6 Temmuz 2017 Perşembe

ALİMLERİN İHTİLAFI VE TAVRIMIZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
 
Tarihte birtakım alimler ve ekoller arasında ihtilaflar ve tartışmalar cereyan ettiğini hepimiz biliriz. Bu ihtilaf ve tartışmaları aynen devam ettirmek, bazı alimlerimizi bir konudaki görüşünden dolayı mahkûm etmek, ya da onlar arasında “hakemlik” yapmaya soyunmak doğru bir tavır olabilir mi? Bize muazzam bir irfan ve ilim mirası bırakan geçmiş alimlere karşı edebli olmak büyük bir vazife. Ve o mirası anlayacak, yaşatacak ve insanlığa anlatacak nesilleri yetiştirmemek de büyük bir vebal.

İslâm alimlerinin yüzyıllar süren kesintisiz bir çaba neticesinde oluşturup, bize “emanet” olarak intikal ettirdikleri devasa bir ilmî miras ile karşı karşıya bulunuyoruz. Kütüphanelerimiz, islâmî ilimlerin her dalında kaleme alınmış binlerce cilt eserle dolu. Böyle “muhteşem” ve bir o kadar da “ağır” bir yükün altından şu ana kadar alnımızın akıyla kalkabildiğimizi ileri sürmenin mümkün olmadığını söylesek, acaba meseleyi abarttığımızı düşünenler çıkar mı?

Böyle düşünenler için biz şimdiden tedbirimizi alalım ve niçin bu kanaatte olduğumuzu izah etmeye çalışalım:

Tarihte olduğu gibi günümüzde de islâmî anlayış ve “tarz” bakımından birbirinden farklılıklar arz eden kesimler bulunduğunu biliyoruz ve hemen hepimiz bu türlü kesimlerle bir şekilde temas etmişizdir. Gerek İslâm dünyasında, gerekse ülkemizde farklı isimlerle anılan bu kesimlerin, itikadî meselelerden fıkhî konulara, siyasetten gündelik hayatın çeşitli veçhelerine kadar pek çok konuda bir yöntem, tavır ve anlayış farklılığı içinde bulunduğunu inkâr edemiyorsak ve de bu kesimlerin hepsi anlayışlarını tarihten devraldığımız ilmî miras üzerine bina ettiğini söylüyorsa, yukarıda söylediklerimizde haksız sayılmamamız gerekiyor...

Bu nasıl bir mirastır ki, vârisleri, ona dayandırdıklarını söyledikleri bir ayrışmayı sonuna kadar yaşıyor ve onu böyle bir “hasımlaşma”nın gerekçesi olarak yaşatıyorlar? Ya bu miras bizatihi bir ayrışmanın ürünü, ya da biz onu yanlış okuyoruz. Üçüncü bir seçenek yok...

İHTİLAFLARLA ZENGİNLEŞEN İLİM

Bilindiği gibi İslâm ilim tarihi, büyük ölçüde bir “ihtilaflar” ve “reddiyeler” tarihidir. Bu cümledeki “büyük ölçüde” ifadesinin altını çizerek, yazıya girişi oluşturan paragrafın mutlak manada alınmaması gerektiğini peşinen belirtelim.

Kaynakların zikrettiğine göre İmam Ebu Hanife rh.a., Asr-ı Saadet döneminin gazalarından çıkarılan fıkhî hükümleri (ganimet dağıtımı, fethedilen toprakların ve ahalisinin fıkhî bakımdan tabi olacağı hükümler vs.) ihtiva eden ve erken dönemlerde “siyer” olarak adlandırılan bir eser yazmıştır. (Bu kelimenin “biyografi” ya da “kronolojik tarih” anlamında kullanılması nisbeten daha geç dönemlere ait bir olgudur.) Çağdaşı Şam fakihi İmam Evzaî bu eseri görünce ona bir reddiye yazmış ve meseleleri kendi bakış açısı doğrultusunda değerlendirmiş; ardından İmam Ebu Yusuf da onun bu yazdıklarına bir reddiye ile mukabele etmiş, nihayet ondan sonra İmam Şafiî rh.a. de her üç çalışmaya bir reddiye yazmıştır.

Keza İmam Şafiî’nin el-Ümm’ünün özellikle son kısımlarını oluşturan kitaplar hemen tamamen ihtilaflı görüşlerin zikri ve bunlar arasında yaptığı tercihlerden oluşmaktadır. (Kitâbu me’htelefe fîhi Ebû Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, İhtilâfu Alî ve Abdullah b. Mes’ûd, İhtilâfu Mâlik ve’ş-Şâfi’î, Hilâfu İbn Abbâs...)

Hatta bu durum sadece farklı mezhepler arasında yaşanmakla kalmamış, aynı mezhebe mensup ulema da birbirlerinin görüşlerini tenkit ederek, ilmî faaliyetin gerektirdiği geniş yüreklilik ve cesaretle kendi bakış açılarını ortaya koymuşlardır. Söz gelimi Hanefî mezhebinde “Tabakâtu’l-Fukaha” türünden eserler yazarak mezhep alimlerinin ilmî derecelerini tesbit etmeye çalışanlar, Mutlak Müctehid tabakasından başlayarak aşağıya doğru Mezhepte Müctehid, Meselede Müctehid, Ashab-ı Tahriç, Ashab-ı Temyiz, Ashab-ı Tercih... şeklinde hiyerarşik bir sıralama belirlemişlerdir.

Bunlar içinde özellikle son iki sırada zikrettiklerimiz, Müctehid sıfatını taşıyan alimlerin ihtilaflı görüşleri arasından muhtelif kriterlere göre tercihler yaparak mezhepte fetvaya esas olan görüşü (“müfta bih” kavli) ortaya koyarlar.

Bu durum, aynı mezhebe mensup ulemanın görüşleri arasında bile ihtilafların mevcut olduğunun en canlı şahididir.

Aynı şeyi, “Ehl-i Sünnet-i Âmme” dediğimiz, hicri 4. asırdan itibaren yaşamış olan Akaid/Kelam alimlerinin görüşleri için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Ehl-i Sünnet dediğimiz ana gövdeyi oluşturan iki büyük Kelam ekolünün (Maturidiler ve Eş’ariler) görüş ayrılığına düştüğü meselelerin adedi konusunda (alimlerin değişik itibarlarına göre) 15 ila 50 rakamları verilmektedir.

Öyleyse muhtelif mezhepler arasında ihtilaflı görüşler bulunması gayet tabiidir ve “Edebu’l-İhtilaf”, “Esbabu’l-İhtilaf” başlıklı kitaplarda bu türlü konularda nasıl bir bakış açısına sahip olmamız gerektiği uzun uzadıya anlatılmaktadır.

Esasen “müsademe-i efkârdan barika-i hakikat zuhur eder” (ihtilaflı fikirlerin çarpışmasından hakikat şimşeği çıkar) sözü, ihtilafın bizatihi “kötü” ve sakınılması gereken bir olgu olmadığını ifade etmektedir.

Burada temel mesele şudur: İhtilafı nereye kadar normal ve meşru görebiliriz?

MEŞRU İHTİLAF, SAKINDIRILAN “HİLAF”

İki önceki paragrafta zikrettiğimiz başlıklarla kaleme alınan kitapların bazılarında, her ikisi de aynı kökten türemiş olan “ihtilaf” ve “hilaf“ kavramlarının farklı anlamlara geldiği, birincinin “meşru” görüş ayrılıklarını, ikincinin ise “gayri meşru” görüş ayrılığını ifade ettiği söylenmiştir.

Bu ayrımı kabul ederek konuşacak olursak, söylememiz gereken şudur: İhtilaf, farklı görüşleri benimsemenin normal, hatta kimi durumlarda “kaçınılmaz” olduğu fıkhî alana ilişkindir. Gerek Usul-i Fıkıh bahislerinde, gerekse fer’î meselelerde müşahede ettiğimiz görüş ayrılıkları böyledir. Hilaf ise hakkında delalet ve sübut bakımından kesin nasslar bulunan, dolayısıyla üzerinde icma edilmiş olan fıkhî konularla, itikadî meselelerdeki görüş ayrılığını anlatır.

Küçük bir azınlığı istisna tutarak söylersek, ulema, hem Kur’an ve Sünnet’e dayanarak, hem de aklî delilleri kullanarak ilk gruba giren ihtilafların meşruiyetini ortaya koymuş, bu alandaki ihtilafın Ümmet için bir rahmet ve genişlik kaynağı olduğunu vurgulamıştır. İkinci gruba giren “hilaf” ise şiddetle men edilmiştir. Zira bir meselede bütün Ümmet’in alimlerinin yanıldığını ve sadece (icmaya muhalefet eden) bir tek kişinin doğruya isabet ettiğini söylemek aklen ve adeten mümkün değildir. Hele bu mesele itikadî alan ile ilgiliyse, burada daha bir hassas davranmak ve ahiretimizi riske düşürebilecek böyle bir noktada Sevad-ı Azam’dan (ana gövdeyi oluşturan büyük kitleden, Ehl-i Sünnet’ten) ayrılmamaya azami dikkat göstermek gerekir.

KIBLE EHLİ TEKFİR EDİLMEZ

Buraya kadar söylediklerimize herhalde itiraz edilmeyecektir.

Peki herhangi bir alim, itikadî bir konuda Ehl-i Sünnet’in iki büyük koluna aykırı düşen bir görüş benimserse ve üstelik Ehl-i Sünnet’in görüşü budur derse durum ne olacak?

İşte şimdi “mayınlı” bir alana girmiş bulunuyoruz.

Önce Ehl-i Sünnet’i diğer itikadî ve kelamî fırkalardan ayıran temel özelliklerden birisini hatırlayalım: “Ehl-i kıble tekfir edilmez.” Bu ilkenin açılımı, “zaruriyyat-ı diniyyeyi (dinin temel sabitelerini) inkâr etmedikçe ehl-i kıble küfürle suçlanamaz” şeklinde yapılır.

Bu kriteri bakış açımızın temeli yaparak tarihe baktığımızda, önümüze çıkan manzara şudur: Ehl-i Sünnet alimleri, itikadî konularda kendilerine muhalefet edenleri hemen tekfir etmemiş (küfre düşmekle suçlamamış), onlar hakkında “ehl-i bid’at” tabirini kullanmayı tercih etmiştir. Elbette ehl-i bid’at fırkalar içinde aşırı görüşleri sebebiyle küfre düşenler de olmuştur; ancak bunlar büyük bir özenle diğerlerinden ayıklanmıştır. Bir diğer deyişle, itikadî fırkaların durumu hakkında genellemeler yapmak yerine bu fırkalar içindeki fertlerin tek tek görüşleri üzerinde durulmuş ve küfre düşenlerle diğerlerinin birbirine karıştırılması böylece engellenmiştir.

Hadis alimlerinin, senet ve ravi kritiği yaparken benimsediği şu ilke de konumuz açısından son derece önemlidir: Ehl-i bid’at fırkalardan herhangi birisine mensup bir ravi eğer görüşlerinde küfre düşmemiş ve bid’at mezhebine, propagandasını yapacak derecede taassupla bağlanmamışsa, onun naklettiği rivayetler -Usul-i Hadis kitaplarında anlatılan diğer kıstaslara da uymak şartıyla- kabul edilir.

Bütün bunlar bize şunu göstermektedir: Bir kimse bazı görüşlerinde Ehl-i Sünnet’ten ayrılmış ise, o kimseyi hemen tekfir etmek doğru değildir. Eğer o görüşlerinde ayet ve hadislerden, Sahabe ve Selef’in tavırlarından, Arap dilinden... belli temellere (tevil yoluyla da olsa) dayanıyorsa, burada doğru olan şöyle düşünmektir: Bu kimse Ehl-i Sünnet yolundan ayrılmakla hata etmiş ve bid’at bir yola sapmıştır. Ancak bu görüşleri, dinin temel sabitelerini (zaruriyyat-ı diniyye) inkâr noktasına varmadıkça kendisini küfürle itham etmek doğru değildir.

Hele bir de bu kişi, Ehl-i Sünnet’e mensup olduğunu söylüyorsa ve doğru yolun bu yol olduğunu vurguluyorsa burada daha bir hassas davranmak zorundayız.

KİMİ NEREDEN KOVABİLİRİZ?


“Hatasız dost arayan dostsuz kalır” sözünün ifade ettiği gerçeği bu yazının ana fikrine rahatlıkla oturtabiliriz. Eğer hatasız bir alim arıyorsak enerjimizi boşa sarf ediyoruz demektir.

Tarih içinde alimler arasında cereyan etmiş olan anlaşmazlıklar ve görüş ayrılıkları bugünün müslümanına “tarafgirlik” olarak yansıyacak olursa, bunun doğuracağı (bölünme, parçalanma, hatta kin ve nefret gibi) olumsuz sonuçlar yine bize zarar verecektir.

Tarihte kalması gereken ayrışmaları bugün de yaşatacak olursak, sözgelimi imanın kavil ve amel olduğunu, dolayısıyla amelin imandan bir parça olduğunu ve amelin azlığına-çokluğuna göre artıp eksileceğini söyleyen Ehl-i Hadis’i hangi vadiye sürgün edeceğiz?! O Ehl-i Hadis ki, Allah Rasulü s.a.v.’in hadislerini kılı kırk yaran bir titizlikle derleyip toplamış ve bize kadar nebevî bir emanet olarak aktarmışlardır.

Bununla birlikte, imanın kalp ile tasdik ve dil ile ikrardan ibaret olduğu, dolayısıyla artıp eksilmesinin söz konusu olamayacağı görüşünü benimseyenlerden (yani, bilahare ağırlıklı olarak Ehl-i Sünnet’in Maturidiyye kolunun temsil ettiği görüşleri benimseyen ravilerden) gelen rivayetleri eserine almamayı bir iftihar vesilesi olarak söyleyen ve Hadis ilminde “İmamu’d-dünya” lakabını üzerinde hakkıyla taşımış olan İmam Buharî rh.a.’in, sıhhatin zirvesindeki el-Câmiu’s-Sahîh’ini yasaklayalım mı?

Yine o İmam Buhârî’dir ki, (Nesâî gibi başka birçok muhaddisin yaptığı gibi) yeryüzünde yaşayan müslümanlar’ın yarısının (bazı alimlere göre 3’te 2’sinin) benimsediği mezhebin imamı olan İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’yi (ve daha başka Hanefî imamları) cerhetmiş, hadiste güvenilir kimseler olmadıklarını söylemiştir!

Yine İmam-ı A’zam ve diğer birçok Hanefî imam hakkında pek ağır ifadeler kullanmış olan el-Hatîbu’l-Bağdâdî’yi, sırf bu tavrı yüzünden çizginin dışına itip, kıymetli eserlerinden istifadeden kendimizi mahrum etmek ne kadar doğrudur?

Hadis ilminin önemli bir alt disiplini olan cerh-ta’dil (ravilerin durumunu inceleyen ilim dalı) sahasının önemli isimlerinden Ebû Zür’a er-Râzî’yi, Tasavvuf yolunun önderlerinden el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî’yi cerhederek, kitapları hakkında “Bunlar bid’at ve dalalet kitaplarıdır” dediği için;

İmam Ahmed b. Hanbel rh.a’i, yanındakileri el-Muhasibî’nin meclisinde oturmaktan sakındırdığı için hangi cezaya çarptırmalıyız?

Ya da Mevlânâ Celaleddin-i Rumî’nin Mesnevî’sinde dinî hükümlere aykırı pek çok şey bulunduğunu söyleyen Hanefî mezhebinin büyük Fıkıh ve Hadis alimi Bedruddîn el-Aynî’nin; veya bazı eserlerinde, Sufiyye’den olduğu söylenen birtakım kimseler hakkında sert ifadeler kullandığı için Zehebî’nin kitaplarını yakalım mı?

İbn Teymiyye’nin ve talebesi İbnu’l-Kayyım’ın Muhyiddin b. Arabî k.s. ve Tasavvuf yolunun diğer bazı büyükleri konusundaki tutumları veya bazı itikadî konulardaki görüşleri de aynı zaviyeden değerlendirilmelidir.

İLMİN KIYMETİNİ BİLMEK  

Bu ve benzeri durumlarda takınılacak tavır şu iki şekilden birisi olabilir:

“Bu görüş yanlıştır. Ama bu, söz konusu kişinin diğer görüşlerini de terketmemizi gerektirmez” diyebiliriz;

Ya da “Madem ki bu konuda hayatî bir yanlış yapmıştır, öyleyse biz de bu sözün sahibini (başka hususlarda ne kadar doğru ve isabetli görüşlere sahip olursa olsun) terketmeliyiz” şeklinde bir tavır benimseyebiliriz.

Bize göre bu tavırlardan ilki doğrudur. Bu tavrı benimsememizin iki sebebi var:

1. Bir kimsenin herhangi bir konuda yanlışa düşmüş olması, diğer konularda söylediği şeylerin tümünün yanlış ya da değersiz olmasını gerektirmez. Bir konuda hata yapan bir kimse, başka konularda da otomatik olarak yanlış yapar diye düşünmeyi hatalı buluruz.

2. Eğer söz konusu kişinin ilmî seviyesi bizden kat kat fazla ise, sırf bir konuda yanlış yapmıştır diye kendimizi, onun başka konularda söylediği doğrulardan mahrum etmeyi yanlış bulur ve şöyle düşünürüz: Onun dile getirdiği doğrulara bizim ihtiyacımız var. İhlâs ve samimiyetle yürüttüğü ilmî faaliyetler meyanında içine düştüğü bir hata için onu bütünüyle dışlamak ne bize, ne de müslüman kardeşlerimize bir fayda sağlar.

Bunu söylerken, o şahsın muteber ulema tarafından yanlışlığı tescil edilmiş görüşlerine dikkat çekmeyi de bir görev biliriz. “Şu konulardaki kanaati ulema tarafından yanlış bulunmuştur. Bu görüşlere dikkat edin. Fakat diğer konulardaki değerli ilmî mesaisinden de istifadeden geri durmayın” deriz.

NETİCE-İ KELAM


Ümmet-i Muhammed’in alimleri arasında tarih boyunca süregelmiş birtakım ihtilaf ve anlaşmazlıklar bulunduğunu inkâr edemeyeceğimize ve esasen buna gerek de olmadığına göre yapmamız gereken şudur:

“Hikmet müminin yitiğidir; onu nerede bulursa alır” hükmü gereğince, doğruyu nerede bulursak almalıyız. Değil mi ki İmam Gazalî rh.a. felsefecilerin yanlış görüşlerini çürütmek için felsefî metotlar kullanmış ve Yunan felsefesinin mahsulü olan Mantık ilmini Usul-i Fıkıh ilmi ile mezcetmiştir?! (Onun, “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz” sözünü hatırlayalım.)

Öyleyse tarihte birtakım alimler ve ekoller arasında cereyan etmiş tartışmaları bugün aynen devam ettirmek ve hatta onlar arasında “hakemlik” yapmaya soyunmaktansa, bu tartışmalardan bugün bizim için hayırlı ve faydalı olan hususları seçip ayıklayarak, bunlardan alacağımız ilhamla İslâm dünyasının ve insanlık aleminin yaşamakta olduğu sancı ve buhranlara çözümler sunmalıyız.

Yukarıda bazılarının isimlerini vererek kimi görüşlerini aktardığım alimlerin hepsi “bizim”dir. Onların burada birkaçını zikrettiğimiz görüş ve tavırlarına katılmamakla birlikte, diğer pek çok hususta ortaya koydukları doğruları alıp yaşatmak da mümkün, sırf yukarıdaki görüşleri benimsemişlerdir diye kendilerini kökten dışlayıp hayatın ve hatta İslâm’ın dışına çıktıklarını ilan etmek de.

Bu tavırlardan ilkini benimsersek, hem kendimizi ve tüm insanlığı o doğrulardan mahrum etmemiş, hem de o alimlere karşı vefa borcumuzu ödemiş oluruz.

Kaldı ki, onları dışlama hakkına sahip olabilmek için, en azından onlardan kalan boşluğu dolduracak insanlar yetiştirmiş olmak gerekmez mi?


M. Hafızoğlu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Allah Kimin İçin Hayır Dilerse Onu Dinde Anlayış Sahibi Kılar

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

13. Allah Kimin İçin Hayır Dilerse Onu Dinde Anlayış Sahibi Kılar
71- Muaviye 
radıyallahu anh şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle dediğini işittim:

"Allah kimin için hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar. Ben yalnızca taksim eden bir kişiyim, veren Allah'tır. Allah'ın emri gelin­ceye (kıyamet kopuncaya) kadar bu ümmet Allah'ın emri üzere kala­cak, muhalefet edenler onlara zarar veremeyeceklerdir."
[Hadisin geçtiği diğer yerler:3116,3641,7312,7460]

Açıklama

Bu hadis üç hüküm içermektedir:

1. Dinde tefakkuhun (anlayış sahibi olmanın/fıkıhta derinleşmenin) fazileti

2. Mal ve mülkü verenin hakikatte Allah olduğu

3. Bu ümmetin bir bölümünün kıyamete kadar hak üzerinde sabit kalacağı

Birinci hakikat ilim konusuna, ikinci hakikat sadakalar (zekat vb.) konusuna, üçüncü hakikat kıyamet alametleri ile ilgili bölüme uygundur. "Allah'ın emri ge­linceye kadar" sözünde yer alan "Allah'ın emri" kalbinde imandan bir şey bulu­nanların ruhunu kabzedecek olan rüzgardır ki bundan sonra yeryüzünde insan­ların en kötüleri kalacak, kıyamet de onların üzerine kopacaktır.

Bunların üçü de diğer bir açıdan ilim konuları ile hatta bu başlık ile doğru­dan doğruya ilgilidir. Çünkü bu hadis; Allah'ın dininde anlayış sahibi/derin fıkhı bilgiye sahip kişiler için iyiliğin söz konusu olduğunu, bunun yalnızca kişisel çaba ile kazanılamayacağını, aksine Allah'ın nasip ettiği kişilerin buna sahip olacağını, buna sahip olanların kıyamete kadar mevcut olacağını belirtmektedir.

Buhârî bunlardan kasdedilenin hadis âlimleri olduğunu belirtmiştir.

Ahmed b. Hanbel "Burada kasdedilenler hadis âlimleri değil ise başka kim olabilir bilmiyorum!" demiştir.

Kadı Iyaz "Ahmed b. Hanbel bununla ehl-i sünnet ve hadis âlimleri gibi ina­nanları kasdetmiştir" demiştir.

Nevevî "Bunların mücâhid, fakîh, muhaddis, zâhid, iyiliği emreden vb. ha­yırları yapan müminlerden, Allah'ın emirlerini yerine getirenlerden bir grup ol­ması muhtemeldir. Bunların bir yerde toplanmış olması şart değildir. Ayrı ayrı olmaları da mümkündür" demiştir.

Bu hadisten şu hususlar anlaşılır: Dinde anlayış sahibi olmayan, yani İslâm­'ın temel kurallarını ve bunlara ilişkin fıkıh ve inanç ile ilgili detayları öğrenme­yen kişilerin hayırdan mahrum olduğunu gösterir. Ayrıca âlimlerin diğer insanlar üzerinde bariz bir şekilde üstünlüğünün bulunduğunu, dinde derin fıkhı bilgi sahibi olmanın da diğer ilimler üzerinde bir üstünlüğünün olduğunu göstermek­tedir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

4 Temmuz 2017 Salı

Allah'ı Rab Edinmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

İslâm, hayata ve topluma hakim olmak, onu yönetmek yönlendirmek ve insanların seyir ve hareketlerini Allah'ın emirlerine göre düzenlemek isteyen bir nizâmdır.

Allah, hükümlerini, uygulansın, insanların ilişkilerine hükmetsin, hayatın akışını O'nun emir ve yasaklarına ,Kendi koyduğu hüküm ve şeriatına uygun bir şekilde düzenlensin diye indirdi.

En kapsamlı şeriata sahip İslâm'da, Yaratan hükümlerini, mahlûkatının faydasına olan şeylerin nizâma sokulması için koymuştur.


 Rabbimiz, insanın, dünya ve ahiret mutluluğu elde edebilmesini, farklılıklarına rağmen bir arada kargaşadan, zulümden, huzursuzluktan uzak yaşayabilmesini, her canlının yeryüzünde can ve mal güvenliğine sahip bir şekilde yaşayabilmesini dilemiştir. Bu nedenle, yarattığını en iyi bilen olarak, kullara dokunacak zararların uzaklaştırılması, adâlet ve kâmil bir nizâmın yeryüzünde hâkim olması için hükümler bildirmiştir.

-İslâm, kâmil bir dünya görüşü verir. Fesada düşmeksizin, kâinatın tamamını izah eder.

"Sen ilâhi kanunlarda bir değişiklik bulamazsın. Sen ilâhi kanunlarda bir başkalaşma da bulamazsın."-Fâtır Suresi,43.Âyet-i Kerime-

-İslâm, insanın bütün tavırlarını kapsayan kurallar getirir.

-İslâmi nizâmda, aklî, bedenî, ahlâkî, askerî, sosyal, iktisâdi, siyâsi, ilmî, edebî, meslekî, fennî, cinsî gibi, hayatın tamamını kapsayan konu ve hallerle ilgili mûhkem hükümler vardır.

Allah'ı Rab olarak kabul etmemiz demek, yeryüzünde ki tüm işlerimizi, Allah ve -Allah'ın emri ile- Resûlü'nün hükmü üzere düzenlememiz ve yaşamamız demektir.

Allah'ı Rab edinmek, hayatımızı hükmüne uygun biçimlendirmek ,Yaradan'ımız tarafından mükerrem görülen insana ,lâyık olduğu kalitede bir hayatı yaşatır.

"Allah ve Resûl'ü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mümin erkek ve hiçbir mümin kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah a ve Resul'üne karşı gelirse şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapıtmıştır."-Ahzâb Suresi 36. Âyet-i Kerime-

Günlük bireysel ve toplumsal faaliyetleri -siyâsi,sosyal,ekonomik,iktisâdi,..- Allah'ın hükmünün dışında bırakmak cahiliye zihniyetine geri dönmek olur.

Oysa, yağmuru yağdıranın Allah olduğuna inanan ancak yeryüzünde kendi işlerimizin hükmünü bizler veririz diyerek dünya işlerine Yaradan'ı karıştırmayan, kısacası ; Allah'ı Rab edinmeyen müşrik toplum, cehennemle müjdelenmiştir.

"Andolsun, eğer onlara, 'gökten yağmuru kim indirip de onunla yeryüzünü ölümden sonra diriltti?' diye soracak olsan, mutlaka,

'Allah'diyeceklerdir. "-Ankebût Suresi,63. Âyet-i Kerime-

"Yüzlerin ateşte bir yandan bir yana döndürüleceği gün, 'Keşke Allah'a ve Resûl'e itâat etseydik' diyecekler."-Ahzâb Suresi,66. Âyet-i Kerime-

Hükmün olduğu yerde kendi akıl ve nefsimize uyarak, hayatımıza farklı sınırlar koymamız demek aklımızı ve nefsimizi Rab edinmemiz demektir!

Allah ve Resul'ünün hükmünün olduğu yerde, şeriata aykırı bir hükme gönül rızasıyla uymak, Allah'a rağmen başka ilahlar edinmek ve şirkin ateşine düşmek demektir!

Adiy b. Hattım radıyAllahu anh, Resûlullah aleyhisselâtu vesselâm'ın yanına girdiğinde Resûlullah,

"Haham'larını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ilah yoktur. O onların ortak koştukları şeyden münezzehtir." Tevbe suresi,31 Âyet'ini okuyordu.

Adiy,

"Ya Resûlullah,hahamlara ve rahiplere ibadet etmiyorlardı." dedi.

Resûlullah aleyhisselâtu vesselâm şöyle buyurdu;

"Hahamlar ve rahipler Allah'ın helal kıldığını haram kılıyorlar, onlar da bunu haram kabul etmiyorlar mıydı? Allah'ın haram kıldığını da helal sayıyorlar ve onlar da bunu helal saymıyorlar mıydı?"

Adiy,

"Evet" dedi.

Resulullah aleyhisselatu vesselam ise,

"İşte bu onlara ibadetleridir."buyurdu.-Tirmiz'i,Tefsir, IX/10;Alusi,4/84-

"Yoksa onlar cahiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’dan daha güzel kim vardır?” -Mâide, 50.Âyet-i Kerime-

Bizler, müminler olarak, geri dönüşün kaçınılmaz şekilde kendisine olunan Allah'a, -O bizden ,biz O'ndan razı olarak- kavuşmak maksadıyla, hayatın her alanına dâir tüm sınırlarımızı dinimizi referans alarak belirleriz.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

24 Mayıs 2017 Çarşamba

İkindi ve sabah namazından sonra nafile namaz kılınıp kılınmayacağına dair hadisler çelişkili mi?

(2932)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:

"İki namaz var ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları ne gizli ne de alenî olarak seferde ve hazerde hiç terketmedi: Sabahtan önce iki rek'at, ikindiden sonra iki rek'at."(1)


Hadisin Açıklaması:

Bu rivâyette, halihazır tatbikatımıza da uymayan bir hususa temas edilmektedir: 


"İkindiden sonra kılınan iki rek'at..." Müteakiben kaydedilen Hz. Ali radıyallahu anh rivâyeti de buna ters düşmektedir. Zîra orada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ikindi ve sabahtan sonra namaz kılmadığına dikkat çekmektedir.

Hemen şunu belirtelim ki bu husus bidâyetten beri selef alimleri arasında ihtilaflı bir mevzu olmuştur. Ebû Dâvud'un bir rivâyeti de bu hususu açık bir şekilde aksettirir:

İbnu Abbas'ın âzadlısı Kureyb anlatıyor: "İbnu Abbâs, Abdurrahman İbnu Ezher ve Misver İbnu Mahreme (radıyallahu anhüm) Kureyb'i Hz. Âişe (
radıyallahu anha)'ya göndererek:

"Bizden ona selam söyle ve ikindiden sonraki iki rek'at hakkında sor ve de ki:

"Bize gelen habere göre sen bu iki rek'ati kılıyormuşsun. Halbuki bize ulaştığına göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun kılınmasını yasaklamıştır!"

Bunun üzerine ben de gittim, benimle gönderdikleri mesajı tebliğ ettim. Hz. Âişe (
radıyallahu anha):

"Ümmü Seleme'ye git, ondan sor!" dedi. Ben geri döndüm ve Hz. Âişe (
radıyallahu anha)'nın söylediklerini kendilerine ulaştırdım. Onlar beni bu sefer Ümmü Seleme'ye gönderdiler. Hz. Âişe (radıyallahu anh
a)'ye sorduklarını aynıyla ondan soruyorlardı. Ümmü Seleme:

"Ben Resûlullah'ın o iki rek'ati yasakladığını işittim. Sonra kendisini, onları kılarken gördüm. İkindiyi kıldıktan sonra kıldığı iki rek'atin hikayesi şudur: (Bir keresinde) yanımda Ensâr'a mensup Beni Haram'dan bazı kadınlar olduğu halde içeri girdi, mezkur iki rek'ati kılmaya başladı. Ben kendisine hemen câriyemi gönderip dedim ki:

"Kızım kalk, yanında dur ve de ki: "Ümmü Seleme diyor ki: 'Ey Allah'ın Resulü! Şu iki rek'ati yasakladığını bizzat senden işittim, şimdi ise kıldığını görüyorum. (Dikkat et), eğer eliyle 'çekil!' işaretini yaparsa hemen dön!"

Ümmü Seleme der ki: "Cariye söylediğimi aynen yaptı. O (aleyhissalâtu vesselâm) eliyle işaret buyurdu, câriye de geri döndü. Resûlullah namazdan çıkınca:

"Ey Ebû Ümeyye'nin kızı, ikindiden sonraki iki rek'atten sordun. Bana Abdulkays kabilesinden Müslüman olmak üzere bir heyet geldi. Öğleden sonra kılmakta olduğum iki rek'ati onlarla meşguliyetim sebebiyle kılamadım. Bu iki rek'at o iki rek'attir." buyurdu.


Bu rivayet, Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)'ın ikindiden sonra kıldığı iki rek'atin ne olduğunu açıkladığı gibi, vaktinde kılınamayan râtib namazlarının bilahare kaza edilmelerinin müstehab olduğunu, namaz esnasında elle yapılan hafif bir işaretin namazı bozmadığını da gösterir. Âlimler, bu rivâyetten, sünnete dayanan bir sebebi bulunan nafilenin yasak vakitte kılınmasında kerahet olmadığı, sebepsiz kılınan namazın mekruh olduğu hükmünü çıkarmışlardır.

Bu halin Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)'a has olduğunu söyleyen olmuşsa da: "Dinde asıl Resûlullah'a ittibâdır, açık bir delil olmadıkça da fiil-i Nebî'nin hususîliği iddia edilemez." diye cevaplandırılmıştır. Ayrıca bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Bu bana ait bir ruhsattır." şeklinde tavzihte bulunmadığına dikkat çekilmiştir. (Nevevî).

İbnu Abdi'l-Berr, "Sabah ve ikindiden sonraki yasak, nafile ve tetavvu olarak kılınacaklarla ilgilidir. Farz namazlar, sünnet namazlar veya Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)'ın devam ettiği nafileler bu yasağa girmez." der.

(2933)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah ve ikindi hariç her namazın arkasında iki rek'at (nafile) namaz kılardı." [Ebû Dâvud, Salât 299, (1275).]

Hadisin Açıklaması:

Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ikindi ve sabah namazlarından sonra nafile namaz kılmadığını ifade eder. Bu manâyı teyîd eden başka rivâyetler de mevcuttur. Ancak güneş henüz yüksek ve parlakken kılınabileceğine dair ruhsat da gelmiştir.

İbnu Abdi'l-Berr der ki: "Âlimlerden bir grup, sabah ve ikindi namazlarından sonra nafile namazı kılmada bir beis olmadığını söylemiştir. Zîra, bu husustaki nehiy, güneşin tam doğma ve batma anlarında namazın terkedilmesini kasteder. Bu meselede, mezkûr vakitlerde namazı nehyeden hadisleri rivâyet eden ashabtan bir cemaatin hadisleriyle ihticac ederler." Keza Resûlullah'ın şu sözü de bu istidlâlde hüccet kılınmıştır:

"İkindi namazından sonra, güneş yüksekte değilse nafile kılmayın."

Keza şu hadis de hüccet kılınmıştır:


"Namazınızı güneşin doğuş ve batışında kılmayın."

Keza Müslümanlar, güneşin tam doğma ve batma anları dışında sabah ve ikindi namazlarından sonra cenaze namazı kılınacağı hususunda icma ederler. Derler ki: "Sabah ve ikindi namazlarından sonra namazın yasaklanmasının ma'nâsı ve hakikati işte budur."

Alimler bu hususta şunu da söylerler:

"Bu meselede gelen yasağın gayesi kat-ı zerî'a'dır. Yani zarara götüren sebebi de ortadan kaldırmak... Zîra, sabah ve ikindi namazlarından sonra namaz, mubah kılınsaydı, asıl yasaklanmış olan güneşin doğma ve batma anlarına kadar namaz kılmaya devam edileceğinden korkulurdu."

Bu söylediğimiz görüş, İbnu Ömer'e aittir. Ancak bir grup ulemâ bunu benimsemiştir. Abdurrezzâk'ın bir rivâyetine göre İbnu Ömer demiştir ki:

"Ben güneşin doğma ve batma anlarını araması dışında kimseyi gece ve gündüzün her vaktinde namaz kılmaktan men etmem. O iki vakitten men ederim, çünkü onlardan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da men etti."


Şunu da belirtelim ki, bu hususta İbnu Ömer'in görüşü babası Hz. Ömer (
radıyallahu anh)'in görüşüne zıddır. Hz. Âişe (radıyallahu anha) de İbnu Ömer gibi düşünmektedir. Zîra der ki:

"Ömer bu meselede yanılmıştır, çünkü Resûlullah'ın namaz yasağı güneşin doğma ve batma anlarında kılınanlarla ilgilidir."

İbnu Hacer der ki: "Ebû'l-Feth el-Ya'merî bir grup Selefin şöyle söylediğini nakleder: İkindi ve sabah namazlarından sonra namaz kılma yasağı şu hususu duyurmak içindir: "Bu iki namazdan sonra nafile kılınmaz. Bu nehiyle (ikindi ve sabah namazlarının kılındığından itibaren geçen bütün) vakit kastedilmemiş, güneşin doğuş ve batış ânları kastedilmiştir. Bu hususu Ebû Dâvud'un Hz. Ali (
radıyallahu anh)'den hasen senetle rivâyet ettiği şu hadis te'yîd eder:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ikindiden "sonra" güneş yüksekte değilse namaz kılmayı yasakladı."

Öyle ise hadiste geçen "sonra"lıkla kastedilen müddet umum vakte şâmil olmayıp, sadece doğuş ve batış anlarıyla, bu ânlara yakın olan vakitlere şâmildir."

(1) bk. Buhârî, Mevâkîtu's-Salât 33, 73; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 300, (835); Ebû Dâvud, Salât 290, (1253); Nesâî, Mevâkîtu's-Salât 36, (1, 281), Kıyâmu'l-Leyl 56, (3, 251, 252).

(bk. Prof. Dr. İbrahim Canan Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Sabah ve ikindi namazından sonra nafile namaz kılınır mı?

Bu ve buna benzer meselelerde bir ölçü olması bakımından şu hususu belirtmekte fayda vardır:

“Mesâil-i şeriattan bir kısmına taabbüdî denilir. Aklın muhâkemesine tâbi değildir. Emrolunduğu için yapılır. İlleti emirdir.” Bediüzzaman Said Nursî. Mektûbat. (İstanbul: Sözler Yayınevi, 1981), s.371.

Yâni, dinî meselelerden bir kısmına “taabbüdî” denir. Bunlar, doğrudan doğruya ibâdetin kendisi ile alâkalı meselelerdir. İbâdetlerin vakti, şekli, tarzı ve esası bu hususa misâl olarak sayılabilir. Meselâ, sabah namazının farzı iki rekât, akşam namazının farzı üç rekât, Ramazan orucu bir ay, zekât bir kısım mallardan kırkta bir verilir, hac Zilhicce ayında yapılır, gibi... Bu misâllerde sözü edilen ibâdetlerin bir kısmının durumu Cenab-ı Hak tarafından, bir kısmı da Resul-i Ekrem Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  tarafından tayin edilip belirtilmiştir. Biz de nasıl bildirilmişse öyle kabul eder, ifâ ederiz.

Bunların belirtilen şekillerinden farklı bir tarzını düşünmeye lüzum olmadığı gibi, mühim bir faydası da yoktur. Bunların her ne kadar birtakım hikmet ve maslahatları olsa da, o cihetler bu ibâdetlerin şekil ve esaslarını değiştirmez. Bediüzzaman Hazretlerinin ifâde ettiği gibi, illetin, o şekilde tayin edilmesindeki gerçek sebebi, “emir”dir. Yani sâdece emredildiği için yapılması, nasıl uygun görülmüş, tespit edilmişse öyle tatbik edilmesidir.

Namaz vakitlerini, farz veya nafile namazları kılmanın mekruh olduğu vakitleri de bu “taabbüdî” meseleler arasında zikretmek mümkündür. Önce bu husustaki Peygamber Efendimizin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  mübarek sözlerine ve davranış şekline bakalım:

Ebû Said el-Hudrî’den 
Radıyallahu Anh rivâyetle Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

“İkindi namazından sonra güneş kavuşuncaya kadar, sabah namazından sonra da güneş doğuncaya kadar namaz yoktur.” 
Müslim, Müsafirîn: 288

İmam Beyhakî, Hz. Ali’den 
Radıyallahu Anh şu rivâyeti kaydeder:

“Resulullah 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  , sabah ile ikindi namazları müstesna olmak üzere, her farz namazdan sonra ikişer rekât nâfile namaz kılardı.”  Ahmed Davudoğlu. Sahih-i Müslim Tercemesi (İstanbul: Sönmez Neşriyat A.Ş. Yayınları, 1983), IV/421.

Bu hadis-i şerifler sabah ve ikindi namazlarının farzından sonra nâfile namaz kılınamayacağını bildirmektedir. Yani, bu vakitlerde farz namazların yahut kazaya kalmış namazların dışında nâfile namaz kılınmaz. Bu mesele “taabbüdî” olarak kabul edilir.

Bu meselenin hikmet tarafına gelince; İbni Âbidin’in izahına göre, bu vakitlerde nâfile kılmanın yasaklanmasındaki hikmet, vakitte bir noksanlık bulunduğundan değil de, hükmen vaktin tamamının farzla dolmasından dolayıdır. Nâfile bunun için caiz olmamaktadır.

4. İbni Âbidin, I/251; et-Tahtâvî, s.151.(bk. Mehmed PAKSU, İbadet Hayatımız)

 Namaz kılanın zamanı müsâitse nâfile ile meşgul olmak yerine, vaktin farzındaki kıraati uzatmalı yahut varsa kaza namazı kılmalıdır.

Başta da ifâde ettiğimiz gibi, bu tür meselelerde hikmet ve maslahattan çok illetine bakmalı, gerçek sebep olan “emredildiği için yapılması” cihetine ağırlık verilmelidir. Yine bu hususta Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem 'in, “Benim ne şekilde namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öyle kılın.” Buharî, Ezân:18. hadisini hatırda tutmalıdır.

sorularla islamiyet'ten faydalanılmıştır.

21 Mayıs 2017 Pazar

Ümmetin geçirdiği imtihanlar-M.Emin Yıldırım

M.Emin Yıldırım Hoca “Kulluğun En Önemli Azığı Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem   Sevgisi” adlı konferansında ümmetin geçirdiği imtihanlara 5 ana örnek verdi. Konferanstan notlar:

1- Ridde Olayları

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem   vefat edince İslam coğrafyalarında halifeyi kabul etmeyen veya zekâtı bahane ederek irtidat eden toplulukların çıkardığı olaylardır.

Hz. Ebû Bekir 
Radıyallahu Anh bu sorunla karşı karşıya kalınca oturup ağlamadı, Peygamberin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem   
emanetini gözü gibi korudu ve 6 ay içinde Ridde olaylarını bastırdı. Hz. Peygamber’in Sallallahü Aleyhi ve Sellem   çıkarmak istediği fakat ömrü yetmeyince çıkaramadığı Üsâme Radıyallahu Anh ordusunu Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh hilafete geçer geçmez gönderdi. Çünkü o Peygamber sevgisini kulluğunun azığı olarak gördü.

2- Mihne Hadisesi


Halife Me’mun bir şeylerden etkilenerek ulemadan “Kur’an Mahluktur” sözünü duymak istedi. Ahmed b. Hanbel, hak davayı savunma adına bir tavır takındı, bunu kabul etmedi ve 28 ay boyunca zindanda yattı. Bu davaya baş koydu, kırbaçlar altında eridi ama onları memnun edecek tek bir kelime dahi söylemedi. Onun ayaklarını sabit tutan, kulluğunun azığı olarak edindiği Peygamber sevgisiydi.

3- Haçlı Seferleri

İslam dünyası Haçlı seferlerinde darmadağın olmuş bir halde iken, Nureddin Zengi’nin 3 arzusu vardı: İslam birliği, Kudüs ve İstanbul’un Fethi. O yapamadı fakat onun ufku Selâhaddin Eyyûbî’de dirilmişti. Selâhaddin Eyyûbî birçok toplantılar düzenlemiş ve Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem   sevdasını halka depolamıştır. Böylelikle Hittîn savaşının ardından Kudüs feth olunmuş ve Kudüs’te 88 yıl boyunca susan ezan bir kez daha semalarda yankılanmıştır.

4- Moğol-Tatar İstilaları


İzzeddin b. Abdüsselâm rahleye mahkum olmayan, yeri geldiğinde cihad meydanlarında olan bir âlimdi. Onun ne pahasına olursa olsun hakkı savunması, irad ettiği hutbe ile insanlara peygamber sevgisini anlatması ve onun yoluna davet etmesi ile durduruldu Moğol istilaları.

5- Çanakkale Müdafaası

Dönemin Ahzab savaşı olan Çanakkale’de de çocuklarını cihat meydanlarına “Gidin, şehit olun lakin Hz. Peygamber’in sancağını yere düşürmeyin” diyerek gönderen anaların ve o çocukların Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem   sevdası kurtardı İslam’ın son kalesini.

Muhammed Emin Yıldırım Hoca sözlerinin sonunda bizlere Enes b. Malik’in 
Radıyallahu Anh naklettiği şu hadisi şerifi aktardı:

“Enes b. Mâlik 
Radıyallahu Anh naklediyor: Bir adam Peygamber’e Sallallahü Aleyhi ve Sellem:

– ‘Yâ Rasûlallah! Kıyamet ne zaman (olacak)?’ diye sordu. O da:
– ‘Sen onun için ne hazırladın?’ buyurdu. O zât:
– ‘Ben kıyamet için çok namaz, çok oruç ve çok sadaka hazırlamadım. Lâkin ben Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyorum.’ dedi. Rasûlullah:
– ‘Sen sevdiklerinle beraber olacaksın.’ buyurdu.”
(Buhâri, Edeb, 96)

Enes b. Mâlik’in, 
Radıyallahu Anh naklettiği bu hadisi kendisine bir kurtuluş müjdesi olarak aldığını aktaran Muhammed Emin Yıldırım Hoca, “Kıyamet kopsa, eğer yüreğinde istenilen oranda sevgi varsa sana korku yok. Bu dünyada o sevgiyi hayatımıza taşıyalım ki, öteki dünyada o sevgi bizlere kurtuluş akçesi olsun.” diyerek sözlerini noktaladı.

Videoyu izlemek için:

18 Mayıs 2017 Perşembe

Cenneti Anlamaya Hayaller Yeter mi?-M.Emin Yıldırım

 M.Emin Yıldırım'ın Öteki Hayat derslerinden notlar:

Sahabe’nin büyük ve önemli simalarından olan Selmân-ı Fârisî Radıyallahu Anh şöyle Şaban ayının Ramazan’a yaslandığı günlerin birinde Hz. Peygamber’in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir hutbe irad ettiğini ve o hutbesine şu cümle ile başladığını bize aktarır: “Ey insanlar! Büyük ve mübarek bir ay yaklaştı, gölgesi başınızın üstüne düştü…”

Arşın gölgesini kazanmak için Ramazan çok ama çok büyük bir fırsattır.

Ümmet-i Muhammed’in bu çağda kalitesi olmadığı için, insanlığın kalitesi yok…

Ümmet-i Muhammed, insanlığın tuzudur. Tuz bozulsa ne olacaksa, bugün olanda odur.

Huzeyfetü’l-Yemânî 
Radıyallahu Anh diyor ki: “Resulullah’ın ashabı, O’na ‘hep en hayırlı amel nedir?’ diye sorarlardı. Ben ise Efendimiz’e hep en şerli amel nedir diye sordum. Çünkü hayır bellidir. Biz şerleri öğrenip ondan geri durmak zorundaydık. Bundan dolayı ben hep şer olanları Efendimiz’den sordum.”

“Sakın şahsiyetsiz insanlardan olmayın! İnsanlar iyi olur, iyilik yaparlarsa, biz de iyi olur, iyilik yaparız; yok onlar zulmederlerse biz de zulmederiz” diyen şahsiyetsizlerden olmayın. Aksine siz kendinizi, insanlar iyi olurlarsa iyi olmaya, kötü olurlarsa, kötü/zalim olmamaya alıştırın/zorlayın!”
(Tirmizî, Birr, 62; Hatîb Tebrîzî, Mişkatü’l-Mesâbîh, III, 1418)

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  kime şahsiyetsiz insan diyor?

1. Yapılan iyiliğe iyilikle, kötülüğe kötülük ile karşılık verene!
2. Yaptığı işleri selim bir niyet ile Allah 
Celle Celaluhu için değil, başka amaçlarla yapana!
3. ‘Herkese seninleyim’ diyerek, hakikatin yanında yer almayana!
4. Taassubu, taklitçiliği ve tecessüsü ahlak olarak edinene!
5. Değersiz olanı değerli ile yüce olanı basit olan ile değiştirene!

Bir gün Abdullah b. Mes’ûd 
Radıyallahu Anh, “Her hangi biriniz sakın imme’a olmasın!” deyince, “imme’a nedir?” diye sormuşlar. O da demiş ki: “Biz cahiliyye devrinde (İslâm öncesinde), çağırılmadığı halde davetlilerin arkasına takılıp ziyafete giden asalaklara “imme’a” derdik. Ama bugün imme’a; dinini, imanını insanların anlayışlarının peşine takan, delil, burhan aramaksızın körü körüne onlara tabi olan yani taassup ve taklitçilik yapan, birde onun bunun özel hayatını merak eden yani tecessüs yapan kişidir.”

Cabir b. Abdullah
Radıyallahu Anh aktarıyor. Diyor ki: “Bir sabah vakti bizler Resulullah’ın etrafından halka olmuş otururken, Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdular ki: “Bugün ben bir rüya gördüm. Rüyamda Cennetteyim. Dolaşırken birden Ebû Talha’nın hanımı Rümeysa ile karşılaştım. Biraz daha yürüdüm, arkadan bir hışırtı, bir ayak sesi duydum! Bu kimin ayak sesleri dedim. Bilal’in dediler. Biraz daha dolaştım. Avlusunda bir cariye bulunan muhteşem bir köşk gördüm. “Bu kime ait?” dedim. “Ömer İbnu’l-Hattab’ındır” dediler, içine girip bakmayı arzu ettim. Ancak Ömer’in kıskanç olduğunu hatırladım ve geri döndüm.” Bunlar anlatılırken gözlerinden yaşlar boşandı Hz. Ömer’in ve dedi ki: “Sana karşı da mı kıskanç olacağım ey Allah’ın Resulü!” (Buhari, Ta’bir, 31, 32, Bed’ü’l-Halk, 9, Fezailu’l-Ashab, 19, Nikâh, 107; Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 21

“Abdullah ne güzel bir adamdır; ahh bir de gece namazı kılsa!”

Bu rivayeti anlatan gerek İmam Nâfî, gerek Abdullah b. Ömer’in oğlu Salim diyor ki: “O günden sonra Abdullah bir daha gece namazını bırakmadı ve gecelerini çok az uykuda geçirdi.”

Ebû Hureyre
Radıyallahu Anh aktarıyor, diyor ki: “Resulullah’ın etrafında oturmuştuk, Allah Resulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem bize Cennet’ten bahsediyordu. Bir ara dedi ki: “Bir adam cennette ziraat yapmak için Rabbinden izin isteyecek. Rabbi ona diyecek ki: ‘Sen arzuladığın hâl üzerine değil misin?’ O da şöyle diyecek: ‘Evet. Fakat ben ziraatı seviyorum.’ diyecek. Ona izin verilecek, hemen tohum ekecek bir anda ekin verecek, büyüyecek, harmanı yapılıp, dağlar gibi mahsul yığılacak… Rab Teâla ona: “Ey Âdemoğlu! Senin gözün doymaz ama al bakalım bunu buyuracak…”

Ebû Hureyre 
Radıyallahu Anh diyor ki, biraz sessizlik oldu, herkes sevindi, ama sonra Âdemoğlu’nun kanaatsizliği üzerinde tefekkür oluştu. Tam esnada bir Bedevi dedi ki: “Ya Resulullah! O cennette ziraat isteyen kişi ya Kureyş’tendir, yada Ensar’dandır. Çünkü onlar çiftçidir. Biz değiliz, ben olsam Cennet’te yan gelip yatmayı isterim, ne işim var, ziraatla uğraşmaya!” dedi. Ebû Hureyre diyor ki: “Bu sözler, öyle bir Resulullah’ın hoşuna gitti ki, azı dişleri görünene kadar güldü, o güldü, bizde güldük!” (Buhari, Tevhid, 38)

“Ya Resulullah! Cennet’te kılıç var mı?” Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem : “Evet, var dedi ve başladı Cennet kılıçlarını vasfetmeye!”

Bir diğeri bu sefer: “Ya Resulullah! Cennette at var mı?” diye sordu. Aleyhissalatu vesselam da: “Allah Teâla seni cennete koyduğu takdirde, kızıl yakuttan bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin her yere uçuracaktır.” buyurdular. Bunun üzerine diğer biri de: “Ya Resulullah! Peki, Cennette deve var mı?” diye sordu. Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem 
baktı ki soruların ardı arkası kesilmeyecek, bunun üzerine dedi ki: “Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır.” (Tirmizi, Cennet, 11)

“… Orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet/zevk aldığı her şey vardır. Ve siz orada süresiz kalacaksınız.” (Zuhruf, 43/71)

“… Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istediğiniz her şey de sizindir.” (Fussilet, 41/31)

“… Onlar nefislerinin arzuladığı (sayısız nimet) içinde ebedi kalıcıdırlar.”
(Enbiya, 21/102)

Ebû Hureyre diyor ki: Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdular ki: “Yüce Allah, ‘Ben salih kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hayal bile edemeyeceği nimetler hazırladım!’ buyurdu.” (Buhari, Bed’ü’l-Halk, 8)

“Cennet hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hayal bile edemeyeceği bir nimetler yurdudur!”

“Cennetteki nimetlerden bir tırnağın taşıyabileceği kadar az bir şey dünyaya gösterilmiş olsaydı gökler ve yeryüzü her tarafıyla süs içerisinde kalırdı. Cennetliklerden bir kişi dünyaya bir baksa ve bileziklerinden biri dünyaya görünse, güneşin yıldızların ışığını silip süpürdüğü gibi o da güneşin ışığını silip süpürürdü.”
(Tirmizi, Sıfatü’l-Cennet, 7)

Cennetliklerin Özellikleri Nelerdir?


1. Meleklerin dostluğu ve selamlaşmaları her daim onları sevindirecek. (Fussilet, 30-32)
2. Yüreklerinde kin, nefret, haset ve her türlü kötü duygu tamamen sökülüp atılacak. (Hicr, 45-48)
3. Dostları ile oturup, dünyadaki hatıralarını konuşup, sevinecekler. (Vakıa, 15, 16)
4. Kalplerinde tarifi mümkün olmayan bir sükûnet ve bir tatmin olacak. (Fecr, 27-30; Hûd, 23)
5. Yaşları ömrün en güzel dönemine sabitlenecek ve asla ihtiyarlık olmayacak. (Vakıa, 35-37)

“Biz Cennet’e girecek kadınları yeniden yaratacağız, (yepyeni bir yaratılışla yaratacağız) onları eşlerine âşık, hep bir yaşıt bakirelere dönüştüreceğiz.”
(Vakıa, 35-37)

Erkeklerin yaşlarını biz hadisten öğreniyoruz. Muaz b. Cebel’in bize aktardığına göre Efendimiz 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır ki: “Cennet ehli cennette, otuz yada otuzüç yaşında sakalsız, kılsız ve gözleri sürmeli olarak girerler.” (Tirmizi, 2545)

6. Yüzleri ay gibi parlayacak ve güzellikleri bakanlara hayranlık verecek. (Abese, 38, 39)
7. Sürekli emniyet halinde, huzur ve güven içerisinde olunacak. (Sebe, 38)
8. Her türlü korkudan ve üzüntüden uzak olarak yaşanılacak. (Araf, 35)
9. Ne bir yorgunluk ne de bir bıkkınlık asla olmayacak. (Fatır, 35)
10. Duaları tesbih ve tenzih, parolaları selam, sözlerinin sonu ise hamd olacak. (Yunus, 10)

“Onların oradaki duası: ‘Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!’ sözleridir. Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise selâmdır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”
(Yunus, 10)

“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Nebi ve Resul olarak Muhammed’den razı oldum, diyen birine Cennet vacip olur.”

“Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için (Cennet’te) ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” (Secde, 32/17)

Sahabe’nin sustuğu yerde susan, felaha erer…

Ashâbü’l-A‘râf’tan kimlerin kastedildiği hususunda da müfessirler farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Bu iddiaların tamamını biz şu şekilde özetleyebiliriz:

1. Âhirette müminlerle kâfirleri yüzlerinden tanıyacak olan melekler.
2. Cennet ve cehennem ehlini birbirinden ayırarak haklarında şahadette bulunacak olan peygamberler, şehidler ve âlimler gibi yüksek şahsiyetler.
3. Cennete veya cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan belli kişiler.
4. Sevapları ve günahları eşit olan müminler

İmam-ı Gazâlî’ye göre A’râf ehli, ehl-i necâttır; Cehennem azabından kurtulmuşlardır…

Cennetin bir mümini özlemesi… Cennet’in nimetlerinin o mümini beklemesi…

“Cennet şu üç kişiye müştaktır; yani üç kişiyi özlemektedir: Ali, Selman ve Ammar!”

Kaf Süresi 32-33. ayet ve Ali İmran Süresi 133-134. ayet…

Videoyu izlemek için:

17 Mayıs 2017 Çarşamba

İnsanlar Nefret Etmesinler (Usanmasınlar) Diye Hz. Peygamber İn Ashabına Vaaz Vermek Ve İlim Öğretmek İçin (Onların İstekli Olduğu) Uygun Zamanları Kollaması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

11. İnsanlar Nefret Etmesinler (Usanmasınlar) Diye Hz. Peygamber'in Ashabına Vaaz Vermek Ve İlim Öğretmek İçin (Onların İstekli Olduğu) Uygun Zamanları Kollaması
68- İbn Mesud 
radıyallahu anh şöyle demiştir: "Hz. Peygamber bizi usandırmak­tan korktuğundan vaaz vermek için (istekli olduğumuz) günleri kollardı.[Hadisin geçtiği diğer yerler:70,6411]

Açıklama

"Kollardı": Bize hatırlatmada bulunmak için uygun vakitleri gözetirdi, bizim sıkılmamamız için bunu her gün yapmazdı.

Hadisten Çıkan Sonuçlar

Bu hadisten şu sonuçlar çıkmaktadır:

Salih amellerden bir müddet sonra usanma korkusu sebebiyle salih amele ara vermek müstehaptır. Amelde devamlılık aslında dince güzel görülen bir şey olmakla birlikte bu iki kısımdır:

a) Herhangi bir zorlanma olmaksızın her gün yapmak,

b) Gün aşırı veya haftada bir yaparak ameli işleme gününde daha dinç olabilmek için ara verilen günde dinlenmek. Bu, durumlara ve kişilere göre deği­şir. Bu konuda ölçü, kişinin dinç olmasının da dikkate alınması ile birlikte amele duyulan ihtiyaçtır. Bazı âlimler bu konudaki hadisten, belirli bir vakitte sürekli nafile kılarak bunu revatip (düzenli) nafilelere benzetmenin mekruh olduğu so­nucunu çıkarmışlardır. İmam Mâlik'ten bu konuda benzer ifadeler gelmiştir.

69- Enes 
radıyallahu anh, Hz.Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

"Kolaylaştırın,zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin".(Hadisin geçtiği diğer yer:6125)

Açıklama


" Zorlaştırmayın": Bu söz aslında "kolaylaştırın" sözcüğünün gerektirdiği hususu açık olarak pekiştirmek için söylenmiştir.Nevevi şöyle demiştir: Hz.Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem sadece "kolaylaştırın" dese idi, bir kere kolaylık gösterdiği halde birkaç kez zorluk gösteren kişi de bu emre uymuş sayılabilirdi. Oysa tüm durumlarda zorluğu ortadan kaldırmak için "zorlaştırmayın" ifadesini de söylemiştir.

"Müjdeleyin": Öğretimin başında korkutma, kötü bir şeyi haber verme nefreti gerektirdiğinden, "müjdeleyin" sözcüğünün karşılığı olarak "nefret ettirmeyin" denilmiştir. Bu sözden "yeni Müslüman olmuş kişinin kalbini İslam'a ısındırın,daha işin başında ona şiddetli davranmayın" anlamına gelir. Günahı engelleme durumunda da günahkar kişinin bunu kabul etmesi için insanın yumuşak davranması gerekir. İlim öğretiminin de aynı şekilde tedrice riayet ederek yapılması gerekir. Çünkü bir şey başlangıçta kolay olursa buna başlayan kişi bunu sever, sevinçle karşılar, sonuçta da çoğunlukla bu durum artar. Zıddı ise böyle değildir. Doğrusunu Allah bilir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

15 Mayıs 2017 Pazartesi

İlim Söz Ve Amelden Önce Gelir

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

10. İlim Söz Ve Amelden Önce Gelir

Çünkü
"Bil ki: Allah'tan başka ilah yoktur [Muhammed,19] âyetinde Yüce Allah ilim ile başlamıştır. Ayrıca âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır, onlar İlmi miras olarak alırlar. Kim ilmi alırsa büyük bir pay almıştır. Kim ilim talebi için bir yola girerse Allah onun cennete doğru yolunu kolaylaştırır.

Yüce Allah:

"Allah'tan kulları içinde (hakkıyla) ancak âlimler korkar" [Fâtır,28],


"(Bu örnekleri) yalnızca âlimler akıl eder."[Ankebut,43],

"(Kafirler dediler ki): Eğer işitseydik veya aklımızı kullansaydık şimdi alevli cehennemin halkından olmazdık."[Mülk,10]

"De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" [Zümer,9] buyurmuştur.

Hz. Peygamber de 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem: "Allah kimin için hayır dilerse onu dinde fakîh/anlayış sahibi kılar" buyurmuştur. İlim ancak taallümledir (Öğrenmeye çalışmakla elde edilir).

Ebû Zer şöyle demiştir: (Ensesini işaret ederek) "Şuraya kılıcı koysanız, ben daha başımı kesmenizden önce Hz. Peygamber'den 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem duydu­ğum bir hadisi iletebileceğimi bilsem bunu yaparım."

İbn Abbas şöyle demiştir: (Ayette yer alan) "Rabbaniler olun" [Âl-i İmran,79] ifadesi "hakîm ve fakîh olun" anlamına gelir. Büyüğünden önce küçük bilgi ile insanları terbiye eden kişiye "Rabbani" denir.

Konu başlığı ile ilgili olarak İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: Bununla Buhârî söz ve amelin sahih olması için ilmin şart olduğunu kasdetmiştir. Söz ve amel ancak ilimle muteber olur. Bu yüzden ilim ikisinden de önce gelir. Çünkü ilim, ameli sahih hale getiren niyeti düzeltmektedir. "Amel olmadan ilmin yararı olmaz" sözünden ilmin değerinin düşürüldüğü ve ilim talebi konusunda hafiflik gösterildiği anlaşılmasın diye Buhârî buna dikkat çekmiştir.

"Yüce Allah ilimle başlamıştır": Yani âyette Yüce Allah önce "Bil ki: Allah'tan başka ilah yoktur" demiş ardından da "günahların için istiğfar et" buyurmuştur. Ayette Hz. Peygamber'e hitap edilmişse de bu, onun ümmetini de kapsar. Süfyan b. Uyeyne bu âyeti ilmin faziletine delil getirmiştir. Nitekim Ebû Nuaym'ın el-Hilye adlı eserinde onun hayat hikayesini anlattığı bölümde Rebi' b. Nâfi yoluyla aktardığına göre Süfyan bu âyeti okumuş, sonra şöyle de­miştir: "Görmez misin ki Yüce Allah "bil ki" diyerek ilimle başlamış, sonra da ameli emretmiştir?"

"Kim ilim talebi için bir yola girerse": Dinî ilimleri tahsile götüren az çok bü­tün yollar buna dahildir.

"Allah cennete giden yolu ona kolaylaştırır": Bunu âhirette yapar. Yahut dünyada insanı cennete götürecek ameller işlemeye muvaffak kılar. Bu, ilim ta­lep eden kişiye bunun kolaylaştırılacağını müjdelemektedir. Çünkü ilim talep et­mek, insanı cennete götüren yollardandır.

"Allah'tan (hakkıyla) ancak âlimler korkar: Allah'tan ancak onun kudreti ve hakimiyetini bilenler yani âlimler hakkıyla korkar. Bu yorum İbn Abbas'a aittir.

"Eğer işitseydik veya aklımızı kullansaydık alevli cehennem halkından ol­mazdık": "Kavrayan ve anlayan kişinin dinlemesi gibi dinleseydik, temyiz eden kişinin akletmesi gibi akletseydik böyle olmazdık". Bunlar ilim ehlinin özellikleri­dir. Bu şu anlama gelir: "Eğer ilim ehlinden olsaydık, bize gerekli olan şeyi bilir, ona uygun amel yapar ve kurtuluşa ererdik".

"Allah kimin için hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar": Hadisin aslın­da yer alan "fıkıh" kelimesi anlayış demektir. Nitekim Yüce Allah "hiçbir sözü an­lamıyorlar âyetinde de fıkıh kelimesini bu anlamda kullanmıştır. Fıkıhtan kasıt, dini hükümleri bilmektir.

"İlim ancak taallümle (öğrenmeye çalışmakla) elde edilir": Muteber olan ilim, yalnızca peygamberlerden ve onların mirasçılarından öğrenme yolu ile elde edilen ilimdir.

Ebû Zer'in yukarıdaki sözü senedi ile birlikte Dârimî'nin Sünen'i ve diğer ki­taplarda yer almıştır. Evzâî'nin, Ebû Kesîr (Mâlik b. Mersed)'den onun da baba­sından rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: Ebû Zer, Mina'da şeytan taşlama yerindeki orta Cemre'nin yanında otururken onun yanına geldim. İnsanlar etra­fında toplanmışlar kendisine fetva soruyorlardı. Bir adam gelerek onun yanında durdu ve ona "Senin fetva vermen yasaklanmadı mı?" diye sordu. Ebû Zer başını kaldırarak ona baktı ve "Sen benim başımda gözetleyen misin?" diye sordu. Daha sonra da şöyle dedi: Ensesini işaret ederek Şuraya kılıcı koysanız, ben başımı kesmenizden önce Hz. Peygamberden duyduğum bir hadisi iletebilece-ğimi bilsem bunu yaparım". Bu hadis bu yolla rivayet edilmiştir. Orada belirtildiğine göre Ebû Zer'le konuşan kişi Kureyş kabilesinden idi. Ebû Zer'in fetva vermesini yasaklayan da Hz. Osman idi. Bunun sebebi şu olaydır: Ebû Zer, Şam'da iken Muaviye ile "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yo­lunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azapla müjdele [Et-Tevbe,34] âyeti hakkında görüş ayrılığına düştüler. Muaviye bu âyetin yalnızca ehl-i kitap (Ya­hudi ve Hristiyanlar) hakkında indirildiğini söylerken, Ebû Zer hem onlar hem de biz Müslümanlar için indirildiğini söyledi. Muaviye bir mektupla durumu Hz. Osman'a bildirdi, Hz. Osman, Ebû Zer'e bu konuda haber gönderdi. Aralarında Ebû Zer'in Medine'den taşınmasını gerektirecek bir tartışma geçti. Ebû Zer Rebeze'ye yerleşerek vefat edinceye kadar burada kaldı. Bunu Nesâî rivayet etmiştir. Bu, devlet başkanı fetva vermeyi yasakladığında Ebû Zer'in ona itaat etmeyi uygun görmediğini göstermektedir. Çünkü o, yukarıda da geçtiği üzere Hz Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem tebliğ konusundaki emri gereğince bunun gerekli olduğunu kabul ediyordu. Yine o muhtemeldir ki bildiği bir konuda bil­giyi gizleyen kişi hakkında söz konusu olan tehdit edici ifadeleri de biliyordu. Bu konu, Hz.Ali'nin Hz. Osman ile aralarında geçen konuşma ile ilgili olarak daha sonra gelecektir. Ebû Zer'in yukarıdaki sözü, ölüm kendisine yaklaşsa bile her halükârda bildiği şeyi başkalarına nakledeceği ve bundan geri durmayacağı anlamına gelir. Bu, ilim öğrenmeye, bu konuda zorluklara katlanmaya ve sevap elde etmek için sıkıntılara sabretmeye teşvik etmektedir.

Rabbânîlik Kavramı

İbn Abbas "Rabbânî" sözcüğünü hakîm ve fakîh şeklinde tefsir etmiştir. İbn Mesud da bu konuda ona katılmıştır.

Özetle söylemek gerekirse bu sözcükteki nisbetin Rabb'e mi, terbiyeye mi yapıldığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Buna göre terbiye, ilim öğ­retmek; Buharî'nin aktardığına göre ise bunu öğrenmektir. "İlmin küçüğü"nden maksat, ilmî konulardan açık olanlar, "büyüğü"nden maksat ise ilmin incelikle­ridir. Bir görüşe göre bundan maksat "Rabbani, insanlara ilmin temel meselele­rinden önce cüziyyatını öğretir" veya "köklerinden önce dallarını öğretir", "maks­atlarından önce mukaddimelerini öğretir" demektir. İbnü'l-A'rabî şöyle demiştir: 'Bir kimse; bilen, öğreten ve uygulayan olmadıkça ona rabbânî denmez".


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Hüküm Allah’a ait ise fıkıh ne işe yarar-Faruk Beşer

Kur'an-ı Kerim'de pek çok ayette hükmün sadece Allah'a ait olduğu bildirilir. Bunun anlamı sırf hukuki konulardaki hüküm müdür? İlgili ayetlere bakıldığında öyle olmadığı anlaşılıyor. Aksine her konuda hüküm O'na aittir. 'Yaratan O ise emretme de O'nun hakkıdır'. Neyin nasıl yaratılacağı, nasıl yaşayacağı, kimin nasıl inanacağı, hakların nasıl dağıtılacağı, canlı cansız her şeyin geçireceği evreler, sonunda da insanların görecekleri ceza ya da mükâfatın ne olacağı konularında hüküm hep Allah'ındır. O ne derse o olur, O ne istiyorsa o olmalıdır. Yani bu anlamda hükmün bir cebri, bir de iradi olanı vardır. Tabiat kanunları dediğimiz hükümler zaten O'nun yaratmasıyladır, yani bu konuda O'nun hükmünün cari olması zorunludur, cebridir, hiçbir şey yaradılış gayesinin dışına çıkamaz. İnsanın insanla ve diğer varlıklarla olacak iradi ilişkileri de O'nun isteğine/hükmüne uygun olmalıdır. Ancak buna uymama iradesi de verilmiştir.

Yani Allah'a ait olan hüküm sadece bugün 'hukuki' denen alandaki hüküm değildir. Ahlakın da iyisine kötüsüne O hükmeder. İman da öyle. Zaten bu açıdan bakıldığında 'İslam Hukuku' tabiri modern ve yabancı kalır. Yani bu tabirin kendisi bile İslami değildir. İslam hukuku, fıkhın tam karşılığı olamaz. Çünkü fıkıh, bugün hukuk denen düzenlemeleri de içermekle beraber ahlaktan ve imandan ayrı düşünülemez. Hukuki alanlar için daha çok 'şeriat' tabiri kullanılır olsa da, şeriat dahi salt hukuk demek değildir.

Peki fıkhı, sadece bugünkü hukuki düzenlemelere tekabül eden yönüyle düşündüğümüzde Allah'ın mutlak hâkim olmasını, yani hükmün sadece O'na ait olmasını nasıl anlayacağız? Çünkü hukuki alanlarda birbirinden farklı binlerce içtihat vardır ve içtihatlar beşeri anlamalardır. Zamanla da değişebilirler. Sonra kural olarak içtihat zorunlu/kesin bilgi ifade etmez. O halde beşer içtihatlarından oluşan bir “hukuk” sistemine nasıl 'Allah'ın hukuku' denebilir? Ya da bazılarının dediği gibi İslam hukuku yüzde seksen oranında beşeri hukuktur demek doğru olur mu?

Önce buna 'Allah'ın hukuku' değil, fıkıh dendiğini bir kez daha hatırlatalım. Zaten kelime anlamıyla 'fıkıh' da anlama demektir. Kıyamete kadar olacak olan her şeyin, her eylemin tek tek hükmü bildirilmiş olamayacağına göre, bunların kahir ekseriyetinin hükmünün Allah'ın muradına uygun olanının bulunup anlaşılması beşere bırakılmış demektir. Yani prensip, hiçbir hükmün Allah'ın muradına aykırı olamayacağıdır. Bu uygunluğu bulmaya çalışacak olan ise beşerdir. Bu hem ona verilen bir yetki, hem de onun imtihan konusudur.

Mutlak hüküm Allah'a ait olmakla beraber O peygamberlerine ve kitabını anlayanlara da kendi hükmünü anlayıp uygulama anlamında hüküm yetkisi vermiştir. Mesela “Biz Yahya'ya daha çocukken hüküm verdik” (Meryem 12), “Yusuf rüştüne erişince ona hüküm verdik” (Yusuf 22) buyurur. Diğer peygamberlere de hüküm yetkisi verdiğini söyler. Müminlerin anlaşamadıkları hususlarda Peygamber'e, ulül-emre, ya da hükmü bilebilecek olanlara gitmelerini ister (Nisa 83). Anlaşmazlığa düşen karı kocanın aralarını bulması için her iki taraftan birer hakem edinilmesini emreder (Nisa 35). Müminlerin aralarında çıkan ihtilaflarda Peygamber'i hakem tayin edip, onun hükmüne kayıtsız şartsız boyun eğmeleri gerektiğini söyler (Nisa 65). “Eğer bilmiyorsanız, ilmiyle amel eden âlimlere sorun” (Nahl 43; Enbiya 7) buyurur. Yani 'hüküm Allah'a aittir' ama onu bulabilecek olanlar bu vasıflardaki beşerdir.

O halde fıkhın yüzde sekseni, beşeri içtihatlardır denmesi, bunlar Allah'ın muradına rağmen söylenmiş sözlerdir demek değildir. Bir müçtehidin, ben burada Allah'ın muradının, ya da O'nun vereceği hükmün bu olduğu kanaatindeyim demesidir. Ve bunu söyleyenler de sıradan insanlar değil, müçtehitlerdir. Ne var ki, bir içtihadın Allah'ın muradını tutturamamış olması mümkündür ve bu sebeple de içtihatlar sürekli değişebilir. Ta ki, vahyin insandaki temsilcisi olan akla sürekli görev çıkmış olsun ve o hiç boş kalmasın...

Yazının tamamı için:


http://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/hukum-allaha-ait-ise-fikih-ne-ise-yarar-2037370