Bismillahirrahmanirrahim
Tarihte birtakım alimler ve ekoller arasında ihtilaflar ve tartışmalar cereyan ettiğini hepimiz biliriz. Bu ihtilaf ve tartışmaları aynen devam ettirmek, bazı alimlerimizi bir konudaki görüşünden dolayı mahkûm etmek, ya da onlar arasında “hakemlik” yapmaya soyunmak doğru bir tavır olabilir mi? Bize muazzam bir irfan ve ilim mirası bırakan geçmiş alimlere karşı edebli olmak büyük bir vazife. Ve o mirası anlayacak, yaşatacak ve insanlığa anlatacak nesilleri yetiştirmemek de büyük bir vebal.
İslâm alimlerinin yüzyıllar süren kesintisiz bir çaba neticesinde oluşturup, bize “emanet” olarak intikal ettirdikleri devasa bir ilmî miras ile karşı karşıya bulunuyoruz. Kütüphanelerimiz, islâmî ilimlerin her dalında kaleme alınmış binlerce cilt eserle dolu. Böyle “muhteşem” ve bir o kadar da “ağır” bir yükün altından şu ana kadar alnımızın akıyla kalkabildiğimizi ileri sürmenin mümkün olmadığını söylesek, acaba meseleyi abarttığımızı düşünenler çıkar mı?
Böyle düşünenler için biz şimdiden tedbirimizi alalım ve niçin bu kanaatte olduğumuzu izah etmeye çalışalım:
Tarihte olduğu gibi günümüzde de islâmî anlayış ve “tarz” bakımından birbirinden farklılıklar arz eden kesimler bulunduğunu biliyoruz ve hemen hepimiz bu türlü kesimlerle bir şekilde temas etmişizdir. Gerek İslâm dünyasında, gerekse ülkemizde farklı isimlerle anılan bu kesimlerin, itikadî meselelerden fıkhî konulara, siyasetten gündelik hayatın çeşitli veçhelerine kadar pek çok konuda bir yöntem, tavır ve anlayış farklılığı içinde bulunduğunu inkâr edemiyorsak ve de bu kesimlerin hepsi anlayışlarını tarihten devraldığımız ilmî miras üzerine bina ettiğini söylüyorsa, yukarıda söylediklerimizde haksız sayılmamamız gerekiyor...
Bu nasıl bir mirastır ki, vârisleri, ona dayandırdıklarını söyledikleri bir ayrışmayı sonuna kadar yaşıyor ve onu böyle bir “hasımlaşma”nın gerekçesi olarak yaşatıyorlar? Ya bu miras bizatihi bir ayrışmanın ürünü, ya da biz onu yanlış okuyoruz. Üçüncü bir seçenek yok...
İHTİLAFLARLA ZENGİNLEŞEN İLİM
Bilindiği gibi İslâm ilim tarihi, büyük ölçüde bir “ihtilaflar” ve “reddiyeler” tarihidir. Bu cümledeki “büyük ölçüde” ifadesinin altını çizerek, yazıya girişi oluşturan paragrafın mutlak manada alınmaması gerektiğini peşinen belirtelim.
Kaynakların zikrettiğine göre İmam Ebu Hanife rh.a., Asr-ı Saadet döneminin gazalarından çıkarılan fıkhî hükümleri (ganimet dağıtımı, fethedilen toprakların ve ahalisinin fıkhî bakımdan tabi olacağı hükümler vs.) ihtiva eden ve erken dönemlerde “siyer” olarak adlandırılan bir eser yazmıştır. (Bu kelimenin “biyografi” ya da “kronolojik tarih” anlamında kullanılması nisbeten daha geç dönemlere ait bir olgudur.) Çağdaşı Şam fakihi İmam Evzaî bu eseri görünce ona bir reddiye yazmış ve meseleleri kendi bakış açısı doğrultusunda değerlendirmiş; ardından İmam Ebu Yusuf da onun bu yazdıklarına bir reddiye ile mukabele etmiş, nihayet ondan sonra İmam Şafiî rh.a. de her üç çalışmaya bir reddiye yazmıştır.
Keza İmam Şafiî’nin el-Ümm’ünün özellikle son kısımlarını oluşturan kitaplar hemen tamamen ihtilaflı görüşlerin zikri ve bunlar arasında yaptığı tercihlerden oluşmaktadır. (Kitâbu me’htelefe fîhi Ebû Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, İhtilâfu Alî ve Abdullah b. Mes’ûd, İhtilâfu Mâlik ve’ş-Şâfi’î, Hilâfu İbn Abbâs...)
Hatta bu durum sadece farklı mezhepler arasında yaşanmakla kalmamış, aynı mezhebe mensup ulema da birbirlerinin görüşlerini tenkit ederek, ilmî faaliyetin gerektirdiği geniş yüreklilik ve cesaretle kendi bakış açılarını ortaya koymuşlardır. Söz gelimi Hanefî mezhebinde “Tabakâtu’l-Fukaha” türünden eserler yazarak mezhep alimlerinin ilmî derecelerini tesbit etmeye çalışanlar, Mutlak Müctehid tabakasından başlayarak aşağıya doğru Mezhepte Müctehid, Meselede Müctehid, Ashab-ı Tahriç, Ashab-ı Temyiz, Ashab-ı Tercih... şeklinde hiyerarşik bir sıralama belirlemişlerdir.
Bunlar içinde özellikle son iki sırada zikrettiklerimiz, Müctehid sıfatını taşıyan alimlerin ihtilaflı görüşleri arasından muhtelif kriterlere göre tercihler yaparak mezhepte fetvaya esas olan görüşü (“müfta bih” kavli) ortaya koyarlar.
Bu durum, aynı mezhebe mensup ulemanın görüşleri arasında bile ihtilafların mevcut olduğunun en canlı şahididir.
Aynı şeyi, “Ehl-i Sünnet-i Âmme” dediğimiz, hicri 4. asırdan itibaren yaşamış olan Akaid/Kelam alimlerinin görüşleri için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Ehl-i Sünnet dediğimiz ana gövdeyi oluşturan iki büyük Kelam ekolünün (Maturidiler ve Eş’ariler) görüş ayrılığına düştüğü meselelerin adedi konusunda (alimlerin değişik itibarlarına göre) 15 ila 50 rakamları verilmektedir.
Öyleyse muhtelif mezhepler arasında ihtilaflı görüşler bulunması gayet tabiidir ve “Edebu’l-İhtilaf”, “Esbabu’l-İhtilaf” başlıklı kitaplarda bu türlü konularda nasıl bir bakış açısına sahip olmamız gerektiği uzun uzadıya anlatılmaktadır.
Esasen “müsademe-i efkârdan barika-i hakikat zuhur eder” (ihtilaflı fikirlerin çarpışmasından hakikat şimşeği çıkar) sözü, ihtilafın bizatihi “kötü” ve sakınılması gereken bir olgu olmadığını ifade etmektedir.
Burada temel mesele şudur: İhtilafı nereye kadar normal ve meşru görebiliriz?
MEŞRU İHTİLAF, SAKINDIRILAN “HİLAF”
İki önceki paragrafta zikrettiğimiz başlıklarla kaleme alınan kitapların bazılarında, her ikisi de aynı kökten türemiş olan “ihtilaf” ve “hilaf“ kavramlarının farklı anlamlara geldiği, birincinin “meşru” görüş ayrılıklarını, ikincinin ise “gayri meşru” görüş ayrılığını ifade ettiği söylenmiştir.
Bu ayrımı kabul ederek konuşacak olursak, söylememiz gereken şudur: İhtilaf, farklı görüşleri benimsemenin normal, hatta kimi durumlarda “kaçınılmaz” olduğu fıkhî alana ilişkindir. Gerek Usul-i Fıkıh bahislerinde, gerekse fer’î meselelerde müşahede ettiğimiz görüş ayrılıkları böyledir. Hilaf ise hakkında delalet ve sübut bakımından kesin nasslar bulunan, dolayısıyla üzerinde icma edilmiş olan fıkhî konularla, itikadî meselelerdeki görüş ayrılığını anlatır.
Küçük bir azınlığı istisna tutarak söylersek, ulema, hem Kur’an ve Sünnet’e dayanarak, hem de aklî delilleri kullanarak ilk gruba giren ihtilafların meşruiyetini ortaya koymuş, bu alandaki ihtilafın Ümmet için bir rahmet ve genişlik kaynağı olduğunu vurgulamıştır. İkinci gruba giren “hilaf” ise şiddetle men edilmiştir. Zira bir meselede bütün Ümmet’in alimlerinin yanıldığını ve sadece (icmaya muhalefet eden) bir tek kişinin doğruya isabet ettiğini söylemek aklen ve adeten mümkün değildir. Hele bu mesele itikadî alan ile ilgiliyse, burada daha bir hassas davranmak ve ahiretimizi riske düşürebilecek böyle bir noktada Sevad-ı Azam’dan (ana gövdeyi oluşturan büyük kitleden, Ehl-i Sünnet’ten) ayrılmamaya azami dikkat göstermek gerekir.
KIBLE EHLİ TEKFİR EDİLMEZ
Buraya kadar söylediklerimize herhalde itiraz edilmeyecektir.
Peki herhangi bir alim, itikadî bir konuda Ehl-i Sünnet’in iki büyük koluna aykırı düşen bir görüş benimserse ve üstelik Ehl-i Sünnet’in görüşü budur derse durum ne olacak?
İşte şimdi “mayınlı” bir alana girmiş bulunuyoruz.
Önce Ehl-i Sünnet’i diğer itikadî ve kelamî fırkalardan ayıran temel özelliklerden birisini hatırlayalım: “Ehl-i kıble tekfir edilmez.” Bu ilkenin açılımı, “zaruriyyat-ı diniyyeyi (dinin temel sabitelerini) inkâr etmedikçe ehl-i kıble küfürle suçlanamaz” şeklinde yapılır.
Bu kriteri bakış açımızın temeli yaparak tarihe baktığımızda, önümüze çıkan manzara şudur: Ehl-i Sünnet alimleri, itikadî konularda kendilerine muhalefet edenleri hemen tekfir etmemiş (küfre düşmekle suçlamamış), onlar hakkında “ehl-i bid’at” tabirini kullanmayı tercih etmiştir. Elbette ehl-i bid’at fırkalar içinde aşırı görüşleri sebebiyle küfre düşenler de olmuştur; ancak bunlar büyük bir özenle diğerlerinden ayıklanmıştır. Bir diğer deyişle, itikadî fırkaların durumu hakkında genellemeler yapmak yerine bu fırkalar içindeki fertlerin tek tek görüşleri üzerinde durulmuş ve küfre düşenlerle diğerlerinin birbirine karıştırılması böylece engellenmiştir.
Hadis alimlerinin, senet ve ravi kritiği yaparken benimsediği şu ilke de konumuz açısından son derece önemlidir: Ehl-i bid’at fırkalardan herhangi birisine mensup bir ravi eğer görüşlerinde küfre düşmemiş ve bid’at mezhebine, propagandasını yapacak derecede taassupla bağlanmamışsa, onun naklettiği rivayetler -Usul-i Hadis kitaplarında anlatılan diğer kıstaslara da uymak şartıyla- kabul edilir.
Bütün bunlar bize şunu göstermektedir: Bir kimse bazı görüşlerinde Ehl-i Sünnet’ten ayrılmış ise, o kimseyi hemen tekfir etmek doğru değildir. Eğer o görüşlerinde ayet ve hadislerden, Sahabe ve Selef’in tavırlarından, Arap dilinden... belli temellere (tevil yoluyla da olsa) dayanıyorsa, burada doğru olan şöyle düşünmektir: Bu kimse Ehl-i Sünnet yolundan ayrılmakla hata etmiş ve bid’at bir yola sapmıştır. Ancak bu görüşleri, dinin temel sabitelerini (zaruriyyat-ı diniyye) inkâr noktasına varmadıkça kendisini küfürle itham etmek doğru değildir.
Hele bir de bu kişi, Ehl-i Sünnet’e mensup olduğunu söylüyorsa ve doğru yolun bu yol olduğunu vurguluyorsa burada daha bir hassas davranmak zorundayız.
KİMİ NEREDEN KOVABİLİRİZ?
“Hatasız dost arayan dostsuz kalır” sözünün ifade ettiği gerçeği bu yazının ana fikrine rahatlıkla oturtabiliriz. Eğer hatasız bir alim arıyorsak enerjimizi boşa sarf ediyoruz demektir.
Tarih içinde alimler arasında cereyan etmiş olan anlaşmazlıklar ve görüş ayrılıkları bugünün müslümanına “tarafgirlik” olarak yansıyacak olursa, bunun doğuracağı (bölünme, parçalanma, hatta kin ve nefret gibi) olumsuz sonuçlar yine bize zarar verecektir.
Tarihte kalması gereken ayrışmaları bugün de yaşatacak olursak, sözgelimi imanın kavil ve amel olduğunu, dolayısıyla amelin imandan bir parça olduğunu ve amelin azlığına-çokluğuna göre artıp eksileceğini söyleyen Ehl-i Hadis’i hangi vadiye sürgün edeceğiz?! O Ehl-i Hadis ki, Allah Rasulü s.a.v.’in hadislerini kılı kırk yaran bir titizlikle derleyip toplamış ve bize kadar nebevî bir emanet olarak aktarmışlardır.
Bununla birlikte, imanın kalp ile tasdik ve dil ile ikrardan ibaret olduğu, dolayısıyla artıp eksilmesinin söz konusu olamayacağı görüşünü benimseyenlerden (yani, bilahare ağırlıklı olarak Ehl-i Sünnet’in Maturidiyye kolunun temsil ettiği görüşleri benimseyen ravilerden) gelen rivayetleri eserine almamayı bir iftihar vesilesi olarak söyleyen ve Hadis ilminde “İmamu’d-dünya” lakabını üzerinde hakkıyla taşımış olan İmam Buharî rh.a.’in, sıhhatin zirvesindeki el-Câmiu’s-Sahîh’ini yasaklayalım mı?
Yine o İmam Buhârî’dir ki, (Nesâî gibi başka birçok muhaddisin yaptığı gibi) yeryüzünde yaşayan müslümanlar’ın yarısının (bazı alimlere göre 3’te 2’sinin) benimsediği mezhebin imamı olan İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’yi (ve daha başka Hanefî imamları) cerhetmiş, hadiste güvenilir kimseler olmadıklarını söylemiştir!
Yine İmam-ı A’zam ve diğer birçok Hanefî imam hakkında pek ağır ifadeler kullanmış olan el-Hatîbu’l-Bağdâdî’yi, sırf bu tavrı yüzünden çizginin dışına itip, kıymetli eserlerinden istifadeden kendimizi mahrum etmek ne kadar doğrudur?
Hadis ilminin önemli bir alt disiplini olan cerh-ta’dil (ravilerin durumunu inceleyen ilim dalı) sahasının önemli isimlerinden Ebû Zür’a er-Râzî’yi, Tasavvuf yolunun önderlerinden el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî’yi cerhederek, kitapları hakkında “Bunlar bid’at ve dalalet kitaplarıdır” dediği için;
İmam Ahmed b. Hanbel rh.a’i, yanındakileri el-Muhasibî’nin meclisinde oturmaktan sakındırdığı için hangi cezaya çarptırmalıyız?
Ya da Mevlânâ Celaleddin-i Rumî’nin Mesnevî’sinde dinî hükümlere aykırı pek çok şey bulunduğunu söyleyen Hanefî mezhebinin büyük Fıkıh ve Hadis alimi Bedruddîn el-Aynî’nin; veya bazı eserlerinde, Sufiyye’den olduğu söylenen birtakım kimseler hakkında sert ifadeler kullandığı için Zehebî’nin kitaplarını yakalım mı?
İbn Teymiyye’nin ve talebesi İbnu’l-Kayyım’ın Muhyiddin b. Arabî k.s. ve Tasavvuf yolunun diğer bazı büyükleri konusundaki tutumları veya bazı itikadî konulardaki görüşleri de aynı zaviyeden değerlendirilmelidir.
İLMİN KIYMETİNİ BİLMEK
Bu ve benzeri durumlarda takınılacak tavır şu iki şekilden birisi olabilir:
“Bu görüş yanlıştır. Ama bu, söz konusu kişinin diğer görüşlerini de terketmemizi gerektirmez” diyebiliriz;
Ya da “Madem ki bu konuda hayatî bir yanlış yapmıştır, öyleyse biz de bu sözün sahibini (başka hususlarda ne kadar doğru ve isabetli görüşlere sahip olursa olsun) terketmeliyiz” şeklinde bir tavır benimseyebiliriz.
Bize göre bu tavırlardan ilki doğrudur. Bu tavrı benimsememizin iki sebebi var:
1. Bir kimsenin herhangi bir konuda yanlışa düşmüş olması, diğer konularda söylediği şeylerin tümünün yanlış ya da değersiz olmasını gerektirmez. Bir konuda hata yapan bir kimse, başka konularda da otomatik olarak yanlış yapar diye düşünmeyi hatalı buluruz.
2. Eğer söz konusu kişinin ilmî seviyesi bizden kat kat fazla ise, sırf bir konuda yanlış yapmıştır diye kendimizi, onun başka konularda söylediği doğrulardan mahrum etmeyi yanlış bulur ve şöyle düşünürüz: Onun dile getirdiği doğrulara bizim ihtiyacımız var. İhlâs ve samimiyetle yürüttüğü ilmî faaliyetler meyanında içine düştüğü bir hata için onu bütünüyle dışlamak ne bize, ne de müslüman kardeşlerimize bir fayda sağlar.
Bunu söylerken, o şahsın muteber ulema tarafından yanlışlığı tescil edilmiş görüşlerine dikkat çekmeyi de bir görev biliriz. “Şu konulardaki kanaati ulema tarafından yanlış bulunmuştur. Bu görüşlere dikkat edin. Fakat diğer konulardaki değerli ilmî mesaisinden de istifadeden geri durmayın” deriz.
NETİCE-İ KELAM
Ümmet-i Muhammed’in alimleri arasında tarih boyunca süregelmiş birtakım ihtilaf ve anlaşmazlıklar bulunduğunu inkâr edemeyeceğimize ve esasen buna gerek de olmadığına göre yapmamız gereken şudur:
“Hikmet müminin yitiğidir; onu nerede bulursa alır” hükmü gereğince, doğruyu nerede bulursak almalıyız. Değil mi ki İmam Gazalî rh.a. felsefecilerin yanlış görüşlerini çürütmek için felsefî metotlar kullanmış ve Yunan felsefesinin mahsulü olan Mantık ilmini Usul-i Fıkıh ilmi ile mezcetmiştir?! (Onun, “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz” sözünü hatırlayalım.)
Öyleyse tarihte birtakım alimler ve ekoller arasında cereyan etmiş tartışmaları bugün aynen devam ettirmek ve hatta onlar arasında “hakemlik” yapmaya soyunmaktansa, bu tartışmalardan bugün bizim için hayırlı ve faydalı olan hususları seçip ayıklayarak, bunlardan alacağımız ilhamla İslâm dünyasının ve insanlık aleminin yaşamakta olduğu sancı ve buhranlara çözümler sunmalıyız.
Yukarıda bazılarının isimlerini vererek kimi görüşlerini aktardığım alimlerin hepsi “bizim”dir. Onların burada birkaçını zikrettiğimiz görüş ve tavırlarına katılmamakla birlikte, diğer pek çok hususta ortaya koydukları doğruları alıp yaşatmak da mümkün, sırf yukarıdaki görüşleri benimsemişlerdir diye kendilerini kökten dışlayıp hayatın ve hatta İslâm’ın dışına çıktıklarını ilan etmek de.
Bu tavırlardan ilkini benimsersek, hem kendimizi ve tüm insanlığı o doğrulardan mahrum etmemiş, hem de o alimlere karşı vefa borcumuzu ödemiş oluruz.
Kaldı ki, onları dışlama hakkına sahip olabilmek için, en azından onlardan kalan boşluğu dolduracak insanlar yetiştirmiş olmak gerekmez mi?
M. Hafızoğlu
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR