15 Kasım 2018 Perşembe

BAKARA SÛRESİ 219. ayetin tefsiri


İçkinin Haram Kılınışının İkinci Aşaması Ve Kumarın Haram Kılınışı

219- Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar var­dır. Fakat günahları faydalarından da­ha büyüktür." Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar, de ki: "İhtiyacı­nızdan arta kalanını. Allah ayetlerini size böylece açıklar, iyice düşünesiniz diye."

Nüzul Sebebi


"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar..." ayet-i kerimesi Ömer b. el-Hattâb, Mu-az b. Cebel ve Ensar'dan bir grup insan hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah (s.a.)'m yanına gelerek şöyle dediler: İçki ve kumar hakkında bize hükmünü bildir. Çünkü her ikisi de aklı gideriyor, malı alıp götürüyor. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi [34]

Ahmed de Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinden (Araplar) içki içiyor, kumar parasını yiyordu. Bun­lar hakkında Resulullah (s.a.)'a soru sormaları üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bu buyruğu işitenler; bunlar bize haram kılınmadı, sadece bunlarda bü­yük bir günah olduğu buyuruldu, dediler ve içki içmeye devam ettiler. Nihayet bir gün muhacirlerden bir kişi akşam namazında cemaate imam olup namaz kıldırdı. Okuduğu yeri karıştırdı. Bunun üzerine Yüce Allah ondan daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ey iman edenler! Sarhoşken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43). Daha sonra bundan da daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerime nazil oldu: "Ey iman edenler! Şüphesiz içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işlerinden bir pisliktir. Ondan uzak durunuz." (Maide, 5/90). Daha sonra devamın­da Yüce Allah'ın, "Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/91) buyruğu da gelin­ce, onlar: Rabbimiz vazgeçtik, diye cevap verdiler.

Bu ve diğer rivayetlerden içkinin haram kılınmasının dört aşamada geç­tiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu dört aşamada teşrî', tedricî olarak insanları daha hafiften daha ağır bir hükme intikal ettirmek üzere gelmiştir. Bu ise ba­şarılı ve terbiye edici bir yöntemdir. Şayet onlara tek bir defada: "İçki içmeyi­niz!" denilecek olsaydı, "İçkiyi bırakamayız" diyebilirlerdi. O bakımdan içki içme alışkanlığını tedavi etmek, insanları bu köklü hastalıktan kurtarabil­mek için Mekke'de [35] içki hakkında dört ayet-i kerimenin nazil olduğunu gö­rüyoruz:

1- "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvesinden de içki çıkarır ve güzel bir rızık edinirsiniz." (Nahl, 16/67) Bu bakımdan müslümanlar içki kendilerine helâl olduğu halde, içki içmeye devam ediyorlardı.

2- "De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı fay­dalar vardır." (Bakara, 2/219). Bu ayet-i kerime az önceden de açıkladığımız gi­bi, Hz. Ömer, Muaz b. Cebel ve Ashab-ı Kiramdan bir grup kimsenin (Allah hepsinden razı olsun) fetva sorması üzerine nazil olmuştur. Bu ayetten sonra bir kısım içki içmeye devam etti, bir kısmı da onu terketti.

3- "Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43) ayet-i kerimesi ise, Abdurrahman b. Avfm ashab-ı kiramdan bir grubu davet etmesi, bunların içki içip sarhoş olmaları, akabinde onlardan birisinin imam olup "De ki: Ey kâfir­ler!" (Kâfirûn) suresini okurken, "Sizin taptığınıza ben tapmam" diyecek yerde, "Sizin taptığınıza ben taparım" demesi üzerine, bu ayet-i kerime nazil ol­du. Bunun nazil oluşundan sonra içki içenler daha da azaldı, içenler de gündüzün içki içmez oldular. Çünkü namaz vakitleri birbirlerine yakındır. Devam edenler geceleyin içer oldular.

4- "Muhakkak içki, kumar..." (Maide, 5/90) ayet-i kerimesi ise şöyle bir olaydan sonra nazil olmuştu: İtbân b. Malik aralarında Sa'd b. Ebî Vakkas'ın da bulunduğu bir topluluğu davet etti. Bu topluluk içki içip sarhoş olunca kar­şılıklı olarak birbirlerine karşı övünmeye başladılar ve bu konuda şiirler oku­maya koyuldular. Nihayet Sa'd Ensar"ı hicvedici bir şiir okudu. Ensardan olan bir kimse ona bir devenin çene kemiği ile vurdu ve başını yaraladı. Resulullah (s.a.)'a şikâyette bulununca Hz. Ömer şöyle dua etti: Allah'ım, içki hakkında bize açık ve seçik bir beyanda bulun. Bunun üzerine: "Muhakkak içki ve ku­mar... artık vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/90-91) buyrukları nazil oldu. Bu­nun üzerine Hz. Ömer: Vazgeçtik, Rabbimiz [36] dedi.

el-Kaffâl der ki: İçkinin haram kılınmasının böyle bir sıraya uygun olarak gerçekleşmesinin hikmeti şudur: Şanı Yüce Allah bu kavmin içki içmeye olduk­ça alışmış olduğunu ve onunla pek çok faydalar sağladığını biliyordu. O bakım­dan bir defada onları bu işten men etmiş olsaydı bu iş onlara ağır gelirdi. Bun­dan dolayı haram kılınmasında böyle bir tedrici yolun kullanılması ve böyle bir yumuşaklığın söz konusu olması elbetteki yerli yerindedir.

Yüce Allah'ın, "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar." buyruğunun nüzul sebebine gelince bu da İbni Ebi Hatim'in İbni Abbas'tan yaptığı rivayete göre şöyledir: Allah yolunda infak etmekle emrolunmaları üzerine ashab-ı ki­ramdan bir kesim Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dediler: Bizler mallarımızda emrolunduğumuz bu nafakanın ne olduğunu bilemiyoruz. Malları­mızdan ne kadarını infak edelim? Bunun üzerine Yüce Allah, "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan arta kalanını." buyruğunu in­dirdi. Soru soranlar müminlerdir. Bu "çoğul için kullanılan (fiilin sonlarında yer alan) vav'dan açıkça anlaşılmaktadır. Soranın Amr b. el-Cemuh olduğu da söylenmiştir. Burada sözü geçen infak bir görüşe göre cihad uğrundaki harca­ma, cumhurun görüşüne göre ise nafile sadakalar, bir başka görüşe göre ise farz sadakaları yani farz olan zekat ile ilgilidir. [37]

Açıklaması

Ya Muhammed! Ashabın sana içki içmenin, kumar oynamanın hükmünü soruyorlar; bunlar helâl midir, haram mıdır? diye. İçkinin satılması, satın alınması, içki kullanmaya götüren yahut ona yardım eden bütün yollar tıpkı o içki­yi içmek gibidir. Sen onlara de ki: İçkinin içilmesinde ve kumar oynanmasında pek büyük bir günah vardır. Çünkü her ikisinde de pek çok zararlar ve büyük fesatlar vardır.

İçkinin günahı insanlara zarar vermesi, insanlar arasında düşmanlığı ye­şertmesi, kin doğurması dolayısıyladır.

Kumarın günahına gelince, kişi kumar oynamakla hakka tecavüz eder, zulmeder. Onun sonucunda arada düşmanlık ve kin başgösterir. Bunlarda in­sanlar için bazı menfaatler de vardır. İçkinin menfaati; içki ticareti, içki içmek­le lezzet almak, neşve, cimrinin cömert olması, korkağın da içkiyle cesaret bul­ması şeklindedir.

Kumarın faydası ise kumar ile kumarbazların elde ettikleri kâr yahut ele geçirdikleri paylar veya fakirlere deve etlerinin dağıtılmasıdır. Aslında kumarın faydalı olduğu bir vehimdir. Zararı ise bir hakikattir. Çünkü kumar oyna­yan bir kimse, edeceğini vehmettiği bir kâr için malını harcamaktadır. O bakımdan bu işi meslek edinen profesyoneller, bütün servetini kumar yoluyla o kişiden alırlar. O da edeceğini sandığı kârı elde etmek arzusuyla düşüncelerini alt-üst eder, bunalıma girer, kederi alabildiğine büyür, vaktini kaybeder.

İçki ve kumarın günahı faydalarından daha büyüktür. Çünkü sarhoş ol­dukları zaman kimi ötekinin üzerine hücum eder, birbirleriyle çarpışırlardı. Kumar oynadıklarında da aralarında kötülük ve anlaşmazlık meydana gelir, kalplerindeki kinler ortaya çıkardı. Zarar eğer faydadan daha büyük ise, o iki­sinden de kaçınmak icabeder. Çünkü: "Kötülüklerin bertaraf edilmesi menfaat­lerin sağlanmasından önce gelir." İşte bundan dolayı cahiliye dönemi Araplarından pek çok kimse içki içmekten uzak durmuştur. el-Abbas b. Mirdas bunlara örnektir. Ona: İçki içmez misin, o senin hararetini alır, denilince şu cevabı ver­mişti: Ben kendi elimle cehaletimi satın alıp da onu içime sokamam. Sabahle­yin kavmin efendisi iken, akşam onların en akılsızı olmaya razı gelemem.

İçkilerin zararları hususunda doktorların görüşbirliği vardır. Avrupa'da, Amerika'da sarhoşluk verici maddeleri önlemenin propagandasını yapmaya yö­nelik pek çok cemiyet kurulmuş ve bunların alım-satımmı kısıtlamaya dair ka­nunlar çıkartılmıştır. [38]

İçki ve Zararları:

İlim adamları ayet-i kerimede geçen "Hamr=şarap" ile neyin murad edildi­ği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife ve Iraklı ilim adamları, hamrın yalnızca üzüm suyundan yapılan sarhoşluk verici içecek olduğu görü­şündedirler. Hurma yahut buğday, arpa veya darı ve buna benzer üzüm suyu dışındaki sarhoşluk verici içeceklere ise "hamr" adı verilmez. Bunlara "nebiz" denilir. Buna göre hamn haram kılan ayet-i kerime yalnızca onu haram kılmış olur. Sarhoşluk verici diğer içeceklerin ise -ki bunlara nebiz adı verilmektedir-sarhoşluk vermeyecek çok cüz'i bir kısmı helâl sayılır. Sarhoşluk verici miktarları ise sünnet-i nebeviyye ile haram kılınmıştır.

Ebu Hanife dışında kalan cumhur, Hicaz alimleri ve muhaddisler ise üzüm suyundan olsun, başkasından olsun sarhoşluk verici her türlü içkinin "hamr" olduğu görüşündedirler. Buna göre hurma, arpa ve buğday gibi şeyler­den yapılan bütün içecekler bir hamrdır. Hamr sarhoşluk veren her şeyin genel adı olduğuna göre, çoğu ile azı ile sarhoşluk veren bütün şeylerin haram kılın­mış olması Kur'an-ı Kerim'in nassı iledir.

Birinci görüşün sahipleri, dil anlamını ve sünneti delil gösterirler. Kelime­nin dil anlamını delil göstermeleri şöyledir: Nebiz kabilinden olan içeceklere "hamr" adı verilmez. Dilde "hamr" ancak üzüm suyundan olup sertleşen, köpü­ren çiğ suya denilir.

Sünnetten delil ise Enes b. Malik'in Resulullah (s.a.)'tan rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoş ol­mak (haramdır)." Hz. Ali'den gelen rivayette ise şöyle denilmektedir: "Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoşluk (haram kılınmıştır)[39]. Sarhoşluk (seker): Sarhoşluk veren bir şeydir. Hurmadan yapılan nebiz hakkında da kullanılır. Derler ki: Nebizlerin az miktarının haram olmadığının delillerinden bir tanesi de Yüce Allah'ın şu buyruğunda hamr'ın haram kılınış illetini söz konu­su ederken, düşmanlık, kin ve benzerlerini zikretmesidir: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ın zikrinden ve namaz­dan alıkoymak ister." (Maide, 5/91). Bu hususlar ise ancak sarhoş olmakla meyda­na gelir. O bakımdan sarhoşluk verici diğer maddelerde, ancak sarhoşluk veren miktar aranır. Çünkü kendisinde bu illetin bulunduğu miktar odur.

İkinci görüşün sahipleri, bu konuda hem kelimenin dildeki anlamını hem de bu konuda sabit olan sünneti delil gösterirler.

Dildeki anlamı: Dilde "hamr" kelimesi, aklı örten, kapatan şeyler hakkın­da kullanılır. Dilde kelimelerin anlamı kıyas yoluyla sabit olmaktadır. Ayrıca ashab-ı kiram "hamr" kelimesinin ne anlama geldiğini pek iyi biliyorlardı. Çünkü onlar dili ve Kur'an'ı daha iyi bilen kimseler idi. Bu kelimenin üzüm ya­hut kuru üzüm, hurma, arpa ve başka her neden olursa olsun, sarhoşluk verici her şey hakkında kullanıldığını biliyorlardı.

Sünnetten delillerine gelince; bu hususta sarhoşluk verici bir şeyi katiyet­le haram kılan pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan birisi Ahmed, Müslim ve -İbni Mace dışında kalan- Sünen sahipleri tarafından Hz. Ömer, İb-ni Ömer ve onların dışında kalan 16 sahabiden rivayet edilen şu hadistir: "Sar­hoşluk veren her şey hamrdır ve her hamr da haramdır." Yine Ahmed, Ebu Davud ve sahih olduğunu belirterek Tirmizî ile İbni Hibbhan'ın Hz. Cabir'den, Ahmed, Nesaî ve İbni Mace'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet ettikleri: "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." hadisi buna delildir.

Ahmed, Müslim ve dört Sünen sahibi Ebu Hureyre'den şu hadisi de riva­yet ederler: "Hamr hurma ve üzüm ağaçlarından yapılır." Ahmed ve Nesai dı­şında Sünen sahipleri de en-Nu'man b. Beşir'den şu hadisi rivayet etmektedir­ler: "Şüphe yok ki üzümden hamr yapılır, baldan hamr yapılır, kuru üzümden hamr yapılır, buğdaydan hamr yapılır, hurmadan hamr yapılır. Ben sizlere sar­hoşluk veren her şeyi yasaklıyorum."

İşte bu sahih hadislerin açık ifadeleri, "nebîz" adı verilen şeylerin "hamr" diye adlandırıldıklarını göstermektedir. Çünkü bunlar da sarhoşluk veren şeylerdir, dolayısıyla bunlar da haram olurlar. Bunların çoğunun da azının da ha­ram olduğunun delili ise Buharî'nin Hz. Aişe'den yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.)'a baldan yapılan nebiz hakkında, yine baldan yapılan içki hakkında soru soruldu da o: "Sarhoşluk veren her bir içki haramdır." diye buyurdu.

Tercih edilen görüş (ikinci kesim olan) Hicazlıların görüşüdür. Çünkü ashab-ı kiram hamr'ı haram kılındığını işitince bundan nebizlerin de haram kılındığı neticesine vardılar. Arap dilini ve Şâri'in muradını insanlar arasında en iyi bilenler onlardı. Aynı zamanda bu Enes (r.a.) yoluyla gelen şu hadisle sabit olmuştur: "Hamrın haram kılındığı sırada Ebu Talha'nın evinde içki içenlere ben içki dağıtıyordum. O günkü içkimiz taze hurma suyundan yapılan bir içki idi. Hamrın haram kılındığını işitir işitmez kaplarını yaktılar ve kırdılar." Ta­rihçiler hamrın Medine'de haram kılındığını tespit etmektedirler ve o zaman da içki olarak içilen şey, buğday ve hurma nebizi idi.

Üzüm suyundan yapılan içkinin, -sarhoşluk verdiğinden dolayı- çoğunun da azının da haram olduğunu kabul etmekte Iraklılar da Hicaz alimleri ile itti­fak halindedirler. O bakımdan sair nebizlerde de böyle bir ittifakın söz konusu olması gerekir; çünkü bunlar arasında bir fark yoktur.

İçkinin zararlarına gelince; bunlar maddi ve manevî pek çoktur. Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti bunlara işaret etmektedir: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alı­koymak ister." (Maide, 5/91). Sahih hadis-i şerif de içkinin zararlarını topluca ifade etmektedir. Sözü geçen bu hadis-i şerif, Taberanî'nin İbni Ömer'den riva­yet ettiği şekliyle şöyledir: "İçki hayasızlıkların anasıdır. Büyük günahların en büyüğüdür. İçki içen namazı terkeder, annesi ile halası ile teyzesi ile ilişki kur­mak durumuna dahi düşer."

İçkinin zararları vücuda, cana, akla, mala ve insanlar arası ilişkileredir. Bütün bu zararlar bir arada olabilmektedir. Bu zararların bazısını şöylece sıra­layabiliriz:

1- Sağlığa zararları: Bütün sindirim organlarını bozar. Yemek yeme arzu­sunun kaybolmasına, gözlerin dışarı fırlamasına, mide büyüdüğünden dolayı göbek büyümesine, karaciğerin fonksiyonlarının bozulmasına, böbrek rahatsız­lıklarına, vereme, damarların sertleşmesi dolayısıyle erken yaşlılığa, neslin za­yıflamasına veya kesilmesine sebeptir. Alkolik bir kimsenin çocuğu genellikle güçsüz ve zayıf akıllı olur.

2- Akla zararları:
İçki akıl gücünü zayıflatır. Çünkü genel olarak insanın sinirleri üzerinde etkili olur. Bazen deliliğe kadar götürebilir.

3- Malî zararları:
İçki serveti darmadağın eder, malı telef eder. Kadına ve çocuklara gereken harcamaları yapmak hususunda ihmale götürür.

4- Toplumsal zararları: Sarhoşlar arasında anlaşmazlıklar ve düşmanlık­lar başgösterir. Başkaları arasında da bu anlaşmazlıkların başgöstermesine se­bep olurlar. Çoğu zaman sarhoşlar ya başkasını öldürür, döver veya yaralarlar ya da başkaları onları.

5- Ahlâkî zararları: Sarhoş oldukça zelil, hakir bir kimse haline geliverir, alay konusu olur, gülünç ve başkaları tarafından hafif alınacak bir hale gelir. Çünkü sözleri arasında tutarsızlık, davranışları ve görünüşü çarpık olur. Sar­hoş olan bir kimse de başkasına iftira etme, sövme, hakaret etme, zina ve öl­dürmeye teşebbüse cesaret elde eder. Bundan dolayı içki "kötülüklerin anası" adı ile anılmıştır.

6- Genel zararları: Sırların açıklanmasıdır. Devletlerin oldukça önemli ha­berleri casuslara çoğunlukla içki masalarında sızdırılmıştır.

7- Dini zararları: Sarhoş olan bir kimsenin sahih bir ibadet yapması bekle­nemez; özellikle de dinin direği olan namazı. Çünkü içki Allah'ı zikretmekten, namazdan ve diğer dinî görevleri yerine getirmekten alıkoyar. Sarhoş olan bir kimse, ancak içki içmeye, heva ve arzularına boyun eğmeye önem verir. İradesi zayıflar, tenbel ve donuk bir hal alır. Hatta alkolikliği ve alkolün kanma karış­mış olması dolayısıyla kolay kolay sarhoş olmaktan kendisini alıkoymaz. O ba­kımdan alkolik bir kimse ister istemez ve iradesi dışında sarhoşluk veren içkiyi alıp kullanmaya adeta susar.

Kısaca içki kötülüklerin anasıdır. Her türlü çirkinliğe götüren bir yoldur. Nesaî'nin rivayetine göre Hz. Osman şöyle demiştir: "İçkiden uzak durunuz. Çünkü o, kötülüklerin anasıdır. Sizden öncekiler arasından abid birisi vardı. Ahlaksız bir kadın ona bağlandı. Cariyesini o abide gönderdi ve ona: Seni bir şehadette bulun­mak üzere çağırıyoruz, dedi. Abid o kadının cariyesi ile birlikte yola koyuldu. Bir kapıdan içeri girdi mi o kapıyı üzerine kapatırdı. Nihayet oldukça gözalıcı bir ka­dının yanına vardı. Kadının yanında bir köle ve bir şarap tulumu vardı. Kadın ona: Ben seni şehadette bulunmak üzere çağırmadım. Benimle ilişki kurasın diye seni çağırdım veya şu şaraptan bir bardak içmen ya da bu köleyi öldürmen için. Adam: O halde şu şaraptan bana bir bardak ver, içeyim dedi. O şaraptan ona bir bardak içirdi, ardından: Biraz daha verin, dedi. Daha da verdiler. Sonunda hem o kadın ile ilişki kurdu, hem de katil oldu. O bakımdan içkiden uzak durunuz. Şüp­hesiz ki -Allah'a yemin ederim- iman ile içki alışkanlığı bir arada olmaz. Mutlaka aradan fazla zaman geçmeden onlardan birisi ötekini çıkartır." [40]

Kumar ve Zararları:

(Kumar anlamına gelen) el-Meysir ya açıkladığımız gibi el-yüsrMen (kolay­lık anlamına) gelmektedir veya bir şeyi bölüp parçalamak hakkında kullanılan "yesera" den gelmektedir. Develer hakkında da kullanılır. Çünkü deve bölüp parçalamaya konu olur. Yüce Allah'ın söz konusu edip haram kıldığı "el-Mey-sir" ise kumar kasdıyla develerin ayrılan parçaları için ok çekmek demektir. Daha sonra zar (tavla) ve içinde kumar bulunan bütün oyunlar hakkında kul­lanılmaya başlanmıştır.

Önceden de açıklamış olduğumuz gibi Araplar tarafından oynanan "el-Meysir"in keyfiyeti şöyle idi: Arapların o dönemde on tane okları vardı. Bunla­ra aynı zamanda (tahta parçalan anlamına gelen) el-Ezlâm ve el-Eklâm adları da verilirdi. Bu on tane okun el-Fezz, et-Tevem, el-Rakîb, el-Hils, el-Musbil, el-Muallâ, en-Nâfis, el-Menîh, es-Sefîh ve el-Veğad adlarını taşırlardı. Bu okların ilk yedisi kesip parçalara ayırdıkları develerden belli paylara tekabül ederler­di. Bu develeri de ya on parçaya veya yirmisekiz parçaya ayırırlardı. Son üç okun ise herhangi bir payı yoktu. el-Fezz bir pay, et-TeVem iki pay, el-Rakib üç pay, el-Hils dört pay, en-Nâfis beş pay, el-Musbih altı pay, el-Muallâ ise yedi pay alırdı ki en yüksek pay onundu.

Araplar bu okları güvendikleri adaletli bir kimsenin elinde bir torbaya bı­rakırlardı. O kişi bu okları iyice karıştırır, sonra elini torbaya sokar ve bir kişi adına bir ok çıkartırdı. Sonra bir diğer kişinin adına diğer oku çekerdi. Bu böy­lece sürüp giderdi. Üzerinde payı belli oklardan herhangi birisi adına çıkan kimse, o ok üzerinde belirtilen payı alırdı. Payı bulunmayan bir okun adına çe­kildiği kimse ise, bir şey almaz ve bütün devenin bedelini öderdi. Çekilişte çı­kan bu payları fakirlere dağıtırlar, onlar bu develerden bir şey yemezler ve bu­nunla övünürlerdi. Kendi yaptıkları bu işten uzak duranları yerer ve böyle bir kimsenin mürevvetsiz ve bayağı anlamına gelen "el-Beran" ya da "el-Veğad" di­ye anarlardı.[41] Nitekim daha önce açıkladık.

Kumarın pek çok zararı vardır. Kur"an-ı Kerim'in de beyan ettiği üzere onun da şarap gibi kin ve düşmanlığa sebep olması, Allah'ı anmaktan alıkoy­ması bu zararları arasında yer alır. İnsanı tenbelliğe alıştırmak, vehmi sebep­lerden nzık beklemek, akli gücü zayıflatmak suretiyle eğitimi ifsad eder. Çün­kü insan tabii kazanç yollan arasından faydalı işleri terkeder, kumar oynayan kimseler ise ziraatle, sanayi ve ticaret ile uğraşmayı ihmal eder. Halbuki bun­lar medeniyet ve ümranın temelleri arasında yer alır.

Kumarın zararlanndan ve en ünlülerinden birisi de şudur: Kumar oyna­yan kişi iflas eder, aileler yıkılır, ocaklar söner. Çünkü kumar sayesinde servet, zengin olandan bir an içerisinde fakire intikal ediverir. Bir gecede yok olup gi­den nice servetler ve bir anda fakirler arasına katılan nice kumarcılar vardır. [42]

İhtiyaçtan Arta Kalanı (el-afvi) înfak Etmek:

Ya Muhammed, aynca sana Yüce Allah'ın, "Allah yolunda infak ediniz." (Ba­kara, 2/195) buyruğuna uymak kasdıyla, müslümanın infak edeceği şeyin mikta-n hakkında soru soruyorlar. Sen onlara de ki: AfVi yani ihtiyaçtan arta kalanı infak etsinler. İhtiyaç duyduğunuz şeyleri infak ederek kendinizi zayi etmeyiniz.

Yüce Allah sizlere sözü geçen bu hususları (yani içki ve kumarın haram kılınması ile ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesinin gereğini) açıkladığı gi­bi, Kitab'ının diğer başka yerlerinde de sizlere hükümleri ve apaçık ayetleri beyan etmektedir. Bunlar sizin maslahat ve menfaatlerinizi gerçekleştiren hu­suslara dair olup sizlere neyin faydalı neyin zararlı olduğunu göstermektedir. Bu hükümlerin teşrî' edilmesindeki hikmet ise, dünya ve ahiret işlerinde bun­lara dair hususlarda basiretle ve uyanıklık ile tefekkür etmeniz, dünyanın ze­val bulacağını ve yok olup gideceğini, ahiretin ise ebedî, üstün ve değerli oldu­ğunu bilmeniz veya mallarınızdan dünya hayatınızı düzene koyacak olan mik­tarını alıkoyup geri kalanını da ahirette size yarayacak hususlara infak etme­niz içindir.

Bu ayet-i kerimenin manasını dile getiren pek çok hadis-i şerif varid ol­muştur. Bunlardan birisi İbni Cerir et-Taberî'nin Cabir b. Abdullah'tan yaptığı şu rivayettir: Hz. Cabir dedi ki: Bir adam Resulullah (s.a.)'a madenlerden biri­sinden elde ettiği altından bir yumurta (kadar bir altın) getirdi. Ey Allah'ın Ra-sulü dedi, sen sadaka olarak bunu benden al. Allah'a yemin ederim, bundan başkasına da malik değilim. Resulullah (s.a.) ondan yüz çevirdi (duymazdan geldi). Bu sefer sağ tarafından Hz. Peygambere geldi ve önceki sözünün benze­rini ona söyledi. Yine Resulullah (s.a.) ondan yine yüz çevirdi. Adam bir daha benzer sözlerini tekrarladı. Hz. Peygamber yine ondan yüz çevirdi. Bir daha benzer sözler söyleyince Hz. Peygamber kızgınlıkla: "Hadi onu getir!" dedi. Resulullah (s.a.) onu aldı ve ona öyle bir fırlattı ki, eğer o altın parçası ona isa­bet etseydi ya kafasını yarar veya onun bir tarafında ya±*a açardı. Daha sonra şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse bütün malını sadaka vermek üzere getirir, sonra da insanlara avuç açmak üzere oturur. Gerçek şu ki sadaka zen­ginlikle birlikte verilir." Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu da rivayet edil­mektedir: "Sen malının fazla olanından ver ve buna da geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla. Yeteri kadar mal elinde tuttuğun için kınanmaz-sın." Buharı ve Müslim de Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sadakanın hayırlısı zenginken verilen sadakadır. İşe geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla."

Cabir b. Abdullah'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.), Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Nesai'nin rivayetine göre- şöyle buyur­muştur: "Sizden biriniz eğer fakir ise önce kendinden başlasın. Eğer artarsa kendisi ile birlikte geçindirmekle yükümlü olduğu kimselerle başlasın. Yine bundan sonra artacak bir şey olursa, artık başkasına tasadduk etsin."

Daha sahih olan görüşe göre bu ayet-i kerime, hükmü sabit olup mensuh değildir. Çünkü ayet-i kerimede arta kalanın infak edilmesinin farz olduğuna delâlet eden bir ifade yoktur. Bilakis ayet-i kerime farz olan zekâtı değil de na­file olarak ne infak edeceklerini soranlara cevap olmak üzere nazil olmuş olup burada Yüce Allah bu gibi kimselere Allah'ın razı olacağı sadaka türünü beyan etmektedir. [43]



[34] el-Bahru'l-Muhît, 11/156.


[35] Mekke'de içki ile ilgili dört ayetin nazil olduğunu" söylemek, bir yanılma olsa gerek. Çünkü görüleceği gibi bunlardan yalnız bir ayet (Nahl, 16/67) Mekkî bir surede, diğerleri ise Medine'de inmiş surelerdedir. (Çeviren).


[36] Zemahşerî, 1/272.


[37] el-Bahru'l-Muhît, 11/158.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/532-534.


[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/534-535.


[39] Bu hadisi Nesaî ve Darakutnî İbni Abbas'a mevkuf olarak rivayet etmişlerdir. Darakutni dedi ki: İşte doğrusu bunun İbni Abbas'tan geldiğidir. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın: "Sar­hoşluk veren her şey haramdır." dediği rivayet edilmiştir.


[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/535-538.


[41] Kurtubî, 111/58.


[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/538-539.


[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/539-540.

13 Kasım 2018 Salı

BAKARA SÛRESİ 215. ayetin tefsiri


Nafile İnfakın Miktarı Ve Harcama Yerleri
215- Sana neyi infak edeceklerini so­rarlar. De ki: "İnfak edeceğiniz hayır, anne ve babanın, akrabaların, yetimle­rin yoksulların ve yolda kalmışların­dır. Her ne hayır işlerseniz muhakkak Allah onu hakkıyla bilir.”[24]


Nüzul Sebebi

İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müminler Allah'ın rasulüne mallarını nereye harcayacaklarına dair soru sor­dular. Bunun üzerine: "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar; de ki: İnfak edece­ğiniz hayır..." ayeti nazil oldu.

İbnü'l-Münzirtn de Ebu Hayyan'dan rivayet ettiğine göre Amr b. el-Cemûh Resulullah (s.a.)'a: Mallarımızdan neyi infak edelim ve onları nereye harcayalım? diye sordu; bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ebu Salih yo­luyla gelen rivayette, İbni Abbas'ın şu sözleri de aynı istikamettedir: Bu ayet-i kerime ensardan olan Amr b. el-Cemûh hakkında nazil olmuştur. Kendisi pek çok malı olan yaşlı bir kimse idi. Ey Allah'ın rasulü, dedi, ben neyi tasadduk edeyim ve kime harcayayım? Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [25]

Açıklaması

Ya Muhammed! Arkadaşların sana farz olan zekâtı değil de nafa­ka olarak neyi, nerede harcayacakları hakkında soru soruyorlar. Sen onlara şöylece cevap ver: Az veya çok her ne harcarsanız bunun sevabı yalnız size ait olacaktır. Harcama yerleri ise en yakın akraba oldukları için öncelikle anne ba­baya ve çocuklaradır. Daha sonra diğer akrabalar -yakınlık sırasına göre- gelir. Arkasından kendilerine bakanlar vefat etmiş yetimler, kazanmaktan aciz kal­mış miskinler gelir. Sonra da memleketlerine geri dönmek imkânını kaybetmiş yolda kalmış yolculara vermek gerekir. Kayıtsız şartsız olarak her türlü iyilik ve itaat yollarında yaptığınız infakların Allah karşılığını verecektir; çünkü O, her şeyi bilendir. Hiç bir şey O'ndan gizli kalmaz. O karşılık vermeyi ve yapıla­na sevap vermeyi unutmaz. Aksine iyiliğin kat kat sevabını verir.

Daha sahih kabul edilen görüşe göre bu ayet-i kerime muhkemdir. Neshedilmiş değildir. Çünkü bu ayet-i kerime nafile sadakayı beyan içindir. Zira in­fak edilecek şeyin miktarını tayin etmemektedir. Şer"an öngörülen zekâtın mik­tarının ise tayin edildiği icma ile kabul edilmiştir. [26]

İnfakta bulunulacak tarafların sıralanışı Ahmed ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den yaptığı rivayette şöylece ortaya konmaktadır: Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Sadaka veriniz!" Adamın birisi yanımda bir dinar var, deyince: Hz. Pey­gamber: "Onu kendine tasadduk et!" diye buyurdu. Adam: Bende bir başka dinar daha var, deyince Hz. Peygamber: "Onu da hanımına tasadduk et!" diye buyurdu. Yine adam: Bende bir dinar daha var, deyince; Hz. Peygamber bu se­fer: "Onu da çocuğuna harca" diye buyurdu. Adam: Bir dinarım daha var, de­yince Hz. Peygamber: "Onu da hizmetçine tasadduk et!" diye buyurdu. Yine adam: Bende bir diğer dinar daha var; deyince Hz. Peygamber: "Onu artık ne yapacağını sen daha iyi bilirsin!" diye buyurdu.

Atâ'dan gelmiş bir diğer rivayete göre bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'m hu­zuruna gelen bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu adam gelip şöyle demiş: Benim bir dinarım var. Hz. Peygamber: "Onu kendine harca!" diye buyurmuş. Adam: Be­nim iki dinarım var, deyince Hz. Peygamber "O ikinci dinarını ailene harca!" diye buyurmuş. Adam: Üç dinarım var! deyince Hz. Peygamber: "Onu hizmetçine har­ca!" diye buyurmuş. Adam: Benim dört dinarım var, deyince Hz. Peygamber "Onu anne babana harca" diye buyurmuş. Adam: Beş dinarım var, deyince; Hz. Peygam­ber: "Onu yakınlarına harca!" diye buyurmuş. Adam: Benim altı dinarım var, de­yince Hz. Peygamber: "Allah yolunda infak et ve o, bunların en alt derecesidir."

Ayet-i kerime anne babaya ve yakın akrabaya verilen tatavvu' sadakanın daha faziletli olduğunu beyan etmektedir. Bunun delili de Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğudur: "Ey kadınlar topluluğu! Süs eşyanızla dahi olsa tasaddukta bulununuz." Abdullah b. Mes'ud'un hanımı Zeyneb kocasına şöyle dedi: Benim gördüğüm kadarıyla sen eli dar birisisin. Sana verdiğim takdirde sadaka yerine geçecekse onu sana vereyim. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ın yanına varıp ona şöyle sordu: Himayemde bakmam gereken yetimler varken kocama verdiğim takdirde bu verdiğim benim için sadaka yerine geçer mi? Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Senin için iki ecir olur. Birisi sadaka ecri, öbürü yakınlık dola­yısıyla ecir." Bir diğer rivayette şöyle buyurulmaktadır: "Kocan ve çocukların kendilerine tasaddukta bulunduğun kimseler arasında en lâyık olanlardır." Müslim'in Hz. Cabir'den rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Önce kendinden başlayarak nefsine tasaddukta bulun." Nesaî ve başkala­rının rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Veren el üstteki (olan) eldir. Babana, annene, kızkardeşine, kardeşine ve sırasıyla yakınlarına (ver)." Şüphesiz akrabalara karşı şefkat daha ileri derecededir. Sana karşı kö­tü duygular besleyen akrabayı gözetmek ise ihlâsı daha bir yerleştiricidir.[27]

Neyin harcanacağı sorulmakla birlikte ayet-i kerimedeki cevabın kimlere harcanacağını beyan etmesi "üslubu hakîm" yolu iledir. Onlar bir şey hakkında soru sormuşken ondan daha önemli bir şeye cevap verilmektedir ki, o da harcama yapılacak yerlerdir. Çünkü infak, yerini bulmadıkça hayrı tahakkuk ettiremez. [28]



[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/


[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/517.


[26] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/320.


[27] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/146.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/518-519

12 Kasım 2018 Pazartesi

BAKARA SÛRESİ 243.-245. ayetlerin tefsiri


Ümmetlerin Ölümü Korkaklık Ve Cimrilik İle Hayatta Kalışları İse Kahramanlık Ve İnfakladır

243- Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları gör­medin mi? Allah onlara "ölün" dedi, sonra da onları diriltiverdi. Gerçekten Allah insanlara lütufkârdır. Fakat in­sanların çoğu şükretmezler.

244- Allah yolunda savaşın ve bilin ki muhakkak Allah Semî'dir, Alîm'dir.

245- Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir? Allah da ona kat kat artırır. Allah daraltır ve genişletir. Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.


Nüzul Sebebi

245. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Hibbân Sahîh'inde İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dirler: Yüce Allah'ın, "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin... misali yedi ba­şak bitiren... tek bir tohum gibidir." (Bakara, 2/261) ayeti nazil olunca Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Rabbim, ümmetime daha fazlasını ver." Bu­nun üzerine Yüce Allah'ın, "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir? Allah da ona kat kat artırır." buyruğu nazil oldu. [92]

Açıklaması

İsrailoğulları'nın büyük kalabalıklar oldukları halde düşmanları tarafın­dan kovalandığı ve yurtlarından, topraklarından çıkarıldığını biliyor musun? Bunların sayıları binlerle ifade edildiği halde ölüm korkusuyla, yurtlarından çıkmışlardı. Zira onlar korkak, sabırsız, kararsız, Allah'a ve peygamberlerine gereği gibi iman etmeyen insanlardı. Halbuki sebat ve kahramanlık gösterme­leri, direnmeleri, canlarını ve korunması gereken diğer şeyleri savunmaları ge­rekirdi.

Kitab-ı Kerim'imiz onların sayılarını, milletlerini ve ülkelerini beyan et­memektedir. Çünkü bundan maksat, öğüt ve ibrettir. Seleften bir grubun açık­ladığına göre bunlar, İsrailoğulları'ndan bir topluluk idiler veya İsrailoğulları dönemlerinde yaşamış olan Daverdân kasabası halkıymış. Vâsıt taraflarında ondan bir fersah uzaklıktaymış. Ya da burada sözü geçenler Ezriatlılardır. Bunlar başgösteren taundan kaçarak yurtlarından ayrılmışlar ve şöyle demiş­lerdi: "Ölümü olmayan bir toprağa gidelim." Ancak düşman onlara karşı mu­zaffer oldu. Onları mağlup etti, pek çoğunu öldürdü, topluluklarını dağıttı. Ya da Yüce Allah savaş olmaksızın canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Ta ki ib­ret alsınlar ve Allah'ın kazasından kaçılmayacağım bilsinler.

Birinci te'vile göre: Onlar kaçınca Allah da düşmanlarının onlara galip gel­mesini diledi. Düşmanlarının bu şekilde onlara galip gelmesinin sebebi korkak­lıkları ve cesaretsizlikleridir. Daha sonra Yüce Allah, Hazkiel adında İsrailoğul­ları'nın peygamberlerinden birisinin duasıyla onları diriltti. Böylelikle hataları­nı farkettiler, bu sefer saflarını sağlam tuttular. Samimiyetle düşmanlarına karşı savaştılar ve eski şeref, izzet ve bağımsızlıklarını yeniden kazandılar.

ed-Dahhâk'dan da rivayet edildiğine göre; bunlar İsrailoğulları'ndan bir kavimdi. Hükümdarları onları cihada çağırdı ama onlar ölüm korkusuyla kaç­tılar. Allah da onları öldürdü, sonra diriltti. Bununla hiç bir şeyin kendilerini ölümden kurtaramayacağını öğretmek istemişti. Onları dirilttikten sonra "Al­lah yolunda savaşın." buyruğu ile de onları cihadı emretti. İbni Atıyye der ki: Bütün bu kıssaların (rivayetlerin) hepsinin isnadları gevşektir.

Yüce Allah'ın, "Binlerce kişi oldukları halde" buyruğu, sayılarının pek çok, binler ile ifade edilecek derecede olduklarının delilidir.

Yüce Allah'ın, "Allah onlara 'ölün' dedi" buyruğu ile ilgili olarak Zemahşe-rî şöyle demektedir: "Yani Allah onları öldürdü. Bu ifadenin kullanılış sebebi ise Allah'ın emir ve iradesi ile adeta tek bir kişi imişçesine öldüklerini ve bu ölümlerinin olağandışı bir ölüm olduğunu ifade etmek içindir. Sanki onlara bir iş emredilmiş de onlar da yüz çevirmeksizin ve duraksamaksızın bu emri yeri­ne getirmiş gibi oldular. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O bir şeyi dilerse onun emri sadece ona 'ol' demesidir, o da oluverir." (Yasîn, 36/82). Bu ise müslümanlar için cihada ve şehadete teşvik içindir. Ölüm kaçınılmaz olduğuna ve kaçışın bu konuda faydası olmayacağına göre en güzeli ölümün Allah'ın yo­lunda olmasıdır [93] Ebu Hayyan der ki: "Bu buyrukta hazif vardır, ifadenin takdiri şöyledir: (Allah onlara ölün deyince) Onlar da ölüverdiler. Burada ölüm­den anlaşılan zahir ifade, ruhların cesedlerinden ayrılmasıdır. Sekiz gün yahut yedi gün öldükleri söylenmiştir" [94]

Durum her ne olursa olsun -ayet-i kerimenin zahirinin delâlet ettiği üzere-ölüm ve diriliş fiilen vuku bulmuştur. Allah her şeye gücü yetendir. İsrailoğulları döneminde ve başka kavimler arasında geçen bu gibi olaylar Kur"an-ı Ke­rim kıssalarında birkaç defa tekrarlanmıştır.

Bu kavmin yurtlarından çıkışlarının sıtma veya taundan mı yoksa cihaddan kaçışları dolayısıyla mı olduğuna dair nakledilen rivayetler sabit olmadığı­na göre benim de görüşümce bunun anlamı Taberî'nin dediği gibidir: Yüce Al­lah peygamberi Muhammed (s.a.)'e durumuna dikkat çektiği bir kavim ile ilgili haber vermektedir.

Bunlar ölümden kaçmak kasdıyla yurtlarından çıkmışlar, Yüce Allah da onları öldürmüş, sonra da diriltmiştir. Böylelikle hem onlar, hem de onlardan sonra gelen herkes, öldürmenin ancak Yüce Allah'ın elinde olduğunu bilsinler. Yüce Allah'ın bu ayet-i kerimeyi Muhammed ümmetine cihad emrini vermeden önce indirmiş olması çok anlamlıdır.

Muhakkak Allah göstermiş olduğu göz kamaştırıcı ayetler ve kesin delille­ri ile insanlar üzerinde büyük bir lütuf sahibidir. Sözü geçenlerin diriltilmesi aynı zamanda Kıyamet gününde bedenen dirilişin gerçekleşeceğine dair kat'î bir delildir. Yahut: Yüce Allah'ın, taun, hastalık veya düşman ile onları sınaması onlar için Allah'ın bir lütfudur. Böylelikle O ibret ve öğüt almalarını, uğ­radıkları musibetlerden imana dair ibret ve dersler çıkarmalarını murad etmektedir. Çünkü hayatın acı gerçekleri ve musibetleri gerçek yiğit ve mert in­sanların kim olduğunu ortaya çıkarır, ümmeti -eğer gaflet sarmışsa- diriltir, yanlış gidişata karşı uyarıda bulunur.

Fakat insanların çoğunluğu, Yüce Allah'ın din ve dünyalarında kendileri­ne ihsan etmiş olduğu nimetlere karşı şükretmezler. Bundan dolayı Yüce Allah hak sözünü yüceltmek ve yaymak için Allah yolunda fedakârlıklarda bulunma­yı ve savaşmayı emretmektedir. Çünkü korkunun ecele faydası yoktur ve Allah'tan ancak Allah'a sığınılır. Allah söylenen her sözü işiten, yapılan her işi bi­lendir. Herkesi dünyada yaptıklarından hesaba çekecektir.

Ümmetlerin yok oluşlarının korkaklık ve cimrilik olmak üzere iki sebebi olduğundan dolayı korkaklığı, korkmayı ve Allah'ın kaderinden kaçmayı ayıp­layan önceki ayet-i kerime ile birlikte, Allah yolunda bolca, cömertçe infak et­meye davet eden: "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir..." ayeti zikredilmek­tedir. Yüce Allah'ın burada "infak"dan "ödünç" diye sözetmesi, kullarını Allah yolunda infaka teşvik içindir. Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi Kitab-ı Aziz'inin başka yerlerinde de tekrarlamıştır. Esasen göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Göklerin ve yerin hazineleri yalnızca O'nun elindedir. O dilediğine rızkı yayar ve dilediğine daraltır. O infak edenlere sevabı kat kat fazlasıyla verir ve bu katların sayısını Allah'tan başka kimse bilemez. Verdiği sevabın katlarının örneklerinden birisi de Yüce Allah'ın şu buyruklarında ifade edilmektedir: "Mal­larını Allah yolunda infak edenlerin misali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir, Allah (bol bol veren) Vâsi'dir, Alîm'dir." (Bakara, 2/261). O bakımdan infak edin, herhangi bir endişeniz olmasın. Rızık veren Allah'tır. O kullarından dilediğinin rızkını da­raltır, dilediklerininkini ise genişletir; kıyamet gününde dönüş ve varılacak yer yalnız O'nun huzurudur. O bakımdan ey müminler! Salih amel işleyiniz, siz bunun semeresini ahiret yurdunda Yüce Allah'ın huzuruna dönüşünüz vaktinde bulacaksınız.[95]


[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/655.


[93] Zemahşerî 1/286.


[94] el-Bahru'l-Muhît, 11/250.


[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/656-658.

11 Kasım 2018 Pazar

BAKARA SÛRESİ 153.-157. ayetlerin tefsiri


Belalara Sabır


153- Ey iman edenler! Sabırla ve na­mazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Al­lah sabredenlerle beraberdir.

154- Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine onlar diri­dirler; fakat siz anlayamazsınız.

155- Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabreden­lere müjdele!

156- Onlar ki kendilerine bir musibet geldiği zaman: "Muhakkak biz Al­lah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücü­leriz." derler.

157- İşte Rablerinden mağfiret ve rah­met hep onların üzerindedir ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir.


Nüzul Sebebi

154. ayet-i kerime Bedir'de şehit düşenler hakkında inmiştir. Bunların sa­yısı on küsur olup sekizi ensardan, altısı muhacirlerden idi. İnsanların Allah yolunda öldürülen kimse hakkında filan kişi öldü ve dünya nimet ve lezzetle­rinden artık mahrum kaldı demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi in­dirdi. İbni Abbas dedi ki: Umeyr b. el-Humam, Bedir'de öldürüldü. İşte bu "Al­lah yolunda öldürülenler için ölüler demeyiniz." ayeti onun ve onun durumun­da olan başkaları hakkında nazil oldu. [10]

Açıklaması


Kıblenin değiştirilmesi gerçek mümin ile yalancı münafıkın birbirinden ayırdedilmesi ve onların sınanmaları içindi. O bakımdan bu değişiklik bir nimettir; bir azab değildir. Fakat kıt akıllılar ile Kitap Ehli bu büyük olayı istis­mara yöneldiler ve müminlerin aleyhine ruhlara kin ve düşmanlığı ekmek kasdı ile iftira kampanyası başlattılar. Allah bunun diğer insanları müminlere karşı birleştirmek gayesi ile oldukça yoğun bir takım gayretleri peşinden getireceğini ve bunun kaçınılmaz olarak bir savaşa yol açacağını biliyordu. Nite­kim daha sonraları fiilen çarpışma ve savaş ortaya çıkmıştı.

Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde nimetin kimi zaman belâ ve çeşitli musibetlerle bir arada bulunabileceğini beyan etmektedir. Fakat musibete kat­lanmak, müşriklerden ve Kitap Ehli'nden oluşan düşmanlara karşı direnmek için sabır ve namaz ile yardım dilemekten başka çare yoktur. Çünkü sabır ile irade güçlendirilir, sıkıntılara karşı tahammül gösterilir, musibetlere karşı se­bat elde edilir ve Allah sabredenlerle beraberdir yani yardımı, zaferi, koruyup gözetlemesi ve desteklemesi ile onların yanındadır. Şanı Yüce Allah şükretme emrini beyan ettikten sonra sabra dair açıklamalara geçti ve sabır ve namaz ile yardım istenebileceğini bize gösterdi. Çünkü kul ya bir nimet içerisindedir, ona şükretmesi gerekir ya da bir sıkıntı içerisindedir, buna da sabretmesi gerekir.

Namaz ile yardım dilemek, ibadetlerin özü olduğundan Allah ile ilişkiye geçmenin, ona seslenmenin, Yüce Allah'ın heybet ve celâlinin şuuruna varma­nın yolu, korku duyanların sığınağı, dertlilerin kederlerinden kurtuluş ve mü­minlerin ruhlarının huzura erme vesilesi olduğundan dolayıdır. Peygamber (s.a.) de: "Benim gözümün nuru namazdadır." buyurmuştur.

Mümin sabır ile ve haşyet doğuran, Allah'a karşı huşu ile kalbi dolduran ve insanın ruhunu her türlü hayasızlık ve münkerlerden uzaklaştıran namaz ile yardım dilediği takdirde; onun için zorluklar önemsizleşir, her türlü sıkıntı ve meşakkate katlanır, her türlü zorluk ve kedere direnç gösterir.

Bundan dolayı Yüce Allah her ikisini de emrederek şöyle buyurmaktadır: Dininizi ve dininizin şiarlarını zafere götürmek için yardım isteyiniz. Karşı karşıya kaldığınız her türlü sıkıntı ve musibete karşı yardım dileyiniz. Bu hu­suslarda insana ağır gelen her türlü dert ve tasayı hafifleten sabır ve insanın kalbine Allah'a güveni yerleştiren, sıkıntıları unutturan namaz yardımcınızdır. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o huşu, duyanlardan başkasına elbette büyük gelir." (Bakara, 2/45). Özellikle sabrın söz konusu edilmesi nefis için en ağır gelen psikolojik, ruhî (batınî) bir durum olduğundan dolayıdır. Namazın da özellikle anılması insana en zor gelen zahirî bir amel olduğundan dolayıdır. Bununla birlikte namaz ile insan dünyadan kopar, Allah'a yönelir. Resulullah (s.a.)'ın bir işten dolayı sıkıntı ile karşı karşıya kaldığında hemen namaza koşup sığındığını ve bu ayet-i kerimeyi okuduğu rivayet edilmektedir.

Allah sabredenlerin yardımcısıdır, onların duasını kabul eder, kederlerini giderir. Vakıa şu ki; ferdî ameller ile büyük toplumsal işlerin gerçek anlamda meyvelerini vermeleri ancak sebat ve sürekli mücadele ile mümkün olur. Bü­tün bunların aracı ise sabırdır.

Mücadele ve katıksız cihadda şehit düşenler hakkında "ölüler" demeyiniz, aksine onlar kabirlerinde özel tarzda ve özel bir takım belirtilere sahip bir ha­yata sahiptirler. Belli bir keyfiyette bir rızık ile rızıklanırlar ki; Allah bunun nasıl olduğunu en iyi bilendir. Fakat bizler müşahade ve his ölçülerimiz ile bu hayatın gerçeğini idrak edemeyiz. Bu bir başka alemde, başka bir şekilde gaybî hayattır. Bütün mesele Yüce Allah'ın bize böyle bir hayatı vermesinden ibaret­tir. O bakımdan biz bunu araştırmaya koyulmayız; buna iman etmek ise farzdır. Bunu yüce Allah'ın şu buyruğu da teyid etmektedir: "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma, aksine onlar Rableri katında diridirler, rızıklanırlar." Âl-i İmran, 3/169).

Belirtilen bu hususlarda, dinini zafere ulaştırmak yolunda, Rabbine davet yolunda canını feda eden müminin ebedîlik cennetine nail olan hayırlı kimselerden olacağına bir işaret vardır. Onlar diridirler. Ruhları yeşil kuşların kursaklarındadır. Bu kuşlar cennette diledikleri gibi uçar. Nitekim sahih hadiste de böylece sabit olmuştur.

Daha sonra Yüce Allah yemin ile şöyle buyurmaktadır: Allah'a yemin ol­sun ki ey müminler, sizleri savaşta düşmana karşı duyacağınız az bir korku, bir miktar kıtlık ve kuraklıktan dolayı açlık, kaybolmaları, zayi olmaları sure­tiyle mallardan yana eksiklik, kâfirlerle savaşmak ve başka şeylerle uğraş­maktan dolayı ölüm suretiyle canlardan yana eksiklik, telef etmek suretiyle meyvelerden yana eksiklik gibi musibetlerle karşı karşıya bırakacağız. Şafiî'ye göre mahsullerin azlığı çocukların ölümü demektir. Çünkü kişinin çocuğu kal­binin meyvesidir. Nitekim bu konuda böyle bir haber de varid olmuştur. Bu ye­minin yapılmasının sebebi ise; gelecekte ansızın karşı karşıya kalacakları olay­lardan yana müminlerin gönüllerinin rahatlaması, huzura ermesi, bir musibe­te maruz kaldıklarında ise Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermeleri içindir. Nitekim bütün bunlar gerçekleşti. Mümin iman edince fakir oluverir, ailesi onu terkediverirdi. Ya da Medine'ye hicret edip de Mekke'yi terkettikleri sırada yurdundan, malından uzak kalırdı. Bir savaşçı savaşa gittiği sırada birkaç hur­ma ile yetinmek zorunda kalırdı. Özellikle Ahzab ve Tebük gazvelerinde. Mu­hacir, Medine'nin sıtma ve vebası ile karşılaştığında ölüme maruz kalıyordu. Daha sonraları ise Medine'nin iklimi zamanla güzelleşti.

Kaza ve kadere iman eden müminlere müjdele! Fakat bu müjde ancak fe­laket ve musibetin çöktüğü ilk anda sabredenler içindir. Bunlar bu sabırların­dan dolayı da Allah katında ecirlerini umarak: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz." derler. İşte bu, onların işlerinde güzel akıbet ile karşılaşacaklarının müjdesidir. Sabredenlere ecirleri hesapsızca verilir. Rablerinden günahları için bir mağfiret onlara has bir rahmet de vardır. Bu rahmetin etkisini musibet ile karşılaştıkları vakit kalplerindeki serinlikte, ruhlarının sükûn ve huzurunda bulurlar. İşte kâfirler müminleri bu rahmetten dolayı kıskanır. Çünkü kâfir bir musibet ile karşılaştığında dünya ona dar ge­lir. Bazen kendisini öldürüp intihar dahi edebilir.

Gerçekten sabreden kimseler hakka, doğruya hidayet bulan, faydalı fiiller işlemeye Allah tarafından yönlendirilenler dünya ve ahiret hayrını elde ederek umduklarına kavuşanlardır. Buharî'nin Enes'ten rivayet ettiği: "Sabır ancak ilk sadme esnasında (felaket ve musibetin çöktüğü ilk anda) olandır." mealin­deki hadis dolayısıyla sabır, birinci sadme esnasında söz konusu olur. Kaza ve kadere teslimiyet göstermekte birlikte ağlamak ve üzülmek sabra ve imana ay­kırı değildir. Buharî ile Müslim'deki rivayete göre Resulullah (s.a.) oğlu İbrahim'in vefat ettiği sırada ağlamıştır. Ona: "Sen bize bunu yasaklamamış miy­din?" diye sorulunca, o şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu rahmetin kendisidir." Daha sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz göz yaş akıtır ve kalp rahatsızlaşır, fakat Rabbimizin razı olduğundan başka bir şey demeyiz. Şüphesiz ki biz ey İbrahim, senden ayrıldığımız için üzüntülüyüz." Yerilen ise şeriatın yasakladığı dövün­mek, elbiseleri yırtmak, cahiliye devrinde olduğu gibi ölülere haram olan ağıt­lar yakmak, aklın çirkin gördüğü Allah'ın takdir ve hükmüne karşı itiraz ve gazabı ifade eden sözler söylemektir.

Sabır, sabrın ölçüsü, tarifi, musibet esnasında istircada bulunmaya dair pek çok hadis ve seleften rivayet gelmiştir. Bunlardan birisini Müslim Ümmü Seleme (r.anha)'den şöylece rivayet etmektedir: Ümmü Seleme dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bir musibet ile karşı karşıya ka­lan her bir kul; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn[11] Allahım bu musibetimden dolayı bana ecir ver ve bana ondan hayırlısını onun yerine ihsan et" dediği tak­dirde mutlaka Allah o musibetinin ecrini ona verir ve ondan daha hayırlısını onun yerine ona ihsan eder."

Beyhakî de Şuabu'l-İmân' da İbni Abbas'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle bu­yurduğunu nakletmektedir: "Musibet esnasında istirca'da bulunan kimse (İnna lillah ve inna ileyhi raci'ûn diyenin) Allah musibetini giderir, akıbetini güzelleştirir ve hoşuna gidecek şekilde onun yerine salih bir halef ihsan eder."

Ahmed ve Tirmizî de Ebu Musa'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu­nu rivayet etmektedirler: "Kulun oğlu öldüğünde Yüce Allah meleklerine: Kulumun oğlunun ruhunu kabzettiniz mi? diye sorar. Onlar: Evet derler. Yüce Al­lah: Onun kalbinin meyvesini mi aldınız! der. Onlar: Evet, derler. Yüce Allah: Peki kulum ne dedi? der. Onlar: Sana hamdü sena etti, istircada bulundu. Yü­ce Allah şöyle buyurur: Siz kuluma cennette bir ev yapınız ve ona "hamd evi" adını veriniz."

Ömer b. el-Hattab (r.a) der ki: "Bana isabet eden her bir musibette mutla­ka şu üç nimeti buldum: Evvela bu musibet benim dinimde olmuyordu. İkincisi bu musibet daha önce olanlardan daha büyük değildi. Üçüncüsü Allah o musi­bete karşı büyük bir mükâfat verir." Daha sonra Yüce Allah'ın şu ayet-i keri­mesini okudu: "İşte rablerinden mağfiret ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir."

Hülâsa; din düzenini ortaya koyan ayet ve hadisler aynı zamanda sabrı, istircaıda bulunmayı, Allah'ın razı olacağı sözler söylemeye, Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyet göstermeye, hükmüne razı olmaya da teşvikte bulunmuş­tur. İşte o vakit Allah o musibeti ondan hayırlısını vermek suretiyle telafi eder; sabreden kişi de ecir ve sevap alarak Allah nezdinde güzel kabul görür ve cen­nete nail olur. [12]


[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/329.


[11] "Muhakkak biz Allah'ın (varlıkla rıy)ız" Kulluğu ve Allah'ın mülkünde oluşu ikrar etmek­tir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" ifadesi de ölmeyi ve kabirlerden dirilmeyi ikrarın ifadesidir.


[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/329-332.

10 Kasım 2018 Cumartesi

BAKARA SÛRESİ 213.-214. ayetlerin tefsiri


Peygamberlere Olan İhtiyaç Ve Davetlerinde Müminlerle Birlikte Çektikleri Sıkıntılar

213- İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da peygamberlerini müjdeleyiciler ve korkutucular olmak üzere gönderdi. Beraberlerinde, insanların ihtilâf et­tikleri şeyler hakkında, aralarında hükmetmek için de hak ile kitapları indirdi. Halbuki kendilerine o kitabın verildiği kimseler, apaçık deliller ken­dilerine geldikten sonra ve ancak ara­larındaki kıskançlıktan dolayı, onun hakkında ihtilâfa düştüler. Allah böy­lece izniyle iman edenleri hakkında ih­tilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.

214- Yoksa siz, sizden önce geçenlerin halinin benzeri başınıza gelmeden cen­nete girivereceğinizi mi sandınız? On­lara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar ge­lip çattı ve öyle sarsıldılar ki hatta peygamber kendisine iman edenlerle birlikte: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Haberiniz olsun ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır.


Nüzul Sebepleri

214. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak Katâde ve es-Süddî şöy­le demektedirler: Bu ayet-i kerime müslümanların oldukça sıkıntılara, zorluk­lara düşüp de sıcak ve soğuk ile karşı karşıya kaldığı, kötü bir geçim ve türlü eziyetler onlara gelip çattığı Hendek gazvesi hakkında nazil olmuştur. Bu ga­zada durum Yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirdiği hale gelmişti: "Ve kalpler gırtlarlara kadar gelmişti." (Ahzâb, 33/10); "Ve şiddetli bir şekilde sarsılmışlardı." (Ahzâb, 33/11). Münafıklar ise: "Allah ve rasulü bize aldanıştan başkasını vadetmediler." (Ahzâb, 33/12) demişlerdi. İmanlarında doğru ve sa­mimi olanlar ise şöyle demişlerdi: "İşte bu Allah'ın ve rasulünün bize va'dettiğidir, Allah ve rasulü bize doğru söylemiştir. Bu durum onların iman ve teslimi­yetlerinden başka bir şeylerini arttırmamıştı." (Ahzab, 33/22).

Atâ ise şöyle demektdir: Resulullah (s.a.) ve ashabı Medine'ye girince ol­dukça sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardı. Çünkü mallarını almadan Mek­ke'den çıkmış, evlerini barklarını ve mallarını müşriklerin ellerine terketmiş Allah'ın ve rasulünün rızasını bunlara tercih etmişlerdi. Bir taraftan Yahudiler Allah'ın rasulüne açıktan açığa düşmanlık ediyorlar diğer taraftan da zengin bir takım kimseler içten içe münafıklığını gizliyordu. Yüce Allah da müminle­rin kalplerini hoşnut etmek üzere: 'Yoksa siz... mi sandınız?" buyruğunu indir­di. [18]

Açıklaması

İnsanlar (yani Ademoğulları) ilâhî hidâyete gerek duydukları bir duruma düşmüşlerdi. Allah da peygamberleri onlara müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere göndererek ihsanda bulun­du ki artık peygamberlerin gönderilmesinden sonra insanların Allah'a karşı bir mazeretleri kalmasın.

Peygamberlerin bazıları ile insanları hakka iletecek kitap da indirdi. [19]

Peygamberlerin Gönderilmesinden Önce İnsanlığın Durumu:

Cumhur şöyle demiştir: Bu ümmet tek bir din ve dosdoğru bir tek inanç üzere hidayet ümmeti idi. Akidesi bir, şeriatı birdi. Bu İslam dini idi. Fakat kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi. Ebu Davud'un rivayetine göre İbni Abbas şöy­le demiştir: "Hz. Nuh ile Hz. Adem arasında on tane karn geçmiştir. Hepsi de hak şeriatı üzere idiler, fakat sonradan ihtilâfa düştüler Allah da peygamberle­ri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi."

Abdullah b. Mes'ud'un kıraatinde de bu şekildedir: "İnsanlar tek bir üm­met idiler sonradan anlaşmazlığa düştüler." Cumhur, görüşlerinin doğruluğu­na şunu da delil gösterir. Hz. Adem bir peygamber idi. Onun çocukları da onun dini üzere idiler, hem hidayete çağırıyor hem kendileri hidayet üzere idiler. Bu, iki oğlu arasında kıskançlık gösterinceye kadar ve bilindiği haliyle onlardan bi­ri ötekini öldürünceye kadar böyle idi.

Bir başka kesim (İbni Abbas, Atâ ve Hasan el-Basrî) ise şu görüştedir: Söz konusu bu ümmet, herhangi bir hak ile hidayet bulmamış ve amelleri herhangi bir şeriatın sınırını tanımayan dalâlet ümmeti idi. Buna dair delilleri ise pey­gamberlerin gönderilmesini gerektiren durumlardır. Bununla peygamberlerin görevleri aklen anlaşılır bir şekilde açıkça ortaya çıkar ve akidenin fesadından amellerde de sapık hevalara tabi olmaktan dolayı ortaya çıkan anlaşmazlıkları hakkında aralarında Peygamberlerin hükmetmelerini gerektiren sebep söz ko­nusu olur. Durum böyle olmasa peygamberlerin gönderilmesinin bir anlamı ol­maz ve buna ihtiyaç kalmazdı.

Ebu Müslim el-İsfahanî ile Kadı E bu Bekir el-Bâkıllâni ise şöyle demekte­dir: İnsanlar fıtrat üzere idiler. İtikad ve amelde aklın gösterdiğini kabul ediyorlardı. Fakat insanların ilâhi hidayet olmaksızın akıllarına teslim olmaları anlaşmazlığa götüren bir durumdur. O bakımdan çoğu zaman vehimler, mak­sat olarak gözetilen inanç ve hükümlere ulaşmalarına engel teşkil etmiştir.

Ancak el-Menâr tefsirinin sahibi bir başka manayı tercih etmektedir ki, o da şudur: İnsan yaratılışı itibariyle toplumsal bir varlıktır. Yani Allah insanı geçiminde biri ötekine bağlantılı bir şekilde yaratmış olması anlamında tek bir ümmet olarak yaratmıştır. Allah'ın kendileri için takdir etmiş olduğu süreyi bi­ri ötekine yardımcı olmadan insan bireylerinin yaşamaları kolay değildir. Bir­birlerine muhtaç olmamalarına da imkân yoktur. O bakımdan başkalarının gü­cünün ferdin gücüne katılması kaçınılmaz bir şeydir. İşte "İnsan tabiatı itiba­riyle uygar bir varlıktır." şeklindeki sözlerle ifade edilen de budur [20] O takdir­de bunun anlamı şöyle olur: İnsanlar toplumsal bir nitelikte ve bir araya gelip toplanma özelliğine sahip olarak yaratılmışlardır. Bu ise karşılıklı olarak ya­rışmaya, anlaşmazlığa ve ihtilâfa götürür. İşte peygamberlerin gönderilmesi, insanlar arasındaki anlaşmazlığı sona erdirmek ve hak ile hayra iletmek, batılı ve dalâleti açıklamak içindir.

Gönderilen peygamberlerin sayısı 124 bin, rasullerin sayısı ise 313'tür. Kur'an-ı Kerim'de isimleriyle zikredilenler de 18'dir. Rasullerin ilki Ebu Zerr hadisinde geldiği üzere [21] Hz. Adem'dir. Şefaat hadisi diye bilinen hadis dolayı­sıyla Nuh olduğu da söylenmiştir. Çünkü o hadiste zikredildiğine göre insanlar Hz. Nuh'a şöyle diyecektir: "Sen rasullerin ilkisin..." Hz. İdris olduğu da söy­lenmiştir.

Daha sonra Yüce Allah peygamberlerle birlikte Kitabı da indirdiğini be­yan etmektedir. Burada ise (el-Kitâb) bütün kitaplar anlamında bir cins isim­dir. Taberî der ki: Burada "el-Kitâb"ın başına gelen Elif ve Lâm harfleri, ahd harfleridir, kasıt ise Tevrat'tır.

Kitabın fonksiyonu ise teşrîe, hüküm vermeye ve anlaşmazlıklarda insan­lar arasında haklı ile haksızı ayırdetmeye, insanları hak akideye, faziletli iliş­kilere, salih amellere iletmek, onları kötülüğün ve fesadın akıbetinden sakın­dırmak, hevâ ve batıl tevillerden uzaklaştırmaktır. O bakımdan Kitab her za­man için hak ile iç içedir, onunla birliktedir. Bu ise bir başka ayet-i kerimenin "doğruyu söylemek" diye ifade ettiği şu anlama uygun düşmektedir: "İşte bu bi­zim Kitabımızdır, size karşı hak ile konuşuyor." (Casiye, 45/29). Kur'an-ı Kerim'deki hidayet ve müjdeleme ile ilgili ayetin ifadesine de uygundur: "Muhak­kak bu Kur'an en doğru olana iletir ve müminleri müjdeler." (İsrâ, 17/9). Sema­vî her bir kitap hakkın kendisidir. Din ve dünya işlerinde nihaî ve hakkı batıl­dan ayırdedici hükmü verir. "el-Kitâb" -sayıca pek çok olsalar dahi- peygamber­lere verilen kitapları ifade etmektedir. Böylelikle bu kitapların özleri itibariyle tek bir kitap olduğuna ve asıl itibariyle aynı şeriatı kapsadıklarına işaret et­mektedir.

Daha sonra Yüce Allah, Kitab Ehli'nden bazılarının kitaplarını düşmanlık ve hakka karşı gelerek ayrılığın sebebi ve kaynağı haline getirdiklerini zikret­mekte ve şöyle buyurmaktadır: Başkanlar, hahamlar ve ilim adamları Allah'ın hak için indirmiş olduğu kitap etrafında anlaşmazlığa düştüler. Oysa bundan önce onlara kitabın anlaşmazlıkları körüklemekten yana uzak ve korunmuş ol­duğuna dair apaçık belgeler ve deliller gelmiş idi. Bu belge ve deliller Kitabın insanları mutlu kılmak için geldiğini, onları bedbahtlığa sürüklemek, araları­na tefrikayı sokmak için gelmediğini ortaya koyuyordu. Dini koruyup gözeten, peygamberlerden sonra onu muhafaza eden, onda bulunanları uygulamaları is­tenen ilim sahipleri arasındaki ayrılığın tek sebebi kıskançlık ve zulüm, insan­ların haksızlıklarına engel olmak üzere ortaya koymuş olduğu şeriatın sınırla­rını aşmalarıydı. Fakat önderlerinin kendilerine ve hükümleri altındaki insanlarına karşı işledikleri bu cinayet, Kitabın hakka iletici olmasını herhangi bir şekilde çürütmemektedir. Zira kusur kitapta değil; o kitabı uygulamakla görev­li olanlardadır.

Şu kadar var ki kötülükten uzak bir maksata sahip olmakla birlikte sahih bir iman hakka götürür, anlaşmazlıktan uzak tutar. Şüphesiz ki müminler, insanların hakkında ihtilafa düştükleri hakka giden doğru yolu bulur, Rablerini razı edecek şeye onun tevfik ve nimeti sayesinde ulaşırlar. Allah her zaman için dosdoğru yola iletendir. Dini kendi nevalarına göre tevil edip yorumlayan­lar ise sapıklık, fesat ve kötülük içerisindedirler. Allah katında onlar için acıklı bir azab vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz dinlerini bölük pörçük edip fırka fırka ayrılanlar var ya, sen hiç bir şekilde onlardan de­ğilsin. Onların işi Allah'a aittir. Sonra o onlara yaptıklarını haber verecektir." (En'âm, 6/159).

İlim adamlarının Allah'ın Kitab'ına karşı yaptıkları bu davranışın çirkin tablosunun sunulmasından sonra, Allah rasulünü ve müminleri sabırlı olmaya, sebat göstermeye, kafirlerle karşı karşıya gelme halinde de sıkıntılara katlan­maya teşvik etmektedir. Müminler çeşitli bela ve mihmetlere maruz kalırlar.

Tıpkı önceki peygamberlerin türlü sıkıntılarla, oldukça ağır üzüntülerle karşı karşıya kaldıkları gibi. Onlar bu hallere kurtuluncaya ve zafere erinceye kadar sabrettiler, sebat gösterdiler. Çünkü cennetlere girmek, Allah'ın rızasına nail olmak, cihad etmeyi, sıkıntılara katlanmayı, eziyetlere göğüs germeyi gerekti­rir. Fitne ve mihnetleri başarıyla geçmeyi, imtihanları başarı ve sebatla bitir­meyi gerektirir. Herhangi bir şekilde darlık göstermeden usanç ve tahammül­süzlük belirtileri ortaya koymadan, hidayet yolundan sapma göstermeden. Bu­nunla birlikte de ilahî tekliflerin yükümlülüklerini yerine getirerek...

Müminin, zaferin geciktiğini sanma, hakkı yoktur. Şüphesiz Allah'ın dost­larına ve sevdiklerine olan yardımı pek yakındır.

Önceki peygamberlerin ve ona uyan müminlerin maruz kaldıkları bu du­rumlar, ibret ve öğüt almak için dosdoğru bir örnektir. İşte sizler de İslamın ilk döneminde bulunan ey müslümanlar; henüz onların düştükleri belâların ben­zeri belâlara düşmediniz. Onlar öyle darlık, korku, fakirlik, acı ve hastalıklara maruz kaldılar ve bu belâlar onları o derece rahatsız etti ki, çektikleri acı ve karşı karşıya kaldıkları bu katı durumlar sonucunda peygamber de -ki insan­lar arasında Allah'ı en iyi bilen, tanıyan, onun güvenine en çok ihtiyaç duyan­lardır- Allah'ın yardımı ne zaman? demek zorunda kaldı. Öyle ki çektikleri sıkıntılardan dolayı sabırları tükenmek üzereydi. Onlara: Şunu biliniz ki mu­hakkak Allah'ın yardımının gerçekleşmesi, ortaya çıkması pek yakındır. Nite­kim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Nihayet o pey­gamberler ümitlerini kesip de kendilerinin yalancı çıkarılacaklarını zannettik­leri bir sırada onlara yardımımız gelmiş ve dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti. Fakat günahkârlar güruhundan ise azabımız asla döndürülmez." (Yusuf, 12/110).

İşte bütün bunlarda (peygamberlerin tavırlarında ve ilk müslümanların konumlarında) daha sonra gelip de; İslâm yalnızca bir ibadettir, sanıp herhan­gi bir sınamadan geçmeyeceklerini veya herhangi bir türden eziyete maruz kal­mayacaklarını, türlü musibet ve sıkıntılarla karşılaşmayacaklarını zanneden­ler için bir ibret vardır. Onların böyle bir zanları, hidayet ehlini sınama husu­sundaki Allah'ın sünnetini bilmeyişlerindendir. Bu ibtilâ ise hak ve iman üzere sebat güçlerini, Allah'a davetin gerektirdiği zorluk ve sıkıntılara katlanma güç­lerini belirlemek içindir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edece­ğiz. Sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lâm, Mim. İnsanlar: İman ettik, demeleriyle ve im­tihan olunmadıkça bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun onlardan önce geçenleri Biz imtihan etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir, yalancı olanları da bilir." (Ankebût, 29/1-3). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Yoksa Allah siz içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etme­den cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmran, 3/142).

Yine de geçmişte olsun, halihazırda olsun müslümanlar, önceki peygamber­lerin maruz kaldıklarının benzerlerine ulaşmış değildirler. Onlardan kimisi öldürüldü, kimisi ise diri diri testerelerle biçildi, kimi müminler ateşte yakıldı. [22] Yemen'de, Yüce Allah'ın da haber verdiği üzere Ashab-ı Uhdûd'a yapıldığı gibi: "Alevli ateş hendeklerinin sahipleri öldürüldü. O zaman onlar onun etrafında oturuyorlar ve onlar müminlere yaptıkları şeyi görüyorlardı. Onlar o iman edenlerden yalnızca Aziz ve Hamîd olan Allah'a iman ettiklerinden dolayı inti­kam aldılar." (Burûc, 85/4-8). [23]


[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/510-511.


[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/511.


[20] el-Menâr, 11/225.


[21] Bu hadisi el-Acurî ve Ebu Hatim el-Bustî rivayet etmiştir.


[22] Buharî, Habbâb b. el-Eret (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a Kabe'nin gölgesinde cübbesini yastık gibi kullanıp uzanmış olduğu bir sırada şikâyette bulundum ve bizim için yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? dedim. Şöyle buyurdu: "Sizden önceki dönemlerde birisi yakalanıp götürülür, yerde onun için bir çukur kazılır ve o çukura atılırdı. Daha sonra testere getirilir bu testere başına konur, ikiye bö­lünür; demir taraklarla eti kemiğinden taranarak (ayrılır); fakat bu onu dininden alıkoy -mazdı. Allah'a yemin ederim, Allah bu işi tamamlayacaktır. Öyle ki bir süvari San'a'dan Hadramevt'e kadar yol alacak da bir Allah'tan, bir de kurdun koyunlarına saldırmasın­dan başka bir şeyden korkmayacaktır-. Fakat sizler acele ediyorsunuz."


[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/511-515.

9 Kasım 2018 Cuma

BAKARA SÛRESİ 168.-171. ayetlerin tefsiri


Temiz Şeylerin Helâl Ve Haram Şeylerin Haram Kılınmasının Menşei


168- Ey insanlar! Yeryüzündeki şeyler­den helâl ve temiz olanlarını yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.

169- O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

170- Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiği zaman onlar: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu da bula­mamış idiyseler?

171- O inkâr edenlerin hali bağırıp ça­ğırıştan başka bir şey duymayanlara haykıranın haline benzer. (Onlar) sa­ğırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. Onun için akıl erdiremezler.


Nüzul Sebebi

168. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime Sakîf, Huzâa ve Âmir b. Sasaa hakkında nazil olmuştur. Bunlar kendilerine bir takım ekin ve davarları haram kılmışlardı. Ayrıca Bahîra, Sâıbe. Vasile ve Hâmî denilen (çeşitli şekillerde niteledikleri) develeri de haram kılmışlardı. [18]

Açıklaması

Yüce Allah, Allah'a eş tutanların durumunu, bunların görecekleri azabı, uyanlarla uyulanlar arasındaki, başkanların yönetimleri altındakilerden sağ­ladığı menfaatler demek olan ilişki ve bağlantıların kopuşunu beyan ettikten sonra, bu ilişkilerin haram kılınan ilişkiler olduklarını açıklamaktadır. Çünkü bunlar pis ve murdar şeyleri yemek, şeytanın adımlarına tabi olmaktır. Sapık­lığın sebebi ise akıl ve belgeye dayalı olmaksızın ataların izledikleri yola güven beslemektir.

Yüce Allah: "Ey insanlar!" şeklinde hitab etmektedir. Yani hitap mümin ve kâfiri kapsamaktadır. Diğer taraftan Allah'ın nimetleri bütün insanları kuşatmaktadır. Küfür, ilâhî nimetlere nail olmaya engel değildir. Allah bütün insan­lara yeryüzünde bulunan Allah'ın kendileri için helâl kıldığı şeyleri ve herhan­gi bir şüphe, bir günah ve başkasının hakkı taalluk etmeyen temiz şeyleri ye­melerini istemektedir. Onlardan başkaların kendilerine uyanlardan aldıkları pis ve murdar şeyleri de yememelerini emretmektedir. Çünkü bunlar haram­dır, murdardır, yenilmeleri helâl şeyler değildir. Bu aynı zamanda Kitap Ehline mensup din adamlarının kendi dinleri üzere kaldıklarını, İslâm'a iman et­mediklerini göstermektedir. Onların bu durumları ise kendi konumlarını, batıl başkanlıklarını korumak ve batıl yollarla başkalarının mallarını batıl yollarla almak içindir.

O bakımdan ey insanlar! Şeytanın aldatma, saptırma ve vesveseleri sonu­cu onun yoluna tabi olmayınız. Çünkü şeytan ancak kötülüğü ve münkeri tel­kin eder. Şeytan, atamız Adem (a.s.)'den itibaren apaçık bir şekilde insanın bir düşmanıdır. Hiç bir zaman hayır namına bir şey emretmez. O çirkinden başka bir şeyi emretmez. O kötü duyguların kaynağıdır, masiyetleri süsleyendir. O bakımdan ona uymayınız. O vesvesesiyle, üzerinizdeki ta­sallut ve baskısıyla kendisine itaat edilen bir âmir gibidir. Siz dünyanızda da ahiretinizde de size kötülük getiren şeyleri yapmakla onu bu konuma yükselt­miş oluyorsunuz.

Şeytan sizlere Allah hakkında, O'nun dini ile ilgili olarak, kesin olarak itikad, dini ibadetler hususunda Allah'ın şeriatinden olduğunu bilmediğiniz şey­leri söylemenizi ya da haramı helâl yapmaya, helâli de haram yapmaya kalkışmanızı emretmektedir. Böylelikle o akideyi ifsad etmek, şeriati de tahrif etmek gayesini gerçekleştirmek istemektedir.

Daha sonra Kur"an-ı Kerim müşriklerden ve bazı Yahudilerden şöylece söz etmektedir: Onlara "Allah'ın Rasulü Muhammed (s.a.)'in üzerine indirdiği vah­ye uyunuz. Çünkü bu daha hayırlıdır ve daha uygundur. Buna karşılık onun dışında edindiğiniz dost ve velilerinize uymayınız," denildiği zaman bunlar, kör bir taklid ile atalarını taklidin yoluna düşmektedirler. Bunu yaparken de sade­ce geçmişte yapılageldikleri, alışageldiklerine güvenip dayanmaktadırlar. Yüce Allah ise onların bu tutumlarını şöylece reddetmektedir:

Taklit ve adetlerinde onlar atalarını üzerinde gördükleri şeylere mi tabi olacaklardır! Ataları akaid ve ibadetler konusunda hak namına hiç bir şeye ak­lı ermeyen kimseler olsalar da mı? Evet, onlar bu konuda mantıkî her türlü de­lilden uzak kalsalar ve doğrudan ayrı olsalar dahi (yine de atalarına) uymaya devam edeceklerdir. İşte bu, delilsiz olarak taklidin yerilmiş olduğunu göster­mektedir. Müctehidlere tabi olmak yani onların delillerini bildikten sonra müctehidleri taklid etmek ise caizdir. Çünkü Yüce Allah, "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (bilenlere) sorunuz." (Enbiyâ, 21/7) diye buyurmaktadır.

Atalarını, başkanlarını körü körüne taklid eden, üzerlerinde bulundukları sapıklık ve bilgisizlikleri sürdürüp giden, konumlarının sağlıklı olup olmadığını düşünmeyen, kâfirleri imana davet eden kimsenin hali ya da niteliği hay­vanlarına seslenip onları suya ve mer'aya güden, yasak şeylerden onları dürtüp uzaklaştıran yani çobanlarının söylediklerinden hiçbir şey akledip anlayama­yan davarları güden kimsenin haline benzer. Kâfir ve hayvanlardan her birisi işittiklerinden bir şey anlayıp kavrayamaz. Bunlar sadece seslere ve çıngırak­ların çıkardıkları gürültülere takılır, ardından giderler. Çünkü kâfirler kalple­rini, kulaklarını, gözlerini hidayetin nuruna karşı perdelemişlerdir. O bakım­dan Allah da onların bu azaları üzerine perde indirerek mühür basmıştır. Böy­lece bunlar herhangi bir hayrın nüfuz edemeyeceği bir hale gelmişlerdir. Adeta -kendilerini imana iletecek türden- hiç bir şeyi işitemeyen sağırlar, konuşama­yan dilsizler, Allah'ın ayetleri hakkında ve kendi nefisleri üzerinde düşünüp görmeyen körler haline gelmişlerdir. Hatta bunlar hayvanlarda olduğu gibi başkalarının arkasından gider, onlara uyarlar. Kurtubî der ki: Yüce Allah kâfirlere öğüt veren, onları imana davet eden kimseyi -ki o da Muhammed (s.a.)'dir- koyun ve develerine bağırıp çağıran çobana benzetmektedir. Bu deve ve koyunlar ancak onun bağırıp çağırmasını işitirler, fakat neler söylediğini kavrayamazlar. [19]



[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/360-361.


[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/361-362.

8 Kasım 2018 Perşembe

BAKARA SÛRESİ 45. ayetin tefsiri


45- Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o hâşi'lerden başka­sına elbette büyük gelir.


Ey Allah’ın kulları!.. (Sabır ile ve namaz ile) İşleriniz hakkında Rabbinizden (yardım isteyiniz) muvaffakıyet bekleyiniz. (Namaz şüphe yok ki ağırdır.) Buna alışmayanlara çetin bir iş gibi görünür. (Ancak Haktan korkanlar için değil.) Takva sahibi olanlar için bu çetin bir iş değildir. Öyle ibâdet ve itaat ehli için namaz; en zevkli, ruhu besleyen ibâdettir. Onlar bu gibi vazîfeleri büyük bir şevk ve gayretle ifaya çalışırlar. Fakat Allah’tan korkmayan, nefislerine mağlûp olan, hakikî İstikbali düşünmeyen kimseler için sabretmek, namaz kılmak büyük bir iş gibidir. Onlar bu gibi mühim, kutsî vazîfelerden faydalanamazlar.

Rivayet olunuyor ki: Rasûlü ekrem, Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz güç bir olay karşısında kalınca namaza başlar, onunla Cenâb-ı Hak’tan yardım talebinde bulunurdu.

Ömer Nasuhi Bilmen

7 Kasım 2018 Çarşamba

BAKARA SÛRESİ 272.-274. ayetlerin tefsiri


Sadaka Almayı Hak Edenler


272- Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir; fakat Allah dile­diği kimseye hidayet verir. Her ne ha­yır infak ederseniz kendi faydamızadır. Zaten siz ancak Allah'ın rızası için in­fak edersiniz. Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir ve size asla zul­medilmez. '

273- (Sadakalar) Allah yolunda kendi­lerini vakfetmiş fakirler içindir ki on­ların yeryüzünde dolaşmaya gücü yet­mez; bilmeyenler, kendilerini, iffetle­rinden dolayı zenginlerden sanır; sen ise onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insan­lardan bir şey istemeyen fakirlerdir. Şüphesiz hayırdan neyi harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.

274- Mallarını gece gündüz, gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mü­kâfatları vardır. Onlar için korku yok­tur, onlar üzülmezler de.


Nüzul Sebebi


272. ayetin nüzul sebebi: Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak muhtevası bir olan birkaç rivayet varit olmuştur. Bunlardan birisini Nesaî, Hakim, el-Bezzar ve başkaları İbni Abbas'tan rivayet etmektedirler. İbni Abbas dedi ki: Ashap müşriklerden olan akrabalarına azıcık bir şeyler vermekten hoşlanmı­yorlardı. Bu durumu sorunca bu konuda onlara ruhsat verildi ve bunun üzerine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir..." ayeti nazil oldu.

Yine rivayet edildiğine göre bazı Müslümanların Yahudiler arasında sihri ve süt emmek dolayısıyla akrabaları vardı. İslâm'dan önce bunlara infakta bulunuyorlardı. İslâm'a girince bu kimselere infakı sürdürmekten hoşlanmadılar.

Yine denildiğine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma hacca gitmişti. Annesi gelip ondan bir şeyler istedi. Annesi o sırada müşrikti. Kızı ona bir şey vermek istemeyince bu ayet-i kerime nazil oldu.

İbni Ebî Hâtim'in de İbni Abbas'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.), Müs­lüman olanlardan başkalarına sadaka verilmemesini emrediyordu. Bunun üze­rine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayet-i kerimesi nazil oldu ve hangi dinden olursa olsun, dilencilikte bulunan herkese sadaka veril­mesini emretti.

Sahid b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber (s.a.)'den bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu nakletmektedir: Müslümanlar zimmet ehlinden fakirlere sadaka veriyorlardı. Müslüman fakirler çoğalıp Resulullah (s.a.), "Di­ninize mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyiniz" diye buyuranca bu ayet-i kerime Müslüman olmayanlara da sadaka vermeyi mubah kılmak üzere nazil oldu.

Taberî, Resulullah (s.a.)'ın Müslüman olmayanlara sadaka verilmesini en­gellemekten maksadının bu kimselerin Müslüman olmaları ve dine girmeleri olduğunu nakletmektedir. Bunun üzerine Yüce Allah, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayetini indirdi.

Kısaca bu ayetin nüzul sebebinin hikmeti şudur: İslâm'a giren kimse müş­rik akrabasına veya müşriklere sadaka vermekten hoşlanmıyordu ya da Resulullah (s.a.) bunlara sadaka verilmesini ashaba yasaklamıştı. Bunun üze­rine bu ayet-i kerime nazil oldu.

273. ayetin nüzul sebebi: Bu ayet-i kerime Ashab-ı Suffa hakkında nazil olmuştur [37] Bunların sayısı muhacirlerden dört yüz kişi idi. Bunlar Kur"an-ı Kerim öğrenmek ve seriyyelerle çıkmak üzere alıkonulmuşlardı.[38]

274. ayetin nüzul sebebi: Taberanî ve İbni Ebî Hatim, Yezid b. Abdullah b. Garîb'den, o babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Şu, "Mallarını gece gündüz gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mükâfatları vardır" ayeti at sahipleri hakkında nazil olmuştur. [39] Bunlar ise Allah yolunda at besleyen kimselerdi. Gece gündüz gizli ve açık at­larına harcamalarda bulunurlardı. Yani bu ayet-i kerime büyüklenmek ve ifti­har etmek kasdıyla at beslemeyen kimseler hakkında nazil olmuştur.

İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre ise "Mallarını gece gündüz... infak edenler" ayet-i kerimesi atların beslenmesi hakkında nazil olmuştur. Bunun sıhhatine Yezid kızı Esma'nın rivayet ettiği şu hadis-i şerif delâlet etmektedir: Esma dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah yolunda bir at bağla­yıp besler de ecrini umarak o ata harcamada bulunursa, o atın tokluğu da açlı­ğı da, suya kanması da susuzluğu da, sidiği de tersi de kıyamet gününde o kişi­nin terazisine konacaktır." [40]

Açıklaması

Ey Muhammed! İstemedikleri halde insanları İslâm'a, hidayete götürmek senin görevin değildir. Böyle bir işi yapmak sana düşmez. Sana düşen yalnızca tebliğ etmek, dine davet etmektir. İtaat edeni cennetle müjdelersin, isyan edeni de cehennemle uyarır, korkutursun. Hayra, mutluluğa yol bulma başarısına nail olma anlamında hidayet vermek ancak Allah'a aittir. Çünkü insanlara akıl vermiş, onlara hak dine kendilerini iletecek yol ve delilleri açıklamıştır. O bakımdan ya Muhammed, hangi dinde olursa olsun her dilencilik edene sadaka vermeyi emret.

Sadakanın ve Allah yolunda malı infak etmenin sevabı bizzat size aittir. Dünyada da ahirette de bu sevaptan sizden başkası yararlanmaz. Dünya haya­tında sadaka malı korur. Serveti sağlam koruma altına alır. Sizleri fakirlerin talanından, hırsızlığından ve yağmalama eziyetinden himaye eder. Çünkü aç olan bir kimse kendisine her şeyi mubah görür. Sadaka ve infakın ahiretteki sevabı da sizindir. Bu sevapla cennete girersiniz, bazı küçük ve büyük günahla­rınız bağışlanır.

Siz dünyevî bir menfaat yahut şeytanı razı etmek için değil, ancak Al­lah'ın rızasını aramak için infak edersiniz. Buna göre dini ne olursa olsun, şu fakir ile bu fakir arasında bir fark yoktur. Ayrıca başa kakmaya, eziyet etmeye yahut riya ve gösterişe de gerek yoktur. Çünkü sen infakınla yalnızca Yüce Al­lah'ın rızasını gözetirsin. Herhangi bir övgü yahut dünyada insanların vereceği karşılığı beklemeksizin, katıksız hayır işlemeyi gözetirsin. Hz. Peygamberin sahih hadiste Sa'd b. Vakkas'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah'ın rı­zasını arayarak yaptığın her bir infak dolayısıyla mutlaka ecir kazanırsın. Hat­ta hanımının ağzına koyduğun (lokma) dahi."

Daha sonra Yüce Allah, "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır" şeklindeki ayet-i kerimeyi iki ayrı emirle pekiştirmektedir:

Bunların birincisi, "Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir." Yani sevabı ahirette eksiksiz olarak tamı tamına size ulaşır, buyruğudur.

İkincisi ise, "Ve size asla zulmedilmez" yani amelinizden lehinize olan her­hangi bir şey kaybolmaz, onun ecrinden bir şey eksiltilmez, anlamındaki ayet­tir. Çünkü o takdirde bir eksiltme zulüm anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyru­ğunda olduğu gibi: "Hiç bir nefse hiç bir şeyle zulüm olunmaz. (Hakkı) bir hardal danesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz." (Enbiya, 22/47).

Bütün bunlar infakın Müslüman olsun olmasın genel olarak bütün fakirle­re yapılacağını göstermektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Ona olan sevgilerine rağ­men fakire, yetime ve esire yemek yedirirler. Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir teşekkür, ne bir karşılık isteriz.'" (İnsan, 76/8-9). Esir ise Darül-İslâm'da âdeten ancak müşrik olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu­na benzemektedir: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çı­karmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah si­ze yasaklamaz." (Mumtahine, 60/8).

Buharî ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bunu desteklemektedir: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Adamın birisi dedi ki: bu gece bir sadaka vereceğim. Sadakasını alıp çıktı ve onu zaniye bir kadına verdi. Sabah olunca insanlar "Zaniye bir kadına sadaka verildi" diye söz etme­ye başladılar. O kişi "Allahım zaniye birisine verdiğim sadaka dolayısıyla sana hamdederim" dedi. Yine "Bu gece bir sadaka vereceğim" dedi ve onu zengin biri­sine verdi. Sabah olunca insanlar "Bu gece bir zengine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam, "Allahım bir zengine verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Bu gece yine bir sadaka vereceğim dedi, onu da bir hırsıza verdi. Sabah olunca insanlar, "Bu gece hırsız birisine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam yine, "Allahım zina eden bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Ona şöyle denildi: Verdiğin sadaka kabul edildi. Zaniye kadın olur ki sadaka sayesinde iffetini korur, zinadan vazgeçer. Zengin de belki ibret alır, Allah'ın ona verdiğinden in­fak eder. Hırsız da muhtemeldir ki ona verdiğin sadaka sayesinde iffetini koru­yup hırsızlıktan uzak durur."

Daha sonra Yüce Allah insanlar arasında sadakaya en lâyık olanları be­yan etmektedir. Bunlar ise aşağıdaki beş niteliğe sahip olan fakirlerdir:

1- Allah yolunda kendilerini vakfetmek: Yani cihad veya ilim tahsili gibi Allah'ın rızası uğrunda çalışmak üzere kendilerini vakfetmiş kimseler. Çünkü bunlar başkaları gibi kazanç elde etmek için uğraşacak olurlarsa kamu masla­hatları işlemez olur. Bunlar ümmetin fedaileri, koruyucularıdırlar. Barış ve sa­vaş vakitlerinde, zorlu, bunalımlı veya mihnetli zamanlarda, bolluk, mutluluk yahut yokluk zamanlarında ümmetin yön verici kumandanları durumundadırlar. Bu ayet-i kerimenin Suffe Ehli hakkında nazil olduğunu öğrenmiş bulunu­yoruz. Suffe Ehli yaklaşık dört yüz kişi civarında muhacirlerin fakirlerinden oluşmaktaydı. Bunlar Mescidin sofasında murabıt kimselerdi. Geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün cihad ederlerdi. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine gö­re Resulullah (s.a.) bir gün Ashab-ı Suffan'ın başında durdu. Onların fakirlikle­rini, sıkıntılarını ve buna rağmen kalplerinin hoşluğunu görünce dedi ki: "Müj­deler olsun sizlere ey Suffa ashabı, benim ümmetimden her kim sizin sahip ol­duğunuz bu niteliklere sahip kalmaya devam eder ve içinde bulunduğu durum­dan razı olursa, o benim yol arkadaşlarımdandır."

2- Kazanmaktan aciz olmak: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen" yani ülkede yolculuk yapıp dolaşma imkânını bulamayan kimseler. Yeryüzünde do­laşmak, yolculuk yapmak demektir. Bundan aciz kalmanın birkaç sebebi var­dır. Bunlar yaşlılık, hastalık, düşman korkusu ve buna benzer diğer bazı hu­suslardır.

3- İffetlilik: Bu, başkalarının elinde bulunana göz dikmeye tenezzül etme­mek ve iffetlilik göstermektir. O kadar ki onların durumlarını bilmeyen kimse onları zengin sanır. Buna sebep ise elbiselerinde, hallerinde ve sözlerinde iffet­leri, sabırları ve kanaatkârlıklarıdır. Bu anlamda olmak üzere Buharî ile Müs­lim tarafından Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yoksul kimse şu bir yahut iki hurmadan, bir yahut iki lok­madan, bir ya da iki lokma yemekten mahrum ve dolaşıp duran kimse değildir. Asıl yoksul kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı olmayan, farkına varılmayıp kendisine tasaddukta bulunulmayan ve insanlardan bir şey istemeyen kimsedir."[41]

4- Onları diğerlerinden ayıran belirtiler: "Senin ise onları simalarından tanıdığın" yani alâmetlerinden tanıdığın. Onları tanımak müminin ferasetli ol­masını [42]. deneyenin tecrübesini, basiret ve akıl sahiplerinin zekâsını, onları tanıyan komşu ve akrabalardan sorup araştırmayı gerektirir. Kimi zaman za­yıflık, çelimsizlik, güçsüzlük, üstünün başının eski püskü olması gibi dış görü­nümler de buna alâmet olabilir. Bazan bu ikna edici delil de olmayabilir. Çün­kü kimileri kendilerine fakir süsünü verebilirler. Bazıları da izzet-i nefis sahibi olduğundan dolayı uygun elbise giyerler. Halbuki aslında o muhtaçtır, başkası ise fakirlik izhar ederken yalancılık etmektedir.

5- Hiç bir şekilde dilenmemek, dilenirken de ısrar etmemek: "Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyenler." Müfessirlerin cumhurunun görüşüne göre anlamı şudur: Bunlar tam anlamıyla dilencilikten uzak dururlar. Bu şe­kildeki bir iffetlilik onların değişmez niteliğidir. Yani ısrar ederek olsun, etme­yerek olsun asla insanlardan bir şey istemezler. Kimisi de şöyle demiştir: Burada kasıt ısrarla istemenin nefyedilmesidir. Yani onlar insanlardan ısrar etmek­sizin isterler. İlk anda akla gelen ve anlaşılan budur. Yani onlar ısrar etmeksi­zin isterler, istedikleri vakit ısrar etmezler. İnsanlara ihtiyaçları olmayan şey­leri yüklemezler. Kendisini dilenmek ihtiyacında bırakmayacak kadar bir şey­leri olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla istemiş olur. Bu buyrukta insanlar­dan ısrarla dilenenlerin durumunun kötülüğüne dikkat çekilmektedir. Günü­müzdeki dilencilerin çoğunlukla gördüğümüz hali budur. Lafzı Müslim'e ait ol­mak üzere hadis imamları Muaviye b. Ebî Süfyan'dan şöyle dediğini rivayet et­mektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Dilenmekte ısrar etmeyiniz. Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimse benden bir şey ister de onun bu isteme­si sonucu benden bir şey çıkarsa ve ben bunu istemeyerek ona vermişsem, benim ona verdiğimden asla ona bereket ihsan olunmaz."

Daha sonra ayet-i kerime küçük olsun büyük olsun, yapılan bütün infakları mutlaka Allah'ın bildiğini belirttikten sonra o infaka götüren sebebin veya niyetin Allah için gizli olmadığı hatırlatılarak ayet sona ermektedir. Eziyet ver­meksizin, iyi bir niyet ve ihlâsla yapılan infak verilecek olan mükâfatı güzelleştirir. Kötü niyet ise karşılığın kötü olması sonucunu verir. Bu ise iyi ve güzel infaka teşvik, kötü infaktan da bir sakındırmadır.

Daha sonra Yüce Allah bütün durum ve vakitlerde infak edenlerin sevabı ile infakın mükâfatını açıklamaktadır. Gece gündüz, gizli ve açık yollarla tasadduk edip ihtiyaç duyulduğu vakit herhangi bir infaktan geri durmayanların -ki az önce gördüğümüz Hz. Sa'd (r.a.)'a Resulullah (s.a.)'ın söylediklerinin geç­tiği hadis-i şerifin de gösterdiği gibi aile halkına harcama da bu cins infaktandır. Rableri nezdinde eksiksiz ecri vardır. Bunların sevabını vermek yalnızca Allah'a aittir. Böylesi için ahirette korku yoktur. Ebediyyen üzüntü ile de karşı­laşmaz. Yani kıyamet gününün dehşetli hallerinden karşı karşıya kalacağı haller için ona korku yoktur. Geriye bırakacağı çoluk çocuk ve dünya hayatın­dan ve güzelliklerinden geride bıraktıkları için üzülmez. Çünkü artık o bütün bunlardan daha hayırlı olan şeylere doğru yol almıştır.

Gecenin gündüzden, gizlinin açıktan önce söz konusu edilmesi, gizlice ve­rilen sadakanın açıktan verilen sadakadan daha faziletli görüldüğüne işaret et­mek içindir. [43]


[37] Kurtubî, III/337.


[38] Suffa ehli, Kureyşlilerin muhacirleri ar aşırıdandı. Medine'de herhangi bir mesken ve ak­rabaları yoktu. Mescidin soffasında kalır, geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün de hurma çe­kirdeği ayıklarlar ve Resulullah (s.a.)'ın gönderdiği seriyyelere çıkarlardı. Yanında ihtiyaç fazlası bulunan kimse akşam olunca onlara getirirdi.


[39] Süyutî der ki: Yezid ve babası meçhul iki ravidir.


[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/71-72.


[41] Hadisi Ahmed de İbni Mes'ud'dan rivayet etmiştir.


[42] Sünen'de yer alan hadis-i şerifte şöyle denilmektedir. "Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü şüphesiz ki o Allah'ın nuru ile bakar." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Elbette bundan fe­raset sahibi olanlar için belgeler vardır." (Hicr, 15/75) buyruğunu okudu.


[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/73-76.

6 Kasım 2018 Salı

BAKARA SÛRESİ 270.-271. ayetlerin tefsiri


Gizli Ve Açıktan Verilen Sadakalar


270- Nafaka türünden neyi infak etse­niz yahut adaktan her ne adarsanız muhakkak Allah onu bilir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları yoktur.

271- Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fa­kirlere verirseniz işte bu sizin için da­ha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah yapmakta oldu­ğunuzdan haberdardır.


Nüzul Sebebi

İbni Ebi Hatim, Yüce Allah'ın, "Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne gü­zeldir..." ayetinin Ebu Bekir ve Ömer (r.anhumâ) hakkında nazil olduğunu söylemistir. Hz. Ömer malının yarısını getirdi ve Resulullah (s.a.)'a verdi, Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ömer?" diye sorunca o, "Ma­lımın yarısını bıraktım" dedi. Hz. Ebu Bekir ise malının tümünü adeta kendin­den dahi gizlercesine getirdi, Resulullah (s.a.)'a verdi. Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ebu Bekir?" deyince o, "Allah'ın ve Rasulünün va-ad ettiğini bıraktım" dedi. Hz. Ömer ağladı ve dedi ki: Anam babam sana feda olsun ey Ebu Bekir! Allah'a yemin ederim, seninle hangi hayırda yarıştıysak mutlaka sen beni geride bırakmışsmdır [34]. el-Kelbî de der ki: Yüce Allah'ın, "Nafaka türünden neyi infak etseniz" ayeti nazil olunca, "Ey Allah'ın Rasulü, gizlice verilen sadaka mı faziletlidir, açıktan verilen sadaka mı?" dediler. Yüce Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi [35]

Açıklaması


İster Allah için olsun ister riyakârlık için olsun, ister başa kakmak veya eziyet için, isterse de bunlardan herhangi birisi için olmasın, her neyi infak ederseniz muhakkak Allah bunu bilir. Ya da Allah'a itaat uğrunda bir adakta (nezru't-teberrü) yahut masiyet uğrunda bir adakta (nezrul-lecâc veya nezrul-gadab) bulunursanız bunun karşılığını verecektir: Hayır ise hayır, şer ise şer. Bu buyruk hayra bir teşvik, şerden de bir korkutmadır. Mallarını vermeyip cimrilik etmek ve tasadduk etmemek suretiyle kendilerine zulmeden zalimle­rin kıyamet gününde yardımcıları yoktur. Şu buyrukta olduğu gibi: "Zalimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi vardır." (Mümin, 40/18). İnsanlar da sadaka versinler diye nafile sadakalarınızı açıktan verirse­niz yaptığınız iş güzel bir iştir. Onları gizliden verip kimseyi haberdar etmeye­rek fakirlere verirseniz bu da riyakârlıktan ve başkalarının işitmesinden daha uzak olmak hasebiyle sizin için daha hayırlıdır. Sadaka dolayısıyla da bazı gü­nahlarınızı siler. Çünkü sadaka, bütün büyük veya küçük günahları örtmez.

Allah yaptığınız bütün amellerden haberdardır. Onları görür. Çok önemsiz ve küçük işleri de, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da. O  amel­lerinize uygun karşılık verir. Riyakârlıktan ve Allah'tan başkası için infak et­mekten sakınınız. Sadakalarınızı açıktan verirken de gizlerken de niyetlerini­zin ne olduğu Allah'a gizli kalmaz. [36]


[34] İbni Kesir, 1/323.


[35] en-Nisabûri, Esbabu'n-Nüzûl, 48-49.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/65-66.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/66-67.

5 Kasım 2018 Pazartesi

BAKARA SÛRESİ 216.-218. ayetlerin tefsiri


Savaşın Farz Oluşu Ve Haram Aylarda Da Mubah Kılınması

216- Hoşunuza gitmediği halde, savaş üzerinize yazıldı. Bazen hoşlanmadığı­nız bir şey size hayırlı olur. Sevdiğiniz birşey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

217- Sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda yapılan savaş büyüktür. Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'dan alıkoymak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne katilden büyüktür." Eğer güç yetirseler sizi dininizden döndürünceye ka­dar sizinle savaşmaktan geri kalmaz­lar. Artık içinizden her kim dininden irtidat eder de kâfir olarak ölürse, on­ların bütün amelleri dünyada da ahirette de heder olup gider. Onlar ateş­liktirler. Onlar orada ebedi kalıcıdır­lar.

218- Şüphesiz iman edenler, hicret edip de Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.


Nüzul Sebebi

216. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Abbas şöyle demek­tedir: Allah müslümanlara cihadı farz kılınca bu onlara ağır geldi ve bundan hoşlanmadılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

217. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerir et-Taberi, İbn Ebi Hatim, el-Mu'cemu'l-Kebir' inde Taberânî ve Sımen'inde Beyhâkî, Cündeb b. Abdullah'dan şunu rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) bir grup kişiyi Ab­dullah b. Cahş el-Esedî komutasında gönderdi. Yolda Amr b. el-Hadramî ile karşılaştılar. Ancak o gün Recep ayından mı, yoksa Cemaziyelahir de mi olduk­larını bilemediler. Müşrikler müslümanlara: Sizler haram ayda adam öldürdü­nüz, deyince Yüce Allah, "Sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar" buyruğu­nu indirdi. Buna göre bu ayetin nüzul sebebi, müfessirlerin ittifakıyla Abdul­lah b. Cahş'ın başından geçen olaydır.

Müfessirler derler ki: Resulullah (s.a.) Peygamber (s.a.)'in halasının oğlu olan Abdullah b. Cahş'ı Bedir savaşından iki ay kadar önce Medine'ye gelişinin 17. ayının başında Cemaziyelahir'de (askeri birliğin komutanı olarak) gönder­miş idi. Onunla birlikte muhacirlerden sekiz kişilik bir topluluk vardı. Görevle­ri Kureyşlilere erzak götüren kervanı gözetlemek idi. Kervanda aralarında Amr b. el-Hadremî'nin de bulunduğu üç kişi daha vardı. Abdullah b. Cahş ve bera­berindekiler Amr'i öldürdüler, iki kişiyi de esir aldılar ve kervana da el koydu­lar. Kervan arasında kuru üzüm ve yiyecek taşıyan Kureyş'in develeri, ayrıca Taiflilere ait ticaret malları da bulunuyordu. Olay Receb'in ilk gününde olmuş­tu. Onlar ise bunun Cemaziyelahir'de olduğunu zannediyorlardı. Medine'ye Peygamber (s.a.)'in huzuruna geldiklerinde, onlara: "Allah'a yemin ederim ben haram ayda savaşmanızı size emretmedim" dedi. Ganimeti dağıtmayı durdur­du, Kureyşliler ise şöyle dediler: Muhammed haram ayda haram olan savaşma­yı helâl kıldı. Halbuki bu ayda korku içerisinde olan bir kimse bile güvenlik ka­zanır ve insanlar geçimlerini sağlamak için çalışırlar [29]

Bazı müslümanlar da şöyle demişti: Onlar bu işleriyle günah kazanmamış olsalar bile ecirleri yoktur. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şüphesiz iman edenler, Allah yolunda cihad edenler var ya..." ayetini inzal buyurdu. [30]

Açıklaması

Ey müslümanlar topluluğu, kâfirlerle savaşmak, -ihtiyaç kapatılabildiği takdirde- farz-ı kifaye olmak üzere farz kılındı. İhtiyaç karşılanamadığı ve düş­man İslâm topraklarına girdiği takdirde ise, farz-ı ayn olur. Cumhur der ki: Ci­hadın ilk olarak farz kılınması, muayyen değil de kifaye olmak üzere gerçekleş­miştir. Daha sonra düşman İslâm topraklarına girinceye kadar cihadın farz-ı kifaye olacağı, girmesi halinde de farz-ı ayn olacağı üzerinde icmâ' devam ede-gelmiştir. Atâ der ki: Savaşın farz kılınışı Muhammed (s.a.)'in ashabı üzerinde farz-ı ayn şeklinde olmuştur. Şeriat hakim olunca artık kifaye yoluyla farz hali­ne gelmiştir. [31]

Tabiatınız itibarıyla savaş sizin için hoşlanılmayan bir şeydir ve zordur. Çünkü savaş için malın feda edilmesi, nefsin telef olmak ile karşı karşıya bıra­kılması söz konusudur. Fıtri olan savaştan çekinme duygusu insanın mükellef kılındığı bu şeye razı olmasına aykırı değildir. Çünkü insan bazen taşıdığı fayda dolayısıyla acı olan şeyleri alıp kullanmaya razı olabilir. Diğer taraftan siz­ler, tabiatınız gereği bazı şeylerden hoşlanmayabilirsiniz, fakat daha sonraları o şeyde sizin için hayır ve menfaat olduğu görülür. Çünkü savaşta ya zafer ve ganimet, ya da şehadet ve ecir ile Yüce Allah'ın rızası söz konusudur. Cihad ile Allah'ın kelimesi yüceltilir, hakkın, adaletin burcu yükseltilir zulüm bertaraf edilir. Sizler savaşı terketmek gibi bazı şeyleri sevebilirsiniz. Gerçekte ise bun­lar sizin için bir kötülüktür. Çünkü savaşı terketmekte zillet, fakirlik, düşman­ların İslam topraklarına, mallarına tasallutu, saygı duyulması gereken değer­lerin ayaklar altına alınması söz konusudur. Bu kimi zaman tümüyle müslümanlarm yok olmaları sonucunu dahi verebilir.

Allah, savaşın sizin için dünyanızda hayırlı olduğunu bilir. O size hakkı­nızda hayırlı ve faydalı olandan başka bir şeyi emretmez. Ayrıca sizler bilgini­zin az ve sınırlı olması dolayısıyla Allah'ın bildiğini bilemezsiniz. O bakımdan cihad vazifesini ifa etmemeye meyletmeyiniz. Böyle yaparsanız sizin için zarar­lı olur. Çünkü dünya karşılıklı olarak tarafların birbirlerini savması esası üze­rinde kuruludur. Sizler Rabbinizin size emrettiğini yerine getirmek hususunda elinizi çabuk tutunuz. Tabiat ve nevalarınıza meyletmekten sakınınız. Allah'ın ilminde onun dinini yücelteceği, az olmalarına rağmen o dine mensub olanlara zafer vereceği; çokluklarına rağmen de batılın peşinden gidenleri yardımsız bı­rakacağı sabit olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle sayıca kalabalık bir topluluğu mağlup et­miştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/249).

Size savaşı farz kılan Allah, yine bilir ki; şu düşmanlara karşı savaştan, onları korkutmaktan ve zelil kılmaktan başka bir şeyin faydası olmaz. Ancak bu şekilde tekrar müslümanlara karşı saldırıda bulunmaya, haksızlıklar yap­maya kalkışamazlar.

Bu ayet-i kerimede üzerlerine savaşmanın farz kılınanların kimler olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır:

el-Evzai ve Atâ der ki: Bu ayet-i kerime ashab-ı kiram hakkında nazil ol­muştur. O halde üzerlerine cihadın farz olduğu kimseler onlardır.

Cumhur ise şöyle demektedir: İhtiyaca veya duruma göre savaşmak bütün müslümanlar üzerine farzdır. Şayet İslâm galip ve üstün ise bu farz-ı kifâyedir. Eğer düşman galip ve üstün ise zafer gerçekleşinceye kadar farz-ı ayndır. Ter­cih edilen görüş de budur. Resulullah (s.a.) da sahih hadiste şöyle buyurmuş­tur: "Fetihten sonra hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır. Cihada katılmak için çağırıldığınız vakit cihada çıkınız."

Bu, savaşı farz kılan ilk ayet-i kerimedir. Bu farz oluş, hicretin ikinci yılın­da olmuştu. Daha önce Mekke'de savaşmak müslümanlar için yasak idi. Yüce Allah Medine'ye hicret ettikten sonra müşriklerden savaşanlarla savaşmayı: "Zulme uğratıldıkları için kendileriyle savaşılanlara (savaşa) izin verildi." (Hacc, 22/30) buyruğu ile izin verdi. Arkasından bütün müşriklerle savaş mu­bah kılındı, daha sonra da cihad farz kılındı.

Abdullah b. Cahş seriyyesi tarafından İbnü'l-Hadranıî'nin öldürülmesi me­selesi, Kur'an-ı Kerim'in söz konusu ettiği bir çalkantıyı ve bir takım soruları gündeme getirmişti. Yüce Allah buyurdu ki: Ya Muhammed, ashabın haram ayda -o da Receb'tir- savaşmanın hükmünü helal midir, yoksa haram mıdır? di­ye soruyorlar.

Onlara de ki: Evet, haram ayda savaşmanın günahı, büyüktür. Bu kabul edilmeyecek bir iştir. Çünkü haram ayda savaşmama hükmü o gün için söz ko­nusu idi. Fakat Kureyşlilerin müslümanları dinlerinden çevirecek şekilde Al­lah'ın yolundan alıkoymaları, müslümanları öldürmeleri, yurtlarından çıkar­maları Allah'ı inkâr etmeleri, müslümanları hac ve umreden alıkoymak sure­tiyle Mescid-i Haram'dan alıkoymaları, oranın ahalisini -ki onlar Resulullah (s.a.) ile ashabıdır- Mekke'den çıkarmalarının ise, evet bütün bunların, Allah katında olsun insanlar arasında olsun günahı, haram ayda savaşmaktan daha büyüktür. Esasen fitne öldürmeden daha ağırdır. Onların Ammâr b. Yâsir'e, babasına, kardeşine, annesine ve diğer müslümanlara karşı işledikleri görül­medik kötülükteki işleri ve barbarca cinayetleri İbnü'l-Hadramî'nin öldürülmesinden çok daha büyüktür. Yani sizler, ey müslümanlar, iki zarardan daha hafif olanını, iki kötülükten daha ehven olanını işlemek durumundasınız.

Bu müşrikler veya kâfirler hâlâ şer ve münker üzerindedirler. Müslüman­lara karşı savaşı sürdürmektedirler ve Müslümanları dinlerinden döndürünceye kadar da bunu yapacaklardır. Onlar İslâmı müminlerin kalplerinden çıkar­maya çalışmaktadırlar. Her kim onlara muvafakat eder, kâfir olarak ölür, İsla­ma dönmek suretiyle tevbe etmezse onun ameli boşa çıkmış olur, sevabı ve ecri yok olur, gider, orada ebedi kalmak üzere cehennemlikler arasına katılır. İşte bu irtidat eden kâfirlerin cezasıdır.

Abdullah b. Cahş ve ona benzer Allah yolunda cihad edenlere gelince; bun­lar Allah'ı ve rasulünü tasdik edenler, ailelerinden, vatanlarından ayrılan müşriklerle birlikte müşriklerin yurdunda kalmayı terkeden, müşriklerin egemen­liklerini tiksinerek reddeden, bunun için de dinlerinde fitneye uğratılmaktan korkarak Allah'ın adını yükseltmek, dininin zafere kavuşması için hicret eden, Allah'ın yolunda savaşan ve Peygamber (s.a.)'e katılan kimselerdir. İşte asıl kamil olan bu insanlar ancak Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah en güzel şe­kilde onları mükâfatlandıracak onların günahlarını örtecek, lütuf ve ihsanıyla onlara merhamette bulunacaktır. O, onlara ve onların benzerlerine karşı mağ­firet sahibi, merhametli olandır. Soruyu soranların ashab-ı kiramdan olduğunu kabul edersek, anlamı böyle olur.

Konuyla ilgili bir rivayet daha vardır [32] Buna göre müşriklerden bir grup haram ayda savaşma hakkında soru sormuşlardı. O takdirde bu buyruğun anlamı da şöyle olur: Müşrikler çelişki içindedirler. Bir taraftan haram ayın hür­metini, saygınlığını kabul ediyorlar, diğer taraftan da bundan daha büyük olan bir işi yapıyorlar. Allah'ın yolundan alıkoymak, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'a gitmekten alıkoymak, oranın halkını oradan çıkarmak, müslümanları dinlerinden geri çevirmek için fitneye maruz bırakmak. İşte bunlar Yüce Allah nezdinde günah olarak çok daha büyüktürler. [33]



[29] el-Vahidî, Esbabu'n-Nüzul'den özetlenerek, 36-38.


[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/522-523.


[31] el-Bahru'l-Muhît, 11/143.


[32] Bu konuda soru soranların kimler oldukları hakkında farklı görüşler vardır. Hasan-ı Bas-rî ve başkaları der ki: Haram ayda savaşmayı helâl kabul edip müslümanları ayıplamak kasdıyla Resulullah (s.a.)'a soru soranlar kâfirlerin kendileridir. Başkalarının görüşlerine göre ise; bu hususta hükmün nasıl olduğunu bilmek üzere buna dair soru soranlar müslümanlardır. Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/322).


[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/523-526.