. Peki burada kim hakemlik yapacak o zaman? Bu akıl hangi akıl? İslami akıl mı, hristiyanın aklı mı, ateistin aklı mı, kimin aklı? Eğer akıl yeknesak bir şey olsa idi hiç kimsenin Allah’ı inkar etmemesi lazımdı. Oysa bakıyorsunuz ateistlerin de kendilerine göre bir akli zeminleri var. Onun için bu tamamen İslam itikadiyatının, bilhassa Kelam ilminin vazettiği çerçeve içersinde hareket edilmesi gereken bir alandır. İşte bu sebepten akla uygun mudur değil midir meselesi girdiği zaman orada Kelam ilmi devreye girer.

Peki Bu akıl nasıl çalışacak? Bu akla çalışma ilkelerini kim verecek? Ölçüsü ne olacak? Hangi zeminde hareket edecek, neyi hedef alacak?


Akıl, sahibine göre şekillenen bir şey. Herhangi bir konu  hakkındaki rivayetlerin sünnet temelli olması bu rivayetlerin herhangi bir biçimde zayıf noktasını oluşturmaz. Biz herhangi bir hususun hakikat olarak telakki edilebilmesi için özellikle Kur’an’da açık bir şekilde yer alması şartı aramayız. Çünkü Kur’an’ı bize nakleden, tebliğ eden, tefsir eden Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz aynı zamanda Allah Teala’dan aldığı emirle ve selahiyetle mecazen şari’dir
(şeriat koyan). Onun şari olması bu dinin tebliği ve tefsiri bağlamında Kur’an dışı bir vahiyle bize pek çok şey söylemiş, pek çok hüküm koymuş olması, Kur’an’ın yanında ikinci bir kaynak olarak Sünnetine itibar etmek zorunda bırakıyor bizleri. Efendimiz sas bize sadece Kur’an’ın lafızlarını tebliğ etmemiş, aynı zamanda muradullah nedir bunu bilfiil göstermiş. Dolayısıyla biz İslam’ı Kur’an’dan ibare görmüyoruz, ortada bir peygamber gerçeği var. Peygamber Aleyhisselâm’ın sünneti aynı zamanda Kur’an’ın etrafında bir mahfazadır. O mahfazayı, o fanusu kaldırdığınız zaman Kur’an tabiri caizse korumasız kalır. Dileyen ona dilediği yerde dilediği şeyi söyletebilir. Evet Kur’an korunmuştur, lafzı kıyamete kadar korunmuştur. Ama ortada birçok da yanlış Kur’an yorumları vardır. Allah Teala Kur’an’da  bir şey buyurmuş, biri çıkıyor başka bir şey söylüyor. Bunu yorum yapmak suretiyle yapıyorlar. Zaten Ehl-i Kitab da kendi kitaplarını yorumla tahrif etmişlerdi.  İncil’i sadece çıkarmalar veya ilavelerle değil, yorumla da bozmuşlardı. Hatta İncil araştırmacıları İncil’deki tahrifin en fazla yorum yoluyla yapıldığını söylerler. Tevrat’ta da bu geçerlidir. Aynı şey Kur’an için de geçerlidir. Kimse Kur’an’dan bir ayeti silemez. Ama yorumlarında öyle şeyler söylerler ki Kur'an'ı tahrif ederler.
 Mesela Hindistan’da bunu Kur’aniyyûn ekolü yapıyor. "Salât (namaz) kelimesi dua demektir, günde üç kere kıbleye dönersiniz dua edersiniz bu emir yerine getirilmiş olur diyorlar." Bu bir tahriftir. Kur’an’ın metni apaçık dururken  ve Efendimiz'in bilfiil uygulaması varken; o namaz emrini dua olarak yorumluyor ve bu temel ibadet başka bir şeye dönüşüyor.

Bu bilgilerden sonra reformcu yeni müçtehidlerin sözlerinden birini ele alalım istiyorum: Diyorlar ki "abdestsiz olarak Kur’ana dokunabiliriz."


Abdest ayetinde “Kuran’a dokunulmaz” ifadesi geçmiyor diye “Kuran’da yok”deyip bu konuda delil olan şu ayetleri de çarpıtma peşine düşüyorlar.

Vakıa suresi
77. O, elbette değerli bir Kur’an’dır.
78. Korunmuş bir kitaptadır.
79. Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir.
80. Âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.

“Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir” ifadesini açıklayan iki görüş var:

1- “ona” ifadesinin bir önceki ayette belirtilen “levhi mahfuza” işaret ettiği
2- “ona” ifadesinin “Kur’an-ı Kerime” işaret ettiği

1. manaya göre Kur’an korunmuş bir kitaptır ve ona temiz olmayanlardan yani meleklerden başkası yani şeytanlar dokunamaz.
2. manaya göre ise Kur’an-ı Kerime gusül ve abdesti olmayanlar dokunamazlar.


İkinci mana çok daha kuvvetlidir ve Müfessirlerin çoğu(yukarıdaki hadisi hatırlayın) bu ayetin “Kuran’a abdestsiz dokunulmayacağına delil” olduğunu kabul etmişlerdir.

Çok önemli bir başka konu da; Kur’an-ı Kerim bir bütündür ve bütün olarak ele alındığı takdirde hükümleri anlaşılmaktadır. 

Bakınız abdest ve teyemmümü emreden ayet-i kerime de nasıl bir ifade geçiyor:

“Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınızı mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (Teyemmüm edin). Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Maide 6)

Allahu Teala bu ayet-i kerimesinde insanlar için “tertemiz” ifadelerini kullanıyor ve abdest ile teyemmüm alınarak “tertemiz” olunmasını emrediyor. Vakıa suresinde de aynı ifade ile “tertemiz olanların” dokunabileceğini buyuruyor.

Sadece bu bütünlükten bile tertemiz olanların abdest alanlar olduğu ve Kur’an-ı Kerime tertemiz olanların el sürebileceği manası anlaşılmaktadır.

Yani formülünü şu şekilde yapalım:
Maide 6: Abdest-teyemmüm alın ve TERTEMİZ olun
Vakıa 79: O’na ancak TERTEMİZ olanlar dokunabilir…

Bu çok önemli bir ayrıntıdır;


Tefsirlerin verdiği mana:
Vakıa suresinin 79. ayeti: “Ona ancak temiz olanlar dokunabilir”

*Ayetin manasında diğer bazı alimler şöyle dedi: Yani: Cünüplükten ve hadesten temiz olanlar. Ayetin lafzı haber verme üzeredir, ama manası taleb (yasaklama) dır. Burda Kur’andan murad, Mushaf’tır. (İbni Kesir: 7/545)

*Bağavi Tefsiri’de aynı şekilde hadesten ve cünüplükten temiz olanların ancak Kur’ana dokunabileceği manasını verdi. (Bağavi: 8/23)

*Kur’ana ancak, Allahu teala’nın her türlü âfet ve günahtan tertemiz kıldığı keremli melekler dokunabilir. Aynı şekilde Kur’ana, şirkten, cünüplükten ve hadesten temiz olanlar dokunabilir. (Tefsiri Müyesser 15/10)

*Hadeslerden ve necasetlerden temiz olanlar. (Cami-ul Ahkam-ul Kur’an 17/226)



KUR’AN-I KERİMDE TEMİZ OLANLAR KİMLER?
Kur’an-ı Kerimin diğer hiçbir yerinde meleklerden “tertemiz” gibi ifadeler ile BAHSEDİLMEZ. Tam aksine Kur’an-ı Kerimin bir çok yerinde insanların “tertemiz” olmasından bahsedilmiştir.

Ahzab 33. "Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve Resülüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor."

Zümer 73. "Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: “Size selam olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi, ebedi kalmak üzere buraya girin.”


Ali İmran 164. "Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler."

Tevbe 108." Onun içinde asla namaz kılma. İlk günden temeli takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) üzerine kurulan mescit (Kuba mescidi), içinde namaz kılmana elbette daha layıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz onları sever."


KUR’AN-I KERİM DE TERTEMİZDİR
Beyyine
2. Bu delil, tertemiz sahifeleri okuyan, Allah tarafından gönderilen bir peygamberdir.
3. O sahifelerde dosdoğru hükümler vardır.

abese
11- (Habîbim!) Hayır! (Bir daha böyle bir şey yapma)! Şüphesiz ki o (Kur’an ayetleri, kendisiyle amel edilmesi gereken) büyük bir öğüttür!
12- Artık dileyen onu düşünüp öğütlenir (veya onu ezberler)!
13- (O Kur’ân, Allah tarafından) değerli kılınmış (Levh-i Mahfûz’daki) pek kıymetli birtakım sahifelerdedir.
14- (O sayfalar ki; yedinci kat semada) yükseltilmiş ve (şeytanların ulaşmasından ve Allah kelâmı dışındaki her şeyden) tertemiz kılınmış)

Şimdi inceleyelim:
Vakıa 80. ayette: “Âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.” buyruluyor,

Abese 13-14. ayette: “tertemiz ve çok değerli sahifelerdedir” buyruluyor,

Maide 6. ayette Gusül ve abdest alanların tertemiz olduğunu buyuruyor,

Vakıa 79. ayette de “Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir” buyuruyor.

Peygamber Efendimiz de: “Kur’ân’a temiz olandan başkası dokunmasın”buyuruyor…

Bütün bunlardan Rabbimizin katından indirdiği ve tertemiz olduğu beyan edilen bir Kitab’a, tertemiz olan insanların dokunabileceği açıkça anlaşılıyor…


Eğer inkarcıların iddia ettiği gibi “kutsal olan sadece ayetlerin maneviyatları” olsaydı Peygamber Efendimiz de böyle buyurmazdı. Demek ki önemli olan şey, Mushaf-ı şerife abdestsiz bir şekilde dokunulamamasıdır. 


İçerisinde Rabbimizin kelamının yazılı olması da başlı başına bir sebeptir…

Takva sahibi bütün müçtehiler ve mezheb imamları Kur’ana layık edeble tazim edilmesini, abdestli olarak dokunulmasını emretmişlerdir.

Kur’an-ı Kerimi şerh eden, Şeriatın açıklayıcısı dinin nasıl yaşandığını canlı olarak gösteren peygamber Efendimizin sas de bu ayet-i kerimeyi destekleyen hadis-i şerifleri mevcuttur. Bu sebeple ayet daha kuvvetli bir delil olmaktadır.


*Ehl-i Sünnet ulemâsının herhangi bir itikadî esası, hatta herhangi bir fıkhî esası bile, haram-helâl meselesini bile isbat ederken, ortaya koyarken takip ettikleri bir metot vardır: 
 Âyet-i kerimenin o konuya temâsı ama açıktır, ama kapalıdır, ama işârî bir ifade vardır, ama sarih bir ifade vardır, önce konuyu Kur’ân-ı Kerim âyetiyle ortaya koyarlar; (bizim burada yapmış olduğumuz gibi)
 sonra konu hadislerle desteklenir, teyit edilir. Daha sonra sahabenin, tâbiînin, müctehid imamların konuyla ilgili icmaına, ittifakına yer verilir. İşte şimdi biz de bu metodu takip etmek sûretiyle âyetlerden çıkan bu sonucu bir de Hz. Peygamber Efendimizden nakledilen hadisler bağlamında ele alalım inşallah.

İbni Ömer dedi: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kur’ana ancak temiz iken dokun” (Lübab: 18/437)


Ulema, İmamı Malik’in r.a. Muvatta’sında zikrettiği şu rivayetle delil getirdiler: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Amr ibni Hazm’e yazdığı mektupta şöyle buyurmuştur “Kur’ân’a temiz olandan başkası dokunmasın”  (Kurtubî, 17/225; Mâlik b. Enes, Muvatta, K. el-Kur’ân 15/1; Darimi, Talak: 3; Taberani, El-Mecmuu’l-Kebir, Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, Darekutni, Sünen, Hakim el-Müstedrek)

Cumhur fukaha yani Hanefi, Şafii, Maliki fukahası, ayrıca ashabın pek çoğu, evlatlarını Kur’ana dokunmak için abdest almalarını emrederlerdi. Bu hususta Hazreti Ömer’in r.a. müslüman olurken zikredilen kıssası yeterlidir. "Önce temizlendi, sonra Kur’an yazılı sahifeleri eline verdiler de okuyup müslüman oldu."

İmam Serahsi’nin Mebsut’unda şu ibare vardır:
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, bazı kabilelere yazdı:

“Kur’ana hayızlı ve cünüb dokunmasın”

(Hüküm bakımından, abdestsiz olan, cünüp olan, hayız ve nifas olan kadınlar aynıdır.)

Ne Peygamberimizden, ne sahabeden ve de ashabından bu yazılanların tersi bir beyanat yoktur…

**Salim ibni Abdillah ibni Ömer, babasından rivayetle Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’ana ancak temiz olduğun halde dokun” (Bunun üzerine ashabın icması vardır.)

**Ali’ye r.a. soruldu: Abdestsiz olan, Mushafa dokunur mu?

- Hayır, dedi.

**Rivayet edildiki Mus’ab ibni Sa’d ibni ebi Vakkas, Mushaf’tan okurdu. Elini avret yerine sokup kaşıdı. Babası (Ebi Vakkas r.a) elinden Mushafı aldı ve dedi:

“Kalk abdest al, sonra Mushafı tut.”

Bunlara ashabtan muhalif olan bulunmamıştır.


**Ata’ derki: “Mushafın yapraklarını ancak abdestli olan çevirir.”

Abdestsiz Kur’ana dokunulmasına cevaz verenler, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in Kisraya yazdığı mektubu delil getirirler. 
(Abdestsiz olarak Kisra'nın bu mektubu okuduğu kastedilerek)

Orda şöyle yazılıdır:

“Bismilahirrahmanirrahim. De ki ey ehli kitab, bizimle sizin aramızda ortak olan kelimeye gelin…”


Buna cevab olarak alimlerimiz der ki: Zaruret olduğu zaman, veya bir özür buna sevkettiği zaman caiz olur. Yani tebliğ edilmesinde başka çare yoktur. (Tefsiri Sa’lebi: 1/2224)

Ayrıca mektubu götüren, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in elçisidir, onlara kendisi okumuşta olabilir.


 Birileri çıkıpta 1400 yıldır uygulanan ve söylenenin aksi birşey  söylüyorsa o zaman bizde şöyle deriz:
“Açıklamayı Allah yapmaz da insanlar yaparsa, kim olursa olsun, karşı taraf bunu Allah’ın açıklaması zanneder; Allah’a itaat ettiği düşüncesiyle bir insana itaat eder. O insan kendisini Allah’ın yerine koymuş olur…” HAŞA.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Eylül 2014 Perşembe

371.ASIRLAR ÖNCESİNDEN GELEN MEKTUP

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kainatın Efendisi Muhammed Mustafa s.a.v. gönderilmeden çok önceydi… Hatta meşhur Yemen hükümdarı Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için Mekke’ye gelişinden de önce…

Yemen’de hüküm süren kralların, Arap yarımadasına, orada yaşayanlara egemen olma yarışı içinde olduğu dönemlerdi. Arap yarımadası bugün olduğu gibi, o zamanlar da hadiseleri hep içine, merkezine çekmekteydi. Bir yanda tevhit, diğer yanda isyan… Mücadelenin odağında ise Allah Teâla’nın nazargâhı Beytullah vardı…

İnananlar, bugün gözlerimizin aşina olduğu gibi Kâbe’yi tavaf ederek ilâhi rahmet dileyen kalabalıklar gibi değildi o zaman, azdı… Fetret dönemini yaşıyordu beşeriyet… Hz. İsa a.s.’ın ahirete irtihalinden sonra; Alemlere Rahmet Son Nebi’nin ise henüz dünyayı şereflendirmesinden önce…

Allah’ın Evi’ne göz diken krallar

Mahzundu Kâbe-i Muazzama… Onu hazmedemeyen Yemen kralları, yani Tübba’lar büyük fil orduları ile her şeye sahip olma yarışındaydılar. İnsanlara, mekanlara, kutsal değerlere, tevhide, Mekke’ye ve Beytullah’a…

Tübba’lardan biri olan Es’ad Ebu Kerib Mekke ve Medine’yi yerle bir etmeye Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. Bütün askerleri ve filleri ile Mekke’ye ilerledi.

Kral Es’ad şehre tam yaklaşmıştı ki şiddetli bir karanlık etrafı kaplayıverdi. Filler, atlar, yük hayvanları kıpırdayamaz oldu. Ne yaptılarsa çözüm yolunu bulamadılar.

Kralın başına gelenin ne olduğunu, buna benzer olağandışı olayların sebebini bilenler, o zamanlarda, o toplumlarda da mevcuttu. Devrin bilginleri krala şöyle diyorlardı:

“Kâbe Allah’ın evidir. Şimdiye kadar ona kötülük yapmak isteyenler hep helâk olup gittiler. Allah’ın Evi’ne iyiliğin dokunsun, ona hürmet et, kurban kes ve Mekke halkına ihsanlarda bulun.”1

Tübba’ Es’ad Ebu Kerib, eğer Allah üzerlerine çöken karanlığı kaldırırsa, Kâbe’ye hürmet edeceğine ve üzerine örtü örteceğine yemin etti.

Bu, kötü niyetin güzel amellere dönüşmesi anlamındaydı. Bu yönelişle günah ortadan kalktı, karanlık da yok olup gitti. Ordunun hayvanları yürümeye başladı; ama bu kez Kâbe’yi yıkmak için değil, hürmet ve tazim için…

Keşke o zamana yetişseydim…

İşte mütekebbir kral, kalbindeki iman nurunu hissedince isyanı hürmete dönüşüverdi. Mekke’ye iyice yaklaşınca hayvanından indi. Ayakkabılarını çıkardı. Kâbe-i Muazzama’ya yalın ayak girdi, tavaf etti. Mekkelilere ihsanlarda bulundu. “Maâfir” denilen en kaliteli Yemen kumaşından Kâbe’ye bir örtü yaptırdı. Bu, Beytullah’a örtülen ilk örtü idi.2

Ve… Es’ad Ebu Kerib isminden çok Tübba’ olarak tarihe geçen bu kral Kur’an-ı Kerim’de övgüyle anılacaktı:
“Bunlar mı (kâfirler) daha hayırlı, yoksa Tübba’ kavmi ile onlardan öncekiler mi?”3

Tübba’ Medine ve Mekke’de kaldığı süre içinde bilginlerle buluştu. Son peygamberin bu bölgede zuhur edeceğine ilişkin bilgilerini doğrulattı. Ayrıca kendisini ve ordusunu felaketten kurtardıkları için Medineli bilginlere çeşitli ikramlarda bulundu, bazılarına evler yaptırdı.

Ve Kral, son peygambere, Sevgili Peygamberimiz’e verilmek üzere bir de mektup yazdı. Bu mektubu Medine’nin en büyük, en meşhur bilgesine verdi. Eğer bilgenin kendisi erişemezse, evlatları, torunları eliyle de olsa bu mektubu Son Peygamber’e vermesini istedi. Kral mektupta şöyle diyordu:

“Ben Hazret-i Ahmed’in Allah tarafından gönderileceğine iman ettim. Onun zamanına yetişseydim, muhakkak ona yardımcı olurdum. Yeryüzündeki Arapları ve Arap olmayanları, herkesi O’na iman etmeye davet ederdim. Hatta O’nun düşmanlarıyla çarpışırdım ve O’nun kalbindeki her üzüntüyü dağıtırdım.”4

Yemen kralı, Alemlerin Sevgilisi gelmeden asırlarca önce yazdığı bu mektup ile o kutlu elçinin bir an bile üzülmesine tahammül edemeyeceğini, adeta O’nun başına gelecekleri görürcesine ilan etmiş oluyordu Kureyşlilerin atalarına…

Ve bu mektup babadan oğla aktarıla aktarıla Ebu Eyyub el-Ensarî r.a. Hazretleri’ne ulaştı.5

Sahibini bekleyen mektup
Alemlerin Efendisi s.a.v. 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret edince, Medine medeniyetin de merkezi oldu. Mekke’de hüzün bu kez başkaydı… Kureyşliler doğup büyüdükleri topraklardan O’nu çıkartmıştı. Kabe-i Muazzama yine mahzun kalmıştı.

Medine sokakları “En Sevgili”nin yolunu gözlüyordu O Mekke’den ayrıldığı andan itibaren… Her sabah namazının ardından gün batımına kadar, küçük büyük herkes “Hârre” denilen yere çıkıyor, gelecek kervanı bekliyordu.6

Peygamber s.a.v.’in Medine’ye gelmekte olduğu işitilince, Yemen kralının mektubu, kendisine teslim edilmek üzere Süleym kabilesinden güvenilir birine, Ebu Leyla’ya verilmişti. O da, Efendimiz’i karşılamak ve mektubu takdim etmek üzere yola çıkmıştı. Ne var ki, O’nu tanımıyordu.

Medine’ye yaklaşmakta olan Sevgili Peygamberimiz onu yolda gördü. Yanına çağırdı. Tübba’nın mektubunu vermesini istedi. Ebu Leyla çok şaşırdı:

“Doğrusu çok şaşılacak bir durum!” “Sen kimsin? Mektubun yanımda olduğunu nasıl bildin?” diye sordu.

Efendimiz s.a.v. kendisinin Allah’ın Rasulü olduğunu söyleyince, Ebu Leyla mektubu takdim etti. Hazreti Ebubekir r.a. mektubu okudu. Alemlerin Efendisi s.a.v. şöyle buyurdu:

“Tübba’ya fena söz söylemeyin, çünkü o Allah’a teslim olmuştur; Kâbe’ye örtü örten ilk kişidir.”7

“O duracağı yeri bilir.”

Cuma günü akşam sularıydı. Beklenen müjdeli haber Medine sokaklarında yankılandı:

“İşte nasibiniz, devletliniz, yolunu gözlediğiniz büyük insan geliyor!…”

Tekbirler semaya yükseldi. Yesrib, artık yeni adıyla Medine, Peygamber şehri oluyordu. Medine’ye önce sevgisi gelmişti, şimdi de kendisi geliyordu. Erkekler ve kadınlar evlerinin üzerine çıkmış, gençler ve hizmetçiler yollara dizilmişler, En Sevgili’nin gelişini kutluyorlardı:

Sevgili Peygamberimizi taşıyan Kasvâ adlı deve, sağlı sollu yola dizilen Medinelilerin arasından yürürken, Alemlerin Efendisi s.a.v.’den şu sözler işitiliyordu;

“Devenin yolunu açın, nereye gideceği ona emredilmiştir.”8

Kralın yaptırdığı ev
Amr kızı Selma, Sevgili Peygamberimiz’in dedesi Abdulmuttalib’in annesiydi. Hazreç kabilesinin Neccaroğulları kolundandı. Kasvâ, onun evinin bulunduğu yere geldi. Biraz durakladı, çöktü ama ardından kalktı. Ve bugünkü mescidin kapısının olduğu yere geldi. Burası iki yetime ait hurma kurutma yeriydi. Sevgili Peygamberimiz devenin son çöktüğü yerde indi. Ve şöyle buyurdu:

“İnşallah menzilimiz, durağımız burasıdır!…”

Alemlerin Efendisi’ni konuk etmek için yarıştı Medineliler…

Neccaroğulları Medine’nin yerlilerindendi. Vaktiyle Yemen kralının bilginler için yaptırdığı evlerde ikamet ederlerdi. Sevgili Peygamberimiz’in devesi Kasvâ’nın çöktüğü yer, Neccaroğulları’ndan Ümmü Eyyub’un evinin hemen yanı başıydı. Ümmü Eyyub ise Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin hanımıydı.

Ebu Eyyub Hazretleri, Peygamber Efendimiz Mekke’de iken İkinci Akabe Biatı sırasında hanımıyla birlikte müslüman olmuştu. Yani Peygamber Efendimiz’in Medine’yi teşrifinden üç ay kadar önce… Ve şimdi, Alemlerin Efendisi s.a.v., Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin evinin hemen yanı başına gelmişti. Kendisini konuk etmek için yarışan Medinelilere şöyle diyordu Kainatın Serveri s.a.v.:

“Ben bu gece Neccaroğulların’da kalacağım!..”

O gün, Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin:

“Ey Allah’ın Rasulü! İşte evim şurası, kapısı da şuradadır. Bana müsaade et, devenin üzerindekileri oraya taşıyayım…” dediği zaman, gönüller belki de yüzyıllarca önce bu evlerde yaşamış ecdadının hayır duaları ile bütünleşiyor, Yemen Tübba’sının duası da gerçekleşiyordu.

Kâinatın Efendisi s.a.v., Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin evinde yedi ay kaldığında ise, belki de o mübarek evin sahibi İstanbul surları önünde şehit olacağı dönemlere, “Eyüp Sultan” olacağı devirlere hazırlanıyordu.

Hiç kuşkusuz, Ebu Eyyub Hazretleri bu yedi aylık süre içinde, nice sırların ihtimal ki tek sahibi oldu. Gece gündüz Allah Rasulü’nün hizmetinde bulundu. Bu yüzden kendisine “Mihmandar-ı Nebi” denildi.

O yedi aydan sonra Mescid-i Nebi yapıldı. Peygamber Efendimiz, kendisi ve ailesi için ayrılan eve taşındı.

Zaman zaman Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin evine teşrif ederdi Kainat’ın Biriciği…

Ve bu ev, Efendimiz s.a.v.’in devr-i saadetinde İslâmiyet’in her daim öğretildiği bir mektep konumundaydı.

O Gönüller Sultanı, bu evde muhacirlere bazen yemek verir ve kendisine sunulan hediyeleri de fakirlere dağıtırdı.

Selam olsun O’nun evinden gelenlere

Selam olsun O’nun yolunda ilerleyenlere…

İ. Tozlu

1 İbn Sa’d, Tabakât, I/159
2 İbni Hişam, Sîre, I/21-24; Yakûbî, Tarih, I/198; Taberî, Tarih, II/95
3 Duhân, 37
4 Mesûdî, M. Zeheb, I/68; Süheylî, Ravdu’l-Ünf, I724; Vakîdî, Futûhu’ş-Şam, I/33
5 Semhûdî, Vefâ, I/189
6 Zehebî, T. İslâm, I/200; Diyarbekrî, Hamis, I/379
7 Ahmed, el-Müsned, V/240
8 Semhûdî, Vefâ, I/182; Diyarbekrî, Hamis, I/382

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

370.SAHİBİ İSTİĞFAR ETSİN DİYE GÜNAHLAR ÜÇ SAAT BİR RİVAYET ALTI SAAT YAZILMAZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e yetişmiş olan Ümmü’Isme el-Avsıyye (Radıyallahı Anha)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasullüllah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

” Herhangi bir müslüman bir günah işlerse onun günahlarını yazmakla görevli olan melek mutlaka üç saat durur (bekler) Eğer kişi o günahından dolayı o saatlerin bir anında Allah-u Te’ala’dan mağfiret dilerse, Allah-u Te’ala meleği onun günahına vakıf kılmaz, kıyamet günü de (o günahtan dolayı sahibine) azap etmez.” (Hakim, el-Müstedrek:4/291, Seyyid Muhammed Alevi el-Maliki, Ebvabü’l-ferac, sh:215-216)

Ebu Ümame (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifteRasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

” Şüphesiz soldaki melek günahkar bir Müslüman kuldan altı saat kalemi kaldırır (günahını yazmaz).
Eğer o kişi pişman olup istiğfar ederse onu bir kenara atar, değilse bir günah yazılır.”
(Taberani, el-Mu’cemu’l-kebir, no:7765,8/185, Beyaki, Şu’abu’liman, no:7049, 5/390, Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs, no:3785, 2/402)

Bu hadis-i şerifleri duyan insan hiçbir şeye aldanmayıp sabah akşam istiğfara sarılmalı ve onu asla geciktirmemelidir.

Çünkü Allah-u Te’ala imhal eder ama ihmal etmez. Yani mühlet verir ama başıboş bırakmaz.

Nitekim ömür bitip nefesler tükendiğinde ölüm mutlaka gelecektir.

Artık Müslüman kul kendisine bu kadar acıyan Mevla‘sından haya ederek tevbeye koşmalıdır.

Görüldüğü üzere Allah-u Te’ala onu affetmek için bahane aramaktadır.


Risale-i Ahmediye 40 İstiğfar Risalesi
A.Ünlü


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Eylül 2014 Çarşamba

BAKARA SURESİ 177. AYETİN TEFSİRİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bakara suresi 177.ayetin meali- "İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Fakat iyilik, Allah´a âhiret gününe, meleklere, kitaba , peygamberlere iman ede­nin, sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalana, di­lencilere ve köle azad etmeye verenin, namazı kılanın, zekatı verenin, söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin, sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanında da sabredenlerin yaptıklarıdır. Bunlar, imanlarında sadık olanlar­dır. Müttakiler de işte bunlardır."


Tefsiri
Ey, Yahudi ve Hıristiyan topluluğu, iyilik, bazısının yüzünü doğuya bazı­nızın da batıya çevirmesi değildir. İyilik, Allah´ı ve âhireti tasdik edenin, melek­leri, kitaplara ve Peygamberlere iman edenin yaptığıdır. İyilik, kendisinin çok sevdiği ve biriktirmeye hırslı olduğu, harcamada ise çok cimri davrandığı ma­lını, akrabalarına, babası ölmüş yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculuğu sırasın­da fakir düşmüş olana, yardım isteyen dilencilere, efendileriyle belli bir para karşılığında kölelikten kurtulma anlaşması yapan kölelere verenin yaptığı iştir. İyilik, namazı bütün tadil-i erkânıyla kılanın, zekâtı, Allah´ın üzerine farz kıldı­ğı şekilde verenin, Allah ile ahitleştikten sonra o ahdi bozmayanların, sıkıntı ve zorluk sırasında ve harp esnasında çatışma şiddetlendiği anda sabredenlerin yaptıklarıdır. Bunlar, imanlarında sadık olanlardır. Bunlar, Allah'ı tasdik eden­ler, sözlerini yaptıklarıyla ispat edenlerdir. Allah´ın cezasından korkup farzlarını yerine getirerek ona isyan etmekten kaçınanlar da işte bunlardır.

"İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir." ifadesinden maksat, Abdullah b.Abbas, Mücahid ve Dehhaka göre şu demektir: "Ey Mü­minler, iyilik yapmak, kıblenin çevirilmesinden önce Kudüse, çevirilmesinden sonra da Kâbeye doğru namaz kılmak değildir. İyilik şunlardır:...." Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu âyet- Resulullah´ın Mekke´den Medineye hicret etmesinden, bütün farzların ve cezaların inmesinden sonra nazil olmuştur. Bu bakımdan Allah teala, sadece namazın değil bütün farzların eda edilmesini em­retmiştir.
Katade ve rebi´ b. Enese göre ise: "İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çe­virmeniz değildir." ifadesinden maksat: "Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar iyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Bilakis iyilik şunlardır..." de­mektir.

Yahudiler batıya , Hıristiyanlar da doğuya doğru namaz kılıyorlardı. Bu âyet nazil oldu ve Allah teala, iyilik ve hayırın, sadece yüzün doğuya ve batıya çevrilmesiyle olmadığını, iyiliğin, Allah tealanin beyan ettiği, imanı gösteren şu özelliklerde olacağını açıkladı. O özellikler de: Allah´a, kitaplara, Peygamber´ine iman etmek, Allah yolunda harcamak, onun yolunda cihad etmek ve diğer amellerdir. Taberi de, bundan önceki âyetlerin de Yahudiler hakkında olma­sı hasabiyle bu görüşü tercih etmiştir.

Ayet-i kerimede "Sevdiği mallardan veren kimse "zikredilmektedir. Ab­dullah b. Mes´uda göre bu ifadeden maksat, "Mala çok düşkün ve cimri olduğu, zengin olacağını ümit edip fakirlikten korkar olduğu bir halde onu harcayan" demektir.

Şa´bi bu âyet-i kerimeye dayanarak Müslümanın mallarında zekatın da dı­şında hak olduğunu söylemiştir.

Süddi de bu âyette zikredilen "İnfak"ın, mal sahibinin, malı üzerinde bir hak olduğunu söylemiştir. "Mal sahibi zekatın dışında bunu da vermekle yü­kümlüdür." demiştir.

Bu hususta Âmir eş-Şa´bi, Fatıma binti Kaysın, Resulullah´tan şu hadisi rivayet ettiğini söylemiştir. Fatıma diyor ki: "Resulullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki malda zekatın dışında hak vardır." Sonra Resulullah: "İyilik, yüzünü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. " âyetini okudu." Diğer bir kısım âlimler ise âyetin bu bölümünden zekat vermenin kastedildiğini ve kişinin, malından, zekatın dışında bırşey vermekle yükümlü olmadığnı söylemişlerdir.

Âyet-i kerimede, kişinin, düşkün olduğu malından Allah yolunda verme­si takvadan sayılırken kendilerine mal verilecek kimselerin ilki olarak akrabalar zikredilmiştir. Zira bunlara verilen sadaka, diğerlerine verilenlerden daha üs­tündür. Bu hususta Resulullah (s.a.v.)´e "Sadakaların hangisi daha efdaldir " diye sorulduğunda şoyle buyurmuştur: "Kişinin malı az olduğu olduğu halde son çabasını harcayarak kendisine kin besleyen akrabasına verdiği şey sadakadır. [135]

Bu âyet-i kerimede bir çok sıfat birlikte zikredilmektedir. Arapçada cüm­lede çokça sıfat bulununca, sıfatların bazıları özellik arzetsin diye dilbilgisi kai­delerine göre bulundukları halden ayrılarak başka bir halde kullanılırlar. İşte bu­rada "Sabredenler" kelimesi, diğer sıfatların bulundukları "Ya­lın" halden ayrılıp ismin "İ" halinde kullanılmıştır, Arapçada buna "Mensub" denilir. Buna göre mânâ şöyledir: "İyilik Allah´a, âhiret gününe , meleklere, ki­taba ve Peygamberlere iman edenin, .sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalana, dilencilere ve köle azad etmeye verenin, namazı kıla­nın, zekatı verenin, söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin yaptıklarıdır. Sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanında sabredenlerin sabretmeleri netice itibariyle bir iyilik ise de ben, özellikle bu sabredenleri daha çok takdir ederim."

Âyet-i kerime, iyilikte bulunan takva sahibi kimselerin sıfatlarını veciz bir şekilde özetlemiştir. Bunlar, iman etmek, malını Allah yolunda infak etmek, namaz kılmak, zekat vermek, verdiği sözü yerine getirmek ve sıkıntılara karşı sabretmektir. Bu sıfatları kısa olarak şu şekilde izah etmek mümkündür.

a- İman etmek: İmanın, herşeyin başında geldiği muhakkaktır. Kâfirlere dini vazifeler yüklemek söz konusu değildir. Kur´an-ı Kerim tek bir yerde kâfirlere hitabetmekte ve onları uyararak: "Ey kâfirler, bugün mazeret gös­termeyin. Sizler ancak dünyada yaptıklarınızla cezalandırılıyorsu­nuz "[136]demektedir. İmanı olmayandan iyilik beklemek boştur.

b- Allah yolunda infak etmek:
Peygamber efendimiz sas bir hadis-i şerifin­de, cimri ile, malını Allah yolunda harcayan kimseyi karşılaştırarak buyuruyor ki:

"Cimri insan ile malını Allah yolunda harcayan insan, üzerlerinde , göğüslerinde köprücük kemiklerine kadar uzanan demir yelek bulunan iki kişiye benzerler. Malını Allah yolunda harcayan kişi, her harcadığında bu demir yelek genişler ve bütün vücudunu kaplar. Öyle ki parmak uçlarını dahi örtüp ayak izlerini yok eder hale gelir. Cimri ise harcamak istemediği her an, demir yelekte bulunan halkalar, bulundukları yerlere yapışıp kalır­lar. Cimri bu yeleği genişletmeye çalışır fakat yelek genişlemez. [137]

Âyet-i kerime, müminin, malını Allah yolunda harcarken özellikle şu kimselere harcanması lazım geldiğini beyan etmektedir. Bunlar, akrabalar, ye­timler, yoksulllar, yolda kalanlar, dilenciler ve azad olacak kölelerdir. Peygam­ber efendimiz sas, sadakadan akrabaya yapılan harcamanın önemine işaret ederek uyuruyor ki:

"Herhangi bir yoksula verilen sadaka sadece sadaka sayılırken akra­baya verilen sadaka iki şeydir. O, hem sadakadır hem de akrabalık bağını gözetmektir."
[138] Resulullah (s.a.v.) efendimiz, yetimi himaye etmenin öne­mini beyan ederken de şehadet parmağıyla orta parmağını hafifçe birbirinden ayırarak işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Benimle, bir yetimi gözetip koruyan kişi cennette işte şu iki parmak gibi birbirimize yakın olacağız." [139] Resulullah (s.a.v.) yoksulun kim oldu­ğunu beyan edip ona yardımda bulunmanın önemine işaret ederek te buyuruyor:

"Aslında yoksul, insanları gezip dolaşan, kendisine verilen bir lok­ma veya iki lokma yahut bir hurma veya iki hurmanın geri çevirdiği kişi değildir. Yoksul, kendisine yetecek kadar bîr şey bulamayan ve bu hali anlaşılamadığı için kendisine sadaka verilmeyen ve kalkıp ta insanlardan bir şey istemeye girişmeyen kimsedir." [140]

Âyet-i kerimede zikredilen "Yolda kalanlar" dan maksat, Katadeye göre "misafır"dir. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde:

"Kim, Allah´a ve âhiret gününe iman ediyorsa misafirine ikramda bulunsun."[141] buyurmuştur. Resulullah:

"Misafirlik üç gündür. Bunun ötesinde olan, ona verilen bir sadaka­dır." [142]buyurmuştur. Ebu Cafer ve Mücahide göre ise "yolda kalanlardan maksat, kişinin yanından geçip giden yolcudur.

Dilenen kimselere gelince, bunlar da azarlanmadan, boş çevirmeden az veya çok bir şeyler verilmelidir. Bu hususta âyet-i kerimede buyuruluyor ki: "Di­lenciyi azarlama." [143]Bu konuda Hz. Hüseyin (r.a.) Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Dilencinin hakkı vardır, ata binerek gelse dahi."[144]

Peygamber efendimiz azad olacak köleler için de şöyle buyurmaktadır:

"Allah´ın, üç kişiye yardım etmesi, üzerine aldığı bir haktır. Allah yo­lunda cihada eden kişiye, borcunu ödemek isteyen köleye, iffetini muhafaza etmek için evlenmek isteyene." [145]

c- Namaz kılmak: Namaz dinin direğidir. Müslüman kişi bu ibadetiyle tanınır. Resulullah (s.a.v.) ibadetlerimiz arasında namazın büyük önemine işa­retle buyuruyor ki:

"Kişi ile müşriklik arasındaki fark, namazı terketmektir." [146]

d- Zekat vermek: Zekat, mali ibadetlerin başında gelir. Müslüman, tam bir hesap yapmak suretiyle zekatını vermek zorundadır. İslam Devleti, zekatını vermek istemeyen müslümandan bu zekatı zorla alır. Nitekim Hz. Ebubekir(r.a) Resulullah´ın sas vefatından sonra zekatı vermek istemeyenlerin üstüne gitmiş onlarla savaşmış ve onlar hakkında şöyle demiştir:

"Allah´a yemin olsun ki namazla zekatı birbirinden ayıranlara karşı mutlaka savaşacağım. Zira zekât, malın üzerinde bir haktır. Allah´a yemin olsun ki Resulullah´a sas vermiş oldukları bir yuları dahi bana vermekten kaçınırlarsa bundan dolayı onlarla savaşırım." [147]

e- Verdiği sözü yerine getirmek: İslamda çok önemli ve Müslümanın mutlaka yerine getirmesi icabeden hususlardan bir tanesi de, verilen sözün yeri­ne getirilmesidir.Bu hususta Allah teala şöyle buyuruyor: "Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen sözde mesuliyet vardır." [148] Peygamber efen­dimiz de, münafıkların sıfatlarını sayarken, verdiği sözden dönmeyi de bunlar­dan saymıştır: "Münafıkın alâmeti üçtür, konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözden cayar, kendsine emanet edilen şeye hıyanet eder." [149]

f- Sıkıntılara karşı sabretmek:
Sabır, müminin sığındığı iki kaleden bi­ridir. Bu hususta Allah teala şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir." [150]"Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Ey Muhammcd, sabredenleri müjdele." [151]

Âyet-i kerimede zikredilen "Sıkıntı"dan maksat, "Fakirlik" demektir. "Şiddet zamanından" maksat ise "Savaş anı"dır. Özellikle bu hallerde sabretme­nin büyük bir iş olduğu muhakkaktır. Görüldüğü gibi âyet-i kerime, kulun yapa­cağı bir çok ibadet ve itaati kapsamaktadır. Bu nedenle Allah teala bunları ya­panları "Sadık" ve "Muttaki" olarak vasıflandırmıştır. [152]


[135] Bkz. Ebu Davud, K. ez-Zekflt, bah: 40, Hadis No: 1677/Ahmed b. Hanbel, Mltened c. 3, s. 402
[136] Tahrim suresi, 66/7
[137] Buhari, K. ez-Zekat, bab: 28, K. et-Talak, bab: 24/Müslim, K. ez-Zekât, bab: 75, Hadis No: 1021
[138] Tirmizi, K. ez-Zekât, bab: 26, Hadis No: 658/Nesei, K. ez-Zekât, bab: 82/İbn-i Mâce K. ez-Zekât, bab: 28, Hadis No: 1844
[139] Buhari, K. et-Talak, bah: 25, K. el-Edeh, hah: 24/Müslim, K. ez-Zühti, hah: 42, Hadis No: 2983, Ebu Davud K. el-Edeb, bah: 123, Hadis Nn; 5150
[140] Buharı, K. ez-Zekât, hah: 53/Nesei, K. ez-Zekât, bah: 76
[141] Buhari, K. el-Edcb, bah: 31/85/Müslim, K. el-Lukata, hah: 14, 15
[142] Buhari,K.el-Eılcb,bah:31ı85/MUs1im,K.el-Lukala,bah: 14, 15
[143] Duha suresi, 93/10
[144] Ebu Davud, K. ez-Zekât, bab: 33, Hadis No: 1665/Ahmed b. Hanbel, Mtisned c. 5, s. 201
[145] 302 Tirmizi, K. el-Fadail el-Cihad, bab: 20, Hadis No: 1655/Nesei, K. en-Nukah, bab: 5, K. el-Cihad, bab: 12/İhn-i Mace, K. el-Itk, bab: 3, Hadis No: 2518
[146] Müslim, K. el-İman, bab: 134, Hadis No: 82/Ebu Davud, K, es-Sünne, bab: 15, Hadis No: 4678
[147] Buharı, K. el-İ´tisam, bab: 2/MiisIim, K. ci-İman, bab: 32, Hadis No: 20/P.bû Davın!, K. ez-Zekât, bab: 1, Hadis No: 1556.
[148] İsra suresi, 17/34
[149] Buharı, K. el-İmnn, bab: 24/Müslim, K. ct-îman, bab: 10n, Hadis No: 59
[150] Bakara suresi, 2/153
[151] Bakara suresi, 2/155
[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/407-413. -

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Eylül 2014 Pazartesi

368.GÜNAHLAR DERT, DEVASI DA İSTİĞFARDIR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Enes ibni malik (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifteRasulüllah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

” Size derdinizi ve ilacınızı göstereyim mi ?! Agah olun ki, derdiniz günahlardır, devanız da istiğfardır.” (Beyaki, Şu’abu’liman, no :7147, Hafız el-Münziri, et-Terğib, no:2406, sh:327)

Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre dertlerin çoğalmasının sebebi ve kederlerin ardarda gelmesinin nedeni günahların uğursuzluğu ve onlarda ısrarcı olmanın şerridir.

O halde bunların ilacının da tevbede sadakat ve istiğfar olması uygundur.


Risale-i Ahmediye 40 İstiğfar RisalesiA.Ünlü

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

7 Eylül 2014 Pazar

367.TELFİK HARAM MIDIR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Mezhepler konusu açıldığında "ben sadece bir mezhebe bağlı kalmam bazen Şafiye bazen Hanefiye ya da Hanbeli veya Malikiye uyarım" cümlesini son zamanlarda çok duymaya başladık. Bu konuyu daha önce de ele almıştım; bu yazıda biraz daha ayrıntılı olarak tekrar gündeme getirmek istedim.

Nihai sınırını aşan her şey zıddına inkılap eder. Hayatın bütün şubelerinde bu böyledir. Bir hastayı tedavi etmek için belirlenen ilaç eğer hastaya aşırı dozda verilirse niyette tedavi, hakikatte ise hastalık üretilir.


Taklit de fert adına bir kolaylıktır. Aksi takdirde avamın mükellef olduğu hükümleri öğrenmesi aşırı derecede zorlaşırdı. Büyük çoğunluğu da bunu başaramazdı.


 Mukallidin mevcut kolaylıktan istifade edebilmesi için taklidin sınır ve şartlarını bilmesi gerekir; Kimi, niçin, nasıl ve hangi şartlar altında taklit edecektir. Hadisenin bu boyutunu fıkhın temel dinamiklerini dikkate alarak değerlendiremeyenler için taklit -bir kolaylıktan öte- ciddi manada bir problem olacaktır.

Hayatın, Allah ve Rasülü’nün (s.a.v) vaz’ ettiği mutlak hakikat çevresinde cereyanı ve ferde ait teklif-i İlahinin anlaşılıp uygulanması taklidin meşru sınırlar dahilinde kalmasıyla mümkündür. Aksi bir anlayış ameliyesi hayatın “sapık” bir zemine oturmasına ve yapılan ibadetlerin geçersiz olmasına yol açar. Kur’an-ı Hakim serabı hakikat niyetine algılayıp, ibadet yapıyorum zannıyla avunanları ifade ederken şunları söyler: “De ki; size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) İyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.”1

Kırmızı Çizgiler
İnsanların taklitle alakalı hakikati saf haliyle görebilmeleri için fakihler muazzam birikimlerini devreye sokarak bir takım kırmızı çizgiler belirlediler. Bunlara taklidin meşruiyetini koruyan önlemler de diyebiliriz. Bu çizgilerin aşılmasıyla dini hayatta kaoslar zuhur etmiştir. Batı emperyalizminin yoğun baskısı altında şekillenen İslami anlayış biçimleri maalesef ki bu kaosun oluşması ve devamında önemli rol oynamıştır.
Müçtehit imamlar devrini takiben başlayan uzun zaman diliminde ( Hicri dördüncü asır sonrası) ulemanın içtihat kapısını kapatıp! taklidi teşvik ettiğini ve bu teşvikle terakkinin de önünü kestiğini iddia eden modernistler, Müslümanlara kolaylık sağlama adına herhangi bir konuda mezheplerin farklı hükümlerinin bir araya getirebileceğini ve oluşturulacak yeni hükümle amel edebileceğini (telfik) söylemektedirler. Yani taklitle alakalı hakikatin saf haline (ki o saf hal Allah Resulünden günümüze kadar devam eden şekildir) müdahele edilmiştir.

Nedir Ne Değildir?
Bu makalenin mevzuu taklidin meşruiyeti değildir. Çünkü telfikin haram olduğunu kabul eden her makale aynı zamanda taklidin gerekli olduğunu benimser.
Makalenin ne ile alakalı olmadığını söyledik, neden bahsettiğine gelince; Telfikin menşei, ilk defa ne zaman telaffuz edilmeye başladığı, modernitenin önemli temsilcilerinden Reşid Rıza’nın “Muhâverâtu’l-Muslih ve’l-Mukallid” isimli eserinde telfike dair neler söylediği ve son olarak Sünnet ve Cemaat alimlerinin telfik bağlamında nasıl bir mütalaa içerisinde oldukları, incelenecektir. Bütün bunlardan gaye ise, müçtehit imamların içtihatlarını arzu ve isteklerine göre yeniden terkip edip hevai bir din/yaşayış icat etmenin peşinde olanların gayri meşru bir ameliye içerisinde yer aldıklarını ispat etmektir.
TELFİK
L.f.k. kökünden türeyen ve tef’il babından mastar olan “telfik” kelimesi, sözlük anlamı itibarı ile; “bir kumaş parçasının bir ucunu diğer ucuna birleştirerek dikmek, uydurmak, süslemek, ulaşmak, iltihak etmek, anlamamak, elde edememek” gibi anlamlara gelmektedir.2


 Tef’il kalıbındaki bu kelime, daha çok; “eşya veya işleri bir araya getirmek, birbirine eklemek, tek bir tarzda yürümesi için aralarında uygunluk sağlamak” gibi anlamlarda kullanılır. Fakihler, usulcüler ve muhaddisler de telfik kelimesinin bu son anlamını dikkate almışlardır.3

Istılah anlamı itibariyle telfik; “müçtehitlerin herhangi bir konudaki ifadelerinden, onların söyleyemediği bir tarz ya da içerikte hükümler çıkarmak” şeklinde tanımlanmaktadır.4


 Bu tanımı biraz daha açarsak şunları söyleyebiliriz: Telfik; iki ya da daha fazla mezhebin birbirine zıt hükümlerini, bir meselede ya da fıkhi bir konuda bir araya getirerek iki ya da daha fazla müçtehidin görüşünden yeni bir hüküm icat etmektir.

Böyle bir ameliye içerisinde olan bir mukallit hiçbir müçtehidin istinbat etmediği bir hükmü söylemiş olduğundan bir anlamda içtihat etmiş olur. 

İçtihada ehil olmayanın içtihat etmesi ise haramdır.

Muazzam Fıkıh Külliyatı
Hicri ikinci asrın başlarından dördüncü asrın ortalarına kadar devam eden Müctehit İmamlar devrinde muazzam bir fıkıh külliyatı oluştu. Özellikle Hanefilerin henüz olmayan fakat olması imkan dahilinde kabul edilen hadiseler hakkında da içtihat etmeleri bu oluşumu müsbet anlamda destekledi. Fıkhi anlamda doyuma ulaşıldı. Fatimi fitnesinin İslam dünyasını kuşatması ve neticede Batini kimliğe sahip insanların içtihat adı altında hezeyanlar serdetmeleri, Sünnet ve Cemaat alimlerini yeni içtihatlar yapma yerine mevcut birikimi tedvin-tasnif etmeye yöneltti. 


Bu bağlamda ta’lilü’l-ahkam (hükümlerin illetlerini belirleme) ve tercih çalışmaları kaleme alındı. Tabakat, münazara, hilaf ve fetva kitapları telif edildi. Mevcut fıkhi birikim bir yönüyle sistematize edildi, bir yönüyle de derinlik kazandı.
Taklit devrinde yaşayan fakihlerin müçtehit imamlar döneminden devraldıkları muazzam miras yeni içtihatlar yapmayı gereksiz kıldı. 


Taklidin hicri dördüncü asırdan sonra mezhepler düzeyine kayması avamı, müçtehitleri hükümde (delili araştırmadan) fakihleri ise delilde (hükmün delilini araştırarak) taklit etmeye sevk etti.

Ümmet arasında taklidin yaygınlaşması ve İslami hükümlerin anlaşılmasının en güvenilir yolu olarak kabul edilmesi fıkhi mirasın sistematize edilme sürecini hızlandırdı. Bu süreç içerisinde hicri yedinci asrın başlarına gelindiğinde fakihler tarafından ilk defa telfikin adı telaffuz edilmeye başlandı.5 


Taklidin kırmızı çizgileri belirlendi. Sünnet ve Cemaat anlayışının yaşayan dört mezhebinden herhangi birine aidiyeti olan bir mukallidin mezhep değiştirmesinin cevazı telfikte bulunmamak ifadesi ile kayıt altına aldı. Hanefiler bu konuda icmanın var olduğunu söyledi. Şafilerse bunu kesin bir hüküm olarak kabul etti. Nitekim İbn Hacer telfikin caiz olduğunu söylemenin icmaya muhalefet olacağından söz etmektedir.

Telfik Haramdır
Kasım b. Kutlubuğa (ö. 839/1474), İbn Hacer Heytemi (ö. 974/1576), Remli (ö. 957/1550), Ömer b. Nüceym (ö. 1005/1596) ve İbn Abidin’in (ö. 1252/1836) de aralarında bulunduğu çok sayıda muhakkik fakih telfikin mutlak olarak haram addedildiğini, bu noktada icmanın var olduğunu söylemektedir.6


 Onlara göre, telfikin önünün açılmasıyla büyük günahlara meşruiyet kazandırılır. Böyle bir ameliye fıkhın kısmen ya da tamamen bozulmasına sebebiyet verir, haramların mübaha dönüşmesine yol açar.7

Örneğin, bekâr bir kadınla, gayri meşru bir şekilde birleşmek isteyen kişi teflik yaparak Ebû Hanife’nin nikahta veliyi zorunlu görmemesinden hareketle velisiz, İmam Malik’in şahitleri şart koşmamasını taklit ederek şahitsiz bir nikah akdetse, akdi batıl olur. Çünkü yeni icat edilen bu hüküm, yapılmak istenen zina için takdir edilen bir meşruiyet kılıfıdır. Ve şeri’ hiç bir dayanağı yoktur. Bu yüzden haramdır. “Harama götüren her şey haramdır” ilkesinden hareketle de haram fiillere yol açan telfikin haram olduğuna hükmedilir.8


Telfikin yol açacağı fıkhi kaosa şöyle bir örnek daha verebiliriz: Ebû Hanife Hazretleri, şıranın sarhoş etmemek şartıyla helal, içkinin ise mutlak olarak haram olduğunu söylerken; İmam Şafii ayrım yapmadan şıranın da içki gibi haram olduğu görüşündedir. Şair Ebû Nûvas, şıranın helal oluşu noktasında Ebû Hanife’nin, içki hükmünde olduğu hususunda ise İmam Şafi’nin görüşünü alarak şöyle bir kıyas yapar: “İçki şıra gibidir (Şafi’ye göre aynıdırlar), şıra helaldir (Ebû Hanife’ye göre) o halde içki de helaldir.”9


Görüldüğü gibi Ebû Nûvas, telfik yaparken şırayla içkinin haram oluşları açısından aynı olduklarını söyleyen İmam Şafi’yi, şıranın mubah oluşunda ise (içki ile hükmünün farklı oluşunda değil) Ebû Hanife’yi taklit etmektedir.

Hadisenin arka planında haramları mübahlaştırma gayretinin olduğunu keşfeden muhakkik alimler, İslam’ın helal ve haram sistemini koruyabilmek için tavırlarını telfikin haram oluşundan yana koymuşlardır.

Hayali Şahısların Konuştuğu Hayali Eser
Batının buyurgan aklının yönlendirdiği ya da etkilediği İslami anlayış usullerinin önemli bir kısmı ısrarla telfikin meşruiyetinden bahsetmektedirler. Bunlar içerisinde en dikkat çekeni ise Afgani-Abduh-Muhammed Reşid Rıza üçlüsünün temsil ettiği Mısır ekolüdür. “Menar” adıyla şöhret bulan “Tefsiru’l-Kur’an-i’l-Hakîm” adlı natamam tefsirin sahibi Muhammed Reşid Rıza “mukallit” kimliğiyle yargıladığı, şahsında da Sünnet ve Cemaat anlayışına sahip bütün alimleri bidat, israiliyat, hurafe ve vehmi, ilmi bir hakikat olarak kabul etmekle itham ettiği, kendini ise “muslih” etiketiyle dini ve dünyevi ilimleri bütün şubeleriyle bilen genç bir alim olarak takdim ettiği, hayali şahısların yer aldığı hayali eserinin dokuzuncu bölümünde “telfik”in meşruiyetini müdafaa eder.
Yazar “mukallit” kimliğiyle konuşturduğu hayali şahsa önceden tasarladığı düşüncelerini söyletir. Sonra da kendince izahlar getirir. Konuşmalarının son oturumunda ise “mukallit” ıslah-ı hal eyleyerek Hazret-i Muhteremin safına katılır. Muhakkik alimler nezdinde itibar göremeyen, onları hakikaten safına çekemeyen Reşid Rıza, hayalen ürettiği mukallidi safına çekerek teselli bulmaya çalışır.
Yazar, açıklama yapmak istediği hususlarda konuşturduğu hayali “mukallid”e telfikle alakalı şunları söyletir: “ed-Durru’l-Muhtar isimli eserdeki bir söz zihnime takılıyor, burada ‘telfik yapılan hüküm, icma ile batıldır’10 deniliyor, durum böyle olunca üzerinde icma edilen bir konuyu tartışmanın ne manası vardır?”
“Muslih” etiketli Reşid Rıza “mukallid”in itirazına cevap sadedinde şunları söyler; “Hanefi imamlardan hiç birinin söylemediği böyle bir sözü; ed-Dürrü’l-Muhtar yazarının nakletmesi şaşırtıcıdır. Onlar böyle bir sözü nasıl söylesinler ki, mezhepleri bütünüyle telfikten oluşmuştur; çünkü üç imamın (Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Muhammed) içtihatlarının birleştirilmesi suretiyle meydana getirilmiştir. Hanefilerin telfiki reddetmediklerinin bir delil ve işareti de, orta zaman Hanefi müçtehitlerinden İbnu’l-Humam’ın bu görüşü (telfikin caiz olmadığı görüşünü) sonradan gelmiş bir fıkıhçıya ait olarak göstermesi, kitabını açıklayan zatın da bu fıkıhçının, Maliki mezhebinden Karafi olduğunu zikretmesidir. Eğer Hanefi müçtehitleri telfiki reddetselerdi, onların görüşlerini başkalarından daha iyi bilen İbnu’l-Humam bu görüşü sonraki müçtehitlerden birine nisbet etmez, ’sonraki fıkıhçılardan birisi telfiki reddetmiştir…’ demezdi.”11

Ebu Hanife Niçin Telfikten Bahsetmedi?
Telfikin haram olduğundan Ebu Hanife Hazretleri ve talebelerinin bahsetmemesi buna mukabil asırlar sonra gelen ed-Dürrü’l-Muhtar müellifi Alauddin Haskefi’nin söz etmesi eğer Reşid Rıza’yı şaşırtıyorsa O, bunun nedenini kendi tetebbuatının eksikliğinde aramalıydı. Çünkü telfik ilk olarak hicri yedinci asırda telaffuz edilmeye başladı. Hicri 150′de vefat eden Ebu Hanife’nin ondan bahsetmesi nasıl mümkün olabilirdi. Hicri 1088 yılında Şam’da vefat eden Haskefi’12 ise yaşadığı dönem itibariyle telfike ve onun fezahetine tanık olduğundan bir fakih olarak hadiseyi tahlil etti, tavrını koydu ve kendinden önceki alimlerin bu noktada icma ettiğini görünce de olanı olduğu gibi nakletti.
Yazarın Hanefi mezhebinin Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in içtihatlarından oluştuğunu, bunun da telfik anlamına geldiğini iddia etmesi de doğru bir beyan değildir. Çünkü telfik; “Vücudundan kan akan, sonra da kadına dokunan abdestli birisinin bu halde namaz kılması” örneğinde olduğu gibi, bir meselede iki mezhebin (burada Şafii ve Hanefi) abdesti bozmayan hallerinin birleştirilmesiyle gerçekleştirilir.13 


Hanefi mezhebinin üç imamın görüşlerinden müteşekkil olması ise telfikten farklı bir durumdur. Fıkhın mündericatında yer alan binlerce meselenin her birinde farklı bir imamın ictihadı tercihe şayan görülmüş ve mezhebin temel eserleri bu çerçevede telif edilmiştir. Bu eserlerin telifinde üç imamın görüşleri telfik edilmiyor, ya ayrı ayrı naklediliyor yahut ta bir tanesi alınıyor.
Muhal farz, böyle bir oluşum telfik kabul edilmiş olsa dahi iddia yine de Hanefi mezhebi için geçerli olmaz. Çünkü mezhebin bütün görüşleri bir noktada toplanır ki orada Ebu Hanife vardır. O, ders takrir ederken önce meseleyi anlatır, delilleri sıralar, hükmü belirtir, huzurda ki talebeler de bu görüşü kabul ederlerdi. Sonra aynı konudaki birinci görüşünden döner, yeniden içtihat yapar, ardından bu ikinci ictihadından da farklı deliller kullanarak döner üçüncü bir görüş izhar ederdi. Bütün ameliyelerin neticesinde O ve talebeleri görüşlerinden yalnızca birini tercih ederlerdi.14 


Yani talebelerinin Ebu Hanife’nin hilafına serdettikleri görüşler gerçekte O’nun önceden söyleyip daha sonra terk ettiği görüşlerdir.15

Telfikin İsnadı
İbnu’l-Humam’ın, telfikin haram oluşu ile alakalı görüşü Ebu Hanife ve talebelerine değil de sonraki fakihlere isnat etmesi telfikin caiz olduğuna işaret etmez. Çünkü Ebu Hanife’nin teflik hakkında konuşmaması onun cevazına hükmetmesinden değil, zamanında telfik kapsamında değerlendirilecek bir mesele olmamasındandır. O bir fakihti, sihirbaz değildi ki! Kendi zamanında olmayan, ondan asırlarca sonra ortaya çıkan bir hadise hakkında hüküm beyan etsin!
İbnu’l-Humam, telfikin haram oluşu ile alakalı görüşün kime ait olduğunu bilmesine biliyordu da, Reşid Rıza, Fethu’l-Kadir müellifinin telfikin ilk olarak hicri yedinci asırda telaffuz edilmeye başlandığını bildiğini bilmiyordu. Bu yüzden onun isnadından telfikin caiz olduğu hükmünü çıkarıyor.
İbnu’l-Humam’ın telfikin haram oluşunu Karafi’ye isnat etmesine gelince; bu isnat O’nun telfikin helal olduğunu kabul ettiği anlamına gelmez. Çünkü İbnu’l-Humam başta olmak üzere İz b. Abdisselam, İbn Dakiki’l-İyd (ö. 701/1302) gibi muhakkik fakihler telfikin haram olduğunu açıkça belirtmektedirler.

SURETTE ve HAKİKATTE TELFİK
Telfik üzerine etraflı araştırma yapan bazı Sünnet ve Cemaat alimleri hadiseyi iki farklı başlık altında tahlil etmişlerdir. Buna göre telfik ya mezhepler icmaına aykırı ya da değildir. Aykırı olmaması durumunda caizdir. Hadisenin bu boyutunun mütedavel telfikle münasebeti ise sadece lafız cihetiyledir. Yani mezhepler icmaına aykırı olmayan telfik hakikatte değil, surette telfiktir. Bu durumda, Reşid Rıza’nın telfikin cevazına taraftar gösterdiği İbnu’l-Humam gerçekte yazarın tenkit ettiği Haskefi ve İbn Abidin’le aynı şeyleri söylemektedir.
Telfiki, icmaya aykırı olan ve olmayan diye ikiye ayırıp caiz olabilmesi için icmaya aykırı olmamasını şart koşan 16 fakihlerin görüşlerini şöyle izah etmek mümkündür:

İcmaya Aykırı Olan Telfik
Ibnu’l-Humam’ın da aralarında yer aldığı fakihlere göre telfik, icmaya aykırı olursa bâtıl olur ve fıkhi hiçbir hüküm ifade etmez. Buradaki icmadan maksat, mezheplerin bir hükümde ittifak ettikleri noktalar ya da çoğunluğun tercih ettiği görüşlerdir.17 Buna göre, sonraki müctehitler tarafından bir asırda yaşayan müçtehitlerin bir meselede yaptıkları iki farklı içtihadın ortak noktalarına aykırı üçüncü bir görüşün telfik yoluyla ortaya konması caiz değildir.


Mezhepler arasında gerçekleşen icmaya aykırı telfike örnek olarak şunları verebiliriz: Kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen hamile kadınların iddet süresi hakkında iki görüş vardır: Birincisine göre kadının iddet süresi çocuğunu doğurunca, diğer görüşe göre ise doğumla vefat iddetlerinin daha uzun olanıyla biter. İddetin doğumla bitmesi iki içtihadın ittifak noktasıdır. Telfik yoluyla iddetin yalnız ayla hesaplanacağını söylemek,18 bu konudaki icmaya aykırı üçüncü bir görüş olarak değerlendirilir ki; mezhepler icmaına aykırı olduğundan haramdır.


Hanefi, Maliki ve Şafii mezheplerinin nikah hakkındaki görüşleri birleştirilerek velisiz, şahitsiz ve mehirsiz bir nikah akdedilse, böyle bir akit hiçbir müçtehidin önceden söylemediği mezhepler icmaına aykırı telfik kabul edilir. Çünkü velisiz kıyılan bir nikah Hanefilere göre sahih olsa da, Maliki ve Şafii mezheplerine göre sahih değildir. Yine şahitsiz bir nikah Maliki’ye göre sahih iken Hanefi ve Şafii mezheplerine göre batıldır. Aynı şekilde mehirsiz bir nikah Şafii ve Hanefi mezheplerine göre sahihken, Maliki mezhebine göre sahih değildir.19 Bu şartlar dahilinde gerçekleşen bir nikah, farklı açılardan üç mezhebin hiç birine göre sahih olmaz. Ayrıca böyle bir nikahın caiz olacağını söyleyen tek bir müçtehit de yoktur. Söz konusu telfikin caiz olmamasının nedeni icmaya aykırı olmasıdır.
İcmaya Aykırı Olmayan Telfik
Mezhepler icmaına aykırı olmayan telfikin gerçek anlamda telfikle sadece lafız cihetiyle birlikteliği vardır. Bu yüzden caiz olduğunu söylemede bir beis yoktur. 20 Çünkü haram olan teflikten muhteva itibariyle farklıdır. Daha iyi anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek verebiliriz: Maliki mezhebine göre, bir abdestin sahih olabilmesi için, yıkanan uzuvları ovalamak şartken, Şafiye göre değildir. Buna karşılık Şafi’ye göre, cinsel istek olmasa bile, bir kadına dokunmak abdesti bozarken Malik’e göre bozmamaktadır. Şu halde bir kişi, bu iki mezhebin birbirine zıt hükümlerini telfik ederek aynı meselede her iki müçtehidi taklit etse, böyle bir abdestle namaz kılsa, her iki mezhebe göre de abdesti geçerli olmadığından, namazı bâtıl olur. Fakat bu namaz, Hanefi mezhebine göre caizdir. Çünkü; Ebû Hanife’ye göre abdest alırken yıkanması gereken uzuvları ovalamak şart olmadığı gibi, kadına dokunmak da abdesti bozmaz. 21 O halde, yapılan telfik mezhepler icmaına aykırı değildir. Çünkü; iki mezhebe göre sahih olmayan abdest, üçüncü bir mezhebe göre sahihtir.
Konuya ilişkin olarak İbnu’l-Humam şunları söylemektedir:
“Mukallit, dilediği bir müçtehidi taklit edebilir. Kendisi için en kolay hükümleri seçmesinde onun adına hiçbir sakınca yoktur. Bu davranışını İslam da yermez. Hz.Peygamber (s.a.v.) de ümmeti için hükümleri kolaylaştıranları sevdiğini bildirmektedir. O’nun (s.a.v.) bu ifadesinden, icmaya aykırı olmayan telfikin caiz olduğu hükmü çıkar.” 22

Doğru Anlayış

İbnu’l-Humam’ın da aralarında yer aldığı fakihlerin “İcmaya aykırı olmayan telfik” başlığı altında verdikleri örnekler gerçekte üçüncü bir müçtehidin görüşü olduğundan mukallidin müçtehidi taklidi şeklinde değerlendirilmektedirler. Yani burada gerçek anlamda bir telfik yoktur. Fakat Allame İbn Abidin’in haram olan telfike verdiği abdest (vücudundan kan akan sonra da kadına dokunan abdestli birisinin bu halde söz konusu abdestle namaz kılması gibi, bir hadisede Şafii ve Hanefi mezheplerinin abdesti bozmayan hallerinin birleştirilmesi yolu ile yapılan telfik… ) örneğindeki hükmü23, bir bütün halinde söyleyen üçüncü bir müçtehit olmadığından bu noktada telfik yapan mukallit bir anlamda içtihat yapmış olur. Liyakati olmadığından da içtihadı muteber olmaz. Telfiki mutlak anlamda haram kabul eden fakihlerin misalleriyle İbnu’l-Humam’la aynı yerde duran alimlerin “İcmaya aykırı olan telfik” başlığı altında serdettikleri örnekler aynıdır. Bu da göstermektedir ki; telfikin haram oluşunda icma vardır. Hadiseyi farklı mütalalarla nakletmek Reşid Rıza’yı haklı çıkarmaya yetmemektedir.

Reşid Rıza ve Haskefi
“ed-Dürrü’l-Muhtar” müellifi Haskefi’yi fikhi hiçbir malumata sahip olmamakla itham eden Reşid Rıza Onun telfikin haram olduğuna dair yaptığı naklin de yanlış olduğunu iddia eder. İddiasına delil olarak da İbnu’l-Humam’ın telfike cevaz verdiğini söyler.24 Hakikatte ise yanlış olan Reşid Rıza’nın malumatıdır. Çünkü bir önceki fasılda İbnu’l-Humam’ın da diğer fakihler gibi telfiki haram kabul ettiğini ona ait ifadelerle vermiştik.
Reşid Rıza eserinin dokuzuncu oturumunun sonlarında hayalinde ürettiği mukallite mezhep imamlarını taklit etmenin zararlarını anlatır.25
Reşid Rıza’nın iddialarının aksine müçtehit imamları taklit etmek Müslümanlara zarar değil önemli faydalar sağlamıştır. Fukaha, siyasi ve sosyo-kültürel anlamda İslam toplumu için koruyucu önlem olarak gördüğü taklidi, ön plana çıkarıp, içtihadı ikinci plana çekerek, fıkhın derinlik kazanmasına ve daha sistematik bir yapıya kavuşmasına katkıda bulunmuştur. 


Dört asırlık fıkıh külliyatı dışa karşı etkin bir hale gelmiştir. Taklidin kurumsallaşmasıyla içe kapanan ve doğal olarak mevcut içtihatlarla yetinme stratejisi izleyen İslam toplumu bu tutumuyla, sapık bir din anlayışına sahip olan Fatimi ideolojisine karşı da tavır almıştır.26 Sünnet ve Cemaat alimlerinin teşvikiyle müçtehit imamları taklîde yönelen halk, içtihat adı altında Fatimiler/Batıniler tarafından kendilerine sunulan teklifleri reddetti. Sünni alimlerin halkla oluşturduğu uzlaşı karşısında uzun süre dayanamayan Fatimi idaresi, zamanla siyasi nüfuzunu yitirdi ve Fatimilerin ortaya çıkışıyla yaygınlık kazanan taklit, zamanla hem Fatimilerin çöküşüne hem de İslam medeniyetinin tabii kodlarının korunmasına yardımcı oldu.27
Müçtehit imamlar devrini müteakip gelen Sünnet ve Cemaat alimleri dört asırlık fıkhi birikimi tedvin/tasnif ettiler. Usta bir nakkaş gibi fıkhı yeniden işlediler.


Eğer önceki devirlerden aktarılan fıkhi birikim üzerine; ta’lil, tercih ve tahriç nevinden çalışmalar yapmamış olsalardı, günümüzde fıkıh büyük olasılıkla usul ve kaideleri tesbit edilmeyen bir hükümler koleksiyonu olarak var olacaktı.

Müçtehit imamları taklit etmek siyasi ve ilmi alanda olduğu gibi adli sahada da önemli faydalar sağladı. İçtihadi hükümlerin illetlerinin tesbit edilmesiyle hüküm-illet bütünlüğü oluştu. Böylelikle, farklı görüşler arasından en doğru olanı tercih etmek kolaylaştı. Dört mezhepten her hangi birine aidiyeti olan fakihlerin kadı olarak tayin edilmesi hem yargıyı izafilikten tecrit etti hem de her bölge halkının hak ve ödevlerini önceden öğrenmesine imkan sağladı. Bu da, toplumun daha bilinçli hareket etmesine neden oldu.28


Bütün bunlar göstermektedir ki, yazarın iddialarının hakikat payı yoktur. Mezhepleri taklit etmek İslam medeniyetinin terakkisine, ümmetin bilinçlenmesine katkıda bulunmuştur.


Müslümanlar için telfikin faydalı, taklidin ise zararlı olduğunu iddia eden Reşid Rıza: “Bir milletin ahirinde gelenlerinin öncekilerden daha ileri olması ilahi kanunun gereğidir.” diyerek sonrakilerin önce yaşayan alimleri taklit etmemesine kendince akli gerekçe getirir. Hz Rasulullah (s.a.v.) ise nesiller arasındaki üstünlük derecesini tayin ederken -yazarın iddiasının aksine- üstünlüğün maziye doğru gidildikçe irtifa kazandığını, kendi devrinin ise ulaşılması mümkün en üst sınır olduğunu bildirir: “Bütün zamanların en hayırlı nesli Ashabımdır. Sonra onları takip edenler…”29


Ezcümle, meşhur ve muteber müçtehit imamların içtihatlarını telfik zarfı içerisinde yeniden terkip edip, hevalarına göre bir yaşayış icat etmek isteyenlerin anlayış ve usulleri gayri meşrudur. Son sözleri madem sultanlar söyler. Son iki asrın fakihlerinin sultanı (İbn Abidin) diyor ki; Telfik haramdır.

* Muhammed Emin İbn Abidin


İ.Şenocak

1- Kur’an, Kehf((18): 103-104.
2- Ebu’l-Fadl Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1990, X, 330-331.
3- Muhammed İbrahim Hafnâvî, Tabsirü’n-Nüceba bi Hakikati’l-İctihad ve’t-Taklîd ve’t-Telfik ve’l-İftâ, Darü’l-Hadis, Kahire, 1995, s.261; Muhammed Ahmed Ferec Senhuri, et-Telfik beyne Ahkâmi’l-Mezâhib, Mısır, ty, s.68.
4- Cemaluddin Abdurrahim İsnevi, Nihâyetu’s-Sûl Şerh-u Minhaci’l-Vusûl ile’l-Usûl, (el-Bedahşi şerhi ile birlikte), Mısır, ty, III, 266; Muhammed Saîd el-Bâni, Umdetu’t-Tahkîk fî’t-Taklîd, Dimeşk, 1341, s.91; Muhammed Seyyid Bey, Medhal, Asitane Kitabevi, İstanbul, ty, s.312.
5- Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, II, 1170.
6- Hafnâvî, a.g.e., s.270 vd..
7- el-Bâni, a.g.e., s.101; Hafnâvî, a.g.e., s.281.
8- el-Bâni, a.g.e., s.101; Hafnâvî, a.g.e., s.282.
9- el-Bâni, a.g.e., s.101; Hafnâvî, a.g.e., s.283.
10- Muhammed Emin İbn Abidin, Haşiyetu Reddi’l-Muhtar ala’d-Dürri’l-Muhtar, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1979, I, 75.
11- Muhammed Reşid Riza, Gerçek İslam’da Birlik, (ter. Hayreddin Karaman), İz Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 335.
12 Bkz. Muhammed Abdulhayy el-Leknevi, Terabu’l-Emasil bi Teracimi’l-Efadil, Beyrut, 1998, s. 565.
13- İbn Abidin, a.g.e., I, 75.
14- Muhammed İbrahim Ahmed Ali, el-Mezheb inde’l-Hanefiyye, Mekke, ty, s. 78.
15- Ebu Hanife, talebelerinin fıkhi melekelerini canlı tutabilmek için böyle bir usul benimsemiştir.
16- Seyyid Bey, a.g.e., s.314.
17- İbni Abidin, a.g.e., I, 69; el-Bâni, a.g.e., s.106.
18- Zuhaylî, a.g.e., II, 1172.
19- Seyyid Bey, a.g.e., s.313.
20- Seyyid Bey, a.g.e., s.313.
21- Seyyid Bey, a.g.e., s.313.
22- İbn Emiri’l-Hac, et-Takrir ve’t-Tahbir ala Tahrir-i İbni’l-Humam ,Bulak, 1317, III, 350 vd; Zuhaylî, a.g.e., II, 1175.
23- İbn Abidin, a.g.e., I, 75.
24- Reşid Riza, a.g.e., s. 338.
25- Reşid Riza, a.g.e., s. 344.
26- İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru’l-Hadis, Kahire, 1992, XI, 371; Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarhi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1998, V, 204-.205.
27- Bkz İbn Kesir, a.g.e., XI, 371; Komisyon, Büyük İslam Tarhi, V, 204-205; Muhammed Ali Sayis, Tarihu’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, Beyrut, ty, s.127; Zeydan, Medhal, s.123; İbn Haldûn, Mukaddime, s.152; Hafnâvî, a.g.e., s.222.
28- Hafnâvî, a.g.e., s.223. Ayrıntılı bilgi için bkz. Subhi Mahmesani, İslam Hukukunun Tedvini, (ter. İbrahim Kafi Dönmez), MÜİFD, sayı 3, yıl 1, 1985, s.313-328.
29- Ebû’l-Hüseyn b. el-Haccac el-Kuşeyri Müslim, Sahih-u Müslim, (tah. M. Fuad Abdulbâki), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., 44/Fedâilu’s-Sahabe, 52 (IV, 1962-1965, H. no: 2532,33,34,35,36); Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvîni İbn Mace, Sünen, 13/Ahkâm, 26 ( II, 791, H. no: 2362,2363); Tirmizî, 34/Fiten, 45 ( IV, 94, H. No: 2228,2229).



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Eylül 2014 Cumartesi

366. HER TÜRLÜ DARDAN KURTULUŞA VE RIZIK BOLLUĞUNA KAVUŞMAK İÇİN İSTİĞFARA DEVAM ETMEK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İbni Abbas (Radıyallahu Anhuma)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifteRasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

” Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Te’ala o kimsenin her sıkıntısı için bir çıkış yolu ve her kederi için bir ferahlık yaratır ve onu hiç beklemediği bir yerden rızıklandırır.”(Ebu Davud, Salat:361, no:1518,1/476, İbni Mace no:3819, 2/1254-55, Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:2234, 4/104, Nesai, es-Süneü’l-kübra, no:10290)

Ca’fer-i Sadık (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:

” Babam (Muhammed Bakır (Radıyallahu Anh)ın dedem den (Hazreti Hasan(Radıyallahu Anh)dan nakline göre Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmuştur :

” Allah kime bir nimet lutfettiyse o kişi Allah’a hamdetsin, kim rızkının geciktiğini düşünüyorsa, Allah’tan mağfiret talep etsin, kime de bir iş sıkıntı veriyorsa ‘La havle vela Kuvvete illa billah’ desin.”(Beyaki, Şu’abu’l-iman, no:624,2/154)


Risale-i Ahmediye 40 İstiğfar Risalesi
A.Ünlü


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Eylül 2014 Perşembe

365.ÇOKÇA İSTİĞFARDA BULUNMAYA TEŞVİK EDEN HADİS-İ ŞERİFLER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Abdullah ibni Büsr (Radiyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

” Amel defterinde çok istiğfar bulunan kimseye müjdeler olsun.” (İbni Mace, Edep:57, no:3818, 2/1254, Nesai, es-Sünenü’l-Kübra, no:10289, Haki-i Tirmizi, Nevadiru’l-usul, 2/134)

Herkes çok istiğfar yapmasada bir miktar istiğfarda bulunması bile kendisine fayda sağlayacaktır. Nitekim Abdullah ibni Şakik (Radıyallahu Anh)dan rivayete göre yüce sahabi Ebu’d-Derda (Radıyallahu Anh):

” Sayfasında bir miktar istiğfar bulana müjde olsun” derdi. (İbni Ebi Şeybe, el-Musannef, no:35066, 7/181, Süyuti, ed-Dürru’l-mensur:7/111)

Mu’aviye ibni Cündeb (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

” Amel defterinde bulunan bir istiğfar nur gibi parlar.” (İbni Asakir, Ali el-Müttaki, Kenzü’l-ummal, no:2064, 1/475)

Zübeyr (Radıyallahu AAnh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulüllah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

” Her kim defterinin kendisini sevindirmesini istiyorsa ona çok istiğfar yazdırsın.” (İnbü’s-Sünni, Ali el-Müttaki, Kenzü’lummal, no:2065, 1/475)

Ebu’d-Derda (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

“İstiğfarı çok yapmaya güç bulabilirseniz bunu yapın. Çünkü Allah katında ondan daha karlı ve O’na ondan daha sevgili bir şey yoktur.”(Hakim-i Tirmizi, Nevadiru’l-usul, 2/205, Suyuti, ed-Dürru’l-mensur, 7/110, Ali el- Müttaki, Kenzü’l-ummal, no:2080,1/477)

Hasen-i Basri (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir :

” Evlerinizde, sofralarınızda, yollarınızda, çarşılarınızda, meclislerinizde ve bulunduğunuz her yerde çok istiğfar edin. Çünkü siz (affolunmanızın kazandıracağı)bereketi ne vakit ineceğini bilemessiniz.”(Beyhaki, Şu’abu’l-iman, no:647,2/158)

Rivayete göre Lokman-ı Hakim (Aleyhisselam) oğluna şöyle demiştir:

” Ey Yavrucuğum ! ‘ Ey Allah! Beni mağfiret et’ demeye dilini alıştır. Şüphesiz Allah-u Te’ala’nın öyle saatleri vardır ki o vakitler geldiğinde hiçbir isteyeni geri çevirmez.” (Abdü’l-Hayy el-Kettani, es-Sirru’l-Hakki, el-İmtinani, sh:126, Ahmed Ferid el-Mezidi tahkikiyle)

Ebu’l-Minhal (Rahimehullah) şöyle demiştir :

” Hiçbir kul kabrinde kendisine dünya da yapmış olduğu çokça istiğfardan daha sevgili gelecek bir komşu bulamamıştır.”
(Abdü’l-Hayy el-Kettani, es-Sirru’l-Hakki el-İmtinani, sh:131, Ahmed Ferid el-Mezidi tahkikiyle)


Risale-i Ahmediye 40 İstiğfar Risalesi
A.Ünlü



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

3 Eylül 2014 Çarşamba

364.KUL RABBİNİ BİLEREK İSTİĞFAR ETTİĞİ SÜRECE NE YAPARSA YAPSIN MUTLAKA AFFEDİLİR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ebu Hureyre (R.A.) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasullülah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

” Bir kul bir günah işledi, sonra : ‘ Rabbim! Günah işledim, Sen beni bağışla’ dedi. O zaman Rabbi: "Demek kulum kendisinin, günahları bağışlayabilen ve (dilediğinde) onun mukabilinde ceza verebilen bir Rabbi olduğunu bildi öyle mi?! Bende kulumu affettim" buyurdu.

Sonra o kişi Allah’ın dilediği bir süre (günah işlemeden) durdu, sonra tekrar bir günah işledi, bunun üzerine : ’ Rabbim! Günah işledim, Sen beni bağışla’ dedi. O zaman Rabbi: "Demek kulum kendisinin, günahları bağışlayabilen ve (dilediğinde) onun mukabilinde ceza verebilen bir Rabbi olduğunu bildi öyle mi?! Bende kulumu affettim" buyurdu.

Sonra o kişi Allah’ın dilediği bir süre (günah işlemeden) durdu, sonra yine bir günah işledi, bunun üzerine : ’ Rabbim! Günah işledim, Sen beni bağışla’ dedi. O zaman Rabbi: "Demek kulum kendisinin, günahları bağışlayabilen ve (dilediğinde) onun mukabilinde ceza verebilen bir Rabbi olduğunu bildi öyle mi?! Bende kulumu üç seferinde de affettim. Artık (böyle bildikten sonra) dilediğini yapsın.(İstiğfar ettiği sürece Bende onu bağışlayacağım" buyurdu.(Buhari, Tevhid:35, no:7068, Müslim, Tevbe:5, no:2758, Süyuti, ed-Dürrü’l-mensur:4/32)

“Buhari” şerhlerinden Ayni (Rahimehullah)a ait ” Umdetü’lKari”de İmam-ı Nevevi (Rahimehullah)dan nakledildiğine göre; bu hadis-i şerifin delaleti vechile;

 Bir insan yüz kere hatta bin kere günah işleyip sonra tevbe etse, her seferinde tevbesi kabul olur. Yahut tümüne bir tevbe yapsa yine tevbesi sahih olur.

Enes ibni Malik (Radıyallahu Anh): ” Rasullüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)i şöyle buyururken işittim demiştir.

“Allah-u Te’ala şöyle buyurdu: " Ey Ademoğlu Sen Bana dua ettiğin ve Benden ümitlendiğin sürece, sende olan (bütün günahlar)a rağmen hiçbir şeye aldırış etmeden seni bağışlarım."

Ey Ademoğlu! Günahların göğün bulutlarına ulaşsa da sonra Benden af istersen, hiçbir şeye bakmam seni mağfiret ederim.
Ey Ademoğlu! Sen Bana yeryüzü dolusu hatalarla gelsen, fakat Bana hiçbir şeyi ortak koşmayarak Bana kavuşsan, elbette Ben de sana yer dolusu mağfiretle gelirim” (Tirmizi, De’avat:99, no:3540)

Ebu Zerr (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulüllah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

 Allah-u Te’ala şöyle buyuruyor : "Ey kullarım! Hepiniz dalalettesiniz, ancak Benim hidayet ettiklerim müstesna. O halde Benden hidayet isteyin ki sizi hidayet edeyim. Hepiniz fakirsiniz, ancak Benim zengin ettiklerim müstesna. O halde Benden isteyin ki rızık vereyim."

"Hepiniz günahkarsınız, ancak Benim afiyet (günahlardan ve hatalardan kurtuluş) verdiklerim müstesna."
"Artık her kim Benim mağfirete gücüm yettiğini bilir de Benden bağışlanma talep ederse, hiçbir şeye aldırmadan onu affederim.”
(Tirmizi, Sıfetü’l-Kıyame:48, no:2495, Beğavi, Me’alimü’t-Tenzil, 1/532)

Abdullah ibni Mes’ud (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasullüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

“Kim bir günah işlerken Allah-u Te’ala’nın kendisini gördüğünü bilir(de O’ndan haya eder)se, istiğfar etmesede ( o günah) kendisi için bağışlanır.” (Taberani, el-Mu’cemu’l-evsat, Heysemi, Mecma’u’z-zevaid:10/211, Ğazali, ed-De’avatü’l-müsteceba, sh:66)

Risale-i Ahmediye 40 İstiğfar Risalesi
A.Ünlü

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

1 Eylül 2014 Pazartesi

363.BİR MÜSTEHAB: Abdest alırken ayak parmaklarını hilallemek

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye kitabında bildirildiğine göre ayak parmaklarını hilâllemek sünnettir. Sol elin küçük parmağıyla ve alt taraflarından üç kere hilâllemek ise müstehabdır. Ayak parmaklarını tahlil için, sol elin küçük parmağı, sağ ayağın küçük parmağından ve sonra, sol ayağın büyük parmağından başlayarak, ayak parmakları arasına, sırayla alt taraftan sokulur. Ayak parmaklarını, küçük parmakla değil de, başka parmakla yapsak, alttan değil de, üstten yapsak, yine müstehab yerine gelir; yani hilâllenmiş olur, ancak orada bildirilen müstehabların bazılarına uyulmadığından, uyulmayan müstehabların sevabından mahrum kalınır. Sol elin parmağıyla, hilâllemek müstehabdır. Sol elin küçük parmağıyla hilâllemek, ayrı bir müstehabdır. Hilâllemeyi alt taraftan yapmak [yani alttan başlayıp üste doğru çekmek], ayrı bir müstehabdır. Sağ ayağın küçük parmağından ve sonra, sol ayağın büyük parmağından başlamak, ayrı bir müstehabdır. Sırayla yapmak, ayrı bir müstehabdır. Bu müstehabların biri veya birkaçı eksik yapılırsa, sevabı da eksik olur. İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:


Ayak parmaklarını hilâllerken, sol elin küçük parmağını, ayak parmaklarının alt taraflarından, aralarına sokmalı. Buna önem vermeli, müstehab diye geçmemeli. Müstehabları hafif görmemeli. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiği ve beğendiği şeylerdir. 

 Aişe (r.a.) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur :

“Parmaklarınızın arasını hilalleyin ki Allah-u Teala onların arasını ateşle hilallemesin.” Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned no: 1783, 6/256)

*İmam-ı Azam (r.a.) ın bilmeyerek bu müstehabı terk ettiğinden dolayı yirmi senelik namazını iade ettiği rivayet edilmiştir. (Mektubat Hamişi 1/277)


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR