3 Eylül 2013 Salı

132. MEZHEPSİZLİK


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

"25.Bir mezhebe uymak şart mı? "yazımdan sonra farkettim ki çoğu müslüman mezheplere uymanın önemini bilmiyor. Ya "ben bir mezhebe uymuyorum" diyor ya da "ben her mezhepten faydalanıyorum ,durumuma uyan hangisiyse onu alıyorum" diyor.Bu yüzden araştırmalarıma devam ettim ve bu konuyla ilgili bugünden başlayarak birkaç yazı yayınlayacağım inşallah.Bu konuyu çok önemsiyorum ;çünkü ben de önemini 2 yıl öncesine kadar bilmiyordum.Bizi yanlış itikadden dinsizliğe kadar götürebilecek tehlikede.Bu konunun iyi anlaşılabilmesi için aşağıda linkini verdiğim 25.,133. ve 135. yazıları da okumanızı tavsiye ediyorum.


İşte o bilgiler:

"Mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü her iki davranış şekli de, belli bir metodu gerekli bulmama noktasında buluşmaktadır.
"Dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir.

Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda başgösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde farklı yönlere kaydı.

Reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?

Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak:

1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir. Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.

Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.

Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.

Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.

2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları yapılmıştır.

Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.

Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.

Bizzat Allah Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.

3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi.

Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.

Burada, alimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid") olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.

Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.

Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün yönleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.


Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.

4- Kur'an:
Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "Allah'ın Kitabı'na aracısız olarak baş vurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.

Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.


Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.

Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. 


Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.

Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.

Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır?

Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.

Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.

İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ne üzücüdür ki ortadan kaldırıldığına şahit oluyoruz.

Selam, hidayete tabi olanlara...

E.Sifil



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

1 Eylül 2013 Pazar

131. FAL, KEHANET, ASTROLOJİ


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

“Gaybı ancak Allah bilir.” hükmüne rağmen, yarın ne olacağını bilme merakımız bir türlü dinmedi.
Allah’ın, gaybî bilgilerden dilediği kadarını yine dilediği kullarına bildirebileceği ilkesi de bu konunun yumuşak karnı oldu.

Belki bu yüzden gayb konusuna son noktayı koyma imkanımız olmadı, olamayacak.

İhtimal, bu da ilâhi imtihanımızın bir unsuru.

Gelecekten ve gayb aleminden bize gerekli olan bilgileri peygamberler bildirdi.
Daha fazlası için girişilen arayışları, yolları, yöntemleri anlamak ve değerlendirmek, ancak ilâhi vahyin ışığı altında mümkün.

Zaten o ışıkla aydınlanmamış hangi yol, hangi yöntem selamete çıkarabilir ki...
İnancı zayıf veya inançtan tamamen uzak insanlar arasında pek çok ortak özellikten söz edilebilir. Bu özelliklerden birinin de, “geleceği bilme arzusu” olduğunda şüphe yok.
Gelecek tehlike ve olumsuzluklar karşısında kendisini güvenceye almak, toplum nezdinde ayrıcalıklı bir konum elde etmek, başkaları üzerinde hakimiyet kurmak, böylece kendisinin ve başkalarının kaderini belirlemek maksadıyla, hatta sırf merakını tatmin etmek gayesiyle bu türlü bilgilere ulaşmayı hep bir ayrıcalık olarak görür bu tür insanlar. Teslimiyet, rıza, muhabbet… vb. eksikliğinden kaynaklanan bir “şuur eksikliği ya da yokluğu” durumudur bu.

Öte yandan bu amaca ulaşmak için başvurulan değişik yol ve yöntemlerin çoğu zaman toplum tarafından birbirine karıştırıldığı, bu meselede neyin hakikat ve neyin hurafe/asılsız olduğunun çok iyi ayırt edilemediği de bir başka gerçek.

Fal ve Kehanet

Arapça’da, “uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamına gelen fal kelimesi, Batı dillerinde genellikle “Gelecekten haber verme” anlamında kullanılır. Dilimizdeki kullanımının da bu anlamda olduğu görülüyor. Aşağıda göreceğimiz çeşitli yöntem ve şekillerde yapılan “falcılık”, gelecekten haber verme iddiasıyla icra edilir. Arapça’da “kâhin” veya “arrâf” gibi kelimelerle anlatılan kimselerin yaptığı da bundan başka bir şey değildir.

Eski kavimlerin alışkanlığı


Ülkemizde çoğunlukla el falı, kâğıt (iskambil) falı, kahve falı, yıldız falı… gibi çeşitleri ile yürütülen falcılık, çok eski çağlardan beri çeşitli din ve kültürlerde izine rastlanan bir faaliyettir. Geçmişinin milattan önce 4000 yıllarına kadar uzandığını gösteren belgeler, Mısır, Çin, Babil ve Kalde’de falcılık yapıldığını ortaya koymaktadır. En eski falcılık örneklerinin Mezopotamya’da bulunduğu tahmin edilmektedir. (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 12/135)

Gelecekten veya bizim için “gayb” olan herhangi bir meseleden haber verme işini cinler vasıtasıyla yürütme tarzının ilk örneklerinin yahudilerde görüldüğünü biliyoruz. Müfessirlerin rivayet ettiğine göre şeytanlar gök kapılarına kadar çıkar, orada meleklerin, dünyadaki ölüm, kayıp vb. hususlardaki konuşmalarına kulak verir, ezberledikleri sözleri yeryüzündeki kâhinlere aktarırlardı. Kâhinler de (kehânet, falcılık gibi isimler altında) bunları insanlara haber verir, insanlar da gerçekten o haberlerin vaki olduğunu görürdü. Şeytanlar, kâhinler nezdinde belli bir itimat ve güven sağlayınca, bir süre sonra yalan söylemeye, doğru habere yalan karıştırmaya başladılar. Öyle ki, bir doğru sözün yanına yetmiş yalan söz koyup kâhinlere söylüyorlardı.

Bir peygamberin mücadelesi

Derken, bazı kimseler bunları yazıp kaydetmeye başladı. Zaman içinde bu yazılanlar vesilesiyle cinlerin gaybı bildikleri söylentisi İsrailoğulları arasında yayıldı. Hz. Süleyman a.s. bunun üzerine dört bir yana adamlar göndererek bu kitapları toplattı; bir sandığın içine koydu ve tahtının altına gömdü. Sonra da “Kim şeytanların gaybı bildiğini söylerse, boynunu vururum!” diye ilan etti.

Hz. Süleyman a.s. hayatta olduğu sürece o sandığın yanına yaklaşamayan şeytanlar, o ve onun emrini uygulayan alimler vefat edip bu dünyadan ayrılınca, şeytanlar insanları kandırarak tahtın altını kazdırdılar ve sandığı çıkarıp, içindeki kitapları göstererek; “Süleyman insanları, şeytanları, kuşları işte bunlarla kontrol altında tutuyordu!” dediler. Böylece insanlar arasında Hz. Süleyman a.s’ın büyücü olduğu söylentisi yayıldı.

İşte, “Ve onlar, şeytanların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Oysa Süleyman asla küfre düşmedi. Sadece şeytanlar küfre düştüler.” (Bakara, 102) ayetinde anlatılan durum budur. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 1/134 vd.)

Cinler Neyi Bilir?

Kur’an’da cinlerin ağzından şöyle dedikleri haber verilir:

“Doğrusu biz (cinler) göğü yokladık; fakat onu, kuvvetli (ve şiddetli) bekçilerle ve alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Oysa biz (daha önce) onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetle(yip izle)yen bir alev huzmesi buluyor. Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murad edildi, yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı diledi.” (Cin, 8-10)

Gaybı bilmezler


Bu ayet açık bir şekilde gösteriyor ki, cinler gaybı bilen varlıklar değildir. Onlar bir zaman göğün belli yerlerinde meleklerin yeryüzünde olup biten hadiselerle ilgili konuşmalarını dinleme imkanı bulmuşlardır. Ancak daha sonra bu imkan onların elinden alınmıştır.

Bu durum başka ayetlerde de şöyle ifade buyurulur:


“Doğrusu biz dünya göğünü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Ve onu inatçı her şeytandan koruduk. Onlar Mele-i Âlâ’yı dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar, uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir sözü kapan olursa, onu da delip geçen alevli yıldızlar takip eder.” (Sâffat, 6-10)

“Andolsun ki, yakın göğü kandillerle donattık. Onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.” (Mülk, 5)

“Andolsun ki biz gökte burçlar yaptık ve onları bakanlar için donattık. Ve onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa, apaçık görülen bir ateş onu kovalar.” (Hicr, 16-18)

Bütün bu ayet-i kerimeler açıkça bildiriyor ki, cinler kendiliklerinden gaybı bilemezler. Onlardan bir kısmı göğün bazı yerlerinde gizlenerek meleklerin konuşmalarını dinler, sonra da gelip bu dinlediklerini, bire yüz katarak yeryüzündeki dostları olan kâhinlere, falcılara aktarırlardı.

Bilgi hırsızlığı ve ateş topu

Ancak, Cin Suresi’nden yukarıda aktardığımız ayetlerde de açıkça haber verildiği gibi, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in peygamberliği ve Kur’an’ın nüzulü ile birlikte cinlerin bu imkanı da kalmamıştır. Artık onlardan her kim bir kulak hırsızlığı yapmak için göğün kapılarına yaklaşacak olsa, delip geçici bir alev topu tarafından takip ve helâk edilir.

İbn Abbas r.a.’ın haber verdiğine göre, Efendimiz s.a.v. bir gece ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. O sırada bir yıldız kaydı ve aydınlık saçtı. Efendimiz s.a.v. böyle bir olay cahiliye döneminde vuku bulduğunda ne dediklerini orada bulunanlara sordu. Onlar bu durumu, büyük bir kimsenin doğumuna veya ölümüne işaret saydıklarını söylediler. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:

“Yıldız, ne bir kimsenin ölümü, ne de doğumu için kayar. Ancak Rabbimiz Tebareke ve Tealâ bir konuda hüküm verince, Arş’ı taşıyan melekler tesbih ederler. Sonra onların altında bulunan gök ehli tesbih eder. Nihayet bu tesbih bizim dünyamıza kadar ulaşır. Sonra Arş’ı taşıyan meleklerin altında bulunan gök ehli, haberin ne olduğunu soruşturarak Arş’ı taşıyan meleklere, ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ derler. Onlar da bu hükmü kendilerine haber verirler. Her gök ehli diğer (daha aşağıdaki) gök ehline durumu bildirir. Nihayet haber dünya göğünde bulunanlara kadar ulaşır. Cinler bu haberi kulak hırsızlığı yaparak çalarlar da, bunun üzerine kovalanırlar. Onların bu şekilde getirdikleri haber haktır. Ancak kendileri değişiklik yapıp artırma-eksiltmede bulunurlar.” (Müslim, Ahmed b. Hanbel)

Bu hadis-i şerif, yukarıda mealini sunduğumuz Hicr Suresi 16’ncı ayetinde geçen “apaçık görülen bir ateş” ifadesinin ne anlama geldiğini de açıklamaktadır.

Cinler için bir dönemin sonu


Rivayeti aktaran râvilerden Ma’mer, Zührî’ye, “Cahiliye döneminde de böyle yıldız kayar mıymış?” diye sorduğunda, “Evet, ancak Rasulullah s.a.v. peygamber olarak gönderilince bu daha çok kuvvetlendirildi.” cevabını verir.

Zührî’nin bu cevabı, Sahabe’den gelen rivayetlere dayanmaktadır ve son derece yerindedir. (Bu rivayetlerin topluca zikri için bkz. Kurtubî Tefsiri, 19/14)

Nitekim Müslim, Tirmizî ve Nesâî’nin yer verdiği bir rivayette Abdullah b. Abbas r.a. şöyle demiştir:

“Rasulullah s.a.v. (Mekke döneminde) ashabından bir cemaatle Ukaz panayırına gitmek üzere yola çıkmış. O tarihlerde (cinnî) şeytanlar gökten haber almaktan men edilmiş, üzerlerine gök taşları atılmış, bunun üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara, ‘Size ne oldu?’ diye sorunca, ‘Gökten haber almaktan men edildik. Üzerimize gök taşları gönderildi.’ diye cevap vermişler. Kavimleri, ‘Bu, mutlaka yeni zuhur etmiş bir şeyden olacak. Hemen yeryüzünün doğusunu-batısını dolaşarak bakın bakalım, gökten haber almanıza mani olan şu hadise nedir?’ demişler. Bunun üzerine şeytanlar yeryüzünün doğusunu-batısını dolaşmışlar. Tihâme tarafına giden şeytan grubu, Ukaz panayırına gitmekte olan Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Nahle denen yerde ashabına sabah namazını kıldırırken O’nun yanına uğramış. (Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in okuduğu) Kur’an’ı işitince kendi aralarında, ‘Gökten haber almamıza mani olan işte budur!’ diye konuşmuşlar. Sonra da kavimlerine dönerek, ‘Ey kavmimiz! Biz, doğru yolu gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik ve ona iman ettik. Bundan sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.’ demişler.”

Eğer bilselerdi...

Bu rivayet açıkça gösteriyor ki, cinlerin bütün marifeti, göğün bazı yerlerine gizlenerek meleklerin konuşmalarına kulak hırsızlığı yapmaktan ibaretti. Ancak Efendimiz s.a.v.’in peygamber olarak gönderilmesinden sonra bu kapı da onlara kapatılmıştır.

Dolayısıyla cinlerin gaybı bilen varlıklar olduğunu, kendilerinin de cinlerle irtibat kurarak gelecekten haber verdiklerini söyleyen kimseleri tasdik etmenin İslamî bir temeli, dayanağı yoktur.

Kur’an’da Hz. Süleyman a.s.’dan bahseden ayetlerde şöyle buyurulur:

“Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman, ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı (kurt) fark ettirdi. (Süleyman) yere düşünce ortaya çıktı ki, eğer onlar gaybı bilselerdi, alçaltıcı azap içinde kalmazlardı.” (Sebe’, 14)

Tefsir kaynaklarında bu ayetin tefsiri sadedinde çeşitli şeyler nakledilmiştir. Özeti şudur: Hz. Süleyman a.s. eceli gelip de vefat ettikten sonra aradan uzun bir süre geçmişti. Emrinde çalıştırdığı cinler ve insanlar, onun asasını yiyen bir kurt sayesinde vefat ettiğini anladılar. Dayandığı asayı kurdun kemirmesi üzerine desteksiz kalan cansız bedeni yere düştü. Bunun üzerine onun uzun bir süre önce vefat ettiği anlaşıldı.” (Bkz. İbn Kesîr, 3/529 vd.)

Kehaneti Tasdik Etmek

Falcıların her sözünün yalan/yanlış olmadığı, söyledikleri sözlerin ve verdikleri haberlerin bir kısmının gerçek çıktığı tecrübe ile sabit iken, acaba dinimizin bizi onların söylediklerini tasdik etmekten men etmesinin hikmeti ne olabilir?

Hz. Aişe r.anha validemiz şöyle diyor:

“Bazı kimseler Rasulullah s.a.v. Efendimiz’e gelerek kâhinler hakkında soru sordular. Rasulullah s.a.v.:

- Onlar hiçbir şey değildir, buyurdu.

Soruyu soranlar:

- Ey Allah’ın Rasulü! Onlar bazen bize bir şey söylüyor ve söyledikleri doğru çıkıyor, deyince şöyle buyurdu:

- O söz (kâhinin) cinden (öğrendiklerinden)dir. Cin onu (gökten) kapar da, tavuğun gıdaklaması gibi dostunun (kâhinin) kulağına gıdaklar. Bu suretle ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırırlar.” (Müslim)

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Yukarıda, Efendimiz s.a.v.’in bi’setiyle birlikte cinlerin gök kapılarından dinledikleri haberleri yeryüzündeki dostlarına (kâhinlere) aktarma imkanından mahrum kılındıkları belirtilmişti. Oysa bu rivayette kâhinlerin bazı şeyleri gerçek olarak söyleyebilecekleri zikredilmektedir. Burada bir çelişki yok mudur?

Biraz şeytan işi, biraz maharet

Bu sorunun cevabını ulema çeşitli şekillerde vermiştir ki, bunları üç madde halinde toparlayabiliriz:

1. Efendimiz s.a.v.’in bi’setinden sonra gök kapılarını dinlemek cinler için eskisi kadar kolay olmadığından, cinlerden birisi ender de olsa orada konuşulanlardan kırık-dökük bazı şeyler kapabilir. Ancak hemen kendisini izleyen alev huzmesi sebebiyle, zaten tamamını dinleyemediği sözü, bir diğer cine, bir o kadar daha eksik aktarır. Allah bilir, kâhinin kulağına –Efendimiz s.a.v.’in tabiriyle– “tavuk gıdaklaması” gibi aktarılan şey işte bu bölük-pörçük sözdür. Ki, aşağıdaki maddelerde zikredeceğimiz hususlar da işin içine katılınca, kâhinin söylediği bazen gerçeğe isabet edebilir.

2. Cinin kâhine haber verdiği husus, insanların genellikle bilgi sahibi olamadığı veya hadisenin yakınında olanlar bilebilirken, uzağındakilere gizli kalan hususlardan olabilir. Çalıntı bir eşyanın yerinin söylenmesi bu türdendir.

3. Hüner sahibi kâhinler genellikle keskin zekâlı, bilgi ve tecrübe sahibi kimseler olduklarından, bazen kendilerine getirilen problemler konusunda zan, tahmin veya akıl yürütme yoluyla da doğruya isabet edebilirler. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 10/217)

Sağlam imanı bozmamak için...

Geniş halk kesimleri genellikle bu inceliklerin farkında olamayacağı için, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz falcıya ve kâhine itibar ederek giden ve onların söylediklerini tasdik eden kimselerin kırk gün namazlarının kabul edilmeyeceğini, bunların Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e indirileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş sayılacaklarını ve cennete giremeyeceklerini haber vermiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mace)

Bu sebeple Ehl-i Sünnet’in itikat kitaplarında, kâhinlerin ve falcıların söylediklerinin tasdik edilmemesi bir itikat ilkesi olarak zikredilmiştir. (Mesela bkz. el-Akîdetu’t-Tahâviyye, Abdülganî el-Meydânî şerhi, s. 141)

Uğur ve Uğursuzluk Var mı?

Arapça’da “tefe’ül” veya “fe’lul-hasen” tabiri, dilimizdeki “hayra yorma” tabirinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bunun karşıtı ise “tıyere” veya “teşe’üm” tabirleridir ki, “uğursuz sayma” anlamındadır.

Bir cahiliye adeti

Gerek tefe’ül gerekse teşe’üm, bir olayın veya gelişmenin, ileride ortaya çıkacak bazı durumlar hakkında işaretler taşıdığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Cahiliye döneminde kuşların adları, sesleri ve uçuşlarından uğursuz anlamlar çıkarmanın da, çakıl taşı, nohut, bakla gibi nesnelerli uğurlu saymanın da Efendimiz s.a.v. tarafından yasaklandığını görüyoruz. (Ebu Davud)

Yine Efendimiz s.a.v.’in, baykuşta ve yıldız batmasında uğursuzluk bulunmadığını, esasen “uğursuzluk” diye bir şeyin olmadığını vurguladığını ilgili rivayetlerden öğreniyoruz. (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî)

Halk arasında arabanın önünden tavşan geçmesi, evin bacasına baykuş konması, haftanın belli günlerinde yolculuğa çıkmak, merdiven altından geçmek, göz seğirmesi… gibi şeylerin uğursuzluk alameti sayılması ya da kapının üstüne at nalı çakmak, tavşan tırnağı taşımak gibi şeylerin uğur getireceğine inanılması bâtıl inanç ve hurafe olup, yukarıdaki rivayette örnek olarak zikredilen hususlar çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Bununla birlikte Efendimiz s.a.v.’in, bazı gelişmeleri hayra yorduğu, bazı durumlardan hayırlı neticeler çıkmasını umduğunu da yine sahih rivayetler kanalıyla biliyoruz.

Söz gelimi bir keresinde bir devenin sütünün sağılması gerekiyordu. Efendimiz s.a.v., bu işi kimin yapmak istediğini sordu. Orada bulunanlardan birisi ayağa kalktı; Efendimiz s.a.v. ona adını sordu. Adam “Mürre” dedi. Efendimiz s.a.v. ona yerine oturmasını söyledi ve sorusunu tekrarladı. Bir başkası kalktı. Efendimiz s.a.v. ona da ismini sordu, o da “Harb” diye cevap verince ona da oturmasını buyurdu. Üçüncüde isminin “Ya’îş” olduğunu söyleyen birisi kalkınca Efendimiz s.a.v. deveyi onun sağmasını istedi. (Muvatta)

Burada dikkat çeken husus, deveyi sağmak için ilk önce ayağa kalkan kişinin adının “acı” kelimesinden türemiş olması, ikincisinin adının ise “savaş” olmasıdır. Deveyi sağmasına müsaade edilen sahabînin adı ise “yaşamak” kelimesinden türemiştir. Efendimiz s.a.v. bir keresinde tefe’ülü sevdiğini ifade buyurunca, yanında bulunanlar “tefe’ül”ün ne olduğunu sordular; “Güzel kelimedir.” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel vd.)

 Burada Efendimiz s.a.v., ilk iki sahabînin adında uğursuzluk bulunduğuna inandığı için değil, fakat üçüncü sahabînin adında bir güzellik bulduğu (tefe’ül) için böyle davranmıştır.

Gerçekten de Efendimiz s.a.v., güzel isimleri sever ve bunların hayra vesile olacağını söylerdi. Bu sebeple şöyle buyurmuştur:

“İsimlerin en hayırlısı Abdullah, Abdurrahman, Hâris ve Hemmâm’dır. (İlk ikisi bellidir) Hâris dünyası (evi, evlad-u ıyali) için çalışır, kazanır. Hemmâm ise hayır düşünür, hayır umar. İsimlerin şerlileri ise Harb ve Mürre’dir.” (et-Temhîd, 24/72)

Efendimiz s.a.v. herhangi bir şeyde uğursuzluk bulunduğunu düşünmezdi. Bir kimseye adını sorup da, karşılığında güzel bir anlam ifade eden bir isim söylendiğinde mübarek yüzü aydınlanırdı. Olumsuz bir anlam ifade eden bir kelime söylendiğinde ise, bundan hoşlanmadığı belli olurdu. Aynı şey, yer, mevki isimleri konusunda da vaki idi.

Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Uğur veya uğursuzluk diye bir şey yoktur. Dolayısıyla bazı eşyaların, zaman dilimlerinin, sayıların vs. uğur veya uğursuzluk getirdiğine inanmak doğru değildir.

Buna mukabil, bir şeyi hayra yormak, güzel bir söz, isim vb. duyduğunda bunun hayra vesile olacağını düşünmek meşrudur, güzeldir. Efendimiz s.a.v.’in, bazı ipucu ve işaretlere dayanarak gelecek hakkında iyimser tahmin ve yorumlarda bulunması bunu açıkça göstermektedir.

Nevevî ve İbn Hacer’in de isabetle belirttiği gibi, tefe’ülün şartı, hayra vesile olacağı umulan şeyin maksatlı olarak ve bir anlamda zorla yapılması değil, tevafuk eseri vuku bulmasıdır. (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 5/229, 231)

Uğurlu gün, uğurlu sayı hurafesi

Bunun bir şeyi “uğurlu veya uğursuz saymak” ile bir ilgisi yoktur. Zira mesela halk arasında dolaşan “Benim uğurlu sayım 3’tür, 11’dir…” veya “Benim uğurlu günüm Çarşamba, uğurlu rengim mordur.” gibi inanç ve kanaatler yanlıştır, çünkü uğurlu olduğu söylenen bu sayı, gün veya renklerde herhangi bir özellik bulunmaz. “Neden bunlar uğurludur?” diye bir soru sorsak, karşılığında hiçbir makul cevap alamayacağımız açıktır.

Buna mukabil Efendimiz s.a.v.’in tefe’ülünün, güzel, hayırlı anlamları olan kelimeler üzerine bina edildiğini yukarıda görmüştük. Nitekim “Tıyere’nin (uğursuzluk) aslı yoktur. Onun en iyisi faldır.” buyurmuş, “Fal nedir?” sorusuna da “Sizden birinin işittiği güzel sözdür.” (Buharî) buyurmuştur ki, bu durum, yukarıdan beri yaptığımız açıklamayı son derece veciz bir şekilde özetlemektedir.

Sahabe’den Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (Allah ikisinden de razı olsun) onar oğlu vardı. Hz. Talha r.a. oğullarının her birine bir peygamberin, Hz. Zübeyr r.a. ise kendi oğullarının her birine bir şehidin ismini koymuştu. Hz. Talha r.a., peygamberlerin şehitlerden üstün olduğu gerekçesiyle Hz. Zübeyr r.a.’e takıldı. Hz. Zübeyr r.a. ona şöyle karşılık verdi: “Ben çocuklarımın her birinin şehit olmasını umabilirim; ama sen çocuklarından hiçbirisinin peygamber olmasını umamazsın!” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/246)

Astroloji ve Burçlar

Yıldızların konum ve hareketlerinin belli bir işaret sistemi oluşturduğuna ve bu sistem sayesinde gelecek, şimdiki durum ve geçmişe dair bilgi elde etmenin mümkün olduğuna inananların iştigal sahası olarak Astroloji, Arapça’da “İlm-i Ahkâm-ı Nücum” veya “Tencim” olarak adlandırılır.

Gökten gelecek tahmini

İlm-i Ahkâm-ı Nücum’u, “Tabii Astroloji” ve “Ahkâm Astrolojisi” olmak üzere iki ana disipline ayırmak mümkündür. Tabii Astroloji, feleklerin (gök küre) atmosfer ve yeryüzündeki dört unsura dayalı fizikî nesne ve olaylar üzerine yaptığı tesirleri inceler. Bunlardan hareketle geleceğe dair tahmin ve kehanetlerde bulunur.

Ahkâm astrolojisi ise, gök cisimlerinin insan kaderi üzerinde etkili olduğu inancıyla gelecek hakkında kehanetlerde bulunur.

Günümüzde astroloji dendiğinde halk arasında genellikle Ahkâm Astrolojisi anlaşılır. Bir insanın doğumu sırasında veya bir olay meydana geldiğinde astrolog/müneccim yıldızların konumuna bakar, bunu bir şema üzerinde belirler; sabit ve hareketli yıldızların yerleri arasındaki ilişkileri tesbit ederek gelecek hakkında tahminlerde bulunur.


Burç

Burçların insan üzerinde etkisi bulunduğuna inanmak, burç ve yıldız gibi gök cisimlerine müstakil bir kudret nisbet edilmesine ve giderek onlara tapmaya kadar varan inanışlara götürdüğü için, Tevhid akidesiyle bağdaşmayan son derece tehlikeli hususlardır.

Bu inanışların geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanları yaygın bir şekilde etkisi altına aldığı görülmektedir. Bu sebeple tarih boyunca ulema bu konuda oldukça hassas davranmış ve konunun imanla irtibatlı tehlikeli boyutlarına dikkat çekerek halkı uyarmıştır.

Yağmurlu bir gecenin ardından Efendimiz s.a.v. sabah namazını kıldırdıktan sonra, “Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Sahabe, Allah ve Rasulü bilir.” dediler. Şöyle buyurdu:

“Allah buyurdu ki: Kullarımdan bazısı mümin, bazısı da kâfir olarak sabahladı. Kim, ‘Allah’ın fazl u rahmetiyle yağmura kavuştuk.’ dediyse işte o bana iman etmiş, yıldızı reddetmiştir. Kim de ‘Filan ve falan yıldızın nev’i sebebiyle yağmura kavuştuk.’ dedi ise, o da beni reddetmiş, yıldıza iman etmiştir.” (Buharî, Müslim)

Burada geçen “yıldızın nev’i” ifadesi, eski kavimlerden beri bilinen astronomik olaylarla meteorolojik olaylar arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Arapça’da “nev” kelimesi, ayın yörüngesinde deveran ederken uğradığı menzillerde kalış süresini ifade etmektedir. Bu sürelerin başlangıç ve bitimi, birtakım tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin meydana geliş zamanı olarak tecrübe ile tesbit edilmiştir. (İbn Âsım, Kitabu’l-Envâ’, s. 32 vd.)

Tabiat olayları-gök cisimleri ilişkisi

Yıldızların ve gezegenlerin hareketleriyle ilgili olarak kadim zamanlardan beri bilinen bu hususlar, zaman içinde bazı kavimlerde, tabiat olaylarını gök cisimlerinin hareketlerine bağlama inancını doğurmuştur. Efendimiz s.a.v.’in dikkat çektiği nokta da burasıdır.

Gök cisimleri, kendilerine hakim kılınan kozmik yasaya uygun şekilde hareket eden varlıklardır. Tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin bunlarla bağlantısı da yine ilahî kozmik yasanın bir gereğidir. Hal böyleyken yağmuru veya başka herhangi bir tabiat olayını gezegenlerin hareketlerine bağlamak, “Müsebbibu’l-Esbab: Sebeplerin Yaratıcısı” olan Cenab-ı Hakk’ı görmemek olduğundan elbette küfür olacaktır.

Bazı zamanların ve mekânların etkisi

Gök cisimlerinin olduğu gibi, bazı zamanların ve coğrafî mekânların insanların huyu, tabiatı, ahlakı, kabiliyeti, gidişatı… üzerinde tesirli olduğu inancı da doğru değildir. Cahiliye döneminde Araplar bu türlü inançlara sahip olduğu için, Efendimiz s.a.v. “Üç şey cahiliye adetlerindendir.” buyurmuş, bunların soy-sopa kötü konuşmak ve ölü için saçını başını yolarak ağlamak, bir de nev’lerden yağmur ummak olduğunu beyan etmiştir. (Buharî, Müslim)

Eğer bu tür olayların insanlar üzerinde, onların kişiliklerini dahi belirleyecek etkisi olsaydı, bütün insanların aynı emir ve nehiylere muhatap olmasının ve aynı hükümlere uymakla sorumlu kılınmasının bir anlamı olmazdı. (el-Merzûkî, Kitâbu’l-Ezmine ve’l-Emkine, s. 70)

Cahiliye Araplarının, insanın kaderiyle ilgili olan bütün bu hadiseleri gök cisimlerinin hareketlerine, gezegenlerin menzillere uğrayış ve buralarda kalış sürelerine bağlamasını anlamaz isek, Kur’an’da ve hadislerde “dehr” kavramı üzerinde hassasiyetle durulmuş olmasına bir anlam vermemiz zorlaşır.

Bilindiği gibi “dehr” zaman demektir ve Cahiliye döneminde insanların bütün kaderinin, yukarıda belirttiğimiz tarzda gök cisimleri ile kopmaz bir ilişki içinde olduğuna inanılırdı. (Zamanın, Eski Yunan’dan bu yana felekler ve “gök” dediğimiz kozmik sistem ile irtibatlı olarak izah edildiği bilinmektedir. Bkz. Merzûkî, a.g.e., 103)

Cahiliye Araplarının ağzından hikâye edilen “Bizi ancak dehr helâk ediyor.” (Câsiye Suresi, 24) sözü ve Efendimiz s.a.v.’in “Dehr’e sövmeyin. Zira dehr Allah’tır.” (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisi bu noktaya dikkatimizi çekmektedir.

Zikrettiğimiz hadiste geçen “Dehr Allah’tır.” sözünün anlamı şudur: “Bazı kimseler olayları dehre (zamana) bağlıyor; hoşlarına gitmeyen bir şey olduğunda, sebep olarak gördükleri dehr hakkında kötü laf ediyor. Oysa yaşadığınız her şey Allah’tandır. Siz sebep hakkında kötü söz söylediğinizde, Allah Tealâ hakkında konuşmuş olursunuz.”

Dolayısıyla, gezegenlerin uğradığı mutat durak yerleri olarak itibar edilen burçlar da dahil olmak üzere, hiçbir gök hareketinin ve cisminin insan tabiatı, kaderi, özellikleri ve kabiliyeti üzerinde etkisi yoktur. Bazı kitaplarda bu konuda nakledilen bilgiler, farklı kültürlerden harmanlanarak gelen ve dinimiz tarafından tasdik edilmemiş olan hususlardır.

Sonuç olarak 
Kur’an ve Sünnet’in onaylamadığı şekilde gaybdan haber alma çabası içine girmek, insanı asıl gayesinden alıkoyan ve giderek yaratılış maksadından uzak vadilere sürükleyen tehlikeli bir meşgaledir.

Bizim için gerekli ve lüzumlu olan gaybî bilgiler zaten Kur’an ve Sünnet tarafından verilmiştir. Bunun ötesine uzanarak haddimizi ve yetkimizi aşmak, kulluk bilincimize bir katkı sağlamayacağı gibi, tam tersine şeytanî vesveselerin esiri olarak kendimizde birtakım istidatlar, kuvvetler ve yetenekler vehmetmemize yol açar. Bunun sağlayacağı paye ise -Allah’a sığınırız- şeytanın avaneliğinden başka bir şey değildir.

Ne Sahabe ne de Selef uleması böyle şeylerle meşgul olmuştur. O kutlu nesillerin örnekliği ise, eğer yeterince örnek alabilirsek, bizim için her türlü tehlikeden emin olmanın, her türlü payenin ötesinde “kulluk” makamına erişebilmenin biricik adresidir.


Sorularla İslamiyet

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

130.SİHİR,BÜYÜ,TILSIM,NAZAR


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

İnsan kendisine bahşedilen irade ve imkanları hangi yönde kullandığına bağlı olarak; yaratılmışların zirve noktasına çıkabilir, “eşref-i mahlukât” sıfatını kazanır.

Ya da alçaldıkça alçalabilir, “esfel-i sâfilîn” aşağıların aşağısı olur.

İnsan rahmanî kudrete de, şeytanî vesveseye de açıktır. Bu güçlerden hangisine meylederse, kişiliği ve eylemleri o doğrultuda şekillenir, çevresine de yine o doğrultuda tesir eder.

Terbiye ve tezkiye edilmemiş nefsin toplumu etkileme, nüfuz ve şöhret elde etme, insanları kontrol altında tutma ve yönlendirme gibi eğilimleri vardır. Pek çok kişide tutkuya dönüşmüş bir eğilimdir bu.

Böyle kişiler bu amaçlara ulaşmak için yerine göre kaba kuvvete ve her türlü hile ve yalana başvurmaktan çekinmezler.

Bazen bununla da kalmazlar, “tabiat üstü güçler”den yardım alma veya alıyormuşcasına göz boyama yöntemlerini de kullanırlar.

Yani büyüye, sihre başvururlar.

Tarihin çok eski zamanlarından bu yana hep var olan, bilim ve teknolojinin kutsandığı çağımızda ise terk edilmek şöyle dursun, yeni görünümlerle yoğunlaşıp yaygınlaşan sihir ve büyü gerçekte var mıdır, etkisi nedir, nasıl korunulur?

Tarihin kötü alışkanlığı

İnsanın mahiyetini bilmediği şeylere belli bir kuşku ve tereddüt ile yaklaşması son derece tabiîdir. Güç yetiremediğimiz kişilerin tasallutuna maruz kalmak elbette kolay kabullenilecek bir durum değildir. Bir de tabiat üstü varlıklarla ilişkili olduğu söylenen, dolayısıyla baş edilmesi çok daha zor olan güçler söz konusu olursa, iş daha da endişe verici boyutlara tırmanmakta, zayıf tabiatlı insanlar böyle durumlarda kolaylıkla teslim alınabilmektedir.

Yahudilik, Hıristiyanlık gibi semavî kökenli olduğu halde sonradan dejenere edilmiş dinlerde de, Hinduizm, Budizm, Şintoizm… gibi beşer mahsulü inanç sistemlerinde de, nihayet biricik Hak Din olan İslâm’da da büyü, sihir, tılsım gibi kavramlar önemli bir yer tutmuştur.

Bilindiği gibi, Efendimiz s.a.v. Tevhid’i tebliğ etmeye başladığı zamanlarda putperest Mekke toplumunun ileri gelenleri tarafından “büyü/sihir yapmak”la itham edilmişti (Bkz. Sâd Suresi, 4; Zâriyât Suresi, 52). Bu durum, İslâm’dan önceki Arap toplumunda da büyünün/sihrin bilindiğini ve ona inanıldığını göstermektedir.

Hatta Felak Suresi’nde Efendimiz s.a.v.’e hitaben, “düğümlere üfleyenlerin şerrinden” Allah’a sığınılmasının emir ve tavsiye buyurulması, o dönemde, iplere düğüm atarken birtakım şeyler söyleyerek düğümlere üflemek suretiyle sihir/büyü yapıldığını açık bir şekilde göstermektedir.

Bunlar ve çağrışım alanlarında bulunan diğer kavramlar, toplumumuzda genellikle söylentiden ileri geçmeyen şeylere dayanıldığı ve haklarında sahih bilgi edinilemediği için halk tarafından çoğu zaman birbirinden ayırt edilememekte, hakikatine inanılması gerekenlerle, hiçbir hakikati olmayanlar birbirine karıştırılabilmektedir. Oysa bu konu, itikadî sahaya girdiği için son derece önemlidir ve itikadî sahanın hassasiyetinin farkında olan her mümin bu meseleler hakkında doğru bilgi edinmek durumundadır. Dolayısıyla bizim toplumumuzda da diğer toplumlarda da güncelliğini hiçbir zaman kaybetmeyen bu kavramların tarifi ve hakikati doğru bir şekilde öğrenilmelidir.

Büyü ve büyücülük

Büyü, tabiat üstü gizli güçlerle ilişki kurularak yahut kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı nesneler kullanılarak fayda veya zarar vermek yahut korunmak maksadıyla yapılan işler diye tarif edilir (TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/501). “Sebebi gizli olan, hakikatinin aksine tahayyül edilen, göz boyama ve aldatma tarzında yapılan şeyler” (Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, 3/205) diye tarif edilen “sihir” ile aynı anlamda kullanılsa da, büyü ve sihir kelimeleri, dilimizde farklı anlam sahalarına sahiptir.

Mesela “büyücü” kelimesi, yukarıdaki tarife giren işlerle, tabiat ötesi güçlerle ilişki kurarak, yani büyü yaparak iştigal ettiğine inanılan kimseler hakkında kullanılırken, “sihirbaz” kelimesi daha ziyade el çabukluğu ile gözbağcılık yapan kimseler hakkında kullanılır. Büyücü, kullandığı materyaller üzerine birtakım şeyler yazmak, okumak ve onları belli tarzlarda kullanmak suretiyle diğer insanlara fayda veya zarar verirken, sihirbaz daha ziyade eğlence maksatlı olmak üzere şaşırtıcı gösteriler yapar.

İslâm alimleri büyünün/sihrin birçok çeşidini zikretmiş, Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr’inde bunları 8 grupta toplamıştır (3/206 vd.). Bunları iki başlıkta toplayan Elmalılı şöyle der: “Bütün bu kısımlar, esaslı iki kısma raci olur. Birisi sırf yalan, uydurma ve kandırmadan ibaret olan söz veya fiil ile tesir icra eden sihir, diğeri az çok bir hakikati suiistimal ederek ortaya konan sihirdir. Sihrin bütün mahiyeti, hayali hakikat zannettirecek şekilde insan ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir bırakmaktan ibaret olduğu halde, bunun bir kısmı sırf hayal ve vehmettirmek, diğer bir kısmı da bazı hakikat ile karışıktır. Binaenaleyh her sihrin tesirden büsbütün uzak olduğunu iddia etmemelidir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1/445)

Büyü ve sihrin gerçekliği ve hükmü

Kur’an ve Sünnet’e baktığımızda, büyünün/sihrin gerçek olduğunu görüyoruz. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Oysa Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, fakat o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil’de Harut ve Marut’a, bu iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi; “Biz ancak ve ancak imtihan için gönderildik; sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!” demeden kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkıyla bilselerdi, uğruna kendilerini sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.” (Bakara, 102)

Bu ayet üzerinde geniş bir şekilde duran müfessirlerin söyledikleri kısaca şudur:

Ehl-i Kitap’tan bir taife (Yahudiler), Tevrat’ı bir kenara bırakarak Hz. Süleyman a.s.’ın hükümranlığı ve devleti aleyhine insan ve cin şeytanlarının yaptığı işlere ve okuduğu efsun ve efsane kitaplarına uydular. Bunlar, meydana gelmiş ve gelecek olaylar hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım malumatlar edinip, bire yüz yalan katarak kâhinler vasıtasıyla gizlice yayarlardı.

Zaman içinde kâhinler, kendilerine haber verilen şeyleri tedvin edip kitap haline getirdiler. Etrafa yaydıkları azı gerçek çoğu yalan efsaneler ve uydurdukları tezvirat zaman içinde türlü siyasî ve sosyal entrikalara yol açmış, Hz. Süleyman a.s.’ın hükümranlığı geçici bir süre sarsıntıya uğramıştı.

Ancak Hz. Süleyman a.s., Allah Tealâ’nın yardım ve lütfuyla bu insan ve cin şeytanlarına galip geldi ve onları buyruğu altına alarak çeşitli işlerde istihdam etti. Nihayet eceli gelip vefat edince sihir/büyü kitapları tekrar tedavüle kondu ve hatta Hz. Süleyman a.s.’ın da devleti sihir/büyü ile idare ettiği yalanını yaydılar.

İşte bu insan ve cin şeytanları bir taraftan kendi elleriyle yazıp tedvin ettikleri sihirleri, diğer taraftan da (muhtemelen I. Sürgün döneminde, milattan önce 721 ve 586 yıllarında iki grup olarak sürgün edildikleri) Babil’de Harut ve Marut isimli iki meleğe indirilen şeyleri de öğrenerek halka aktarıyor, böylece küfür işliyorlardı.

Büyüyü melekler mi öğretti?

Yukarıda mealini verdiğimiz ayete sathî bir nazarla bakanlar, sanki Harut ve Marut isimli meleklerin insanlara sihir/büyü öğrettikleri ve insanların da onlardan öğrendikleri büyüyle koca ile karısının arasını ayırdığını söylemişlerdir.

Kur’an’ın ifadesinden anlaşılan odur ki, adı geçen iki meleğe indirilen şey bizzat sihir/büyü değildi. Söz konusu şeytanlar, o iki meleğe indirilen hakikatleri, küfür vesilesi olan sihir için öğrenmiş ve o yolda kullanmışlardır.

Bir diğer ifadeyle, o iki melek insanlara bizzat sihir/büyü öğretmiş değildir. Onların yaptığı, sihir/büyü amacıyla kullanılmaya müsait bir ilmi öğretmek ve bunu yaparken de şu uyarıda bulunmaktır: “Bizim öğrettiğimiz bu bilgiler, hayır yolunda da şer yolunda da kullanılmaya elverişlidir. Sakın bu ilimleri suistimal ederek büyü/sihir yapıp da kâfir olmayın.”

Hz. Musa a.s.’ın, asasını emr-i ilahî ile yere atmak suretiyle Firavun’un büyücülerinin büyü ile yılana dönüşen değnek ve iplerini birer birer yutması (A’raf, 115-117; Tâhâ, 66-70) da Firavun zamanında Mısır’da büyü yapıldığını göstermektedir.

Hadis-i şeriflerde büyü

Sünnet’te de büyü/sihir çokça zikredilmiştir. En önemlisi de, bizzat Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e bir Yahudi tarafından büyü/sihir yapılmış olmasıdır. (Buharî) Hicretin 7. senesinde Efendimiz s.a.v. Hudeybiye’den döndükten sonra Lebîd b. A’sem isimli bir yahudi tarafından kendisine büyü yapılmış, büyünün etkisiyle Efendimiz s.a.v., yapmadığı bazı şeyleri yaptığını zannetmiştir. Rivayetlere göre 6 ay sürdüğü anlaşılan büyünün etkisinden Allah’ın izniyle kurtulmuş, iki meleğin (bir rivayete göre Cebrail ve Mikâil a.s.’ın) bildirmesiyle büyüde kullanılan tarak ve saç telinin atıldığı kuyuyu bularak kapattırmıştır.

Bu vesileyle belirtelim ki, bu büyü, vahyin tebliği ve dinî işlerin tedviri konusunda değil, tamamen dünyevî işlerde Efendimiz s.a.v.’i kısmen etkilemiştir. O’nun, bu büyünün tesiriyle peygamberlik görevine halel getirecek en küçük bir değişiklik yaşadığına dair hiçbir işaret yoktur. Kaldı ki Kur’an, O’nun peygamberlik görevini yerine getirirken devamlı surette koruma altında olduğunu bildirmiştir. (Maide, 67)

Keza Efendimiz s.a.v’in pak eşlerinden Hz. Hafsa r.anha’ya bir cariyesi tarafından büyü yapıldığı, bu sebeple cariyenin ölüm cezasına çarptırıldığı rivayet edimiştir. (Muvatta)

Sihir/büyünün hakikati sebebiyle Efendimiz s.a.v., “helâk edici” olarak nitelendirdiği 7 şeyden bizleri sakındırırken, bunlar arasında büyü/sihir yapmayı ve yaptırmayı da zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Helak edici yedi şeyden sakının.” Sahabe bu 7 şeyin neler olduğunu sorunca şöyle buyurmuştur: “Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum esnasında savaştan kaçmak ve hiçbir şeyden haberi olmayan namuslu kadınlara zina iftirası atmak...” (Buharî, Müslim, Ebu Davud)

Tılsım nedir?

Tılsım: Semavî birtakım güçlerin, arzî güçlerle birleşerek garip, olağandışı işler yapması şeklinde tarif edilir (et-Tânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, 2/927). Elmalılı Hamdi Yazır, tılsımın, Hz. İbrahim a.s’ın kavmi olan Keldanîler’in yaptığı sihir türü olduğunu söyler ve şöyle der: “Fikrimizce bu sihirde, tabiiyat ile ruhiyatın eski zamanlarda keşfedilmiş, birbiriyle ilişkili bazı garip özellikleri birleştirilerek uygulandığı anlaşılmaktadır.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1/443)

Ayın akrep burcunda bulunduğu sırada mühre kazıtılan akrep figürünün, kişiyi akrep ısırmalarına karşı koruyacağı, arkasını üstü açık olduğu halde aya doğru dönen hayvanların, ay ışığının arkalarına vurması sebebiyle öleceği… gibi hususlar semavî kuvvetlerle arzî kuvvetlerin belli bir tarzda bir araya gelmesi sonucunda oluşan tılsımlara örnek olarak zikredilmiştir. (İbn Hazm, el-Fısal, 5/101-102; Âlûsî, Rûhu’l-Ma’ânî, 20/120)

İbn Hazm tılsım hakkında müşahedeye dayalı enteresan bilgiler verir ve şunları söyler: “Tılsım, eşyanın tabiatını değiştirme ve gözbağcılık değildir. Tılsımlar, Allah Tealâ’nın terkib ettiği birtakım güçlerdir ki, soğuğun sıcak ile ve sıcağın soğuk ile giderilmesi gibi, Allah Tealâ bu tılsımlar vasıtasıyla başka bazı güçleri ortadan kaldırır. (…) Tılsımların def’i mümkün değildir.”

Semavî güçlerle arzî güçler arasındaki denge ve ilişki doğru biçimde kurulduğu zaman, tılsım garip hadiselerin oluşmasına yol açabilir. “Mıknatısın demiri, kehribarın saman çöpünü çekmesi ve sirkenin ittiği taş böyledir. Bu taş, içinde sirke bulunan kaba sarkıtıldığı zaman kaba girmez, dışına kaçar. Keza yağmur çeken taş da buna örnektir ki, bu taş Türkler arasında iyi bilinir.” (el-Îcî, el-Mevâkıf, 3/368)

Tılsımın gerçekliği

Tılsımın varlıklar üzerinde gerçek bir etkisi olabileceği, ulemanın bu konudaki beyanlarının ortaya koyduğu bir sonuçtur.

Bağdat’a giriş kapılarından “Tılsım Kapısı” üzerindeki yılan figürü sebebiyle Bağdat’ta hiç kimsenin yılan sokması sebebiyle ölmediği, yılanın soktuğu kimselerin hiç acı hissetmediği veya çok az hissettiği, buna mukabil Bağdat dışında yılan sokması sebebiyle ölümlerin meydana gelmesi, Âlûsî’nin bizzat müşahede ettiği bir hadise olarak yukarıda adı geçen tefsirinde zikredilmektedir.

Keza İbn Hazm de -yine yukarıda mezkûr eserinde- tılsımın hakikati hakkında şunları söylemektedir: “Biz tılsımların etkilerini açık olarak bugüne kadar görüyoruz. Çekirgenin girmediği ve havanın hiç soğumadığı köylerin mevcudiyeti, Sarakosta (Saragossa)’ya zorla sokulmadıkça yılan girmemesi ve daha birçok olay buna örnektir ki, bunu sadece inatçı kimseler inkâr eder. Tılsım konusunu iyi bilenlerden artık kimse kalmamıştır; geride kalan ise onların yaptıklarının eser ve izlerinden ibarettir…” (el-Fısal, 5/101-102)

Tılsımla gerçek anlamda ilgilenenlerin söylediklerine tefsirinin pek çok yerinde değinen Allame Âlûsî de şöyle der: “Tılsım ilmiyle uğraşanların söylediklerinin doğru olması mümkündür. İşin gerçek durumunu ise Allah Tealâ bilir.” (Âlûsî, a.g.e., aynı yer.)

Şu halde tılsımın bir hakikati olduğunu, ancak günümüzde bu konuyu gerçek mahiyetiyle bilen ve uygulayan kimse bulunmadığını söylemek mümkündür. Bu itibarla birtakım eşyaların insanlara uğurlu geldiği, kötülük ve zararları def ettiği şeklinde halk arasında dolaşan inanç ve söylentilere itibar etmemek gerekir.

Nazar değmesi nedir?

Nazar, bir kimsenin, başka birisine, onun bir eşyasına, hayvanına, malına… hasetle karışık beğenerek bakmasıdır (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 10/200). Bu bakışın etkisi ile o kimsenin şahsına, malına veya eşyasına büyük zarar gelebilir.

Kur’an’da şöyle buyurulur: “İnkâr edenler Zikr’i (Kur’an’ı) işittikleri zaman neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi. ‘O mutlaka delidir’ diyorlardı. Oysa Kur’an, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.” (Kalem, 51-52)

İbn Abbas r.a, Mücahid ve daha başkaları bu ayetin, nazarın mevcudiyetine ve Allah Tealâ’nın dilemesiyle tesirinin gerçek olduğuna delil teşkil ettiğini söylemişlerdir. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 4/525)

Efendimiz s.a.v.’den de nazarın hak olduğunu ifade eden birçok hadis nakledilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “Nazar haktır. Eğer kaderi geçecek bir şey olsaydı, nazar onu geçerdi.” (Müslim, Tirmizî)

Bir diğer rivayette de şöyle buyurulmuştur: “Nazar, Allah’ın izniyle kişiyi dağa çıkaracak ve oradan indirecek derecede etkiler.” (Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya’lâ)

Sahabe’den Sehl b. Huneyf r.a. yıkanmak için elbisesinin üstünü çıkarmıştı. Âmir b. Rebî’a r.a. da ona bakıyordu. Sehl, cildi güzel, bembeyaz bir kimseydi. Âmir, “Hiç güneş görmeyen ciltler bile bugün gördüğüm gibi değildir.” dedi. Bunun üzerine Sehl hastalandı. Sehl’in rahatsızlandığı Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e haber verildi ve “Sehl başını bile kaldıramıyor.” dendi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v., “Suçladığınız birisi var mı?” diye sordu. Orada bulunanlar, “Âmir b. Rebî’a” diye cevap verdiler. Efendimiz s.a.v. Âmir r.a.’ı çağırıp kendisine kızdı ve şöyle buyurdu: “Sizden biriniz kardeşini neden (nazarla) öldürüyor? Ona ‘mâşallah’ deseydin ya! Haydi şimdi kardeşin için yıkan.” buyurdu. Âmir de yüzünü, ellerini, dirseklerini, dizlerini, ayak topuklarını ve böğürlerini bir kap içinde yıkadı. Sonra bu su Sehl r.a.’ın üzerine döküldü. Sehl r.a. anında iyileşti. (Muvatta)


Mucize ile 
Sihir/Büyü Farkı

1.Mucize Allah Tealâ’nın, peygamber olarak görevlendirdiği insanlar eliyle gerçekleştirdiği olağan üstü olaylara denir; çalışarak, öğrenerek, okuyarak ve pratik yaparak mucize gösterilemez. Sihir/büyü ise bilenlerden öğrenmek ve çalışmak suretiyle herkesin ulaşabileceği bir iştir.

2. Mucize tamamen gerçektir; meydana gelmesinde herhangi bir sahtelik, göz bağcılık veya aldatma yoktur. Doğrudan doğruya peygamber tarafından ve vasıtasız olarak izhar edilir. Sihir/büyü ise genellikle gözbağcılığa ve el çabukluğuna dayanır. Gerçek payı bulunanlarda ise cinlerden ve sair varlıklardan yardım alınır.

3. Sihir/büyü, özel bazı vakitlerde ve özel birtakım eşya kullanılarak yapılır; yani belli şartları vardır. Mucize ise böyle değildir. Allah Tealâ’nın dilediği her zaman peygamberler eliyle izhar olunur.

4. Büyü/sihir yenilenmediği zaman bir süre sonra etkisini kaybeder. Mucize ise, kendisinden beklenen maksadı hasıl ettiği sürece devamlıdır.

5. Mucize, kevnî olaylara bile müdahale edip onları değiştirecek çapta meydana gelebildiği halde (ayın ikiye ayrılması, denizin yarılması… gibi), sihir/büyü, sınırlı bir sahada cüz’î bir etkiye sahiptir.

Sihir, Büyü ve Tılsımın Hükmü

Sihir, büyü, tılsım… gibi işlerle uğraşmak dinimizin kesin olarak yasakladığı, haram kıldığı şeylerdir ve kişiyi küfre kadar götürür.

Bununla birlikte, alimler yapmak için değil, fakat yapılmış olanı bozmak ve şerrinden korunmak için sihir/büyü öğrenmenin haram olmadığına hükmetmiştir. (Elmalılı, a.g.e., 1/447)

NE YAPMALI?

Her ne kadar kendimiz uğraşmasak da -Allah korusun- sihir/büyüye maruz kalabilir veya başkasının nazarının hedefi olabiliriz. Böyle bir durumda yapılması gerekenleri de kısaca özetleyelim:

Sihirden korunmanın yolu

Sihir/büyü, tılsım, nazar vb. şeylere karşı takınılacak tavır, öncelikle her şeyin Allah Tealâ’nın iznine ve dilemesine bağlı olduğunu bilmektir. Dolayısıyla öncelikle Allah Tealâ’ya güçlü bir iman ve teslimiyetle bağlanmak gerekir. “Allah’ın izni olmadıkça onlar (büyücüler) kimseye bir zarar veremezler.” (Bakara, 102) ayeti dikkatimizi bu noktaya çekmektedir.

Efendimiz s.a.v., hayvanının terkisine bindirdiği Abdullah b. Abbâs r.a.’a hitaben, “Ey çocuk! Sana, Allah’ın seni faydalandıracağı kelimeler öğreteyim mi?” demişti. İbn Abbâs r.a., “Evet, ey Allah’ın Resulü..” diye cevap verince şöyle buyurdu:

“Allah’ın emir ve nehiylerini (onlara riayet etmek suretiyle) muhafaza et ki Allah da seni muhafaza etsin. Allah’ın emir ve nehiylerini muhafaza et ki, O’nu(yardımını) her zaman önünde bulasın. Genişlik zamanında O’nu an ki, darlık zamanında da O seni ansın (ve sana yardım etsin). İstediğinde Allah’tan iste; sığındığında Allah’a sığın. Olacak şeyler konusunda kalem kurumuş, hüküm kesinleşmiştir. Şayet mahlukatın tamamı sana bir menfaat sağlamak için bir araya toplansalar ve fakat Allah onu senin hakkında yazmamış ise, onu yapmaya muktedir olamazlar. Ve şayet sana bir zarar vermek için toplansalar, ancak Allah onu senin hakkında takdir etmemişse, onu yapmaya da güç yetiremezler. Bil ki, zorlandığın şeye sabretmende çok hayır vardır. Zafer sabırla, ferahlık da sıkıntıyla birliktedir. Güçlükle beraber kolaylık vardır.” (Ahmed b. Hanbel, 1/307)

Bunun arkasından, dua ve zikri terk etmemek gelir. Efendimiz s.a.v.’den nakledilen uzun bir hadisin bir bölümü şöyledir:

“Sizin yapacağınız şey, Allah’ı zikretmektir. Böyle bir kimse, düşmanın hızla takip ettiği, sonunda muhkem bir kaleye rastlayıp kendisini düşmandan koruduğu kimse gibidir. Kendini şeytandan ancak Allah’ı zikretmek suretiyle koruyan kul da böyledir.” (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî)

Çokça Kur’an okumak, ibadetleri aksatmadan yapmak ve devamlı abdestli bulunmaya özen göstermek de kişiyi sihir/büyü gibi zararlı şeylerin etkisinden koruyan hususlardandır.

Yapıldıktan sonra ise büyü/sihirin etkisini ortadan kaldırmanın en sahih yolu, çokça Kur’an okumak ve Allah Tealâ’yı zikretmektir. Bunun yanında Efendimiz s.a.v.’in öğrettiği dualar vardır ki, onları da ezberleyip okumak son derece faydalıdır.

Nazardan nasıl korunulur?

Nazardan korunmanın ve meydana gelmeden önce nazarı engellemenin yolu, bir kardeşimizde hoşumuza giden bir şey gördüğümüzde “Bârekellâhu fîhi.” (Allah ona bereket versin), “Allâhümme bârik aleyhi.” (Allahım, ona bereket ihsan eyle) veya “Mâşallah.” (Allah’ın dilediği olur) demektir.

Efendimiz s.a.v. buyurmuştur ki: “Sizden biriniz kardeşinde, kendisinde veya malında hoşuna giden bir şey gördüğü zaman ona bereket dileyerek dua etsin. Zira nazar haktır.” (Ahmed b. Hanbel, 3/447)

İbn Hacer şöyle der: “Bir şeyi beğenen kimsenin, hemen beğendiği şey için bereket dilemesi gerekir. Onun böyle yapması bir rukye (dua) olur.” (Fethu’l-Bârî, 10/205) Bereket dilemek, yukarıda geçen ifadelerden birisini söylemek demektir.

Nazar meydana geldikten sonra yapılacak şey ise, yukarıda geçen Sehl r.a. olayında olduğu gibi, nazarı değen kişinin abdest alması ve o suyu, kendisine nazar değen kişinin üzerine dökmesidir. Nitekim Efendimiz s.a.v.’in yukarıdaki uygulamasını teyit eder tarzda Hz. Aişe r.anha validemizin şöyle dediği nakledilmiştir:

“Başkasına nazarı değen kimseye abdest alması emredilir, o da abdest alırdı. Sonra o suyla, kendisine nazar değen kişi yıkanırdı.” (Ebu Davud)

Eğer bir kimseye kimin nazarının değdiği bilinmiyorsa, zikir ve meşru rukyeyle Allah Tealâ’ya sığınmaktan, Kur’an okumaktan ve dua etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bilhassa Fatiha, Felâk, Nas ve İhlâs sureleri ile Ayetelkürsî’yi okumak tavsiye edilmiştir.

Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Rukye ancak nazar ve (yılan, akrep vb.) sokma(sı) sebebiyle yapılır.” (Buharî, Müslim). Burada geçen rukye, Kur’an okumaktan ibarettir.

Halk arasında çocukları nazardan korumak maksadıyla “nazar boncuğu” takmak oldukça yaygın bir adettir. Ne var ki nazar boncuğu göz değmesine bir fayda sağlamadığı gibi, dinimizce de yasaklanmış şeylerdendir.

Aynı şekilde içinde Kur’an ayetlerinden başka bir şey bulunan muskalar takmak da dinimizce hoş karşılanmamış, yasaklanmış uygulamalardandır.

Bununla birlikte okuma yazması olmayan ve ezberinde Kur’an ayetleri bulunmayan kimseler için, üzerinde Kur’an ayetleri ve Efendimiz s.a.v.’den rivayet edilmiş dualar bulunan bir kâğıdı (muska), hürmetine halel getirmemeye dikkat ederek taşımakta da bir sakınca yoktur. Bu da bir anlamda rukye olarak kabul edilebilir.


Sorularla İslamiyet

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

28 Ağustos 2013 Çarşamba

127.RABBİMİZİN cc 7.NASİHATI


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
Ey altın ve gümüşün kulu kölesi olan insan! Ben o ikisini sizin için kendileriyle rızkımı yiyesiniz, yarattığım giysileri giyesiniz, beni teşbih ve takdis edesiniz diye yarattım. Siz ise buna karşılık kitabıma sırtınızı dönüp onunla ameli terkediyor, altın ve gümüşe sarılıp onları baş tacı ediniyorsunuz.
Evlerinizi yükseltiyor ama benim evlerimi (mescidlerimi) alçaltıyorsunuz. Bu halinizle siz ne hayırlı ne de hürsünüz; ancak dünyanın kulu ve kölesisiniz.
Bu durumda haliniz, dışı kireçle sıvanmış kabirlere benzemektedir. Dışı göze hoş gözükür, lâkin içi çirkindir.

Yine sizler, insanlar için halinizi güzelleştiriyor, tatlı sözlerle ve hoşa giden davranışlarınızla onlara sevimli görünmeye çalışıyor, fakat katı kalpleriniz ve çirkin hallerinizle aslında onlardan uzak bulunuyorsunuz.
Ey âdemoğlu! Amelini ihlâslı yap ve benden ne istersen iste! Ben sana istek sahiplerinin istediklerinden daha fazlasını veririm."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

22 Ağustos 2013 Perşembe

İSLAM'IN REİKİ,YOGA VE MEDİTASYONA BAKIŞI


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim

Bismillahirrahmanirrahim

Yoga İslam kültüründe olmayan ve aslı hindistana dayanan bir akımdır. Yoga yapılırken çeşitli düşünceler ve hareketlerle beden ve ruh rahatlatılmaya çalışılır. Eğer bu yapılan hareketler ve söylenen sözler islamiyete ve islami ruha aykırı ise bunu yapmak caiz değildir.

Diğer bir husus ise insanlar bunu bedensel ve ruhsal yönden rahatlamak için yapıyorlarsa, bunun yerine islamiyetin emrettiği ibadetleri yapmak daha iyidir. Çünkü yapılan ibadetler (namaz, oruç vs.) hem insanın ruhunu rahatlatır hem de insanın bedeni yönden sıhhat bulmasını sağlar. Ayrıca bu ibadetleri yapmakla kendi dininin emirlerini yerine getirmenin verdiği bir huzur hali yaşanır. İbadet yerine yapılan sun'i hareketler ibadetin yerini tutamaz. Namaz ve oruç gibi ibadetlerin madden ve manen insana verdiği faydalar ilmen dahi isbat edilmiştir. Yüce rabbimiz Kuran-ı Kerim'de “Kalpler yalnız Allahı zikretmekle mutmain olur.” buyurmuştur.

Bu konuyla ilgili bir araştırma aktarmak istiyorum.

Yoga, reiki, meditasyon ne kadar masum?

Şehir hayatı beraberinde dayanılmaz koşuşturmacalar, yorgunluklar, stresler, çatışmalar, çekişmeler getiriyor.

Yorulan bedenler ve zihinler ertesi güne dinç kalkabilmek için yeni dinlenme ve huzur bulma yolları arıyor. Sürekli bir şeyler yetiştirme telaşı, konsantre olmakta güçlük çekme, dinlenmek için zaman bulamama, çabuk sinirlenme, kendini mutsuz hissetme şehir insanının artık kronik sorunlarından. Yapılan yürüyüşler, koşular ya da gidilen spor salonları fiziksel rahatsızlıkları kısmen bertaraf ediyor. Ama ruhen ferahlamak o kadar kolay olmuyor. Birçok insan huzur bulmak, hayatlarına düzen vermek ve kişisel becerilerini geliştirmek için birçok etkinliğin yanı sıra yogaya da yöneliyor. Yoga diyeti, reiki, zen felsefesi, meditasyon derken bu tarz uzakdoğu inanışları farklı bir şekilde ön plana çıkıyor.

“İntiharın eşiğinden yogayla döndü”, “Yoga boy uzatır, yağları yakar”, “Bedeni ve zihni eğitiyor”, “Depresyona birebir!”, “Yoga ile saf arzuyu bul”, “Yoga yapan çocuklar daha rahat uyuyor”, “İşte bilgeliğe giden dört yol” gibi başlıklar konuyla ilgili özendirmelerden sadece birkaçı. Zihinlerindeki sorulara cevap arayan insanların ruhlarındaki boşluğu gidermek için yoga, meditasyon, feng shui, zen felsefesi gibi şeyler alternatif olarak gösteriliyor. Bu tür uygulamalara sağlıklı yaşam, doğru beslenme, sevgi, mutluluk, pozitif düşünme, evrenle uyum, vücut enerjisini doğru kullanma gibi kavramlarla başlanıyor. Ama günah-sevap, dünya-ahiret, cennet-cehennem, Yaratıcı-kul kavramlarının içi yeni öğretilerle bir anda boşaltılıyor.

Modern yaşamın bir parçası gibi gösterilen ve yapılan uygulamalarla bunu anlatan pek çok şey insanların zihinlerinde iz bırakıyor. Yoga, reiki, meditasyon, Zen felsefesi vb. değişik şekillerde özellikle kadın dergilerinde karşımıza çıkıyor. Birçok televizyon dizisinde de bu tür ögeler özendirici bir şekilde yer alıyor. Yogaya ve onun gibi benzerlerine katılan insanlardan sadece spor yapmalarının ötesinde bazı öğretileri de yerine getirmesi isteniyor.

Yoga uzmanları, öğretiler olmadan yapılan yoganın jimnastik veya aerobik olacağını ifade ediyor. Onlara göre yoga; üç temel varlığımız olan fizik, zihin ve ruh planlarımızın mükemmel şekilde ahengini temin eder. Meditasyon ise, ‘mutluluğun yegane yolu’ olarak telkin ediliyor. Kişisel gelişimle ilgili eserlerde yer alan, hayatı ve benliği anlamlandıran temel kavramlara, Budist, Maniheist, Brahmanist, Taoist bakış açısıyla anlamlar yükleniyor. Yoga yapacak kişinin, bir köşeye oturup rahatlamak için tekrar tekrar yinelediği çoğu büyüsel içerikli söz yada sözcüklere (genellikle “aum/om”) “mantra” deniyor. İnsanlar garip bir şekilde, Hindu, Brahman, Budist, Taoist, Şintoist âlemin kainatta neye karşılık geldiği, kimden ne istendiği belli olmayan “mantra”larını söyleyerek şifa, afiyet ummaya çalışıyor.

Meditasyonla ne amaçlanıyor?


Liderliğini Maharishi Mahesh Yogi’nin yaptığı Transandantal Meditasyon (TM) hareketi de yoga gibi giderek yayılıyor. Onlar da aynı söylemi kullanıyor ve herhangi bir dini amaçlarının olmadığını söylüyorlar. Amaç olarak yine sağlıklı beslenme, enerjiyi dengeleme, huzur ve sükunet konuları öne çıkarılıyor. Mürit adaylarına “kendi inançlarınızı, dininizi değiştirmenize gerek yok” deniyor, ancak, her gün sabah kahvaltısından ve akşam yemeğinden önce olmak üzere iki defa büyük üstad Maharishi’nin resmine bakarak meditasyon yapmanız, transa geçmeniz gerekiyor. TM’nin, Türkiye’de 20 bin kayıtlı üyesi bulunan 5 derneği bulunuyor. Kamuoyunun çok iyi bildiği isimlerin sürekli tavsiye ettiği TM, her geçen gün daha çok insana ulaşıyor. Onlara göre TM, bir din değil. İlahiyatçılara göre ise transandantal meditasyon, Budist “aydınlanma”yı elde etmek için Hindu “Raja Yoga” üzerine temellenen bir din hüviyetinde. Bütün bu Hint kökenli kültlerin hepsinde reenkarnasyon düşüncesi bulunuyor. Çünkü bu, dinlerin temel inancını oluşturuyor. İlahiyatçı-yazar M. Enes Ergene, yoga ve meditasyon söylemleriyle Türkiye’de faaliyette bulunan grupların yoga ve meditasyonu bir nevi spor olarak lanse ettiklerini; ancak gerçekte yoga felsefesinin sosyo-psikolojik açıdan bir dini inanç biçimi olduğunu söylüyor. Tüm dünyada mistisizme ve metafiziğe ciddi bir yönelme olduğunu söyleyen Ergene, “Yoga ve meditasyonda dini sayılabilecek bir dizi rabıta ve trans biçimi, tören, sembol ve ritüeller var. Zaten Amerika’da kendilerini yeni ve kozmik bir dinin üyeleri olarak tanıtıyorlar. Ama Müslüman bir ülkede bunu din gibi tebliğ etmeyi stratejik bulmadıkları için bir nevi spor gibi takdim ediyorlar. Hepsi köken olarak, dünya görüşü olarak ve birer felsefe olarak Uzakdoğu dinleriyle ve özellikle de Budizm’le yakından ilgili.” diyor.

Spor görünümlü felsefeler

New age hareketlerde büyü ve sihir çok büyük bir yer kaplamaktadır. Uzakdoğu dinlerinin tüm büyü ritüelleri, Şamanizm gibi büyü temelli batıl inanışları ve tarih boyunca süregelmiş her türlü o kült inanış bu batıl dinle tekrar dünya gündemine getirilmiştir.

Falcılık, tarot kartları, ruhlarla bağlantı kurarak gelecekten bilgi alma aldatmacası, medyumluk ve kehanette bulunma gibi batıl inanışlar new age kültürünün önemli bir bölümünü oluşturuyor. Zaten Guru ismini verdikleri yoga uzmanları da genelde ruhlarla bağlantı kurdukları, medyumluk yaptıkları, tarot kartları ile geleceği söyleyebilecekleri gibi iddialara başvurarak insanları etkilemeye çalışıyorlar. Oysa gaybı da ve müşahade edilebileni de sadece Allah bilir. (Neml Suresi, 65; Cin Suresi, 26-27).

Onlara göre her insan özünde “ilahlık” enerjisi taşıdığı için, belli bir seviyeye geldiğinde “doğru - yanlış”, “günah - sevap” diye bir şey kalmamaktadır. Onlara göre insanın yaptığı herşey doğrudur.

Psikiyatrist Mustafa Merter: İnsan ruhuyla oynanmaz!
“Avrupa’daki uzun hayatım boyunca, yoğun bir şekilde meditasyon uyguladım. Türkiye’ye gelip İslam’la müşerref olduktan sonra, gitgide meditatif aktivitelerim ikinci plana düştü. Meditasyonu ben, psikoterapide bazı yardımcı metotlara ek olarak telakki ediyorum. Meditasyonu eğer bir dinsel uygulama gibi algılarsak bir süre sonra, zehir haline dönüşebilir. Çünkü meditasyon esnasında değişik bir bilinç boyutuna giriyor ve çıkıyor insan. Bir bağımlılık oluşabiliyor. Oradan bu boyuta geldikleri zaman, bir boşluk hissediyorlar. Dünyadan zevk alan, o hazları hissedemez hale dönüşüyor. Tekrar öbür tarafa dönmek istiyor. Fakat öbür taraftaki hali bulamadığı için, iki cami arasında bînamaz oluyor. Bu gidip gelmelerin sonunda insan, çok ağır depresyona girebiliyor.

- Bu enerji alıp vermelere ne diyorsunuz?

İşin içinde enaniyet var. İşin Rahmani boyutu bitmiş. Büyük bir ego şişmesi oluyor. Bu insanlar yalnız şifada kalmıyorlar, ondan sonra “Ben Hz. Mevlana’yım, reenkarnasyonum. Ben peygamberim, ben Allah’ım” diyenler var. New age grupların temel öğesi, insanların ‘ben yaptım’ duygusunu yaşamalarıdır. Kulluk bilinci yoktur.

(Zaman.1.8.2004, Nuriye Akman röportajı)

Yoga din değilse ne?

Yoga bugünkü Hint dillerine temellik yapan Sanskritçede ‘boyunduruk’ etme anlamındaki ‘yug’ kelimesinden türemiş ve bedenin, duyguların ve zihnin tam kontrolü anlamına geliyor. Bu, bir taraftan vücudun, zihnin ve ruhun uyumu ve bütünleşmesi, diğer taraftan da kişisel ruhun “Evrensel Ruh”la(!) birleşmesi demek. N. V. Raghuram’ın Türkiye’deki yogacıların sitesinde yayınlanan makalesinde “Yoga yaparsam Hindu olur muyum?” sorusu sorularak cevap olarak, “Yoga din değildir” deniyor; ama bakın devamında “din” nasıl bir müessese olarak görülüyor:

“Yoga’nın bir dine ait olduğunu düşünmek, büyükbabanın yeni doğmuş torununa benzediğini söylemek gibidir. Din çoğu zaman bizi sınırlarken yoga bizi genişletir. Bizi köle haline getirmekten ya da dünyanın içinde boğulmaktan, ya da ben-merkezci olmaktan korur. Yaşam yolunda, kişi içsel tanrısal yönünü tezahür ederek büyüyebilir.”

Yine aynı makalede, “Yoga ile âşina olmayanlarımız onu genellikle Hindu dininin bir uzantısı olarak görür ve bilmeden pagan bir ritüelin bir parçası olmaktan çekindiği için yogadan uzak durur. Ancak, Yoga bir din değildir! Çünkü yoga, bilinen tüm dinlerden daha önce başlamış bir felsefedir!” deniyor.

Türkiye’ye sık sık gelen tanınmış gurulardan Shri Mataji’nin çalışmaları durumu en iyi şekilde özetliyor: Harbiye Askerî Müzesi’nin fuar salonunda düzenlenen yoga ayini sırasında katılımcıların Shri Mataji’ye taptıkları için ayaklarını bile öptükleri, ayaklarını yıkadığı suyu içtikleri medyaya yansımıştı. (Milliyet, 23.04.2002) Shri Mataji’nin büyük bir fotoğrafı ile tütsü, Hint müziği ve mumlar, Sahaja yoganın öğretildiği mekanlardan eksik edilmiyor. Eğitime katılanlara önce “aydınlama meditasyonu” yapılıyor, yani herkesin omuriliğinde olduğu varsayılan ‘kundalini enerjisi’ başın üzerine yükseltilip bağlanıyor! Ondan içlerindeki ‘saf çocuğu’ uyandırması isteniyor. Ancak, tüm bunlar, yapılırken Shri Mataji’nin fotoğrafının önünde mum yakarak ona doğru dönük olmak, onunla kalben transa geçmek şart! (06,12,2004, Sabah)

Yoga, meditasyon, şifacılık, biyoenerji tedavileri, transandantal meditasyon gibi uygulamalar bu tarz inanışlarda büyük bir yer tutuyor. Astroloji, tarot kartları, falcılık, medyumluk bu kültürün önemli bir bölümünü oluşturuyor.

Sonu Budizm’e varıyor

Budizm putperest bir anlayış üzerine kurulmuş, çok tanrılı bir dindir. Bu anlayışla yetişen Budist rahipler tüm hayatlarını Buda’ya ibadetle geçirirler. Budizm, tevhidi kabul etmeyen, sadece insanın bazı ahlaki yönlerden gelişimini ve dünyaya ait ızdıraplarından kurtulmasını temel alan özünde çok tanrıcı bir felsefedir. Budizm, insanın dünyaya sürekli geldiği, bir önceki hayatındaki davranışlara göre bir sonraki hayatının şekillendiği (reenkarnasyon) düşüncesi üzerine kurulmuştur. Bunlar İslam’a ve Kur’an’a tamamen zıt düşüncelerdir.

Türkistan’da yetişen büyük velîlerden Ebu Said Ebü’l-Hayr’a bir gün, “Filanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz?” diye sorulunca; “Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da yüzer.” dedi. “Filan adam havada uçuyor.” dediler. “Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var.” dedi. “Filan kimse, bir anda şehirden şehre gidiyor.” dediler. “Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Merd olan, herkesin arasında bulunur. Alış-veriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz.” buyurdu. 


Sorularla İslamiyet

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


 Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Ağustos 2013 Pazartesi

125. AĞUSTOS 20-21-22 ORUÇLUYUZ


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim



Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(20 Ağustos Salı), 21 Ağustos Çarşamba ve 22 Ağustos Perşembe günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç utmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)

Hadiste geçen günler, Hicri Takvime göre Kameri ayların 13, 14 ve 15. günleridir. Sabah kılınan sünnet ise, sabah namazının sünnetidir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Ağustos 2013 Cumartesi

124.ÜZÜLÜYORUM...

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

En doğrusunu ben bilmiyorum,bilmemde mümkün değil..

Ama bildiğimiz doğruları da anlatmamız bize farz kılınmış.Bunu bilmeyenler anlattıklarımızdan rahatsız oluyorlar. Anlattıklarımızla "biz çok şey biliyoruz ,siz birşey bilmiyorsunuz" diye dediğimizi düşünüp övündüğümüzü,onları küçümsediğimizi zannediyorlar,ya da ehl-i sünnet değilse,o zaman da senin anlattıklarını küçümsüyor ,kendi itikadının doğru olduğunu düşündüğü için alaylı bir gülümsemeyle seni dinliyor.

En doğrusunu Rabbim cc biliyor;O'da Peygamber Efendimiz'e sav bildirmiş,biz de onun sav açıkladıklarını nakil yoluyla biliyoruz ve bunları aktarmaya çalışıyoruz.Ben de okuduğum,öğrendiğim ve doğruluklarını kati olarak bildiğim herşeyi bu blogda ve günlük hayatımda paylaşmaya çalışıyorum.

Bunu niye anlattım.Çünkü çok üzülüyorum.Çünkü çevremde "elhamdülillah müslümanım, ben Allah'a inanıyorum" diyenlerin sadece bu kadarla kaldığını ve bunun yeterli olduğunu düşündükleri için üzülüyorum.

Ben de Allah'a inanıyorum ,ben de Müslümanım diyor ama kimisi "öldükten sonra toprak olacağım"diyor,kimi "hırsızlık yapanların elinin kesilmesi diye birşeyi kabul etmiyorum" diyor, birisi "örtünme bu zamanda olamaz" diyor,diğeri "ben örtünmediğim için Allah'ın cc beni cehennemde yakacağına inanmıyorum" diyor, bazısı "bu zamana kadar böyle inandım bundan sonra değiştiremem" diyor .
Ben ve eşim hatta kızım bildiklerimizi anlatmaya çalışıyoruz ;Biz herşeyi biliyoruz,hepsini uyguluyoruz demek değil bu.Bu ,biz de çok az bilgi sahibiydik ama araştırarak bulduklarımızın önemini kavradık şimdi o yanlışlarımızı düzeltmeye çalışırken bunu birlikte yapalım diyoruz.Bildiğimiz doğruları anlatmak bize farz diyoruz. Bu doğruları duymak,bu zamana kadar inandıklarının veya inanmak istediklerinin yanlış olduğunu kabullenmek çok zor  geliyor .Hemen itirazlar başlıyor,birkaç isim zikredilerek ben böyle müslüman görmedim deyip İslamı, kişilere endeksleyerek ,bu nasıl müslümanlık diyorlar.Biz müslüman olarak şunlara inanmalıyız böyle itikad etmeliyiz diyerek konuştuğumuz kişiye yönelik konuşurken o,asla bunu kendi üzerine almıyor ve hemen başka müslümanların yanlışlarını anlatmaya başlıyor.Sadece müslümanım demekle müslüman olacağını düşünen bu kişilerlerle konuşmanın ilk 2 dakikasında konuşma böyle devam ediyor.Müslümanlığı kimsenin temsil etmediğini zaten anlatmak istediğimizin "sen ve Allah cc ile olan ilişkin,O'na karşı sorumluluklarındır,başkalarının yanlışlarının senin kulluğunla bir ilgisi yok" demeye çalışıyoruz.Ama hayatı boyunca hiç Kur'an okumamış ,ya da sadece birkaç ayet meali okumuş ,aklıyla yorumlamaya kalkmış bunun tefsiri nedir diye merak edip bakmamış olan herkese sesleniyorum:
O zaman kulaktan dolma duyduklarınızla yetinmeyecek;Siz de Rabbimizin cc gönderdiği Kitab'ın tefsirini okuyacak,Peygamberimiz'in sas hayatını ve sünnetlerini araştıracak,ilmihali öğreneceksiniz...O zaman zaten aynı şeyleri söylüyor olacağız.Oturduğunuz yerden hiçbir kaynak okumadan,İslamiyetle ilgili hiçbir araştırma yapmadan, aklınızı kullanarak bu böyle olmalı ,benim aklım bunu almıyor diyerek herşeyi bildiğinizi zannedip kendinizi kurtarmaya  çalışmayacaksınız.

İşte bu yazı böyle düşünen tanıdığım-tanımadığım herkese ithafen yazılmıştır.

Hidayet verici Rabbim cc bu yazıyı okumayı nasip ettiği herkesi dosdoğru yoluna iletsin;şirke düşmeden,doğru itikadle,imanla ölmeyi nasip etsin.AMİN.



"İnanıyorum,iman ediyorum" derken bile inanmanın ve imanın ne demek olduğunu bilmediğimizi düşünüyorum.
İnanmak nasıl olur,iman etmek ne demek; bu konulara çok kısa ve basit bir şekilde değinmek istedim ki gerçekten biz inanıyor ve iman ediyor muyuz anlayabilelim.

İNANMAK NE DEMEK?
İnanmak, görmüş gibi, kabul etmek, tasdik etmek, beğenmek demektir. Bir insanın Müslüman olabilmesi için, iman sahibi olması, yani dinimizin emir ve yasaklarına inanması şarttır. Yalnız inanması da kâfi değildir; bu emirleri beğenmesi ve sevmesi de şarttır. Bu da bir bilgi işidir. Yapıp yapmamak ayrı, bunları kabul etmek, beğenmek ve sevmek ayrı şeydir. Yapıp yapmamak günah ve sevapla ilgili, kabul etmek ve beğenmek imanla ilgilidir. İmanın altı esası bir bütün olup, çok önemlidir. Ufak bir şüphe götürmez. İnandığı halde, birini bile beğenmemek kâfirliktir.

İslamiyet’i beğenmek
Bir kimse, Amentü’nün altı şartına inansa, fakat Allah’ın emir ve yasaklarından birini beğenmese, mesela (Cehennem lüzumsuzdur veya yoktur) veya (Şarabın haram edilmesi manasızdır) dese, bu kimse imanlı sayılmaz. Amentü’nün içinde Allah’a iman vardır. Allah’a iman, bütün sıfatlarıyla birlikte ona imandır, ayrıca emir ve yasaklarının yani İslamiyet'in doğru ve yerinde olduğuna da inanmak şarttır. Böyle inanmayan iman etmiş sayılmaz. Demek ki, Amentü’ye inanan kimsenin İslamiyet’i beğenmesi şarttır, çünkü İslamiyet, Allahü teâlânın emir ve yasaklarıdır. Emir ve yasakların birini bile beğenmemek küfür olur.

Allahü teâlâyı sevmek de, emir ve yasaklarının hepsinin yerinde ve güzel bulmakla olur. Allah’ı ve onun dostlarını sevmek, sevmediklerini sevmemek de lazımdır. Bir hadis-i şerif meali:
(Allah için seven, Allah için buğzeden, Allah için veren, Allah için yasaklayan, gerçek iman sahibidir.) [Ebu Davud]

İman nedir? 

"İman, Amentü’deki 6 esasa kesin olarak inanmak Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve itikat etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, resulü tasdik etmiş olmaz. Veya, resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz.

Amentü şöyledir:
[ Allah’a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanıyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın kulu ve son Peygamberi olduğuna şehadet ediyorum.]

Allahü teâlâ, (Onlar gayba[görmedikleri halde Resulümün bildirdiği her şeye] iman ederler)buyuruyor. (Bakara 3) Resulü de, (Dini [hükümleri, dinde bildirilenleri]aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu. (Taberani)

Amentü’nün manası


1.Allah’a inanmak:
Allahü teâlânın varlığına, birliğine, Ondan başka ilah olmadığına, her şeyi yoktan yarattığına, Ondan başka yaratıcı olmadığına kalben inanmak, kabul etmek demektir. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği son Peygamberi Muhammed aleyhisselam vasıtasıyla bildirdiği dinin hepsini kabul etmek, beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!) [Araf 158]

2.Meleklere inanmak:

Melekler nurani cisimlerdir. Hiçbirinde erkeklik dişilik yoktur. Hepsinin günahsız, emin olduğunu kabul etmek, tasdik etmek, yaptıkları işleri beğenmek şarttır. Bir âyet-i kerime meali:
(Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bakara 177]

3.Kitaplara inanmak:

Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an ve diğer kitapların Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine, hepsinin hak olduğuna inanmak lazımdır. Ancak, Kur’an-ı kerimden önceki kitapların insanlar tarafından değiştirildiğini, Allah kelamı olmaktan çıktıklarını bilmek, bunu kabul ve tasdik etmek demektir. Önceki kitapların hiç biri değişmemiş bile olsa, Allahü teâlâ tarafından nesh edildiğine yani yürürlükten kaldırıldığına iman etmek gerekir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar, sana indirilene [Kur’an-ı kerime], senden önceki indirilen kitaplara iman ederler.) [Bakara 4]

4.Peygamberlere inanmak:

Peygamberlerin hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş olup, sadık, doğru sözlü, günahtan masum olduklarını kabul ile tasdik etmek demektir. Onlardan birini bile kabul etmeyen, beğenmeyen kimse, kâfir olur. Peygamberlerin ilkinin Âdem aleyhisselam ve sonuncusunun,Muhammed aleyhisselam olduğuna iman etmek, kabul ve tasdik etmek demektir. Peygamber efendimizin bildirdiği dini hükümlerin hepsini, en güzel şekilde ve eksiksiz tebliğ ettiğine inanmak, bu emir ve yasakların hepsini kabul edip, hepsini beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Bütün Peygamberlere iman edip, hiçbirini diğerinden ayırmayanlar Allah’ın mükafatına kavuşacaktır.) [Nisa 152]

5.Kaza ve kadere inanmak:
Allahü teâlânın insanlara cüzi irade verdiğini, insanların bu cüzi iradeye göre tercih ettikleri ve yaptıkları her şeyi Allahü teâlânın yarattığına iman etmek demektir. Hayır ve şer, her şeyi kulların talep ettiklerini, Allah’ın da bunu dilediği takdirde yarattığını bilmek, bunu kabul ile tasdik etmek ve beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.)[Ahzab 38]

6.Ahirete inanmak:
İnsanların kıyamet kopunca, dirileceklerine, hesap ve mizandan sonra, Müslümanların Cennete, kâfirlerin Cehenneme gideceklerine ve orada ebedi kalacaklarına iman etmek, bunu kabul etmek ve beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar [Müslümanlar], ahiret gününe iman ederler.) [Bakara 4] 


Önceki yazılarımdan biliyorsunuz ben de Allah'a inanıyordum ama müslümanlıkla ilgili bilgim yüzeyseldi.Öğrendikçe müthiş etkilendim ve istedim ki herkes bilgi sahibi olsun.Bu blogta öğrendiğim ve öğrenmeye devam ettiğim herşeyi Rabbim cc izin verdiği müddetçe paylaşacağım inşallah.İsteğim o ki sizlerde bu blogta veya başka kaynaklardan öğrendiklerinizi anlatın,paylaşın;Allah'ımızın cc dinini genç-yaşlı demeden sıkılmadan,vazgeçmeden doğru olarak anlatalım,yayalım."Ben biliyorum yeter, başkası neye inanırsa inansın" demeyelim; elimizden geldiği kadar anlatmaya çalışalım.Çünkü bazen diyorum ki keşke birileri de bana dinimi anlatsaydı,önemini kavratsaydı.Artık o birilerinin biz olma zamanı gelmedi mi?....

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

14 Ağustos 2013 Çarşamba

122.İKRA BİSMİ RABBİKE


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Vahiy meleği, Âdem 'den başlayarak, yüzbinlerce peygamber, tarih boyunca süregelen uzun ve zincirleme görevini en son elçiyle noktalamak üzere, Hira dağı mağralarından birinde tefekkür eden,40 yaşındaki seçkin kula Cebrail as âniden göründüğünde, tanışmayla ilgili hiçbir cümle kullanmaksızın, sadece "İKRA" dedi

"OKU" anlamında ki bu ilk vahiy, 23 yıllık uzun Kur' an maratonunun en başı, ilk adımı, Kur' an'ın anahtarı, ALLAH' ın cc ilk direktifi, İslâm'ın ilk farzıydı.



1- Yaratan Rabbinin adıyla oku.

2- O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.

3- Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.

4- O, insana kalemle yazmayı öğretti.

5- İnsana bilmediğini öğretti.

Kur’an’ın ilk suresi bu suredir. Ve bu sure Allah’ın cc adı ile başlamaktadır. Resulullah’ı yönlendirdiği ilk esnada, yücelerin yücesi ile bağlantı kurduğu ilk anda, seçilmiş olduğu davet yolunda atmış olduğu ilk adımda onu Allah’ın adı ile okumaya yönlendirmektedir: “Oku yaratan Rabbinin adı ile.” Ve sure Allah’ın adı ile başladığı gibi, Rabbin sıfatlarından olan yaratmanın ve hayata başlamanın kendisi ile sağlandığı yaratma sıfatı ile başlamakta ve Allah’ı cc “yaratan” diye nitelemektedir.

Sure sonra insanın yaratılmasını ve hayata başlamasını özel olarak ele almaktadır. “O, insanı bir kan pıhtısından yarattı”. Evet Allah insanı, bu donmuş ve rahime yapışan bir damlacık kandan yarattı. İşte bu son derece sade ve küçük kaynaktan yaratılmıştır insanoğlu. Bu bir damlacık kan pıhtısı da Yaratıcının gücünü göstermekle birlikte ondan da öte O’nun keremini, ihsanını gösterir. Çünkü onun lütfu ile bu kan pıhtısı öğretilebilen ve buna dayalı olarak da, öğrenen insan seviyesine yükselmiştir. “Oku Rabbin en büyük kerem sahibidir. O insana kalemle yazmayı öğretti, insana bilmediğini öğretti.”

Gerçekten insanın doğuşu ile vardığı son durum arasında son derece büyük bir aşamadır bu. Ama Allah’ın cc herşeye gücü yeter. ikramı çoktur. Zaten bu yüzden o baş döndürücü aşamayı gerçekleştirmiştir.

Bu gerçeğin yanısıra, öğretme gerçeği, Rabbin insanı “Kalemle” öğretme gerçeği ortaya çıkmaktadır. Çünkü kalem eskiden olduğu gibi bugün de, insan hayatına en geniş ve en derin etkiyi yapmış ve yapan öğretim aracıdır. O zamanlar bu gerçek şu anda bizim gördüğümüz ve insan hayatında bildiğimiz biçimi ile bu açıklıkta değildi. Ama yüce Allah kalemin değerini biliyor ve insanlığa gelen en son kutsal mesajın inmeye başladığı ilk anda ve Kur’an’ın ilk suresinde kalemin önemine dikkatleri çekiyordu. Halbuki bu kutsal mesajı getiren peygamber kalemle yazabilen birisi değildi.

Şayet Hz. Muhammed sas bu Kur’an’ı kafasından uydurmuş olsaydı, şayet bu Kur’an vahiy ürünü olmamış olsaydı ve eğer onun getirdiği çağrı kutsal mesaj olmamış olsaydı, kalemin önemini vurgulayan bu gerçek daha ilk anda kesinlikle ortaya çıkamazdı.

Sonra sure bilginin alınacağı kaynağı gösteriyor. Bilginin tek kaynağının yüce Allah cc olduğunu, insanın bildiği ve bileceği herşeyi, şu varlık aleminin gizemlerine, şu hayatın ve insanın kendi nefsinin bilinmezliklerine dair çözebildiği neler varsa bunların tümünün kaynağının yüce Allah cc olduğunu belirtiyor. İnsanın tüm bildikleri, oradan, bir başkası daha olmayan bu tek kaynaktan, aldığını ifade ediyor.

Rasulullah’ın sas yüceler yücesi ile bağlantı kurduğu ilk anda inen bu biricik bölümle evet bu bölümle iman düşünce sisteminin geniş olan temeli atılmış oldu. Her iş, her davranış, her adım, her çalışma Allah’ın cc adı ile, O’nun adına yapılır. Allah’ın adı ile başlar, Allah’ın adı ile yürür, Allah’a yönelir ve sonuçta O’na varır. Allah’tır yaratan. O’dur öğreten. Doğuş ve başlangıç O’ndan dır. Öğretme O’ndan, bilgi O’ndan dır. İnsan öğrenebildiğini öğrenir. Öğretebildiğini öğretir. Ama bütün bunların kaynağı yaratan ve öğreten yüce Allah’tır. “O insana bilmediğini öğretti.”

Rasulullah’a sas o andan itibaren hayatı boyunca bütün duygularına hakim olan, dilini Allah’a cc bağlayan, davranış ve yönelişine etki eden kalbinin daha ilk anda almış olduğu bu ilk Kur’an gerçeğidir. Çünkü bu gerçek imanın ilk temeli oluyordu. imam Şemseddin Ebu Abdullah Muhammed b. Kayyim El Cevziyye Zadu’l Mead isimli eserinde, Resulullah’ın sas Allah’ı  cc zikretmesini şöylece özetliyor:

“Yaratıklar içinde yüce Allah’ı cc en mükemmel zikreden Resulullah sas idi. Hatta ağzından çıkan bütün sözler Allah’ı  zikirdi. Allah ile ilgili idi. Ümmetine her emri, yasaklaması, yasa koyması Allah’ı zikri demekti. Rabbinin isimlerini, sıfatlarını, hükümlerini, fiillerini, vaadini ve ihtarını onlara anlatması hep Allah’ı zikir demekti. Allah’ı nimetleri ile övmesi, yüceltmesi, hamd etmesi tesbih etmesi, O’nun Allah’ı zikri demekti. Allah’tan istemesi, O’na dua etmesi, O’na yönelik sevgisi ve O’ndan korkması da Allah’ı zikri demekti. Susması hiçbir şey söylememesi Allah’ı kalbi ile zikri idi:’ Kısacası Resulallah her an ve her şartta Allah’ını zikrederdi. Ayakta iken, otururken, yere uzanmışken, yürürken, binerken, yolculuk ederken, bir yerde konaklarken, bir yere giderken bir yerde kalırken alıp verdiği nefeslerle akıp giden hep Allah’ın zikri idi. 


Rasulullah’ın hayatı en ince ayrıntılarına kadar işte böyle idi. İlk anda aldığı ve imanî düşünce sisteminin derin ve köklü temeline oturduğu kutsal emirlerin etkisi ile değişmiş ve yenilenmiş bir hayattı.

İnsanın Allah’ı tanıması, O’na şükretmesi bu gerçeğin, yani yaratanın, öğretenin ve ihsan edenin Allah olduğu gerçeğinin gereklerindendi.


Kuran-i Kerim Tefsiri - Enfal.de'n faydalanılmıştır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

5 Ağustos 2013 Pazartesi

115.RABBİMİZİN cc 6.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
Sizin çokluğunuzla azlıktan, ünsiyetinizle yalnızlıktan kurtulayım diye sizi yaratmadım. Yapmaktan âciz kaldığım bir şey için sizden yardım alayım diye de sizi yaratmadım. Bir menfaati ele geçirmek veya bir zararı defetmek için de sizi yaratmış değilim. Bilakis sizi bana sürekli kulluk, çokça şükür, gece ve gündüz beni tesbih edesiniz diye yarattım. Ey âdemoğlu!
Öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz ve insanlarınız, küçükleriniz ve büyükleriniz, hürleriniz ve köleleriniz hepiniz bana kulluk etmekte birleşseniz, bu yaptıklarınız benim mülkümde zerre kadar bir şey artırmaz.
Her kim hayırlı işlerde gayret ederse sırf kendi iyiliği için eder. Şüphesiz ki Allah'ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur.

Ey âdemoğlu! Verdiğin zararın aynısıyla karşılaşırsın ve yaptığının aynısı sana yapılır."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Ağustos 2013 Pazar

114.RABBİMİZİN cc 5.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allâh-u Te'âlâ buyuruyor ki: "Ey Ademoğlu! Tevbeyi eksik edip de beklentisini uzun tutanlardan, amel etmeksizin âhireti(n sevabını) umanlardan, âbidlerin sözünü konuşup, münafık işi yapanlardan olma!
Böyle bir kişi kendisine verilene kanaat etmez, engellenince sabretmez, hayrı emreder ama kendisi işlemez, şerri nehyeder ama kendisi vazgeçmez, sâlihleri sever oysa onlardan değildir, münafıklara buğzeder, halbuki kendisi de onlardandır. Yapmayacağı şeyleri söyler, emrolunmadığı şeyleri yapar, alırken tam alır, verirken tam vermez.
Ey Ademoğlu! Her yeni gün, toprak sana hıtab etmiş olduğu sözünde mutlaka: 'Ey Ademoğlu! Benim sırtımda geziyorsun, sonra (öldüğünde) karnımda gizleneceksin. Benim sırtımda canının istediklerini yiyorsun, ama benim karnımda seni kurtlar yiyecek. Ey Ademoğlu! Ben ürperti eviyim! Ben sual cevap eviyim!
Ben yalnızlık eviyim! Ben karanlık eviyim! Ben yılanların ve akreplerin eviyim! Artık (îmân ve ibâdetle) beni mâmur et, beni harâb etme.' der." (Ğazâtî, Mecmu'atü'r-rasâii':7/89)


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

1 Ağustos 2013 Perşembe

111.RABBİMİZİN cc 4.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”
Bismillahirrahmanirrahim

Allâh-u Te'âlâ buyuruyor ki:

"Ey Ademoğlu! Her kim dünyaya ait bir şeyden dolayı üzgün olursa, Allâh-u Te'âlâ'dan ancak uzaklığı artar. Dünyada ancak derdi, âhirette de meşakkati artar.

Allâh-u Te'âlâ onun kalbine bir sıkıntı yapıştırır ki o belâ ebediyyen ondan kesilmez. Ona bir meşguliyet takar ki ebediyyen ondan feraha çıkamaz.
Ona öyle bir fakirlik verir ki ebediyyen zenginliğe ulaşamaz. Öyle emeller (ve kuruntular) musallat eder ki onlar onu ebediyyen meşgul ederler.

Ey Ademoğlu! Sen farketmediğin halde ömrün bakımından hergün noksanlaşıyorsun.
Sen hamdetmediğin halde Ben sana hergün rızkını getiriyorum, ama sen ne aza kanaat ediyorsun, ne de çokla doyuyorsun.

Ey Âdemoğlu! Hergün mutlaka senin rızkın Benim katımdan sana geliyor. Her gece de mutlaka melekler Bana senin katından kötü bir amel getiriyor.
Benim rızkımı yiyorsun, yine de Bana isyan ediyorsun. Sen Bana dua ediyorsun, Ben sana icabet ediyorum.
Benim hayrım sana doğru iniyor, senin şerrin de Bana ulaşıyor. Ben senin için ne güzel Mevlâyım, sense benim için ne kötü kulsun.

Benim sana verdiğimi hırsız gibi gizlice alıp götürüyorsun, Ben seni rüsvay edecek kötülüklerini birbiri ardınca örtmeye devam ediyorum.
Ben senden utanıyorum, sense Benden utanmıyorsun. Beni unutuyorsun, başkasını zikrediyorsun.

İnsanlardan korkuyorsun, Benden emin oluyorsun. Onların buğzundan korkuyorsun, Benim gazabımdan ise emin oluyorsun." (Ğazâlî, Mecmu 'atii 'r-rasâü, 7/88)


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR