19 Ekim 2018 Cuma

Niçin kadının birden fazla erkekle evlenme hakkı yoktur?


Kur'an-ı Kerim bize öncelikle tek eşliliği tavsiye etmektedir. Ancak şartlar gereği birden fazla evliliğin gerekli olduğu durumlarda adaletli olmayı emretmektedir.

Ayrıca İslam birden ikiye üçe çıkarmamış, daha yüksek sayılardan aşağıya çekmiştir. Kadın neslinin erkeklere göre fazla olması da kadınlara meşru yoldan bir yol açılmış oluyor.

Diğer taraftan erkeğin uzun müddet yaşlılık yıllarına kadar cinsel arzusunun devam etmesi, kadının hem arzularının erken kesilmesi hem de ayın belli zamanlarında adet halinde olması ve bazen hamile kalarak uzun müddet cinsel ilişkiye girememe gibi durumlar dikkate alınınca, olayın boyutları daha iyi anlaşılacaktır.

Dini hükümlerin bir kısmı taabbudi dediğimiz akla tabi olmayan ve aklın değil teslimiyetin hakim olduğu kurallar manzumesidir. Mesela sabah namazının iki, öğle namazının dört rekat olması akla tabi olan bir mesele değildir. Tamamıyla Allah’ın istediği bir şeydir. Bir kısmı ise, makul-ul mana dediğimiz tamamıyla mantık ve ilim ile hikmetin bulunduğu kısımdır. Bu kısımda bir Müslüman alim veya bilim adamı, kendi ihtisas alanı içerisindeki bir İslami meseleyi tartışabilir, fikir beyan edebilir veya mantık yürütebilir. Mesela "domuz eti neden haram kılınmıştır, içki neden haram kılınmıştır v.s." gibi meseleleri ilim ve hikmet düsturu ile açıklayabilir. Mantığa dayalı olan ikinci kısım taabbudi kısma göre daha geniştir. Bu durumda sorduğunuz soruya “Allah böyle irade ettiği için.”deriz.

Bir kadın ve erkeğin birleşmesinden meydana gelen çocuğun annesi bellidir; fakat babası belli olmasa nesiller karışır. Şayet bir kadın birkaç erkekle evlilik yapsa o zaman doğan çocuğun kime isnat edileceği belli olmaz. Düşünün bir kadının dört tane kocası var. Hepsi de kadınla yakınlık kuruyor. Doğacak çocuk kime ait olacak. Anne bir baba dört tane. Düşünülebilir mi böyle bir şey. En önce kadınla yakınlık kuran baba oldu diyelim, diğerleri, çocuk doğuncaya kadar ne yapacak? Bütün bunlar bir neslin karışması değil sadece, erkeklerin kavgası, kadınların da perişan olması demektir. Bu sadece bir hikmettir. Bununla beraber binlerce hikmetler olabilir. Fakat bütün bu hikmetler illet dediğimiz Allah’ın emri yerine geçemez. Yani bu çocuğun kime ait olduğu belli olsa ve tıp böyle bir ilerleme kaydetse, bir kadının birden çok erkekle evliliği caiz olur mu? Elcevap hayır. Çünkü, Allah bir kadının bir erkekle evlilik yapabileceği emrini vermiştir;(bk. Nisa, 4/24) binlerce hikmet bu emr-i ilahiyi kaldırmaz.

Allah kadına ait olma, birilerine bağlanma duygusu vermiştir. Erkeğe ise sahib olma, birilerini kendine bağlama duygusu vermiştir. O nedenle kadının erkek gibi davranıp birkaç erkeği nikahına alması onları idare etmesi düşünülemez, bu onun tabiatına aykırıdır. Bu fıtratın muktezası olarak pek az ilkel kabileler dışında tarih boyunca erkekler çok evlilik yaptığı halde kadınlar birden fazla erkekle evlenmemiştir.

Selam ve dua ile...

Faruk Beşer (Prof. Dr.)Sorularla İslamiyet

18 Ekim 2018 Perşembe

Nişanlı iken dini nikah (imam nikahı) yaptırıp boşanan kızın durumu ne olur?


Soru:
 Bundan iki yıl kadar önce nişanlandım. Nişanlım, "içimiz rahat olur, günaha girmemiş oluruz" diyerek imam nikahı yapmamızı istedi. Ben imam-hatip lisesi mezunuyum. Fakat imam nikahı yapıp yapmama konusunda tereddütlüydüm. Nişanlım, her seferinde bu konuyu daha iyi bildiğini ve bir sakıncası olmadığını, aksine bizi günahtan koruduğunu söyleyip durdu. Annem ve babam da karşı çıkmadı, sonuçta imam nikahı ile nikahlandık. Önceleri sadece alışverişe çıkıyor, yürüyorduk. Bunu söylemek istemezdim ama el ele de tutuştuk. Çok değil, nikahtan 4 ay kadar sonra ise anlaşamadık ve ayrıldık. Bana üç kez boş ol dedi. Hükmen dul olduğumu biliyorum. Asıl sorun ise, geçen ay bir başkası ile sözlendim. Çok iyi bir insan. Dini bilgileri benden çok daha yerinde ve iyi. Bir ara ağzını aradım ve imam nikahına düğünden önce nasıl baktığını öğrenmeye çalıştım. Kesinlikle karşı çıkıyor. Benim daha evvel nişanlandığımı ve anlaşamayarak ayrıldığımı biliyor ama ne ben ne de ailem, ona imam nikahlı olup da ayrıldığımı henüz söylemedik. Açıkçası söylemekten çekiniyorum. Hükmen dul olduğumu biliyorum fakat bunu söyleyecek olursam bana çok kızacağına eminim. Günün birinde bu konu için, "sırf gezip eğlenebilmek için Allah'ın emrini kullanıyorlar, sanki Allah'ı kandırıyorlar 'biz nikahlıyız' der gibi" demişti. Hatta imam nikahlı nişanlıların aciz, zavallı, günahkar ve basit insanlar olduğu gibi şeyler söylemişti. O çok iyi bir insan, benim ileride çevremdeki insanlara güzel dini bilgiler öğretebilmem için bana bildiklerini öğretmeyi istiyor... O çok iyi ve temiz bir insan. Bense kendimi öyle hissetmiyorum, keşke eski nişanlım bunun için beni zorlamasaydı. Ben bir dulum ama bunu söyleyecek olursam beni bırakır diye korkuyorum. Söylemesem olmaz mı? Belki size saçma gelecek bu sorum ama ilk nikahta çok heyecanlı olduğum için hatırlamıyorum, nikah sırasında imam dul olup olunmadığını sorar mı? Onu kaybetmek istemiyorum. Çevremde onun kadar iyi bir kişiyle karşılaşacağımı da hiç sanmıyorum, bugüne kadar benimle hep belli bir seviyede görüştü ama çok da resmi değil, samimi ve cıvık da değildi. Belki söylediklerimle, "söylemezsen bir şey olmaz" demenizi ister gibi davranıyorum ama açıkçası ancak böyle bir cevap vicdanımı biraz olsun rahatlatır. Başka türlüsünü, yani hükmen dul olduğumu söylemeye dilim varmaz ve bahaneler üretip ayrılma yolunu seçerim. Annem "söylemeyelim" diyor, babam "ne yaparsan yap" diyor. İmam-hatip mezunuyum dedim ama böyle bir bilmecenin cevabını veremiyorum. Kitaplara bakmaktan bile çekiniyorum desem inanmazsınız. İnternetin bir faydası da bu olsa gerek. Günlerden beri çektiğim sıkıntıyı ancak bu şekilde hafifletebildim. İnanın sizden henüz cevap gelmediği halde, böyle bir sıkıntım olduğunu yazmak bile biraz olsun bana nefes aldırdı. Sizden rica ediyorum, bana cevap yazın. Böyle bir konuyu köşenizde cevaplamanız, Yeni Şafak'ın düşmanı olan... gibi kurumları harekete geçirerek aleyhte kullanabilirler. Belki Gerçek Hayat'ta belki de bu e-mail adresime cevap verirsiniz, bilemiyorum. Fakat lütfen kısa zamanda cevap verin, bir hafta içinde nişan yapalım istiyorlar bense sizden gelecek cevap gelene kadar ertelemeye çabalıyorum. Zira "mutlaka söylemelisin" derseniz, utancımdan bunu söyleyemem ve bahane bulup reddedeceğim. Bu bahanelerle onun da incineceğini biliyorum ama o çok iyi biri, onun beni suçlayarak reddetmesi daha yıkıcı olur. Lütfen cevap yazın, gecikmeden, Allah razı olsun.

Cevap:
Bu soruya zamanında, soru sahibinin adresine yazarak cevap vermiştim. Aynı mahiyette pek çok soru mektubu aldığım için hem detaylı ve ibretli soruyu olduğu gibi vermeyi hem de kısaca vereceğim cevabı Gerçek Hayat sayfalarından ilgililere duyurmayı uygun buldum.
Bizim dilimizde ve kültürümüzde dul diye, başından nikah geçmiş kimseye değil, nikahlandıktan sonra eşi ile cinsel hayat yaşamış ve bekareti bozulmuş kimseye (özellikle kadına) derler. Fıkıh kitaplarında da dul (seyyib) bu mânada kullanılır. İddet (yeniden evlenebilmek için kadının beklemesi gereken süre) bakımından da yalnızca nikahlanmak yetmez; nikahtan sonra ya cinsel temas veya bunu yapmaya imkan verecek şekilde başbaşa kalmak (halvet-i sahîha) gerekir. Buna göre kızımızın "Ben hükmen dulum" sözü, hem geleneğimiz hem de dinimiz bakımından yerine oturmuş olmuyor.
Nişanlı iken görüşme durumunda olan ve görüşmeler esnasında haram işlemekten korkan kimseler, "nasıl olsa fiilen de evleneceğiz, şimdiden evlenme akdini yapıp haram işlemekten kurtulalım" diyerek, böyle düşünerek nikah (evlenme akdi) yapıyorlar. Bu akdin, taraflar haram işlemekten kurtarmak gibi bir yararı oluyorsa da, soruda gördüğümüz gibi sakıncaları da oluyor. Dilimizde "Gelin ata binmiş de ya nasip demiş" şeklinde güzel bir söz vardır. Nişanlandıktan sonra bundan vazgeçen nice çift çeşitli problemler yaşıyorlar. İşte bu durumda, yukarıda gördüğümüz problemden daha önemli olarak bir de, kocanın, kendisini terkeden bayandan intikam almak için onu boşamaması olayı vardır. Nişanlı iken nikah yapan, sonra nişanı bozan bayanın, bir başkasıyla nişan ve nikah yapabilmek için eski nişanlı-nikahlısının kendisini boşamasına ihtiyaç vardır; o da boşamayınca ortaya, çözümü güç bir problem çıkmaktadır. Bu sebeple gençlere, sabırlı ve ölçülü davranmalarını, fiilen evlenme zamanı gelinceye kadar nikah yaptırmamaların tavsiye ediyorum.
Kocanın, evli yaşamak istemediği (veya bunu karısı istemediği) halde, sırf başkasıyla evlenmesini engellemek ve ona eziyet etmek için eşini boşamama hususunda direnmesi durumunda çözümün nasıl olacağı konusunu bir başka yazıda ele alacağız. Soruda geçen "söyleme, söylememe" meselesine gelince:
Karşı taraf, senin başından -cinsel temas veya halvet-i sahihayı içersin içermesin- bir nikah olay geçti mi" diye sormadıkça, kızımızın kendisini bakire olarak tanıtmasında, cinsel olaysız bir nikah geçirdiğinden söz etmemesinde bir sakınca olmaması gerekir; çünkü bu nikah onu dul yapmamaktadır. Ancak evlilikten sonra bu olayın duyulması ihtimali varsa önemli bir risk yüklenilmiş olur; koca "Bunu bana söylemeliydin" diyebilir. Söylendiğinde iyi bir nasibi kaçırma, söylenmediğinde, ileride duyulması ve tepki gösterilmesi riskleri var; bunlardan birini tercih etmek ilgili taraflara kalmaktadır.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00071.htm

17 Ekim 2018 Çarşamba

Bir kıza gelen görücü, o kız olmazsa, onun kızkardeşi ile evlenebilir mi?


Soru:

Bir görücü meselesi oldu, önce ablam için geldiler ablamın bir başkasıyla görüştüğünü öğrenince daha sonra aynı kişi benim için geldi... İslami açıdan bir problem olur mu?

Cevap:
Bir problem olmaz. Ablanızı isteyip bu olmayınca, onunla evlenemeyeceği ortaya çıkınca sizi isteyebilir. Eğer ablanızla evlenmiş olsaydı, onunla evli bulunduğu sürece sizinle -ikinci bir eş olarak- evlenemezdi, iki kız kardeşi aynı zaman içinde birden almak, nikahlamak caiz değildir. Ama mesela ölmüş bir kadının kız kardeşi ile (yani baldız ile) evlenmek caizdir. Vaktiyle ablanızla evlenmiş bir kimse bile -o ölünce veya boşanınca- sizinle evlenebiliyorsa, ablanızı istemiş, fakat onunla evlenmemiş birinin sizi istemesinde ve evlenmenizde elbette bir sakınca olmaz.


16 Ekim 2018 Salı

Kurban-takva ilişkisi var mıdır?


Soru: Eşim Habil ve Kabil'in kıssasından yola çıkarak kurban kesmek için takvanın şart olduğunu bu sebeple kesilen çoğu kurbanların heder olduğunu söylüyor ve "Ben kendimi Allah'a yakın hissediyorsam kendimin kesebileceğimi söylüyor. Ben ise bu takva olmasa da bizler kurbanlarımızı kestiğimiz sürece Allah'ın rahmetiyle bu takvaya ulaşmamızı sağlayacağını aksi taktirde ise Allah'tan uzaklaşacağımızı hissediyorum. Siz ne dersiniz?

Cevap:

Kurban ibadetini yerine getirmenin şartlarından biri takvâ değildir; takvâ genel olarak müminlerin elde etmeleri ve geliştirmeleri gereken bir vasıftır. "Kurban ibadeti vaciptir, sünnettir; kesmezsem Allah'a itaatsizlik etmiş, Hz. Peygamber'in sünnetini terk etmiş olurum" düşüncesi bir takvâdır ve bu düşünce de hemen her kurban kesende vardır.
Hz. Âdem'in iki oğlunun kurbanları konusu Kur'an'da açıklanmıştır (Maide. 5/27-31). Buna göre oğullardan birinin kurban ibadetinin kabul edilmemiş olmasını, diğer (kurbanı kabul edilen) oğul "takvâ" ile açıklamakta, "ibadetin ancak takvâ sahibi olanlardan kabul edileceğini" ifade etmektedir. Burada takvânın ne mânaya geldiği de âyetin devamından anlaşılmaktadır: Kurban'ı kabul edilmeyen oğul, kıskançlık yüzünden kardeşini öldürmek istemektedir. Bir kulun Allah'a bağlılığı, O'na karşı sevgi ve saygısı, itaatsizliğin sebep olacağı kötü sonuçlardan korkması (takvâ) onun kıskançlık duygusunu veya başkaca nefsani arzularını yenmesine yetmiyorsa takvâsı eksik demektir; takvâsı eksik olanların itaatı (kulluğu) da eksik olur, ibadetlerini Allah için değil, başka saik ve sebeplerle yapmış olabilirler ve ibadetin kabul edilmemesi işte bu "niyet ve saik" kusuruna bağlıdır. Ayrıca bir kimse diğerinde takvâ olup olmadığın bilemez, kendisinde takvâ duygusu ve buna bağlı davranışların bulunup bulunmadığını ise bilir. Allah emrettiği, Hz. Peygamber de yaptığı için ödev bilerek kurban kesen kimsede -bu mânada- takvâ vardır.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00069.htm

14 Ekim 2018 Pazar

Hayvanı keserken bayıltmak, birden fazla kesim, yahudi ve hristiyanların kestikleri


Soru:

Hayvanı önce bayıltmak, sonra kesmek ve birden fazla hayvanı birden kesmek, yahudi ve hristiyanların kestiklerini yemek caiz midir?

Cevap:

Bayıltılmış hayvan, usulüne uygun olarak kesildiğinde eti yenir. Kanın tamamen boşalıp boşalmaması hükmü değiştirmez. Kafasına vurulduğunda hayvan ölürse, ölmüş hayvan boğazlamak onu helal kılmaz. Yurt dışında yapılan uygulamada hayvanın, kesilmeden önce ölüp ölmediğini sormak ve anlamak gerekir.
Hayvanların öldürülme usulünün islama uygun olması konusunda büyük ve küçük baş hayvanlar arasında çok fark yoktur. Her ikisinin de ya müslümanlar veya ehl-i kitap (yahudi ve hristiyanlar) tarafından usulüne uygun olarak öldürülmüş olması gerekir. Birden fazla hayvanı bir makinada, düğmeye bir basmada kesmek caizdir. Kesen ya müslüman veya ehl-i kitap olacaktır. Besmele sünnet olmakla beraber, çekilmediği zaman hayvan haram olmaz. Hristiyanların kestikleri, kendi dinlerine göre yeniyorsa, o eti müslümanlar da yiyebilirler; yeter ki et domuz, yılan gibi eti haram olan hayvanlardan olmasın!
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00067.htm

13 Ekim 2018 Cumartesi

"İman yetmiş küsur bölümdür" Hadisi


Rasûlullah (asm) şöyle buyurdu:

"İman yetmiş küsur bölümdür; en üstte 'Allah'tan başka ilâh yoktur' sözünü kabul etmek ve en altta 'insanlara sıkıntı veren bir nesneyi yoldan çekmek/kaldırmak' bulunmaktadır, haya da imanın bir parçasıdır." (Buharı, îmân, 3)

İmanın bölümlerini açıklayan müstakil kitaplar telif edilmiştir. Beyhakî'nin (v.458/1066) "Şuabu'l-îman"ı bunlardan birisidir. Beyhakî bu çalışmasında imanı iki kısımda inceler; hafi (mücerred) iman ve celî (müşahhas) iman:

a. Hafi iman, Allah ve Rasûlünden gelenlere zihnen ve kalben inanmak, doğru olduğunu kabullenmektir.

b. Celi iman, beden ve uzuvlarla yerine getirilen ibâdet (kulluk) kısmıdır ki bu, mücerret imanın dışa yansımasıdır. Temizlik, namaz, oruç, cihad vd...

Kur'ân ve Sünnet incelendiğinde bazı ibareler görülür, bunlardan yola çıkarak imanın bölümlerini tespit etmek mümkündür. Ana başlıklar hâlinde imanın şubeleri şunlardır:

1. Allah'a iman ve emirlerinin doğruluğunu kabul etmek,

2. Rasûlüne iman ve emirlerinin doğruluğunu kabul etmek,

3. Diğer peygamberlere iman,

4. Meleklere iman,

5. Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna iman ve doğruluğunu kabul etmek,

6. Diğer Kitaplara iman,

7. Kadere iman,

8. Âhiret gününe iman etmek,

9. Allah sevgisi,

10. Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek,

11. Allah'a tevekkül etmek,

12. RasûIullah sevgisi,

13. Rasûlullah'ı desteklemek,

14. Doğru bilgi öğrenme çabası,

15. Doğru bilgilerin yaygınlaşması için çalışmak,

16. Küfre düşmekten korkmak ve dikkatli olmak,

17. Kur'ân eğitimine önem vermek,

18. Temizlik,

19. Namaz kılmak,

20. Zekât vermek,

21. Oruç tutmak,

22. İtikâfa girmek,

23. Hac yapmak,

24. Cihad etmek,

25. Müslümanları korumak,

26. Savaşta sebatkâr olmak ve kaçmamak,

27. Ganimette haksızlık yapmamak,

28. Akitlere (sözleşmelere) dikkat etmek,

29. Allah'ın nimetlerini yalanlamamak/nankörlük yapmamak,

30. Dili korumak ve doğruyu söylemek,

31. Sadıklarla/şuurlu kişilerle beraber olmak,

32. Emaneti korumak ve hainlik yapmamak,

33. Cinayet işlememek ve cana kıymamak,

34. Namusu korumak,

35. İnsanların malını haksız yere yememek,

36. Faiz işlemlerini terk etmek,

37. Helal olan şeyleri yemek ve içmek,

38. Helal olan giyecek ve kapları kullanmak,

39. Lehviyyatı (faydasız işleri) terk etmek,

40. Harcamalarda ölçülü olmak,

41. Haset ve kötü düşüncelerden kaçınmak,

42. Ahlâksızlığın yayılmasını engellemek,

43. Samimiyetle hareket etmek,

44. Sevap kazandığında sevinmek ve günah kazandığında üzülmek,

45. Günahtan sonra tövbe etmek,

46. Şeâire (Allah'ın yeryüzündeki sembollerine/kutsal şeylere) saygı duymak,

47. Allah ve Rasûlüne itaat eden emir sahiplerine itaaat etmek,

48. İslâm toplumundan ayrılmamak,

49. Adaletle hükmetmek,

50. Doğruları emretmek (yaygınlaştırmak) ve kötülüğü/yanlışları nehyetmek (ortadan kaldırmak),

51 . Erdem ve takvada yardımlaşmak,

52. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmamak/destek olmamak,

53. Hayâ sahibi olmak,

54. Anne ve babaya iyilik yapmak/iyi davranmak,

55. Akraba ile irtibatı kesmemek,

56. İyi ahlâklı olmak,

57. Akraba ve komşulara ihsanda bulunmak/yardımcı olmak,

58. Eşinin ve çocuklarının haklarına riâyet etmek,

59. Mü'minleri sevmek ve selâmı yaygınlaştırmak,

60. Hastaları ziyaret etmek,

61. Hapşıran/aksıran kişiye rahmetle dua etmek,

62. Saldırgan kâfir ve bozguncularla mücadele etmek,

63. Misafire ikramda bulunmak,

64. Müslümanların hatalarını örtmek ve yaymamak,

65. Musibetlere karşı sabretmek,

66. Zühd sahibi ve kısa emelli olmak,

67. Gayret sahibi (korunması gereken değerlerde hassas) olmak,

68. Lağv (boş/saçma şeyler) ile oyalanmamak,

69. Cömert olmak,

70. Küçüklere merhametli ve büyüklere saygılı olmak,

71. Allah için sevmek ve Allah için kızmak,

72. Kendisi için istediğini kardeşi için de istemek,

73. Ensar ve Muhaciri sevmek,

74. İnsanlara sıkıntı veren bir nesneyi yoldan çekmek/kaldırmak ...

https://sorularlaislamiyet.com/iman-yetmis-kusur-bolumdur-en-ustte-allahtan-baska-ilah-yoktur-sozunu-kabul-etmek-ve-en-altta

12 Ekim 2018 Cuma

Öşür. Zirai mahsullerin zekatı (çay, fındık)


Soru:
Ben Trabzon'un bir köyünde kendime ait tarlada (tarla 6,5 dönüm olup 3,5 dönümünü satın aldım. 3 dönümü de rahmetli babamdan miras kalmıştır. Tapusu yoktur, vergiye tabi değildir. 1986'dan beri benim tarafımdan kullanılmakta ve işlenmektedir) hem fındık hem de çay üretmekteyim.
Tarlamdan 2002 yılında aldığım fındık 420 kg. çay ise 400 kg dır. Gerek fındık gerekse de çay mahsülü yağmur suyuyla sulanmakta, fakat ilaç, gübre, budama, gündelikçi, toplatılma gibi masrafları vardır. Çay mahsülünü yarıya (yarı: bir arkadaş çay topluyor toplam paranın yarısın kendine yarısını da bana veriyor) verdim.
Tarım ürünlerinin zekatı olduğunu okudum ve duydum okuduğum kitaplardan birinde "Tarım ürünlerinin zekatının verilebilmesi için o ürünün 5(beş) vesk olması gerekir ve 1 vesk =250kg " diye yazıyor. Bu bilgiler doğrultusunda;
1- Tarladan 2002 yılında aldığım 420 kg fındık ve 400 kg çay mahsülünden tarım ürünleri zekatı vermem gerekiyor mu miktarı nedir. (Gerekiyorsa)
2- 1986/2002 yılları arasında ürünümü toplayıp sattığım fındık ve çayın geriye dönük tarım ürünleri zekatı var mıdır?
3- Tarım ürünü zekatını veren bir kişi, yılda bir verilen ve 40'ta bire (%2,5) tekabül eden zekat hesaplarken tarım ürünü zekatın hesaptan çıkartmalı mı yoksa nasıl değerlendirmeye almalıdır.
Köy ve yöremizde fındık ve çaydan tarım ürünleri zekat vereni duymadım.Ve yine köyümüzde ve yöremizde bu konularla ilgili müracaat ettiğim kişilerden net bir cevap alamadım.
Net cevabın sizlerden gelebileceğini ve benim gibi bir çok kişiyi aydınlatacağınızı umuyorum. Allah sizden razı olsun (amin) diyor ve diliyorum.

Cevap:
Sorunuza kısaca cevap vereceğim, daha detaylı bilgi için "İslam'ın Işığında Günün Meseleleri" isimli kitabımın 1. cildindeki "zekat" bahsini okumanızı tavsiye ederim.
Buğdaya göre bir vesk -250 kg. değil- yaklaşık 130 kg.dır. Beş vesk de 652 kg. eder.
Bir kimseye ait olan yerden, zirai mahsul olarak her ne çıkarsa, nisab (zekat yükümlüsü olabilmek için gerekli görülen miktar) doldurunca ondan zekat vermek gerekir.
Tarlanızın tapulu, vergiye tabi olup olmaması hükmü değiştirmez.
Hz. Peygamber (s.a.) zamanında, onun yaşadığı bölgede bulunmayan ve bu sebeple ismi zikredilmeyen zirai ürünlerden de zekat verilecektir. Bu ürünlerde nisap şöyle hesap edilir: Buğdaydan nisap miktarı olan 652 kilonun para olarak karşılığı bulunur. Çay, fındık gibi ürünün de çıkan miktarının para olarak karşılığı bulunur. Eğer bu iki karşılık eşit ise veya çıkan ürünün para olarak değeri, buğday nisabının değerinden fazla ise bu üründen zekat verilir.
Çıkan ürünün kendinden veya bedelinden, gübreleme, işçilik, zirai mücadele gibi girdiler düşülür, bundan sonra kalan meblağın nisaba ulaşıp ulaşmadığına bakılır.
Ürün yağmur suyu ile sulanıyorsa onda biri; su taşınarak, tutularak, motorla çıkarılarak... sulanıyorsa yirmide biri zekat olarak verilecektir.
Geçmiş yıllarda verilmemiş zekatlar sonradan verilebilir, verilmelidir.
İki ürünün para olarak toplamı, buğdayın nisap miktarının para olarak değerine ulaşırsa her birinden, yukarıdaki ölçü ve kurallara göre zekat ödenecektir. Her ürünün teker teker nisaba ulaşması şart değildir.
Tarım ürününün zekatını verdikten sonra kalanı satar, paraya çevirirseniz, o yıl paradan ve ticari eşyadan ödeyeceğiniz zekat matırahına bu parayı (ürün parasını) katmazsınız; yani bir maldan, bir yılda iki kere zekat ödenmez. Sonraki yıllarda o para yine elinizde duruyorsa veya diğer paralara katılarak elinizde kalmışsa o zaman (sonraki yıllarda) kırkta bir olarak zekat verilecektir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00065.htm

10 Ekim 2018 Çarşamba

Yatırım amacıyla edinilmiş mülkün zekatı


Soru:

Para biriktirme aracı olsun diye girdiğim kooperatif evini 3 yıl önce teslim aldım. Depremzede bir aileye verdim ancak, daha sonra çıkartamadım. Çok uğraştırdı. Sonunda çıktı. Hala satamıyorum. Bu evin bedeli için zekat ödemem gerekir mi? Gerekirse hangi bedel esas olmalı. İstediğim fiyat bana olan maliyetinin de altında ama satamıyorum. Vermem gerekli ise takribi bir değer üzerinden verip, satınca tekrar mı hesaplamalıyım.

Cevap:

Ticaret, yatırım, paranın değerini koruma gibi amaçlarla edinilmiş ev, arsa gibi istenildiği zaman hemen satılamayan ve fiyatı da zaman içinde değişen malvarlıklarının zekatı, satılmadığı sürece, "maliyeti ile raic bedelinin ortalaması" üzerinden ödenmelidir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00061.htm

9 Ekim 2018 Salı

Alacağın zekatı verilir mi?


Soru:
Arkadaşıma verdiğim döviz bazındaki borcu, imkanı 4 yıl sonra olunca ödeyebildi. Şüpheli bir alacak durumunda değildi. Verirken vade de belirlememiştik. Bu parayı alınca zekat ödemem gerekiyor mu? Gerekiyorsa, borç verirken zekat kadar ilave talep edebilir miyim?

Cevap:
Sağlam (ödeneceği umulan, ödenmesinden ümit kesilmiş olmayan) alacakların zekatı, müctehidlerin çoğuna göre (hanefîler dahil) her yıl, alacaklı tarafından ödenir. İmam Mâlik'e göre sağlam olsun olmasın alacakların zekatı, tahsil edildiği yıl -geçmiş yıllarınki değil, yalnızca o yılınki- ödenir. İhtiyaç sahibine borç vermek de bir yardım olduğu için alacağın zekatı ödenmez diyen müctehidler de vardır. Ben İmam Malik'in ictihadını orta ve adil bir çözüm olarak görüyorum.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00060.htm

8 Ekim 2018 Pazartesi

Hesaplanan zekat yıl içinde kısım kısım dağıtılabilir mi?


Soru:
Yılbaşında zekat borcumuzu hesap ediyor, o yılın sonuna kadar uygun yerler buldukça ödüyoruz; bu usul uygun mudur?

Cevap:
Zekatı hesap ettikten sonra yıl içinde peyderpey ödüyorsanız ve bu arada enflasyon da oluyorsa bu farkı da ödemeniz gerekir. Mesela yıl başında bir milyar zekat borcu hesapladınız ve bunu altı ay sonra ödediniz; bu esnada %50 enflasyon olmuşsa birbuçuk milyar ödemeniz gerekir.
Ödemeyi ertelemenin sebebi de sizin menfaatiniz değil, yoksulun menfaati gereği olmalıdır. Azar azar vermenin daha yararlı olması, layık olan bulmak için beklemek caiz olan erteleme sebeplerine örnektir.


7 Ekim 2018 Pazar

İşyeri sahibi işçisine zekat verebilir mi?


Soru:
Çalıştırdığımız işçilerden geçim sıkıntısı çekenlere de zekatımızdan veriyoruz; bunda bir sakınca var mıdır?

Cevap:

Geçim sıkıntısı çeken işçilere (yani ücret aldığı halde yine de yoksul olan, zekat ödemekle yükümlü olacak kadar zengin olmayan, bu sebeple de zekat alması caiz olan işçilerinize) yapılan ve ücrete dahil edilmeyen ödemeler zekat yerine geçer. İşçi alırken, "ücreti düşük veriyoruz ama zekat da vereceğiz" denilmedikçe verdiğiniz zekat ücret yerine geçmez ve bir sakınca yoktur.


6 Ekim 2018 Cumartesi

31. Her Taraftan Kıbleye Yönelmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

31. Her Taraftan Kıbleye Yönelmek

Ebu Hureyre Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurduğunu nak­letmiştir: "Kıbleye yönel ve tekbir getir!"

(Her Taraftan Kıbleye Yönelmek) Namaz kılan kişi, ister mukim olsun ister­se yolculuk halinde bulunsun her halükârda kıbleye yönelir. Bu durum farz na­mazlar için geçerlidir.

399- Berâ İbn Âzib'den şöyle nakledilmiştir:' "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem on altı veya on yedi ay kadar (Kudüs'teki) beytu'l-makdise doğru namaz kıldı. Ama Kabe'ye yönelmek onun hoşuna gidiyordu. Bu yüzden Allah Teâlâ şu ayeti indirdi: "(Ey Muhammed) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz.[el-Bakara 2/144] Bundan böyle Allah Re­sulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'ye yöneldi. "Bu durum karşısında bir takım beyinsiz insanlar (Yahudi­ler) "Yönelmekte oldukları kıblelerinden onlan çeviren nedir?" dediler. De ki: Doğu da, batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.[el-Bakara 2/142] Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile birlikte bir adam namaz kıldı. Namazdan sonra çıktı ve ikindi namazını beyt-i makdise doğru kılan ensardan bir cemaatin yanına vardı. Onlara kendisinin Rasulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile birlikte namaz kıldığını Allah Resûlü'nün Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'ye yöneldiğini bildirdi. Bunun üzerine cema­at, yön değiştirip Kabe istikametine döndü."

Müslümanlar, beyt-i makdise doğru, Medine'de namaz kılmaya başlamışlardı.

400- Câbir'den şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bi­neği ne tarafa dönerse dönsün onun üzerinde namaz kılardı. Farz namazı kıla­cağı zaman ise, bineğinden inip kıbleye yönelirdi. [Hadisin geçtiği diğer yerler:1094,1099,4140]

Bu hadis, farz namazlarda kıbleye yönelmenin terk edilemeyeceğine delil teşkil eder. Zaten bu konuda icmâ' gerçekleşmiştir. Ancak aşırı korkunun söz ko­nusu olduğu durumlarda binek üzerinde farz namaz kılmaya ruhsat verilmiştir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Rahatsız olan kişinin oturarak namaz kılması


Soru:
Bilindiği üzere camilerde, safların arka tarafına sandalye, kanape veya benzeri bir şey koyuyorlar, ayakta duramayanlar veya yere oturamayanlar bu şeylerin üzerine oturuyor, farzda da buradan imama uyarak namazlarını kılıyorlar. Rükû ve secdeyi îmâ ile (başların rükûda biraz, secdede de daha fazla öne eğerek) yapıyorlar. Televizyonlarda veya başka yerlerde konuşan, yazan bazı hocalar "sandalye vb. üzerine oturularak kılınan namazların sahih olmadığını, yere oturmanın şart olduğunu" söylüyor, hatta bazılar daha ileri giderek sandalyelerin camilerden kaldırılmasını istiyorlar. Bu konuda bize bilgi verirseniz memnun olacağız; selamlar.

Cevap:
Hasta oldukları için namazın bazı kısımlarını yapamayan müslümanlar Peygamberimize (s.a.) ne yapacakların sormuşlar ve "ayakta duramayanların oturarak, oturamayanların yatarak, rükû ve secde yapamayanların îmâ (işaret ederek, mesela başların öne eğerek) namaz kılabileceklerini, Allah'ın kullarını, güçlerinin yetmediği bir şeyle yükümlü kılmadığını" öğrenmişlerdir. Bu bilginin kaynağı sağlam, güvenilir hadislerdir.
Nasıl ve nereye oturulacağı konusunda Peygamberimizin bir sınırlaması yoktur. Bu konuda şekil ileri sürenler bunu, ictihad ve yorumlarına dayandırmışlar, bu oturmanın şekli üzerinde bir ittifak da oluşmamıştır.
Fıkıhçılar, oturarak, yatarak veya îmâ ile namaz kılmanın caiz olmasına sebep olacak hastalığın derecesi üzerinde de durmuşlardır. Buna göre fiilen ayakta durmayı veya rükû, secde yapmayı imkânsız kılan hastalıklar ve özürler yanında baş dönmesi, kanama, huzuru bozacak ölçüde ağrı ve sancı, hastalığın artması gibi sonuçların doğması da fiilen hasta olmak gibi kabul edilmiştir; yani bu mazeretler ve gerekçelerle de oturarak, yatarak, îmâ ile namaz kılmanın caiz olduğu ifade edilmiştir.
Fıkıhçıların konumuz hakkındaki açıklamalarına örnek olarak meşhur Hanefî Fıkıhçı İbn Âbidîn'den bazı özet nakiller yaptıktan sonra sandalye meselesine geçebiliriz:
"Namazdan önce mevcut olan veya namaz kılarken oluşan bir hastalıktan dolayı veya mevcut hastalığın artması yahut da rahatsızlığın belli hareketler sonucu meydana gelmesi ihtimali bulunduğunda (böyle bir mazereti olanlardan) ayakta duramayanlar "istedikleri şekilde" oturarak, bir süre ayakta durabilenler de o süreden sonra oturarak, yapabiliyorlarsa normal rükû ve secde ile namazlarını kılarlar. "İstedikleri şekilde" otururlar; çünkü mazeret, namazın olmazsa olmaz parçalarının ("erkânı"nın) bulunmamasını/yapılmamasını caiz hale getirdiğine göre, "şekillerin ortadan kalkması"nı elbette sağlayacaktır. Rükû ve secdeyi yapamayanlar da -ayakta da yapması caiz olmakla beraber- tercihan oturdukları yerden îmâ ile rükû ve secde yaparlar; oturdukları yerden îmâ yapmalarının daha iyi olması yere daha yakın ve böylece de secdeye daha benzer olmasındandır. İmâ ile secde yaparken başını, rükû için yaptığından biraz daha fazla eğmek gerekir. Oturmakta da güçlük çekenler ya sırt üstü, ayakları toparlanmış olarak kıbleye dönük vaziyette veya yan üstü kıbleye yönelerek yatar, namazlarını böyle kılarlar. Hayvana binmiş bulunan hasta ile indiği takdirde yerde kalacağından, tekrar binemeyeceğinden korkan kimseler de hayvan üzerinde (semer, eğer veya mahfede oturmuş olarak) namazların kılarlar. Mazereti olanlar namazın hangi kısmın tam yapabilirlerse onu tam yapar, geri kalanını yapabildikleri ölçüde yaparlar..." (C., s.558-560).
Günümüzde, "Sandalye vb. üzerinde oturarak namaz kılmak caiz değildir, ayakta duramayanın yere oturması gerekir" diyenlerin delillerini (din kaynaklarından neye dayandıklarını) yazmamışsınız. Bunu da öğrenir ve bana yazarsanız onlara da cevap veririm. Ama yukarıdaki açıklamaları göz önüne aldığımızda "sandalyeye oturarak namaz kılınamaz" diyenlerin Kur'an'a, Sünnet'e, hatta eski Fıkıhçılarımızın açık bir ifadesine dayanmadıklarını söylemek mümkündür. Kur'an'da ve sünnette böyle bir ifade yoktur ve olamaz; çünkü vahyin geldiği zamanda ve yerde sandalye de yoktur, ona oturma şeklinde bir âdet de mevcut değildir. İnsanlar ayakta duramıyorlarsa yere oturmaktadırlar. Fıkıhçıların sözlerine de dayanamazlar; çünkü bir örneğini yukarıda gördüğümüz Fıkıhçıların sözlerinden, sandalyeye oturarak namaz kılmanın caiz olmadığı değil, tam aksine caiz olduğu sonucu çıkar; çünkü:
1. Allah kulunu gücünün yetmediği, ona zor gelen, eziyet veren, canını acıtan, hasta eden, hastalığını arttıran, sağlık veya hayatını tehlikeye sokan... bir vazife ile yükümlü kılmamıştır. Yere oturamayan, oturduğu zaman acı ve ağrı çeken veya tekrar kalkamayan, bu yüzden de kıyam ve rükû vazifelerini yerine getiremeyecek olan kimseleri yere oturmaya mecbur edenler Allah'ın muradına, dinin temel kurallarına aykırı davranmış olurlar.
2. Mazeretleri sebebiyle hayvandan inemeyenler (inerlerse tekrar binememekten veya inerlerse hastalıklarının artmasından, ağrı ve acı çekmekten korkanlar (böyle ihtimallerin bulunması halinde) hayvan üzerinde oturarak namazlarını kılabildiklerine göre, yere oturdukları takdirde hastalıklarının artması veya ağrı ve acı çekmeleri ihtimali ile karşılaşanların da ya ayakta veya oturmaları gerekiyorsa oturabildikleri bir şeyin üzerinde namaz kılmaları caiz olacaktır.
3. Eski fıkıh alimleri, "mazeret (hastalık, ağrı ve acı çekmek, tehlike vb.) erkânın (kıyam, rükû, secde gibi namazın temel kısımlarının) yapılmamasına sebep teşkil ettiğine göre şeklin ortadan kalkmasına elbette sebep olur" dedikleri halde, yeni bazı "hocaların", "oturmanın şekline tesir etmez, sandalyeye oturmayı caiz kılmaz, illa da yere oturmak gerekir" demeleri eski Fıkıhçıların anlayışına da ters düşer.
4. "İmâ ile namaz kılanların ayakta değil de oturarak îmâ yapmaları daha iyi olur denmiş", bu da "oturulduğu zaman yere daha yakın olunur ve bu secde haline de daha yakın bir duruştur" gerekçesine bağlanmıştır. Ancak bunu söyleyen Fıkıhçılar, ayakta dururken 'imâ yapmanın da caiz olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca secde îmâ ile (ayakta veya oturarak baş eğmek suretiyle) yapıldıktan sonra, bu sırada başın yere daha yakın veya uzak olması sonucu değiştirmez; yakın olsun, uzak olsun yapılan gerçek/normal secde değil, îmâdır; îmâ ile yapılmış secdedir. "Yere yakın olunca secdeye daha çok benzeyeceği ise" bir yakıştırmadan ibarettir; çünkü gerçek/normal secde alın ve burun yere yaklaştırıldığı zaman değil, değdiği zaman olur.
5. "Ayakta duramıyorsa otursun, oturamıyorsa yatarak kılsın..." buyurulmuş, eğer ayakta duramayanların secdeye en yakın durumda olmaları istenseydi "oturarak kılsın" denmez, yatarak kılsın denirdi; çünkü secdeye (alnı, burnu yere koymaya) en yakın durum oturma hali değil, yatma halidir.
Not: Bazı kitaplarda, sandalyede oturmanın büyüklük, kibir alameti olduğu, bunun da namazla bağdaşmadığı bu sebeple sandalye vb.de oturarak namaz kılmanın caiz olmadığı yazılı imiş. Bu tespit ve değerlendirme örf ve adetle ilgilidir, bizim zamanımızda ve ülkemizde sandalyede oturmanın kibirle filan bir alakası yoktur.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00055.htm

4 Ekim 2018 Perşembe

Kaza borcu olan sünnetleri kılar mı?


Soru:

Bir radyoda bir hocaefendi eğer kişinin kazaya kalmış namazlar varsa kişi bu namaz borçların verene kadar beş vakit namazların sünnetlerinin kılamaz, bunun yerine kazaya kalmış namazları kılması gereklidir diye söyledi. Benim kazaya kalmış namazlarım bir hayli çok. Ben sünnetleri terk edip yerine kazalarımı kılmam m gerekiyor? Şu an sünnetlere devam ediyorum. Veya hem kaza borçlarını hem de sünnetleri devam ettirsek sünnetler kabul olur mu? Bir de kazaya namazı kalmış kişi teheccüd namazı gibi nafile namazlar kılabilir mi?

Cevap:
Kaza namazı olanların sünnet ve "kuşluk, evvâbîn, teheccüd, tahiyyetü'l-mescid" gibi adı konmuş nafile namazları kılması caizdir. Hanefîlere göre adı konmamış (mutlak) nafile namaz kılmak yerine kaza kılmak efdaldir, tercih edilmelidir. Bu sebeple kazaya kalmış namaz bulunan bir mümin, günlük namazların sünnetleriyle beraber kılmalı, vakit buldukça da ihmal etmeden kaza namazlarını kılmalıdır. Lüzumlu lüzumsuz birçok dünya işi için bir ömür geçirirken kaza kılmak için sünnetleri terketmek sorumluluk duygusuna sahip bir kula yakışmaz.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00052.htm

3 Ekim 2018 Çarşamba

İstihare namazı ve rüya


Soru:
Kıldığımız istihare namazından sonra gördüğümüz rüyaya göre mi hareket etmeliyiz. Gördüğümüz bu rüyalara şeytanın etkisi olabilir mi?

Cevap:
İstihare namazı ve duası yeterlidir. Bundan sonra görülecek rüya önemli ve bağlayıcı değildir, her rüyaya şeytan karışabilir. Bu sebeple görülen şeyler, dinin ve aklın kesin hükümlerine göre değerlendirilmeli ve buna göre hareket edilmelidir.


2 Ekim 2018 Salı

Geçmiş namazları kaza etmek kişinin namaz borcunu siler mi?


Soru:

Mezhep imamlarının görüşlerine göre geçmişte kılınmayan farz ve vacip olan namazlar kaza edilir. Ancak Kuran-ı Kerim'in genel atmosferinden çıkardığımız netice günahlardan arınmanın "tevbe" olduğunu biliyoruz. Bir de "namaz olmayanın" dininin de olmadığı hadisinden haberdarız. Netice itibariyle kişilerin geçmişte şuursuzluk yahut farklı sebeplerden dolay kılmadıkları namazların durumu ne olmalıdır?

Cevap:

Mazeretsiz olarak geçirilmiş namazların kazasının farz olduğu konusunda genel kabul bulunmakla beraber, kazanın eda (zamanında kılma) yerine geçeceğini kimse iddia edemez. Namaz, vakti içinde yapılması gereken çok önemli bir ibadettir. Mazeretsiz namaz geçirmek de günahtır. Onu kaza etmek bir bakıma tövbedir, daha doğrusu tövbenin bir parçası olabilir. Ayrıca Allah'a yalvarmak, pişman olmak ve af dilemek gerekir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00051.htm

1 Ekim 2018 Pazartesi

Cenaze namazı kılan kişilerin önünden geçilebilinir mi?


Namaz kılanın önünden geçilince onun huzuru bozulur; bu sebeple -zaruret bulunmadan- geçmek mekruhtur. Cenaze namazı da bir namazdır, zorunlu olmadıkça kılanların önünden geçmemek gerekir. Önde bir çizgi, alçak da olsa duvar vb. (sütre) olduğunda veya iki saf kadar uzaktan geçildiğinde geçmenin sakıncası yoktur.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00050.htm

30 Eylül 2018 Pazar

Cuma namazı ve işçiler, cuma vaktindeki kazanç, zorla ibadet


Soru:
Cuma günü namaz çağrısı yapıldıktan sonra alışverişi terk ederek namaza koşmak emrediliyor. Binlerce işçinin çalıştığı bir fabrikam var. İşçilerimi namaz kılmak için serbest bırakıyorum. Bir kısmı namaza gidiyor, bir kısmı ise gitmiyor ve fabrika çalışmaya devam ediyor. Gidenlerden herhangi bir ücret kesilmiyor, kalanlar namaz vaktinde camiye gitmektense çalışmayı tercih etmiş oluyorlar. Bu durumda, namaza gitmeyip fabrikada kalan işçilerin ürettiği değer ve kazanç benim için helal olur mu?
(Bu soruyu dün akşam ...sahibi sordu. Vaiz ve Ezher'den doktoralı ... hocamız var. Mecliste o da vardı. ... Hoca tereddüt etti, "Siz ne dersiniz" dedi. Ben, bunu Hayrettin Hocam'a soralım dedim. Bazı arkadaşlar, "Aslında burada namaza gidene teşvik var" dediler. Daha sonra ... Hoca "Aslında namaza gitmeyenlerin ayrıca para kesmek vs. gibi şekillerde cezalandırılabileceğinden" söz etti. "Zorla namaz kıldırılır mı?" dedim. "Evet, şeriatte zorla namaz kıldırılır... " dedi.
Sonra ben "Şöyle düşünebilir miyiz" dedim: "Ben işçinin 8 saatlik emeğini kiralıyorum, sonra da bu vakit içerisinden namaz kılacağı vakitleri kendisine bağışlıyorum. Bu işçi bir bî-namaz değil bir kafir de olabilirdi. Köleliği kaldırmamış olsak kafir bir köle de olabilirdi. Kafir kölenin kazancı -Allah'a isyan etmesiyle birlikte- helal oluyorsa, bî-namaz işçinin kazancı da helal olmaz mı?"
... Hoca da: "Şeriat kafiri olduğu gibi kabul eder ve ahkamını ona göre yürütür; halbuki bir Müslüman namaz kılmaya mecburdur. Bu, ona kıyas edilemez" dedi. Sonra "hatta başı açık hanımların çalıştırılmasında da aynı mahzur sözkonusu olabilir; ama meseleyi daha geniş çapta da ele almak lazım; başı açık hanım çalıştırmazsanız da irtica var deyip ticaretinize engel olabilirler" dedi.
Mesele burada kaldı. Asıl sorudaki cuma vaktinde çalışan işçinin kazancı meselesine başı açık çalışan işçinin kazancı meselesi de eklenmiş oldu. Hatta bir arkadaş, "İşçinin ne durumda olduğunu bilemeyiz ki, kimisi içkili olabilir, kimisi cenabet olarak gelip çalışır, bu işvereni ilgilendirmez" dedi. Bir de içkili işçinin kazancı gibi bir mesele çıktı.

Cevap:

Güzel bir tartışma, laik düzende dini yaşamanın bazı problemlerini canlı olarak yansıttığı için de önemli.
İbadeti ihmal ederek, onu yapacak zaman içinde dünyalık için çalışan kimsenin kazancı helal olur mu? Bu sorunun cevabını Cuma örneğinden yola çıkarak bulmaya çalışalım:
Beş vakit namazını kılmayan bir kimse düşünelim, misal olarak da bir öğle namazını alalım; namazını kılınabileceği son zaman dilimine kadar bu kişinin kazandıklarına -genel olarak namazı kılmaması bakımından- haram diyemeyiz. Öğle namazının farzının kılınabileceği son zaman diliminde kazandığına gelince, Cuma namazı için söyleneni burada kıyasa esas olarak almak suretiyle "Haramdır" deriz. Çünkü, Cuma namazına çağırılınca buna gitmeyip çalışan ve kazanan kimsenin -yaptığı hukuki tasarrufların geçerli olup olmadığı tartışmalı olmakla beraber- kazancının haram olduğuna ittifakla hükmedilmiştir. Burada işin kendisi helal/mübah olsa bile, belli bir vakitte yapılması haram kılındığı için, haram olan bir işle elde edilen kazanç da haram olmaktadır.
İş yeri sahibinin sorumluluğuna gelelim:
Bazı işler vardır ki, ertelenmesi, durdurulması büyük zarar ve güçlüklere yol açar. Böyle bir iş söz konusu olduğunda iş sahibi, çalışanların günlük namazlarını kılabilmeleri için tedbir almakla yükümlüdür. Aynı zamanda mümkün oluyorsa Cuma günü, bu namaz ile yükümlü olmayanlardan yararlanmak, onlarla fabrikanın çalışmasını sağlamak, diğerlerinin Cuma'ya gitmelerine imkan hazırlamak mecburiyetindedir. Eğer bu da mümkün olmuyorsa -işin durdurulamaz olması- Cuma ve cemâatin terkini mübah kılan mazeretlerden biri olarak değerlendirilir. Bu takdirde, Cuma'ya gidemeyenler öğle namazını kılarlar.
İşyeri sahibi ve sorumlusu gerekli tedbirleri aldığı ve yükümlü olanlara namazların kılma imkanını sağladığı halde namaz kılmayanların, yaptıklar işten hasıl olan üretim ve kazanç işverene haram olmaz; çünkü namazın terkinde onun bir etkisi ve katkısı yoktur.
Namaz kılmayanların çeşitli yaptırımlarla buna mecbur edilmesi konusu, üzerinde iyi düşünülmesi gereken çok yönlü bir konudur. Meseleye ibadet kavramı açısından baktığımızda zorla yapılan bir hareketin ibadet olduğunu söyleyemeyiz. Zor ve baskı altında iman edenin, imandan çıktığını söyleyenin bu davranış nasıl gerçekte "imana girme veya ondan çıkma" sonucu doğurmuyorsa, zorla ibadet eden de ibadet etmiş olmaz; çünkü ibadette belli hareketler yetmez, bunların özgür bir irade ile Allah'a ibadet niyetiyle yapılmış olması gerekir.
Meseleye "emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker: İslam'a göre iyi ve gerekli olanlar yaptırma, kötü ve günah olanı yaptırmama çabası/ödevi" açısından baktığımızda, bazı mezheplerde olduğu gibi "farz namazları cemaatle kılmak da farzdır" diyenlere göre bütün erkekleri, beş vaktin ezanı okununca camiye gitmeye zorlamak gerekli olur. Cuma namazı bütün mezheplere göre -meşru mazereti bulunmayan- erkeklere farz olduğu için yükümlü olanları buna da zorla göndermek gerekir. Ancak zorlamayı kim yapar" sorusu da önemlidir. Dil ve gönül yoluyla insanları iyiye sevketme ve kötüden engelleme -eğer daha önemli bir zarar doğurmuyorsa- bütün müslümanların vazifesidir. Bunun dışında yaptırım uygulayarak sevketme işi kamu otoritesine aittir, sıradan insanların ödevi değildir. Bugün Türkiye'de kamu otoritesi böyle bir zorlamayı ve yaptırımla farz ibadete sevketmeyi ödev bilmek şöyle dursun, laikliğe aykırı olduğu için şiddetle reddeder ve engeller.
İşveren namaz kılmayanların ücretini kesemez; böyle bir hakkı -emeğin hakkını dini bir ceza olarak vermeme hakkı- yoktur.
Namaz kılmayan, başını örtmeyen müslümanlara iş vermemek, onların bu yüzden örtünmelerini veya namaz kılmalarını sağlamaz; yani yaptırım olarak kullanılan "iş vermeme" tedbiri amacına ulaşmaz. Böyle yapmak yerine müslümanların bu kimselere de şefkat, merhamet ve iyi niyetle muamele etmeleri, iş vermeleri, maddi ve manevi ihtiyaçların gidermelerine yardımcı olmaları zaman içinde onların toparlanmalarına, bazı kusurları üzerinde yeniden düşünmelerine, iyi örneklerden etkilenmelerine sebep olabilir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00048.htm

29 Eylül 2018 Cumartesi

Namaz vakitleri, namazların birleştirilmesi


Soru:

Din adına konuştuğunu söyleyen bazı şahıslar beş vakit namaz hakkında şüpheye düşürücü şeyler söylüyorlar. Sizin bu konuda ve namazların birleştirilerek kılınması konusunda görüşünüz nedir?

Cevap:
Beş namaz beş vakitte kılınır.
Bazı konular bıkılmadan, usanılmadan tekrar tekrar tartışılıyor; bunlardan biri de namaz vakitleridir. Sünnî İslam'da, olağanüstü ve olağan dışı durumlar haricinde, beş farz namazın beş vakitte kılındığında şüphe yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) ve ashâbının uygulamaları bilinmektedir; bu uygulama, "yolculuk, tehlike, sıkıntılı durumlar haricinde" beş vakit namazın, bugün de bildiğimiz kıldığımız beş ayrı vakitte kılınması şeklinde olmuştur. İlgili âyet ve hadisleri yorumlarken, bunlardan hüküm çıkarırken bu yaygın ve devamlı uygulamanın göz ardı edilmemesi gerekir. Kur'an-ı Kerim'de -hadislerde olduğu kadar açık olmasa da- beş vakte şöyle işaret edilmiştir:
"Gündüzün güneşin gün ortasını aşmasından gecenin karanlığına kadar namaz kıl; bir de sabah namazını; çünkü sabah namaz şahitlidir" (İsra: 17/78). İsrâ sûresinin buraya kadarki kısmında umumiyetle ulûhiyet, âhiret ve peygamberlikle ilgili inanç konuları üzerinde durulmuştur. Burada ise ibadetlerin en önemlisi kabul edilen namaz konusuna geçilmektedir. Tefsirlerde genellikle namazın farz kılındığı İsrâ olayının ardından inen sûrenin bu âyetinde beş vakit namaza işaret edildiği belirtilmektedir.
Âyet metnindeki "dülûk", güneşin bir günde izlediği farazi çemberi dönerken gündüz vakti en yüksek noktayı geçerek batmaya yönelmesidir. Gün ortasından başlayarak çemberin dörtte üçlük kısmını tamamlaması diye de açıklanmıştır ki bu da ikindi vaktidir. Ayrıca günbatımı için de kullanılmıştır (İbn Âşûr, XV, 182). Sonuç olarak müfessir İbn Âşûr'a göre "dülûkü'ş-şems" deyimi, öğle ikindi ve akşam vakitlerini içermektedir. Nitekim "ilâ" edatının da bu deyimin birden fazla vakti içerdiğine işaret etmektedir.
Müfessir Şevkânî bu deyimin anlamı konusundaki üç görüşü şöyle sıralar: a) Zeval vakti (Fahreddin Râzî'ye göre bu çoğunluk görüşüdür; XX, 25); b) Günbatımı, c) Güneşin zevalinden batımına kadar geçen süre (İbn Âşûr'un da bu görüşü benimsediğini görmüştük).
Âyet metnindeki "gasak" karanlık demektir, şafağın tamamının kaybolduğu yatsı vaktini ifade eder; "kur'ânü'l-fecr" ise sabah namazına işaret eder. Ayrıca bu deyimin, namaz içinde Kur'an okunması gerektiğini de ima ettiği, bu bütün namazlar için gerekli olmakla birlikte burada sabah namazının örnek olarak anıldığı, nitekim Hz. Peygamber'in uygulaması uyarınca sabah namazında daha fazla Kur'an okunduğu belirtilmektedir.
Sonuç olarak Fahreddin Râzî'nin şu görüşü tercihe şayan görünmektedir (XX, 27): Âyette başlıca üç vakit zikredilmiştir;"dülûkü'ş-şems" öğle ve ikindiyi, "gasaku'l-leyl" akşamı ve yatsıyı, "kur'ânü'l-fecr" de sabah namazını ifade etmektedir. Öğle ile ikindinin ve akşamla yatsının bir arada anılması, sıkışık durumlarda bu namazların cem edilebileceğini (öğle ile ikindi, akşamla da yatsı birleştirilerek dört namazın iki vakitte kılınabileceğini) göstermektedir.
Yolculukta ve sıkışık durumlarda namazların, sırası bozulmadan birleştirilerek kılınmasına izin verilmiş olması, beş farz namazın vakitlerinin belli olmaması veya değiştirilmesi mânasına gelmez. Normal hallerde beş farz namaz beş ayrı vakitte kılınacaktır. Bazı mezheplerde namazların, olağan dışı hallerde de birleştirilmesi caiz görülmemiştir. Bu konuda, ilgili hadislere dayanarak en geniş yorumu yapan ve birleştirmeyi, yolculuk dışında da caiz gören alimler de bunun mutad hale getirilmesini, böylece beş vakit namazın vakitlerinin değiştirilmesini caiz görmemişlerdir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00047.htm

28 Eylül 2018 Cuma

Namazda gülenin hem namazı hem de abdesti bozulur mu?


Soru:

Kendisi duyacak kadar namazda gülenin hem namazı hem de abdesti bozulur deniyor; bu ne demektir?

Cevap:

"Kendisi duyacak kadar" demek, güldüğünde çıkardığı sesi, fısıltıyı kulağının duyması demektir.
Gülmenin abdesti bozacağını Hanefî müctehidleri söylüyor, bu konuda naklettikleri hadis sahih olmadığından gülmekle abdest bozulmaz diyen çoğunluk isabet etmiştir; namazda gülmekle abdest bozulmaz. Namazda gülmekle namazın bozulması için de gülmenin tebessüm veya kısık sesle (hafif, az) olmayıp aşır olması gerekir. Etraftan duyulacak ve "namazda olamaz" denecek kadar gülenlerin namazları bozulur, yeniden niyet edip namaza durmaları gerekir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00046.htm

27 Eylül 2018 Perşembe

Mazereti bulunmadan namazı terk edenler dinden çıkarlar mı?


"Hiçbir mazereti olmadığı halde namazı terkeden kâfir olur" mealinde bir hadis var, ama burada geçen "kâfir olur" sözü, "Allah'a şükür vazifesini terketmiş, nimetlerine şükretmemiş (küfrân-ı ni'met etmiş) olur şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü ehl-i sünnet inancına göre iman, kalben onaylama ve kabullenmedir, bu ortadan kalkmadıkça insan kâfir olmaz; yani dinden çıkmaz.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00045.htm

26 Eylül 2018 Çarşamba

Kürtajla ilgili sorular


Soru:
Cenine ruh ne zaman üflenir?

Cevap:
Cenine ruh üflenmesi hakkındaki hadislerde ıztırab (farklı tespitler) var. 40, 41,45 gün sonra rivayeti de var, üçüncü kırk günden sonra rivayeti de var. Bu sebeple o hadislere dayanarak süre belirlemek ilmi olmaz. Ayrıca ve daha önemlisi "ruhun üflenmesi" ile canlı olmak arasında bir ilişki yoktur. Bu ruh, can vermek, canlandırmak manasında değildir, insanın ilâhî (Allah'tan gelen ve insanları O'na çeken) bir manevi, ruhî unsura sahip olması manasındadır.

Soru:
Size göre cenine ruh üflenmeden önce kürtaj caiz midir? Caizse hangi şartlarla ve hangi durumlarda?

Cevap:

Cenin canlıdır, doğduktan sonra genetik ve biyolojik olarak nasıl bir insan olacağı daha embriyo ve zigot iken bellidir. Cenini öldürmek, insan öldürmek demektir. Sadece doğmadan önce öldürüldüğü için dünyevi cezası daha hafiftir.

Soru:

Cenine ruh üflendikten sonra kürtaj caiz midir? Caiz ise hangi durumlarda?

Cevap:
Önce bile caiz olmadığına göre üflendikten sonra hiç caiz olmaz.

Soru:
Evlilik dışı ilişkiler sonucu oluşan cenin alınabilir mi?

Cevap:

Böyle bir ilişkiden meydana gelen çocuğun suçu ve günahı yoktur, öldürülmeyi hak etmez. Öldürmek cinayet olur.

25 Eylül 2018 Salı

UYDURMA HADİS MESELESİ


Geçen gün Recm meselesi ile ilgili yazdıklarım hakkında bir okuyucudan gelen mesaj üzerinde duracağım. Şöyle diyor okuyucum:

“Sayın Sifil, Recm ile ilgili düşüncelerinizi okudum. Yazık diyorum. Demek ki insan çok okumakla alim olmuyor. Bence insanların analiz yeteneği, kıyas ve hissedebilme gücü çok önemli. Allah Kur’an’da zinanın cezasını çok açık vermiş. Yok ayet nesh oldu, vardı da keçi yedi; ne gerek var bunlara? Allah Kur’an’ın indirildiği gibi kıyamete kadar korunacağını söylemiyor mu? Bir Peygamberin sözleri nasıl vahiy olabilir? Tabi ki yücelerin yücesi insanlardır, bunları kimse tartışmaz. Ama neredeyse Allah’la mukayese edeceğiz yüceltmek için. Bu iş insanı sakata götürür kesinlikle. Eğer Peygamberimiz recm uygulamışsa bile bunu yahudi toplumuna uygulamış olabilir. Sanıyorum Hadis alimi olduğunuz için Peygamberimizden gelen (geldiği ?) varsayılan her şeye temkinli yaklaşıp, olabilir diyorsunuz. Herkes bu hadislere binlerce uydurma karıştığını biliyor ve söylüyor. Şunu lütfen iyi anlamalıyız, Kur’an tek ve yegane doğrudur, Kur’an’la çelişebilecek herşey yalandır. Yorumlarınızda ayetlere atıfta bulunursanız daha iyi olur. Saygılar.”

Okuyucumun –iyi niyetle yapıldığından şüphe duymadığım– bu yorumlarında Kur’an ve Sünnet’i “okuma” konusunda bir problem bulunduğunu söylemeliyim. Sünnet’in hücciyyeti bağlamındaki tartışmalardan ve konuyla ilgili delillerden burada sarf-ı nazar edeceğim. Zira konunun ilgilileri, bu tartışmanın karşılıklı argümanlarını zaten biliyor. Hatta Sünnet’in hücciyyeti tartışmasının bir anlamda “sıktığı”nı da söylemek mümkün…

Ancak hiç olmazsa şu basit soruların cevabını “net” olarak vermek durumundayız:

1. Kur’an’ın neresinde mü’minlerin uymakla yükümlü bulunduğu yegâne kaynağın Kur’an olduğu ve bunun da 6.600 küsür ayetin tekil normatif/somut ahkâmından ibaret olduğu kaydedilmiştir?

2. Kur’an’ın pek çok ayetinde “Allah’a itaat” yanında “Resul’e itaat”in de ayrıca vurgulanmasının manası nedir?

3. Eğer zina suçunun cezası Kur’an’da zikredilen “celde”den ibaret ise, Hz. Peygamber (s.a.v) hangi yetkiyle Kur’an dışına çıkarak, Yahudiler’e recm cezası uygulamıştır?

4. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, “dinin tebliğ ve uygulaması” bağlamındaki sözleri vahiy kaynaklı değilse Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından “murad-ı ilahî”ye uygun beyan edildiğinden nasıl emin olacağız?

5. “Kur’an’ın korunmuşluğu” ne anlama gelmektedir? Eğer Kur’an ahkâmının uygulamasında Kur’an dışına çıkılmışsa –ki Hz. Peygamber (s.a.v) dönemi de dahil olmak üzere gerek recmin, gerekse Sünnet’le sabit diğer ahkâmın tarih boyunca uygulandığını kimse inkâr edemez–, ayetlerinin lafzî olarak korunması, Kur’an’ın “korunduğu”nu söylemek için yeterli midir?

6. “Kur’an’ın korunmuşluğu” da bu Ümmet vasıtasıyla olmamış mıdır? Aklî bir ihtimal olarak bu Ümmet’in –hem de iddia edildiğine göre Kur’an ahkâmının dışına fiilen çıkabilmişken– onun lafzını da değiştirivermesi mümkün değil miydi?

7. Allah Teala Kur’an’ı bu Ümmet’in ezberleyip nesilden nesile aktarması yoluyla koruduğuna göre, onun ahkâmının da bu yolla korunduğunu söylemenin engeli nedir?

8. Şu “binlerce Hadis uydurulduğu” iddiasının aslı nedir? Hadis rivayetlerine güvenmeyenlerin, –Hadis uydurulduğu konusundaki haberler de neticede birer “rivayet” olduğu halde– bunlara güvenmesinin mantığı nedir? Ve bu “binlerce” uydurma rivayet nerededir? Mevzu Hadisler konusunda kaleme alınmış eserlere baktığımızda ancak “yüzlerle” ifade edilebilecek sayıda uydurma hadis metniyle karşılaşıyoruz. Nerede bu “binlerce” uydurma hadis?

9. Eğer burada, ulemanın sahih ve hasen olduğunu söylediği rivayetler içinde de külli miktarda uydurma olabileceği söylenecekse, böyle bir iddianın altından sadece “Kur’an’a uygunluk/aykırılık” söylemiyle kalkılamayacağı aşikâr. Bu söylemi dillerine dolayanlar, –iman, fezail, menakıb, rikak vd. sahaları bir kenara bırakalım–, sadece Fıkıh bablarında yer alan yüzlerce konuyla ilgili binlerce hadisi bu söylemle şimdiye kadar ayıklayabilmişler midir? Böyle bir “ayıklama” yapılsa bile –bunun ilmî kriterlere uygun olup olmayacağı tartışması bir yana– elde kalan rivayetlerle bu Din’in murad-ı ilahîye uygun biçimde yaşanabileceğini söyleyebilecekler midir?

10. Herhangi bir rivayetin sadece Kur’an’a uygun olması, tek başına onun “uydurulmadığı”nı isbata yeter mi? İlgili kaynaklarda, hakkında “Metni doğrudur, ama Hadis olarak sahih değildir” ifadesi kullanılmış pek çok rivayet bulunduğunu biliyoruz. Yani “Hadis uydurmayı meslek edinmiş raviler Kur’an’a uygun hadis uyduramaz”, ya da “Bütün uydurma rivayetlerin metinleri Kur’an’a aykırıdır” diye bir kaide koyamayacağımıza göre, mezkûr “ayıklama” işlemi sonucunda elde kalan rivayetlerin “sahih” olduğunu neye dayanarak garanti edeceğiz?

11. Daha önce de defalarca söyledim; ilgili ayet metninin mensuh olduğu ya da keçi tarafından yendiği rivayetlerinin, sahih haber ve uygulama ile sabit olmuş recm hükmünün sıhhatine hiçbir etkisi yoktur. Zira bu hüküm sahih Sünnet’le sabit olduktan sonra, bu konuda metni mensuh bir ayet bulunup bulunmadığı ya da o metnin üzerine yazıldığı malzemenin başına ne geldiği sorularının hiçbir önemi yoktur.

Ebubekir Sifil- Milli Gazete – 13 Temmuz 2004 

24 Eylül 2018 Pazartesi

İmansız gitmeye sebep olan şeyler


Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

İmansız gitmeye sebep olan şeylerden bazıları şunlardır:

1- İman konusunda tereddütleri olmak, imansız ölmekten korkmamak.

2- İtikadı, inancı bozuk olmak

3- Dini öğrenmemek ve dinini yaşamamak,

4- Namazı terk etmek.

5- Haram, günah tanımamak

7- Nimete teşekkür etmemek

8- Ana babaya isyan etmek, görevlerini yapmamak.

9- Günahta, haramlarda ısrar etmek, günahlara devam etmek.

10- Kuranda günah ve haram olduğu bildirilen bir şeyi bilerek isteyerek yapmak.

11- Peygamber (as)’a uymamak, dediklerini yapmamak.

12- Allah’ın affından ümit kesmek.

13- Din ve dindarlarla alay etmek

14- İftira atmak, hased etmek, yalan söylemek.

15- Şirk koşmak, bid’at ve hurafe şeylerde öncülük etmek. Dini kendi nefsine menfaatine göre anlamak ve yaşamak.

16- Büyücülük, falcılık gibi işlerle meşgul olmak.

17- Dünyaya düşkün olmak.

18- İman esaslarında ve İslam’ın şartlarında herhangi bir eksiklik olması.

19- Hayatı münafık gibi, kafir gibi yaşamak ve inançsızlara benzemek.

20- Küçük günahlara devam etmek, önemsememek.

21- Kur’an’da ve sünnette haram kılınanı helal saymak.

22- Dine müdahale etmek, dini kendine göre yorumlamak.

Bu ve bunun gibi işler son anda imansız gitmeye sebep olur.

http://www.mustafaoselmis.com.tr/olen-icin-yapilmasi-gereken-isler/

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

23 Eylül 2018 Pazar

BAKARA SÛRESİ 224-225. ayetlerin tefsiri

Allah Adına Yemin Etmek İle Lağv Yemini

224- Allah'ı yeminlerinizle iyilik etme­nize, sakınmanıza ve insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah Semî'dir, Alîm'dir.

225- Allah yeminlerinizdeki lağivden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığından dolayı sorumlu tutar. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir.


Nüzul Sebebi

224. ayetin inişiyle ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şunu rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın: "Allah'ı yeminlerinizle... engel yapmayınız." ayeti, Hz. Ebû Bekir ifk olayında münafıklar ile birlikte, ileri geri konuşup Ai-şe (r. anhâ) hakkında onlara benzer sözler söyleyince, Mistah'a infakta bulun­mamak üzere yemin etmesi dolayısıyla nazil olmuştur. Yine Yüce Allah'ın: "Sizden fazilet ve genişlik sahibi olan kimseler yakınlara... vermemeye yemin et­mesin." (Nur, 24/22) buyruğu da onun hakkında nazil olmuştur.

el-Kelbî der ki: Abdullah b. Revâha hakkında kızkardeşinin kocası (eniştesi) Beşîr b. en-Nu'mân ile konuşmamak, yanma ebediyyen girmemek, kendisi ile hanımının arasını düzeltmemek üzere yemin etmesi ve: Bunu yapmamak üzere Allah adına yemin ettim, o bakımdan yeminime bağlı kalmaktan başka bir şey bana helâl olmaz, demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirmiştir. [52]

Açıklaması

Ayetin iki tane anlamı vardır: Birincisi bir kimse akrabalık bağını gözet­me, sadaka verme, insanlar arasını düzeltme veya ibadet ve benzeri hayır tü­ründen herhangi bir şey işlememek üzere yemin edecek olur ise; Allah adına yapılan bu yemin, işlenmemek üzere yemin edilen "birr ve takvâ"nın yapılma­sına engel olamaz. Böyle bir iyiliği ve hayrı işlemek istediği takdirde mümine düşen, yalnızca yeminin kefaretini yerine getirip hakkında yemin ettiği o işi yapmaktır. Nitekim Resulullah (s.a.) -İbni Mâceh dışında Kütüb-i Sitte sahiple­rinin rivayetine göre- Abdurrahmân b. Semura'ya şöyle demiştir: "Herhangi bir şey hakkında yemin edip de bir başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görür­sen hayırlı olanı yap ve yemininin keffâretini yerine getir." Buna göre ayet-i ke­rime, hayır işlemeyi istedikleri takdirde, Allah adına yemin eden kimselerin karşı karşıya kaldığı sıkıntıyı kaldırmak içindir.

İkinci anlamına gelince: İyiliği, takvayı ve insanlar arasını düzeltmeyi is­temeniz dolayısıyla Allah adına çokça yemin etmeye kalkışmayınız. Çünkü çokça Allah adına yemin etmekte O'nu bir bakıma hafife almak, küçük düşür­mek ve Allah'a karşı cüret sahibi olmak sözkonusudur. Mümine düşen ise Yüce Allah'ı tazim etmek, gereken saygıyı göstermek, mümkün olduğunca da yemin­den uzak durmaktır; yemin eden kişi ister doğru sözlü olsun, ister yalancı. Hz. Ömer ve Şafiî gibi vera' ve takva sahibi kimseler ne kendisi bir şey anlatırken, ne de başkasından bir şey naklederken Allah adına yemin etmezlerdi. O tak­dirde ayet-i kerime yemin etmeksizin konuşanın sözüne güveni sağlamak üze­re Allah adına çokça yemin etmeyi ve Allah adının yeminlerde gelişigüzel kul­lanılmasını yasaklamış olmaktadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çok­ça yemin eden aşağılık hiç bir kimseye itaat etme." (Kalem, 68/10).

Bu, uyulmaması halinde kefaretin gerektiği "mün'akide yemin" hakkında­dır. Mün'akide yeminin kefareti ise, varlıklı kimse için ya on fakire yemek yedir­mek yahut onları giydirmek veya bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan yoksul bir kimse ise, üç gün oruç tutar. Yüce Allah kalplerin kazandıklarından yani yemin etme kasdından dolayı sorumlu tutacağını haber vermektedir. Bu so­rumlu tutmak ise ya kefaret ile olur veya keffarette bulunulmaması halinde ce­zalandırmakla olur. Ta ki Allah'ın adı gelişigüzel kullanılmasın. O'na duyulması gereken tazim sarsılmasın veya Allah'ın adı salih amellere engel kılınmasın.

Lağiv yeminine gelince; Yüce Allah bizlere bu yemini bozmaktan dolayı sorgulanmanın ,cezalandırılmanın ve kefaretin söz konusu olmadığını haber vermektedir. Çünkü bu tür yeminler yemin kasdı olmaksızın yapılır. Allah ise kullarını çok bağışlayıcıdır. Kalplerinin kastetmedikleri şeylerden dolayı onları sorumlu tutmaz. İradeleri dışında meydana geldiğinden dolayı da onlara ağır gelecek şeylerle onları mükellef tutmaz.

Şâfiîlere göre lağiv yemini, yemin edenin ağzından yemin kasdı olmaksı­zın dökülüveren sözlerdir. Kişinin: Hayır vAllahi, Evet vAllahi, demesi gibi. Bu tür yemin dolayısıyla sorguya çekilmemek, bundan dolayı kefaretin vacib ol­maması demektir.

İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed'e göre ise lağiv yemini kişinin meyda­na geldiğini zannettiği şeye dair yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadı­ğının ortaya çıkmasıdır. Diğer bir ifadeyle lağiv, kişinin zanna dayalı olarak hakkında yemin ettiği ve gerçeğin o zannın hilâfına olduğu her bir husustur. Bu tür yeminler dolayısıyla sorguya çekilmek söz konusu değildir. Yani böyle bir yeminin kefareti vâcib değildir. Kasdî olmayarak dilden dökülüveren ifade­ler hakkında ise kefaret icabeder. [53]

Zahir olan ise birinci görüştür. Çünkü Allah yemini iki kısma ayırmakta­dır: Birisi kalbin kazandığı, diğeri ise lağiv yemini. Kalbin kazandığı, gönlün ve fikrin maksad olarak gözettiği şeydir. Lağiv bunun zıddı olarak tespit edildi­ğine göre, burada yemin kasdı güdülmeksizin söylenen söz olduğu anlaşılır, el-Mervezî der ki: Lağiv olduğu üzerinde ilim adamlarının ittifak ettikleri lağiv yemini; kişinin evet vAllahi, hayır vAllahi sözlerini yemin kanaati olmaksızın ve yemini dilemeksizin söz arasında söylemesidir. Hz. Âişe (r. anhâ) de dedi ki: Lağiv yeminleri tartışma esnasında, şakalaşma ve kalbin maksat olarak gözet­mediği sözler esnasında sözkonusu olur.[54]

[52] el-Bahru'l-Muhît, 11/176.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/566.
[53] Ancak burada yeminin geleceğe dair yapılması ve o yemininde durmaması şartı aranır. Çünkü geleceğe dair yapılan yemin lağiv yemini değil, mun'akid yemindir, [bkz. Vehbe ez-Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, IV/202 ve 203. (Çeviren)]
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/567-568.

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

22 Eylül 2018 Cumartesi

BAKARA SÛRESİ 11-16. ayetlerin tefsiri

Münafıkların Nitelikleri -II-

11- Onlara "Yeryüzünde fesat çıkarma­yın" denildiğinde "Biz ancak ıslah edi­cileriz" derler.

12- Dikkat et! Gerçekten onlar, fesatçı­ların ta kendileridirler, fakat farketmezler.

13- Onlara "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" denilince onlar: "Biz de o kıt akıllıların inandığı gibi mi iman edelim?" derler. Dikkat et! Asıl kıt akıl­lılar onların ta kendileridir, fakat bil­mezler.


Açıklaması

Münafıklara: "Fitneleri alevlendirmek kâfirler adına casusluk yapmak, Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmak suretiyle uygulamaya koyduğunuz son derece kötü ve çirkin planlarınız bir fesattır" denildiğinde: "Hayır! Durum zannettiğiniz gibi değildir. Bizler ancak ıslah eden kimseleriz. Biz ıslahtan baş­ka birşeyin peşinde değiliz" derler.

Şanı yüce Allah fesat çıkartanların ancak kendileri olduğunu belirterek onların bu iddialarını reddetmektedir. Bununla birlikte onlar yaptıkları işin ne kadar tehlikeli olduğunu idrak edememekte ve bu fesadın farkına varamamak­tadırlar. Çünkü fesat artık onların tabî bir karakteri haline gelmiş ve tabiatlarında yer etmiştir.

Müslümanlar münafıklara değişik vesilelerle nasihatlarda bulunuyor on­ları imana çağırıyorlardı. Doğru yolu gösteren akla kulak veren, doğruluk yolunu izleyen kimselerin iman ettiği gibi, iman etmelerini söylüyor; onlara Abdul­lah b. Selâm ve benzerlerini örnek gösteriyorlardı. Münafıklara: "Diğer insan­lar gibi siz de imanın çerçevesine giriniz" denildiğinde, onlar büyüklük taslaya­rak şöyle cevap veriyorlardı: "Köle, fakir gibi, insanlar arasında güçsüz ve bil­gisizlikleri dolayısıyla da akılları kıt olanların iman ettiği gibi biz de mi Kur'an'a ve Muhammed'e iman edelim?"

Halbuki asıl akıllı, önündeki hayır ve nur yolunu görüp de o yolu izleyen kimsedir. Yüce Allah bizzat kendilerinin kıt akıllı olduğunu belirterek cevap vermekte, iddialarını reddetmektedir. Onlar imanı sağlıklı bir şekilde idrak edememekte ve onun gerçek mahiyetini ve etkisini bilememektedirler.

Şuur, gizli olan bir şeyi idrâk etmek anlamına gelmekle birlikte, fesat çı­kartmak hakkında "farketmezler (la yaş'urûn)"; ilim ise vakıaya uygun ve kesin bilgi demek olduğu halde, imanları hakkında da "bilmezler" denilmesinin sebebi şudur: Yeryüzünde fesat çıkartmak, hissedilebilen bir iştir. Onların ise bu fesadı idrak edecek kadar hisleri dahi yoktur. İman ise kalbî bir durumdur. Onu ancak gerçek mahiyetini bilen kimseler idrak edebilir. İman ayrıca yakînî bilgi olma­dıkça gerçekleşmez. İlim bilinen şeyi gerçek mahiyetiyle bilmek demektir. Onla­rın ise imanın gerçeğine ulaşabilmelerini sağlayacak kadar bir bilgileri yoktur. [9]

Münafıkların Nitelikleri -III-

14- Müminlerle karşılaştıklarında: "İman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: "Muhakkak biz de sizinle beraberiz. Biz ancak alay edenlerdeniz" derler.

15- Allah onlarla alay eder ve azgınlık­larında serserice dolaşmalarına müh­let verir.

16- İşte onlar hidayet karşılığında da­laleti satın almışlardı. Onların ticareti kâr sağlamamış doğru yola da erememişlerdir.


Nüzul Sebebi

Müfessirler 14. ayet-i kerimenin Abdullah b. Übeyy ile münafık arkadaş­ları hakkında nazil olduğunu kaydederler. Bu münafık önce Ebû Bekir, Ömer ve Ali'yi (r.anhum) yüzlerine karşı övmüştü. Daha önce de onlar hakkında ken­di arkadaşlarına: "Bu kıt akıllıları sizler nasıl savıp gönderdiğime dikkat edin!" demişti. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ancak Süyuti: Bunun se­nedi sağlam değildir, diye açıklama yapmıştır.[10]

Açıklaması

İşte şeytanları andıran, hatta onlardan da kötü olan Yahudilerin münafık­larına ait nübüvvet asrındaki bir tablo. Yalan söyleyen herkesin idraki az, gö­rüş mesafesi kısadır. Geleceğe bakamaz, o bakımdan onlar birbirleriyle ve elebaşlarıyla yalnız kaldıkları vakit, onlarla dayanışmaya girer ve: "Şüphesiz biz sizinle birlikteyiz" derler. Müminleri gördükleri vakit de iman ettiklerini açık­larlar. Yüce Allah ise onların durumlarını açığa çıkartarak, onları rezil etmiş, onlara en ufak bir değer vermemiştir. En ağır bir şekilde de onları cezalandıra­caktır. Bütün işlerinde şaşkınlıklarını, sapıklıklarını daha da artıracaktır.

Diğer taraftan onlar, Allah'ın Kitab'ını kavramak yolunda akıllarını kul­lanmamakla, dosdoğru yolu terketmeleri ve kıskançlıkları sebebiyle, bu dinin doğruluğunu ortaya koyan delilleri terketmekle oldukça zararlı bir ticarete kal­kışmışlar, sapıklığa bedel olarak hidayeti ödemiş, küfre ve nevaların sapıklık­larına karşılık olarak da nuru, aydınlığı vermişlerdir. Onlar kendilerini bekle­yen cehennem azabı sebebiyle bu ticaretlerinde kar sağlayamamışlardır. İbni Abbâs der ki: "Onlar dalâleti, sapıklığı aldılar, hidayeti terkettiler". Yani küfrü imana tercih ettiler ve imanı küfre değiştiler. Yüce Allah'ın burada bu işe "sa­tın almak" tabirini kullanması, anlama, genişlik kazandırma suretiyle olmuş­tur. Çünkü satın almak, ticaret karşılıklı değişimi ifade eder.

Araplar kişinin alışverişinde kar ve zarar etmesini alışverişin kar ve zarar etmesi şeklinde ifade ettikleri, yani kar ve zararı alışverişe isnat ettiklerinden dolayı Yüce Allah da burada kâr ticarete isnat etmiştir. Onlar hidayet karşılı­ğında dalaleti almakla, hidayet bulmuş olamamışlardır. [11]


[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/72-73.


[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75.


[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75-76.


21 Eylül 2018 Cuma

BAKARA SÛRESİ 1-10. ayetlerin tefsiri

Müminlerin Nitelikleri Ve Takva Sahiplerinin Mükâfatı

1-Elif, Lâm, Mim.

2- İşte bu Kitap; Onda hiçbir şüphe yoktur- Takva sahipleri için bir hidayettir.

3- Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.

4 " Ve onlar sana indirilene de senden önce indirilene de yakînen [kesin olarak| inanırlar-

5. işte onlar rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler.


Açıklaması

Besmelenin anlamı bu sûrede bulunan her şeyin Allah'tan olduğunu, in­sandan olmadığını ilan etmektir. Allah bu sûreyi rahmetiyle insanları dünya ve ahirette hayır ve mutluluğa iletmek için indirmiştir. Şüphesiz ki besmele Mushafa Kur'an-ı Kerim'in dışında herhangi bir şeyi yazmamak için özel bir gayret gösteren Ashâb-ı Kiram'ın icmâı ile Kur'an-ı Kerim'den bir ayettir.

Şanı yüce Allah, bu sûreye mukatta harflerle başlamaktadır. Bundan gaye Kur'an-ı Kerim'in niteliğine dikkat çekmek, onun i'câzına işaret etmek ve sü­rekli olarak onun en kısa bir sûresinin benzerini getirmek hususunda insanla­ra meydan okumak, insan kelâmı olan hiç bir şeyin boy ölçüşemiyeceği bir söz olan Allah'ın kelâmı olduğunu kesin olarak ispat etmektir. Şanı yüce Allah bu­nunla Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu Araplara şöyle diyor gibidir: Bu her Arabın konuşurken kullandığı alfabe harflerinden oluşan Arapça bir söz olduğuna göre onun benzerini getirmekten -insan sözü olduğuna inanıyorsanız- nasıl olur da âciz kalırsınız?. Bu böyle olmakla birlikte sizler onunla boy ölçüşemezsiniz. Kur'an-ı Kerim'in i'câzını açıklamak için bu harflerin zikredildiğini söyle­yen muhakkik ilim adamlarının görüşü işte budur. [1]

Zemahşerî der ki: Bütün bu mukatta' harfler Kur'an-ı Kerim'in başında bir defa vârid olmamış meydan okuma ve ikazın tesirini artırmak için defalar­ca tekrar edilmişlerdir. Tıpkı bir kıssanın defalarca tekrar edilmesi ve açıktan açığa bir kaç yerde Kur'an'ın benzerini meydana getirmeleri için meydan oku­manın tekrarlanması gibi. [2]

"Elif, Lâm, Mim" in mukatta harflerden oluştuğunun delillerinden birisi de Peygamber (s.a.)'in şu buyruğudur: "Her kim yüce Allah'ın Kitab'ından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir hasene ise on katı iledir (On kat fazlasıyla mükâfat görür). Ben sizlere: Elif, Lâm, Mim, tek bir harfdir, demiyo­rum. Fakat Elif bir harf, Lâm bir harf ve Mim de bir harfdir." [3]

Daha sonra yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in üç özelliğini dile getirmektedir:

1- Bu kitap, ihtiva ettiği anlam, maksat, kıssa, ibret ve nakzedilmesi kabil olmayan yasamayla ilgili hükümleri ile kapsadığı her şeyde mükemmel ve eksiksiz bir kitaptır.

2- Dikkatle bakan ve gönlüyle ona kulak veren kimse için Kur'an'ın Al­lah'tan gelmiş bir hak olduğunda hiç bir şüphe yoktur.

3- Bu kitap, takva sahibi müminler için hidayet ve doğru yolun kaynağı­dır. O takva sahipleri Allah'ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından sakı­narak Allah'ın azabından korunan kimselerdir; dolayısıyla bu kitaptan yarar­lanabilecek olanlar da onlardır.

Daha sonra Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'den yararlanan takva sahiplerinin dört ayrı niteliğini açıklamaktadır. Bu takva sahipleri Kur'an-ı Kerim'in haber vermiş olduğu öldükten sonra diriliş (haşr), hesap, sırat, cennet, cehennem ve buna benzer gaybî şeyleri tasdik eder ve iman ederler. Onlar aklın yaklaşık bir şekilde idrak etmiş olduğu maddî ve duyularla hissedilen şeylerin sınırında du­rup kalmazlar; ayrıca ruh, cin ve melek gibi ve başta Allah'ın varlığı ve vahda­niyeti olmak üzere maddenin ötesindeki evrenleri de idrak ederler.

Diğer taraftan bunlar şart, rükün, âdâb, huşu ile en mükemmel şekliyle namazı eda ederler. Çünkü huşusuz ve ayetlerinin üzerinde tefekkür etmeksi­zin okunan Kur'an-ı Kerim, Allah'a karşı haşyet duymaksızın kılınan bir na­maz ruhsuz bir ceset gibidir.

Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de zekât, sadaka ve şer’an farz olan diğer nafakalar gibi malî harcamaları iyilik ve ihsan yolunda yapmalarıdır. Böy­lelikle toplum maddi açıdan bir rahatlığa kavuşur, mallar çeşitli şüphelerden te­mizlenir, şer'an arzulanan yapı tamamlanmış olur; dinin direği olan namaz ile ferdin yapısı, zekât ve buna bağlı olan şeylerle de toplumun yapısı. İşte bunlar ilerlemenin, hayatın gelişmesinin, ümmetin mutluluğunun temelidir. Ayet-i keri­me, Resulullah (s.a.)'ın olacağını haber verdiği her türlü gaybî haberi kapsayan genel bir ifade taşımaktadır. Yine ister farz olsun, ister nafile olsun, bütün na­mazlar ve her türlü nafaka hakkında genel (umumî) bir karakter taşımaktadır.

Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de Peygamber Muhammed (s.a.)'e ve diğer peygamber ve rasullere indirilen her şeyi tasdik etmeleridir. Onlar ay­nı şekilde en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın ahireti de ve onun kapsamı­na giren ruh ve cesetlerin bir arada kabirlerden diriltilmesi, hesap, ceza, mîzân, sırat, cennet, cehennem gibi diğer hususlara da kesinlikle ve en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın, tam bir tasdik ile tasdik eder ve doğrularlar.

Sözü geçen gayba gerçek anlamıyla iman, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, ahiret gününe inanmak, Kur'an'a ve ondan önce indirilmiş bulunan ki­taplara (Tevrat, İncil, Zebur ve sahifelere) iman etmek niteliklerine sahip olan bu kimseler, evet işte bunlar, Rablerinden gelen bir nur, bir hidayet üzeredir­ler. Allah katında çok yüksek bir makamın sahibidirler. Ebedîlik yurdu olan cennetlerde üstün derecelerle umduklarına nail olacak kimseler bunlardır. [4]

Kâfirlerin Nitelikleri

6- Gerçekten o inkâr edenleri inzar etsen de (uyarsan da) etmesen de birdir; iman etmezler.

7- Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur; gözlerinin üzerine de perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azap da vardır.


Nüzul Sebebi

Konu ile ilgili sahih rivayete göre ayetin nüzul sebebi şudur: Taberî'nin İbni Abbas'tan ve el-Kelbî'den rivayetine göre bu iki ayet-i kerime, Huyey b. Ahtab, Ka'b bin Eşref ve benzeri Yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil ol­muştur.[5]

Açıklaması

Allah'ın ayetlerini inkâr edip kâfir olanları, Kur'an-ı Kerim'i ve Muhammed'i (s.a.) yalanlayanları uyarmak veya uyarmamak fark etmez, kalpleri bu uyarıdan dolayı etkilenmez. Çünkü kalpleri îlahî nurun erişmesine imkan ver­meyecek şekilde örtülüdür. O kalplerde iman nuru parlamaz. Çünkü onlar hakka karşı, Allah'ın ayetlerine karşı görmezlikten gelmişlerdir. Hidayet ve öğüdün etkileri onlara ulaşmaz. Çünkü onlar bilmenin, düşünmenin, tefekkü­rün, işitme ve görme duyularını kullanmanın bütün yollarını işlemez hale ge­tirmiş, bunun sonucunda hakkı görmez duruma düşmüşlerdir. O bakımdan hakka uymazlar. Hakkı işitmezler, onu anlamazlar. Dolayısıyla onların cezaları da -Yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamalarından dolayı- sonu gelmez, çok çetin büyük bir azaptır.[6]

Münafıkların Nitelikleri -I-

8- İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki mümin olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler.

9- Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalı­şırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da farkına var­mazlar.

10- Kalplerinde hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırdı, yalan söyle­dikleri için de onlara acıklı bir azap vardır.


Açıklaması

İşte bunlar üçüncü sınıf insanlardır. Yüce Allah inkâr edenlerin halini iki ayet-i kerimede münafıkların durumunu da onüç ayet-i kerimede açıklamakta ve bu ayetlerde onların kötülüklerini, hilelerini dile getirmekte, içyüzlerini açıklayarak, yaptıkları işlerin ne kadar gülünç olduğunu dile getirmekte; onla­rı sağır, dilsiz ve kör diye adlandırmakta; onlara dair misaller vermektedir. Çünkü bunlar İslâm için açıktan açığa kâfir olanlardan daha büyük bir tehli­kedir.

Burada sözkonusu edilen münafıkların özellikleri sadece o dönemin değil her dönemde mevcut olan münafıkların özelliklerindendir.

Birinci nitelikleri, kalpleri küfür ve sapıklıkla dolup taştığı halde dil ile iman ettiklerini söylemeleridir. Peygamberlik asrında münafıkların lideri Ab­dullah b. Übey Selûl'ün arkadaşlarının büyük çoğunluğu Yahudiydi. Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlardı. Allah onların bu iddialarını reddetmekte, zahiren mümin olduklarını ileri sürseler dahi gerçekte mümin olmadıklarını ifade buyurmaktadır. Şüphesiz onlar böylelikle Allah'ı aldatmaya çalışan kim­selerin durumuna düşmektedirler. Allah ise onların bu durumlarını bilmekte­dir; bu nedenle onların zararları kâfirlerden daha çoktur. Allah'a ve âhiret gü­nüne iman iddialarında yalancı oldukları için ahirette onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Akıllarının kıtlığı dolayısıyle Yüce Allah'ı aldatacaklarını düşünmüşlerdir. Halbuki Allah aldatılmaktan münezzehtir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onların böyle bir işi yapmaya kalkışmaları Allah'ı gereği gibi tanımadıklarını göster­mektedir. Eğer Allah'ı gereği gibi tanımış olsalardı, onun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Diğer taraftan onların bu aldatmaya çalışmalarının vebali sa­dece kendilerine aittir ve Allah dilediği takdirde iç yüzlerini müslümanlara aç­maya kadirdir.

Bütün bunlarla birlikte Yüce Allah, bunlara İslâmın hükümlerinin uygu­lanmasını emretmektedir. İşledikleri günah türünden bir ceza ile muhatap olmaktadırlar. Sanki müslümanlar Allah'ın onlar hakkında uygulamak istediği emri yerine getirirken onları -teşbih ve temsilî olarak- aldatıyor gibidir. Böyle­likle asıl aldanan ve aldatılan kimselerin münafıklar olduğuna işaret edilmek­tedir.

Kâfir oldukları halde öldürülmeyişlerinin sebebine gelince; doğrusu -İbnü'1-Arabî'nin de dediği gibi-[7] Peygamber (s.a.) münafıkları öldürmemiştir. Buna sebep onların kalplerini kendisine ısındırmak maslahatı ve insanların İslâmdan uzaklaşmalarını sağlayacak kötü durumların doğması endişesidir. Nitekim Resulullah (s.a.) da bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Ben insanların, Muhammed (s.a.) ashabını öldürüyor, demelerinden korkuyorum". Bu uygulama, itikadlarının kötü olduğunu bilmekle birlikte, gönüllerini İslam'a ısındırmak arzusuyla müellefe-i kulub'e zekattan pay verilmesini hatırlatmaktadır. [8]

[1] İbni Kesir, 1/38.


[2] Zemahşerî 1/79.


[3] Bu hadisi Timizi Abdullah bin Mesud (r.) dan rivayet etmiştir.


[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/63-65.


[5] Taberi, 1/84; Kurtubî, 1/184.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.


[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.


[7] İbnu'l-Arabî,Ahkâmu’l-.Kur’an, 1/12; Kurtubî, 1/198 vd.


[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/70-71.