11 Ocak 2015 Pazar

420.BAŞIMIZA GELECEKLERİ DÜŞÜNMELİYİZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dünyâ hayâtı çok kısadır. Her günü geçip hayâl olmaktadır. Her insanın sonu ölümdür. Bundan sonrası da, yâ dâimî azâb veyâ ebedî ni’metlerdir. Bunların vakitleri de, herkese süratle yaklaşmaktadır.

Bu sebeple her insânın, kendine merhamet etmesi, aklından gaflet perdesini kaldırması, bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalışması ve Hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi olması, sarılması lâzımdır. İnsânın kendisi için vereceği karâr, çok büyük, çok mühim ve vakit de, çok azdır. Dünyâya gelen her insân, muhakkak ölecektir. Bunun için insânın, öldüğü vakti düşünmesi, başına geleceklere hâzırlanması gerekir.

Şunu hiç kimse unutmamalıdır ki, Hakka tâbi olmadıkça, ebedî, sonsuz azâbtan kurtulmak mümkün değildir. İş işten geçtikten sonra pişmân olmanın faydası olmaz. Son nefeste hakkı tasdîk etmenin, îmân etmenin bir faydası olmadığı gibi, bu zamandaki îmân da, kabûl olmaz. Ancak Müslümân olanın, ölüm ânında, günâhlarına tövbe etmesi, kabûl olur.

Her insânın, başına gelecekleri düşünmesi, ömrü tükenmeden, aklını başına toplaması lâzımdır. Zira etrâfında gördüğü, konuştuğu, sevdiği, korktuğu kimselerin hepsi, birer birer ölmekte ve birer hayâl gibi, gelip gitmektedirler. Şems-i Tebrîzî hazretleri, bir gün dostlarına, sevenlerine şöyle nasîhatte bulunur:

“Âhireti terk edip, dünyâya tâlib olanlara, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlib olanlara da, ibâdet yaparak,İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın tâliblerine, Ona kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur.

İlmi taleb edenlere, yâni âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzûra kavuşması için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır.
Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarf edenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanâatkâr olursa, sonunda zenginliğe ulaşır.
Herkesin, kendisinde bulunan iki şeyden birisini öldürüp, diğerini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi, kontrol altında tutması gereken, nefsidir. Çünkü nefsi kontrol etmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mesût ve bahtiyâr olması düşünülemez.”


Ali bin Muhammed hazretleri, kendisinden nasihat isteyen bir gence hitaben buyurur ki:

“Ey oğul, körpe ve tâze olan şu gençliğinle gururlanma. Her şeye gücünün yetmesi, seni aldatmasın. Senden önce, gençlerin pekçoğu saçı sakalı ağarmadan bu dünyâyı terk etti. Genç ve tâze bir fidanken göçüp gittiler. Sen de, sonu harâb olacak olan bir evi yani dünyâyı tamir etmeye çalışma!”

Netice olarak her insânın, ebedî, sonsuz ateşte yanmanın, ne büyük bir azâb ve sonsuz ni’metler içinde yaşamanın da, ne büyük bir ni’met olduğunu iyi düşünmesi lâzımdır.

Bunlardan birini seçmek, şimdi insanın elindedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacaktır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünmemek ve tedbîr almamak ise, büyük câhillik ve cinnettir.

O.Ünlü

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

9 Ocak 2015 Cuma

419.HZ.NUH (Aleyhisselam) -2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Ücretim Allah’a Aittir
Hazret-i Nuh’a yapılan bu itirazın altında: “Siz fakirsiniz, bizse zenginiz; bu nübüvvet iddiasıyla bizim mallarımızı elimizden alacaksınız.” şeklinde bir endişe de yatmaktaydı. Hz. Nuh onların bu endişelerini izale için şöyle diyordu:

-“Sizler benim hakkımda kötü zanlarda bulunuyorsunuz. Ben sizden tebliğ vazifesi mukabilinde, maddi bir menfaat istemem. Çünkü benim ücretim Allah’a aittir, bunda hiç şüpheniz olmasın. Benim bunca gayretim, sizin dünya ve ahiret menfaatiniz içindir. Siz böyle kötü zanlara ve yersiz endişelere kapılarak, beni yalanlayıp ahiret saadetinden mahrum kalmayın”.

Hazret-i Nuh’un bu cevapları, bazı hakperest kimseler üzerinde, derhal tesirini gösteriyor, onların hakka teslim olmalarına sebeb oluyordu. Neticede, muannit müşrikler, bu gibi itirazların Hz. Nuh’a davasını anlatmak için fırsat verdiğini görerek, bu taktikten vazgeçtiler; yeni bir stratejiye baş vurdular. Güya imana girmelerine, Hz. Nuh’a hep fakirlerin tabi olmaları mani oluyormuş gibi:

-“Ya Nuh, sen başından o fakirler topluluğunu kov! Biz onlarla beraber bulunmayı, bir zül telakki ediyoruz. Onları kovarsan biz de imana geliriz” diye sinsi bir teklifte bulundular.

Aslında niyetleri, imana gelmek değildi. Bu, sadece Hazret-i Nuh’la müminlerin arasını açmak içindi. Fakat Hazret-i Nuh, onların bu sinsi tekliflerini şiddetle reddetti.

-“Ben onları asla kovamam. Onlar ahirete ve Allah’a inanan kimselerdir. Allah’a iman edenlerin şanı ise, çok yücedir. Rableri onlara ahirette nice nice nimetler hazırlamıştır, halbuki sizler, üstünlüğü, geçici ve fani mal ve mevkilerde arıyorsunuz. Ne iman edenlerin kadrini ve ne de onları ahirette bekleyen nimetleri bilmiyorsunuz. Allah’a ve ahirete inanmadığınız halde, böyle bir teklifte bulunmanızın manası nedir? Böylesine kıymetli ve aciz olan mü’minleri sizin hatırınız için yanımdan kovarsam, beni Allah’ın azabından kim kurtarır? Şunu iyi bilin ki, sizlerin hepinizi şu halinizle onların bir tekine bile tercih etmem”.
Bu sözler, Nuh kavminin ileri gelenlerini kızdırıp, köpürtmeye yetmişti. Hz. Nuh’u açıktan açığa tehdide başlamışlardı.

-“Ey Nuh, eğer sen bu davandan vazgeçmezsen, seni öldürmekte asla tereddüt etmeyiz.”

Fakat bütün bu tehditler de bir fayda vermiyor, Hz. Nuh’u davasından alıkoyamıyordu. Bazı yeni taktikler denemeleri gerekmekteydi. Nihayet bunu da bulmakta gecikmediler. Nuh kavminin ileri gelenleri, kalpleri tevhit inancına meyilli olan kimseler arasında dolaşmaya ve onlarda “kavmiyetçilik” ve “atalara bağlılık” gibi hisleri tahrik etmeğe başladılar. Onlara; Vedd, Süva, Yeğüs, Yeuk, Nesr adındaki putları asla terk etmemeyi, asıl mabutlarının bunlar olduğunu, atalarının inancı bunlara tapmak olup bunları terketmenin onlara hakaret olacağını anlatarak yoğun bir propagandaya giriştiler. Halkın Hazret-i Nuh’a olan teveccühünü ve sempatisini kırmağa çabaladılar.

Bu yol, başlangıçta bir parça tesirli oluyordu. Çünkü kendi kendilerine ve geçmişlerine kusur ve cehalet isnat etmek, her insanın kolayca hazmedeceği bir şey değildir. Fakat bu taktik de başlangıçta biraz tesirli olmakla beraber Hz. Nuh’un ateşin beyanları karşısında tesirini yitirmişti.


Zalimlerin Müminlere Cefaları

Müşrikler, nihayet son çare olarak, suçları sadece Hz.Nuh’a inanmak olan bu masum insanlara zulüm ve cefaya başladılar. Onları bu sayede hak yolundan döndüreceklerini zannediyorlardı. Hz. Nuh’a gönülden inanmış ve etrafında pervane gibi dönen müminler ise, maruz kaldıkları bu eza ve cefalardan kat’iyyen yılmadılar. Hz. Nuh’la beraber, putperest zalimlere karşı açıkça meydan okudular.


Kırk Sene Süren Kıtlık

Nuh kavminin, Hazret-i Nuh’a ve ashabına eziyet ve işkenceye başlamaları üzerine, Cenab-ı Hak kırk sene yağmurları kesti. Bu müddet zarfında onların malları ve hayvanları helak oldu. Bağları-bahçeleri kurudu, kadınları doğum yapmaz olup nesilleri kesildi. Bir zamanlar Hazret-i Nuh’la alay edip O’nu yalanlayanlar, şiddetli bir kıtlığa duçar oldular. Geçim sıkıntısından ne yapacaklarının şaşkınlığı içinde, ister istemez Hazret-i Nuh’a müracaat ederek, bu tahammül sınırını aşan sıkıntılardan nasıl kurtulabileceklerini sordular, Hz. Nuh da şöyle cevap verdi;
-“Ey kavmim, başınıza gelen bunca belalar, işleyegeldiğiniz günahlar ve kusurlar yüzündendir. Allah’a ibadeti bırakıp putlara taparak Kâinatı yaratan Cenab-ı Hakkı gazaplandırdınız. Bu sebebden yağmurlar kesildi. Sizin yüzünüzden masum hayvanlar da zarar gördü. Ama sizin rabbiniz günahları affedici, Rahim ve Kerim’dir. Rabbinizden kusur ve günahlarınızın bağışlanmasını isteyin ki, sizi affedip üzerinize
 rahmet yağmuru göndersin. Mallar ve evlatlar ihsan ederek imdat etsin. Sizin için Cennet gibi bağlar-bahçeler ve onların arasından şırıl şırıl akıp etrafına Allah’ın izniyle hayat bahşeden nehirler yaratsın”.
-“Ey kavmim, ne oldu size ki, Allah’ın büyüklüğünü bir türlü anlıyamıyorsunuz. Size dünyada ve ahirette sonsuz nimetler ihsan edecek Rabbinize ibadet etmeyip putlara tapıyorsunuz. Bu size hiç yakışır mı? Halbuki Allah’ın büyüklüğüne ve Hak Mabud olduğuna o kadar çok deliller vardır ki, saymakla bitmez. Siz kendi yaratılışınıza bakıyor musunuz? Sizi yoktan var eden, sıra ile toprak, sonra nebat, sonra gıda, sonra nutfe, sonra kan pıhtısı, sonra et parçası, sonra etle karışık kemik yığını ve sonra da ahsen-i takvim üzere insan suretinde yaratan Allah, sizi sayısız cihazlar ve duygularla teçhiz etmiştir. Sizi böylesine ulvi makama yükselten Allah daha yüksek makamlara çıkaramaz mı ki, O’na inanmıyor’ ve ibadet etmiyorsunuz.”
-“Eğer bu ince hakikatları anlamakta güçlük çekiyorsanız, başınızı kaldırıp Cenab-ı Hakkın gök yüzünü nasıl tabaka tabaka yarattığını, ayı ve güneşi size nasıl ısındırıcı ve ışık verici bir lamba ve soba yaptığını ve her zaman görüp durduğunuz binlerce yıldızları direksiz nasıl durdurduğunu düşünün. Bütün bunları yapan yer ve göklerin yaratıcısını, hâlâ tanımayacak mısınız?”

-“Ey kavmim, Gök yüzüne bakarak da Allah’ın bir ve ortaksız olduğunu anlıyamadınızsa, hiç olmazsa her zaman muhtaç olduğunuz ve bütün gün onun için çalıştığınız rızkınıza bakın. Eğer yeme-içmeyi terk etseniz hayatınız sona erer. Başlangıçta topraktan yaratıldığınız gibi, hayatınız yine topraktan biten gıdalarla devam ediyor.”


Hazret-i Nuh bütün fesahat ve belagati ile hakikati kabul ettirmek için delil üstüne delil getiriyor; kavminin, bu kıtlık münasebetiyle acz ve zaaflarını anlayıp kendine müracaat ettikleri bu anı, değerlendirmeye çalışıyordu. Onları hakka davet için bundan daha güzel fırsat olamazdı. Kavmine geniş geniş vaaz ve nasihatta bulunduktan sonra, nihayet sözlerini şu şekilde bitirdi:

-“Nihayet bir gün ölecek kabre gireceksiniz. Rabbiniz sizi bir müddet kabirde beklettikten sonra, oradan çıkaracak ve amellerinizin ceza veya mükâfatını verecek. Ey kavmim, artık insafa gelin, Allah’a iman edip, putlara tapmaktan vazgeçin, sizi bekleyen dehşetli bir belâdan Allah’a sığının.


Nuh Kavminin Son Cevabı
Fakat ne yazık ki, 
Nuh kavmi, öne sürülen bütün bu delillerden zerre kadar müteessir olmadılar. Bilakis Hazret-i Nuh’a çok kızdılar. “Senin bize imana davet etmekten ve azabla korkutmaktan başka bir şeyin yok mu? artık yeter” dercesine Hazret-i Nuh’a şiddetle çıkıştılar:

-“Ey Nuh gerçekten bizimle çok mücadele ettin, bunda da oldukça ileri gittin. Bu işe başladığın günden beri, bizi devamlı olarak azabla korkutup durdun. Artık sabrımız taştı. Eğer sözünde doğru isen, şu azabı getir de görelim. Artık ne olacaksa olsun”

Görüldüğü gibi, Allah’a inanmayan 
Nuh kavmi, Hz. Nuh’un sık sık haber vermiş olduğu, Allahtan gelecek ilâhi azaba da inanmıyordu. Hz. Nuh’da ise, zaten böyle bir felâketi gerçekleştirecek ne kuvveti, ne de imkânı görmüyorlardı. Şu halde azab haberi, onlara göre kuru bir tehditten başka bir şey değildi. Hz. Nuh, haber verdiği ilâhi azabın vukuuna, kendi şahsının bir tasarrufu imiş gibi bakıldığını görünce, bu yanlış kanaati düzeltmek için, şöyle dedi:

-“Ey kavmim, size azabı ben değil; yerin, göğün ve her şeyin Yaratıcısı olan Allah getirir. Ey insanlar, felaket gelip size çatınca, ne ile mukabele edeceksiniz. Felâketten kaçıp kurtulacak bir yeriniz mi var? Kaçacağınız her yer, Allah’ın mülküdür. Eğer Allah sizin zulüm ve taşkınlığınızdan dolayı, sizin helakinize hükmetmiş ise, artık benim yapabileceğim hiç bir şey yoktur. Siz iradenizi kullanıp gönül rızasıyla imana girmezseniz, sizi kimse imana getiremez ve başınıza gelecek olan bir azaba da mani olamaz.”


Hazret-i Nuh Peygamber in Duası

Hazret-i Nuh, peygamberlik vazifesine başladığı günden beri hep böyle güzel nasihatlarla yılmadan usanmadan kavmini hakka davet ediyordu. Onlar ise durmadan onu yalanlıyor, alay ediyor ve hattâ hakaret ediyorlardı. Zaman zaman şiddet de kullanıyorlardı. Bu durum 950 senedir devam edip geliyordu. Hazret-i Nuh, bu müddet içinde kavminin ıslahı için yapılabilecek her şeyi yapmıştı. Son olarak kavmi, kendisini zorla tebliğden men’edince ve ilahi azabın gelmesini açıkça istemeğe başlayınca, artık onların ıslahından, tamamıyla ümidini kesti. Cenab-ı Hakka şu şekilde dua etmeye başladı:

-“Ey Rabbim, artık bu zalim kavme karşı mağlup düştüm! Daha evvel vadetmiş olduğun yardımı yap. Bunlar bana kesin olarak isyan ettiler. Sana ibadet etmemekle kalmayıp putlara da taptılar. Ya Rab, artık sen o zalimlerin dalâlet ve helakinden başka bir şeylerini artırma. Yeryüzünde kâfirlerden tek kimseyi sağ bırakma. Şayet onları bırakırsan, o zalimler sana ihlasla ibadet eden kullarını da yoldan çıkarır, insanlar arasında fesat çıkarmak ve kötü nesil yetiştirmekten başka hiç bir şey yapmazlar.”
-“Ey Rabbim, Kavmim beni kafi olarak yalanladı. Artık onlarda hakkı kabul edecek bir kabiliyet kalmadı. Artık benimle onlar arasındaki hükmü sen ver de beni ve beraberimdeki müminleri kurtar. Ey Rabbim, Beni, anamı, babamı, iman etmiş olarak evime girip çıkanları, kıyamete kadar gelecek erkek ve kadın müminleri, sen 
mağfiret eyle! Zalimlerin de helakinden başka bir şeylerini artırma.”
Cenab-ı Hak Hazret-i Nuh’un bu duasına cevap olmak ve bundan sonra ne yapacağını bildirmek üzere ona şöyle vahyetti:

-“Ey Nuh, bundan sonra senin kavminden hiç kimse, artık asla sana iman etmiyecektir. Sen üzüntüyle kendini mahvetme. Yalnız bizim nezaretimiz altında, sana talim ve vahyettiğimiz şekilde bir gemi yap. Sonra yer ile gök birbirine karışıp zalimler helâk olurken şefkat ve merhametinden dolayı boğulan zalimler hakkında ve onlar lehinde bana sakın bir niyazda bulunma. Çünkü onlar bunu hak ettiler.”


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Ocak 2015 Perşembe

418."HUŞU" NAMAZIN SIRRI VE RUHUDUR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Namaz hûşu ve hudû ile kılınmalıdır. Hûşu namazın sırrı ve ruhudur. Kur'anı Kerimde; "Allah'ın huzurunda tam hûşu ve hudû ile durun" buyurulmaktadır.
(Bakara, 238) 


Bazı alimler hudû zahiri eğilmek, hûşu ise, manevi ve ruhi eğilmektir, derler (Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İnn-i Mace Tercemesi ve Şerhi, c 3, s 348). 
Bazı Alimler ise, hûşu azalarla; hudû ise kalple olur, demişlerdir. Veya hûşu gözle, hudû diğer azalarla olur.

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- , "Hûşu ancak, namazda (uzuvlarını) hiç kımıldatmayan ve tevazu içinde olan kimseler için tahakkuk eder." buyurmuştur.

Felah, namazlarını hûşu ile kılanlara mahsustur. Namazlarında hûşu'a riayet etmeyenler felaha eremezler. Hûşuun bulunmaması felahın da yokluğu demektir. Bu konuda Kur'anı Kerim;

"Namazlarını hûşu ile kılan müminler kurtuluşa ermişlerdir." buyrulmaktadır. (Mü'minun,1)

Bu ayet-i kerime nazil olmazdan önce sahabe-i kiram namazda gözlerini gökyüzüne kaldırıyorlar, sağa sola bakınıyorlardı. Ayet-i Kerimenin nazil olmasından sonra artık gözlerini secde mahalline çevirmeye başladılar.

Abdullah Bin Ömer bu ayet-i kerimenin izahında şöyle der: "Sahabe-i Kiram, namaz için ayağa kalktıklarında başka hiçbir şeyle ilgilenmezler, bütün varlıklarıyla kendilerini namaza verirlerdi. Gözlerini secde yerine dikerler ve Allah'ın kendilerine baktığını kabul ederlerdi."

Namazda ayakta iken secde yerine, rükûda iken ayaklara, secdede iken burun ucuna, otururken iki elleri arasına bakmalıdır. Bu söylenilen yerlere bakıp ta gözler etrafa kaymazsa, namazda hûşu hali hasıl olabilir, kalp dünya düşüncelerinden kurtulabilir.

El parmaklarını Rükûda açmak ve secdede bir birine yapıştırmak sünnettir. Bunlara dikkat edilmelidir. Parmakları açık veyahut bitişik bulundurmak, sebepsiz boş şeyler değildir. Bizler için İslamiyet'in sahibine uymak kadar büyük bir nimet yoktur. (Sadık Dânâ, Altınoluk sohbetleri 2, s 121).

Hazret Ammar -Radıyallahü anh- 'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Cennette efyah denen bir ırmak vardır. İçinde huriler bulunur. Allah onları zaferandan yaratmıştır. İnci ve yakut taneleriyle oynarlar. Yetmiş bin lisanla Allah'ı tesbih ederler. Sesleri Davud -Aleyhisselamın- sesinden daha güzeldir. Bu huriler şöyle derler:
Bizler, namazı hûşu ve kalp huzuru ile kılanlar içiniz."


Hazret-i Ali -Radıyallahü anh- şöyle buyurur:

"Hûşu olmayan namazda, lüzumsuz şeylerden kaçınılmayan oruçta, tertile riayet edilmeden yapılan kıraatte, günahlardan sakındırmayan amelde, sehavet bulunmayan malda, sıkı bağlılık bulunmayan kardeşlikte, ihlas olmayan duada hayır yoktur."

Müslüman, namazını kalbi ve kalıbı beraber olarak kılmalıdır. Nitekim Hadis-i şerifte: "Kişinin kalbi ve bedeniyle beraber namazda hazır olmadıkça Allah o namaza bakmaz." buyurulur.

Namazda her uzvun tevazu göstermesi ve kalbin de, Allah Teala'dan korku üzere olması lazımdır.
Bir Hadis-i şerifte: "Kişiye namazdan yazılacak ecir, kalp huzurundan başkası değildir."(İhya, I 160)


Diğer bir Hadis-i şerifte: "Kulun kıldığı namazından elde edeceği şey, sadece (namazda oluşunun) şûurunda olduğu anların sevabıdır." buyrulur.

Abdulvahid bin Zeyd:
"Alimler, kulun kıldığı namazdan, onun için sadece şûurlu olarak kıldığı kısımların sevap temin ettiği hususunda ittifak etmişlerdir." demiş ve bu hususta bir icma bulunduğunu söylemiştir.

Sahabelerden Ammar Bin Yasir -Radıyallahü anh- 'ın bildirdiğine göre, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Öyle durumlar olur ki, kişi namazını bitirince defterine kıldığı namazın sadece onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı kadar sevap yazılır."(Darimi, Salat, 91)

Namaz kılanlara, ihlas ve hûşu derecesine göre sevap verilir. Bazılarına ecir ve sevabın hepsi verilir. Bazılarına sevabın yarısı verilir, bazılarına onda biri verilir. Bazılarına hiçbir şey verilmez. Çünkü namazı hiçbir şeyi hak etmemektedir.

Cenab-ı Hakk, farz namazlarının ecir ve sevabını belli bir ölçüye göre vermektedir. Nitekim bir hadis-i Şerifte:

"Allah katında farz namaz için bir ölçü vardır. O namazda ne kadar kusur ve eksiklik varsa, onun hesabı yapılır." buyurulur.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:
"Kim güzelce abdest alır, rükûları ve secdeleri tam yaparak hûşu ile vaktinde namazını kılarsa, o namaz bembeyaz, parıl parıl bir şekilde göğe yükselir ve sahibine şöyle der:
"Sen beni nasıl geçirmedin, vaktinde kılarak korudun ise Allah da seni korusun."


Kim ki güzel abdest almaz, rükûları ve secdelerini Hûşu ile yapıp, vaktinde namazını eda etmezse, onun namazı da simsiyah zifiri karanlık halinde göğe çıkarak sahibine şöyle der:
"Sen beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin!"


Allah'ın dilediği zaman gelince bu tür namazlar, bir eski paçavra gibi dürülüp sarılarak sahibinin suratına çarpılır. (et-Terğip ve't-Terhib, I, 339)

Rasulullah (a.s) bir gün adamın birinin namaz kılarken sakalını elleriyle karıştırdığını gördü, buyurdu ki: Eğer bunun kalbin de hûşu olsaydı vücudunun her uzvunda hareketsizlik olurdu.

Rasul-i Ekrem bir buyurdu ki: Kıldığın namazı, en son namazınmış gibi, bir daha namaz kılma fırsatı bulamayacak bir kişinin kıldığı namaz gibi kıl.

Müceddid-i Elf-i Sânî İmamı Rabbani Hazretleri Mektubat'ta şöyle yazıyor: "Secde de ellerin parmaklarını birleştirmeye, rükûda da parmakları birbirinden ayrı tutmaya (birleştirmemeye) dikkat etmelidir. Şeriat parmakları birleştirmeyi ve açık tutmayı lüzumsuz yere emretmemiştir. Yani böyle basit meseleleri bile gözetmek gerekir." Devamla şöyle yazıyor. " Namazda ayakta dururken gözleri secde yerine dikmeli, rükû halinde ayaklara doğru bakmalı,secde yaparken burun hizasına ve otururken de diz üzerindeki ellere bakmalıdır. Tüm bunlar namazda hûşu meydana getirir, aynı zamanda dikkatin dağılmayıp kişinin kendini namaza vermesi mümkün olur."

Biri Hz. Ali'den hûşu nedir? diye sordu.

Hz. Ali: Hûşu kalpte bulunan bir şeydir. Namazda iken donmuş gibi durup hiç bir yana bakmamak ve hiç bir şeyle ilgilenmemek hûşudandır. 


İbn-i Abbas (r.a) hazretleri diyor ki: Namazda hûşulu olan kişi Allah'tan korkan kişidir. Namaz kılarken de hareketsiz duran kişidir.

Hz. Ebû Bekir (r.a) diyor ki: " Rasul-i Ekrem bir keresinde buyurdu ki: Münafıkça hûşudan Allah'a sığının. " sahabe-i Kiram " Münafıkça hûşu nedir? " deyince, dedi ki:" Görünüşte sükunet ve hareketsizlik vardır, ama içeride münafıklık olursa bu münafıkça hûşudur.

Pek çok sahabe ve tabilerden şöyle nakledildi:
 hûşu; sükûn ve hareketsizliğin adıdır.

Kaynak: O. Ersan, Gözümün Nûru Namaz

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Ocak 2015 Salı

417.HZ.NUH (Aleyhisselam) -1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hazret-i İdris’in as semaya çekilmesinden sonra, onun yolundan ayrılmayan bazı din alimleri, ümmeti irşada devam ettiler. Bu kıymetli alimler, Arap yarımadasının muhtelif bölgelerinde dağınık olarak oturan insanları, iman ve istikamete davet etmek hususunda ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Güzel ahlâk ve davranışları ve hoş sohbetleriyle insanların gönlünde yer ettiler. Halk, onlarla konuşmaktan, onlardan bahsetmekten büyük bir zevk duyuyordu. Nihayet her fani gibi, bu alimler de hizmetlerini yapıp, ahiret âlemine göç ettiler. Bunlardan her biri vefat ettikçe, insanlar üzerinde derin bir üzüntü meydana geliyordu. İnsanlar, onları unutamıyorlardı.

Fakat, bu iyi insanların arasında şeytan fikirli, nefisperest, hileci bazı insanların da bulunması, imtihan yeri olan dünya hayatının muktezası idi. İşte bu kötü niyetli insanlar, halkın vefat eden bu din büyüklerine olan halis ve samimi muhabbet duygularını istismara teşebbüs ettiler.

Mü’minlerin ileri gelenlerine sanki onlardan imişler gibi yaklaşarak şöyle dediler:

-“Bu değerli alimlerimizin zamanla unutulacağı ve nasihatlarının tesirlerinin kaybolacağı ihtimali, bizi endişelendirmektedir. Halbuki bunların bulundukları yerlere birer nişan diksek ve hattâ onların bir küçük timsallerini evlerimizde bulundursak hem onlar unutulmamış, hem de halk onların nasihatlarını devamlı hatırlayarak, doğru yoldan uzaklaşmamış olur."


 Böylece altında kötü niyetlerin yattığı bir zararlı fikri telkin ettiler.

İlk bakışta kendilerine güzel ve makul görünen bu fikir, herkes tarafından benimsendi ve çok da taraftar buldu. Bunun üzerine bu alimlerin en büyüklerinden olan Vedd, Süva, Yeğus, Yeuk, Nesr ismindeki kıymetli zatların irşatta bulundukları yerlere aynı isimle, ateşten muhtelif şekillerde yontulmuş heykeller dikildi. Güya feyzlerinden istifadeyi kolaylaştırmak maksadıyla da bunların küçük boydaki suretlerini evlerde bulundurmaya başladılar. Her beldede, halk, farz ibadetlerinin yanı sıra muayyen zamanlarda bu heykellerin etrafına toplanır, o alimlerin nasihatlarını hatırlar ve böylece onların göstermiş oldukları doğru yoldan ayrılmamaya gayret ederlerdi. Evlerindeki küçük heykelleri de bu nasihatları hatırlatıcı ve kendilerini ikaz edici kabul ederlerdi.

İlk Putperestlik
Fakat aradan zaman geçtikçe, bu fikri ortaya atan münafıkların sinsi çalışmaları yüzünden, halkın inanç ve ibadetlerinden değişiklikler meydana gelmeye başladı. Babalarının yaptıklarını görüp aynını taklit eden genç nesil arasında, bu dikili taşlar, Allaha yapılan ibadetlere vesile olmaktan çıktı, insanlar, bu taşların dikiliş gayesini hatırlamaz oldular. Bizzat taşların kendisine üstün sıfatlar izafe etmeye ve onlara tapmaya başladılar. Neticede: Babalarının halis bir niyetle ihdas ettikleri bu âdet, ibadet yerine geçti ve bu dikili taşlar da ma’but hükmünde kabul edildi.

Yeryüzünde Allahı bırakıp putlara tapma adeti, ilk olarak işte bu şekilde başlamış oluyordu.İnsanlar gittikçe azıtıyor kainatta her şey yaratılış gayesine uygun hareket ederken, bitkiler hayvanların imdadına, hayvanlar insanların yardımına koşarken, arz ve sema herşey kainattaki ilâhi nizama zerre kadar isyan etmeden tam bir itaat içinde bulunurken; insanlardan çokları bu şuursuz mahluklardan aşağı düşmüşlerdi. Allaha ibadet etmekten vaz geçip, cansız, şuursuz ve aciz taş parçalarına tapınmak gibi kainatı hiddete getirecek bir küfür ve zulüm çukuruna yuvarlanmışlardı. Bununla da kalmayıp, her türlü fenalığı, ahlaksızlık ve zulmü irtikap eder olmuşlardı.  Cenab-ı Hakkın, “Bir beldeye peygamber gönderip onun vasıtasıyla hakkı duyurmadıkça, o beldenin ahalisini helak etmeyeceği” ne dair va’di olmasaydı, bu zalim ve sefil kavim çoktan helak olmayı haketmişlerdi.

Hazret-i Nuh Peygamber
Hak ve adaletten uzaklaşan bu ahlâksız kavmin içinde Küfe civarında bazı kimseler yaşıyordu ki, bunlar o güne kadar hiç bir zaman Allah’tan başkasına ibadet etmemiş; Tevhid dininden asla ayrılmamışlardı. İşte Hz. Nuh’un ailesi de bu kimseler arasındaydı. Mes’ut ve imanlı bir ailenin çocuğu olan Hz. Nuh, halim-selim, mütefekkir bir kimse idi. Onda başkalarında olmayan bir çok üstün meziyetler vardı. Üstelik İdris Aleyhisselâmın da neslinden gelmekte idi. Nuh’u Idris Aleyhisselâma bağlıyan nesep zincirinde tevhit dininden ayrılan tek kişi yoktu. Hepsi de Idris Aleyhisselâmın şeriatı üzere amel ediyorlardı.

Hazret-i Nuh’un Peygamber olması
Hazret-i Nuh Peygamber, kırk yaşlarına gelince, sapıklığı son haddine gelmiş olan kavmini irşad ile vazifelendirildi. Allah tarafından vahye mazhar kılınıp peygamberlik verildi. Ayrıca Cenab-ı Hak kendisinden Misâk-ı Galiz aldı. Hazret-i Nuh, kavminin durumunu ve ahlâkını yakinen bilerek, her türlü sıkıntıyı göze alarak peygamberlik vazifesini kabul ediyordu. Allaha güvenip dayanarak akıllara hayret veren çetin mücadelesine başlıyordu.

Kavmiyle çetin mücadelesi
Hazret-i Nuh, peygamber olduktan sonra, istikamet çizgisinden çıkarak iyice bozulan cemiyet hayatının karşısına birden bire çıkmadı. Önce, o durumda en uygun tebliğ şekli olan, halkı tek tek, gizliden gizliye davete başladı. Gece gündüz durup dinlenmeden bu vazifesine devam etti. Fikri taraftarları ve maddi kuvveti olmayan bir dava adamı için, o şartlar altında fikrini yayabilmenin en uygun yolu, bundan başka olamazdı. Bir müddet geçtikten sonra, Hazret-i Nuh, davetini alenileştirmeğe başlamıştı. Yavaş yavaş davet halkasını genişletiyordu. Müşrik kavmine, böyle gittikleri takdirde başlarına gelip çatacak dehşetli bir azabdan haber vermekteydi. Onlar ise, Hz. Nuh’u dinlememek için parmaklarını kulaklarına tıkıyor; yüzünü görmemek için de, elbiselerini başlarına örtüyorlardı.

Böylece hem O’nun moralini bozmak, hem de ye’se düşürmek istiyorlardı. Hatta zaman zaman, Hz.Nuh’u rencide edecek çok ağır sözler de söylemekteydiler. Bazıları daha da ileri giderek, işi kaba kuvvete kadar götürüyordu.Mesele bu kadar alevlenince Hazret-i Nuh Peygamber, davasını iyice alenileştirip açıkça ilan etmeye başladı. Fakat putperest kavim, kendilerini kurtuluşa ve selâmete çağıran şefkatli Nebi Hazret-i Nuh’u dinlememekte direniyordu. Tebliğ vazifesine engel olmak için, ne lazımsa yapıyorlardı. Fakat Hz. Nuh Peygamber, Rabbine dayanıp, yılmadan usanmadan ve onların zulüm ve hakaretlerine aldırış etmeden, kudsi davanın yolunda azimle ilerliyor, kavmini her fırsatta doğru yola çağırmaktan bir an bile geri kalmıyor, tebliğe mani olmak için zor kullanıldığı zamanlar, duruma göre bazen açıktan, bazen da gizliden gizliye hakkı anlatmaya devam ediyordu. İlâhi davasının yayılması için, önüne çıkan her fırsatı değerlendiriyordu.

Hazret-i Nuh Kavmin ileri gelenleriyle
Hazret-i Nuh, büyük bir azim ve sebatla, hiç yılmadan, senelerce hakkı tebliğe devam etti. Bu kadar büyük bir gayretin neticesi olarak, sayılan az da olsa etrafında bir müminler cemaatı meydana gelmeye başlamıştı. Nuh kavminin putperest idarecileri türlü türlü zulüm ve ihanetlere başvurdukları halde, ne Hazret-i Nuh’a ne de onun bu sadık ashabına hiç bir şey yapamıyorlardı. Her geçen gün insanların sayısının birer ikişer artması onları kahrediyordu, çeşitli endişelere sevk ediyordu. Bu sebeple, gün geçtikçe yayılan bu iman ceryanının kökünü kazıyacak yeni yeni yollar arıyorlardı.

Hz. Nuh ise, kendisine yapılan kötü muamelelerin hiçbirine aldırış etmiyor;

-“Ben, sizleri Allahın azabından korkutan bir peygamberim. Allahtan başkasına ibadet etmeyin. Yoksa sizi mahv u perişan edecek olan acıklı bir günün azabından cidden endişe ediyorum.” diyerek, tebliğine devam ediyordu.

Müşrikler, Hz. Nuh’a en çok şu noktadan itiraz ediyorlardı:

-“Sen peygamberim diyorsun. Halbuki sen de bizim gibi” bir insansın. Bizim gibi insandan nasıl peygamber olur? Hem senin peşinden gelen adamların hepsi de, aşağı tabakadan, fakir ve sefil insanlar. Eğer sen gerçekten peygamber olsan ve davan da hak olsaydı, sana bizim gibi akıllı ve eşraftan olanlar tabi olurdu. Sizin bizden hiç bir üstün tarafınız yok. Bu durumda bizim size tabi olmamızı nasıl isteyebilirsiniz”

Hazret-i Nuh ise, her seferinde onlara şöyle cevap veriyordu:

-“Ey kavmim! Benden önce gelen peygamberler birer insan olduğu gibi, ben de insanım. Rabbim beni peygamber olarak gönderip, davamı tasdik için de bazı mucizeler ihsan etmiştir. Ben de onları, davama delil olarak size gösteriyorum. Sizler bundan göz yumup iradenizi kullanmaz ve imana gelmezseniz bana bir zarar vermiş olmazsınız. Ben sizi zorla iman ettirecek değilim. Benim vazifem sadece tebliğdir. Fakat bu davranışınızla, kendi kendinize yazık etmiş ve elim bir azaba maruz kalmış olursunuz. Bana iman eden mü’minlere gelince onların fakirlerden veya zengin ve eşraf tabakasından olması, davamızın hakkaniyetine halel vermez. Peşimden gelenler, hakkı kabul edip doğru yolu seçtiler. Sizin geçici olarak sahip olduğunuz mallar ve evlatlar ise, sizin hakikati görmenize mani olup haktan yüz çevirmenize sebeb oldular. Ey kavmim, hakikat budur! Artık gerisini siz bilirsiniz.”

Her şeyi, madde, makam ve kuvvetle değerlendiren putperestlerin, Hazret-i Nuh’un ve ona tabi olanların fakirliğinden tahkir ederek bahsetmesi, onların insanlık ölçüsünden ne derece uzaklaştıklarını apaçık göstermektedir.


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Ocak 2015 Pazar

416.HZ.İDRİS(Aleyhisselam)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Peygamberliği:
İdris Peygamber, Hz. Şit’in torunlarındandır. Şeceresi, beş nesilde Hz. Şite dayanır.

İdris (a.s.)ın, İbranice Tevrattaki ismi Henuh veya Uhnuh’dur. Hz. Idris, Hz. Şitten sonra peygamber olarak gönderilmiştir. Hz. İdris’e otuz sayfalık bir Suhuf indirilmiş, O da bu suhufta hakikatları okuyup anlatarak kavmini hakka ve hidayete davet etmiştir. Fakat insanların çoğu onu dinlememiş, ancak, pek az kimse iman ve itaat etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de İdris (a.s.)ın ismi dört ayette zikredilmektedir. Bunlardan ilk ikisi, peygamberliğini, doğruluğunu ve yüce bir mertebeye yükseltildiğini; öteki ikisi de, sabrını, kavuştuğu rahmet ve iyiliği açıklamaktadır.

İdris Peygamberin kavmi ile olan tevhid mücadelesi ve kavminin durumu hakkında, bunların haricinde, teferruatlı, sahih bîr malûmata sahip değiliz. Bazı rivayetler varsa bile, bunlar da İsrailiyat ve hurafelerden salim değildir.


Terzilerin Piri İdris Peygamber
Rivayete göre yeryüzünde ilk defa kalemle yazı yazan Hazreti İdris Peygamber (a.s.)dır. Bundan başka, İdris Peygamber’e gelinceye kadar, insanların sırtlarına post ve deri giydikleri, iğne ile dikilen elbiselerin giyimine ilk defa Hazreti İdris ile başlandığı da rivayetler arasındadır. 

Bunun içindir ki, “Terziler İdris Aleyhisselâmı kendilerine pîr kabul etmişlerdir.” Zaten Cenab-ı Hak, Peygamberleri insanlara manevî yönden birer imam olarak gönderdiği gibi, maddi terakkileri için de önder tayin etmiştir.

Bütün dinlerde peygamberlere mutlak olarak tabi olma emri vardır. Peygamberlerin manevi kemalatları ve ettikleri nasihat, insanların manevi hayatlarını tanzim ettiği gibi, mucizeleri de, peygamberliklerini münkirlere tasdik ettirmek gayesinin yanı sıra, geleceğin insanlarını onların benzerlerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşvik manasını da taşımaktadır. Hattâ denilebilir ki, manevi kemalat gibi maddi terakkileri ve harikaları dahi, en evvel mucize eli insanlığa hediye etmiştir. Meselâ; Hazret-i Nuh’un bir mucizesi olan gemisi ve Hazret-i Yusuf’un bir mucizesi olan saati, Hazret-i Davud’un bir mucizesi olan demiri ısıtmadan hamur gibi yumuşatması ve eritmesi.

İşte bütün bunlar, en evvel peygamberlerin mucizeleri eliyle insanlığa hediye edilmiştir. Sanatkârların çoğunun, sanatlarında bir peygamberi pir edinmelerinin sebebi de budur. Meselâ gemiciler, Hazret-i Nuh’u, saatçiler Hazret-i Yusuf’u, terziler de Hazret-i İdris’i pîr kabul ederler.

Hazret-i İdris Peygamber ‘in Semaya Çekilmesi

İdris Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Âdem’le, Hazret-i Şit gibi yeryüzünde vefat ettiği sabit değildir. Meryem Sûresinin, “Biz O’nu yüksek bir mekâna kaldırdık.” mealindeki ayet-i kerimesini tefsir eden müfessirler, İdris aleyhisselâmın, Hazret-i İsa gibi semaya çekildiğini ifade etmişlerdir. Resûlullâh (a.s.m) efendimiz de miraç gecesinde Hazret-i İdris’i dördüncü kat semada gördüklerini bir hadis-i şeriflerinde beyan buyurmuşlardır.

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Aralık 2014 Çarşamba

415.HZ.ŞİT (Aleyhisselam)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Adem (A.S)dan sonra gönderilen peygamber.

Adem (A.S) oğludur. Adem (A.S)ın oğullarından Habil ile Kabil arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde Kabil, Habil’i öldürünce, Allahü teala, hazret-i Adem’e, Habil’e karşılık ihsan olarak, yeni bir oğul verdi. Adem (A.S)ın bütün çocukları ikiz olarak doğduğu halde, Şit (A.S) tek doğdu. Şit adı verilen yeni oğlun ismi İbranice olup, Arapça karşılığı “Allah’ın hibesi” manasınadır.

Adem (A.S)ın oğullarından Kabil, Habil’i şehit ettikten sonra doğmuş olan Şit (A.S), son peygamber Hz Muhammed s.a.v nûrunu alnında taşıyordu.

Bu sebeple Adem (A.S) onu pek fazla seviyordu.

Bütün evladı üzerine onu reis yaptığı gibi, vefat edeceği sırada da bütün yeryüzünün halifeliğine onu tayin etti. Bu hususta vasiyette bulundu. Ayrıca ilahi sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti.

Peygamber efendimizin s.a.v nûruyla ilgili olarak oğlu Şit (A.S)a şöyle vasiyet etti:

-“Oğlum! Alnında parlayan bu nur, son peygamber olan Hz Muhammed (SAV) nurudur. Bu nuru mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et.”

Şit Peygamber bu vasiyet üzerine saliha bir kızla evlendi. Sonra evlatlarına da böyle vasiyet ettiler. Onlar da bu vasiyete uyup öylece devam ettiler.

Adem (A.S) ın vefatından sonra, Allahü teala, Şit (A.S) peygamberlik verdi. Elli sayfa küçük kitap indirdi. Bu kitaplarda hikmet ilmi, matematik, sanayi bilgileri, kimya ilmi ve daha birçok şeyler bildirilmişti.

Şit (A.S) zamanında insanlar çoğalıp, her tarafa yayıldılar.

Onlara Allahü tealanın emirlerini bildirip iman etmeye çağırdı.

Şit (A.S) ın dininin esasları, Adem (A.S)ın bildirdiği dinin esaslarına uygundu.

Şit Peygamber ekseriya Şam’da ikamet edip, insanlara, Allahü tealaya iman etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek tebliğ vazifesini yaptı.

Bin şehir kurup, hudutlarını tespit etti.

Şit Peygamberin çocukları ve torunları imar ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allah-u Teala’ya ibadet ve taatle meşgul oldular.

Gayet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında düşmanlık buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyandan uzak dururlardı.

Şit Peygamber, Şam’dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir halde yaşayan Kabil’in oğullarını Allahü tealaya iman ve ibadet etmeye davet etti.

Fakat bu kavim, Şit (A.S)ın davetini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrar ettiler.Şit Peygamber, onlarla savaş yaptı.Bu savaşta kılıç kullandı.İlk kılıç kullanan odur.
Yemendeki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı.

Babası, Adem (A.S) la veya kardeşleriyle Kabe’yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı.

Son peygamber Hz Muhammed (SAV) nûru Şit (A.S) dan onun oğlu Enuş’a geçti.

Şit (A.S), oğlu Enuş’a, babası Adem (A.S) ın, Hz Muhammed (SAV) nuruyla ilgili olarak kendisine yaptığı vasiyeti yaptı ve Enuş’u yeryüzüne halife tayin ederek vefat etti.

Ömrünün dokuz yüz on iki veya dokuz yüz elli yahut da dokuz yüz sene olduğu rivayet edilmiştir. Peygamberliğininse, iki yüz seksen iki veya iki yüz on iki yahut da iki yüz kırk iki sene olduğu rivayet edilmiştir.

Şit Peygamberden sonra, çoğalarak yeryüzüne dağılan insanlar, zamanla doğru yoldan uzaklaşıp, çok azgınlık gösterdiler. Allahü teala onlara İdris (A.S)ı peygamber olarak gönderdi.

Şit (A.S) Adem (A.S) ın öteki evlatlarının hepsinden güzel ve faziletliydi. Suret ve sirette yani hal ve yaşayışta tıpkı babasına benzediği için Adem (A.S) onu diğer evlatlarından çok severdi.

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Aralık 2014 Cumartesi

414.İKİ SÜNNET KAVRAMININ BİRBİRİNE KARIŞTIRILMASI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Bulunduğunuz ortamda birileri  bir hadisi eleştiriyorsa ona vereceğiniz kısa bir ilmi cevabınız olsun isterseniz- bu yazıyı okumalısınız:

Sünnet ile ilgilenen herkes ilimlerde taksimat yaparken; Kur’ân-Sünnet diye kısımlara ayırırlar veya Sünneti kısımlara ayırırlar; Kavlî Sünnet, Fi’lî Sünnet, Takrîrî Sünnet diye ya da Sünnet-i Hüdâ, Sünnet-i Zevâid diye, yine yükümlülükleri taksim ederler; Farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mübah, mekrûh, haram diye… Ama bir çok kişi bu ayrımların arka planını, nasıl ve neye dayanarak gerçekleştiğini bilmez/kurcalamaz.

 Bilinen bu taksimleri ayrıntıya girmeden ne anlam ifade ettiklerine de kısaca anlatarak;böylece fıkıh-tefsir-hadis ilimlerinin nasıl birbirleriyle iç içe çalıştığını, ortaya çıkan şeylerin dinde ne ifade ettikleri daha kolayca anlaşılabilsin diye biraz bu konuya değinelim.

Biliyorsunuz ki Kur’an ve Sünnet veya bir başka açıdan Ayetler ve hadisler bir müslümanın nasıl yaşaması gerektiğini ortaya koyan temel kaynaklardır. Bu sebeble diğer tüm İslami ilimler bu ilimlerden doğmuş, merkezlerine bu ikisini koymuşlar ve bu ikisinin daha iyi anlaşılması için var olagelmişlerdir. Yani diğer ilimler o ikisi için vardır. Tefsir, fıkıh, hadis ve akaid ilimleri (Temel İslamî İlimler) de böyledir.

Bir müslümanın nasıl yaşaması gerektiğini;
 Tefsir ilmi, Kur’an metninden hareketle ve diğer (hadis, fıkıh, akaid, siyer/tarih, lugat, dil vb.) ilimlerin yardımıyla söylemeye çalışır.
 Hadis ilmi, hadis metinlerinden hareketle ve diğer (Kur’an, fıkıh, akaid, siyer/tarih, lugat, dil vb.) ilimlerin yardımıyla söylemeye çalışır.
 Fıkıh ilmi, ayet ve hadis metinlerinden hareketle ve diğer (Kur’an, hadis, akaid, siyer/tarih, lugat, dil vb.) ilimlerin yardımıyla söylemeye çalışır.

 Bu liste böylece uzar gider. Hiçbir ilim bağımsız ve tek başına var olamaz/olmamıştır. 

Yukarda zikredilen birkaç taksimattan (bu gün için) çok fazla önemli olduğundan ikisi üzerinde duralım: Eskilerin teklif (veya ef’âlu mükellefîn) dediği yükümlülüklerin taksimi ve Sünnet-i Hüdâ, Sünnet-i Zevâid taksimi.

SÜNNET-İ HÜDÂ ve SÜNNET-İ ZEVÂİD
Sünnet-i Hüdâ; Hz. Peygamber’in din gereği yaptıkları ve Sünnet-i Zevâid; (alışkanlık, yeme-içme ve zevkleri gibi) din gereği olmadan yaptıklarıdır.

Zevâid denilen ikinci kısım tüm İslam alimlerinin ittifakıyla hüküm koyucu değildir ve bağlayıcılığı yoktur. Zaten Hz. Peygamber’in de bu hususta hiçbir emri yoktur. Peki, müslümanlar bunu neden yaparlar diye sorulursa; müslümanlar imanları gereği ve Allah emrettiği için Peygamberlerini kendi canlarından daha çok severler. İşte bu sevgi onları aynılaşmaya veya benzemeye götürmektedir. Allah-u Teala ona tabi olmayı ve itaati emrettiğine göre bu emri yerine getirmek sorumluluktur fakat bunun yanı sıra ona benzemeyi de tabi olma kapsamında değerlendirmenin mümkün olduğunda alimlerin ittifakı vardır. Yani Hz. Peygamber’e tabi olma gayesiyle ona benzemeye çalışmanın sevap olduğunda tüm İslam uleması müttefiktir.

Sünnet-i Zevâid’in durumu böyledir. Sünnet-i Hüdâ’ya (Hz. Peygamber’in din gereği yaptıklarına) gelince önce yükümlülükleri açıklayalım:

NASS 
Nass kısaca hüküm bildiren sözler/metinler demektir
(Nass, insanlar anlamına gelen Nâs değil).

Bunlar da ancak ayet veya hadistir. Görüldüğü gibi burada önümüze gelen metinler Kur’an veya Sünnettir. İşte Sünnet-i Hüdâ buraya dahildir. Kısacası Sünnet-i Hüdâ nasstır. 

Tefsir, Hadis ve Fıkıh gibi faaliyetler sonucu eldeki nassa bakıldığında Nasslar ancak şu dört halden birinde bulunur:

subûtu ve delâleti kat’î;

 subûtu kat’î, delâleti zannî;
 subûtu zannî, delâleti kat’î;
 subûtu ve delâleti zannî. Bunu açalım.

a) Ya varlığı (subût) ayetler gibi kesindir(kat’î) ve ne anlam ifade ettiği/neyi kastettiği(delâlet) nettir (kat’î).

b) Ya varlığı (subût) ayetler gibi kesindir(kat’î) fakat ne anlam ifade ettiği/neyi kastettiği(delâlet) net değildir (zannî).

c) Ya varlığı (subût) ayetler gibi değil (zannî) fakat ne anlam ifade ettiği/neyi kastettiği(delâlet) nettir (kat’î).

d) Ya varlığı (subût) ayetler gibi değil (zannî) ve ne anlam ifade ettiği/neyi kastettiği(delâlet) net değildir (zannî).


NOT: Burada subût; nassın bize ulaşmasının kesinlik durumu, delâlet ise; bize ulaşan nassın neyi ifade ettiğinin/kastettiğinin açık/net olma durumudur.

Ayrıca buradaki kat’î (kesin) kelimesi anlaşılsa da, zannî kelimesine takılıp halk dilindeki zan da bulunmak gibi bir kelimeyle karıştırma yanılgısına düşülmesin, çünkü buradaki kat’îlik gibi, zannîlik de ilmi bir ifadedir. 

İlmî anlamda bir nassın, şüphe ifade etme ihtimali milyonda bir gibi ihmal edilecek durumda olsa dahi o zannî delildir. Başka bir deyişle konuya ilişkin karşı ihtimallerin (milyonla da olsa) tamamını ortadan kaldıramıyorsa o zannî delildir. Bu kategorik ve hiyerarşik bir ayrım içindir. Yoksa onu delillikten çıkaracak bir eleme değildir.

Demek ki önümüze gelen ayet veya hadis’in hem bize geliş şekli hem de ne ifade ettiği ondan çıkacak hüküm için doğrudan etkilidir. O halde şimdi yükümlülüğe dair çok bilinen hükümlere bakalım (ef’âlu mükellefîn)


a) Farz-Haram: (subûtu ve delâleti kat’î nass). Bir nass (ayet-hadis fark etmez), bize ayetler gibi ulaşmış, hüküm için elverişli olup aynı zamanda metninde müteşabihlik, kapalılık veya neye delalet ettiğine dair bir belirsizlik yoksa o nasstan çıkan hüküm ya farz (yapın) veya haram (yapmayın) emridir. Bu durumda sünnet de tıpkı ayet gibi farz ve haram koyma konumunda nasstır. (5 vakit namaz, içki yasağı ve haksız cana kıyma yasağı gibi) Bu emirlerin terki hukuk ve ahiret bakımından ceza gerektirir. İnkârı dinden çıkarır. 

b) Vâcib- Mekrûh: (subûtu kat’î, delâleti zannî) ve (subûtu zannî, delâleti kat’î). Bir nassın (ayet-hadis fark etmez), bize gelişi ayetler gibi ulaşmış, fakat metninde müteşabihlik, kapalılık veya neye delalet ettiğine dair bir belirsizlik varsa ya da nassın (ayet-hadis fark etmez), bize gelişi ayetler gibi ulaşmamış, fakat hüküm için elverişli olup aynı zamanda metninde müteşabihlik, kapalılık veya neye delalet ettiğine dair bir belirsizlik yoksa o nasstan çıkan hüküm vacib (yapın-yapmayın) , müstehâb (yapılması güzel) ve mekrûh (yapılması çirkin) uyarısıdır.

Vâcib’in, subût kat’î, delâleti ise daha güçlü zannî delildir. Subût veya delâletten birinin zannî olması sebebiyle farz-haram gibi güçlü değildir. Yani ayet veya hadisteki kastedilen emrin anlaşılmasına karşın bu hususta kesin farz-haram demeye yeterli kanaat oluşmamıştır. Bu durumda da sünnet tıpkı ayet gibi vacib-mekrûh koyma konumunda nasstır. (Kurban kesme ve Bayram Namazı gibi, İsraf) Yapılması veya yapılmaması hususunda gerektiği gibi davrananlar sevab kazanır fakat davranmayanlara ceza/kınama veya günah olmaz.

c) Müstehâb: (subûtu zannî, delâleti kat’î). 
Bir nassın (ayet-hadis fark etmez), bize gelişi ayetler gibi ulaşmamış, fakat hüküm için elverişli olup aynı zamanda metninde müteşabihlik, kapalılık veya neye delalet ettiğine dair bir belirsizlik yoksa o nasstan çıkan hüküm Müstehâb (yapılması güzel tavsiyesi) olur. (Dinin emretmeksizin tavsiye ettiği tüm güzel şeyler müstehabtır. )

Sünnet çoğu kez milletin kafasını karıştırmaktadır. Milletin genelde sünnet diye bildiği, nasslardan (Kur’an-Sünnet) biri olan sünnet değil mendûb veya bir başka ismiyle müstehabtır.

d) Mübâh: Bir konu ya da bir fiile dair nass yoksa onun hükmü mübâhdır. Yani hüküm olmama haline mübâhlık (serbestlik) denir.

SONUÇ: O halde insanlar, Sünnet-i Hüdâ yani Hz. Peygamber’in din gereği (ki bunlar tıpkı ayetlerde olduğu gibi farz-haram, vâcib ve müstehâb-mekrûh olabilir) yaptıklarıyla müstehâb’ı karıştırmamalı. Sünnet-i Hüdâ, müstehâb olabilmenin yanı sıra farz-haram ya da vâcib-mekrûh olabilir.

Bu bilgiler doğrultusunda hadislerin Kur’an’a arzedilerek eleştirilmesine değinirsek, peşinen söyleyelim hem sahih hem de Kur’an ile uyuşmayan bir hadis yoktur.

Hadis tenkit edilirken; ravilerinin güvenilir, senedinin kopuksuz (atlamasız), şaz olmayan (ravinin kendisinden daha sağlam bir ravi veya rivayete aykırı rivayette bulunmaması) ve gizli bir illet (ilk bakışta görülmeyen bir hata/kusur) taşımaması gibi özellikler aranır. Bu sebeble rivayetin değil Kur’an’a bir başka sahih hadise aykırı bile olması mümkün değildir.

Şayet ilmi bir araştırma yapmadan- bir hadis; bir ayet veya hadise aykırı görülüyorsa, burda araştırıcının kusuru vardır. Mesela kişi, hadisin diğer rivayetlerini de incelese tamamını görecekken muhtasar bir rivayete bakıyordur. Hadisin söyleniş sebebi ve ortamını bilmediğinden yanlış bir şekilde farklı kategoride değerlendiriyordur. Halbuki hadis, Kur’an’ın bir hükmünde istisna yapıyor, ilavede bulunuyor ya da açıklıyor olabilir. Bunun gibi bir çok neden olabilir ki hepsinin örnekleri vardır.

Şayet ilmi bir araştırma yaparak aykırı görülüyorsa; hadis gizli bir illet sebebiyle sahih olmayabilir
(ki bunu da araştırma yapan kişi görmelidir.)

Hadis şayet sahih değilse zaten subutu kat’î olmamış olur. Hadis eğer uydurma ise zaten subut yok demektir. Delalete gelince delalet için önce subut şart, fakat anlam ifade etmesi için hadisin sahih olması gerekmez. Kısacası subut varsa ve hükme elverişli ise delaleti de vardır.

Yukarıda da değinildiği gibi hadislerin sahih olup-olmamasına sadece sened bakımından bakılmaz. Senedine bakıldıktan sonra metne de bakılır çünkü şayet varsa hadisin illetini de metinde bulacağız.

Ayrıca unutmamalı ki her ayet nasıl hüküm için elverişli olmayabileceği gibi hadisler de elverişli olmayabilir.
Kur’an’la ters düşen bir rivayet yok demiştik diyelim ki her bakımından araştırıp sahih denilen hadisin aykırı olduğunu buldunuz. O zaman o hadisin metninin illetini buldunuz demektir. Yani hadis zaten sahih değildir. Hadis uydurma ise subutu da olmayacağından, zanni delaleti bile olamaz.

M.Göktaş

KAYNAKLAR:
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûk-u İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, VIII (ilk ciltte)
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, X
Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm,
Gazzâlî, el-Mustasfâ (İslam Hukuk Metodolojisi), II
Abdulkerim Zeydan, Fıkıh Usulü,
Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü,
Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Eserlerin bir kısmı Türkçe, bir kısmı da tercümedir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

413. KABİR - video

19 Aralık 2014 Cuma

412.NEDEN HZ.ADEM as İLK CENNETE GÖNDERİLMİŞTİR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İnsanın asıl vatanı cennettir. Hz. Adem (a.s) cennette olmakla beraber, Allah cc onları o haliyle cennette bırakmak için yaratmamış, onları çoğalma ve imtihan vesilesi yapmak gibi büyük bir gaye için yaratmıştı. Bu hikmetten dolayı, onların malum hatayı işlemelerine izin vermiştir.

Allah cc, asıl vatanın cennet olduğunu, dünyanın ise sadece geçici bir imtihan meydanı olarak yaratıldığını insanlığın Anne ve Babasına bizzat göstermek için, hikmetiyle böyle bir uygulama yapmıştır.

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.

Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır. İşte böyle bir varlığın hangi özellikleri taşıdığının anlaşılması için şeytan yaratılmıştır.

Mesela, altın ve bakırın karışık halden ayrılması için ateşte kaynatılması gibi, insan denen varlığın iyi ve kötü huylarının birbirinden ayrılması, iyi huylu Ebubekir (ra) ile kötü ruhlu Ebucehil'in anlaşılması için Allah şeytanı ateşten yaratmıştır.

Ayrıca ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için toprağa atılması gerekiyor.Görünüşte toprak altı karanlık ve sıkıcıdır. Ancak ağaç olmanın yolu oradan geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor.

İşte Allah, cennet ambarında duran babamız Adem Peygamberi (as) dünya tarlasına gönderiyor. Ağaç olarak cennete dönmesi için de şeytan ateşine oturtuyor. İbadet toprağına gömüyor. Böylece ağaç olarak cennete geri dönüyor. Bizim durumumuz da böyledir.

İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden birisi de, Hz. Âdem (as)'in cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir:

“Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”

Bu konunun izahında, Cenab-ı Hakk'ın, Hz. Âdem (as)'i yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara Suresinde şöyle anlatılmaktadır:

“Hani, rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi. Onlar, 'Bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi.” (Bakara, 2/30)

Ayet-i kerimenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak daha Hz. Âdem (as)'i yaratmadan önce insan nevini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdem (as)'i aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.

Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak insana nefis ve şehevi hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak bir vaziyete girsin.

Kur'an'da geçen kelimelerin hangi anlamda kullanıldığı çok önemlidir. Peygamberlerin masum olduğu düşünülürse bunun kesinlikle bilinçli bir isyan olmadığı açıkça anlaşılır. Nitekim bundan önceki ayetlerde olay anlatılırken Hz. Adem (as)'in bu sözü unuttuğu belirtilir:

"Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık." (Taha, 20/115)

Demek Hz. Adem (as)'in bu davranışı Allah'ın emrine karşı gelmek gibi bilinçli bir hareket değildir. Bu nedenle ayeti bizim anladığımız isyan olarak değil şöyle anlamak mümkündür:

"Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Âdem Rabbinin emrinden çıktı da şaşırdı." (Taha, 20/121)

Peygamberler günah işlemez
Günahlar, büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdır. Büyük günahların başlıcaları şunlardır: Adam öldürme, zina, içki içme, ana babaya karşı gelme, kumar, yalancı şahitlik, dine zarar verecek bid'atlara taraftar olmak.1

Bütün peygamberler gerek peygamberliklerinden önce, gerekse peygamberliklerinden sonra hiçbir şekilde büyük günah işlememişlerdir.

Ancak, bazı peygamberler hata yoluyla, unutmak veya daha iyiyi terk etmek suretiyle bizim bildiğimiz şeklin dışında "zelle" denen bazı hatalar işlemişlerdir.2 Hz. Adem (as)'in cennette iken yasak ağacın meyvelerinden yemesi zelleye misal olarak verilebilir. Hz. Âdem (as), yasak meyvelerden yemekle bizim bildiğimiz mânâda bir günah işlememiş, daha iyi olanı terk etmiştir. Neticede de, bu hatalarından dolayı cennet nimetlerinden mahrum kaldılar. Cennette günah ve sevap mefhumunun olmaması bu günahın, bilinenden başka bir şeklinin olduğu da anlaşılır.

Cennet nimetlerinden birisi de, orada "tuvalete gitme" gibi bir ihtiyacın mevcut olmadığıdır.3 Cennette yenip içilen şeylerin artıkları olmadığından Hz. Âdem (as) ve Havva, cennette büyük ve küçük abdest yapmıyorlardı. Avret mahalleri elbise veya bir nurla kendilerinden gizlenmişti.4 Yasak ağacın meyvelerinden yemeleri avret yerlerinin açılmasına, küçük ve büyük abdest gibi eza verecek şeylere sebep olacağı için Cenab-ı Hak o ağaçtan yemelerini men etmişti.5 Nitekim, yasak ağacın meyvelerini yedikleri anda, daha önce hiç görmedikleri avret yerleri açılıverdi. O yerlerin açılması uygun olmadığı için yaprakla örtünmeye başladılar.6

Hz. Âdem (as)'in yasak ağacın meyvesinden yiyerek cennetten çıkarılmasında kaderin hissesini unutmamak gerekir. Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın insanı yaratmasındaki hikmet ve maksadın gerçekleşmesi, ancak Hz. Âdem (as) ve Havva'nın cennetten yeryüzüne inmesiyle mümkün olmuştur. Ebu'l-Hasen-i Şâzelî, Hz. Âdem (as)'in zellesi hakkında şöyle der:

"Ne hikmetli bir günah ki, kıyamete kadar gelecek insanlara tevbenin meşru kılınmasına sebep olmuştur."7


Mehmet Paksu

Dipnotlar:
1. Barla Lahikası, s. 179.
2. Muvazzah ilm-i Kelâm, s.184; Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.154; Risale-i Hamidiye, s. 491.
3. Müslim, Cennet: 15.
4. Tefsîr-i Kebir , 14:49; Hak Dini Kur'ân Dili, II/2140.
5. Hülasatü'l-Beyan, II/4748.
6. A'raf Sûresi, 22.
7. Risale-i Hamidiye, s. 611.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Aralık 2014 Perşembe

411.HUTBE OKUNURKEN DİNLEMEK VE "AMİN" DEMEMEK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Cuma namazının geçerli olmasının şartlarından biri de, cumanın farz olan namazından önce hutbe okumaktır.

Şöyle ki: Vaktin girmesinden sonra mevcut cemaatın huzurunda bir hutbe okunması gerekir. Bunun içindir ki, hutbe okunurken cemaat bulunmayıp da sonradan namazda bulunacak olsalar, namazları caiz olmaz.

Cemaatin hutbeyi işitmesi şart değildir. Sadece hazır bulunmaları yeterlidir. Hutbe esnasında bir mükellef erkeğin, misafir olsa dahi, bulunması yeterli görülmektedir.

Cuma hutbesinin rüknü, İmamı Azam'a göre, Allah'ı zikirden ibarettir. Onun için hutbe niyeti ile yalnız: "Elhamdülillah" yahut "Sübhanallah" yahut "La ilahe illalah" denilecek olsa, yeterli olur. İki İmama (İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e) göre, hutbe denilecek derecede uzunca bir zikirden ibarettir. Bunun en az olan derecesi, Tahiyyat miktarı hamd ve salavat ile Müslümanlara duadır.

Hutbenin vacibleri, hatibin taharet üzere bulunması, avret sayılan yerlerin örtülü olması ve hutbeyi ayakta okumasıdır.
Hutbenin sünnetleri de, hutbeyi iki kısma ayırmak ve bunlar arasında bir tesbih veya üç ayet okunacak kadar bir zaman oturmaktır. Bu bakımdan buna iki hutbe denir. Bu iki hutbeden her biri hamdi, kelime-i şehadeti, salât ve selâmı kapsamalı. Birinci hutbe, bir ayetin okunması ile insanlara öğüt vermeyi, ikinci hutbe de Müslümanlara duayı kapsamalıdır.

Ayrıca imamın sesi, ikinci hutbede birinci hutbedekinden daha hafif olmalıdır. İşte bunlar hutbenin sünnetlerindendir.

Her iki hutbeyi uzatmamak da sünnettir. Hatta hutbeyi "Hücurat" süresi ile "Büruc" süresine kadar olan sürelerin herhangi birinden uzunca okumak, özellikle kış mevsiminde, mekruhtur. Cemaatı bıktırmak uygun değildir. Cemaatın acele görülecek işleri olabilir. Onları camide fazla tutmak, cuma namazlarına devamlarına engel olacağından yersiz bir iş olur. Hatib olan şahıs bunları düşünmelidir. Sözlerinin sonu, önceki sözleri unutturacak ve kıymetten düşürecek şekilde hutbesi uzun olmamalıdır. Hutbenin kısa ve cemaata faydalı bir tarzda hazırlanması, hatibin ehliyet ve faziletine delildir. Bu konudaki bir hadisi şerifin anlamı şöyledir:

"Namazının uzun, hutbesinin kısa olması bir kimsenin anlayışlı bir din alimi olduğunun alametidir. Artık namazı (cemaata ağır gelmeyecek şekilde) uzatınız, hutbeyi de kısa okuyunuz. Gerçekten bazı sözler, sihir gibi kalbleri etkiler."

İşte böylece hutbeler, belâgat ve mana bakımından ruhları kazanacak bir halde bulunmalıdır.

Ashabı kiramdan (Câbir bin Semüre'den) rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimizin (asm) namazı da, hutbesi de orta bir halde idi. Çok kısa ve çok uzun olmaktan beri idi.

Hatib, ezan okunup tamamlanıncaya kadar minberde oturur. Sonra ayağa kalkar. Sonra gizlice "Euzü" çekerek aşikâra hamd ve senada bulunur. Hutbesini cemaata karşı söyler. Hutbe bitince ikamet yapılır. Bunlar da hutbenin sünnetlerindendir. Hatibin hutbe sünnetlerini gözetmemesi veya dünyalık konuşmalarda bulunması mekruhtur.

Hutbeyi okuyan kimse duaları açık veya gizli okuyabilir. Ancak açıktan dua ettiği zaman cemaat amin diyecekse bunu gizli yapar. Böylece cemaatin amin demesine engel olmuş olur.

Çünkü, hutbe okunurken insanların konuşmaları, tesbih çekmeleri, aksırıp "elhamdulillah" diyene "yerhamükallah" demeleri, selam almaları ise mekruhtur.

Hutbe okunurken Peygamber Efendimize (asm) salavat getirmek ve yapılan duaya amin demek de mekruhtur.

Eğer salavat getirmek ve amin demek gerekiyorsa, bu kalben okunur; dil ile teleffuz edilmez.

Hutbede duada bulunmak sünnettir. Ancak bu dua esnasında cemaatin susması daha uygun olur.

Hutbe Esnasında Susmak

Ebû Hureyre, Peygamberimizin (asm) şöyle dediğini haber vermiştir:

“Cuma günü imam hutbe okurken arkadaşına 'sus' dersen lağvde bulunmuş olursun."
Ebû Hureyre Allah’ın Elçisi’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Kim güzelce abdest alır, cumaya gider, dinler ve susarsa, o cumadan bir önceki cumaya kadar olan günahları bağışlanır ve buna üç gün de ilave edilir. Kim bir taşa dokunursa lağvde bulunmuş olur."

Hz. Ali (ra)'ın Kufe 'de minberden şöyle hitap ettiği rivayet edilir:

"Cuma günü olduğunda şeytanlar bayraklarıyla birlikte çarşı pazarı dolaşır, insanları cumaya gitmekten alıkoyacak bir kısım bahaneler ortaya çıkarır. Melekler de erken çıkar, mescidin kapısında oturur, imam minbere çıkıncaya kadar birinci saatte ve ikinci saatte gelenleri kaydederler. Kişi imamı görüp işiteceği bir yere oturur, sesini çıkarmaz ve lağivde bulunmazsa iki sevap kazanır. İmamı görüp işiteceği bir yere yerleşir de lağiv yapar, susmazsa bir günah kazanır. Cuma günü arkadaşına "sus" diyen lağivde bulunmuş olur. Lağivde bulunanın bu cumadan alacağı kalmaz."

Hz. Ali (ra) sözünü şöyle bitirdi:

"Allah’ın Elçisi’nin böyle söylediğini işitmiştim."
Camiye giden kimse, eğer hutbeye başlanmamışsa, başkalarını rahatsız etmemek şartı ile hatibe yakın yere kadar gidebilir, değilse bulabildiği yerde oturur. Fakat yer bulamaz ve ilerdeki saflarda boşluk bulunursa, zaruret gereği bu boş yerlerden birine gidebilir.

Hatib minbere çıkınca, cemaatın dinleyip susması, selamlaşmaması, nafile namaz kılmaması gereklidir. Öyle ki, hutbede Peygamber Efendimizin (asm) mübarek isimleri anılınca, dinlemekle yetinmeleri daha faziletlidir. İmam Ebû Yusuf'dan bir rivayete göre, bu durumda gizlice salat ve selam getirilir.

Buna göre:
Cuma günü hatibin dikkatle dinlenmesini, "hatip minbere çıktığı andan namaz bitinceye kadar" bir bütün olarak değerlendiren Hanefiler, namazda haram olan herşeyin hutbede de haram olduğunu esas alarak; cemaatin konuşmayıp susması, selam alıp vermemesi, nafile namaz kılmaması gerektiğini, ancak hutbede dua edilirse veya Hz. Peygamber (asm)'in ismi zikredilirse gizlice salâtü selam okunabileceğini ve hatibin duasına yine gizlice kendi işitebileceği bir sesle 'âmîn' denebileceğini söylemektedirler. (Alâuddin İbn Abidin, el-Hediyyetü’l-Alâiyye, 155-156).

Bu nedenle yapılan duaya kendi işitebileceği tarzda "amin" demekte sakınca yoktur.

 Sorularla İslamiyet

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

410.HZ.ADEM (Aleyhisselam) -7-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hz. Âdem İle Havva Yeryüzünde
Hz. Âdem babamız ile Havva validemiz yeryüzünün iki ayrı yerine indirildiler. Âdem (A.S.) Hindistanın güneyinde bir ada olan Seylan adasına, Havva validemiz de Cidde’ye indirildi. Uzun zaman birbirlerinden ayrı yaşadılar. Cennetten inerken Hz. Âdem’e günahlarını tamamen affettirme yolu gösterilmiş ve yeryüzünde ne şekilde tevbe edecekleri bildirilmişti. Onlar da yeryüzünde bu şekilde günahlarından tevbe ettiler. Nihayet Cenab-ı Hak bu samimi ve halis tevbelerini kabul ederek onları Mekke civarında Arafat mevkiinde buluşturdu. Beraberce bu mevkide yaşamaya başladılar.

Cenab-ı Hak Hz Âdem’e maişetlerini tedarik edebilmeleri için çiftçilik gibi geçim yollarını öğretti. Böylece Cenab-ı Hakkın Cennette iken onlara bildirdiği,
“İblis sakın ikinizi, aldatıp Cennetten çıkartmasın. Ey Âdem sonra zahmet çekersiniz.” mealindeki ikazı gerçekleşmiş oluyordu. Bu âyette Cennetten çıkarılma hâdisesi Hz. Âdem ile Havva’nın ikisine birden şamil kılındığı halde, yeryüzünde meydana gelecek zahmet ve külfet, yalnız Hz. Âdem’e yüklenmektedir. Bundan, kadınların nafakası ve maişeti erkeklerin üzerinde olduğu, dolayısıyle zahmet ve meşakkatler de erkeklere ait olacağı anlaşılmaktadır. Zaten zor işlerde çalışmağa ve ağır yüklerin altına girmeye kadınların ince ve nazik yaratılışları müsait değildir.


 İnsan Neslinin Çoğalması
Hz. Âdem’le Havva validemizin yeryüzünde buluşmalarından sonra insan nesli süratle çoğalmaya başladı. Taberî tarihinde bildirildiğine göre, Havva validemiz her doğum yaptığında, biri erkek biri de kız olmak üzere ikiz doğuruyordu. İnsan neslinin çoğalma zaruretinden dolayı, ilk zamanlarda kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Bununla beraber aynı anda doğan kız ve erkek, birbirleriyle evlenemezler; bir önce veya sonra doğanlarla evlenebilirlerdi. Zamanla çoğalma muayyen bir seviyeye gelince bu zaruret ortadan kalktı. Ve ilk olarak Hz. Nuh’un şeriatiyle kardeşler arası evlenmek yasaklandı. Hz. Nuh’dan sonra bütün dinlerde bu yasak kesin olarak devam etmiştir. Hz. Âdem’in vefatı esnasında insanların sayısının kırkbine yükseldiği rivayet edilir.


 İlk İnsan ve İlk Peygamber
Cenab-ı Hak Hz. Âdem’i kendisinden çoğalacak insanlara, hem baba hem de Peygamber yapmıştı. Böylece o, hem ilk insan ve hem de ilk peygamber olma şerefine mazhar olmuştu.

Hazreti-i Âdem, vefatına kadar nübüvvet vazifesini ifa etti. Cenab-ı Hak ayrıca kendisine, emir ve yasaklarını gösteren on sahifelik bir de talimat (Suhuf) indirmişti. Hz. Âdem bu talimatı vazifesinin en büyüğü kabul edip oğullarına harfiyyen öğretiyordu. İblis’in insanlara olan düşmanlığını ve ondan sakınma yollarını, kendisinin ona bir kere aldandığını ve bu aldanma yüzünden de Cennetten geçici olarak mahrum kaldığını anlatıyordu. Ayrıca bu dünyanın muvakkat bir kazanç yeri olup asıl hayatın ahiret hayatı olduğunu söylüyor, insanların burada işlediklerinin karşılığını orada muhakkak göreceklerini, onun için Şeytana aldanmamalarını devamlı telkin ediyordu. Bu mealde çok hakikatleri bıkmadan usanmadan izah ediyor, tekrar tekrar anlatıyordu. Nihayet Hz. Âdem bin sene kadar bir ömür sürdükten sonra vazifesini hakkıyle yerine getirmiş olarak bu fani hayata veda etti.


Habil ve Kabil

Havva validemiz her seferinde, biri kız diğeri erkek olmak üzere ikiz doğum yaptığına yukarıda işaret etmiştik. İşte Hazreti Âdem’in iki oğlu Habil ve Kabil de, peşpeşe olarak birer kız kardeşle birlikte doğmuşlardı.

Cenab-ı Hak, Hz. Adem’e, ikiz olarak beraber doğan kızla erkeğin evlenmesini yasaklamış, ancak ayrı doğumlarda doğan kızlarla erkeklerin birbirleriyle evlenmelerini emretmişti. Bu hale göre Habil ile Kabil, biri, diğerinin ikizi ile evlenebilecekti. Yani Habil Kabil ile, Kabil de Habil ile dünyaya gelen kızı alacaktı. Fakat Kabil’in ikizi olan Aklima ismindeki kız, Habilinkinden daha güzeldi. Bunun için Kabil, bu evlenmeye razı olmayıp, Habil’in alacağı kızı almak istedi. Âdem (A.S.) bunun meşru ve helâl olmayacağını ne kadar izah etti ise de Kabil’e dinlettiremedi.

Bunun üzerine Hz. Âdem, ikisinin de birer kurban kesmelerini, Allah Tealâ kimin kurbanını kabul ederse onun Aklima’yı alacağını söyledi. Habil çoban olduğundan, koyunlarından birini Cenab-ı Hakka kurban etti. Kabil de rençber olduğu için, o da en iyisinden bir deste buğday getirdi. İkisi de kurbanlarını Cenab-ı Hakk’a takdim ettiler.

O zamanlar, ilâhi adet üzere, Cenab-ı Hak kabul ettiği kurbana bir ateş gönderir ve onu yaktırırdı. Kabul olunmayan kurban ise, olduğu gibi kalır, halk içinde o kurban sahibinin yüzü kara olurdu. Bu âdet i ilâhî Beni İsrail zamanına kadar devam etmiştir. Sonra Cenab-ı Hak bu âdeti kaldırarak kıyamete kadar kimin kurbanının makbul olup, kimin olmadığını kimsenin bilmemesini murat etmiştir.

Neticede Habil’in kurbanı kabul edildi. Bunun üzerine Kabil’in hased duyguları daha da kabardı. O kadar ki Habil’i öldürmeye karar verdi. Habil, Kabil’in bu meşum niyetini anlayınca, ona;

-“Cenab-ı Hakkın hükmüne boyun eğmesini, Allah’tan korkmasını, eğer kendini öldürmeye teşebbüs ederse ona mukabelede bulunmayacağını, fakat böyle bir fiilin cezasının ancak Cehennem olacağını” söyledi. Ne var ki Kabil’in bu söz ve nasihatları dinleyecek hali yoktu. Gözlerini kin ve hased bürümüştü. Nihayet masum kardeşini, hiç çekinmeden, suçsuz yere öldürdü. Böylece Kabil, yeryüzünün ilk zalim ve katili, Habil de ilk mazlum ve şehidi oldu. Yeryüzünde ilk fitne de böylece kadın yüzünden patlak vermiş oluyordu.

Peygamber efendimiz (A.S.M.) bir hadis-i şeriflerinde;

Hiç bir Âdemoğlu, zulüm ile öldürülmez ki onun kanı (nın günahımdan Âdem atanın birinci oğlu (Kabil hesabına) bir paye ayrılmasın. Çünkü bu cinayeti adet edenlerin önderi odur” buyurarak, Kabil’in yaptığı bu zulmün büyüklüğünü ifade etmişlerdir.

Bundan sonra Kabil, kardeşinin cesedi başında telâş ve şaşkınlığa kapıldı. Bu sırada iki karga gelip onun gözü önünde, biri diğerini öldürdü ve gagası ile kazdığı çukura gömdü. Kabil bunun üzerine çok hayıflandı ve “Karga kadar da mı olamadım?” deyip hemen bir çukur kazarak kardeşini oraya gömdü.

Bu feci hadise cereyan ettiği sırada, Hz. Âdem, bütün oğullarını Kabil’e emanet etmiş ve başka bir yere gitmişti. Dönüşünde hadiseyi duyunca çok üzüldü ve Kabil’e lanetle beddua etti. Bunun üzerine Kabil de kızkardeşini alarak babasının yanından uzaklaştı. Yemen taraflarına giderek ölünceye kadar oralarda kaldı. Daha önce “Yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek olanları mı yaratacaksın” diye hayretle sual soran meleklerin bu sözlerinin ilk tahakkuku, bu şekilde gerçekleşiyordu. Diğer taraftan insanları devamlı iğfal edeceğini söyleyen şeytanın yeryüzünde ilk muvaffakiyeti de, bu cinayet hâdisesi olmuş oluyordu. Cennet ve Cehennem lüzumsuz yaratılmamıştı. İnsanların bir kısmının amelleri Cehennemi, diğer bir kısmmınki de Cenneti netice verecekti. Evet bu, insanlar için imtihan yeri olarak yaratılan dünya hayatının tabii bir gerçeği idi.


Hazret-i Âdem’in vefatı
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem, bin yıl gibi uzun bir ömürden sonra, bu fani dünyayı terk eden ilk peygamber oldu. Ölüm insanlık için büyük manalar taşıyordu. Bu âlemin fâni oluşu, öyle bir gerçekti ki ondan hiç bir insan kurtulamayacaktı. Ve bu kanun-u ilâhi, kıyamete kadar devam edecekti. Oğulları Hz. Âdem’i Ebû Kubeys dağına defn ettiler. İki sene sonra da Havva validemiz vefat etti. Onu da onun yanına gömdüler.

Rivayete göre vefat emri geldiği zaman Hz. Adem, Cenab-ı Hakka: “Ya Rab! düşmanım İblis kıyamete kadar hayatta kalacağı için beni bu halde görürse sevinecek ve benimle alay edecek” demesi üzerine Cenab-ı Hak da, lisan-ı hikmetle O’na “Ey Âdem! Sen tekrar Cennete gireceksin. O ise bu dünyada kalıp neticede kıyamete kadar gelip geçen insanlar adedince ölüm acısını tadarak zillet içinde ölecektir. Onun ecelinin tehir edilmesi bunun içindir.” buyurur.

Bunun üzerine Hz. Âdem Rabbinden İblis’e ölümün nasıl tattırılacağını öğrenmek ister. Cenab-ı Hak da ona bildirmeye başlar. Fakat Hz. Âdem fazla dayanamayarak: «Ya Rab! Kâfi» diyerek huzur içinde vefat eder.


“peygamberler tarihi” ansiklopedisi



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR