12 Ocak 2019 Cumartesi

Tarihte helâk olan toplumlar


Tarihte helâk olan toplumlar... Kaç tane kavim veya topluluk, nerede, nasıl ve hangi sebeple helak olmuştur?
Tarihi süreçte zaman zaman yolunu şaşıran insanoğluna Allah Teâlâ tarafından çeşitli rasüller ve nebiler gönderilmiştir. Bunlar arasında isimlerini bildiklerimizin sadece beş tanesi Arap ırkındandır. Diğerleri ise başka ırklara mensup peygamberlerdir.


Konuyla ilgili hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:

Kur’an’da isimleri yer alan peygamberlerin beş tanesi Araptır. Bunlar; Hz. İsmail aleyhisselâm, Hz. Şuayb aleyhisselâm, Hz. Salih aleyhisselâm, Hz. Hûd aleyhisselâm ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemdir.

Onların hepsi, Arapların yaşadığı bölgelerde peygamber olarak görev yapmışlardır. Kavimlerinin hemen hemen tamamı helak olan Hz. Şuayb, Medyen bölgesinde; Hz. Salih, Hicr bölgesinde; Hz. Hûd ise Ahkâf bölgesinde yaşamıştır.

Âd, Semûd ve Şuayb kavimlerinin helaki, Sebe’ kavmini perişan eden Arim Seli, Ashâbu’l-Uhdûd hadisesi ve Fil olayı, Arap toprakları olarak bilinen Bilâdü’l-Arap’ta meydana gelen helak hadiseleridir.

Musa aleyhisselâm’ın düşmanları olan Firavun ve adamlarının helaki ile Karun ve Haman’ın yok edildiği yer, Mısır topraklarıdır.

Lût kavmini yok eden o dehşetli felaket ile helak yerine daha hafif bir cezaya çarptırılan İlyas aleyhisselâm kavmi’nin başına gelenler, Bilâdü’ş-Şâm topraklarında meydana gelmiştir.

Nuh kavminin helaki, İbrahim aleyhisselâm’in muarızı Nemrut ve adamlarının yok edilmesi ve Allah Teâlâ’nın gazabına uğramaktan son anda kurtulan Yunus kavminin başından geçenler ise Irak topraklarında meydana gelmiştir.

Helak olan kavimlerde olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan her bir peygamberi diğer peygamberlerden ayıran özel bir vasıftan söz etmemiz mümkündür.

Örneğin En’âm Suresinde toplu olarak zikredilen peygamberlerin her birinin ayrı bir karakterde oldukları ve bir ilki temsil ettiklerini görmekteyiz.

Buna göre Hz. Nuh, puta tapanlarla uğraşan ilk peygamberdir.

Hz. İshak ve Hz. Yakup, bütün İsrailoğullarına gelen peygamberlerin aslıdır.

Hz. Davut ve Hz. Süleyman mülk ve saltanat ile seçkin, Hz. Eyyüb ve Hz. Yusuf imtihan ve güzel sabır ile diğer peygamberlerden ayrılmaktadır.

Hz. Musa ve Hz. Harun aciz bırakma kuvveti, heybet ve ezici güç, kitap ve özel işaret ile seçkin; Hz. Zekeriya, Hz. Yakup, Hz. İsa ve Hz. İlyas ise zühd, ruhaniyet ve fedakârlıkta örnek olmuş peygamberlerdir.

Bunun gibi, helak edilen her bir birey ve kavim de diğerlerinden farklı özellikler taşıyan ve işledikleri fiiller bakımından insan nesli içerisinde o çirkinlikleri yapan ilkler olmaları vasfına sahiptirler.

Burada insanlık tarihini üç döneme ayırmak mümkündür. Ayrıca kavim ve bireylerin helak oluşunu, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öncesinde ve sonrasında olmak üzere iki kısımda incelenebilir.

Kur’ân-ı kerim’e göre insanlık tarihinin dönemleri:

Kurûn-u Ûlâ (İlk Nesiller): Hz. Âdem aleyhisselâmdan Hz. Musa aleyhisselâm döneminde Firavun’un helak edilmesi ve Tevrat’ın indirilmesine kadarki zaman dilimi.

Nuh Kavmi, Nuh Aleyhisselem

Ashâbu’r-Res, Kur’an’da, Nûh, Âd ve Semûd kavimleriyle birlikte peygamberlerini yalanladıkları ve bu yüzden helâk edildikleri belirtilmekte, bunun dışında bir bilgi verilmemektedir.

Âd Kavmi, Hud Aleyhisselam

Semûd Kavmi, Salih Aleyhisselam

Lût Kavmi, Lut Aleyhisselam

Şuayb Kavmi (Medyen Halkı ve Eykeliler), Şuayb Aleyhisselam

Kurûn-u Vustâ (Orta Nesiller): Firavun’un helak edilmesi veya Tevrat’ın indirilmesinden Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleminin gönderilmesine kadarki zaman dilimi.

Ashâbu’l-Karye: Karye Ashâbı, köy ya da şehir halkı anlamına gelen Kurânî bir tabirdir. Yâsin suresinde geçen "Ashâbu’l-Karye" tabiriyle Antakya’da yaşamış bir topluluk anlatılmak istenmiştir. Allah, bu şehir halkına önce iki, sonra üç elçi göndermiştir. Onlar kendilerinin Allah tarafından gönderilen elçiler olduğunu söylediklerinde oranın halkı: "Hayır siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. " (Yâsîn, 36/15) deyip, onları yalanladılar. Hatta onların, beldelerine uğursuzluk getirdiğini, çekip gitmezlerse taşa tutacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Karşılıklı süren bu konuşmalar sırasında bir kişi şehrin öbür ucundan koşarak yanlarına geldi ve karye halkına bu elçilere inanmalarını söyledi. Gerçekleri çok mantıklı sözlerle dile getiren bu zatı o azgın kâfirler hemen öldürdüler. Kendilerine iman etmemekte direndikleri bu 3 elçi, oradan uzaklaşır uzaklaşmaz onları kuvvetli bir ses, bir haykırma yakaladı. Bu sesle yok olup gittiler.

Sebe’ Kavmi (Seylü’l-Arim): Kur’ân-ı Kerîm’de iki sûrede Sebe’den söz edilir. Neml sûresinde (27/20-44) danışma meclisi bulunan bir kadın hükümdarın yönettiği Sebe’nin zengin ve güçlü bir ülke olduğu, halkının güneşe taptığı, Hz. Süleyman’ın bu melikeye elçi göndererek onu ve halkını müslüman olmaya çağırdığı, meseleyi barış yoluyla halletmeye çalışan melikenin Kudüs’e gidip Süleyman’la bizzat görüştüğü ve bu görüşme sırasında onun cismanî ve ruhanî gücü karşısında gerçek bir peygamber olduğunu anlayıp kendisine iman ettiği ve hâkimiyetini tanıdığı anlatılır. Tarih ve tefsir kaynaklarında Hz. Süleyman’ın onunla evlendiği veya Hemdân melikiyle evlendirip görevinde bıraktığına dair rivayetler yer alır (bk. BELKIS). Adını bu toplumdan alan Sebe’ sûresinde ise (34/15-21) maddî refaha sahip güçlü Sebe toplumunun bunca nimete rağmen şeytana uyup Allah’a kulluktan yüz çevirdiği ve bu sebeple büyük bir sel felâketiyle (Arim seli) cezalandırıldığı, verimli arazilerinin çorak topraklara, türlü nimetlerin mahrumiyetlere dönüştüğü belirtilmektedir. Tarihçiler, seddin yıkıldığı zaman hususunda milâttan önce IV. yüzyıl ile milâdî VI. yüzyıl arasında değişen tarihler vermektedir. Bu farklılık felâketin muhtelif zamanlarda tekrarlanmış olmasıyla da açıklanabilir

Ashâbu’l-Cenneh (Bahçe Sahipleri): Kalem Suresi 68/17–32 ayetler arasında uzun uzadıya bahsedilen konu; kardeşlere babalarından miras kalan cennet timsali bir bahçenin kadir ve kıymetini bilmemeleri ve bu nimeti kendilerine ihsan eden Allah’a karşı nankörce bir tavır sergilemeleri sebebiyle, onun ellerinden alınarak nimetten mahrum bırakılmalarıyla ilgilidir. Asırlar önce bahçe sahiplerinin başına gelenlerin, Araplar tarafından da bilindiği söylenmektedir.

Ashâbu’s-Sebt: Ashâbu’s-Sebt’in cezalandırılma konusu, ağırlıklı olarak A’râf Suresinde438 olmak üzere ayrıca Bakara439 ve Nisâ440 Surelerinde de yer almıştır. Cumartesi gününün sahipleri (Ashâbu’s-Sebt) denilince ilk akla gelen kimseler Yahudilerdir. Ancak Kur’an’da Ashâbu’s-Sebt tabiri geçtiğinde akla tüm Yahudiler değil de, cumartesi gününün kutsiyetini ihlal ettikleri için Allah’a isyan etmiş olan ve bu nedenle de maymuna ve domuza dönüştürülen Yahudiler gelmektedir.

Ashâbu’l-Uhdûd: Ashâbu’l-Uhdûd ifadesi, Kur’an’da sadece Buruc 4. ayette geçmektedir. Ashâbu’l-Uhdûd, hendek (çukur) sahipleri anlamına gelmektedir. Bu kıssa, müminleri yakmak için kâfir bir zümrenin tutuşturduğu ateşi, müminlerin bu ateş çukurlarında canlı canlı yakılarak geçirdikleri imtihanı ve bunu yapan kâfirlerin helak oluşlarını konu edinmektedir. Mekkeli müşrikler arasında meşhur olan bu hadise vesilesiyle hem Mekkeli müşrikler Ashâbu’lUhdûd’un karşılaştıkları korkunç ceza ile tehdit edilmekte, hem de müşriklerin eziyetlerine maruz kalan müminlere moral desteği verilmektedir. Bu kıssa, nazil olduğu dönem sonrası

Kur’an muhataplarına ise inananlar açısından moral kaynağı, kâfirler açısından da tehdit unsuru bir fonksiyon icra etmeye devam edecektir.

Tübba’ Kavmi: Kur’an’da Duhân ve Kâf Surelerinde olmak üzere iki yerde geçmektedir.

Tübba’nın, bir kişi mi yoksa krallar soyu mu olduğu konusu tartışmalıdır. Ebû Hureyre (ra), Rasulullah (sav)’ın, “Tübba’nın peygamber olup olmadığını bilmiyorum”, buyurduğunu rivayet etmiştir. Hz. Aişe (ra) ise onun hakkında şöyle demiştir: “Tübba’a sövmeyin, çünkü o salih bir kimse idi. Allah Teala, kavmini tenkit ettiği halde, onu tenkit etmemiştir.”

İbn Abbas ise, onun peygamber olduğunu söylemiştir. Bir görüşe göre de Tübba’, önceleri ateşe tapan bir kimse iken müslüman olmuş ve halkını da müslüman olmaya davet etmişti. Halkı ise peygamberlerini yalanlayıp, Allah’a karşı büyük suçlar işlediklerinden dolayı helak edilmiştir. Tübba’ kavminin belki de en önemli özelliği, helak olan toplumlar içerisinde Mekke müşriklerine en yakın toplum olmalarıdır. (Rivayetler ve bilgi için bk. Zemahşerî, Keşşâf, IV, 279-280)

Ashâbu’l-Fîl: İslam’ın ortaya çıkışına az bir süre kala, Arap Yarımadasında müthiş bir olay meydana geldi. Ebrehe, San’a şehrinde “Kulleys” adında büyük bir kilise yaptırdı. Böylece, bütün Arapları, hacca gittikleri mabetlerini terk ettirip buraya çevirecekti. Bu maksatla Kabe’yi yıkmak isteyen ebrehe ve ordusu helak olmuştu. Bu konu hakkında nazil olan Fîl Suresi, söz konusu korkunç manzarayı şöyle haber vermektedir:

“Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atan (kuşlar), nihayet onları, kurt yeniği ekin yaprağı gibi yaptı.

Kurûn-u Uhrâ (Son Nesiller): Âhir zaman diye ifade edilen, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile İslam’ın ortaya çıkmasından, kıyametin kopacağı ana kadarki zaman dilimidir.

Bedir’de öldürülenler: Ashâbu’l-Kalîb (Mekkeli müşrikler)

Medine civarındaki Yahudiler

o Benî Kaynuka

o Benî Nadîr

o Benî Kurayza

Kur’ân-I Kerimde Allah Teâlâ’nın gazabına uğramış bireyler

Hz. Rasûlullâh sallallâhü sleyhi ve sellemden önce

Nuh’un Oğlu

Nuh’un Eşi

Lût’un Eşi

Nemrut

Firavun Ve İsrailoğulları

Kârun

Hâmân

Sâmirî

Bel’âm

Câlût

Sadece Bahçesi (Malı) Helak Edilen İki Adamdan Biri

Hz. Rasûlullâh sallallâhü sleyhi ve sellem döneminde

Ebû Leheb

Ebû Cehil

Velîd B. Muğîre

Nadr B. El-Hâris

Ka’b B. Eşref

Hristiyan Rahip Ebû Âmir

Kur’ân-ı Kerim’in örneklerini sunduğu gazapla ilgili hadiseler, insanoğlunu, bu kimselerin tavırlarından uzaklaştırma işlevi görür. Bu hadiselerde, bu nedenle tarih ve zaman faktörüne fazla yer verilmez.

Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir bölümünde şu kavim kesin olarak şu tarihte yaşamıştır, diye bir bilgiye rastlanmaz. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim, mekân unsuruna da fazla önem atfetmez.

Bunun nedeni, Kur’ân-ı Kerim’in tarihe bakış açısında gizlidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, tarihi olayları anlatırken, onlardaki insan karakterleri ve toplumların davranış şekillerini ön plana çıkartır ve onları detaylı bir şekilde tahlil eder. Hangi davranış şekillerinin, Allah Teâlâ katında nasıl bir karşılık gördüğünü önemle vurgular.

Böylece insana, yapması ve yapmaması gereken davranışlar listesi sunar.

Bunu yaparken de, dünya ve ahirette mutluluğa ulaşmasında davranışlarına hâkim olması gereken temel felsefeyi ve yaklaşım şeklini, bütün ayrıntılarıyla idrakinin algılayabileceği ölçülerde izah eder.

Gazap konusu, kıssalar olarak bilinen pasajlar içerisinde yer alır. Bu açıdan kıssaların en önemli konusu, gazapla ilgili hadiselerdir. İlk muhatapları, Kur’ân-ı Kerimi inkâr ederken “eskilerin masalları” (En’âm 6/25) nitelemesinde bulunmuşlardı. Günümüzde de Kur’ân-ı Kerimi inkâr edenlerin bu sebeple İslam’a en fazla saldırdıkları konu kıssalar olmuştur. Bu saldırıların bilimsel ayağını oluşturan müsteşrikler ve İslam dünyasındaki uzantıları, zihinlerde Kur’ân-ı Kerim kıssalarıyla ilgili şüpheler oluşturmak, kıssaları gerçekleşmemiş hikâye türünde fanteziler olarak sunmak için büyük gayretler sarf etmektedirler.

Kur’ân-ı Kerim’de, Tevrat’ta yer alan bazı kıssaların bulunduğu doğrudur. Ancak bunlar çoğu kez, Tevrat’ta anlatıldığı şekille uyuşmamaktadır.

Bu ortak pasajlarda Kur’ân-ı Kerim, hakem rolündedir ve Tevrat’ın tahrif edilmiş kısımlarının gerçek mahiyetini ortaya koymaktadır.

Ayrıca kıssalarla ilgili çok önemli olan bir diğer husus da Kur’ân-ı Kerim’de Tevrat’ta bulunmayan kıssaların yer almış olmasıdır. Bu yönüyle Kur’ân-ı Kerim, ayrı bir orijinalliğe sahiptir. Kur’ân-ı Kerimi, eskilerin masallarından ibaret sayan ilk muhatabı Mekkeli müşrikler bile, vahiy tarafından bildirilen bu haberleri ilk duyduklarında şaşırmışlar ve hiçbir itirazda bulunamamışlardır.

Kıssaların, özellikle de yoğun olarak birey ve toplumların Allah Teâlâ’nın gazabına uğramalarını anlatan sahnelerinin Kur’ân-ı Kerim’de bu kadar çok yer alması, azgınlaştığında başına gelebilecekleri önceden bilip, muhtemel bu yakın tehlikeden, insanın kendisini korumasını sağlamak içindir. Bu yönüyle gazap konusunu içeren pasajlar, “ilahi uyarı ve ikaz” niteliği taşıyan Kur’ân-ı Kerim’in en önemli bölümleridir. Nitekim ilk muhatapları için de aynı işlevi görmüş, bundan sonra da benzer işlevi görmeye devam edecektir. Yüce Allah, eski milletlerin hayat hikâyeleri hakkında Kur’ân-ı Kerim’de anlatılanlardan az çok haberdar olan müşriklere, Allah Teâlâ’nın ayetlerini kabul etmedikleri takdirde kendilerinin de onlar gibi gazaba uğrayacaklarını hatırlatıp onları uyarmaktadır.

Kıyamete kadar yaşayacak tüm insanlar içerisinde “Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına karşı gelen, küfür ve şirkte, zulüm ve azgınlıkta ısrar eden toplumların sonunun, önceki milletlerin akıbetinden farklı olmayacağı" bu pasajların ana temasıdır.

Özetle söyleyecek olursak, gazap konusunu içeren ayetlerin yer ve zaman unsuru ön plana çıkartılmaksızın, bahsettiği kimselerin karakterine vurgu yaparak Kur’ân-ı Kerim’de çokça tekrar edilmesi; sonraki muhataplarını, Allah Teâlâ’nın sünnetinin benzer durumlarda aynı şekilde işleyeceğinden haberdar etmek ve böyle bir duruma düşmemelerini sağlamaya yöneliktir.

Böylece kıssalar vasıtasıyla Kur’ân-ı Kerim’in her asırdaki muhataplarına “Allah’ın ayetlerini kabul etmedikleri takdirde kendilerinin de onlar gibi helak olacakları” mesajı, yaşanmış olaylardan alınan kesitlerin, unutulması zor sahneler halinde zihinde canlandırılmasıyla adeta insan idrakine kazınmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de bu kadar çok tekrarlanan kıssalar, özellikle tarihçilerin ve tefsir âlimlerinin ilgi odaklarından biri olmuştur. Ancak bazı kıssaların Kur’ân-ı Kerim’den önce Kitab-ı Mukaddes’te yer almış olması, önemsiz olduğu için haklarında Kur’ân-ı Kerim’de bir şey söylenmeyen hususların, bu âlimlerce Tevrat ve İncil’deki bilgilerle tamamlanmaya çalışılmasına ve hurafelerden oluşan birçok görüşün böylece bu tarih ve tefsir kaynaklarına girmesine neden olmuştur.

Burada üzücü olan, bu tür rivayetleri eserlerine alan âlimlerin, bunları Kitab-ı Mukaddes’ten veya hangi kaynaktan almış olduklarına çoğu kez bilerek ve bazen de bilmeyerek açıklık getirmemiş olmamalarıdır. Çünkü bilginin kaynağı ortaya konulmadığından, ayetin yorumu olarak verilen bu bölümler, adeta dinin ve vahyin konuyla ilgili açıklaması olarak anlaşılabilme tehlikesini beraberinde getirmektedir.

Hâlbuki bu konularda murad-ı ilahi, bu hususları önemli olmadığı için açıklamamıştır. Kıssalarda açıklanmayan hususları İslam dışı kaynaklarla doldururken, mutlaka ve mutlaka bilginin kaynağına temas edilmeli, “Konu Tevrat’ta şu şekilde, şu kişiye göre de şu şekilde ele alınmıştır.” tarzında uyarılarda bulunmak gerekmektedir.

Kâinattaki en dehşetli felaketi oluşturan gazap ve gazabın sonucu olan azapla helak, Yaratıcı’nın insanlık tarihi boyunca çok az uyguladığı ve insanlar tarafından şartları oluşturulduğu takdirde, her defasında yeniden tekrar edecek bir ilahi kanun (sünnetullah)dur.

Herhangi bir şahıs ya da bir toplumun ilahi gazaba uğraması, uzun bir değişim sürecinin oluşmasıyla gerçekleşir. Bu süreç içerisinde Yaratıcı tarafından inkârcı azgınlara değişik ihtarlar gönderilir. Bu ihtarlar, Allah Teâlâ’ya olan isyan ve özellikle de Allah Teâlâ ile kendince savaş halindeki birey ve toplumlara, büyük bir felaketin yolda olduğu haberini iletir. Gerekli mesajı alıp, dinî mukaddesatla savaşmaktan vazgeçen ve hâşâ ilahlık iddiasında bulunmaktan, bozgunculuk ve zulüm yapmaktan sakınan kimseler, ilahi kanun gereği kendilerini gazaptan korumuş olurlar.

Ancak ihtar şeklinde gelen türlü türlü felaketler ve cezalara rağmen, hala inkârcılıkta direten, ilahi değerlerle çatışmaktan vazgeçmeyen, hayattaki yaşam gayesini dinî değerlerle savaşmaya adayan iflah olmaz inkârcılar, Allah Teâlâ’nın gazabını üzerlerine çeker ve ilahi bir cezayla cezalandırılarak bu dünyada yok edilirler.

Önceki inkârcılara gönderilen yerden ve gökten gelen azap şekilleri, kıyamete kadarki süreçte, Allah Teâlâ’nın istediği her zaman ve zeminde meydana getirilebileceği bir gerçek olarak kalmaya devam edecektir:

“De ki: Allah ’ın size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter.” (En’âm 6/65)

Kur’ân-ı Kerim’in önemle üzerinde durduğu insan fıtratındaki vahiy dışı değişimlere olan ilgi ve eğilim, yine Kur’ân-ı Kerim ifadesine göre, bu yolu tutanların zarara uğramasıyla sonuçlanacaktır.

İşte Kur’ân-ı Kerim bu noktada, insanlığı bu zararlardan kurtarmanın ölçü ve prensipleri üzerinde önemle durur. Bunu da, geçmiş ümmetlerden, peygamberlerden ve uğradıkları değişimlerden sık sık söz ederek, Kur’ân-ı Kerim muhataplarının dikkatini bu noktalara çekerek yapar.

Şüphesiz, kâinatın tüm kurallarını en küçük detayına kadar mükemmel bir şekilde ortaya koyan Allah Teâlâ’nın kanununda, bu büyük felaketten korunmanın yolları da vardır.

Bunların neler olduğu ise yine son dinin kutsal metni Kur’ân-ı Kerim’de bizlere haber verilmiştir.

Bunların birincisi, insanın Yaratıcı karşısında kul olduğunu hatırlaması ve kendi konumunu buna göre belirlemesidir. Kul olduğunu unutup Allah ile mücadeleye asla girişmemelidir.

İkincisi, hayatının değişik evrelerinde Allah Teâlâ’ya dua ve istiğfarda bulunması, yaptığı günahlardan af dilemesidir. Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer ilahi gazaptan kurtuluş reçetelerinden bahsedilmektedir.

Detaylı bilgi ve kaynak için bk. Hatice BAŞKAYA, Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın Gazabına Uğramış İnsanlar Ve Toplumlar, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tefsir Bilim Dalı (Yüksek Lisans Tezi), Şanlıurfa, 2007.

Not: Din İleri Yüksek Kurulu Uzmanı Bahattin AKBAŞ’ın şu makalesini okumanızı tavsiye deriz:



Helak Edilen Kavimler ve Helak Sebepleri

Yüce Allah, yaratılmışların en şereflisi olan insana akıl ve irade vermiş ve bunun sonucunda ona bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumlulukları yerine getirebilmesi için de peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle ona rehberlik etmiştir. Kur'ân-ı Kerim, Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed (a.s.)’e gönderilen son ilahi kitaptır. Bu Yüce Kitabın muhatabı bütün insanlar, gayesi de, onların dünya ve ahiret mutluluklarını sağlamaktır. Bu gayeye ulaşabilmemiz için, Kur'ân’ı okuyup anlamamız, emir ve yasaklarına uymamız gerekmektedir.

İnsanı yaratan, onu ruhen ve bedenen şekillendiren, onu yaşatan Allah'tır. Kainatı insanın emrine ve hizmetine veren Yüce Allah'ı tanımak, O'na yakınlaşmak ve O'na kulluk etmek her müslümanın en önemli görevidir. İnsan, kendisine yol gösterici olarak Allah'ın insanlara Peygamberimiz (sav) aracılığıyla ulaştırdığı vahyini ve Peygamber Efendimizin sünnetini rehber edinmelidir. Bitmez tükenmez bir ilim, hikmet ve saadet kaynağı olan Kur'ân; nuru ile alemleri aydınlatan, ruhlara şifa veren, insanların güçlü bir vicdana ve sağlam bir imana sahip olmasına vesile olan, akılları ve gönülleri aydınlatan yüce bir kitaptır.

Bundan dolayı, kendimize yol gösterici olarak Kuran'ı rehber edinerek Yüce Allah'ın Kuran'da bizlere neler bildirdiğini, son derece titiz ve dikkatli bir biçimde incelememiz ve bunlar üzerinde düşünmemiz gerekmektedir. Nitekim Allah, Kuran'ın gönderiliş amacının insanları düşünmeye yöneltmek olduğunu bildirir:

هَـذَا بَلاَغٌ لِّلنَّاسِ وَلِيُنذَرُوا بِهِ وَلِيَعْلَمُواْ أَنَّمَا هُوَ إِلَـهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ

"Bu Kur'ân; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir” (İbrahim,14/52).

Kuran'ın büyük bir bölümünü oluşturan geçmiş kavimlerin haberleri de kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken konulardan biridir. Bu kavimlerin çoğunluğu, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamışlar ve onlara düşmanlık yapmışlardır. Bu taşkınlıklarından dolayı Yüce Allah Kuran'da, bu helak olaylarının sonraki insanlara ibret olması gerektiğini bildirmektedir. Mesela Allah'a isyan eden bir grup Yahudi'ye verilen ceza;

فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ

“Biz bunu, hem onu görenlere, hem de sonra geleceklere bir ibret ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara da bir öğüt kıldık" (Bekara,2/66) ayeti ile ibret olarak bizlere anlatılmaktadır.

Kuran'da anlatılan helak olaylarının pek çoğu çağımızda yapılan arkeolojik bulgular sayesinde "görülecek" ve "bilinip-tanınacak" hale gelmiştir.

Her canlı gibi millet ve toplumların da dünyada belli bir yaşama süreleri vardır, doğar, yaşar ve ölürler. Tarih sahnesinde ebedi olarak yaşayan hiç bir kavim yoktur. Tıpkı insanlarda olduğu gibi kavimler de eceli geldiği zaman tarih sahnesinden silinir giderler. Bu Yüce Allah’ın kainatta tesis ettiği nizamın bir gereğidir.

Helak edilen kavimler ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır;

“Helâk ettiğimiz her memleketin mutlaka bilinen bir yazısı (belli vakti) vardır. Hiçbir toplum ecelini geçemez ve ondan geri de kalamaz.” (Hicr,15/4-5).

Kur'ân-ı Kerim’de helak olduğu bildirilen kavimlerle ilgili olarak, “karye”, (1) ve “ümmet” (2) kelimeleri kullanılmaktadır. Bu kelimeler; memleket halkı, nesil, az veya çok, büyük veya küçük toplum anlamını ifade eder. (3)

Toplumlar ecelleri gelince helak olup giderler. Eceli ne bir an ileri geçebilir ne de geri bırakılabilir, ne uzatılabilir ne de kısaltılabilir. Bu eceli ancak Allah bilir. Her topluluğun bir helak zamanı vardır. O zaman gelince helakleri gerçekleşir.

“Her cemaat, büyük veya küçük her kavim ve devlet için Allah katında belirli bir vakit ve süre vardır. Allah’a karşı peygamberini yalanlayanların, müşriklerin,azgınların, dinsizlerin, zalimlerin, asilerin, edepsizlerin, hepsi dünyanın her tarafında birden bire aynı anda cezalandırılmazlar. Çeşitli toplumların, kavimlerin belirli müddetleri vardır. Birini şu kadar zaman içerisinde helak eden bir fenalık, diğerini mahvetmek için daha az veya daha çok zaman alabilir. Ancak ecelleri gelip mühletleri bitince ne bir saat gecikebilir ne de bir saat öne geçebilirler. Helak edilirler.” (4) Bu husus Kur'ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır;

فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ“ وَلِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler” (Araf,7/34).

Ayet-i kerimede bu ecelin hiçbir şekilde şaşmadığı bildirilmektedir:

“Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır” (Münafıkun, 63/11).

Yine Kur'ân-ı Kerim’e göre ölen ancak Allah’ın izni ile ölür:

“Hiçbir kimse Allah’ın izni olmadan ölmez. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükafatını isterse, ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız" buyurulmaktadır. (Al-i İmran 3/145).

“Her ümmetin azap ve helaki takdiri olup, levh-i mahfuzda yazılıdır. O yazıdaki sebep ve şartlar tahakkuk edip vakitleri gelince helak edilirler.” (5) Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

وَإِنْ مِنْ قَرْيَةٍ إِلَّا نَحْنُ مُهْلِكُوهَا قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ أَوْ مُعَذِّبُوهَا عَذَابًا شَدِيدًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا

“ Ne kadar memleket varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edeceğiz, ya da şiddetli bir azapla cezalandıracağız. İşte bu, Kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış bulunuyor.”(İsra,17/58)

Ümmetlerin ve insanların helak zamanlarını takdir eden Allah’tır. Bu takdir ve ecelin dışında hiçbir kimsenin ölmesi, hiç bir ümmetin yok olması söz konusu değildir. Ayetlerde belirtildiği gibi, her toplumun ve her canlının bir eceli vardır. Zamanı gelince nefislerin ve kavimlerin ölümü tahakkuk eder. Bu ecelin zamanını insanlar bilemez, ancak Allah bilir.

Kur'ân-ı Kerim’e göre kavimlerin helak oluşuna bizzat o topluluklarda yaşayanların kendileri neden olmaktadır. Toplumların helakinin nedeni de işte burada yatmaktadır.Yüce Allah çok merhametlidir. Onun merhameti her şeyi kuşatmıştır. Allah insanlara zulmetmez, iyiliklerin karşılığını kat kat fazlasıyla verir. İşlenen kötülüklerin hepsine ise ceza vermez, bir kısmını bağışlar.

“Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir iyilik de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir”( Nisa 4/40)

إنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَـكِنَّ النَّاسَ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

“Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler”(Yunus10/44) Ayetler, Allah'ın insanlara zulmetmediği, insanların başlarına gelen felaket ve âfetlerin kendi hataları sebebiyle geldiğini, böylece isyan eden insanların kendi kendilerine zulmettiklerini ifade etmektedir.

وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ

Andolsun, sizden önceki nice nesilleri peygamberleri, kendilerine apaçık deliller getirdikleri halde (yalanlayıp) zulmettikleri vakit helâk ettik. Onlar zaten inanacak değillerdi. İşte biz suçlu toplumu böyle cezalandırırız (Yunus,10/13)

وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنْ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنْ كَذَّبُوا فَأَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler (in kapılarını) açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahlarından dolayı yakalayıverdik. (Araf,7/96)

وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ

“Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilemeyecekleri bir yerden yavaş yavaş felakete götüreceğiz”(Araf,7/182).

Kavimlerin helak edilmeleri, yapmış oldukları zulüm ve hatalar yüzündendir. Bir kavim kendisinde bulunan güzel hasletleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Ayet şöyle buyurulmaktadır:

ان الله لا يغير ما بقوم ختى يغيروا ما بانفسهم و اذا اراد الله بقوم سوءا فلا مرد له و ما لهم من دونه من وال

“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur” (Ra’d 13/11)

Ayet-i kerime’ye göre insanlar, iyi hallerini devam ettirdikleri müddetçe nimet ve huzur içerisinde bulunmaya devam ederler. Toplumların helake ve yokluğa sürüklenmeleri fitne, fesat, anarşi ve terör gibi kendi kabahatleri yüzündendir. (6)

Bir toplumda ahlaksızlık, haksızlık, zulüm ve kötülükler çoğalır, bu kötülükleri önlenmeye veya kaldırılmaya çalışan da olmazsa cezalandırılır, helâk edilir. Allah bu toplumun yerine başka bir nesil var eder. Bu husus Kur'ân'da şöyle bildirmektedir.

“Biz zulmetmekte olan nice memleket halkını kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka toplumlar meydana getirdik.” (Enbiya,21/11).

Geçmişten günümüze kadar pek çok kavim gelip geçmiştir. Bu kavimler varlıklarını bugüne kadar niçin sürdürememiştir? Bunlar niçin helak edilmişlerdir? Kur'ân-ı Kerim’e göre kimi kavimler darlık ve yokluk içinde, kimisi de bolluk ve refah halinde iken helak edilmişlerdir. (7)

Kur'ân-ı Kerim’in bizlere bildirdiğine göre Allah her kavme doğru yolu göstermeleri için peygamber göndermiş, peygamberler onları iman ve itaate çağırmışlar, taşkınlık, zulüm ve isyanı terk etmelerini istemişlerdir. Ancak o kavimlerin pek çoğu bu peygamberlerin davetine uymadığı gibi onları yalanlamışlar, hatta eziyet edip öldürmüşlerdir. Allah çeşitli kereler o kavimleri uyarmış, ancak düzelmeyince helak etmiştir. Konu ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim’de bu husus şöyle ifade edilmektedir:

أَلَمْ يَرَوْاْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ مَّكَّنَّاهُمْ فِي الأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّن لَّكُمْ وَأَرْسَلْنَا السَّمَاء عَلَيْهِم مِّدْرَارًا وَجَعَلْنَا الأَنْهَارَ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ وَأَنْشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ

“Onlardan (Mekke halkından) önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkan ve iktidarı onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık. Topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helak ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik” (Enam,6/6)

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ

شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُوا بِمَا أُوتُوا أَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَإِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ

“Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar” (Enam 6/44 ) (8)

Ayet-i kerimeler; Yüce Allah'ın geçmiş kavimleri günahları sebebiyle helak ettiğini, bu kavimlerin ekonomik ve teknik imkanları iyi olmasına rağmen helak olmaktan kurtulamadıklarını bildirmektedir. Yüce Allah helak olan bu kavimlerin yerlerine yeni topluluklar yaratmıştır.

Helak edilen kavimlerin başta gelen kabahatleri, onları imana, itaate ve doğruluğa davet eden Peygamberlere isyan etmeleri ve onları yalanlamalarıdır.

Kur'ân-ı kerim’in önemli bir bölümü geçmiş kavimlerin (toplumların) ve peygamberlerin kıssalarından, hayat hikayelerinden kesitler sunmaktadır. Şüphesiz bu kıssalar insanların okuyup geçmeleri için değil, ibret almaları içindir. Bu kıssalar çok önemli ibret, hikmet ve öğütlerle doludur. Bu itibarla âyetleri dikkatle okumalı ve bunlardan ders almalıyız.

Şimdi helâk edilen kavimlerden bazılarının helak ediliş sebeplerini zikredebiliriz.

NUH (A.S.)'IN KAVMİ

Hz. Adem’den sonra insan nesli çoğalmış, bunlar yeryüzünde bir çok yeri imar etmişler ancak zamanla hak dinden uzaklaşarak putlara tapmaya başlamışlardır. Yüce Allah insanlara Nuh (a.s.)'ı peygamber olarak göndermiş; ancak insanlar onun öğütlerini dinlememişler, hatta onu alaya almışlardır. Nuh (a.s.), kavminin iman etmesinden ümidini kesince onların helak olmalarını istemiştir. Allah da ona bir gemi yapmasını emretmiş ve bu gemiye müminlerle cins hayvandan birer çift almasını söylemiştir. Bundan sonra büyük bir tufanla sular her tarafı kaplamıştır. İman etmeyenler boğulmuşlar ve böylece helak olmuşlardır. (9) Nuh kavminin helak edilmesinin nedeni Kur'ân’da şöyle anlatılmaktadır: ..

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَلَبِثَ فِيهِمْ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا فَأَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ وَهُمْ ظَالِمُونَ

“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi" (Ankebut, 29/14).

مِمَّا خَطِيئَاتِهِمْ أُغْرِقُوا فَأُدْخِلُوا نَارًا فَلَمْ يَجِدُوا لَهُم مِّن دُونِ اللَّهِ أَنصَارًا

“Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular da kendileri için Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar” (Nuh,71/25).

Nuh kavmi Allah’a ve Peygamberine isyan etmeleri, zulme, küfre ve günaha dalmaları sebebiyle helak olmuştur.

AD KAVMİ

Yemen bölgesinde yaşamakta olan Ad kavmine Yüce Allah peygamber olarak Hud (a.s.)'ı göndermiştir. Ad kavmi, bir çok nimetlere nail olmuş, görkemli binalar inşa etmişlerdi. Şirk ve küfürde israr eden kavme Hud (a.s.), mucizeler göstermiş ve onları Allah’ın birliğine inanmaya çağırmıştır. Ancak ona kulak vermemeleri ve şirkte devam etmeleri sebebiyle şiddetli bir rüzgar ile helak olmuşlardır. (10)

فَأَمَّا عَادٌ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَقَالُوا مَنْ أَشَدُّ مِنَّا قُوَّةً أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَهُمْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُون

“Âd kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, “Bizden daha güçlü kim var?” demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı” (Fussilet,41/15)

فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي أَيَّامٍ نَّحِسَاتٍ لِّنُذِيقَهُم عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَخْزَى وَهُم لَا ْ يُنصَرُون

“Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o mutsuz kara günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azâbı elbette daha rezil edicidir. Onlara yardım da edilmez" (Fussilet, 41/16).

.فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ وَعَادًا وَثَمُودَ وَقَد تَّبَيَّنَ لَكُم مِّن مَّسَاكِنِهِمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ

"Kavmi, onu yalanladı. Bunun üzerine kendilerini o malum sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Ad ve Semûd kavimlerini de helak ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur. Şeytan onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Halbuki onlar gözü açık kimselerdi" (Ankebut, 29/37-38).

Ad kavmi, Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük etmeleri ve peygamberi yalanlamamaları, inkar ve isyanları sebebiyle helâk edilmişlerdir.

SEMUD KAVMİ

Ad kavminin helakinden sonra Hicr bölgesinde Semud kavmi yaşamıştır. Semud kavmi pek çok nimete nail olmuş, dağları ve taşları oyarak muhkem evler inşa etmişler, yazlık ve kışlık konaklar yapmışlardır. Bolluk ve refah içerisinde yaşamışlar, uzun ömürlü bir hayat sürmüşlerdir. Zamanla Hak yoldan sapmışlar, şirke düşmüşlerdi. Yüce Allah onlara Salih (a.s.)'ı peygamber olarak gönderdi. Salih (a.s.), onları Allah’a imana, ibadete ve itaate çağırdı. Mucizeler gösterdi, öğütler verdi. Ancak kavmi onu dinlemediği gibi yalanladı. Kendilerine mucize olarak verilen ve sakın dokunmayın denilen dişi deveyi öldürdüler. Bunun üzerine Salih (a.s.), ve iman edenler dışında Semud kavmi şiddetli bir gök gürültüsüyle helak edildiler. (11)

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ فَإِذَا هُمْ فَرِيقَانِ يَخْتَصِمُونَ

“Andolsun biz, “Allah’a kulluk edin” diye (uyarması için) Semûd kavmine, kardeşleri Salih’i peygamber olarak göndermiştik. Bir de ne görsün, onlar birbiriyle çekişen iki grup olmuşlar.” (Neml, 27/45).

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا إِذِ انبَعَثَ أَشْقَاهَا فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُم بِذَنبِهِمْ فَسَوَّاهَا

“Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı. Allah’ın Resülü de onlara şöyle demişti: “Allah’ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun. Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları” helak etti ve kendilerini yerle bir etti.” (Şems, 91/13-14).

LUT KAVMİ

Lut (a.s.), Filistin muhitinde bulunan Sedom kavmine peygamber gönderilmiştir. Bu kavim, hak yoldan sapmış, inkâr ve isyana dalmış bir kavimdi. Kadınları bırakıp erkeklere yönelmişler, homoseksüellik yapmaya başlamışlardı. Lut (a.s.) kavmini doğru yola davet etti. Kendilerine yapılan daveti kabul etmemeleri üzerine helake edildiler. (12)

ْ إِنَّا مُنَجُّوكَ وَأَهْلَكَ إِلَّا امْرَأَتَكَ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ إِنَّا مُنزِلُونَ عَلَى أَهْلِ هَذِهِ الْقَرْيَةِ رِجْزًا مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

"Elçiler ona, 'korkma, üzülme, biz seni ve aileni kurtaracağız. Ancak karın başka. O geride kalıp helak edilenlerden olacaktır.' Şüphesiz biz, bu memleket halkı üzerine, fasıklık ettiklerinden dolayı gökten bir azap indireceğiz (Ankebut, 29/33,34).

وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ وَأَنتُمْ تُبْصِرُون“أَئِنَّكُمْ لَتَأْتُون الرِّجَالَ شَهْوَةً مِّن دُونِ النِّسَاء بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ َ

"Lût’u da (Peygamber olarak gönderdik.) Hani o kavmine şöyle demişti: 'Göz göre göre o çirkin işi mi yapıyorsunuz?. Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi varıyorsunuz? Doğrusu siz ne yaptığını bilmez bir toplumsunuz” (Neml 27/ 54, 55)

وَلُوطًا آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَت تَّعْمَلُ الْخَبَائِثَ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَاسِقِينَ

“Biz Lût’a da bir hikmet ve bir ilim verdik ve onu çirkin işler yapan memleketten kurtardık. Gerçekten onlar kötü bir toplum idiler, fasık (Allah’ın emrinden çıkan kimseler) idiler” (Enbiya ,21/74).

FİRAVUN VE ONA TABİ OLANLAR

Kur'ân-ı Kerim’de helak edildiği bildirilen bir başka kavim de Firavun ve ona tabi olanlardır. Eski Mısır krallarına verilen genel bir isim olan Firavunlar İsrail oğullarını esir gibi ağır ve meşakkatli işlerde çalıştırmışlardır. Bir yanda firavunların diğer yanda Mısır’ın yerlisi putperest Kıptilerin kendilerine yükledikleri ağır işlerden bıkan İsrail oğulları eski ata yurtları Kenan diyarına gitmek istiyorlardı. Ancak Firavundan kurtulup bir türlü buna nail olamıyorlardı. Firavun’a bir kahin, İsrail oğullarından bir çocuğun doğarak saltanatını yıkacağını söyleyince, Firavun, İsrail oğullarından doğan erkek çocuklarını öldürmeye başlamış, böyle bir zamanda Musa (a.s.) dünyaya gelmişti. (13) Kur'ân’a göre Musa (a.s), mucizevi şekilde Firavun’un elinden kurtulmuş hatta onun sarayında annesinin kucağında büyümüş, Firavunu ve Kıptileri tevhit inancına çağırmış, ancak imana gelmeyen Firavun ilahlık taslamış, neticede askerleriyle birlikte denizde helak edilmiştir.

نَتْلُوا عَلَيْكَ مِن نَّبَإِ مُوسَى وَفِرْعَوْنَ بِالْحَقِّ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ . إِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِي الْأَرْضِ وَجَعَلَ أَهْلَهَا شِيَعًا يَسْتَضْعِفُ طَائِفَةً مِّنْهُمْ يُذَبِّحُ أَبْنَاءهُمْ وَيَسْتَحْيِي نِسَاءهُمْ إِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ

“İman eden bir kavm için Mûsâ ile Firavun’un haberlerinden bir kısmını sana gerçek olarak anlatacağız” Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o bozgunculardandı” (Kasas,28/3-4).

“فَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنِ اضْرِب بِّعَصَاكَ الْبَحْرَ فَانفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ وَأَزْلَفْنَا ثَمَّ الْآخَرِينَ وَأَنجَيْنَا مُوسَى وَمَن مَّعَهُ أَجْمَعِينَ ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ

“Bunun üzerine Mûsâ’ya, 'asan ile denize vur' diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi. Ötekileri de oraya yaklaştırdık. Mûsâ’yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık. Sonra ötekileri suda boğduk” (Şuara 26/63,66)

Firavun ve ona uyanlar isyanları ve diğer günahları sebebiyle denizde boğularak helak edilirken; İman ettim, Allah’tan başka ilah yoktur , ben de müslümanım diyerek iman etmek istemiş ancak bu, yeis anında artık yaşama imkanı kalmayıp azabı gördükten sonra olduğu için kabul olmamıştır;

وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيل الْبَحْرَ فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًا حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ آمَنتُ أَنَّهُ لا إِلِـهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ َ وَأَنَاْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ آلآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنتَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ

“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldırmak üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, “İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilah olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım” dedi. Şimdi mi?! Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun" (Yunus ,10/90-91).

Örneklerini vermeye çalıştığımız bu kavimlerin dışında nice kavimler helak olmuştur. Bunların helak edilmelerinde ana sebep ise zulmetmeleri olmuştur.

فَكَأَيِّن مِّن قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُّعَطَّلَةٍ وَقَصْرٍ مَّشِيدٍ

"Halkı zulmetmekteyken helak ettiğimiz, böylece duvarları, çökmüş çatılarının üzerine yıkılmış nice memleketler, nice kullanılmaz kuyular, nice muhteşem saraylar vardır ( Hac, 22/45) Allah'ı, peygamberlerini ve âyetleri inkâr, Allah'a ortaklar koşma, isyan ve zulüm helak edilen kavimlerin ortak özellikleridir. (14)

SONUÇ:

Her kavim için dünyada belirli bir yaşama süresi vardır. Bu süre geldiği anda geri bırakılmaz ve ertelenmez. Dünya üzerinde yaşamış olan kavimlerin helak edilmeleri, işledikleri şirk, küfür, isyan ve zulüm gibi günahları sebebiyledir. Allah kullarına asla zulmetmez.

Geçmiş kavimlerin kıssalarında insanlar için ibretler ve öğütler vardır. Helak edilen kavimlerin kıssaları da böyledir.

Dipnotlar:
1. Karye ile ilgili olarak bak; İsra,17/16,58 Hicr,15/4,Enbiya,21/56 Hac,22/45,Şuara,26/208, Kasas,22/158, Muhammed,47/13
2. Ümmet ile ilgili olarak bak; Araf,7/34,164,Yunus,10/49, Hicr,15/5, Enam,6/42, Hud,11/48, Zuhruf,43/22. Enbiya,21/92. Hud,11/8 Ayrıca bak: “kavm” için; Ali İmran,3/117, “karn” için; Kasas,28/78, Enam,6/6 Yunus,10/13,Secde,2226,Kaf,50/36. Kavm ve Karn kelimesi de bu anlamda kullanılmaktadır.
3. El-Kurtubi,Muhammed, el-Cami li Ahkami’l-Kur'ân, l,137. Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili,l, 508 ilgili ayetler için bak;zuhruf,43/22,Enbiya,21/92, Hud,11/8, Enam,6/38,42
4. Yazır, III, 2156
5. Karagöz,İsmail,Kur'ân’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum,s.172
6. Karagöz, İsmail,Kur'ân’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum,176-177
7. Karagöz, s.182
8. Ayrıca bak; Kaf,50/36. Muhammed,47/13. Meryem,19/74. Kehf, 18/59. Mümin, 60/21. Hakka, 69/9-10, Zuhruf, 43/6-8
9. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, l/8 ilgili ayetler için bak, Araf,7/59-63, Nuh,71/1-28, Muminun,23/23-40, Hud,11/27-47, Şuara, 26/105-120, Kamer, 54/10-14, Enbiya,21/67-78, Yunus,10/37,73, Ankebut,29/1,Zariyat,51/46
10. A.Cevdet Paşa, I, 8. İlgili ayetler; Araf,7/65,72, Hud,11/50-59, Muminun, 23/32-39, Furkan, 25/38, Şuara, 26/124-139, Ankebut,29/38, Fussilet,41/16, Ahkaf,46/21,25
11. A.Cevdet Paşa, I,10, Yazır, lX/2796. İlgili ayetler; Araf,7/73-78. Hud,11/61-68. İsra,17/59. Şuara,26/141-156
12. AhmedCevdet Paşa, I,1. Mehmed Vehbi Efendi, Hulasatu’l-Beyan,lX/168 ilgili ayetler;Araf, 7/81-82, Hicr,15/73-74, Hud,11/78-82, Şuara,26/166, Neml,27/56
13. A.Cevdet Paşa,l/22,30
14. Bak; Araf,7/5, Yunus,10/13, Hud,11/101,102,116, İbrahim,14/13, Kehf, 18/59, Enbiya,21/11,14,97, Hac,22/48, Muminun,23/41, Rum,30/9.


11 Ocak 2019 Cuma

Büyük Veya Küçük Tuvalet Yaparken Kıbleye Dönülmez, Ancak Bina, Duvar Vb. Bir Şey Varsa Dönülür

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

11. Büyük Veya Küçük Tuvalet Yaparken Kıbleye Dönülmez, Ancak Bina, Duvar Vb. Bir Şey Varsa Dönülür

144- Ebû Eyyûb el-Ensârî  
radıyallahu anh şöyle demiştir; Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Biriniz tuvaletini yapacağı zaman kıbleye Önünü ve arkasını dön­mesin. Doğuya veya batıya dönün.
[Hadisin geçtiği diğer yer:394]

Açıklama

Aşağıda gelecek olan İbn Ömer'in 
radıyallahu anh rivayet ettiği hadis, binalarda tuvalet ya­parken kıbleye arkayı dönmenin caiz olduğunu, Câbir hadisi de önü dönmenin caiz olduğunu göstermektedir. Câbir hadisi olmasaydı, Ebû Eyyûb'un genel ifadeli hadisi, İbn Ömer'in hadisi ile arkayı dönme konusunda tahsis edilirdi. Buna kıyas yaparak öne dönmeye de cevaz verilmezdi.

Tuvalet Yaparken Kıbleye Ön veya Arkayı Dönme Yasağı Konusunda Farklı Görüşler

1. (Binada olsun açık alanda olsun kıbleye arkayı dönmek caiz, önü dön­mek haramdır)

Bir grup alim İbn Ömer hadisini esas alarak kıbleye önü değil arkayı dön­menin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilmiştir,

2. (Binalar ve açık alan arasında mutlak ayrım yapıp, binada kıbleye dön­meyi caiz, açık alanda haram görmek)

Alimlerin çoğunluğu ile birlikte Mâlik, Şafiî, ve İshak ise delillerin tümünü göz önüne alan en adil görüşü kabul etmişlerdir ki buna göre örfen binalarda önünü dönmek, kıbleye değil duvara izafe edilir. Tuvalet için yapılan mekanlar şeytanların sığındığı yerler olup, kıble olarak nitelenmeye elverişli değildir. Açık alan ise bundan farklıdır.

3. (Binada da açık alanda da önü dönmek de arkayı dönmek de haramdır)

Bir gruba göre ise bu mutlak olarak haramdır. Bu Ebû Hanife ve İmam Ahmed'den rivayet edilen meşhur görüştür. Şafiî'nin öğrencisi Ebû Sevr de bu görüştedir. Mâlikîlerden İbnü'l-Arabî, Zahirîlerden İbn Hazm da bu görüşü seç­miştir. Bunların delili, yasak ile mübahlık çeliştiği zaman yasağın esas alınması gerektiği konusundaki temel prensiptir.

4. (Binada da açık alanda da önü ve arkayı dönmek caizdir)

Bir gruba göre ise bu mutlak olarak caizdir. Bu, Hz. Âişe, Urve, Rebîa ve Davud'un görüşüdür. Onların delili bu konu ile ilgili hadislerin birbiri ile çelişki arz etmesidir. Bu durumda "aslolan mübahlıktır" ilkesi esas alınır.

Alimler arasında meşhur olan, bu dört görüştür.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

10 Ocak 2019 Perşembe

NİSA SÛRESİ 31. ayetin tefsiri


Büyük Günahlardan (Kebairden) Kaçınmanın Mükâfatı


31- Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız sizin (diğer) küçük günahlarınızı örteriz ve sizleri şerefli bir yere (getirip) sokarız.


Açıklaması

Nehyolunduğunuz günahların büyüklerinden sakınır ve uzaklaşırsanız biz de sizin küçük günahlarınızı örteriz, affederiz ve sizleri cennete sokarız.

Peki büyük (kebâir) ve küçük (sağâir) günahlardan kasdolunan nedir?

Alimlerin cumhuru, günahların büyükler ve küçükler olmak üzere iki çeşi­di olduğu üzerinde icma etmişlerdir.

Büyük günahlar (kebâir) hakkında şiddetli bir vaid (tehdit) olan veya had cezasını gerektiren her masiyet, günah bu türdendir. Bazılarına göre sayısı ye­didir. Sahihayn'da Ebu Hureyre (r.a.)'den gelen hadisinde Resulullah (s.a.) şöy­le buyurmuştur: "Helak edici yedi şeyden kaçınınız: Ashab-ı Kiram "Nedir onlar ey Allah Rasulü?" diye sorduklarında Peygamberimiz (s.a.) şöyle açıklamış­tır: Allaha şirk koşmak, haklı bir sebep dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir cana kıymak, sihir yapmak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş gü­nü muharebeden kaçmak, evli ve namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan mü­min kadınlara zina iftirası atmak." Ana-babaya isyan etmenin, yalan yere şa­hitlik etmenin de büyük günahlardan olduğunu belirten rivayetler de naklolunmuştur. Zira Rasul-i Ekrem (s.a.) her makam ve duruma uygun olanları zikretmiştir, sayılanlar hasr (sınırlama) için değildir.

Kimilerine göre kebâirin sayısı dokuz, kimine göre on, kimine göre de da­ha da fazladır. Abdurrezzâk'ın rivayetine göre İbni Abbas (r.a.)'a: "Büyük gü­nahlar yedi tane midir?" diye sorulduğunda, "yetmişe daha yakındır" dedi. Saîd b. Cübeyr, İbni Abbas'ın "Yedi yüze daha yakındır" dediğini rivayet eder.

Küçük günahlar (sağair, seyyiat) ise hakkında şiddetli bir tehdit veya had cezası gerektiği varid olmamış günahlardır. Yabancı kadına bakmak gibi. Üze­rinde ısrar edilen ve hafif görülen küçük günahlar tekrarlanarak büyük günah haline gelir. Ölçü ve tartıda noksanlık yapmak, insanların namus ve şerefine, haysiyetine dil uzatmak gibi. Bu günahlar, ısrarla yapan kişi hakkında büyük günah olur.

Büyük günahlardan sakınmak, iki şartla küçük günahlara kefaret olur, onları örter. Birincisi, sakınmaktır. Bu, günah işlemeğe gücü yettiği halde ve iradesini kullanarak olursa daha makbuldür; bir kadın tarafından nefsini ona arz etmek için çağırılıp da sadece Allah'tan korktuğu için bu teklifi reddeden kimse gibi. İkincisi, sakınma esnasında farzların da yerine getirilmesidir. Müs­lim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Büyük günahlardan sakınıldığı takdirde beş vakit namaz ile cuma, diğer cumaya kadar olan, Ramazan da diğer Ramazana kadar olan aradaki küçük günahları siler." Namazı terk etmekten sakınan ve büyük günahlardan da uzak duran kişinin küçük günahları affedilir ve silinir. Hadis-i şerif namaz kıl­mayı terk etmenin büyük günahlardan olduğunun delilidir.

Cahillikten ya da öfke ve kızgınlık gibi ani durumlardan kaynaklanan gü­nahların ise pişmanlık ve tevbe ile affedilmesi, silinmesi mümkündür. [46]

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/36-37.

9 Ocak 2019 Çarşamba

NİSA SÛRESİ 29.-30. ayetlerin tefsiri


Batıl Yollarla Mal Yemenin Haramlığı, Zulümden Menetme, Karşılıklı Rıza İle Muamelenin Mübahlığı

29- Ey iman edenler, birbirinizin mal­larınızı bir batıl yolda yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rıza­dan (kaynaklanan) bir ticaret (malı) ola. Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah size karşı çok merhametli­dir.

30- Kim (helâl sınırlarını) aşarak ve zulmederek bunu yaparsa biz onu ate­şe sokacağız. Bu da Allah'a göre pek kolaydır.


Açıklaması
Allah Teâlâ müminlerden her birini, başkasının ve kendinin de malını ba­tıl yolla yemekten nehyetmektedir.

Çünkü ayetteki "mallarınız" lafzı hem kendi malına, hem de başkasının malına şamildir. Zaten bütün mallar netice itibariyle İslâm ümmetine aittir. Kendi malını batıl yolla yemesi, malını masiyet ve günah yollarında harcama­sı; başkasının malını batıl yolla yemesi ise, onları faiz, kumar, gasp zulüm gibi meşru olmayan kazanç yolları ile yemesi demektir. Batıl, şeriata aykırı olan şeylerdir. İbni Abbas ve Hasan-ı Basri'ye göre ise ayet, ivazsız (bedelsiz) ola­rak yemek manasınadır. Çünkü batıl, bedelsiz alınan şeylerdir demişlerdir.

Batıl yolla yemek, fasit yahut batıl akitlerde bedel olarak alınan her şeye şamildir. Malik olmadığı şeyi satmak, kendisinden yararlanılmayacak derecede bozulmuş olan ceviz, yumurta, karpuz vb. gibi yiyeceklerin parası, değeri bu­lunmayıp kendisinden yararlanılmayan maymun, domuz, sinek, eşek arısı, ölü eti, şarap, içki, ölüye ağıt yakan kadının ücreti, eğlence alet ve çalgılarının be­delleri gibi...

Kim fasit bir satış yapar ve bedelini alırsa, bu ücret haram ve habis (helâl olmayan) bir karşılık olur, geri vermesi gerekir.

Meşru olmayan, karşılığını ödemeden zulüm yoluyla ayni olarak yahut menfaatini alma şekillerinde malın batıl yolla yenmesi caiz olmazsa da şeriatın kabul ettiği karşılıklı rıza yoluyla almak caizdir. O sebepten Allah Teâlâ "Me­ğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (kaynaklanan) bir ticaret (malı) ola" buyurmuştur. Yani mallarınızı, şer'î hududlar dahilinde karşılıklı rıza esa­sına dayalı ticaret yoluyla yiyiniz, demektir. Ticaret, kazanç amaçlı muavaza (karşılıklı bedel ödeme) akitlerine şamildir. Mülkiyet sebep ve yollarından özel­likle ticaretin zikredilmesi, pratik hayatta en çok ticaretin vuku bulmasındandır. Çünkü ticaret, kazançların en helâl ve şereflilerindendir. el-Asbahânî'nin Muâz b. Cebel (r.a.)'den naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kazancın en tayyibi (helâl olanı) şu vasıftaki tüccarların kazancıdır: Konuş­tuklarında yalan söylemezler, vaad ettiklerinde caymazlar, kendilerine emanet verildiğinde (emniyet duyulduğunda) hıyanet etmezler, satın aldıkları zaman (malı) kötülemezler, sattıklarında (lüzumsuz şekilde) övmezler, borçlu oldukla­rında (ellerinde imkân bulunduğu halde) ödemeyi geciktirmezler, alacakları ol­duğunda (işi) zora sürmezler."

Her karşılıklı rıza ve uyuşma da şer'î bakımdan kabul edilmiş değildir. Bu uyuşmanın ancak şer'î sınırlar içinde bulunması icap eder. Kendisinde karşılık­sız fazlalık bulunan bir alışverişten alman faiz, veya bir menfaat celbeden borç verme, kumar, at yarışı üzerinde her iki taraf anlaşmış olsa da şer'an bunlar haramdır, helâl değildir.

"Kendilerinizi öldürmeyiniz" ayetinin zahiri gazap, canından bezme gibi hallerde mümini kendi canına kıymaktan, intihar etmekten nehyetmektir, Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den naklettikleri şu hadisin manası gibi­dir: "Kim kendini bir demir ile (bıçak vb. aletle) öldürürse, elinde o demir par­çası olduğu halde, kıyamet günü cehennem ateşinde karnını devamlı olarak onunla yarar durur."

Ancak müfessirler ayetin manasının şöyle olduğunda ittifak etmişlerdir: Bazımız bazımızı öldürmesin! "Kendinizi" lafzı ile kullanılması, yasağı daha kuvvetli bir şekilde ifade içindir. "Mallarınız" ifadesinde de aynı maksat gözetilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Müminler bir nefis (can) gi­bidirler." [44] Ayet-i kerimenin aynı zamanda insanın kendi canına kıymasından, başkalarını öldürmekten ve ölüme götüren uyuşturucu ve zehirleyici maddeler kullanmak ve helak edici yollara sapmak gibi her şeyden bir nehiy ve yasak ol­masına herhangi bir mani yoktur.

Söz, mali muameleler hakkında iken ayetin burada getirilme sebebi şu­dur: Mal, can için temel direk olması, selâmeti onunla mümkün bulunması bakımından canın bir benzeridir. O yüzden malın korunmasını tavsiye ile canın korunmasını tavsiye hususlarının bir araya getirilmesi pek güzel olmuştur.

"Allah size karşı çok merhametlidir" cümlesi yukarıdaki nehyin illetini be­yan etmektedir. Yani Allah Teâlâ sizleri haram yemekten ve canları helak etmekten menediyor; zira O sizlere hâlen de çok merhametlidir.

Canını tehlikeli yer ve yollara atmanın haram olduğunu gösteren bir delil de "Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız." (Bakara, 2/195) ayet-i kerimesi ile İmam Ahmed ve Ebu Davud'un Amr b. el-As (r.a.)'tan tahric ettikleri şu ha­distir. Amr der ki: "Resulullah (s.a.) Zâtu's-Selâsil senesi beni (emir olarak) ga­zaya gönderdi. Soğuğu şiddetli bir gece ihtilâm oldum. Eğer su ile yıkanırsam helak olacağımdan korktuğum için teyemmüm ettim ve arkadaşlarıma sabah namazını öylece kıldırdım. Dönüp Resulullah (s.a.)'ın huzuruna vardığımda durumu kendisine arz ettim. Buyurdu ki: "Ey Amr, cünüp olduğun halde mi arka­daşlarına namaz kıldırdın?" Ben de "Evet ey Allah'ın Rasulü" dedim; soğuğu şiddetli bir gecede cünüp olmuştum. Eğer yıkanırsam helak olacağımdan kork­tuğum için teyemmüm ettim, sonra da namaz kıldırdım, dedim. Bunun üzerine Resulullah güldü, başka bir şey de söylemedi.

Amr (r.a.) ayet-i kerimenin genel manasıyla kendisinin durumunda olan­lar gibilerini içine aldığını anlamış, Rasul-i Ekrem (s.a.) de onun bu anlayışını ikrar ve kabul buyurmuştur.

Ondan sonra Allah Teâlâ insanları öldürerek katil olan kişinin cezasını zikretmiştir. Kim haddi aşarak, zalim bir şekilde bu haramı işleyecek olursa -yani adam öldürme fiilini işlerse demektir, zira "onu" zamiri ile en yakında zik­redilmiş olan hususa işaret edilmektedir- Allah da suçu sebebiyle onu ahirette son derece yakıcı bir ateşe sokmak suretiyle cezalandıracaktır. Bu, Allah Teâlâ'ya göre çok kolay ve basit bir şeydir, kimse O'na engel olamaz. Yukarıda da açıkladık ki "udvân", haddi aşmada aşırılık göstermek; "zulüm"de haksızlık, haddini aşmak yahut bir şeyi yerli yerine koymamak demektir. Sehven, yanlış­lık ve hata ile yapılanlar dışarıda kalsın diye "vaîd (tehdit)" "udvân" ve "zulüm" kelimeleri zikredilerek kayıtlanmıştır. [45]

[44] Hadisin nassı şöyledir: "Müminler tek bir vücut gibidir, başı ağrısa her yanı ağrır, gözü ağ­rısa yine her yanı ağrır." İmam Ahmed ve Müslim, Nu'mân b. Beşir'den rivayet etmiştir.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/30-32.

8 Ocak 2019 Salı

Tuvalete Girmeden Önce Ne Söylenilir?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

9. Tuvalete Girmeden Önce Ne Söylenilir?

142- Enes 
radıyallahu anh şöyle demiştir: Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem helâye girmek istediğinde şöyle derdi:

"Allahümme innî eûzü bike minel-hubsi ve'l-habâis" (Allah'ım! Erkek ve dişi şeytanlardan sana sığınırım.)
[Hadisin geçtiği diğer yer:6322]

Açıklama
Hattabî ve İbn Hibbân buradaki "hubs" ve "habâis" kelimelerinin erkek ve dişi şeytanlar anlamına geldiğini söylemişlerdir.

İbnü'l-A'râbî şöyle demiştir: Bu, mekruh (çirkin şey) anlamına gelir. Şayet bu ifade söz hakkında kullanılırsa sövme, inanç ile ilgili olarak kullanılırsa inkar ve küfür, yemek hakkında kullanılırsa haram, içecek anlamında kullanılırsa za­rarlı anlamına gelir. Buna göre "habâis" kelimesi ile günahlar veya mutlak olarak yerilmiş fiiller kasdedilmiştir. Böylelikle bu iki kelime arasında bir uyum olmak­tadır. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  kulluğunu ortaya koymak maksadıyla bundan Allah'a sığınıyor, bunu öğretmek için de sesli olarak söylüyordu.

İbn Battal şöyle demiştir: Bu dua ne zaman söylenir? Böyle bir durumda Al­lah'ı zikretmeyi çirkin görenler şöyle bir ayırım yapmışlardır: Tuvalet yapmak için inşa edilmiş özel mekanlar var ise buraya girmeden önce söylenir. Bunun dışın­daki yerlerde tuvalete başlamadan önce elbisesini kaldırırken vb. durumlarda söyler. Bu, çoğunluğun görüşüdür. "Bunu söylemeyi unutan kişinin İse dili ile değil kalbi ile Allah'a sığınması gerekir" demişlerdir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

7 Ocak 2019 Pazartesi

Her Durumda, Cinsel İlişki Sırasında Bile Besmele Çekmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

8. Her Durumda, Cinsel İlişki Sırasında Bile Besmele Çekmek
141- İbn Abbas 
radıyallahu anh, Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem şunu rivayet etmiştir:

"Sizden biri eşi île cinsel ilişkide bulunacağı zaman: Bismillah, Allahümme cennibne'ş-şeytâne ve cennibi'ş-şeytâne mâ razaktenâ (Bis­millah, Allah'ım bizi şeytandan uzak tut, şeytanı da bize rızık olarak vereceğin (çocuktan) uzak tut) derse ve o İlişki sebebiyle bir çocukla­rının olması takdir edilirse şeytan ona zarar veremez.
[Hadisin geçtiği diğer yerler:3271,3283,5165,6388,7396.Bu hadisle ilgili ayrıntılı açıklama için bkz.Nikah bölümü,5165 nolu hadis.]
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

6 Ocak 2019 Pazar

NİSA SÛRESİ 25.-28. ayetlerin tefsiri


Cariye İle Evliliğin Şartları, Fuhuş İrtikâp Ederlerse Cezası

25- Sizden kim hür ve müslüman ka­dınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiremezse o halde sağ ellerinizin ma­lik olduğu mümin cariyelerden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (meydana gelmişsiniz)dir. O halde -iffetli olan, zina et­meyen, dost da edinmeyen kadınlar olmak üzere- onlarla, sahiplerinin izniy­le nikahlanın. Ücretlerini de maruf şe­kilde onlara verin. Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâp ettikleri tak­dirde o zaman üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir. (Ca­riyeler almak hususundaki) bu (izin), içinizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir. Sabret­meniz ise sizin için daha hayırlıdır. Al­lah hakkıyla yargılayıcıdır, çok esirge­yicidir.

Açıklaması

Hür kadınlarla evlenmek için lâzım gelen mal ve imkânı olmayan kimse, cariyelerle evlenebilir. Ayette cariyeler hakkında, onlara kıymet verilerek ve erkek ile kadın köle için "fetât-fetâ= genç" kelimelerinin kullanılabileceğini göstermek üzere "feteyât (=genç kızlar)" tabiri geçmiştir. Buharî'de rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Biriniz katı şekilde "Kölem, ca­riyem" demesin. Köle de (efendisine) "Rabbim" demesin. Sahibi olan kişi "Deli­kanlım, genç kızım" desin. Köle de "Efendim, Hanımefendim" desin. Çünkü he­piniz kullarsınız. Rab ise, Allah azze ve celle'dir."

Burada "muhsanât"tan murad, hür kadınlardır. Zira "memlûkat= cariye­ler" mukabilinde kullanılmıştır. Hür kadının şanı namuslu olmaktır, cariyele­rin zaruret ve şartlar dolayısıyla zinaya düşmeleri ihtimali daha çoktur. O yüz­den Ebu Süfyan'ın karısı Hind taaccüp içinde, Peygamberimize (s.a.) "Hür kadın da zina mı edermiş?" demiştir.

Ayetin zahiri, cariyelerle evlenmenin üç şartı bulunduğuna delâlet etmek­tedir.

1- Kocanın, hür kadına mehir verme imkânını bulamaması,

2- Zinaya düşmekten korkması,

3- Evleneceği cariyenin mümine olması, kâfire olmaması.

Hür kadın mehrinin miktarı şahıslara, hallere, zamanlara, mekânlara gö­re değişir. Her şahıs ve çevrenin örf bakımından münasip gördüğü miktar var­dır. Bir erkek, hür bir kadının mehrini verebilecek kudrette bulunabilir. Ancak kadınlar o adamdan fiziği yahut ahlâkı kötü olduğu için kaçabilir. Yine bir adam, hür kadına karşı gözetmesi gereken nafakası ya da ona diğer karısıyla eşit şekilde davranması gibi hakları yerine getirmekten aciz kalabilir. Halbuki cariyenin böyle hakları yoktur.

Hanefiler, mehrin en az miktarını çeyrek dinar (üç dirhem) olarak takdir etmişlerdir.[39] Bazıları on dirhem olduğunu söylemiştir. Sünnet'te sabit olduğu­na göre Peygamberimiz (s.a.) evlenmek isteyen bir adama "Demirden bir yüzük de olsa, bulup buluştur" [40] buyurmuştur. Ashâb-ı kiram'dan birisi karısıyla Kur"ân-ı Kerim öğretmek şartı üzere evlenmiştir.

Şeriat cariyelerle evlenme meselesinde bu şartları, ortaya çıkabilecek bazı zararlara mani olmak için lüzumlu görmüştür. En önemli zarar çocuğun da kö­le olması hususudur. Çünkü, kölelik ve hürriyet bakımından çocuk anneye ta­bidir. O bakımdan ayetin sonunda "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" buyurulmuştur.

İmam Ebu Hanife, hür bir kadın bulamayan kimsenin cariye ile evlenmesi­nin caiz olduğu kanaatine sahip olmuştur. Hür kadının mehrini verme imkânı bulunsun veya bulunmasın, zinaya düşme korkusu duysun veya duymasın, cariye müslüman olsun ya da olmasın, durum değişmez. Şunlar gibi pek çok ayet-i keri­menin umumi manasına göre amel edilebilir: "Sizin için helâl olan kadınlardan nikahlayın." (Nisa, 4/24); "Sizden evvel kitap verilenlerden muhsan olan kadınlar da... (helâldir)." (Maide, 5/5). Hepsinin ifadesi Ehl-i Kitap olanlarla cariyeleri içi­ne almaktadır ve mehir verme gücü ile zina korkusu şartı da getirilmemiştir.

Bu ayetin yukarıda zikredilen genel hükümleri tahsis etmesi uygun da de­ğildir. Zira birincisi, ayet, sayılan şartlara şart mefhumu ve sıfat mefhumu yo­luyla delâlet etmektedir. Onlar da İmam Ebu Hanife (r.a.)'nin görüşüne göre hüccet kabul edilmez. İkincisi, hüccet kabul edilse bile, şartlarda noksanlık olduğu ya da sıfat bulunmadığı zaman her iki mefhum, mubah olmamayı gerektirir. Mubah olmama da haramlığın veya mekruhluğun sabit oluşundan daha umumi­dir. Ona göre şartlar bulunmadığında murad kerahetin ve haramlığın sübutunun caiz oluşudur. Fakat kerahet ciheti, umumi hükümlere muhalefet hususun­da daha hafif olduğundan taayyün eder. "Bu, içinizden zinaya düşmekten kor­kanlar içindir" cümlesi bir şart değildir, ayetlerin gereğinin genelliğinden ötürü, ıslâh ve uygun olana irşad manası taşımaktadır.

Şafiîlerin cevapları ise şöyledir: Bu umumî hükümler, genel olanın hususî olana muhalif olması dışında bu ayet-i kerimeye zıt değildir. Hususi olan ise ge­nel olandan önce gelir. Hanefiler de çocuğu kölelikten korumak maksadıyla ayetlerin genelliğini, evlenecek hür bir kadın bulamayan kişi hakkında tahsis etmişlerdir. Bu mana da, hür kadına verecek miktar mehri bulamama ve zinaya düşme korkusu bulunması durumunda tahsis etmeyi gerektirir. Hem sonra ayet cariye ile nikâhlanmayı, zinaya düşme korkusu ve hür kadının mehrini bulama­ma zarureti ve cariyenin müslüman olması şartıyla mubah kılmıştır. Onun dışında ise asıla, yani cariye nikahlamanın menedildiği hükmüne dönülür.

Ayet-i kerimenin "Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizdendir" kısmına gelince, manası şöyledir: Sizler ey müminler, işlerin zahiri ile mükellefsiniz, gizli ve bâtın tarafları Allah Teâlâ'ya aittir. İman hususunda za­hiri hale göre amel edin. Cariyede imanın zahiri kâfidir, yakinî olarak imanını bilmek şart değildir. Çünkü buna bir yol bulamazsınız ki... Sizler ile cariyeler bir bakıma aynı cinstensiniz. Hepiniz insansınız, aynı asla, yani Hz. Adem (a.s.)'e bağlısınız. Diğer yandan iman yönünden cariyeler ile ortaksınız. Çünkü faziletlerin en büyüğü imandır. O halde zaruret durumlarında cariyeleri nikâhlamaktan geri durmayınız. Bu hüküm, cariyelerin durumunu yükseltmek ve hür kadınlara eşit hale getirmek demektir.

Daha fazla teşvik için müteakip cümlede Allah Teâlâ cariyelerle evlenme emrini bir daha tekrarlamış, onların nikâhını da ehillerinin rızasıyla olması kaydını getirmek suretiyle hür kadınların nikâhı gibi kılmıştır. Ehil, cariyenin efendisi veya maliki, sahibi manasınadır. Çünkü iman, cariyelerin kadrini kıymetini arttırmıştır.

Fukaha, cariye ve kölenin evlenmesinin efendisinin izni şartıyla olduğu hükmünde ittifak etmiştir. Delil bu ayet ile İbni Mace'nin rivayet ettiği İbni Ömer (r.a.) hadisidir: "Hangi köle efendisinin izni olmaksızın evlenirse o zina etmiş olur." İzin bulunmadığı takdirde, Şafîîlere göre nikâh batıldır, sahih de­ğildir. Diğer fakihlere göre ise fuzûlî kişinin akdinde olduğu gibi geçerli değil­dir, efendisinin iznine bağlıdır.

Cariye, kendisine mehir vermek icap etmesi bakımından hür kadın gibi­dir. Ayet-i kerimede "Ücretlerini (mehirlerini) maruf şekilde kendilerine verin" buyurulmuştur. Onlara mehirlerini güzel muamele, mehr-i misil, sahibinin izni ile olmak gibi aranızda maruf olan şekilde veriniz, demektir.

İmamların çoğunluğuna göre cariyenin mehri efendisine aittir. Çünkü efendisinin sahib olduğu cinsî olarak istifade menfaati karşılığında mehir icap eder. Buna hak sahibi olan da efendisidir. Aslında köle hiç bir şeye malik değil­dir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Allah, hiçbir şeye kudreti yetmeyen memlûk (başkasının mülkü olan köle) bir kulu misal verdi..."(Nahl, 16/75). Hadis-i şerif­te de "Köle ve elindeki, efendisinindir" buyurulur.

İmam Malik ise, "Mehir, zevcenin koca üzerindeki hakkıdır, cariyenin mehri de kendinindir, ayetin zahiri ile amel edilir", demiştir. Cumhurun ona cevabı şöyledir: Ayetten murad "Sahiplerinin izni ile onlara mehirlerini veri­niz" veya "Mehirlerini onların ehil ve sahiplerine veriniz" demektir. Mehrin ca­riyelere izafe edilmesi, mehrin icap ettiği hususunu tekit ve takviye içindir.

Lâkin cariyelerin mehri hak edebilmelerinin şartı, iffetli, namuslu ve si­zinle evlenmiş olmalarıdır. Açıkça zina için kiralanan (müsâfihât), yahut giz­lice dost edinerek zina eden kadınlardan olmamalıdırlar. Cahiliye zamanın­daki örfe göre zina iki çeşitti: Bunlar, alenen yapılan (sifâh), gizli yapılan (it-tihâz-ı ahdân= dost tutma) zinalardır ki Allah Teâlâ her iki çeşidini de haram kılmıştır: "Fuhşun açığına da, gizlisine de yaklaşmayın." (En'âm, 6/151); "De ki: Rabbim ancak fuhşu, onların açığını ve gizlisini haram etmiştir." (A'raf, 7/33).

Burada "muhsanât"tan iffetli kadınlar, "müsâfihâtf'tan istediği her adama kendini zina için kiralayan kadınlar, "müttahizât-ı ahdân"dan ise belirli bir dost tutan zinacı kadınlar murad edilmektedir.

Hür erkeğin kendisiyle evlenmek istediği cariyede iffetli, gizli ve açık zina­dan uzak olması şartının koşulma sebebi şudur: Cahiliye devrinde insanlar zina yolunda çalıştırıp para kazanmak maksadıyla cariyeler satın alırlardı. Hat­ta münafıkların reisi İbni Ubeyy cariyelerini, müslüman olmalarından sonra bile zina etmeye zorlardı. O sebepten şu ayet nazil olmuştu: "Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacaksınız diye cariyelerinizi, eğer kendileri de iffetli ol­mak isterlerse, siz fuhşa, zinaya mecbur etmeyiniz" (Nur, 24/33).

Sonra Allah Teâlâ, zina eden cariyeye gereken had cezasını beyan etmiş ve "Onlar evlendikten sonra bir fuhuş işlediler mi o vakit..." hükmüyle ona verile­cek cezanın hür kadınınkinin yarısı miktarı olduğunu ifade etmiştir. Yani cari­yeler evlenip de iffet ve şereflerini koruma imkânı bulduktan sonra zina edecek olurlarsa, cezaları hür kadınların had cezalarının yansı kadardır. Hür kadının cezası "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun." (Nûr, 24/3) ayet-i kerimesi gereğince yüz değnek olduğuna göre, cariyenin ceza­sı elli değnek olur. Kur'an'ın delâlet ettiği ceza budur. Cariyeler hakkında recm cezası yoktur. Çünkü recm cezası uygulanmaz. Sünnet-i Nebeviyye de evli olmayan cariyenin had cezasının ne olduğunu göstermiştir. Sahihayn'da Zeyd b. Hâ-lid el-Cühenî (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Efendimize zina eden ve evli de bulunmayan cariye hakkında sorulmuş, O da şu cevabı vermiştir: "Ona had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine had vurunuz. Sonra (yine) zina ederse yine had vurunuz. Sonra örülmüş bir ip (gibi değeri az bir şey) karşılığında da olsa onu satınız."

Ayetin "Onlar evlendiklerinde" ifadesiyle başlatılmasındaki sebep, "evlilik, haklarında had cezasını da yükseltir" şeklindeki bir tevehhüme mani olmaktır. Bu, şart yerine geçecek bir kayıt değildir, mefhumu yoktur.

Daha sonra Allah Teâlâ "Bu (izin) içinizden sıkıntıya (zinaya) düşmekten korkanlar içindir" ifadesiyle cariyelerle evliliğe, mubah olması için başka bir şart daha zikretmektedir. O da zinaya düşme korkusudur. İmam Şafiî (r.a.)'nin çıkardığı hüküm budur. Fakat İmam Ebu Hanife (r.a.) bunu bir şart olarak görmemiş, daha uygun olanla gösterme yani irşad olarak kabul etmiştir.

Bunların arkasından Allah Teâlâ, cariyelerle evlenme hususunda edebî, ahlâkî genel bir tavsiye zikretmiştir: "Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlı­dır." Yani cariyeleri nikâhlamaktan geri durmanız, sizin için onları nikâhlamaktan -her ne kadar zaruret dolayısıyla bazı şartlarla mubah olsa da- daha hayırlıdır. Çünkü bu işte doğacak çocuğu köle olmaya maruz kılma gibi bazı za­rarlar söz konusudur. Ayrıca cariyeler genellikle düşük ahlâklı, mübtezel, her yere girip çıkan, orda burda dolaşan kadınlardır. Bunlar zillet ve bayağılık hal­leridir ki onları sevenlere de intikal eder. Zira efendilerin cariyeler üzerindeki hakkı evlilik hakkından daha kuvvetlidir. Efendinin onları istihdam etme, bir­likte yolculuğa çıkma, satma gibi hakları bulunmaktadır ki bütün bunlarda ko­calar üzerinde pek büyük meşakkatler, zorluklar husule getirir. Deylemî'nin Müsned'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hür kadınlar evin salâh ve selâmeti, cariyeler ise helaki­dir." Abdurrazzak Musannefinde Hz. Ömer'in (r.a.) şöyle dediğini tahric eder: "Kul, hür bir kadınla nikahlanınca kendi yarısını azad eder, bir cariyeyle ni­kahlanınca da kendi yarısını köleleştirmiş olur."

"Allah, Gafur ve Rahim'dir." Allah'ın mağfireti geniş ve çoktur. Onları nikâhlamaya sabredemeyeni affeder. Cümlede, bu işten uzaklaşmaya işaret var­dır. Cenab-ı Hak, kulundan sadır olan, mümin cariyeleri küçük görme gibi ha­taları bağışlar. O'nun rahmeti de geniştir, çoktur. Zira cariyelerle evlenme ruh­satı vermiş, Şeriatın hükümlerini güzelce açıklamıştır. [41]

Yukakıda Geçen Şer'î Hükümlerin Sebepleri


26- Allah size (bilmediklerinizi) beyan etmek, sizi sizden evvelkilerin yolları­na iletmek, sizin tevbelerinizi kabul et­mek ister. Allah hakkıyla bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.

27- Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister, (ama) şehvetlerine uyanlar sizin büyük bir meyil ile (doğru yoldan) sapmanızı dilerler.

28- "Allah sizden hafifletmek ister. (Zaten) insan da zayıf olarak yaratılmış­tır.


Açıklaması

Allah (c.c.) bu ayetleri indirmekle size yükümlülükleri, sert hükümleri be­yan etmek, onlarda helâli haramdan, güzeli çirkinden ayırt etmek, maslahat bulunanı göstermek, sizleri geçmiş peygamberlerin ve salihlerin yollarına, usullerine iletmek istemektedir. Ta ki onların izine tabi olasınız, gittikleri yol­lardan gidesiniz. Şer"î hükümler, yükümlülükler her ne kadar ahvâl ve zaman­ların değişmesiyle farklı olsa da onlar maslahatları gözetme itibariyle ittifak halindedir.

Aynı şekilde Allah Teâlâ işlediğiniz günah ve haramlardan yapacağınız tevbelerinizi de kabul etmek, günahlardan engelleyecek yahut o günahlara kefaret ola­cak, onları kapatacak, izlerini silecek hususlara sizleri irşad etmek istemektedir.

Tahkîk erbabı alimlere göre buradaki hitap, bütün mükellefler hakkında genel değildir. Sadece yukarıdaki ayetlerde geçtiği şekilde annelerini, kızlarını ve diğer evlenilmesi şer'an haram olanları nikahlamak gibi şeylerden bilfiil tevbe eden ve Allah Teâlâ'nın da tevbelerini kabul ettiği belirli bir taife, gurup hakkındadır. Çünkü genel olsaydı, kendilerinde tevbe hususu bulunmayan bir takım insanların durumu ile terslik ortaya çıkardı.

Allah, bütün eşyaya şamil olan bir ilmin sahibidir. Sizin için meşru kıldı­ğını, sizden öncekilerin üzerinde oldukları gidiş şekillerini, mümin kullarına faydalı yahut zararlı olan şeyleri bilir. Koyduğu şeriatinde, kaderinde, fiillerin­de, kelâmında hikmet sahibidir; hikmet ve maslahatı yararlı olanı gözetir, me­şakkat ve zarar bulunan şeyleri yüklemez, teklif etmez.

Sonra Allah Teâlâ tevbeyi kabul etmek, sizi temizlemek, nefislerinizi tezki­ye etmek şeklindeki iradesini tekit etmiş; rahmetiyle beraber bulunan o irade ile şehvetler peşine düşmüşlerin, günahlara dalmışların ve zinacıların iradesini karşılaştırmıştır. Bu ikinci gurubun Yahudiler, Hristiyanlar yahut kızkardeşler, kardeş ve kızkardeşlerin kızları ile evlenmeyi helâl sayan Mecusîler olduğu da rivayet edilmiştir. Onlar, sizin de kendi arzularına göre büyük bir meyil ile yol­dan sapmanızı, yani haktan ayrılıp batıl yollara düşmenizi arzu etmektedirler.

Cenab-ı Hak işte bu hükümler, teklifler, kanunlar, emirler ve nehiyler ile ağır sorumlulukları sizden hafifletmek istemektedir. Mücahid ve Tavûs'un da dediği gibi zaruret halinde cariyeleri nikâhlamayı size helâl kılmıştır. Nitekim diğer bazı ayetlerde de bu husus tekit edilmiştir: "O Rasul, onların ağır yüklerini, sırtlarında olan zincirleri indiriyor." (A'râf, 7/157); "Allah size kolaylık di­ler, size güçlük istemez." (Bakara, 2/185); "Din (işlerin)de üzerinize hiçbir güç­lük de yüklemedi." (Hac, 22/78); "Müsamahalı bir İslâm dini ile gönderildim. "[42] Çünkü bazı kadınları nikâhlamayı haram kıldıysa da Allah Teâlâ, kadınların çoğunluğu ile nikâhlanmayı mubah bırakmıştır. Her şeyde de helâllerin haramlardan daha çok olduğu görülmektedir.

Allah Teâlâ hafifletme sebebini şöyle beyan etmektedir: "İnsan zayıf olarak yaratılmıştır." Heva, arzu ve şehvetler onu çeker, özellikle de kadınlar konusun­da... Korku ve hüzün ise insanı endişeye sevk eder. İşte insan arzularına karşı gel­mekten, ibadetlerdeki meşakkat ve zorlukları taşımaktan aciz kaldığı için Allah Teâlâ teklifleri, yükümlülükleri hafifletmiş, bazı hükümlerde ruhsatlar tanımıştır.

Fısk ve günahın afetlerinden birisi de ev halkının fısk u fücur ve günah­lardan etkilenmesidir. Çünkü büyükler diğerlerine örnektir. Taberanî'nin Cabir (r.a.)'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Siz iffetli olunuz ki kadınlarınız da iffet­li olsun. Siz babalarınıza iyi ve itaatkâr davranınız ki çocuklarınız da size iyi muamele yapsın." [43]


[39] Müellif burada sehven nakilde bulunmuştur. Hanefi'lere göre mehrin en az miktarı on dirhemdir, (bkz. el-Hidaye, Feth'ul-Kadir şerhiyle birlikte, III/305).

Hanefi fukahasından İbnü'l-Hüman Feth'ul-Kadir şerhinde (III/187) Hafız İbni Hacer'in Ebu Hatim'den Cabir (r.a.) hadisini naklettiğini ve derecesinin hasen olduğunu söylediğini ifade etmektedir. Cabir hadisinde "On dirhemden az mehir olmaz" cümlesi de yer almaktadır. İbnü'l-Hümam mehir bahsinde (III/206) şöyle demektedir: "Mehrin en azı bize göre on dirhem, Malik'e göre çeyrek dinardır. Cabir hadisini takviye eden aynı zamanda bir diğer rivayeti Darakutni ve Beyhaki Hz. Ali'den nakletmiştir. (III/207) İmam Muhammed bu miktar hakkındaki rivayetlerin Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Âmir ve İbrahim Nehai'den de geldiğini söylemiştir. (Çeviren)


[40] Ahmed, Buhari ve Müslim ittifakla Sehl b. Sa'd'den rivayet etmişlerdir.


[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/18-22.


[42] el-Hatâb, Câbir'den rivayet etmiştir, derecesi "zayıftır.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/26-28.

5 Ocak 2019 Cumartesi

NİSA SÛRESİ 2. ayetin tefsiri


Yetimlerin Mallarını Yemenin Haram Kılınması

2- Yetimlere de mallanın verin. Temizi murdara değişmeyin ve onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin, çünkü bu büyük bir günahtır.


Nüzul Sebebi

Mukâtil ve el-Kelbî der ki: Bu ayet-i kerime Gatafanlı bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu kişinin yanında çokça malı bulunan ve kardeşinin oğlu olan yetim bir çocuk vardı. Bu çocuk bulûğ yaşına gelince malını istedi. Amcası malı ona vermek istemedi. Peygamber (s.a.)'in yanına gidip davalaştılar. Bunun üze­rine bu ayet-i kerime nazil oldu. Amca bu ayet-i kerimeyi işitince, "Allah ve Rasulüne itaat ettik, biz pek büyük günahtan Allah'a sığınırız" dedi ve çocuğa malını verdi. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte her kim nefsinin cimriliğin­den korunur ise ve bu şekilde cimriliğinden vazgeçip geri dönerse o güzel yurdu­na yerleşir." Yani cennetine konaklar. Delikanlı (amcasından) malını alınca Allah yolunda infak etti. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurdu: "Ecir sabit oldu, gü­nah kaldı." Ey Allah'ın Rasulü, dediler, ecrin sabit olduğunun ne anlama geldi­ğini bildik. O Allah yolunda infak ettiği halde günah nasıl olur da olduğu gibi kalır? Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Delikanlı için ecir sabit oldu, babası aleyhine ise günah kaldı." [3]

Açıklaması
Ayet-i kerimenin konusu: Yüce Allah ergenlik yaşına geldikleri takdirde yetimlere mallarının tam ve eksiksiz olarak verilmesini emretmekte, mallarını vasilerin kendi mallarına katmalarını yasaklamaktadır. Hitap, mal ellerinde yetimler de yanlarında bulunduğu sürece vasilere yöneliktir.

İşte bu, takvanın değişik hallerinin açıklanmasının bir başlangıcıdır. Tak­vanın başı ise -Yüce Allah sıla-i rahimi ve akrabalık bağını hatırlattıktan son­ra- zayıf ve güçsüz yetimlerin mallarını korumaktır.

Anlamı şudur: Ey yetimlerin vasileri olanlar! Ergenlik yaşına geldikten sonra yetimlere mallarını tam ve eksiksiz olarak veriniz. Onlar küçüken harcamalarını mallarından yapınız. Onların mallarından herhangi bir şeyi ken­di mallarınıza katmayınız. Burada, malları telef eden diğer tasarruflar ve çe­şitli yararlanma yollarını ifade etmek üzere "yemek" tabirini kullandı. Çün­kü tasarrufların pek çoğu yemek için yapılır. Yüce Allah'ın, "(ilâ) = e, a" harf-i çeri burada "ile birlikte" ya da gerçek manasına kullanılmış olabilir. Yani onların mallarını yemek hususunda kendi mallarınıza katmayın, eklemeyin. Çünkü sizler ne yapacak olursanız Allah'ın lütfuyla kazanmış olduğunuz kendi malınız olan helâl bir şeyi, yetimlerin malları olup sizin için haram olana değişmiş olursunuz. Böyle bir yemek büyük bir günah, büyük bir ve­baldir. Rivayet edildiğine göre onlar -İslâm'dan veya bu ayetin nüzulünden-önceleri zayıf koyun verir, yerine semiz bir koyun alırlardı. Böyle davranma­ları yasaklandı.

Yetim, mutlak olarak babası ölmüş kimseye denir. Fakat önceden de açık­landığı gibi şeriat ve örfte bu tahsis edilmiş bulunmaktadır. Çünkü Resulullah (s.a.) -Ebu Davud'un Ali (r.a.)'den rivayetine göre- şöyle buyurmuştur: "Ergen­lik yaşından sonra yetimlik olmaz."

Ayet-i kerime yetimlere mallarının verilmesi hususunda zahiri üzeredir ve ergenlik yaşına gelmeden önce mallarının onlara verilmemesi anlamında değil­dir. Burada yetimlere mallarının verilmesi mecaz yoluyla o mallara kötü bir maksatla el uzatmadan onları sağ salim sahibine bırakmak demektir. Buna de­lil ise sonraki, "Yetimleri ... deneyin." (Nisa, 4/6) ayetidir. Yani ergenlik yaşına geldikleri vakit mallarını teslim alabilecek durumda olup olmadıklarını deneyi­niz. Bu ayet-i kerime ergenlik ve reşitliğin gerçekleşmesi halinde fiilen malları­nın yetimlere teslim edilmesine bir teşviktir. "Yetimlere de mallarını verin" ayeti ise ergenlik yaşına gelip reşit oldukları vakit mallarının kendilerine teslim edilmesi için yetimlerin mallarının korunmasını teşvik etmektedir.

Fakat daha uygun olan "verme"nin gerçek anlamı ile kullanılmış olması­dır ki, bu da fiilen vermek demektir. Buna göre "yetimler" kelimesi ise daha ön­ceki durumları nazarı itibara alınarak kullanılmış mecazî bir tabirdir. Bu şe­kilde yetimlik tabirinin kullanılmasının sebebi küçüklükleri üzerinden fazla bir zaman geçmeden mallarını kendilerine vermekte eli çabuk tutup acele et­menin vücubuna işaret etmektir. Çünkü yetimlik zayıflıktır. Bu ise merhameti, iffeti gerektirir. Adeta yetim adı ergenlikten sonra da devam ediyor gibi bir in­tiba verilmiştir. Usûl-i fıkıhta bu gibi anlatımlara nassın işareti adı verilir. [4]


[3] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 81.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/475-476.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/476-477.

4 Ocak 2019 Cuma

Abdesti Tam Olarak Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

6. Abdesti Tam Olarak Almak

İbn Ömer: "İsbâğ"ın tam olarak temizlemek anlamına geldiğini söylemiştir.

139- Üsâme İbn Zeyd 
radıyallahu anh şöyle demiştir: Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Arafat'tan dönerken dağdaki yolda inip su döktü. Sonra hafif bir abdest aldı.

Ben: "Namaz (mı) ey Allah'ın Resulü?" diye sordum.

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Namaz ileride kılınacak" dedi.

Sonra tekrar bineğine bindi. Müzdelife'ye gelince bineğinden indi ve daha uzunca bir abdest aldı. Sonra namaz için kamet getirildi, akşam namazını kıl­dırdı. Sonra herkes devesini durduğu yere çökertti Sonra yatsı için kamet geti­rildi, Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yatsıyı kıldırdı. Bu iki namaz arasında başka bir namaz kılmadı.[Hadisin geçtiği diğer yerler:181,1667,1669,1672.]

Açıklama

Konu başlığında geçen "isbağ" abdesti tam olarak yapmak demektir.

İbn Ömer'in yukarıdaki sözünü Abdürrezzak Musannef adlı eserinde sahih bir senetle rivayet etmiştir. Onun bu sözü, bir şeyi lazımı ile tefsir etmektir. Çün­kü abdesti tamamlamak genelde organları tam olarak temizlemeyi gerektirir.

"Namaz ileride kılınacak" sözü, temizliğe devam etmek için abdest almanın meşru olduğunu gösterir. Çünkü Hz. Peygamber bu abdesti ile bir namaz kılmadı.

Önemli Bilgi
Hz. Peygamber'İn 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem o gece abdest aldığı su zemzem suyu idi. Bunu, Ahmed İbn Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının Müsned adlı eserine eklediği hadisler arasında hasen bir senetle Hz. Ali'den radıyallahu anh rivayet etmiştir. Bu riva­yet, zemzem suyunun yalnızca içmede kullanılabileceğini söyleyenlere karşı bir red oluşturmaktadır. Hac bölümünde bu hadisle İlgili diğer bilgiler gelecektir.[1669 nolu hadis]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

3 Ocak 2019 Perşembe

Abdesti Hafif Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

5. Abdesti Hafif Almak

138- İbn Abbas 
radıyallahu anh şunu rivayet etmiştir:

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem horlayacak derecede uyudu, sonra kalkarak namaz kıldı.

Süfyan bu hadisi bize tekrar tekrar Amr, Küreyb, İbn Abbas yoluyla rivayet etmiştir. Bu rivayete göre İbn Abbas 
radıyallahu anh şöyle demiştir:

"Bir gece teyzem Meymûne'nin yanında kaldım. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem geceleyin kalktı. Gecenin bir kısmı geçince duvara asılı bir tulumdaki sudan hafif bir abdest aldı, sonra da kalkıp namaz kıldı. Ben de onun gibi abdest aldım ve onun sol tarafına durdum. O beni sağına geçirdi. Sonra bir süre namaz kıldı. Daha sonra yatarak uyudu ve horladı. Ardından münadi/müezzin gelerek kendisine namaz vaktinin girdiğini bildirdi. Hz. Peygamber     
Sallallahü Aleyhi ve Sellem de onun haberi üzerine namaza kalkarak yeniden abdest almaksızın namaz kıldı."

(Süfyan dedi ki): Biz Amr'a "İnsanlar, Resûlullah'ın 
    
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gözü uyur ancak kalbi uyumaz" diyorlar, dedik. Amr şöyle cevap verdi: Ubeyd İbn Umeyr'İn şöyle dediğini duydum: "Peygamberlerin rüyası vahiydir". Daha sona şu âyeti okudu: Ben rüyamda seni boğazladığımı görü­yorum, dedi.[Saffat,37/102]

Açıklama

Bu bölüm hafif bir abdest almanın caiz olduğunu göstermektedir.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem uyuyup horladıktan sonra kalkınca ab­dest almaksızın namaz kılması, uykunun doğrudan abdesti bozmadığını ancak bozma ihtimali bulunduğunu göstermektedir. Çünkü Hz. Peygamber'in     
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gözleri uyur, kalbi uyumazdı. Şayet abdestini bozmuş olsa bunu bi­lirdi. Bu sebeple bazen uykudan kalkınca abdest alır, bazen de almazdı.

Hattâbî şöyle demiştir: "Kalbinin uyumaması, uykuda iken kendisine gelen vahyi kavraması içindir."

"Peygamberlerin rüyası vahiydir" sözünü Müslim merfu olarak rivayet et­miştir. Tevhid bölümünde Şüreyk'in Enes'ten rivayet ettiği hadiste bu konu gelecektir.[7517.hadis]

Amr'ın bu âyeti delil getirme gerekçesi şudur: Şayet peygamberlerin rüyası vahiy olmasaydı, Hz. İbrahim'in 
Aleyhisselam oğlu İsmail'i rüyaya dayanarak boğazlamaya kalkışması caiz olmazdı.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

2 Ocak 2019 Çarşamba

YASİN SÛRESİ 77.- 83. ayetlerin tefsiri


Öldükten Sonra Dirilmenin İspatı:

77- İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?

78- Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: "Bu çürümüş ke­mikleri kim diriltecekmiş?" dedi.

79- De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir."

80- O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi ondan çakıp alıyorsunuz.

81- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, bütün kâinatı yaratandır,
her şeyi hakkıyla bi­lendir.

82- Onun emri birşeyi dilediği zaman ona ancak "Ol" demesinden ibarettir. O da hemen oluverir.

83- Her şeyin hükümranlığı kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne ka­dar yücedir, münezzehtir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.


Açıklaması:

"İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?" Yani her insan, yaratılışına nutfe (meni)den, basit bir sudan -ki o eşyanın en zayıfıdır- başladığımızı, sonra da kendisini mükemmel bir beşer haline getirdiğimizi bilmez mi? Bu mükem­mel hale geldikten sonra onun, konuşan ve bizimle ısrarla cedelleşen apa­çık bir mücadeleci olarak karşımıza çıkıverdiğini görürsün. Bu ayette ge­çen "hasîm" kelimesi "konuşan" anlamındadır. "Mübîn" kelimesi de insanın aklının kuvvetine işarettir.

Burada anlatılmak istenen şudur: Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kişi, yaratmanın tekrarlanacağına, yoktan var etme ile niye delil getirmez ki? Zira Allah, insanı yaratmaya, basit bir sudan meydana gelen meniden başlamıştır. Yani onu zayıf ve hakir birşeyden yaratmıştır. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi basit bir sudan yaratmadık mı? Onu, belli bir süreye kadar sağlam bir karar yerine koyduk" (Mürselât, 77/20-22), "Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık" (İnşân, 76/2). Yani değişik şeylerin oluşturduğu bir karışımdan meydana gelen nutfeden yarattık.

Şu halde böyle bir mahlukun yapması gereken şey, büyüklenip azgın­laşmak ve öldükten sonra dirilmek suretiyle yaratılışın tekrarlamasını in­kâr etmek değil, nimete şükretmektir.

"Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: "Bu çürümüş ke­mikleri kim diriltecekmiş?" dedi" Yani kudret ve azamet sahibi olan Al­lah'ın, çürümüş kemik ve cesetleri tekrar diriltmesi konusunda mesel gibi doğrudan ilgili olmayan garip birşey zikretti ve kendi nefsini unuttu. Zira Yüce Allah onu yokluktan var ederek varlık alemine çıkarmıştır. O ise Al­lah'ın kudretini kulun gücüyle mukayese ederek Allah'ın çürümüş kemik­lere hayat vereceğini -beşere verilen kudretin üstünde bir şey olması hase­biyle- inkâr ediyor.

Yüce Allah buna şöyle cevap veriyor:

"De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" Yani ey Peygamber! Ölümden sonra dirilmeyi inkâr eden o müşriğe de ki: Allah, ilk seferinde yokluktan ve hiçlikten örneksiz olarak yaratıp var ettiği bu kemiklere tekrar hayat verecektir. İnsan zikredilmeye değer bir varlık değildir. İster parçalara ayrılmış ve yeryüzünün dört bir yanına dağılmış, isterse toplu bir halde bulunsun, varlıkların en gizli yönleri bile Ona gizli değildir. Her ne olursa olsun -ister toprağın, isterse denizlerin derinliklerinde veya insanın ya da hayvanın içinde olsun yahut toprağa ya da bitkilere karışmış bulunsun- hiç birşey O'nun ilminin dışında değildir. Bilim adamları atomun yok olmadığını söylemektedirler. "Yokluktan birşey var olmaz, var olan birşey de yok olmaz." şeklindeki meşhur teori kabul görmüş durumdadır.

Öldükten sonra dirilme konusunda zikredilen delil şudur:

"O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi on­dan çakıp alıyorsunuz" Yani bu ağacı yaratmaya sudan başlayan O'dur. Derken bu ağaç yeşil, taze ve olgun meyveli bir hale gelmiştir. Sonra onu, kendisiyle ateş yakılan kuru bir odun haline döndürmüştür. Buna mukte­dir olan, istediği her şeyi yapmaya kadirdir. O'nun, istediğini yapmasına hiç birşey mani olamaz. Yaş ve rutubet özelliği gösteren bir maddenin, sı­caklık unsuru haline gelmesine sebep olan bu değişim ve dönüşüm, yaşlığın ve nemliliğin, kuruluğa ve eskimişliğe dönüşmesinin imkân dahilinde olduğunu gösterir. Mesela sert (bir nevi selem) ağacının yeşil (taze) haldey­ken ateş tutuşturmada kullanıldığı, tecrübe ve müşahede edilmiş bir hu­sustur.

Burada kastedilenin, Hicaz toprağında yetişen Merh ve Afâr denen ağaçlar olduğu da söylenmiştir. Yanında çakmak (tutuşturucu) bulunma­yan kimse ateş yakmak istediği zaman bu iki ağaçtan birer parça dal keser ve birini diğerine sürter. Bu sürtme sonucu, tıpkı çakmak gibi bu dalların arasından ateş çıkar. Yağmurla yüklü bulutların birbirine sürtünmesi sonucu şimşek kıvılcımları çıkması da buna benzer.

Üçüncü delil, diğerinden daha etkili ve vurucudur:

"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, bütün kâinatı yaratandır, her şeyi hakkıyla bi­lendir" Yani sabit ve hareketli gezegenleriyle birlikte yedi kat göğü ve dağ­ları, ovaları, denizleri ve çölleriyle yedi kat yeri yaratan -ki bunlar, yaratı­lış bakımından insanın yaratılışından daha azametli ve büyüktür- insan gibi bir mahluku yaratmaya ve cesetlere yeniden hayat vermeye de kadir­dir ki bu cesetler yedi kat göğe ve yedi kat yere kıyasla çok daha küçük ve zayıftır. Evet, elbette O buna kadirdir. O, mahlukâtı çok ve ilmi geniş olan­dır. Buradaki "Hallâk" kelimesi Allah'ın kudretinin kemâline, "Alîm" keli­mesi de ilminin şümulüne işarettir.

Kısacası azametli şeylerin yaratılması, daha küçük şeylerin de yaratı­labileceğinin kesin delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük birşeydir." (Gâfir, 40/57), "Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Al­lah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet O her şeye kadirdir." (Ahkâf, 46/33).

Ardından Yüce Allah, daha önceki ayetlerde geçen açıklamayı tekit ve işlenen konuyu neticelendirmek için şöyle buyuruyor:

"Onun emri, birşeyi dilediği zaman ona ancak "Ol!" demesinden iba­rettir. O da hemen oluverir." Yani Yüce Allah'ın, eşyanın icadı ve bu icadı dilemesi konusundaki işi, birşeye "Ol!" buyurmaktır. O zaman o, kesinlikle herhangi başka birşeye bağlı olmaksızın derhal oluverir.

Yüce Allah için tam bir kudretin sabit olmasının gereği, kâfirlerin Onu tavsif ettiği şeylerden tenzihidir. Bu bağlamda Allah Teala şöyle bu­yuruyor: "Her şeyin hükümranlığı kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir, münezzehtir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz" Yani Allah, kötülük ve eksiklik gibi kendisine lâyık olmayan sıfatlardan yüce ve münezzehtir. O, eşyanın bütün mülkiyeti kendisine ait olandır. Eşya üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma kudret-i kâmilesi Onundur. Her şeyin anahtarı Onun elindedir. Ahiret yurdunda ölüm sonrası dirilişin akabinde de kullar hep birlikte -başkasına değil- Ona döneceklerdir. Şu halde maslahatlarını gerçekleştirmek için Onu birlesinler ve Ona itaat etsinler. [16]


[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/55-57.

1 Ocak 2019 Salı

Kişi Abdestini Bozduğundan Kesin Olarak Emin Olmadığı Sürece (Yeniden)Abdest Almaz

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

4. Kişi Abdestini Bozduğundan Kesin Olarak Emin Olmadığı Sürece (Yeniden)Abdest Almaz

137- Abbâd İbn Temîm'in amcasından rivayet ettiğine göre, namazda ken­disine abdesti bozulmuş gibi gelen ancak bir şey bulamayan kişi Resûlullah'a 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bunu sormuş, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurmuştur:

"Bir ses veya koku duymadıkça namazını terk etmesin.
[Hadisin geçtiği diğer yerler:177,2056.]

Açıklama

"Ancak bir şey bulamayan": Yani kendisinden çıkan bir şey olmayan anla­mına gelir. Hadis, abdestini bozduğunu kesin olarak bilmeyen kişinin namazının sahih olacağını göstermektedir. Bu hadis "aksi kesin olarak sabit oluncaya dek bir şeyin olduğu hal üzere bırakılması" konusundaki temel prensibi içermektedir. Sonradan meydana gelen şüphe, kesin olarak bilinen şeye zarar vermez. Âlimle­rin çoğunluğu bu hadisi esas almışlardır.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

31 Aralık 2018 Pazartesi

Abdestin Fazileti, Kıyamet Gününde Abdest İzinden Dolayı Yüz, El Ve Ayakları Sekililer

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

3. Abdestin Fazileti, Kıyamet Gününde Abdest İzinden Dolayı Yüz, El Ve Ayakları Sekililer

136- Nuaym el-Mücmir şöyle demiştir:

Ebû Hureyre 
radıyallahu anh ile birlikte mescidin üzerine çıktık. Ebû Hureyre abdest aldı ve şöyle dedi: Ben Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu işittim:

Ümmetim kıyamet gününde bedenlerindeki abdest izlerinden do­layı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları sekililer olarak çağrılacaklardır.

Ebû Hureyre 
radıyallahu anh şöyle dedi: "Kim bu parlaklığı daha çok artırabilirse arttırsın."

Açıklama

"Ümmetim" sözü ile ümmet-i davet değil, ümmet-i icabet yani Müslümanlar kastedilmiştir.

"Seki" atın alnındaki (ve ayaklarındaki) beyazlıktır. Bu kelime güzellik, şöh­ret ve İyi nam bırakma için kullanılır. Burada Muhammed ümmetinin yüzündeki nur kasdedilmektedir. Yani onlar mahşer halkının gözü önünde bu nitelikle çağ­rılacaklardır.

Kim bu parlaklığı daha çok artırabilirse bunu yapsın Seleften bir grup, Şâ-fiîler ve Hanefîlerin çoğunluğu bunun müstehap olduğunu belirtmişlerdir. Karşı görüşte olanlar ise bu arttırmayı abdeste devam etme anlamında anlamışlarsa da buna şu cevap verilir: Hadisi rivayet eden kişi rivayet ettiği şeyi bilmektedir. Hatta bunu açık olarak Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem isnad etmiştir.

Hadiste, konu başlığında yer alan abdestin fazileti hususu yer almaktadır. Çünkü seki ile meydana gelen üstünlük, abdestte farz olanın ötesinde yıkama ile meydana gelir. Öyle ise ya farz olan ile nasıl bir üstünlük meydana gelir düşü­nelim! Bu konuda Müslim ve diğerlerinin rivayet ettiği sahih ve anlamı açık ha­disler bulunmaktadır.

Bu hadis, mescide ve mescittekilere bir sıkıntı vermediği sürece mescidin üs­tünde abdest almanın caiz olduğunu göstermektedir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

30 Aralık 2018 Pazar

YASİN SÛRESİ 69.- 76. ayetlerin tefsiri


Allah'ın Varlığının Ve Birliğinin İspatı, Risaletin Bazı Özelliklerinin Beyanı:


69- Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümleri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir.

70- Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun.

71- Görmediler mi, ellerimizin yap­tıklarından kendilerine nice hay­vanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar.

72- Onları kendilerine boyun eğdir­dik. İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar.

73- Onlarda kendileri için daha bir­çok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?

74- kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler.

75- O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâh­lar için hazırlanmış askerlerdir.

76- Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliyoruz.


Açıklaması:


Cenab-ı Hak Kur’an’ın şiir, Hz. Peygamber (s.a.)'in de şair olmadığını belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." Yani peygamber bir şa­ir değildir. Onun şiir söylemesi doğru olmaz. İstemiş olsaydı bile kendisine şairlik özelliği verilmez ve şiir söylemesi kolaylaştırılmazdı. Onun yaratılı­şında bu özellik yoktur, o şiiri sevmez. Allah onu, okuma yazma bilmeyen ümmî bir kişi olarak yaratmıştır. Allah ona ancak Kur'an'ı öğretmiştir ki Kur'an şiirden daha üstün ve şiirden başka bir şeydir.

Şiir, kendine has vezni olan sözdür. Her beyti belli bir harfle biter ki buna kafiye denir. Kasidelerin, bir tek kafiye ile başlayıp bitmesi, yani her beytin son harfinin aynı olması zorunludur. Şiir, geniş bir hayal ve yüksek bir tasvir gücüyle gelişmiş canlı bir duygu dünyasına dayanır. Şair şiirde ne akıl ve mantığın ölçülerine uyar, ne de methiye, hiciv, ağıt, gazel vb. tür­lerde hassas ölçülere riayeti ve doğruluğu arar; o tasvirde ve özelliklerin dile getirilmesinde mübalağa yapar. Onun için sadece söylediklerinin dinleyenlerce beğenilmesi önemlidir. Bu sebeple Yüce Allah şairleri "Görmü­yor musun onları, nasıl her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ve onlar yap­mayacakları şeyleri söylerler." (Şu'arâ, 26/225-226) şeklinde tavsif buyur­maktadır. Araplar, "Şiirin en güzeli, en yalan olanıdır." derler. Bu konuda Ebû Hayyân da şöyle demiştir: "Şiir ancak vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Şairlerin seçtiği anlama delâlet eder ve çok hayal kurma, sözü süsleyip yal­dızlama vs. özelliklere dayanır ki mütedeyyin kimseler, onu yazmak şöyle dursun, başkası tarafından yazılmış şiiri bile okumaktan uzak dururlar.[12]

Kur'an-ı Kerim'e gelince, onun verdiği haberler doğrudur; söyledikleri, vuku bulmuş ibret verici olaylardır; metodu, beşeri saadete erdirecek ka­nunlar koymaktır; maksadı, amellerin faziletli olanlarını işlemeye ve en güzel hasletlere ve ahlâka sahip olmaya teşvik, sapıklık ve çirkinliklerden kaçındırma ve nihayet sahih ibadet ile doğru muamele için gerekli hüküm­leri yerleştirmedir.

Dolayısıyla bu ayet "Biz ona şiir öğretmedik" kavl-i ilâhisiyle Kur'an'ın şiir olmadığına, "Bu ona yakışmaz da." kavl-i ilâhisi de Hz. Peygamber (s.a.)'in şair olmadığına delâlet etmektedir. Allah ona ancak kendine mah­sus özellikleriyle malum şiirden ve alışılmış düzyazı türünden ayrılan Kur'an'ı öğretmiştir.

Bu ayet, Mekke'li Arapların, "Muhakkak Kuran ya bir şiir veya sihir­dir, ya da kâhinlerin işidir. Muhammed de şairdir" şeklindeki sözlerine ke­sin bir reddir. Onlar bu sözlerle Kuranın Allah tarafından vahyedilmiş bir kelâm olması hususiyetini iptal ve risaletin kendine mahsus özelliklerini tekzip etmeyi amaçlıyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.)'in dilinden varit olan kimi vezinli sözlere gelince bunlar, herhangi bir tekellüf, sanat yapma arzusu veya kasıt olmaksızın, sadece sözün tabii seyri içinde şiiri andırır tarzda ifade edilen sözlerdir. Hz. Peygamber (s.a.)'in Huneyn günü beyaz bir katır üzerinde düşman saf­ları arasına daldığı zaman söylediği şu sözler buna örnektir:

"Yalan değil ben nebiyim, İbni Abdulmuttalib'im."

Yine hicret esnasında mağarada ayağını taşa çarpması sonucu ayak parmağının kanaması üzerine söylediği şu sözler de böyledir:

"Sen ancak bir parmaksın ve kanadın Bunu sen Allah yolunda yaşadın."

Hatta Halîl b. Ahmed Ferâhidi, recezden meştûr'u şiir saymamıştır.[13]

Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.)'in, konuşma esnasında zaman zaman Arap şiiriyle örnek getirdiği de vakidir. Mesela bir defasında Tarafe b. Abd'in meşhur "Muallaka" sından[14] şu beyti temsil getirmişti:

"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi haberler getirecek."

İbni Ebi Hatim ve İbni Cerir'in Hz. Aişe (r.a.)'den sahih bir senetle ri­vayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu beyti şöyle söylüyordu:

"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi getirecek haberler."

"Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.)'in mezkûr beyti böyle oku­ması üzerine "O beyit öyle değil." dedi, Hz. Peygamber (s.a.) de "Ben şair değilim. Şair olmak bana yakışmaz da." buyurdu."

İbni Sa'd ve İbni Ebî Hatim de Hasan'i-Basrî'den şöyle dediğini riva­yet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.) şu beyti temsil getirirdi:

"Yeterlidir İslâm ve ağaran saç Kötülükten nehyetmeye kişiyi." "Oysa rivayet, bu beytin şöyle olduğu yolundadır: "Yeterlidir ağaran saç ve İslam Kötülükten kişiyi nehyetmeye."

"Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.), "Şehadet ederim ki sen Allah'ın resulüsün. Allah sana şiiri öğretmedi. Sana şiir öğrenmek yakışmazdı da." demiştir."

Buhari'nin naklettiğine göre Hendek savaşı öncesi Medine etrafına hendek kazılırken Hz. Peygamber (s.a.), Abdullah b. Revâha (r.a)'nın şi­irini okumuştur. Şu var ki o, recez bahrinden kaside söyleyen ashabının söylediklerine uyarak bunu yapmıştır. Sahabe o esnada hem hendek kazı­yor, hem de şöyle diyorlardı:

"Rabbim olmasa rahmetin hidayet yoktu bize,

Ne sadaka, ne namazda gelmek olurdu dize.

Düşman çıkınca karşıya, sekinet indir bize;

Sabit-kadem eyle bizi, güç ver bileğimize.

Şüphesiz ki ilkin onlar saldırdı üstümüze

Diretiriz fitne yaparlarsa aleyhimize"

Hz. Peygamber (s.a.) bu şiiri söylerken "Ebeynâ (diretiriz)" kelimesine geldiği zaman sesini uzatıyordu."

Hz. Peygamber (s.a.)'e şiir öğretilmemesi meselesine gelince; Yüce Al­lah ona ancak, "Kendisine ne önünden, ne de arkasından hiçbir batılın gelemeyeceği ve yegâne hüküm ve hikmet sahibinden indirilme olan" (Fussilet, 41/42) Kur'an-ı Kerim'i öğretmiştir.

Kur'an ne şiir, ne tahayyülat, ne kehanet, ne düzmece, uydurma bir söz ve ne de etki eden bir sihirdir. O ancak İslamî hayatın düsturudur, na­sihat ve doğru yola iletici prensipler ihtiva eden bir kitaptır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurumaktadır: "Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümle­ri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir." Yani Kur'an, zikirler içinde bir zikirden, nasihatlerden bir nasihatten ve üzerinde hakkını vererek düşü­nenler için açık, zahir ve aşikâr semavî bir kitaptan başka birşey değildir; tilâvet edilir ve hayatın her alanında her konuda kendisine başvurulur.

İşte bu sebeple Yüce Allah, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber (s.a.)'in en mühim fonksiyonunun çerçevesini şöyle çiziyor:

"Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun." Yani bu apaçık Kur'an, yeryüzünde yaşayan her canlıyı uyarsın nitekim: "Ki onun­la sizi ve onun ulaştığı herkesi uyarayım." (En'âm, 6/19) kavl-i ilâhisi de böyledir. Ne var ki onun uyarmasından sadece kalbi diri ve basireti açık olanlar istifade edebilir- ve yine bu Kur'an'la kendisine inanmamakta inat eden kâfirler üzerine azap sözü sabit ve gerekli olsun diye. Bu, aynı za­manda müminlerin de söz konusu vasıfların mukabiline sahip olduğunu göstermektedir. Yani müminlerin kalbi diridir. Kâfirlere gelince, küfürleri, delillerinin geçersizliği ve Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmemeleri se­bebiyle onlar gerçekte ölülere daha çok benzemektedirler. Çünkü onlar Kur'an'ın nasihatlerinden etkilenmezler, gerçeğe ve hidayete tabi olmak noktasında dikkat ve uyanıklıklarını kaybetmişlerdir.

Özetle bu ayet, Kur'an'ın müminler için bir rahmet ve kâfirler aleyhi­ne bir hüccet olduğuna delâlet etmektedir...

Daha sonra Yüce Allah tekrar vahdaniyet konusuna dönmekte ve bu konu ile ilgili bazı deliller getirmektedir:

"Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar" Yani Allah'a şirk koşan ve gerek putlara, gerekse başkalarına kulluk eden bu müşrikler, Allah'ın kendileri için, kendilerinin emrine verdiği bu hayvanları yarattığını ve bunları, herhangi bir vasıta veya ortak söz konusu olmaksızın onlar için var ettiğini müşahede etmezler mi? Halbuki onları bu hayvanlara malik kılmıştır; onlar bu hayvanlar üzerine hakimdirler ve onları diledikleri gibi zabt ve tasarrufları altında bulundururlar, onlar da kendilerine boyun eğerler, itaatsizlik etmezler. Eğer Allah dileseydi bu hayvanları, kendileri­ne isyan edip karşı gelen, vahşi ve kendilerinden nefret eden varlıklar ya­pardı. Bu durumda onlar bu hayvanlardan istifade etme imkânı bulamaz­lardı. Ancak küçük bir çocuğun bile koca bir deveye -ve hatta yüz ya da da­ha fazla deveden oluşan bir kervana- hükmettiğini ve onları sevkü idare­sinde bulundurduğunu görürsünüz...

Sonra Yüce Allah bu hayvanların insanlara verdiği faydaları açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Onları kendilerine boyun eğdirdik. İşte binekleri onlardandır ve on­lardan yiyorlar."
Yani bu hayvanları onlara boyun eğici, emirlerine amade ve itaat edici kıldık; onların isteklerini -hatta bu onları kesmek şeklinde bile olsa- yerine getirmekten imtina etmezler. Yolculuk yaparken üstüne bindikleri ve eşya yükledikleri binekleri de bu hayvanlardandır. Yine etle­rini yedikleri hayvanlar da bunlardandır.

"Onlarda kendileri için daha birçok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?" Yani bu hayvanlarda onlar için, üzerlerine binmekten ve etlerini yemekten başka faydalar da vardır. Yünlerinden, kıl ve tüylerin­den eşya ve meta olarak belli bir süreye kadar istifade ederler. Yine bu hayvanlar onlar için içecektirler. Yani onların sütlerinden içerler. Hâlâ bü­tün bunları yaratıp emirlerine verene ve kendileri için bu nimetleri var edene -kendisine ibadet ve itaat ile başkasını Ona ortak koşmayı bırak­mak suretiyle- şükretmezler mi?

Bu, yaratıcı ve nimet verici olan Allah'a -ki O, vefa borcunu yerine ge­tirmek ve nimet ve ihsanı karşısında takdir duymak gereken bu lütufları en geniş şekilde insana sunmaktadır- kendisine ibadet ve itaat etmek su­retiyle şükür vazifesini yerine getirmeye açık bir teşviktir. Karşılığında ve­fa borcu ödemek gereken şeyleri en geniş şekliyle veren ve lütfü ihsanı ile takdir edilmesi gereken nimetler veren Odur.

Ne ki kâfirler bu görevi inkâr ve Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük et­mekte, dalâletlerinde devam ile Allah'a ibadeti terketmekte, ne bir zarar, ne de fayda verebilecek olan şeylere kulluğa yönelmekte ve onlardan yardım um­maktadırlar. Onların bu durumu hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler." Yani o müşrikler put ve benzeri şeyleri ilâh edinerek Allah'ı bı­rakıp onlara kulluk ettiler ve böylece onların kendilerine yardım edip rızık vereceğini ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağını umdular.

Ancak gerçekte o sahte ilâhlar herhangi birşey yapmaya kadir olma­dıkları gibi, onlara ibadet etmekle hiçbir fayda da sağlanamaz. Bu sebeple Allah onların beklentilerinin boşluğunu açıklayarak şöyle buyuruyor:

"O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir."
Yani bu ilâhlar kullarına yardıma muktedir değildir. Hatta onlar böyle birşeyi gerçekleştirmekten daha zayıf, zelil ve hakirdirler ve hatta kendi kendilerine bile yardım edemeyecekleri gibi, kendilerine karşı kötülük edenlerden intikam almaya dahi güç yetiremezler. Çünkü onlar duymayan ve düşünmeyen cansız varlıklardır. İşte bu se­beple o müşriklerin bunlardan umduklarının ve menfaat beklentilerinin batıl olduğu sabittir.

Müşrik kâfirler, putlara itaat eden askerlerdir. Onlar bu dünyada put­ları için müminlere gazap ederler. Oysa o sahte ilâhlar kendilerine yardı­ma muktedir değildirler. Ne kendilerine bir hayır verebilir, ne de kendile­rinden bir şerri savabilirler. Onlar ancak birer puttur.

Bu ayetteki "hazırlanmış" kelimesi ya herhangi birşey yapmaya güç yetiremeyen ve yardıma kudreti olmayan bu ilâhlara hizmet eden, onları savunan ve onlara dil uzatanlara gazap eden anlamındadır; yahut da çeke­cekleri azap için hazırlanmış manasınadır. Çünkü o ilâhlar, müşriklerin ce­hennem ateşi için yakıt olmalarına vesiledirler.

Bu ayetin arkasından Yüce Allah, peygamberini müşriklerden gördü­ğü eziyet karşısında teselli etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduk­larını da biliyoruz." Yani onların seni yalanlaması, Allah'a kâfir olmaları, sana verdikleri eziyet ve cefalar ve "İşte bizim ilâhlarımız bunlardır. Bunlar mabud olma vasfında Allah'ın ortaklarıdır." demeleri, ya da "Sen şair veya sihirbaz yahut kâhinsin" vs. demeleri seni kesinlikle kederlendirmesin.

Zira biz onların her şeyini; gizlideki şeylerini, açıktaki şeylerini ve sa­na karşı besledikleri gizli düşmanlığı biliyoruz. Biz onlara bunun karşılığı­nı verecek ve kendilerini bu sebeple azaba duçar edeceğiz. [15]

40.


[12] el-Bahru'l-Muhît, VII/345.


[13] Arap şiirinin ölçülerinden biri olan ve altı satırdan oluşan "Recez Bahri"nin üç satırının çıkarılmasıyla üç satırdan ibaret kalan beyte "meştûr" denir, (çev.)


[14] Cahiliye döneminin yedi ünlü şairine ait olan ve Kabe'ye asılmış bulunan 7 şiirden (muallakat-ı seb'a) birisi. Diğer şiirler ise İmruu'1-Kays, Züheyr b. Ebî Sulmâ, Lebîd b. Rebî'a, Amr b. Kulsûm, Haris b. Hıllize ve Antara b. Şeddâd'a aittir, (çev.)


[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/44-49.