21 Mart 2019 Perşembe

Katı Yağ Ve Suya Düşen Necasetler

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

67. Katı Yağ Ve Suya Düşen Necasetler

Zührî şöyle demiştir: "Suyun tadı veya kokusu ya da rengi değişmedikçe içi­ne necasetin düşmesi bir sakınca doğurmaz."

Hammâd şöyle demiştir: "Ölü hayvanın tüylerinin suya düşmesinin bir sa­kıncası yoktur."

Zührî -fil vb. eti yenmeyen- ölü hayvanların kemikleri hakkında şöyle de­miştir: "Selef âlimlerinden bir gruba yetiştim ki onlar bununla saçlarını tarar, yağlanır ve bunda bir sakınca görmezlerdi."

Ibn Şîrîn ve ibrahim en-Nahaî şöyle demiştir: "Fil dişi ticaretinde bir sakınca yoktur."

Yağ veya suya düşen necasetler suyu necis mi kılar, yoksa su değişime uğ­ramadıkça necis olmaz mı? Bu başlık altında bu konu ele alınmaktadır. Buhârî'nin bu konuda rivayet ettiği eser (sahabe ve tâbiun sözleri) ile hadislerin toplamından anlaşılan budur.

"Suda bir sakınca yoktur" yani her halükarda onu kullanmakta bir sakınca yoktur, içine düşen necaset suyun tadını, kokusunu veya rengini değiştirmedikçe suyun temiz olduğuna hükmedilir. Zührî'nin bu görüşünü âlimlerden bir grup kabul etmiştir.

Ölen hayvan, eti yenen bir hayvan olsun ya da olmasın, tüylerinin suya düşmesi suyu necis kılmaz.

Selef âlimlerinin eti yenmeyen hayvanların kemikleri ile yağlanmaları, onla­rın bunu temiz kabul ettiğini gösterir.

Abdürrezzak İbn Sîrîn'in sözü senedi ile birlikte şu lafızla rivayet edilmiştir: "O, fildişi ticaretinde bir sakınca görmezdi". Bu, İbn Sîrîn'in fildişini temiz kabul ettiğini gösterir. Çünkü meşhur zeytinyağı İle ilgili kıssanın da gösterdiği gibi necis olan ve temizlenmesi mümkün olmayan bir şeyin satımı caiz değildir.

235- Meymûne'nin rivayet ettiğine göre, Resûlullah'a 

Sallallahü Aleyhi ve Sellem katı yağ içine farenin düşmesi soruldu. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Fareyi ve etrafındaki yağı atın. (Geriye katan) yağınızı yiyin. 
[Hadisin geçtiği diğer yerler:236,5538,5539,5540.]

Açıklama

Nesâî yukarıdaki hadise ek olarak, Abdurrahman İbn Mehdî'nin Mâlik ara­cılığı ile rivayet ettiği "katı yağa" ifadesini koymuştur.

Buhârî Kesilen Hayvanlar bölümünde bu hadisi, İbn Uyeyne'nin îbn Şihab'dan rivayet ettiği "(içine fare düşen ve farenin öldüğü) yağ hakkında so­ruldu11 ifadesi ile rivayet etmiştir.

236- Meymûne'nin rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem katı yağ içine düşen fare hakkında soruldu, O şöyle buyurdu: "Fareyi ve etrafındaki yağı alarak atın."

Önemli Bilgi

Âlimlerin çoğunluğu, katı yağ ile sıvı yağın birbirinden ayrıldığını gösteren Ma'mer rivayetini esas almışlardır. İbn Abdiiber, katı yağa ölü hayvan düştü­ğünde, hayvanın başka herhangi bir parçasının yağın diğer bölümlerine bulaşmadiği kesin oiarak bilindiğinde bu hayvanın ve etrafındaki yağın atılmasının yeterli olacağı konusunda âlimler arasında ittifak bulunduğunu nakletmiştir. Sıvı yağ konusunda ise ihtilaf edilmiştir. Çoğunluk necasetin yağa temas etmesiyle yağın tümünün necis olacağını kabul etmiştir. İçlerinde Zührî ve Evzâî'nin bu­lunduğu bir grup âlim ise buna muhalif görüş belirtmişlerdir. Bunun izahı Kesile­cek Hayvanlar bölümünde gelecektir. Yine orada necis olan veya sonradan necis hale gelen yağdan yararlanma konusu da ele alınacaktır.

İbnü'l-Münzir şöyle demiştir: Yağ ile ilgili hadisin, konu başında verilen sa­habe ve tabiin görüşleri İle ilgisi şudur: Buhârî, bir şeyin necis hale gelmesinde o şeyin niteliklerinin değişmesinin dikkate alınacağını kabul etmiştir. Ölen hayva­nın tüyü, hayvanın ölümle değişmesi durumunda değişmemektedir, kemiği de böyledir. Ölü hayvanın düştüğü yerden uzaktaki katı yağın niteliği değişmedi­ğinde de hüküm böyledir. Bundan şu sonuç çıkar: Suya necaset karışsa, bu necaset suyun niteliğini değiştirmediğinde su necis olmaz.

237- Ebû Hureyre 
radıyallahu anh Hz.
Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şu sözünü rivayet etmiştir:

"Müslümanın Allah yolunda aldığı her yara, kıyamet gününde yeni açıldığı andaki şekli üzere kan fışkırıyor gibi olur; rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. 
[Hadisin geçtiği diğer yerler:2803,5533.]

Açıklama

Allah yolunda aldığı her yara" ifadesi ile Müslümanın diğer yaralan dışarıda bırakılmıştır.

Cihad bölümünde el-A'rec aracılığıyla Ebû Hureyre'den 
radıyallahu anh aktarılan rivayette şöyle denilmiştir: "Allah kimin kendi yolunda yaralandığını en iyi bilir".

Bu, söz konusu müjdenin ancak niyeti halis olanlar için geçerli olacağını gösterir.

Kıyamet günü yaranın ilk şekli gibi olmasının hikmeti, yara sahibinin fazile­tine, ona zulmeden kişinin (kötü) fiiline şahitlik etmesidir. Yaranın güzel kokusunun mahşer halkı arasında yayılmasının hikmeti de yara sahibinin faziletini gös­termek içindir. Bundan dolayı İslâmî ahkâma göre savaş alanında şehit olan kişinin yıkanması gerekmediği bilinmektedir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

20 Mart 2019 Çarşamba

Develerin, Binek Hayvanlarının, Davar­ların İdrarlarının Hükmü, Bu Hayvanların Ağıllarında Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

66. Develerin, Binek Hayvanlarının, Davar­ların İdrarlarının Hükmü, Bu Hayvanların Ağıllarında Namaz Kılmak

Ebû Musa, yanında açık alan bulunduğu halde posta hayvanlarının ağılında ve hayvan pisliği bulunan yerde namaz kıldı ve "Burası ile şurası aynıdır" dedi.

233- Enes 
radıyallahu anh şöyle demiştir:

Ukl (veya Ureyne) kabilelerinden bazı kimseler Medine'ye geldiler. Medine'­nin (havası onlara iyi gelmediğinden) karınları ağrıdı. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem onlara, yeni yavrulamış develerin süt ve İdrarlarından İçmelerini tavsiye etti. Onlar da (zekat) develerinin bulunduğu yere giderek Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem emrini aynen yaptılar, zamanla iyileştiler. İyileştikten sonra, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu hayvanlara bakan görevli çobanını öldürerek ümmetin beytü'l-malına ait zekat develerini alıp kaçtılar. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu haber gündüzün hemen ilk saatlerinde kendi­sine ulaşınca onları takip etmek üzere adam gönderdi. Bu kişiler güneş yükse­lince, adamları yakalayıp getirdiler. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem el ve ayak­larının kesilmesini emretti. Bunların gözlerine mil çekildi. "Harre" denilen sıcak yere atıldılar, su istemelerine rağmen kendilerine su verilmedi.

Ebû Kılabe şöyle demiştir: Bunlar hırsızlık yaptılar, adam öldürdüler, iman ettikten sonra inkar ettiler, Allah ve Resûlü'ne karşı harp ilan ettiler. 
[Hadisin geçtiği diğer yerler:1501,3018,4192,4193,4610,5685,5686,6727,6802,6803,6805,6899]

Açıklama

Burada binek hayvanından kasıt; at, katır ve merkeb gibi hayvanlardır.

Buhârî, ihtilaflı konularda âdeti olduğu üzere buradaki konu başlığında da hükmü açıklamamıştır. Ancak onun Uranîler ile ilgili hadisi rivayet etmesinden, ilk anda deve idrarının temiz olduğu görüşünü kabul ettiği anlaşılmaktadır. Şa'bî, İbn Uleyye, Dâvud ve diğer bazı âlimler de bu görüştedir.

Ebû Musa'nın namaz kıldığı belirtilen yer Kûfe'deydi. Halifelerden ordu ko­mutanlarına mektup ve haber getiren elçiler ve posta görevlileri burada kalırdı. Ebû Musa, Hz. Ömer ve Hz. Osman 
radıyallahu anhum  zamanında Kûfe'de kalmıştı. Elçilerin kal­dığı yer şehrin bir köşesinde bulunuyordu. Bu sebeple açık arazi de onun yan tarafındaydı.

Ebû Musa'nın "Burası ile şurası aynıdır" sözü, namazın sıhhati açısından bu­rada namaz kılmak ile orada namaz kılmak arasında fark yoktur, anlamına gelir.

Deve Dışkısı Temiz midir ?


Buhârî'ye, "Ebû Musa'nın bu sözünde deve dışkısının temiz olduğunu göste­ren bir delil yoktur" denilerek itiraz edilmiştir. Çünkü Ebû Musa'nın bunlar üze­rine bir yaygı sererek namaz kılmış olması mümkündür.

Bu itiraza şu şekilde cevap verilmiştir; Aslolan Ebû Musa'nın bunu yapma­mış olmasıdır. İbn Huzeyme ve diğerlerinin sahih gördüğü Ebû Hureyre 

radıyallahu anh tarafın­dan rivayet edilen "idrardan sakının. Çünkü kabir azabının çoğunluğu

ondandır" hadisinin genel ifadesini esas almak daha evladır.[Bu görüş sağlam değildir. Doğru olan deve idrarı ve eti yenen hayvanların idrarının temiz olmasıdır. 
Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem "idrardan sakının" sözünde kasdettiği idrar, Buhari'nin de dediği gibi insan idrarıdır. Kabirde azap görenlerle ilgili hadis ve yukarıda zikredilen Ebu Musa'nın sözü de bunu göstermektedir.(Abdülaziz İbn Baz)] Çünkü bu hadisten ilk anda bütün idrarların kasdedildiği anlaşılmaktadır. Bu tehdit sebebiyle deve İdrarından da sakınmak gereklidir.

Hadisin Arapça aslında.geçen "ictevev" fiili hakkında İbn Fâris şöyle demiş­tir: Bu kelime, nimet İçinde olsan bile bir yerde kalmaktan hoşlanmadığın zaman kullanılır. Hattabî bunun yalnızca kalmaktan dolayı zarar görüldüğünde kullanı­lacağını söylemiştir. Bu olaya uygun olan da bu anlamdır.

İlk anda anlaşıldığına göre, Uranîler Medine'ye hasta olarak gelmişler, iyile­şince de Medine'nin havasını ağır bulduklarından orada kalmak istememişlerdir. Onlardaki hastalık ise aşırı zayıflık ve az yemek yeme idi.

Ebû Avane, Gaylan aracılığı ile Enes'ten şunu rivayet etmiştir: "Onlarda şid­detli zayıflık vardı". Yine o, Ebû Said aracılığıyla 'Yüzleri sararmıştı" diye rivayet etmiştir.

İyileştikten sonra Medine'nin havasını ağır bulmalarının sebebi, İmam Ahmed İbn Hanbel'in, Humeyd aracılığıyla Enes'ten rivayet ettiğine göre Medine humması idi.

Uranîlerin, zekat develerinin sütünden içmeleri, bu kimselerin yolda kalmış kimseler olmasındandır. Hz. Peygamberin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem devesinin sütünden içmeleri de O'nun izni ile olmuştur.

Uranîlerin develerin idrarlarını içmelerine gelince; İdrarın temiz olduğunu kabul edenler bu hadisi delil getirmişlerdir. Deve idrarının temiz olduğu zaten bu hadiste yer almaktadır. Eti yenen diğer hayvanların idrarları da buna kıyas edilir. Bu, İmam Mâlik, Ahmed İbn Hanbel ve seleften bir grubun görüşüdür. Şafiî ve âlimlerin çoğunluğu ise eti yensin yenmesin hayvanların idrar ve dışkılarının necis (pis) olduğu hükmünü kabul etmiştir.

Seleme İbnü'1-Ekva' hadisinde şöyle denilmektedir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Uranîleri yakalamak üzere Kürz İbn Câbir el-Fihrî komutasında Müs­lümanlardan bir grup atlı gönderdi".

Nesaî, Evzâî'den "Onları yakalamak için, İz sürenlerden bir grubu gönderdi" şeklinde rivayet etmiştir.

Müslim, Muaviye İbn Kurre yoluyla Enes'ten şunu rivayet etmiştir: "Bunlar ensardan sayısı yirmiye yakın gençlerdi. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem onla­rın yanında, iz sürmeyi bilen birini gönderdi."

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem el ve ayaklarının kesilmesini emrettiği bu kişilere yerlerindeki kanın dinmesini sağlayan dağlamayı yaptırmamıştır.

Müslim'in Abdülaziz'den rivayetinde "Gözleri oyuldu" ifâdesi yer almıştır.

Harre denilen yer, Medine'de siyah taşlı bîr yerdir. Buraya atılmalarının se­bebi, cinayeti işledikleri yere yakın olmasıdır.

Su istemelerine rağmen bu kişilere su verilmemesi konusuna gelince; İbnü'l-Cevzî'nin de dâhil olduğu bir grup âlim bunun yaptıklarına kısas olarak uygulandığını söylemiştir. Çünkü Müslim'de Süleyman et-Teymî'nin Enes'ten rivayetine göre "Uraniler çobanların gözlerine mil çektiği için Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem de onların gözlerine mil çektirmiştir."

Hadisten Çıkan Sonuçlar

Hadiste yukarıda belirtilenlerden ayrı olarak şu hususlar da yer almaktadır:

* Devlet başkanına heyetlerin gelmesi ve devlet başkanının onların masla­hatları İle İlgilenmesi

* Develerin sütleri ve idrarları ile tedavinin meşru olması

* Her bünyeye, alışık olduğu (kendisine uygun) tedavinin yapılması,

* Şayet Uranîlerin öldürülmesinin kısas yoluyla olduğunu kabul edersek bu hadisten şu sonuç da çıkar: Bir kişiyi öldüren topluluk, onu ister suikast yoluyla ister mücadele ederek öldürmüş olsun, onların tümü kısas yoluyla öldürülür.

* Kısas cezası, katil nasıl öldürmüşse o şekilde uygulanır. Bu, yasaklanmış bulunan "müsle" kapsamına girmez.[Müsle: Bir insanın canlı veya ölü iken organlarını koparmak,işkence yapmak demektir.]

* Yol kesme suçu, açık alanda gerçekleşebilir. Bunun şehirlerde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinde ise görüş ayrılığı bulunmaktadır.

* Yolda kalan kimseler, devlet başkanının izni İle zekat develerinin üzerinde hak sahibi olmaları sebebiyle onların sütlerinden İçebilirler.

* İz süren kişinin söylediğine göre hareket edilir. Araplar bu konuda tam an­lamıyla bilgilidir.

234- Enes şöyle demiştir:

Mescit inşa edilmeden önce Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem koyun ağıllarında namaz kılardı.[Hadisin geçtiği diğer yerler: 428,429,1868,2106,2771,2774,2779,3932]

Açıklama
Koyunların idrar ve dışkılarının temiz olduğunu kabul edenler, Hz. Peygam­berin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem koyun ağıllarında namaz kıldığını ifade eden bu hadisi esas almışlardır. Çünkü koyun ağıllarında mutlaka koyun idrar ve dışkısı bulu­nur. Bu, sahabenin namaz kılarken bu idrar ve dışkıya temas ettiklerini, bunun necis olmadığını gösterir.

Bu görüş sahiplerine, namaz kılan kişi ile koyun idrar ve dışkısı arasında bir engelin bulunmuş olmasının mümkün olduğu söylenerek itiraz edilmiştir.

Bu itiraza da "Sahabe namaz kılarken yer ile kendileri arasına bir engel koymazlardı" denilerek cevap verilmiştir. Ancak bu, tartışmaya açık bir husustur. Çünkü bu, bir şeyin olmadığına dair şahitlik yapmaktır. Bunun yerine bu nama­zın bir asla (temel prensibe) dayandığı söylenebilir. Buna da şu şekilde cevap verilir: Sahihayn'da Enes'ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem onların evindeki bir hasırın üzerinde namaz kılmıştır. Yine Hz. Aişe'den radıyallahu anha rivayet edildiğine göre o bir baş örtüsünün üzerinde namazını kılardı.

İbn Hazm şöyle demiştir: Bu hadis neshedilmiştir. Çünkü hadiste bu duru­mun mescidin inşa edilmesinden önce olduğu söylenmiştir. Öyleyse bu durum hicretin ilk yıllarında olmuş olabilir. Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha sahih olarak nakledildiğine göre Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem ashabına arazilerde mescit yapılmasını ve buralara güzel koku sürülmesini ve buraların temiz tutulmasını emretmiştir. Bunu İmam Ahmed, Ebû Dâvud ve başkaları rivayet etmiştir. İbn Huzeyme ve diğer hadisçiler bu hadisi sahih kabul etmişlerdir. Ebû Dâvud ve diğer hadisçiler Semure'den şu fazlalıkla hadisi rivayet etmiştir: "...ve mescitleri temiz tutmamızı emretti."

Bu olay mescidin bina edilmesinden sonra olmuştur. İbn Hazm'ın nesh iddi­asına gelince bu, önce bunun caiz olmasını sonra da yasaklanmasını gerektirir. Oysa bu tenkide açıktır. Çünkü

Hz.Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem ve koyun ağı­lında namaz kılmaya izin verdiği, Müslim'in Câbir İbn Semure'den rivayet ettiği hadiste sabittir. Evet bu hadis koyun ağıllarının temiz olduğunu göstermez. An­cak bu hadiste deve ağıllarında namaz kılmanın yasaklanması da vardır. Şayet namaz kılmaya izin vermek temizliği gerektirseydi, deve ağılında namaz kılmanın yasaklanması deve idrarının necis olmasını gerektirirdi. Hiç kimse bu ikisi ara­sında bir fark olduğunu söylememiştir. İzin ve yasak, temizlik ve necasetle ilgili olmayan bir şeyden kaynaklanmaktadır ki bu da koyunun cennet bineklerinden olması, devenin ise şeytanlardan yaratılmasıdır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

19 Mart 2019 Salı

Hanımlara Özel 9 Temizlik ve İbadet Fetvası-Faruk Beşer


1. Tüy dökücü kremler kullanmak caiz mi?

Tıbben sağlığa zararlı olmayan kremlerle ya da ”hamam otu” denilen Kalsiyum+Baryum karışımı müstahzarla (nevra) kıl temizlemekte bir sakınca yoktur. Ancak ”fıtrat” hadisinde geçtiği gibi, güç yetirebiliyorsa, güzel olan, koltuk altını yolmak, kasıkları ise tıraş etmektir.

2. Ojeli parmakla alınan abdestle namaz kılınır mı?

Oje, tırnağa balık pulu gibi kapatmakta ve suyun temasına engel olmaktadır. Öyleyse abdeste de engeldir. Nitekim balık pulunun abdeste engel olduğu fıkıh kitaplarımızda açıkça zikredilmektedir.

3. Aybaşı halinden sonra gelen beyaz akıntı namaza engel midir? Namaz kılarken akıntı olursa namaz bozulur mu? Bu akıntıyı pamuk vs. ile engellemekte bir sakınca var mıdır?


Bu tür akıntılar kadınlarda bir dereceye kadar normal sayılır ve pamuk gibi bir şey (kürsüf) kullanmak suretiyle dışarı çıkması önlenebiliyorsa, kadın bununla özür sahibi sayılmaz. Yani bu tampon akıntıyı tuttuğu sürece istediği kadar vakit namazı kılabilir. Ancak dışarı (dış ferce kadar) çıkması halinde, abdest bozulmuş olacağından, namazda ise namazı da bozulur ve aktığı anı anlayabilmişse, konuşmadan ve başka bir işe bulaşmadan gidip abdestini alır ve namazına kaldığı yerden devam eder. Ama akıntı tamponla kesilemeyecek kadar çok ve sürekli ise, özür sahibi sayılır, her namaz için abdest alır ve akıntı sürmesine rağmen namazını böylece kılar.

4. İçindeki alkol bulunan deodorantları abdestli iken kullanarak ibadet yapabilir miyiz?

Önce hangi türden olursa olsun, vücuda ya da elbiseye alkol sürmüş olmanın abdesti bozmayacağını bilmek gerekir. Abdestin bozulması tamamen insanın vücudundan bir şey çıkmasına bağlıdır. Ancak insanın üzerinde ya da elbisesinde pis bir madde varken namaz kılması caiz değildir. Deodorant ve parfümlerdeki alkol Hanefi mezhebinin bazı imamlarına göre pis olan alkol türünden olmadığından namaza mani değildir. Ancak diğer mezheplere göre onlar da pis sayıldığı için, onların değdiği yeri dahi yıkayarak namazlarını kılanlar daha ihtiyatlı davranmış olurlar. Kolonya ve ispirto için de aynı şey söylenir.

5. Kullandığı kokunun erkek tarafından duyulması halinde kadının gusül abdesti alması gerekeceği doğru mudur?

Konu ile ilgili hadis-i şerifler;

”Bir kadın güzel kokular sürünür ve kokusunu duysunlar diye erkeklerin yanından geçerse, şöyle şöyledir.” (Tirmizi’deki ilaveye göre, yani zaniyedir.)

”Kokulanarak mescide çıkan bir kadının namazı, evine dönüp gusül için yıkandığı gibi yıkanmadıkça kabul olmaz.”

”Kadın mescide girmek istediğinde, kokusundan cünüplükten yıkandığı gibi yıkansın.”

İkinci ve üçüncü hadislerin zahir (kelimelerinin) manalarına bakıldığında, koku sürünerek camiye giden ya da gitmek isteyen kadının tam bir gusül abdesti alması gerekeceği anlaşılır. Oysa yine hadis-i şeriflerden öğrenilen gusül sebepleri (guslü farz kılan haller) bellidir ve kokulanmak onlardan birisi değildir. Öyleyse bunu Ali el-Kari’nin dediği gibi anlamak ve ”Koku bedenin her tarafına sürülmüşse her yerini yıkamalı, değilse, sürülen yerleri yıkamalı”, demek gerekir, ya da -Allahuâlem- bunda bir mecazi kullanım vardır. Yani üstünü başını o kadar iyi yıkamalı ki, adeta gusül yapmış gibi olmalı, diye anlamak lazımdır.

6. Kadınların dudakları, gözleri vb. boyalı iken namaz kılmaları caiz midir?

Abdestte altına su ulaşmışsa, boya pis bir madde ihtiva etmiyorsa namaza engel değildir. Yabancılara gösterilmesi ayrı bir şeydir ve günahtır.

7. Nafile oruç tutarken adet gören ve orucu bozulan kadın, bunun kazasını tutmalı mıdır?


Bozulan her türlü nafile orucun kazası gerekir.

8. Kaza oruç tutulmakta iken bozulursa, ona da kefaret ya da ayrıca kaza gerekir mi?

Kefaret ya da kaza gerekmez. Ancak tutmakta olduğu kazayı tamamlamamış olduğundan onu tekrar tutması gerekir.

9. Kadının tek başına Hacca gitmesi caiz midir?

”Allah’a ve ahiret gününe inanan hiçbir kadının, yanında mahremi yokken sefer müddeti yola çıkması helal değildir.” (Hadis-i Şerif, Buhari, Savm, 67)

”Beytullah’ı haccetmek, ona yol bulabilen insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.” (Kur’an-ı Kerim, 3/97)

Hanefi ve Hanbelilere göre beraberinde mahremi olmayan hiçbir kadın hiçbir surette hacca gidemez. Çünkü ayette geçtiği üzere kadının oraya yol bulabilmesi mahreminin bulunmasına bağlıdır.

Faruk Beşer; Genç Kızlara Özel Fetvalar

18 Mart 2019 Pazartesi

A'RAF SÛRESİ 26.-27. ayetlerin tefsiri


Ademoğullarının Dünyadaki İhtiyaçlarının Karşılanması Ve Şeytanın Fitnesine Karşı Uyarılıp Sakındırılması

26- Ey Ademoğulları, size çirkin yerle­rinizi örtecek bir giyimli ve bir de sizi süsleyecek elbise indirdik. Takva örtü­süne gelince, işte daha hayırlı olan odur. Bunlar Allah'ın ayetlerindendir. Belki öğüt alırlar.

27- Ey Ademoğulları, şeytan ana ve ba­banızı ayıp yerlerini kendilerine gös­termek için üzerlerinden elbiselerini nasıl soyarak cennetten çıkardıysa, sa­kın sizi de bir fitneye düşürmesin. Ger­çekten o da askerleri de sizin kendile­rini göremediğiniz yerden sizi görür­ler. Biz şeytanları iman etmeyenlerin velileri yaptık.

Açıklaması


Yüce Allah kullarına kendilerine ihsan etmiş olduğu elbise ve süs lütfunu hatırlatmaktadır. Elbise avret yerlerini örten şeyler, süs (er-rîş) ise kendisiyle süslenilen şeylerdir. Birincisi zaruri ihtiyaçlardan, ikincisi ise tamamlayıcı ve güzelleştirici unsurlardandır.

Ey Ademoğulları, sizin ve daha önceden atanız Adem'in üzerindeki nimeti­mi, benim sizin için hazırlamış olduğum avret yerlerinizi örtmeniz, süslenme­niz ve güzellikten yararlanmanız, sıcak ve soğuktan sakınmanız için hazırla­mış olduğum elbise ve süs gibi dünyevî ihtiyaçlarınız ile dinî ihtiyaçlarınızı karşıladığımı hatırlayınız. Bunların gökten indirilmiş olmasının anlamı, bun­ların hammaddesi olan pamuk, yün, tüy, ipek, kuş tüyü vb. ihtiyaç maddeleri­nin Allah tarafından yaratılmış olması, diğer taraftan bunların sanatı ve diki­minin de Allah'ın ilhamı ile gerçekleştirilmiş olmasından dolayıdır. Bu şekilde elbise ve süs nimetinin hatırlatılarak minnet edilmesi mübahlığa delildir ve bu da insanın süslenmeyi, insanlar önünde görünmeyi sevmesi şeklindeki fıtratı­na uygundur.

Yeni elbise giyilmesi esnasında hamd ve şükürde bulunmak sünnettir. Çünkü Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediğini riva­yet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Bana kendisiyle avretimi örte­ceğim, hayatımda kendisiyle süsleneceğim elbise giydiren Allah'a hamdolsun." Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) eski elbisesini alıp onu sadaka olarak verdi. O hayatta iken de ölümünden sonra da Allah'ın himayesinde, Allah'ın teminatın­da, Allah'ın koruması altındaydı." Yine İmam Ahmed Hz. Ali'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ı elbisesini giyerken şöyle buyururken din­ledim: "İnsanlar arasında kendisi ile süsleneceğim ve kendisiyle avretimi örteceğim süsü bana rızık olarak veren Allah'a hamdederim."

Daha sonra Yüce Allah, manevî olan takva elbisesinin maddî elbiseden daha üstün olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır: "Takva örtüsüne gelin­ce; işte daha hayırlı olan odur." Bu da İbni Abbas'ın dediği gibi, iman ve salih ameldir. Bunun güzel görünüş olduğu da söylenmiştir. Şüphesiz ki böylesi ye­rine getirildiği takdirde, sahibi için elbette hayırlıdır. Takva elbisesi, insanı Allah'a süs ve elbise türünden Allah'ın yarattıklarından daha çok yakınlaştırı­cıdır.

"Bunlar Allah'ın ayetlerindendir." Yani sözü geçen bu hususlar Allah'ın kudretine, lütfuna, kullarına olan merhametine delâlet eden ilâhî belgeler ara­sındadır. "Belki öğüt alırlar." Yani belki bu nimetler onları Allah'ın üzerlerin­deki lütfunu hatırlayıp şükretmeye, bu husustaki büyük nimeti bilip tanımaya, şeytanın fitnesinden uzak durmaya, avret yerlerini açmaktan uzak durmaya ehil hale getirebilir.

Daha sonra Yüce Allah Ademoğullarını İblis ve onun ortaklarından sakındırmakta, onlara insanlığın atası Hz. Adem'e eskiden beri devam edegelen düşmanlığını açıklamaktadır. Bu düşmanlığı dolayısıyla İblis Adem'i nimetler yur­du olan cennetten yorgunluk ve sıkıntı yurdu olan dünyaya çıkartmak için çalı­şıp gayret etmiş, edep yerlerinin açılmasına sebep olmuştur. Halbuki önceden edep yeri kendisine görünmüyordu. Bu tutum hiç şüphesiz kesin ve uzlaşmaz bir düşmanlıktan kaynaklanmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını ha­tırlatmaktadır: "Kendileri sizlerin düşmanı iken nasıl olur da onu ve onun so­yundan gelenleri beni bırakıp veliler edinirsiniz? Bu zalimler için ne kötü bir değiş-tokuştur!" (Kehf, 18/50).

Yüce Allah hatırlatma ve öğüt verme konumunda Arapça'nın üslûbuna uy­gun olduğu şekilde Ademoğullarına bir daha seslenerek şöyle buyurmaktadır: "Şeytan... sakın sizi de bir fitneye düşürmesin." Yani kendinizden gafil olmayınız. Şeytan sizi dinden alıkoymasın. Annenizi, babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de fitneye düşürmesin. O bakımdan şeytanın vesvesesine kulak vermeyin, takva ile kendinizi korumayı ihmal etmeyin. Her zaman Allah'ı anın, çünkü şeytanın fitnesi tıpkı anne babanızı fitneye düşürdüğü, onlara vesvese verdiği, Rablerine isyanı güzel göstererek Allah'ın kendilerine yasak kıldığı meyveden yemeleri üzerine nimetler yurdu olan cennetten onları çıkarttığı, yeryüzüne indirilmesine sebep teşkil ettiği gibi, sizin de cennete girmenize engel olabilir.

Şeytan Hz. Adem ile Havva'nın cennetten çıkmalarına sebep oldu. Aynı şe­kilde kendilerine edeb yerlerini, avret yerlerini göstermek için cennet yaprak­larından edindikleri elbiselerini de üzerlerinden çıkartmalarına sebep teşkil et­ti. Buradaki "kendilerine göstermek için" anlamındaki ifadenin başında gelen lam harfi nihayette varılan noktayı belirtmek içindir. Yani sonunda bu böyle oldu.

İblis'ten sakınınız. Çünkü o ve onun cinlerden olan askerleri, siz kendileri­ni görmediğiniz halde onlar sizi görürler. Görülmeyen düşmandan gelecek za­rar ise görülen ve açık düşmandan gelecek zarardan daha tehlikelidir.

Şeytandan korunmak ise, ondan Allah'a sığınmakla, ruhu Allah'a iman ile ve Allah'ın gözetimi altında olduğunu hatırda tutmakla güçlendirerek müm­kündür. Nefse karşı direnmek ve vesveselere kulak vermesini önlemekle, ayrı­ca vesvese geldi mi onu içinden kovmaya ve nefiste bıraktığı etkileri tasfiye et­meye çalışmakla mümkündür. Bu ise şeriatın kaidelerine, âdâb ve ahlâkına bağlı kalmak yoluyla gerçekleştirilir.
Daha sonra şeytanı, yine sakındırmayı pekiştirir ifadelerle bir daha söz konusu etmektedir. Yüce Allah şeytanları, ruhlarını arındıncı, amellerini İslah edici gerçek iman ile Allah'a iman etmeyen kâfirlerin yardımcısı ve destekçileri kıldığını beyan etti. Buna sebep ise onların şeytanın vesvesesini kabule hazır olmalarıdır. Tıpkı zayıf bedenlerin çabucak hastalanmaya hazır olmaları gibi. [11]



[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/462-464.

17 Mart 2019 Pazar

A'RAF SÛRESİ 10.ayetin tefsiri


Allah'ın Kulları Üzerindeki Nimetlerinin Çokluğu


10- Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik. Size orada geçimlikler yarattık. Ne kadar az şükrediyorsunuz!


Açıklaması


Yani Yüce Allah, "Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik" buyruğunda, yemin etmekte ve böylelikle nimetlerinin çokluğu ile kullarına olan lütfunu açığa çıkarmaktadır. Onlara yeryüzünü yerleşecekleri bir yer, bir karargâh kılmak suretiyle ve orada tasarrufta bulunma güç, iktidar ve yetkisi­ni vermek, yeryüzündeki türlü menfaatleri kendilerine mubah kılmak, onlara oradan rızıklarını çıkartabilmeleri için bulutu ve yağmuru müsahhar kılmak, orada da dağlar ve nehirler yaratmak suretiyle onlara olan pek çok nimetini, lütfunu hatırlatmaktadır.

Allah yeryüzünde insanlar için iki bakımdan geçimlikler yaratmıştır: Ya Yüce Allah'ın meyvaları ve başka mahsulleri yarattığı gibi, her şeyi bizzat ken­disi yaratmasıyla ya da yeryüzünde çalışmak, kazanmak, gerekli yollara baş vurmak veya ticaret yapmak yoluyla. Gerçekte bu ikisi de Allah'ın lütfu, O'nun güç ve imkân vermesi ile ortaya çıkabilmektedir. Nimetlerin çokluğu ise hiç şüphesiz itaati ve buyruklarına bağlı kalmayı gerektirir.

Fakat onların çoğu bununla birlikte bu nimetlere karşı pek az şükret­mektedir: "Ne de az şükrediyorsunuz!" Yani sizler benim size ihsan etmiş oldu­ğum bunca nimete karşılık çok az şükretmektesiniz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışa­cak olursanız mümkün değil, sayamazsınız. Şüphesiz insan çok nankördür." (İbrahim, 14/34); "Kullarım arasından çokça şükredenler pek azdır!" (Sebe, 34/13).

Nimete şükür, nimetlerin sahibi olan Allah'ı tam anlamıyla bilip tanımak­la olur. Ona lâyık olduğu şekilde hamd ve senada bulunmak, nimetlerin haklarını yerine getirmek ve bu nimetleri yaratılış sebeplerine uygun şekilde kullan­mak ve yönlendirmekle olur. Bunların yaratılış maksatlarına uygun olarak kullanılmaları ise Yüce Allah'ın haklarını tastamam yerine getirmek, insan azalarını hayır alanlarında Allah'ın rızası yolunda kullanmak, onları kötülük ve masiyetlerden uzak tutmakla olur. İşte bu anlamdaki bir şükür ile nimetler devamlılık arzeder ve insan mutlu olur. [5]


[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/443-444.

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

16 Mart 2019 Cumartesi

Meniyi Yıkamak Ve Ovalamak, Kadından Gelen Akıntıyı Yıkamak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

64. Meniyi Yıkamak Ve Ovalamak, Kadından Gelen Akıntıyı Yıkamak
229- Hz. Âişe 
radıyallahu anha şöyle demiştir: "Ben Resûlullah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) elbisesinden cünüplüğü yani meninin isabet ettiği yeri yıkardım, sonra elbi­sesinin yıkanan yerlerinde yıkama izi göründüğü halde namaza çıkardı. [Hadisin geçtiği diğer yerler:230,231,232]

230- Süleyman İbn Yesâr şöyle demiştir: Hz. Âişe'ye 
radıyallahu anha elbiseye bulaşan meni hakkında sordum. Bana şöyle dedi:

"Ben onu (meniyi) Resûlullah'ın 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) elbisesinden yıkardım. O, elbisesinin üzerinde yıkama izi, yani suyun ıslaklığı bulunduğu halde namaza çıkardı."

Açıklama

Buhari ovalama konusu ile ilgili hadis rivayet etmemiş, her zaman yaptığı gibi konu başlığında buna işaret etmekle yetinmiştir. Çünkü bununla ilgili Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha daha sonra zikredeceğimiz bir hadis rivayet edilmiştir.

Meni Necis midir, Temiz inidir?


Birinci görüş: Meni necis değildir.

Meni izinin yıkanması ve ovalanması ile ilgili hadisler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü meninin temiz olduğunu kabul ettiğimizde, "yıkama temizliği daha iyi sağladığından müstehaptır, ancak farz değildir" diyerek hadisleri ortak bir noktada birleştirebiliriz. Bu, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve hadisçilerin kabul ettiği hükümdür.

İkinci görüş: Meni necistir.

Meninin necis olduğu görüşünü kabul ettiğimizde de hadisleri şu şekilde bir­leştirmek mümkündür: Yıkama yaş olan menide, ovalama kurumuş olan meni­de söz konusudur. Hanefîler de hadisleri bu şekilde birleştirmişlerdir.

İki görüş arasında tercih 

Ancak İlk görüş tercihe daha layıktır. Çünkü bu görüşte, hem haber hem de kıyasa göre hareket edilmektedir. Zira necis olsaydı, kıyasa göre kan vb. neca­setlerde olduğu gibi ovalamak yeterli olmaz, yıkamak gerekli olurdu. Oysa me­ninin necis olduğunu kabul edenler kanın affedilmeyen miktarında ovalamayı yeterli görmemektedirler.

İkinci görüş şu şekilde de reddedilir: İbn Hüzeyme'nİn Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha bir baş­ka yolla rivayetinde şöyle denilmiştir: "Âişe radıyallahu anha , Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) elbisesindeki (yaş olan) meniyi ızhîr otunun kökü ile giderir sonra Hz. Pey­gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onunla namaz kılardı. Meni kuru İken eli ile ovalardı, sonra Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onunla namaz kılardı". Bu, her iki du­rumda da meninin yıkanmadığını göstermektedir.

İmam Mâlik ise ovalamayı kabul etmemiş ve şöyle demiştir: "Bizdeki uygu­lama, meninin diğer necasetler gibi yıkanmasıdır". Ancak ovalama ile iigili hadis, Mâlikîler aleyhine bir delildir.

Hz. Aişe'nin 
radıyallahu anha bu hadiste meniyi yıkadığını söylemesi, bunun farz olmasını ge­rektirmez.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

- Bu hadiste, hükümleri öğrenme maslahatı sebebiyle, kadınlara sorulmak­tan utanılan sorular sorulmasının caiz olduğu görülmektedir.

- Kadınlar kocalarına hizmet ederler.

- Buhârî bu hadisi, necasetin kendisi gittikten sonra izi vb.nin kalmasının za­rar vermeyeceğine delil olarak getirmiştir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

15 Mart 2019 Cuma

Kanın Yıkanması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

63. Kanın Yıkanması

227- Esma 
(radıyallahu anha) şöyle demiştir: Bir kadın Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ge­lerek: "Bizden birisinin elbisesi üzerine âdet kanı bulaşırsa ne yapsın?" diye sor­du.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Elbisesinin kan bula­şan yerini eliyle ovalasın, su dökerek tırnaklarıyla kazısın ve sonra su ile yıkayıp o elbiseyle namazını kılsın. [Hadisin geçtiği diğer yer:307]

Açıklama

Hattâbî ve Kurtubî burada kasdedilenin su serpmek olduğunu söylemişlerdir.

Kanaatime göre temiz olup olmadığında şüphe edilen bir şey üzerine su serpmenin hiçbir yararı yoktur. Çünkü şayet temiz ise zaten buna gerek yoktur, şayet necis ise su serpmekle temizlenmez. Bu konuda en güzeli Hattâbî'nin şu sözüdür: "Bu hadis, necasetlerin yalnızca su ile temizlenebileceğini, başka sıvı­larla temizlenemeyeceğini göstermektedir. Çünkü necasetlerin tümü kan hük­münde olup aralarında bir fark olmadığı konusunda icma vardır." Bu, yani necasetlerin yalnızca su ile temizlenebileceği hususu çoğunluğun görüşüdür. Bu konuda geniş açıklama Hayız bölümünde, "Kadın Âdet Gördüğü Elbise İçinde Namaz Kılabilir mi?" konusunda gelecektir.

228- Hişâm İbn Urve babasından o da Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şunu rivayet etmişlerdir:

Fâtıma binti Ebî Hubeyş 
radıyallahu anha Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! Ben istihazaya mübtela bir kadınım (kanım hiç durmaz), temizlenemem. Bu durumda namazı terk edeyim mi?" diye sordu.

Resûlullah 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: "Hayır (namazı bırakma). Bu yalnızca damar kanıdır, âdet kanı değildir. Âdet günlerine rastla­yan günlerde namaz kılma, fakat o günler bitince kanı yıka sonra na­maz kıl. Ondan sonra o vakit (yani âdet dönemin) gelinceye kadar her namaz için abdest al. [Hadisin geçtiği diğer yerler:306,320,325,331]

Açıklama

İstihâze, âdet dönemi bittiği halde kanın durmamasıdır. Böyle olan kadına "müstehâza" denir. Bu hadis, âdet gören kadının namaz kılmasını yasaklamak­tadır. Bu âdet döneminde namaz kılmasının haram ve kılması halinde de nama­zının geçersiz olması anlamına gelir. Bu konuda icma vardır.

Bu hadiste yer alan "kanı yıka" ifadesi başka hadislerde "gusül et" şeklinde gelmiştir. Bu konuda geniş açıklama Hayız bölümünde gelecektir.[320 nolu hadis]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

14 Mart 2019 Perşembe

EN'AM SÛRESİ 160.ayetin tefsiri


İyiliğin Mükâfatı Ve Kötülüğün Cezası

160- Kim bir iyilikle gelirse, ona onun on katı vardır; kim de bir kötülükle gelirse ancak misliyle cezalandırılır ve onlara haksızlık edilmez.

Açıklaması

Kıyamet gününde itaat türünden olan güzel haslet ve iyi amellerle gelen kimseye bu iyiliklerinin karşılığı olarak on misli verilecektir. Bu da Yüce Al­lah'ın adaleti, kullarına lütfü ve ihsanı kabilindendir. Fakat kimi zaman yapı­lan iyilik yedi yüz katına ve daha fazla pek çok katına katlanarak verilebilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda mallarını harcayanların misali her bir başakta yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tane gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah (bağışı) geniş olandır, en iyi bilendir." (Bakara, 2/261). Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a güzel bir ödünçle ödünç verecek kimdir? Allah da o ödüncü o kimseye pek çok misline katlayarak vere­cektir." (Bakara, 2/245); "Eğer Allah'a güzel bir ödünç ile ödünç verirseniz onu sizin için katlandırır." (Teğâbün, 61/17).

Bu farklılığın esas sebebi Yüce Allah'ın bu konudaki lütfü ile amelin Allah nezdinde yücelmesini sağlayacak şeylerle birlikte olmasıdır. Niyette ihlâs, amelin ecrini Allah'tan beklemek, iyi ve güzel davranışın gizli yapılması, kimi zaman da kendisine uyulsun diye açıktan yapılması, ümmetin menfaatinin araştırılması gibi.

Her kim bir kötülük işler yahut bir günaha irtikap ederse, onun için de kö­tülüğe benzer bir kötülükle ceza söz konusudur.

"Ve onlara haksızlık edilmez" yani bu durumda, ister iyilik yapanın ister kötülük işleyenin amelinden bir şey eksiltilmez. İyilik yapanların sevabından bir şey eksiltilmediği gibi, kötülük işleyenlerin de cezaları artırılmaz.

Nebevi hadis-i şerifte iyiliklerde farklılığın ölçüsü, kötülüklere de ceza yo­lu açıklanmış bulunmaktadır. Ahmed, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin İbni Ab-bas (r.a.)'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Aziz ve Celil olan Rabbiniz çok merhametlidir. Her kim bir iyilik yapmak ister de sonra bunu yapmazsa ona bir iyilik olarak yazılır. Eğer onu işleyecek olursa bu sefer o iyilik ona ondan yedi yüze ve pek çok kat fazlasına kadar yazılır. Her kim bir kötülük işlemek ister de sonra bunu işlemezse ona bir iyilik olarak ya­zılır. İşleyecek olursa bu sefer ona bir (kötülük) olarak yazılır yahut Aziz ve Ce­lil olan Allah onu siler. Allah'ın bunca lütfuna rağmen bir kimse yine de helak olursa işte büyük bir hayırdan mahrum kalan kişi odur." [48] Amellerin yazıl­ması ise melekler aracılığıyla Allah'ın onlara emir vermesi suretiyle gerçekle­şir. [49]

[48] Son cümlenin hadis-i şerifteki kelime kelime manası şöyledir: "Ve Allah'a karşı ancak he­lak olmuş kişi helak olur." Bu şekliyle tercüme ise, bu hadisin yer aldığı Müslim, İman, 203 v.d. numaralı hadislerde Muhammed Fuâd Abdülbaki'nin neşrinde Kadı Iyâd'dan nakledi­len açıklamalardan yararlanılarak yapılmıştır (Çeviren).

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/416-417.

13 Mart 2019 Çarşamba

KÜÇÜK NOTLARIM (19) :Salih kişi


-* Salih kişi; Fesadın, fitnenin, günahın her türlüsünden sıyrılarak hayatını idame ettiren kimsedir.

-* Salihlerden olabilmek için; Allah'ın hakkını vermek, insanların hakkını vermek, içi-dışı bir olmak ve her an daha iyi amel yapmaya gayret etmek gerekmektedir.

-* Salihler, kadere razı kimselerdir. Hata yaptıklarında tevbe eden ve iyilik yapan insanlardır. Her an hayırda yarışırlar.

-* Ya şehid, ya sıddık ya da salihlerden olmalısın. Hiçbiri olamazsan onlara benzemeye çalışmalı ve onları çok çok sevip onlardan olmak için çabalamalısın.

-* Şöyle dua edin: Allah'ım Senin sevdiğin şeyleri ve kişileri bana sevdir.

12 Mart 2019 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (18)


-* Mü'min toplum algısıyla değil, Allah-u Teala'nın emriyle hareket eder.

-* Mü'min; Allah kendisini sevsin diye O'nun sevdiği işleri seven kişidir. 

-* Kimsenin kıyamet kopmadan kimseye üstünlüğü yoktur.

-* Hiçbir sistem Allah'ın bizim için seçtiği Kur'an'dan daha iyi değildir.

-* Allah'ın kanunları dışında hiçbir ceza caydırıcı değildir.. Çünkü Allah manaya da hükmeder. İslam dini vicdanlara da hükmeder. Benim gibi biri bana kanun koyamaz.

-* Allah seçer. Allah'ın seçtiği mekanlara (Mekke, Medine, Kudüs, mescitler.. vs.), günlere (cuma, Kadir gecesi.. vs), zamanlara (Ramazan ayı, Zilhicce ayının ilk 10 günü, teheccüd vakti.. vs) bağlılığımız kadar Allah'a yakın oluruz.

-* Sıradan olmak en büyük afetimizdir.

11 Mart 2019 Pazartesi

Kürtaj yaptırmak caiz midir?


Soru:
Dört aylık olan çocuğu aldırmak caiz değildir deniyor, fıkıh kitaplarında. Ama bugün ultrasonla yapılan tesbitte dört aylık değil ellibeş günde insan şekline geldiği tesbit ediliyor. Alınamaz duruma geldiği söyleniyor. Eski tesbit mi yerinde, yoksa yeni tesbit mi?

Cevap:
Erkeğin spermi ile kadının yumurtası birleştikten, embriyo oluştuktan ve ana rahminde tutunup beslenmeye başladıktan sonra -ki, bu aşılanmadan kısa bir süre sonra olmaktadır- bu varlık (cenîn) insandır, onun bütün özellikleri ceninde belli olmuş, belirlenmiştir; onu almak, kürtaj yapmak insan öldürmektir ve asla caiz değildir. Kırkbeş gün, 120 gün sonraki durumlar, rahimdeki varlığın değişim safhalarından bazılarıdır, bu değişim/gelişim safhaları olmadan da o canlıdır ve insandır. Mesela hadis ve fıkıh kitaplarında, bir rivayette kırk beş, diğerinde 120 gün sonra cenine "ruhun üflenmesi"nden söz edilmiştir; bu ruhtan maksat can değildir; çünkü cenin (rahimdeki çocuk) bundan önce de (baştan beri) canlıdır. Bu üflenen ruh, mahiyetini insanların bilmediği ilâhî bir katkıdır. İnsanı insan yapan ve öldükten sonra da varlığı devam edecek olan unsur "nefis"tir, bu nefis insanla beraber yaratılır ve devamlı gelişir; iyi olur, kötü olur. Ruha gelince, bu üfürülmeden önce de, ölüm ile vücudu terk ettikten sonra da -onun dışında kalan- varlık insandır ve ona (rahimde iken canlı, öldükten sonra ölü) insan olarak bakılır, böyle muamele edilir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00104.htm

10 Mart 2019 Pazar

Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine İslâm dininde neden izin verilmiştir?


Çok eşlilik teorik olarak ya karının veya kocanın birden fazla olması ile gerçekleşir. Ancak bir ailede karının tek, kocanın birden fazla olması uygulaması tarih boyunca çok nadir olmuş ve ilâhî dinlerin hiç birinde meşru görülmemiştir. Kocanın tek, karılarının birden fazla olması ise hem tarihte daha çok görülmüştür. İslam'ın geldiği coğrafyada sınırsız olarak çok karılı aileler vardı; hem de dinler tarafından, bazı kayıtlar ve sınırlarla onaylanmıştır.
Kur'an-ı Kerim'in, birden fazla kadınla evlenmenin meşruiyetine, doğrudan buna yönelik bir ifade ile değil, bir başka münasebetle (yetimlerin hakkını korumaktan söz ederken) temas etmiş olması düşündürücüdür. Şöyle buyuruluyor: "Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin; çünkü bu büyük bir günahtır. Yetimlerin hakkına riâyet edememekten korkarsanız (bunların yakasını bırakın da) beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın; haksızlık etmekten korkarsanız bir tane kadın veya mülkiyetinizde bulunan cariye (ile yetinin); bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olandır (Nisa: 4/2-3).
İnsanoğlunun dünya hayatında mutluluğu bulabilmesi ve yaratılış amacını gerçekleştirmesinin maddi şartlar içinden ikisinin önceliği vardır: 

a) Aile ve cemiyet içinde sağlıklı, dengeli ve düzenli "karşılıklı ilişkiler", 
b) Adil ve makul bir "insan-servet ilişkisi". Nisa suresinin ikinci âyetinden altıncı âyetin sonuna kadar -birinci âyette önemle tavsiye edilen aile ve akrabalık bağlarına riâyetin tabiî sonuçları olarak- geniş ailede yetimlerin haklarından söz edilmiş, velisi ile yetim arasındaki şahsî ve malî tasarruf ilişkisi kaidelere bağlanmıştır. Aradaki iki âyette evlilik ve mehir konularına temas edilmiştir; ancak bu temas, yetimlerin hukuku ile ilgili kaideler koyma ve tavsiyelerde bulunma iradesinden doğduğu için "dolaylı" olmuştur. Yani meşhur teaddüd-i zevcat (birden fazla kadınla evlenme) izni doğrudan hüküm konusu olmamış, yetimlerin haklarını korumak için bir araç olarak "dolaylı yoldan" zikredilmiştir.
Âyetin dolayısıyle temas ettiği birden fazla kadınla evlenme imkân ve âdeti, İslâmın geldiği çağdan çok öncelere kadar uzanmaktadır. İslâm öncesi çağlarda Mısır, Hindistan, Çin ve İran'da, eski Yunan ve Roma toplumlarında, yahûdîlerde ve araplarda ya nikahlamak, yahut da evde veya evin dışında bir yerde dost tutmak suretiyle erkekler, birden fazla kadınla evlilik yapıyorlar veya evliliğe benzer ilişkiler yaşıyorlardı. Bu çağlarda birden fazla kadınla evlenmenin birden fazla sebebi mevcuttu. İslâmın geldiği bölgede özellikle köylerde ve dağ başlarında yaşayan bedevilerin çok kadınla evlenmelerinin baş sebebi, hem korunma, hem de çevresi üzerinde hâkimiyet sağlamanın güçlü ve muharip nüfusa ihtiyaç göstermesidir. Diğer sebepler arasında kırsal hayatın güçlüğü ve birçok emekçiyi gerekli kılması, kabileler arasında sürüp giden savaşların, yağma, baskın ve talan hareketlerinin çok sayıda erkek ölümüne sebep olması, bunun sonucu olarak da kadın-erkek arasındaki sayıca eşitlik dengesinin erkek aleyhine bozulmasıdır.
Şu halde İslâm bunu (teaddüd-i zevcat, poligamiyi) getirmemiş, mevcut uygulamayı belli şartlara ve hukuka bağlayarak devam ettirmiştir. Devam ettirirken de iki durumu birbirinden ayırmış gibidir: 
a)Henüz evlenmemiş olanlara -bu âyette- bir kadınla yetinmelerini tavsiye etmiş, birden fazla kadınla evli olanlar için adalete riâyet edememe tehlikesinin bulunduğunu, bundan uzak kalmanın en uygun yolunun ise bir kadınla evlenmek olduğunu dile getirmiştir. 
b) 129. âyette ise birden fazla kadınla fiilen evli olanlara hitap etmiş, birden fazla kadın arasında adalete tam riâyetin mümkün olmadığını bir kere daha hatırlattıktan sonra hiç olmazsa adaletsizlikte, farklı ilgi ve muamelede ölçünün kaçırılmamasını istemiştir. 129. âyette şöyle buyurulmaktadır: "Ne kadar üzerine düşseniz de kadınlar arasında adil davranmaya güç yetiremezsiniz; bari birine tamamen kapılıp da diğerini askıda imiş gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah'a itaatsizlikten sakınırsanız bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, engin rahmet sahibidir." Burada ne kadar istense, üzerine düşülse, gayret edilse de birden fazla eş arasında adil davranmanın mümkün olmadığı açık ve kesin bir ifade ile dile getirilmiştir. Bu gerçeklik karşısında beklenirdi ki Allah Teâlâ birden fazla kadınla evlenmeyi yasaklasın; ancak O, zaruretleri, mübrem ihtiyaçlar, fevkalade halleri bildiği için bunu yasaklamadı, kulların uygulamada zorlanacakları bir yasak hükmü yerine ikili bir tavsiye ile yetindi: 
a) Tek hanımla evli olanlar -aksine bir zaruret bulunmadıkça bununla yetinmelidirler; çünkü birden fazla kadınla evlenmeleri halinde haksızlıklar olacak ve bundan dolayı günaha girebileceklerdir. 
b) Fiilen birden fazla kadınla evli bulunan erkekler ise gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılık gibi insanın elinde olmayan durumlar ve farklılıklar dışında, objektif, ölçülebilir, maddî konularda kadınlarına eşit davranacak, biri ile evlilik hayatın fiilen yaşarken diğerini askıda (yalnız, ilgi ve ilişkiden dışlanmış, ihtiyaç içinde veya maddî bakımdan diğerlerinden aşağı durumda) bırakmayacaklardır.
İslâmın tek veya çok eşlilik konusundaki bu tavrı, resmen bir kadınla evlenmeyi âdet edinmiş ve kanunlaştırmış başka kültür ve din mensupları tarafından ele alınmış, şu itirazlar ve tenkitler ileri sürülmüştür:
a) Bir kadının üzerine bir başka kadınla evlilik yapıldığında eşler arasındaki karşılıklı sevgi ve şefkatin yerini nefret, kıskançlık, kin ve intikam duyguları alır. Bu duyguların etkisi altında kalan kadın aile içi vazifelerini ihmal eder, kocasından intikam almaya kalkışır, bunun için israftan kocasını aldatmaya kadar birçok olumsuz davranışlara sapabilir.
b) Tarih boyunca yaşanan tecrübe, kadınla erkeğin yaklaşık olarak eşit sayıda olduklarını ortaya koymaktadır; bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi bu tabiî ve fıtrî eşitliği, dengeyi bozmaktadır, tabiî olana aykırıdır.
c) Birden fazla kadınla evlenmeye izin vermek erkeklerin şehvete ve doyumsuzluğa sevkedilmesi, cinsi tatmine öncelik verilmesi sonuçlarını doğurur.
d) Evlilikte bir erkeğe karşı dört kadın dengesi, kadının şeref ve haysiyeti bakımından küçük düşürücüdür; İslâm bile şahitlik, miras gibi konularda bir erkeğe karşı iki kadın dengesini getirdiğine göre evlilikte dört kadın dengeyi bozmaktadır.
Yabancıların başlattığı, giderek bazı müslümanların da katıldığı bu tenkit ve itirazlara şu cevaplar verilmiştir:
a) İslâm duyguyu dışlamamakla beraber aileyi, duygu temeli üzerine değil, mantık ve fayda temeli üzerine kurmuştur. Bu tercih insanların duygularını öldürmeye değil, ikinci plana itmeye, aklın ve inancın kontrolüne vermeye yöneliktir. Duygular, meyiller ve psikolojik tavırların çoğu telkin ve eğitim ile oluşur ve değişirler; birden fazla kadınla evliliğin yaygın olduğu bir toplumda İslâm kadınının duygular ile tek kadınla evliliğin geçerli olduğu toplumlardaki kadınların -bu konu ile ilgili duygu ve eğilimleri- aynı değildir. Bu olgunun delili, kadın ve erkeğin zinası konusunda İslâm ve Batı toplumları arasındaki farklı anlayış ve tavır alıştır. İslâm kadınlar meşru nikahla evlenmiş kadınlara ve birden fazla kadınla evli erkeklere karşı fazla olumsuz tepki göstermezken, gerek kadının ve gerekse erkeğin karşı cins ile veya hemcinsi ile yaptığı zinaya, fuhşa karşı olumsuz bir tavır takınmakta, bu fiili şiddetle kınamakta, ayıp ve günah saymaktadırlar. Bu sosyo-psikolojik vakanın tabii bir sonucu olarak Batı toplumlarında zinanın her çeşidi daha fazla yaygınlık kazanmış, hatta meşrulaştırılmak üzere kanun teklifleri, hukukî düzenlemeler yapılmıştır.
İslâm topluluklarında ikinci eşler, kendi serbest iradeleri ile ikinci eş olmayı istemektedirler, birinci eşler de ortak istememeleri halinde, evlenme akdini yaparken bunu şart olarak ortaya koyma hakkına sahiptirler. Tarihî tecrübe İslâm ailelerinde, birden fazla kadının bulunması halinde israf, intikam zinası, aileye ait vazifelerin ihmali gibi davranışların nadir olduğunu göstermiştir. Kadınların ikinci eşi istememeleri doğumdan gelme (fıtrî, tabiî) bir kıskançlık duygusu yanında, belki bundan daha etkili olarak sosyal, psikolojik ekonomik ve hukukî amillere bağlı olarak edinilmiş (ârızî) bir şuur ve irade halinden kaynaklanmaktadır.
b) Tabiatın kadınla erkeği eşit kıldığı, birden fazla kadınla evlenmeye izin verildiğinde bu eşitliğin bozulacağı iddiası da gerçeğe uymamaktadır. Fizyolojik ve psikolojik olarak evliliğe hazır hale gelme bakımından kadınların önceliği vardır; sıcak bölgelerde kızlar dokuz yaşında bu olgunluğa erişirken erkeklerin onaltı yaşlarını beklemeleri gerekmektedir. Medenî denilen ülkelerde kızların, kanunî evlenme çağına gelinceye kadar bekaretlerini korumaları gittikçe daha zor ve nadir hale gelmektedir, bu da onların evliliğe daha önceden hazır duruma geldiklerinin bir başka delilidir. Buradan hareketle bir hesap yapıldığında şu sonuç çıkacaktır: Belli bir yılda onaltı yaşına girmiş bin erkek ve dokuz yaşına girmiş bin kız olsa, kanuni evlenme çağı olan yirmi beş yaşa kadar erkeklerden on nesil, kızlardan ise onbeş nesil biyolojik olarak evlenmeye hazır hale gelmiş olacaklardır, bu takdirde biyolojik büluğ bakımından kızların sayısı -farazi olarak- erkeklerinkinin iki katına da çıkabilecektir; bu vaka, tabiat eliyle (sünnetullah gereği) bir erkeğe iki kızın hazırlanmasını ifade eder.
Kadınların ortalama ölüm yaşları erkeklerinkinden uzundur, buna karşılık erkeklerin de çocuk sahibi olma yaşları kadınlarınkinden daha uzundur. Bu iki yaş ortalaması fark bir arada düşünüldüğünde ortalama olarak çocuğu olabilecek yüz erkeğe karşı çocuk yapabilecek elli kadın bulunur.
Başta savaş olmak üzere ölüm getiren olaylar daha çok erkek ölümü getirmektedir. Bu sebeple bazı büyük savaşların sonunda toplumda, kadınların evlenecek erkek bulamadıkları ve hükümetlerinden iki kadınla evliliğe izin talep ettikleri olmuştur.
Kadınlar ile erkeklerin eşit sayıda olduklarından hareketle poligaminin sosyal sıkıntılara yol açacağı iddiası ancak bütün erkeklerin veya çoğunun birden fazla kadınla evlenmesi durumunda düşünülebilir. Halbuki İslâmın ikinci kadınla evlenebilmek için koştuğu şartlar erkelerin çoğunda değil, azında gerçekleşmektedir. Yaşanılan tecrübe de poligaminin uygulandığı yerlerde kadın kıtlığının değil, tek kadınla evlenmenin kanunlaştırıldığı yerlerde bekar erkek kıtlığının yaşandığını ortaya koymuştur.
c) İslâmın kadınlar için getirdiği edep kuralları ve terbiye tarzı onların cinsi duygu ve güçlerinin -erkeklere nisbetle- daha az gelişmesi ve tahrik edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Ayrıca tabiatlar icabı yaşadıkları ay hali, gebelik, lohusalık, emzirme gibi haller evlilik hayatlarının üçte birinde onları cinsi hayattan uzak tutmaktadır. Bunlara bir de İslâmın, ümmet sayısının çoğalmasına verdiği önem eklenince gerekli durumlarda bir erkeğin, birden fazla kadınla evlenebilmesinin câiz kılınması kaçınılmaz olmaktadır. İslâm da bunu yapmış, birden fazla kadınla evlenmeyi menetmediği gibi, farz, vacib, müstehab da kılmamıştır.
İnsanlar menedildikleri şeye karşı düşkünlük gösterirler. Müslüman erkek fiilen evlenmese bile bir başka kadınla daha evlenme imkânının bulunduğunu bilerek bu "yasaklılık" psikolojisinden kurtulmaktadır.
d) İslâmın kadına nasıl değer verdiği, onun haklarının korunmasına nasıl itina gösterdiği hem dinî metinlerde, hem de örnek devirlere ait uygulamalarda açıkça görülmektedir. Birden fazla kadınla şartlara bağlı evlenme izninin, kadınların hakları ve değerleri ile olumsuz bir ilgisi yoktur; bu iznin gerekçesi yukarıdaki maddelerde açıklandığı üzere dinî, ictimaî, iktisadî, ahlâkî zaruretlere dayanmaktadır.
Uygulamada çok kadınla evli erkeklerin adaletsizliği, kumalar arasındaki geçimsizlik, böyle ailelerde evlerin cehennem çukuruna dönüşmesi, insanlar arasındaki güzel ilişkilerin çirkinleşmesi bir vakadır. Ancak bu çirkinliklerin ve kötülüklerin âmili kanun (şeriat) değil, onu uygulayan -daha doğrusu uygulamayan- müslümanlardır. Demokrasiyi ele alalım, Batı'da güzel sonuçlar verdiği halde Doğu'da adı mevcut, kendisi mefkuddur (yoktur). Birçok yerde demokrasi terkedilmiş, komünizme geçilmiş, bu defa onda insanlık için huzur, adalet ve saadet aranmıştır, ancak uygulama teoriye uymamış, onda da aradığını bulamayanlar yeniden demokrasiye geçer olmuşlardır. Şu halde bir hukukî, ictimaî, siyasî sistem hakkında doğru değerlendirme yapabilmek için sistemin kendisi ile uygulamayı birbirinden ayırmak, birinin kusurunu diğerine yıkmamak gerekmektedir.
Beşerî sistemler köklü değişikliklere uğratılarak amaca uygun hale getirilirler. İslâmda köklü değişim söz konusu değildir, onda değişmez kurallar vardır, ancak hangi kural olursa olsun uygulandığında tabiî olmayan bir olumsuz sonuç doğuyorsa uygulamayı durdurma imkan da mevcuttur. Bu cümleden olarak bir cevazdan (izinden, serbest bırakmadan) ibaret olan çok kadınla evlilik, genellikle kötüye kullanıldığı ve olumsuz sonuçlar doğurduğu takdirde islâmî yönetim tarafından engellenebilir; bu kanunu (şeriat) değiştirmek mânasına gelmez; bu, tıpkı şartlarını yerine getirememekten korkan ferdin tek kadınla evli kalmayı yeğlemesine benzer. Günümüzde bizde ve bize benzer toplumlarda tek kadınla evlilik örf ve âdet haline geldiği için bir kimsenin karısına kuma alması, birinci kadını, ondan olma çocukları ve çevresini, başka çağ ve toplumlarda olandan daha ziyade etkilemekte, üzmekte, perişan etmektedir. Bir müminin, insanlar bu kadar üzüntüye sokacak bir davranışta bulunabilmesi için zevkten başka sebepleri olmalıdır.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00098.htm

9 Mart 2019 Cumartesi

EN'AM SÛRESİ 108.-110.ayetlerin tefsiri


Putperestlerin İlahlarına Sövmenin Yasaklanması

108- Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz. Sonra onlar da Allah'a haddi aşarak ve bilgisizce söverler. İş­te böylece her ümmete amellerini hoş gösterdik. Nihayet dönüşleri yalnız Rablerinedir. O kendilerine ne yapıyor olduklarını haber verecektir.

109- Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle ye­min ettiler: "Eğer kendilerine bir ayet gelirse andolsun ona mutlaka iman edecekler." De ki: "Ayetler ancak Allah'ın indindedir." O ayet geldiği za­man da ona yine iman etmeyecekleri­nin farkında değil misiniz?

110- Biz ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini ve yüzlerini çe­viririz ve kendilerini azgınlık içinde şaşırmış oldukları halde terk ederiz.


Nüzul Sebebi

"Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz..." mealindeki 108. ayetin nü­zulü ile ilgili olarak Abdürrezzak şöyle demektedir: Bize Ma'mer, Katâde'den haber vererek dedi ki: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Kâfirler de buna karşılık Allah'a sövüyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz..." ayetini indirdi. Vâhîdî'nin Katâde'den nak­lettiği ibare ise şöyledir: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Bu se­fer onlar da Müslümanlara karşılık veriyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, Allah'ı tanımayan cahil bir topluluğun, rablerine küfretmelerine sebep teşkil etmelerini yasakladı.

İbni Abbas, el-Vâlibî'den gelen rivayete göre şöyle demektedir: Kâfirler de­diler ki: Ey Muhammed! Ya putlarımıza sövmekten vazgeçersin ya da biz de Rabbini hicvedeceğiz. Yüce Allah Müslümanlara onların putlarına sövmelerini yasaklayarak onların da bilgisizce ve hadlerini aşarak Allah'a sövmelerini ön­lemiş oldu.

"Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler..."
mealindeki 109. ayetin nü­zulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî de Muhammed b. KaTb, el-Kurazî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Kureyşlilerle konuştu, onlar da şöyle dediler: "Ey Muhammed! Sen bizlere Musa ile birlikte bir asanın bu­lunduğunu ve asayı taşa vurduğunu, İsa'nın ölüleri dirilttiğini, Semud kavmi­ne (Salih'in) dişi deveyi mucize olarak gösterdiğini söylüyorsun. Haydi sen de, seni tasdik edebilmemiz için bir takım mucizeler göster." Bunun üzerine Resu­lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizlere nasıl bir mucize göstermemi arzuluyorsu­nuz?" Onlar, "Safa'yı bize altına dönüştür" deyince, Resulullah (s.a.), "Peki, bu­nu yapacak olsam beni tasdik eder misiniz?" diye sordu. Onlar, "Allah'a yemin ederiz, evet" dediler. Resulullah (s.a) kalkıp dua etmeye koyuldu. Cebrail geldi, ona şöyle dedi: "Arzu ettiğin takdirde Safa altın oluverir, fakat o takdirde tas­dik etmeyecek olurlarsa şüphesiz biz de onları (toptan imha edecek şekilde) azaplandıracağız. Arzu ediyorsan aralarında tevbe edecek olanlar tevbe etsin diye, onları bırak." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) "Hayır, aralarından tevbe edecekler tevbe edinceye kadar onları terk ediyorum" dedi. Yüce Allah da, "Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler..." buyruğundan itibaren 115. ayetin so­nuna kadar inzal buyurdu. [2]

Açıklaması
Yüce Allah Rasulüne ve müminlere, müşriklerin ilâhlarına sövmeyi -bun­da maslahat olsa dahi- yasaklamaktadır. Çünkü onlara sövmekten, bu maslahattan daha büyük bir mefsedet ortaya çıkabilir. O da müşriklerin müminlerin ilâhına sövmek suretiyle karşılık vermeleridir. Halbuki O, "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır." Nitekim İbni Abbas da böyle demiştir.

Ey Müslümanlar! Müşriklerin Allah'ı bırakarak dua edip tapındıkları ilâhlarına sövmeyiniz. Çünkü belki bu müşriklerin, Yüce Allah'ın kadir ve aza­metini bilmediklerinden dolayı müminleri daha bir öfkelendirmek için sövmekte haddi aşarak, haksızlığa ve zulme saparak, Yüce Allah'a sövmelerine sebep teşkil edebilir. İşte bu şunu da göstermektedir ki, itaat yahut maslahat eğer bir masiyete veya mefsedete götürüyor ise terk olunur. Yüce Allah Musa ve Harun'a Firavun ile konuşmaları esnasında yumuşak olmalarını emretmiştir: "Siz ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki öğüt alır, yahut (Allah'tan) korkar." (Tâ-Hâ, 20/44).

Yüce Allah bu topluluğa putlara sevgi beslemeyi, onların yardımına koş­mayı süslü gösterdiği gibi, her bir ümmete de küfür ve sapıklık gibi kötü emel­lerini süslü göstermiştir. Yani bu, Yüce Allah'ın yarattıkları arasındaki sünne­tidir. Onlar taklit ve bilgisizlik üzre yahut bilgileri olduğu halde ve inattan do­layı izledikleri âdet ve geleneklerini güzel görürler. Allah da böylelerini kendi halleriyle başbaşa bırakır.

Bu süslü gösterme, herhangi bir zorlama veya cebr söz konusu olmaksızın onların tercihlerinin bir neticesidir. Yoksa Allah, diğer müminlerin kalplerinde imanı ve hayrı süslü gösterdiği gibi, bunların da kalplerinde küfür ve şerri süs­lü görmeyi yarattığından dolayı böyle değildir. Aksi takdirde iman, küfür, hayır ve şer doğuştan gelen kevnî bir durum olur. Artık böyle bir durumdan sonra müşrikleri düzeltmeye yapılacak çağrı bir çeşit abes iş olur ki, Allah böylesinden münezzehtir. Değilse, sevap, ceza, peygamberlerin gönderilmesi ve kitapla­rın indirilmesi de anlamsız bir iş olur, adaletin gereği bir şey olmaktan çıkardı.

Dünya hayatında onlar kendi halleriyle başbaşa bırakılmışlardır, ancak ölümün akabinde ve diriltilecekleri vakit rablerine ve işlerinin mutlak maliki­ne döndürüleceklerdir, başkasına değil. O da amellerinin karşılıklarını onlara verecektir; hayır ise hayır, şer ise şer. Bu ise bir uyarı ve tehdittir.

Bu müşrikler Allah'ın adıyla öyle tekit edilmiş yeminlerde bulundular ki, bundan daha güçlü yemin adeta olmaz: Andolsun ki eğer kendilerine maddî bir mucize ve kendilerinin teklif ettikleri kevnî ayetlerden harikulade bir mucize gelecek olursa, şüphesiz onun Allah tarafından geldiğini senin de Allah'ın rasulü olduğunu tasdik edeceklerdir. Bu, onların inatçı bir kavim olduklarına işa­rettir. Çünkü onlar bu Kur'an-ı Kerim'in mucize özellikli olduğunu hiç bir şekil­de görmüyorlardı. Onların hedefi ise ancak mucize talebinde bulunmak sure­tiyle tahakküm etmekten başka bir şey değildi.

Ey Muhammed! Doğru yolu bulmak ve bu yolun kendilerine gösterilmesi amacıyla değil de işi yokuşa sürmek, inat ve küfür maksadıyla senden mucize­ler isteyen şu kimselere de ki: Bu mucizeyi göstermek Allah'a aittir. Bunları göstermeye gücü yeten O'dur. Dilerse bu mucizeleri size gösterir, dilerse sizi halinize bırakır ve O, ancak hikmet gereği onları indirir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın izniyle olmadıkça hiç bir peygamberin kendili­ğinden bir ayet (mucize) getirmesi mümkün değildir." (Mü'min, 40/78)

Daha sonra Yüce Allah, peygamberine iman etmeleri için müşriklerin tek­lif ettiklerinden bir mucizenin getirilmesini temenni eden müminlere şöyle hi­tap etmektedir: Onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Yani bu muci­zelerin onlara gösterildiğini var saysak dahi, bunlar yine de kendilerine mucize geldiğinde iman etmeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah ezelden beri onların iman etmeyeceklerini bilmektedir: Ben biliyorum ki, onlara bu ayetler geldiği takdir­de onlar iman etmeyeceklerdir, siz ise bilmiyorsunuz.

"Biz ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini çeviririz." Kalple­rini hakkı idrak etmekten, imanı kavramaktan, gözlerini de O'nu görmekten çevireceğiz. Kendileriyle o hak arasına engel olacağız, onlar da onu idrak ede­meyecekler. Onlara her türlü ayet (mucize) gelecek olsa dahi yine iman etme­yeceklerdir. Nitekim ilk defa kendilerine Kur"an-ı Kerim ve daha başka, karşı koymakta acze düştükleri bir çok mucizeler geldiği vakit de kendileriyle iman arasına engel koymuştuk. Buna sebep ise onların gerçekleri idrak etmekten büsbütün yüz çevirmiş olmalarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz onlara gökten bir kapı açsak ve ondan yukarı çıksalar elbette "Şüphe­siz bizim gözlerimiz döndürüldü. Hatta biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyecek­lerdir" Hicr, 15/14-15).

Gerçek şu ki, Kur'an-ı Kerim'de yer alan aklî ve ilmî delillerin ikna etme­diği bir kimseyi gözüyle göreceği maddî mucizelerde ikna etmeyecektir.

Aynı şekilde siz, onları azgınlıkları içerisinde bırakmayacağımızı nereden biliyorsunuz? Yani biz onları kendi hallerine bırakacağız. Tuğyandan, azgınlık etmekten yani hadlerini aşmaktan onları alıkoymayacağız. Onları işittikleri ve gördükleri ayetler hususunda, taşkınlıkları içerisinde şaşkın ve tereddüt içeri­sinde bırakacağız. Acaba bu apaçık bir gerçek midir, yoksa aldatıcı büyü mü­dür diye karar veremeyecekler. [3]


[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/307-308.


[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/308-310.

7 Mart 2019 Perşembe

Her yiğidin bir sürçmesi olur


..İnsanlar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, Resulüllah dışında hiç kimsenin söyledikleri tartışmasız din değildir ve önemli olan insanlara bizim verdiğimiz büyüklük değil onların Allah katındaki gerçek büyüklüğüdür. Onu da biz bilemeyiz. O halde biz Allah’ın dininden aldığımız ölçülerle hareket etmek zorundayız. 

..Onlara Hz. Ali’nin şu çok meşhur sözünü de ekleyelim: ‘Hakikati insanlarla tanımayın, önce hakikati tanıyın ki, insanları onunla tanıyabilesiniz’. Yani hiç kimse tek başına hakikatin her bakımdan ölçüsü olamaz. O şöyle söylüyor, şöyle düşünüyor, şöyle yaşıyor, şöyle giyiniyor, o halde doğru olan budur denemez. En nihayet o böyle diyorsa düşünmeye değer diyebiliriz o kadar.

Resulüllah dışındaki insanları konuşuyoruz. Diyelim bunların Allah katında en büyüğünün filan zat olduğunu bilmiş olalım. Bu çok büyük özellik bile onun bütün söylediklerinin doğru olmasını gerekli kılmaz. Dediğimiz gibi o bir referans olabilir ama hakikatin yegâne ölçüsü olamaz. Bu kanunu Allah elbette bilerek böyle koymuştur. Dolayısıyla mesela, Gazali diyorsa doğrudur diyemeyiz ama Gazali diyorsa doğru olma ihtimali fazladır diyebiliriz. Eğer hakikat arayıcısı isek söz onun da olsa, Kitaptan ve Sünnetten delilini bilmeliyiz. Ben bunu yapabilecek güçte değilim diyenlerimiz olabilir, ama hepimiz bunun böyle olması gerektiğini bilmek zorundayız. Avam, Gazali bunu böyle söylüyorsa ben artık bunu tartışmam da diyebilir, bunda bir sakınca olmaz, ama ilimden behresi olanlar böyle söyleyemezler. Çünkü Allah (cc) ‘Yaşayan da bir delille yaşasın, ölen de bir delille ölsün’ buyurur.

Herkesin kendine göre büyük saydığı mesela mezhep imamları, büyük müfessirler, İbn Arabi, İmam Rabbani, Mevlana, Said Nursi ve benzerleri hep böyledir. İslam’ı anlamak için bunlardan biri merkeze alınarak İslam sadece onun anlattıkları ile yeniden anlaşılıp anlatılamaya kalkışılamaz. Kişiler üzerinden İslam oluşturma fırkalaşmaya, dinin şaftının kaymasına, beşerîleştirilmesine, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi mecrasından çıkarılmasına sebep olur. Genel manzaranın da böyle olduğunu görüyoruz. Anlamak ve anlatmak için büyük zatların bize sundukları hazır bilgilerden yararlanırız, bunlar birer nimettir, rahmettir ama onların tarihsel, ya da hakikate uygun olmayan görüşlerinin olabileceği varsayımı, diğerlerine göre daha az olsa da, hep hesaba katılmalıdır.

Aslında gerçekten büyük olan zatlar da bunun böyle olması gerektiğini hep dile getirmişlerdir, ama onları sevenler onların bu kabil ifadelerinin bir tevazudan kaynaklandığını söyler, aslında onların her şeyi bildiğini sanır ve onları hep dinin merkezine koyarlar. Tabii ki, bu aynı zamanda Resulüllah’ın merkezden çıkarılması anlamına gelir. Onların kendi şartları için doğru olan bazı görüşlerinin, bizim şartlarımızda doğru olamayabileceği de ayrı bir husustur.

Ne kadar büyük âlim olursa olsun, her insanın özel eğilimleri, ihtisas alanı, duygu dünyası, bilgi ve tefekkür kapasitesi, hatta zaafları vardır. Birisi düşüncelerinde hep mantık ve tefekkür örgüsünü merkeze alırken, bir diğeri gönül bağlarını, takvayı, hatta veraı, bir başkası daveti, cihadı ve eylemi, ya da infakı ve yardımı, bir diğeri sufiyane bir işrakı, ya da şairane bir marifeti yahut bunun tam aksine hiç esnetilemez fıkıh kurallarını ilminin, eyleminin ve hayatının kıstası haline getirmiş olabilir. Bu ve benzeri eğilimlerden birinde olan bir âlimi seven ve ona tabi olan bir mümin, İslam’ı onun söylediğinden ve yaşadığından ibaret sanırsa, diğerlerini reddeder ve onun dışındakilerin hep yanlış olduklarını düşünür. Oysa İslam bütününde bunların hepsinin yeri vardır, olmalıdır ve bunların her birinden yerinde yararlanılmalıdır..

..Bu gerçek kavrandığında bazı kardeşlerimizin her fırsatta fıkhın katı kurallarıyla bu iş olmaz, gönül gerekir, metafizik gerekir, estetik zevk gerekir demelerinin, işte o bir noktada durup düşünmekten kaynaklandığını anlamış oluruz. Bu iş cihat çığırtkanlığı ile olmaz, oturup zikir çekmekle olmaz deyip, kategorik olarak bunları reddedenlerin durumu da bundan farklı değildir. Resulüllah’ın toplumunda ilmin, tefekkürün, cihadın, zikir ve zühdün temsilcileri hep vardı. Önemli olan İslam binasının yeniden kurulması için neye ne kadar yer vermemiz gerektiğinin bilinmesi meselesidir. Bizim duvarcıya da, sıvacıya da, marangoza da, mimara ve mühendise de ihtiyacımız vardır.

O halde büyüklerin sözlerine böyle bakmalıyız.

6 Mart 2019 Çarşamba

Büyük zatların söylediklerinin dini değeri


Bazen bize İslam büyüklerinin sözleri nakledilir ve bunların bağlayıcılığı konusunda kafalar karışabilir..

Dinin sahibi Allah’tır. Allah dinini vahiy ile Resulüllah’a bildirmiş ve onun vasıtası ile bize de öğretmiştir. Resulüllah sıradan bir insan değildir, vahyi anlayıp doğru uygulayacak özelliklerde yaratılmış ve onun uygulaması sürekli Allah’ın kontrolünde gerçekleştirmiştir. Buna onun ontolojik farklılığı diyebilirsiniz. Böylece Resulüllah’ın bu hatasız uygulaması da dinin, Kuranıkerim’e bağlı/mecazen bir kaynağıdır. O halde bu ikisi esastır ve din budur.

Bu iki kaynakta bulunmayıp, ulemanın onlardan anladıkları ise, her zaman bağlayıcı olmasa da yine de dindir. Çünkü bizim bu iki asıl kaynağı uygulayabilmemiz onları doğru anlamamıza bağlıdır. Bunu da ancak bilenler, yani âlimler yapabilir.

Âlimlerin görüşlerinin bu iki kaynaktakinden farkı şudur: Başka âlimler onların görüşlerine itiraz edip doğrusu öyle değil böyledir diyebilirler. Yine de onların anlamaları sıradan görüşler olmadığı için onlara ‘içtihat’ diyoruz. İçtihat denen anlama belli bir bilgi ve amel seviyesinin, cehdin, dikkatin, gayretin ve mücadelenin ürünüdür. Bu sebeple içtihat büyük bir seviyedir, çok az kişiye nasip olur, ancak ilke olarak buna kadın erkek her mümin ulaşabilir, yani müçtehidin ontolojik bir farklılığı yoktur.

Kuranıkerim’in bize olduğu gibi ulaştığı konusunda tereddüt yoktur. Onunla ilgili mesele sadece doğru anlaşılması meselesidir. Sünnetin ise bize olduğu gibi ulaşıp ulaşmadığı da ayrı bir anlama meselesidir ve âlimlerin öncelikli görevlerinden biri bunu tespit etmektir. Resulüllah’a nispetinin sıhhati tespit edilmeyen ve hadis diye nakledilen sözler zaten din olarak görülmez. Dolayısıyla bazı işi bilmezlerin, ‘bu kadar zayıf ve uydurma hadis var, bunları nasıl din kabul edebiliriz’ demeleri anlamsızdır. Çünkü dinin kaynağı Kitap ve Sünnettir derken kastedilen zaten onlar değildir.

Resulüllah’tan sonra, sahabe dâhil bütün insanlar hata edebilir. Ne var ki, dini kaynaklarıyla bilen ve yaşayan bir âlimin hata nispeti ile bizimki aynı olmaz. Biz yüz görüşümüzden yirmisinde hata edersek, öyle bir âlim belki sadece birinde hata eder. Varsa onun hatasını da başka âlimler düzeltir.

Bunun anlamı şudur; Resulüllah’ın dışında hiç kimsenin söyledikleri bizi mutlak olarak, yani kesinkes ve hiçbir şart aranmaksızın bağlamaz. İmam Malik’in Resulüllah’ın kabr-i şerifine işaret ederek söylediği gibi; ‘şu kabrin sahibinden başka söylediklerinin hepsine uyulması gereken bir insan yoktur’. Ancak en başta sahabenin âlim olanları olmak üzere, müçtehit âlimlerin anlayıp söyledikleri, doğruya isabet bakımından zannın üzerine çıkıp kesine yakın bilgi oluşturduğu için, dini olanı anlamada onların söylediklerine itibar etmek de yine dinin ve aklın gereğidir.

Diğer yönden bu ümmet Resulüllah’ın sünnetini olduğu gibi tespite verdiği önemi, başka hiç kimsenin söz ve davranışlarını tespite vermemiştir. Tarihi olaylar ise sünnetle ilgileri ölçüsünde değerli görülmüş ve Sünnete uygulanan tespit kıstasları ancak bu sebeple onlara da uygulanmıştır. Bu konuda İslamî ilimler geleneğinde şu kurallar meşhurdur:

SAHİH OLMAYAN SÜNNET BİZİ BAĞLAMAZ

Siyer, tarih ve tefsir kitaplarından hadis alınmaz. Tabii ki bu, onlardaki hadisler reddedilir anlamında değildir, hadisin sırf onlarda olması delil olması için yeterli olamaz, ayrıca sıhhatine bakılmalıdır demektir.
Elbette bir söz değerini, söylenen kadar söyleyenden de alır. Aynı bir sözü bizim söylememizle, mesela Hz. Ömer’in söylemiş olması aynı şey değildir. Bu yüzden bazı sözlerin, onlara dikkati artırmak için bazen büyük zatlara nispet edilmiş olduğunu da hesaba katmamız gerekir.

Bu sebeple; Hz. Ömer şöyle der, Ebu Hanife, Şafii, Gazali vb şöyle söyler diye duyduğumuz bilgileri değerlendirmede tavrımız şu olmalıdır: Önce bu zatlar kendilerine nispet edilen bu sözleri gerçekten söylemişler midir? Eğer söz kendi yazdıkları kitaplarda varsa bu, onu söylediklerine dair önemli bir delildir. Yine de imla hatası yapılmış olabilir, kitaplarının farklı nüshalarına da bakmak gerekebilir. Kitaplarında yok, ama hadis nakli kıstaslarına denk bir senetle kendilerine ulaştırılıyorsa sözü yine onların söylediğini kabul ederiz. Bu durumda söz hata ihtimali bize göre çok az olan birisinden sadır olma özelliği taşır ve sıradan sözlere göre değer kazanır. Ancak bu değer Kuranıkerim’e ve Sünnete aykırı olmaması şartına bağlıdır. Onların sözlerinde de bu ihtimal, diğerlerininkine göre az da olsa vardır. Bu sebeple yine de onu şaşmaz din olarak göremeyiz..