“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Allahü teâlânın kullarına olan ihsânları ve teklifleri, herkese eşit değildir. Meselâ, bâzı mü'min kullarına zenginlik verir, ona hac yapmasını emreder. Bâzı mü'min kullarına fakîrlik verip, ona hac yapmasını emretmez. Kimine, güç, kuvvet ve sıhhat verip, oruç tutmasını emreder. Kuvveti ve sıhhati müsâit, uygun olmayanların da sonra tutmalarına izin verir. Kimi kullarına nisâp miktârı, zenginlik ölçüsüne ulaşacak kadar mal ihsân edip, zekât vermelerini ve fakîr olan akrabâlarının nafakalarına yardım etmelerini emreder. Kimi kullarına da fakîrlik verip, zekât alacak hâlde bırakır. Bütün bunlar Allahü teâlânın adâlet-i ilâhiyyesine tam muvafıktır, uygundur.
Allahü teâlâ, kimi kullarına çok ihsân eder. Onlar da ni'mete şükredip, şükredenler derecesine kavuşurlar. Kimi kullarına da, az ihsân eder. Onlar da sabrederler, sabredenler derecesine ulaşırlar. Allahü teâlâ, hiçbir kulunun amelini zâyi etmez, boşa çıkarmaz. Herkes yaptığının karşılığını alır. Allahü teâlâ, zerre kadar iyilik yapana, karşılığını verecektir. Kimsenin iyiliği karşılıksız kalmayacaktır. Zilzâl sûresinin 6, 7, ve 8. âyetlerinde meâlen;
(O gün, insanlar amellerinin karşılığını görmek için, fırka fırka hesâp yerine giderler. Kim zerre miktârı kadar hayır işlemiş ise, onun mükâfatını görür. Kim de zerre miktârı bir kötülük işlemiş ise, onun cezâsını görecektir) buyurulmuştur.
Mü'min ve kâfir herkes kıyâmette, dünyâda yapmış olduklarını görür. Zerre kadar iyilik eden iyiliğinin karşılığını bulacaktır. Hadîs-i şerîfte;
(Allahü teâlâ, iyilik edenlere, karşılığını elbette verecektir) buyuruldu.
Bir gün seyyid Emîr Külâl hazretleri, sevenlerine hitaben buyurur ki:
"Ey dostlarım, Nefsinizin isteklerini terk ediniz ki, âhirette utanıp, mahcûp olmayasanız. Eğer şükrederseniz, Allahü teâlâ size her istediğinizi ihsân eder. Bu dünyâda ne yaparsak, âhirette onun karşılığını bulacağız."
Vüheyb bin Verd hazretlerine;
-Ölümden bahseder misiniz? diye arz edilince, onlara;
-Bir insan vefât edince, dünyâda amelini yazmakla vazifeli iki melek onunla berâber olur. O kimsenin amelleri iyi ise, o melekler kendisine derler ki:
"Allahü teâlâ sana büyük hayırlar versin. Biz senin yanında bulunmakla çok rahatız. Dünyâda hayırlı ameller işledin. Şimdi de hayırlı şeylere kavuştun."
Sonra melekler bunun rûhunu semâvât, gök ehli ile tanıştırırlar. Onlar da onu tebrik edip;
"Allahü teâlâ, kavuşmuş olduğun bu nîmetleri mubârek etsin" derler.
Dünyâda hep kötülük işleyen kimse de vefât edince, dünyâda iken onun amellerini yazan iki melek yine onunla berâber olur. Fakat o, kötü amellerinin karşılığı olarak azâb görmekte olduğundan, onun yanında olmakla rahatsız olurlar ve derler ki:
"Sen, burada dünyâda yaptığın kötülüklerin karşılığını görüyorsun."
Sonra melekler onu kötü amelli kimse diye tanıtırlar. Diğerleri de bundan tiksinirler. Oraya hep kötülük işleyerek gelmiş olan kimse, bu karşılaştığı hâle çok üzülür, yaptığı kötülüklere çok pişman olur. Tekrar dünyâya gelip sâlih ameller işlemek ister. Lâkin, artık bu pişmanlık ona fayda vermez, buyurur...
Muhammed bin Ka'b el-Kurezî hazretlerinden; (Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlemişse onu görür) meâlindeki Zilzâl sûresinin 7 ve 8. âyet-i kerîmelerinin tefsiri sorulunca buyurur ki:
"Kâfir olan bir kimse hayırdan zerre miktarı bir iş yapsa karşılığını dünyâdan ayrılmadan önce kendisinde veya ehlinde veya malında bulur. Karşılığını dünyâda görmesi kendisi için bir hayır değildir.
Mümin kişi de şerden, kötülükten zerre miktarı bir iş yapsa, âhirete gitmeden onun cezâsını kendisinde, ehlinde ve malında görür. Böyle olması kendisi için şer değildir."
Netice olarak Allahü teâlâ, herkese, ne yapmış ise, çalışmasının, tercihinin karşılığını elbette verir. Herkes istediğini yapar, yaptıklarının karşılığını da bulur. Erginlik çağına ulaşmış, aklı başında olan her erkek ve kadın, yaptıklarından, tercihlerinden, kendisi sorumludur, dünyâda da, âhırette de bunların karşılığını görür...
Dinimiz İslam
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
25 Temmuz 2014 Cuma
24 Temmuz 2014 Perşembe
ŞİFA AYETLERİ
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Hastaya okunan şeyler ya Kur’an ayetleri olmalı ya da hadisi şeriflerde okunması tavsiye edilen dualar olmalıdır. Birtakım rumuzlar, tılsımlarla okuma olmaz.
Hasta üzerine okunup tesiri olan belli başlı ayetler şunlardır:
Fatiha sûresi,
Bakara sûresinin ilk bölümü,
Ayet’el Kürsi,
Bakara sûresinin sonu,
Haşr sûresinin sonu,
Kalem sûresinin 51. ayeti,
İhlas, Felak, Nâs sûreleri.
Fatiha sûresi
1- Bismillahirrahmânirrahîm.
2- Elhamdü lillâhi rabbil'alemin
3- Errahmânir'rahim
4- Mâliki yevmiddin
5- İyyâke na'budü ve iyyâke neste'în
6- İhdinessırâtel müstakîm
7- Sırâtellezine en'amte aleyhim ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn
Anlamı
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
2,3,4- Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur.
5- (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
6,7- Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.
3. “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz” dediler.
4. Ve dediler “işittik ve itâat ettik, magfiretini (gufranını) dileriz, rabbimiz dönüsümüz sanadir.”
Anlamı
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
Allah'dan başka hiç bir ilah yoktur. O, daima yaşayan, daima duran,
bütün varlıkları ayakta tutandır. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku.
Göklerdeki ve yerdeki herşey O'nundur. O'nun izni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine! Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.
Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.
O'nun hükümdarlığı, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Her ikisini görüp gözetmek,
ona bir ağırlık da vermez. O, çok yüce, çok büyüktür.
3. O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
2. Yarattığı şeylerin şerrinden,
3. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4. Ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ,
5. Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!
Anlamı
1. De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
2. İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine),
3. İnsanların İlâhına.
4. O sinsi vesvesenin şerrinden,
5. O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler)fısıldar.
6. Gerek cinlerden,gerek insanlardan(olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım!
1-“Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.”(Tevbe Sûresi. 14-15)
Meali: (Allah mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.)
2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ızatun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.”Yûnus Sûresi: 57,
Meali: (Ey İnsanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.)
3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muhtelifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.” Nahl Sûresi: 69,
Meali: (Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”)
4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.” İsrâ Sûresi: 82.
Meali: (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiriyoruz.”
5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.”Şuarâ Sûresi: 80,
Meali: (Hastalandığımda bana şifâ veren Allah’tır.”
6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.” Fussilet Sûresi: 44.
Meali: (De ki: Kur’ân, inananlar için hidayet ve şifadır.)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:
1-“Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’lbe’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.”Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107.
(Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifa ver! Şifa veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifa ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.)
2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.”
(Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifa dilerim. Allah sana şifa versin. Allah’ın adıyla sana şifa dilerim.) - Tirmizî, Cenâiz, 972.
3-''Es'elüllahel'aziyme, Rabbel'arşil' aziymi, en yeşfiyke.'' Bu dua hakkında Yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ''Bir kimse, eceli gelmemiş bir hastaya bu duayı (7) kere okusa, o hasta şifa bulur.''
(Ebu Davud,Cenaiz:12,no:3106,2/204)
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Hastaya okunan şeyler ya Kur’an ayetleri olmalı ya da hadisi şeriflerde okunması tavsiye edilen dualar olmalıdır. Birtakım rumuzlar, tılsımlarla okuma olmaz.
Fatiha sûresi,
Bakara sûresinin ilk bölümü,
Ayet’el Kürsi,
Bakara sûresinin sonu,
Haşr sûresinin sonu,
Kalem sûresinin 51. ayeti,
İhlas, Felak, Nâs sûreleri.
Fatiha sûresi
1- Bismillahirrahmânirrahîm.
2- Elhamdü lillâhi rabbil'alemin
3- Errahmânir'rahim
4- Mâliki yevmiddin
5- İyyâke na'budü ve iyyâke neste'în
6- İhdinessırâtel müstakîm
7- Sırâtellezine en'amte aleyhim ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn
Anlamı
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
2,3,4- Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur.
5- (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
6,7- Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.
BAKARA SÛRESİNİN İlk 5 Ayeti
Bismillâhirrahmânirrahîm
1- Elif, Lam Mim.
2- Zalikel Kitabu Lareybe Fihi. Hüdenlil Müttekin.
3- Ellezine Yü’Minune Bil Gaybi Ve Yukimunesselate Ve Mimma Rezaknahüm Yunfikun.
4- Vellezine Yü’Minune Bima Unzile İleyke Ve Ma Unzile Min Kablike Ve Bil Ahireti Hüm Yukinun.
5- Ulaike Ala Hüden Min Rabbihim Ve Ulaike Hüm-Ül Muflihun.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1- Elif, Lam Mim.
2- Zalikel Kitabu Lareybe Fihi. Hüdenlil Müttekin.
3- Ellezine Yü’Minune Bil Gaybi Ve Yukimunesselate Ve Mimma Rezaknahüm Yunfikun.
4- Vellezine Yü’Minune Bima Unzile İleyke Ve Ma Unzile Min Kablike Ve Bil Ahireti Hüm Yukinun.
5- Ulaike Ala Hüden Min Rabbihim Ve Ulaike Hüm-Ül Muflihun.
Anlamı
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
1. Elif Lâm Mîm.
2. Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.
3. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.
4. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.
5. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.
2. Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.
3. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.
4. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.
5. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.
Bakara Suresi 285. Ayeti
1. Amener resûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihî vel mü’minûn.
2. Küllün âmene billâhi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusulih;
3. lâ nuferriku beyne ahadin min rusulih.
4. Ve kâlu, semi’na ve etâ’na, gufraneke rabbena ve ileykel masiyr.
1. Amener resûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihî vel mü’minûn.
2. Küllün âmene billâhi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusulih;
3. lâ nuferriku beyne ahadin min rusulih.
4. Ve kâlu, semi’na ve etâ’na, gufraneke rabbena ve ileykel masiyr.
Anlamı
1. Rasûl, rabbinden kendisine inzâl olana (indirilene) iman etti. Hepsi de (mü’minlerin), iman ettiler,
2. Allâh’a; meleklerine; kitaplarina; resûllerine de iman ettiler3. “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz” dediler.
4. Ve dediler “işittik ve itâat ettik, magfiretini (gufranını) dileriz, rabbimiz dönüsümüz sanadir.”
Bakara Suresi 286. Ayeti
1. Lâ yukellifullahu nefsen illâ vüs’aha,
2. leha ma kesebet ve aleyha mektesebet.
3. Rabbena lâ tuahizna innesiyna ev ahta’na.
4. Rabbena ve lâ tahmil aleyna isran kemâ hameltehu alelleziyne min kablina.
5. Rabbenâ ve lâ tuhammilna ma lâ tâkate lena bih.
6. Va’fuanna, vagfirlena, verhamna.
7. Ente mevlâna, fensurna alel kavmil kâfiriyn.
1. Lâ yukellifullahu nefsen illâ vüs’aha,
2. leha ma kesebet ve aleyha mektesebet.
3. Rabbena lâ tuahizna innesiyna ev ahta’na.
4. Rabbena ve lâ tahmil aleyna isran kemâ hameltehu alelleziyne min kablina.
5. Rabbenâ ve lâ tuhammilna ma lâ tâkate lena bih.
6. Va’fuanna, vagfirlena, verhamna.
7. Ente mevlâna, fensurna alel kavmil kâfiriyn.
Anlamı
1. Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.
2. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır.
3.(Şöyle diyerek dua ediniz): “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!
4. Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme.
5. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!
6. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı!
7. Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”
AYET-EL KÜRSİ (Bakara Sûresi, 255. Ayet)
Bismillahirrahmânirrahîm.
Allâhü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm, lâ te’huzühu sinetün velâ nevm, lehu mâ fissemâvâti ve ma fil’ard. Men zellezî yeşfeu indehû illâ bi’iznih, ya’lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bi’şey’in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel ard, velâ yeûdühû hıfzuhümâ ve hüvel aliyyül azîm.
Allâhü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm, lâ te’huzühu sinetün velâ nevm, lehu mâ fissemâvâti ve ma fil’ard. Men zellezî yeşfeu indehû illâ bi’iznih, ya’lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bi’şey’in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel ard, velâ yeûdühû hıfzuhümâ ve hüvel aliyyül azîm.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
Allah'dan başka hiç bir ilah yoktur. O, daima yaşayan, daima duran,
bütün varlıkları ayakta tutandır. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku.
Göklerdeki ve yerdeki herşey O'nundur. O'nun izni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine! Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.
Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.
O'nun hükümdarlığı, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Her ikisini görüp gözetmek,
ona bir ağırlık da vermez. O, çok yüce, çok büyüktür.
Haşr sûresinin son 3 ayeti
Bismillahirrahmanirrahim
1. Huvallahullezi le ilehe illa hu alimulgaybi veşşehedeti huverrahmanurrahim.
2. Huvallahullezi la ilahe illa huve el melikul kuddusus selamul mu’minul muheyminul ‘aziyzul cebbarul mutekebbir. Subhanallahi ‘amma yuşrikun.
3. Huvallahul halikul bariul musavviru lehul esmaul husna yusebbihu lehu ma fis semavati vel’ard. Ve huvel’azizulhakim.
Bismillahirrahmanirrahim
1. Huvallahullezi le ilehe illa hu alimulgaybi veşşehedeti huverrahmanurrahim.
2. Huvallahullezi la ilahe illa huve el melikul kuddusus selamul mu’minul muheyminul ‘aziyzul cebbarul mutekebbir. Subhanallahi ‘amma yuşrikun.
3. Huvallahul halikul bariul musavviru lehul esmaul husna yusebbihu lehu ma fis semavati vel’ard. Ve huvel’azizulhakim.
Anlamı
1. O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.
2. O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.3. O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Kalem sûresinin 51. ayeti
Ve in yekâdullezîne keferû le yuzlikûneke bi ebsârihim lemmâ semiûz zikra ve yekûlûne innehu le mecnûn(mecnûnun).
Ve in yekâdullezîne keferû le yuzlikûneke bi ebsârihim lemmâ semiûz zikra ve yekûlûne innehu le mecnûn(mecnûnun).
Anlamı
Şüphesiz inkâr edenler Zikr’i (Kur’an’ı) duydukları zaman neredeyse seni gözleriyle devirecekler. (Senin için,) “Hiç şüphe yok o bir delidir” diyorlar.
İHLAS SURESİ
Kul hüvellâhü ehad. Allâhüssamed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekün lehû küfüven ehad.
Kul hüvellâhü ehad. Allâhüssamed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekün lehû küfüven ehad.
Anlamı
(Ey Muhammed!) De ki: O Allah bir tektir. Allah her şeyden müstağni ve her şey O'na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir.
FELAK SURESİ
Kul e'ûzü birabbilfelak. Min şerri mâ halak. Ve min şerri ğasikın izâ vekab. Ve min şerrinneffâsâti fil'ukad. Ve min şerri hâsidin izâ hased.
Kul e'ûzü birabbilfelak. Min şerri mâ halak. Ve min şerri ğasikın izâ vekab. Ve min şerrinneffâsâti fil'ukad. Ve min şerri hâsidin izâ hased.
Anlamı
1. De ki:"Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım,2. Yarattığı şeylerin şerrinden,
3. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4. Ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ,
5. Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!
NÂS SURESİ
Kul e'ûzü birabbinnâsi. Melikinnâsi. İlâhinnâs. Min şerrilvesvâsilhannâs. Ellezî yüvesvisü fî sudûrinnâsi. Minelcinneti vennâs.Anlamı
1. De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
2. İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine),
3. İnsanların İlâhına.
4. O sinsi vesvesenin şerrinden,
5. O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler)fısıldar.
6. Gerek cinlerden,gerek insanlardan(olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım!
1-“Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.”(Tevbe Sûresi. 14-15)
Meali: (Allah mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.)
2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ızatun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.”Yûnus Sûresi: 57,
Meali: (Ey İnsanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.)
3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muhtelifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.” Nahl Sûresi: 69,
Meali: (Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”)
4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.” İsrâ Sûresi: 82.
Meali: (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiriyoruz.”
5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.”Şuarâ Sûresi: 80,
Meali: (Hastalandığımda bana şifâ veren Allah’tır.”
6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.” Fussilet Sûresi: 44.
Meali: (De ki: Kur’ân, inananlar için hidayet ve şifadır.)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:
1-“Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’lbe’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.”Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107.
(Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifa ver! Şifa veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifa ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.)
2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.”
(Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifa dilerim. Allah sana şifa versin. Allah’ın adıyla sana şifa dilerim.) - Tirmizî, Cenâiz, 972.
3-''Es'elüllahel'aziyme, Rabbel'arşil' aziymi, en yeşfiyke.'' Bu dua hakkında Yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ''Bir kimse, eceli gelmemiş bir hastaya bu duayı (7) kere okusa, o hasta şifa bulur.''
(Ebu Davud,Cenaiz:12,no:3106,2/204)
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
18 Temmuz 2014 Cuma
***BUGÜN DE BAŞKA BİR HEDİYE!!
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Bugün cuma hem de Ramazan ayındaki bir cuma.Yani yapacağımız bir hayır katlanarak bize geri dönecek inşallah.Bu sebepten bu günü en güzel şekilde değerlendirebiliriz belki. Gelin bugün de
Ölmüş yakınlarımızın günahlarına,yapamadıkları ibadetlerine kefaret olarak bir miktar sadaka verelim.
Yaradanımız cc o yüce merhametiyle muamele eder ve bağışlar inşallah.Onları da bizi de.
Allah cc kabul etsin.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Bugün cuma hem de Ramazan ayındaki bir cuma.Yani yapacağımız bir hayır katlanarak bize geri dönecek inşallah.Bu sebepten bu günü en güzel şekilde değerlendirebiliriz belki. Gelin bugün de
Ölmüş yakınlarımızın günahlarına,yapamadıkları ibadetlerine kefaret olarak bir miktar sadaka verelim.
Yaradanımız cc o yüce merhametiyle muamele eder ve bağışlar inşallah.Onları da bizi de.
Allah cc kabul etsin.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
30 Haziran 2014 Pazartesi
***RABBİMLE ARAMDAKİ SIR
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Oruç kulun Rabbine sunduğu en özel amelidir. Rabbinizle aranızdaki bir sır gibi. Zaten sevgili peygamberimizde sas buyur muyor mu? “Cenab-ı Hak buyurdu ki ‘Kulumun her ibadetinin sevabı bellidir, ama oruç ibadetinin sevabını zatımdan başka kimse bilemez. Zira kulum oruç tutarak sırf benim için dünyevi istek ve arzularını terk etti. Ben de bunun ödülünü mahşer günü açıklayacağım’”. Sırrı korumanın ödülüne bakar mısınız? Demek ki sadece Mevla ile paylaşırsan O da Peygamberine dahi açıklamadığı, sana özel mükafatını sadece seninle paylaşıyor.
Alimler demişler ki;Mizanda kul haklarını öderken aldığımız tüm zekat,namaz,hac gibi ibadet sevaplarını hakkına girdiğimiz kişilere vereceğiz ne yazık ki ama Rabbim cc bir tek oruç ibadetini kendine saklıyacak ve asla onu kimseye vermiyecek.Çünkü o aramızdaki "sır" ve onun sevabını bize saklıyacak.Bu ne güzel bir müjde! Demek ki şunu anlamalıyız:Ramazan orucu dışında da kazalarımızı bitirip çokça nafile oruç tutarsak bu "sırrı" korumuş olacağız.Diğer bütün ibadetlerimizi kul hakkına girdiğimiz kişilere versek bile tek bir "oruç" ibadetiyle cennetine girmeyi umabileceğiz inşallah.
Ö.Döngeloğlu
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Oruçla Rabbimiz cc bize, açlığı bizzat tattırıyor ve bir ay boyunca ve bir günün uzunca bir bölümünde imsak ile iftar arası normal zamanda helal olan yiyecek ve içecekleri, sırf Allah rızası için kendi kendimize yasak ederek, fedakarlıkta sınırlarımızı görmemizi sağlıyor.
Bir Müslüman’ın Rabbine karşı samimiyetinin sonucunu en doğru gösteren oruçtur herhalde. Çünkü oruçlu olduğunuzu sadece siz ve Rabbiniz bilirsiniz.
Oruçla Rabbimiz cc bize, açlığı bizzat tattırıyor ve bir ay boyunca ve bir günün uzunca bir bölümünde imsak ile iftar arası normal zamanda helal olan yiyecek ve içecekleri, sırf Allah rızası için kendi kendimize yasak ederek, fedakarlıkta sınırlarımızı görmemizi sağlıyor.
Bir Müslüman’ın Rabbine karşı samimiyetinin sonucunu en doğru gösteren oruçtur herhalde. Çünkü oruçlu olduğunuzu sadece siz ve Rabbiniz bilirsiniz.
Oruç kulun Rabbine sunduğu en özel amelidir. Rabbinizle aranızdaki bir sır gibi. Zaten sevgili peygamberimizde sas buyur muyor mu? “Cenab-ı Hak buyurdu ki ‘Kulumun her ibadetinin sevabı bellidir, ama oruç ibadetinin sevabını zatımdan başka kimse bilemez. Zira kulum oruç tutarak sırf benim için dünyevi istek ve arzularını terk etti. Ben de bunun ödülünü mahşer günü açıklayacağım’”. Sırrı korumanın ödülüne bakar mısınız? Demek ki sadece Mevla ile paylaşırsan O da Peygamberine dahi açıklamadığı, sana özel mükafatını sadece seninle paylaşıyor.
Alimler demişler ki;Mizanda kul haklarını öderken aldığımız tüm zekat,namaz,hac gibi ibadet sevaplarını hakkına girdiğimiz kişilere vereceğiz ne yazık ki ama Rabbim cc bir tek oruç ibadetini kendine saklıyacak ve asla onu kimseye vermiyecek.Çünkü o aramızdaki "sır" ve onun sevabını bize saklıyacak.Bu ne güzel bir müjde! Demek ki şunu anlamalıyız:Ramazan orucu dışında da kazalarımızı bitirip çokça nafile oruç tutarsak bu "sırrı" korumuş olacağız.Diğer bütün ibadetlerimizi kul hakkına girdiğimiz kişilere versek bile tek bir "oruç" ibadetiyle cennetine girmeyi umabileceğiz inşallah.
Ö.Döngeloğlu
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
29 Haziran 2014 Pazar
***ÖZLEMİŞTİM SENİ..HOŞGELDİN!!
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Ve geldin.. Ne kadar özlemiştim seni.Geldin ve kimbilir ne güzellikler,ne hayırlarla geldin...
Aslında Ramazan-ı Şerif insanlığa oruçtan önce Cenab-ı Hakkın son mesajı olan Kuranı-Kerim’i getirmiştir. Zira oruç müminlere hicretin 2. yılında farz kılınmıştır. Oysa Kuran’ın inmeye başlaması, nübüvvetin başlamasıyla eş zamanlıdır. Yani insanlığa son peygamberi hediye olarak getiren kutlu zaman dilimi de yine bu muhterem ay ramazan-ı şerifdir.
Her Ramazan-ı Şerifin gelişi bizleri adeta mübarek kitabımız Kur'an'ın indiği zamana Hira-Nur dağının eteklerine götürür ve diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının, insanlığın incinmiş onurunun iade edildiği ve Hz.Bilallerin, Ammarların, Sümeyyelerin, Zinnurelerin (R.A.) hasretle bekledikleri Resulullah (S.A.V.)’a kavuştukları havayı teneffüs ederiz adeta biz de.
Bismillahirrahmanirrahim
Ve geldin.. Ne kadar özlemiştim seni.Geldin ve kimbilir ne güzellikler,ne hayırlarla geldin...
Aslında Ramazan-ı Şerif insanlığa oruçtan önce Cenab-ı Hakkın son mesajı olan Kuranı-Kerim’i getirmiştir. Zira oruç müminlere hicretin 2. yılında farz kılınmıştır. Oysa Kuran’ın inmeye başlaması, nübüvvetin başlamasıyla eş zamanlıdır. Yani insanlığa son peygamberi hediye olarak getiren kutlu zaman dilimi de yine bu muhterem ay ramazan-ı şerifdir.
Her Ramazan-ı Şerifin gelişi bizleri adeta mübarek kitabımız Kur'an'ın indiği zamana Hira-Nur dağının eteklerine götürür ve diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının, insanlığın incinmiş onurunun iade edildiği ve Hz.Bilallerin, Ammarların, Sümeyyelerin, Zinnurelerin (R.A.) hasretle bekledikleri Resulullah (S.A.V.)’a kavuştukları havayı teneffüs ederiz adeta biz de.
Elbette ki Ramazan-ı Şerifin en belirgin özelliği oruç tutma ayı oluşudur. Oruç tutmak aslında haramlara karşı kulun elini tutmasıdır, dilini tutmasıdır, nefsinin arzularını tutmasıdır, kısacası oruç tutmak kişinin kendini tutmasıdır. İmsakle ağzını kapatan kul, aslında der ki “Ya Rab, işte senin için helal olan yiyecek ve içeceklere, oruçlu iken eşime yaklaşmaya, tüm kötü söz ve fiillere bedenimi kapattım. Nasıl ki iftar, imsakin bir ödülüdür, dünyada bulunuşumuzun ödülünü de cennet eyle…
Hayırlı Ramazanlar..
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Hayırlı Ramazanlar..
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
24 Haziran 2014 Salı
345.KÜÇÜK NOTLARIM (17) Hak mı? Halk mı?
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Âhireti dünyada öne al, ikisini birden kazanırsın. Dünyayı âhiretten öne alacak olursan ikisini de kaybedersin. Ve bu, sana bir ceza olur. Emir almadan nasıl dünya ile uğraşırsın? Dünya ile kalbini meşgul etmezsen, Allah sana yardımcı olur. Başarı ihsanı sana gelir. Bir şey alacak olursan içinde bereket bulunur. İman sahibi, hem dünyası hem de âhireti için çalışır; dünyası ise yalnız sözle olur. İhtiyacı kadar bağlanır ve o kadar alır. Kanaat sahibidir. Bir yolcu ne kadar azık alabilirse, o da o kadar alır. Çok almaz, çünkü yolculuğa mâni olacağına inanır. Cahilin, bilgi yoksulu adamın bütün derdi dünyadır. Bilgi sahibinin, bütün cehdi öbür âlemdir; sonra Mevlâ!
Önünde bulunan bir parça ekmek nasıl yeniyor ve nereden geliyor? Nefsin ona nasıl bakıyor? Onu almak için gayret sarf ediyor mu? Vermeyecek olsan seni yıkıyor mu? Bunlara dikkat et. Nefsini kırmaya güçlü olmalısın.
Hak yolunda doğru olanlar birbirlerini tanırlar. Her biri ayrı ayrı yerlerde olsalar bile, doğruluklarını ve iyiliklerini anlatır ve anlaşırlar.
Ey Hak’tan ve O'nun doğru kullarından kaçan, yüzün halka dönük, Hakk'a şirk koşmaktasın. Bu hâlin ne zamana kadar devam edecek? Onların nasıl yararını bulacaksın? Onların elinden bir şey gelmez; ne zarar, ne de yarar. Ne vermek, ne de almak. Onlarla sair kuru varlık arasında fark yoktur. Bir taşın karşısına geçip korku ve emniyet beklemek iman sahibine yakışmaz.
Şah birdir, güçlüğü bir olan verir, fayda yine O'ndan gelir, hareket ettiren ve durduran O'dur. Sana sataşacak biri varsa yine O'ndan gelir. Emrinde çalışana O gönderir; veren, alan yine O 'dur. Yaratan ve doyuran Allah, Aziz’dir, Celil’dir. O ezelî ve ebedî bir varlıktır. Yaratılmışlardan önce O'nun varlığı vardı. Babanızdan ve ananızdan, güvendiğiniz zenginlerin varlığından önce O gelir. Yer ve semanın, ayrıca onların üstünde ve boşluğunda olan her şeyin yaratanı O'dur. “O'na benzeyen yoktur, bizzat gören ve işiten O'dur.” (eş-Şûrâ, 42/11)
Bildiği ile amel edene Hak tarafından kapı açılır. Bu kapı kalp yönünden açılır; Hakk'a oradan varılır. Bu, bildiği ile iş tutanın hâlidir. Dedikodu ile gününü gün eden, bu hâlden mahrumdur. Sen böyle yaptıkça, bilgini dünya uğruna harcadıkça, eline bir şey girmez. Dıştan iyi görünse bile, içi bozuk olur. Allah, kullarından herhangi birine hayır dilerse bilgi verir; bu bilgiden sonra amel ve ihlâs nasip eder; iyilik verir, kendine yaklaştırır, irfan nasip eder, kalp bilgilerini öğretir, sırları çözdürür. Bunu yalnız o kula yapar. Bu hâlde başkasının iştiraki yoktur. Artık o kul sevilmiştir. Musa Peygamber gibi yalnız Hak varlığın malı olur. Hak Teâlâ, Musa Peygamber’e şöyle buyurdu: “Seni zatım için seçtim.” (Tâhâ, 20/41)
Yani, Benden başkası seni meşgul edemez. Şehvet duyguları, geçici tatlar ve zevkler seni Benden alamaz. Yer ve gök Benim katımda söz sahibi olamazlar. Cennet seni doyuramaz, ateş seni korkutamaz. Mülkün sende kıymeti yoktur, yokluk seni düşündüremez. Hiç bir bağ seni, Benden çekemez. Benden başkası seni meşgul edemez. Herhangi bir şekil seni eğlendiremez ve Bana perde olamaz. Hiç bir yaratığın Bende hakkı yoktur. Tabiî istek ve şahsî duygular burada yer alamaz.
Bismillahirrahmanirrahim
Âhireti dünyada öne al, ikisini birden kazanırsın. Dünyayı âhiretten öne alacak olursan ikisini de kaybedersin. Ve bu, sana bir ceza olur. Emir almadan nasıl dünya ile uğraşırsın? Dünya ile kalbini meşgul etmezsen, Allah sana yardımcı olur. Başarı ihsanı sana gelir. Bir şey alacak olursan içinde bereket bulunur. İman sahibi, hem dünyası hem de âhireti için çalışır; dünyası ise yalnız sözle olur. İhtiyacı kadar bağlanır ve o kadar alır. Kanaat sahibidir. Bir yolcu ne kadar azık alabilirse, o da o kadar alır. Çok almaz, çünkü yolculuğa mâni olacağına inanır. Cahilin, bilgi yoksulu adamın bütün derdi dünyadır. Bilgi sahibinin, bütün cehdi öbür âlemdir; sonra Mevlâ!
Önünde bulunan bir parça ekmek nasıl yeniyor ve nereden geliyor? Nefsin ona nasıl bakıyor? Onu almak için gayret sarf ediyor mu? Vermeyecek olsan seni yıkıyor mu? Bunlara dikkat et. Nefsini kırmaya güçlü olmalısın.
Hak yolunda doğru olanlar birbirlerini tanırlar. Her biri ayrı ayrı yerlerde olsalar bile, doğruluklarını ve iyiliklerini anlatır ve anlaşırlar.
Ey Hak’tan ve O'nun doğru kullarından kaçan, yüzün halka dönük, Hakk'a şirk koşmaktasın. Bu hâlin ne zamana kadar devam edecek? Onların nasıl yararını bulacaksın? Onların elinden bir şey gelmez; ne zarar, ne de yarar. Ne vermek, ne de almak. Onlarla sair kuru varlık arasında fark yoktur. Bir taşın karşısına geçip korku ve emniyet beklemek iman sahibine yakışmaz.
Şah birdir, güçlüğü bir olan verir, fayda yine O'ndan gelir, hareket ettiren ve durduran O'dur. Sana sataşacak biri varsa yine O'ndan gelir. Emrinde çalışana O gönderir; veren, alan yine O 'dur. Yaratan ve doyuran Allah, Aziz’dir, Celil’dir. O ezelî ve ebedî bir varlıktır. Yaratılmışlardan önce O'nun varlığı vardı. Babanızdan ve ananızdan, güvendiğiniz zenginlerin varlığından önce O gelir. Yer ve semanın, ayrıca onların üstünde ve boşluğunda olan her şeyin yaratanı O'dur. “O'na benzeyen yoktur, bizzat gören ve işiten O'dur.” (eş-Şûrâ, 42/11)
Bildiği ile amel edene Hak tarafından kapı açılır. Bu kapı kalp yönünden açılır; Hakk'a oradan varılır. Bu, bildiği ile iş tutanın hâlidir. Dedikodu ile gününü gün eden, bu hâlden mahrumdur. Sen böyle yaptıkça, bilgini dünya uğruna harcadıkça, eline bir şey girmez. Dıştan iyi görünse bile, içi bozuk olur. Allah, kullarından herhangi birine hayır dilerse bilgi verir; bu bilgiden sonra amel ve ihlâs nasip eder; iyilik verir, kendine yaklaştırır, irfan nasip eder, kalp bilgilerini öğretir, sırları çözdürür. Bunu yalnız o kula yapar. Bu hâlde başkasının iştiraki yoktur. Artık o kul sevilmiştir. Musa Peygamber gibi yalnız Hak varlığın malı olur. Hak Teâlâ, Musa Peygamber’e şöyle buyurdu: “Seni zatım için seçtim.” (Tâhâ, 20/41)
Yani, Benden başkası seni meşgul edemez. Şehvet duyguları, geçici tatlar ve zevkler seni Benden alamaz. Yer ve gök Benim katımda söz sahibi olamazlar. Cennet seni doyuramaz, ateş seni korkutamaz. Mülkün sende kıymeti yoktur, yokluk seni düşündüremez. Hiç bir bağ seni, Benden çekemez. Benden başkası seni meşgul edemez. Herhangi bir şekil seni eğlendiremez ve Bana perde olamaz. Hiç bir yaratığın Bende hakkı yoktur. Tabiî istek ve şahsî duygular burada yer alamaz.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
21 Haziran 2014 Cumartesi
344.RABBİMİZİN cc 21.NASİHATI
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
Ölüm senin tüm sırlarını açığa çıkaracak, kıyamet seninle ilgili bütün haberleri verecek ve azap yüzündeki perdeyi yutacaktır.
Bir günah işleyeceğinde, günahın küçüklüğüne değil, onunla kime isyan ettiğine bak! Sana az bir rızk verildiğinde, rızkın azlığına değil, onu sana kimin verdiğine bak!
Küçük günahları hafife alma; çünkü sen Allah'a hangi günahla (affedilmeyecek ve azabı hak edecek) isyanı yaptığını bilemezsin. Benim tuzağımdan emin olma; zira benim imtihanım senin için, bir karıncanın karanlık bir gecede bir kaya üzerindeki yürüyüşünden daha gizlidir. Ey âdemoğlu!
Bir isyan ettiğinde benim gazabımı hatırlayıp günahtan el çektiğin oldu mu?
Bismillahirrahmanirrahim
Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
Ölüm senin tüm sırlarını açığa çıkaracak, kıyamet seninle ilgili bütün haberleri verecek ve azap yüzündeki perdeyi yutacaktır.
Bir günah işleyeceğinde, günahın küçüklüğüne değil, onunla kime isyan ettiğine bak! Sana az bir rızk verildiğinde, rızkın azlığına değil, onu sana kimin verdiğine bak!
Küçük günahları hafife alma; çünkü sen Allah'a hangi günahla (affedilmeyecek ve azabı hak edecek) isyanı yaptığını bilemezsin. Benim tuzağımdan emin olma; zira benim imtihanım senin için, bir karıncanın karanlık bir gecede bir kaya üzerindeki yürüyüşünden daha gizlidir. Ey âdemoğlu!
Bir isyan ettiğinde benim gazabımı hatırlayıp günahtan el çektiğin oldu mu?
Sana emrettiğim gibi farzlarımı yerine getirdin mi?
Miskinlere malından verdin, sana kötülük eden kişiye iyilik ettin mi?
Sana zulmedeni bağışladın mı?
Senden akrabalık bağını koparanla sen ilgilendin mi?
Sana ihanet edene sen insaf ettin mi? Seninle küs olanla konuştun mu?
Çocuğuna edep verdin, komşunu kendinden razı ettin mi?
Âlimlere dinin ve dünyan hakkında sorular sordun mu?
Şüphe yok ki ben, sizin görünüşlerinize ve dış güzelliklerinize bakmam ancak kalplerinize bakarım.(1)
İşte bu sıfatlar kimde varsa ben ondan razı olurum."
(1) Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah (c.c) sizin cisimlerinize ve suretlerinize bakmaz. O ancak kalplerinize bakar (ve sizi ona göre değerlendirir)." Bk. Müslim, Birr; 33, ibn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Han-bel, Müsned, 2/285, 359.
Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
İşte bu sıfatlar kimde varsa ben ondan razı olurum."
(1) Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah (c.c) sizin cisimlerinize ve suretlerinize bakmaz. O ancak kalplerinize bakar (ve sizi ona göre değerlendirir)." Bk. Müslim, Birr; 33, ibn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Han-bel, Müsned, 2/285, 359.
Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
16 Haziran 2014 Pazartesi
343.RABBİMİZİN cc 20.NASİHATİ
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar!
Tedbir gibi güzel geçim, halka zarar vermekten kaçınmak gibi vera', edepten daha yüce bir muhabbet, tövbe gibi şefaatçi, ilim gibi ibadet yoktur.
Yine haşyet gibi dua, sabır gibi zafer, tevfik gibi saadet, akıldan daha güzel bir süs ve hilimden daha cana yakın bir arkadaş yoktur.
Ey Âdemoğlu! Vakitlerini bana ibadet etmeye ayır ki, kalbini zenginlikle doldurayım, rızkını bereketlendireyim ve vücuduna rahatlık vereyim.
Beni zikretmekten gafil olma! Gafil kaldığın takdirde kalbini fakirlikle doldurur, vücudunu yorgun ve halsiz kılar, göğsünü dert ve gama salarım. Ne kadar ömrün kaldığını görebilsen, düşünü kurduğun emellerden gönlünü çekerdin. Ey âdemoğlu! Sana bahşettiğim afiyet sayesinde bana kulluk etmeye güç buldun. Benim özel yardımımla, sana farz kıldığım ibadetleri yerine getirebildin. Benim rızkımı yiyerek bana karşı yaptığın isyana kuvvet buldun. Benim dilememle, istediklerini istiyorsun. Dilediğin her şey benim irademledir. Benim nimetimle ayakta duruyor, oturuyor ve dönüyorsun.
Benim korumam sayesinde geceliyor ve sabahlıyorsun. Benim ihsanım içinde yaşadın ve nimetim içinde dönüp durdun. Verdiğim afiyetle güzelleştin. Lâkin ardından beni unutup başkalarını hatırında tuttun. Neden benim hakkımı ve şükrümü eda etmedin?"
Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar!
Tedbir gibi güzel geçim, halka zarar vermekten kaçınmak gibi vera', edepten daha yüce bir muhabbet, tövbe gibi şefaatçi, ilim gibi ibadet yoktur.
Yine haşyet gibi dua, sabır gibi zafer, tevfik gibi saadet, akıldan daha güzel bir süs ve hilimden daha cana yakın bir arkadaş yoktur.
Ey Âdemoğlu! Vakitlerini bana ibadet etmeye ayır ki, kalbini zenginlikle doldurayım, rızkını bereketlendireyim ve vücuduna rahatlık vereyim.
Beni zikretmekten gafil olma! Gafil kaldığın takdirde kalbini fakirlikle doldurur, vücudunu yorgun ve halsiz kılar, göğsünü dert ve gama salarım. Ne kadar ömrün kaldığını görebilsen, düşünü kurduğun emellerden gönlünü çekerdin. Ey âdemoğlu! Sana bahşettiğim afiyet sayesinde bana kulluk etmeye güç buldun. Benim özel yardımımla, sana farz kıldığım ibadetleri yerine getirebildin. Benim rızkımı yiyerek bana karşı yaptığın isyana kuvvet buldun. Benim dilememle, istediklerini istiyorsun. Dilediğin her şey benim irademledir. Benim nimetimle ayakta duruyor, oturuyor ve dönüyorsun.
Benim korumam sayesinde geceliyor ve sabahlıyorsun. Benim ihsanım içinde yaşadın ve nimetim içinde dönüp durdun. Verdiğim afiyetle güzelleştin. Lâkin ardından beni unutup başkalarını hatırında tuttun. Neden benim hakkımı ve şükrümü eda etmedin?"
Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
13 Haziran 2014 Cuma
342. PEYGAMBERİMİZ sas NELERDEN ALLAH-U TEALA'YA SIĞINIRDI?
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Herkesin korkuları vardır. Ürktüğümüz, olmasın diye içimizden dualarla önünü kesmeye çalıştığımız .
Bazen başarırız. Takdir öyle uygun görür. Bazen dualarımıza rağmen endişelerimizi aşamayız. Tabii ki bütün bu noktalarda tek sığınağımız, dualarımızda yöneleceğimiz yer ve makam yüce Rabb'imizdir. Ondan gayri kimin gücü yeter, güç yetirilemeyen şeylere.
Herkesin kendisine ait özel korku ve endişeleri olabilir. Bunların bir kısmı hepimiz için genel olan korkulardır. Bir kısmı ise kişiye göre değişen özel korkulardır.
Dini hayatımızla ilgili sırları belirleyen Peygamberimiz de yaşamı boyunca bazı endişelerden yüce Allah'a sığınmıştır. O, korkularından güvende olmaya, emin olmaya gayret ederdi. Bunu yaparken "Allah'ım, falan veya filanca şeyden sana sığınırım" diyerek endişelerini sıralardı.
Efendimiz sas nelerden Allah'a sığınırdı:
1- Allah'ım! Hazineleri senin kudretinde olan her türlü hayrı isterim ve hazineleri senin kudretinde olan her şerden sana sığınırım. (Hâkim)
Peygamberimizin sas bu yalvarışı, az cümleyle çok şey anlattığı en güzel yakarışlardandır. Her türlü iyilik de, kötülük de yüce Allah'ın izniyle değil midir? Öyleyse bilmediğimiz her kötülükten O'na sığınmak ve sınırlarını bilmediğimiz her iyilik için de O'na yönelmek en doğru olanı değil mi? Allah cc şerri yaratır, ama şerrin kullanılmasından razı olmaz. İyiliği de yaratır ama iyiliğin kullanılmasından razı olur.
2- Allah'ım! Kötü günden, kötü geceden, kötü saatten, kötü arkadaştan, evimin yakınındaki kötü komşudan sana sığınırım. (Tabarani)
Günün ve gecenin bizatihi kötüsü olmaz. Ama gelecek gece veya gündüzlerin hangisinin kötü şeylere gebe olduğunu sadece yüce Allah bilir. Peygamberimiz sas bu anlamda gece ve gündüzün şerrinden Allah'a sığınmıştır.
3- Allah'ım! Hilekâr dosttan sana sığınırım. O (sözde) dost ki, bana dost bakışıyla bakar! Halbuki kalbiyle her an beni kontrol eder. Benim iyi bir iş yaptığımı görürse onu örter. Benim kötü bir işimi ve hatamı görürse hemen etrafa yayar.
Dostlar üç türlüymüş. Birincisi gerçek vefalı dost: İyi ve kötü günde yanınızda olur, siz yüceldiğinizde sevinir, düştüğünüzde üzülür. İkincisi, menfaat için yanınızda olan dosttur: Vefasızdır. Siz iyi olduğunuzda yanınızdadır, düştüğünüzde uzağınızdadır. Üçüncüsü ise yukarıdaki hadiste anlatılan dosttur: Hilekârdır, münafık ruhludur.
4- Allah'ım! Faydasız ilimden, kabul olmayan amelden, karşılık görmeyen duadan sana sığınırım. (Müslim, Zikr, 73; Ebu Davut, Vitr, 32; Nesai, Daavat, 68; Nesai, İstiaze,13; Müsned, ibn Hibban, Hâkim)
İhlas, yani takva olmazsa gerçek ilmin de, amelin de, duanın da fayda sağlaması mümkün değildir. Bir de faydasız olan ama bazılarınca ilim olarak tarif edilen sihir, kehanet ve büyücülük gibi uğraşlar vardır. Bunlardan da Allah'a sığınmak lazım.
5- Allah'ım! Fakir düşmekten, yoksulluktan, zillete düşmekten sana sığınırım. Allah'ım başkasına zulmetmekten ve başkası tarafından zulme uğramaktan da sana sığınırım. (Ebu Davut, Vitr, 32; Nesai, İstiaze, 14; İbn Mace, Dua, 3; Ahmed, Müsned,2/305)
Hz. Peygamber, zengin değildi. Bazen üç ay boyunca evinde çorba pişmezdi. Yamalı elbise giydiği olurdu. Ama fakirliği övmezdi. Belki, başkasının hakkını yiyerek zengin olmak yerine fakirlik daha iyidir derdi. Bu nedenle de başkasına muhtaç olacak seviyedeki fakirlikten Allah'a sığınacak kadar kaçınırdı.
6- Allah'ım! Beni -gözümü açıp kapatacak kadar- kısa bir an bile nefsimle baş başa bırakma. Bana verdiğin iyi şeyleri benden geri alma.
Nefsinize güvenmeyin. Heva ve heveslerinize aldanmayın. Boş kuruntular peşinde koşmayın. Sonu belli olan bir hayat için kendinizi yitirmeyin.
Evet, bazen insan yönünü kaybediyor. Günahlar dengesini bozuyor. İşte o an "Allah'ım! Sana Peygamberimizin sığındığı gibi sığınırım" demekten başka çare var mı?
N.Hatipoğlu
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Herkesin korkuları vardır. Ürktüğümüz, olmasın diye içimizden dualarla önünü kesmeye çalıştığımız .
Bazen başarırız. Takdir öyle uygun görür. Bazen dualarımıza rağmen endişelerimizi aşamayız. Tabii ki bütün bu noktalarda tek sığınağımız, dualarımızda yöneleceğimiz yer ve makam yüce Rabb'imizdir. Ondan gayri kimin gücü yeter, güç yetirilemeyen şeylere.
Herkesin kendisine ait özel korku ve endişeleri olabilir. Bunların bir kısmı hepimiz için genel olan korkulardır. Bir kısmı ise kişiye göre değişen özel korkulardır.
Dini hayatımızla ilgili sırları belirleyen Peygamberimiz de yaşamı boyunca bazı endişelerden yüce Allah'a sığınmıştır. O, korkularından güvende olmaya, emin olmaya gayret ederdi. Bunu yaparken "Allah'ım, falan veya filanca şeyden sana sığınırım" diyerek endişelerini sıralardı.
Efendimiz sas nelerden Allah'a sığınırdı:
1- Allah'ım! Hazineleri senin kudretinde olan her türlü hayrı isterim ve hazineleri senin kudretinde olan her şerden sana sığınırım. (Hâkim)
Peygamberimizin sas bu yalvarışı, az cümleyle çok şey anlattığı en güzel yakarışlardandır. Her türlü iyilik de, kötülük de yüce Allah'ın izniyle değil midir? Öyleyse bilmediğimiz her kötülükten O'na sığınmak ve sınırlarını bilmediğimiz her iyilik için de O'na yönelmek en doğru olanı değil mi? Allah cc şerri yaratır, ama şerrin kullanılmasından razı olmaz. İyiliği de yaratır ama iyiliğin kullanılmasından razı olur.
2- Allah'ım! Kötü günden, kötü geceden, kötü saatten, kötü arkadaştan, evimin yakınındaki kötü komşudan sana sığınırım. (Tabarani)
Günün ve gecenin bizatihi kötüsü olmaz. Ama gelecek gece veya gündüzlerin hangisinin kötü şeylere gebe olduğunu sadece yüce Allah bilir. Peygamberimiz sas bu anlamda gece ve gündüzün şerrinden Allah'a sığınmıştır.
3- Allah'ım! Hilekâr dosttan sana sığınırım. O (sözde) dost ki, bana dost bakışıyla bakar! Halbuki kalbiyle her an beni kontrol eder. Benim iyi bir iş yaptığımı görürse onu örter. Benim kötü bir işimi ve hatamı görürse hemen etrafa yayar.
Dostlar üç türlüymüş. Birincisi gerçek vefalı dost: İyi ve kötü günde yanınızda olur, siz yüceldiğinizde sevinir, düştüğünüzde üzülür. İkincisi, menfaat için yanınızda olan dosttur: Vefasızdır. Siz iyi olduğunuzda yanınızdadır, düştüğünüzde uzağınızdadır. Üçüncüsü ise yukarıdaki hadiste anlatılan dosttur: Hilekârdır, münafık ruhludur.
4- Allah'ım! Faydasız ilimden, kabul olmayan amelden, karşılık görmeyen duadan sana sığınırım. (Müslim, Zikr, 73; Ebu Davut, Vitr, 32; Nesai, Daavat, 68; Nesai, İstiaze,13; Müsned, ibn Hibban, Hâkim)
İhlas, yani takva olmazsa gerçek ilmin de, amelin de, duanın da fayda sağlaması mümkün değildir. Bir de faydasız olan ama bazılarınca ilim olarak tarif edilen sihir, kehanet ve büyücülük gibi uğraşlar vardır. Bunlardan da Allah'a sığınmak lazım.
5- Allah'ım! Fakir düşmekten, yoksulluktan, zillete düşmekten sana sığınırım. Allah'ım başkasına zulmetmekten ve başkası tarafından zulme uğramaktan da sana sığınırım. (Ebu Davut, Vitr, 32; Nesai, İstiaze, 14; İbn Mace, Dua, 3; Ahmed, Müsned,2/305)
Hz. Peygamber, zengin değildi. Bazen üç ay boyunca evinde çorba pişmezdi. Yamalı elbise giydiği olurdu. Ama fakirliği övmezdi. Belki, başkasının hakkını yiyerek zengin olmak yerine fakirlik daha iyidir derdi. Bu nedenle de başkasına muhtaç olacak seviyedeki fakirlikten Allah'a sığınacak kadar kaçınırdı.
6- Allah'ım! Beni -gözümü açıp kapatacak kadar- kısa bir an bile nefsimle baş başa bırakma. Bana verdiğin iyi şeyleri benden geri alma.
Nefsinize güvenmeyin. Heva ve heveslerinize aldanmayın. Boş kuruntular peşinde koşmayın. Sonu belli olan bir hayat için kendinizi yitirmeyin.
Evet, bazen insan yönünü kaybediyor. Günahlar dengesini bozuyor. İşte o an "Allah'ım! Sana Peygamberimizin sığındığı gibi sığınırım" demekten başka çare var mı?
N.Hatipoğlu
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
10 Haziran 2014 Salı
***HAZİRAN 11-12-13 GÜNLERİ ORUÇLUYUZ!
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler
Ayrıca 11 Haziran Perşembe akşamı berat kandili. Dolayısıyla gündüzünü ve ertesi gününü oruçlu geçirmek güzeldir.
Allah kabul etsin.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler
Yarın(11 Haziran Çarşamba), 12 Haziran Perşembe ve 13 Haziran Cuma günlerini oruçlu geçirmeliler.
Ayrıca 11 Haziran Perşembe akşamı berat kandili. Dolayısıyla gündüzünü ve ertesi gününü oruçlu geçirmek güzeldir.
Allah kabul etsin.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
8 Haziran 2014 Pazar
341.DİN KİMİN EMRİNDE ?
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Dini ve dünyayı batılılar gibi anlama hastalığına tutulalı beri, kimi müslümanların İslâm hakkında tuhaf ve yabancı fikirler üretmeye, şimdiye kadar rastlanmamış yorumlar yapmaya başladığını görüyoruz. Batılıların kendi geçmişlerinde Hz. Musa ve Hz. İsa a.s.'ın tebliğ ettiği dine reva gördüğü muameleye, bugün bir kısım müslümanlar da kendi dinlerini reva görme sevdasındalar.
Bugün Hıristiyanlık hakkında bizzat hıristiyanlar tarafından üretilmiş muhtelif bakış açıları var. Bunun sebebi, dinlerini keyfi yorumların tahribinden koruyacak mekanizmalardan mahrum bırakmış olmaları. Mesela İnciller'in Afrikalılara göre farklı, Avrupalı ve Amerikalılara göre farklı yorumlarından söz edilmektedir. Keza kadınlara ve erkeklere, zencilere ve beyazlara göre değişen İncil yorumları bulunduğunu yine bizzat Batılılar söylüyor. Katolik, Protestan, Ortodoks mezheplerinin İncil yorumları arasındaki farklılıklar zaten malum. Adeta her hıristiyanın kendine mahsus bir Hıristiyanlık anlayışı var.
Bir din nasıl bu hale gelir?
Hayatı kendi istek ve çıkarları doğrultusunda şekillendirme hastalığına müptela olan Batılı insan, nasıl tabiatı, dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, uzayı, hatta diğer insanları, bu arzunun gerçekleşmesi amacıyla kullanılacak birer araç olarak görüyorsa, onun gözünde dinin de bundan farkı yoktur. Ona göre din, insana yine insanın istediği biçimde hizmet etmelidir.
“Her şey bizim için” diyen Batılı insan, İncil'i bunun için tahrif etmiştir. Beşeri arzularına uymayan ilâhi öğretilerin kiminin yerini değiştirmiş, kimini çıkarmış ve yerine kendisine uyan hükümleri koymak suretiyle aslından uzaklaştırmıştır. Bunun üzerine bir de, “ben böyle anlıyorum” keyfiliği eklenince, Kur'an'ın “hevâyı ilâhlaştırmak” dediği durum ortaya çıkmıştır.
Tevrat'ın başına gelenler de bundan farklı değildir. Gerçi Yahudilik “evrensellik” iddiası olmayan, sadece belli bir ırka (İsrailoğulları'na) ait olduğu kabul edilen bir din olması sebebiyle, Hıristiyanlık'ta olduğu kadar fazla sayıda “serbest” yorumun nesnesi olmamış. Fakat Yahudi ve Samirî Tevratları arasında bulunan altı bin civarındaki farklılık ve modernist Yahudilerin din yorumlarının klasik Tevrat yorumları ile taban tabana zıt olması, bu dinin de beşer arzularına göre tahrif edildiğinin en önemli göstergelerindendir.
Müslümanlara ne oldu?
Kutsal kitabı tahrif edilmiş bütün dinlerin başına gelen bu durumu anlamak ve izah etmek mümkündür. Zira dini kendi menfaati doğrultusunda anlamak ve kendisine hizmet ettirmek gayesindeki insan için bunda şaşılacak bir durum yoktur.
Peki, Kur'an her türlü tahrif ve müdahaleye karşı ilâhi koruma altında iken, ona bağlı olduklarını söyleyenler, kendi dinleri ve kitapları hakkında saçma sapan yorumları nasıl normal karşılayabiliyorlar? Nasıl oluyor da Kur'an'da yer almayan, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'den nakledilmeyen, Sahabe'nin tanımadığı ve ilk nesillerin yabancı olduğu bir din telakkisi, kendisine böyle yaygın bir biçimde yer bulabiliyor?
Bu sorunun cevabının izini, çok basit şekliyle, müslümanlara benimsetilmek istenen bir kısım slogan cümlelerde sürebiliriz. Günlük hayatta belki çoğumuzun düşünmeden kullandığı bu kalıpların, zaman içinde din anlayışımızı belirleyen değer yargılarına dönüştüğünü fark etmek, çoğu kimse için ne yazık ki mümkün olmuyor.
Söz gelimi, “İslâm kolaylık dinidir” dediğimiz ve bunu genel bir kaide haline getirdiğimiz zaman, insan için güçlük arzeder gibi görünen her dinî hükmü, bize kolay geleniyle değiştirme yolunda ilk adımı atmış oluruz.
Yahut, “İslam hoşgörü dinidir” gibi bir ifadeyi, sınırsız bir mutlaklık çerçevesinde kabul edip dilden dile yaydığımızda, dinimizin hiçbir olumsuzluğa itiraz etmediği, hiçbir çirkinliği reddedip dışlamadığı gibi bir anlayış, yavaş yavaş kendisine yer bulmaya başlar.
Mecelle'de yer alan “zamanın değişmesiyle hükümler de değişir” maddesi bir başka örnektir. Bu hükmü de herhangi bir kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlaklaştırdığımızda, bütün hükümleri değişime maruz kalan bir dinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Aslında bu örneklerde zikredilen tesbit cümleleri, temel birer dinî prensiptir. Problem şurada ki, bunlar, kendileriyle aynı öneme sahip diğer dinî prensiplerle bir bütün oluşturacak tarzda ele alınmadığı zaman, tek başlarına her türlü art niyetli yoruma zemin teşkil etmektedir.
Dinî hükümlerin özelliği
Vahyin son ve tahriften korunmuş biricik temsilcisi olma hüviyetini kıyamete kadar sürdürecek olan İslâm dininin bütün hüküm ve öğretileri, kendi içinde pek çok sır ve hikmet barındırır.
Modern zamanlarda İslâm'ın insan menfaatlerine ne kadar uygun bir din olduğunu ispatlama gayreti alabildiğine yaygınlaştı. Namaz, oruç gibi ibadetlerin insan sağlığı ve zekât, sadaka gibi ibadetlerin toplumsal hayat üzerindeki olumlu etkileri üzerinde uzun uzun duruluyor. Dinî hükümleri topluma benimsetme maksadıyla yapılan bu yorumlar, ibadetlerin zamanla başka niyet ve maksatlarla yapılmasına yol açabileceği için son derece tehlikelidir. Namaz kılmak üzere hazırlanan bir kimse, “namaz kılmalıyım, çünkü bedenime faydası var” diye düşündüğünde, niyet değiştiği için kıldığı namazın sevabından mahrum kalma tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu durum bütün ibadetler için geçerlidir. Dinimizde niyetin önemi buradan gelmektedir. Buharî'nin, el-Cami'u's-Sahih isimli ünlü eserine, “Niyet hadisi” diye bilinen rivayetle başlaması da bu bakımdan son derece manidardır.
Burada üzerinde durmak istediğimiz asıl nokta, meselenin bir başka veçhesidir. Din bir bütündür ve ancak kendisine teslim olanları kemâle götürür. Mecelle'de “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” (Hakkında açık ve kesin ayet-hadis bulunan meselede şahsî yorum ve içtihad yapılmaz) şeklinde ifade edilen kaidenin de anlattığı gibi, delâleti ve sübutu kesin nasslar dinin özünü oluşturur ve bunlar yoruma kapalıdır. Dinin hedef ve maksatları da, bu nassların bildirdiği hükümler ideal tarzda hayata aktarıldığında gerçekleşir.
Huzura temiz çıkmak
Konuyu bir örnekle açacak olursak; nasıl ki zekâtın zenginlerin malını temizleme özelliği varsa, bir takım suçlara verilen cezaların da temizleme özelliği bulunduğu bir vakıadır. Zekâtı verilmeyen mal/servet nasıl manen kirli ise, bazı günahları işleyen kimseler de, o suçlara verilen cezalar vasıtasıyla temizlenmedikleri sürece manen kirlidirler.
Bu gerçek doğrultusunda şunu söylememiz gerekir: Servet sahipleri, (eda etme şekli, miktarı, zamanı, ödeme yerleri gibi unsurlarıyla) zekâtı iptal edip yerine başka bir şey koymaya kalktığında, servetini temizlemiş olmayacağı gibi, herhangi bir suç işleyen kimse de, dinin öngördüğünden farklı bir muameleye tabi tutulduğunda, o suçun günahından temizlenmiş olmayacaktır.
Mâ'iz b. Mâlik r.a. hadisesini hatırlayın: Kendisi zina ettiği zaman Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e gelmiş ve “Ya Rasulallah, beni temizle!” demişti. Zira biliyordu ki, işlediği suçun/günahın kirinin temizlenmesi ancak İslâm'ın ona tayin ettiği karşılığı görmekle mümkündür. Ve o müstesna şuur haliyle biliyordu ki, ahirete temizlenmiş olarak gitmek, bu dünyada hayatını kirli olarak sürdürmeye bin kere tercih edilir.
Dinimiz, işlenen her günahın bir kir olduğu gerçeğinden hareketle, insanın kalben ve ruhen bir kir yumağı haline gelmemesi için, her günaha karşılık bir temizlenme tarzı öngörmüştür.
Bilhassa “had cezası” dediğimiz cezalar, büyük günahlara karşılık birer temizlenme vasıtası olarak konmuştur. Hayatını, yüzü ahirete dönük olarak yaşayan mümin için bu büyük bir şanstır.
Hilafeti döneminde Hz. Ömer r.a.'a içki içen birisi getirilmişti. Hastalıktan ayakta duracak takati olmayan bu suçluya ceza vermek istediğinde, orada bulunanlar şöyle dediler: “Ey Müminlerin Emiri! Bu adam zaten hasta. Eğer ona şimdi ceza verirsen ölebilir. Cezasını iyileşene kadar ertelesen?”
Bu teklife Hz. Ömer r.a. şöyle karşılık verdi: “Sorumluluğunu taşıdığım insanların ahirete temizlenmemiş olarak gitmesinin hesabını verememekten korkarım. Eğer cezasını çekerken ölürse, ahirete temizlenmiş olarak gidecektir ki bu hem kendisi, hem de benim için en hayırlı olandır.”
Kim kimi kandırıyor?
Dinî hükümleri maslahat, zamanın değişmesi, kolaylaştırma gibi bahanelerin ardına sığınarak hevâlarına göre değiştirmek isteyenler, suç ve günahların oluşturduğu kiri ve uhrevî cezayı küçümseyen bir gaflet haline düşmüşlerdir.
Yahudilerin zina etmiş bir yahudiyi Efendimiz s.a.v.'e getirerek cezasını vermesini istediklerini anlatan rivayet, pek çok hadis kaynağında yer almıştır. Ebu Davud ve daha başka hadis imamlarının bu olay hakkında zikrettiği bir detay konumuz açısından önemlidir: Buna göre yahudiler, Tevrat'ta evli iken zina edenlere verilecek cezanın ne olduğunu biliyorlardı. Ancak çok ağır buldukları bu cezayı uygulamamanın bir yolunu arıyorlardı. Kendi aralarında şöyle konuştular: “Haydi şu Peygamber'e gidelim. Eğer Tevrat'takinden daha hafif bir ceza uygularsa hem arkadaşımızı kurtarmış oluruz, hem de ahirette bize ‘Tevrat'taki cezayı niçin uygulamadınız?' diye sorulursa, suçu onun üzerine atarız.”
Ahirete kirli gitmemenin yollarını arayan o yahudilerin yaptığı neyse, İslâm'ın bir takım hükümlerini çağa uymadığı gerekçesiyle değiştirmenin peşinde olanların yaptığı da odur. Bu zihniyetin temsilcileri, Kur'an ahkâmı hakkında cahiliye dönemi inkârcılarıyla aynı ruh halini paylaşıyor. Onlar da Kur'an'ın bir takım hükümlerini hevâlarına uygun bulmadıkları için, “Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir.” (Yunus, 15) demişlerdi.
Bütün mesele, din dediğimiz ilâhi öğretiyi nasıl anladığımız noktasında düğümleniyor. İnsanoğlu ya ona teslim olup kurtulacak, ya da onu değiştirmeye kalkışıp, kendi arzusuyla ebedi hüsrana hüküm giyecek...
E.Sifil
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Dini ve dünyayı batılılar gibi anlama hastalığına tutulalı beri, kimi müslümanların İslâm hakkında tuhaf ve yabancı fikirler üretmeye, şimdiye kadar rastlanmamış yorumlar yapmaya başladığını görüyoruz. Batılıların kendi geçmişlerinde Hz. Musa ve Hz. İsa a.s.'ın tebliğ ettiği dine reva gördüğü muameleye, bugün bir kısım müslümanlar da kendi dinlerini reva görme sevdasındalar.
Bugün Hıristiyanlık hakkında bizzat hıristiyanlar tarafından üretilmiş muhtelif bakış açıları var. Bunun sebebi, dinlerini keyfi yorumların tahribinden koruyacak mekanizmalardan mahrum bırakmış olmaları. Mesela İnciller'in Afrikalılara göre farklı, Avrupalı ve Amerikalılara göre farklı yorumlarından söz edilmektedir. Keza kadınlara ve erkeklere, zencilere ve beyazlara göre değişen İncil yorumları bulunduğunu yine bizzat Batılılar söylüyor. Katolik, Protestan, Ortodoks mezheplerinin İncil yorumları arasındaki farklılıklar zaten malum. Adeta her hıristiyanın kendine mahsus bir Hıristiyanlık anlayışı var.
Bir din nasıl bu hale gelir?
Hayatı kendi istek ve çıkarları doğrultusunda şekillendirme hastalığına müptela olan Batılı insan, nasıl tabiatı, dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, uzayı, hatta diğer insanları, bu arzunun gerçekleşmesi amacıyla kullanılacak birer araç olarak görüyorsa, onun gözünde dinin de bundan farkı yoktur. Ona göre din, insana yine insanın istediği biçimde hizmet etmelidir.
“Her şey bizim için” diyen Batılı insan, İncil'i bunun için tahrif etmiştir. Beşeri arzularına uymayan ilâhi öğretilerin kiminin yerini değiştirmiş, kimini çıkarmış ve yerine kendisine uyan hükümleri koymak suretiyle aslından uzaklaştırmıştır. Bunun üzerine bir de, “ben böyle anlıyorum” keyfiliği eklenince, Kur'an'ın “hevâyı ilâhlaştırmak” dediği durum ortaya çıkmıştır.
Tevrat'ın başına gelenler de bundan farklı değildir. Gerçi Yahudilik “evrensellik” iddiası olmayan, sadece belli bir ırka (İsrailoğulları'na) ait olduğu kabul edilen bir din olması sebebiyle, Hıristiyanlık'ta olduğu kadar fazla sayıda “serbest” yorumun nesnesi olmamış. Fakat Yahudi ve Samirî Tevratları arasında bulunan altı bin civarındaki farklılık ve modernist Yahudilerin din yorumlarının klasik Tevrat yorumları ile taban tabana zıt olması, bu dinin de beşer arzularına göre tahrif edildiğinin en önemli göstergelerindendir.
Müslümanlara ne oldu?
Kutsal kitabı tahrif edilmiş bütün dinlerin başına gelen bu durumu anlamak ve izah etmek mümkündür. Zira dini kendi menfaati doğrultusunda anlamak ve kendisine hizmet ettirmek gayesindeki insan için bunda şaşılacak bir durum yoktur.
Peki, Kur'an her türlü tahrif ve müdahaleye karşı ilâhi koruma altında iken, ona bağlı olduklarını söyleyenler, kendi dinleri ve kitapları hakkında saçma sapan yorumları nasıl normal karşılayabiliyorlar? Nasıl oluyor da Kur'an'da yer almayan, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'den nakledilmeyen, Sahabe'nin tanımadığı ve ilk nesillerin yabancı olduğu bir din telakkisi, kendisine böyle yaygın bir biçimde yer bulabiliyor?
Bu sorunun cevabının izini, çok basit şekliyle, müslümanlara benimsetilmek istenen bir kısım slogan cümlelerde sürebiliriz. Günlük hayatta belki çoğumuzun düşünmeden kullandığı bu kalıpların, zaman içinde din anlayışımızı belirleyen değer yargılarına dönüştüğünü fark etmek, çoğu kimse için ne yazık ki mümkün olmuyor.
Söz gelimi, “İslâm kolaylık dinidir” dediğimiz ve bunu genel bir kaide haline getirdiğimiz zaman, insan için güçlük arzeder gibi görünen her dinî hükmü, bize kolay geleniyle değiştirme yolunda ilk adımı atmış oluruz.
Yahut, “İslam hoşgörü dinidir” gibi bir ifadeyi, sınırsız bir mutlaklık çerçevesinde kabul edip dilden dile yaydığımızda, dinimizin hiçbir olumsuzluğa itiraz etmediği, hiçbir çirkinliği reddedip dışlamadığı gibi bir anlayış, yavaş yavaş kendisine yer bulmaya başlar.
Mecelle'de yer alan “zamanın değişmesiyle hükümler de değişir” maddesi bir başka örnektir. Bu hükmü de herhangi bir kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlaklaştırdığımızda, bütün hükümleri değişime maruz kalan bir dinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Aslında bu örneklerde zikredilen tesbit cümleleri, temel birer dinî prensiptir. Problem şurada ki, bunlar, kendileriyle aynı öneme sahip diğer dinî prensiplerle bir bütün oluşturacak tarzda ele alınmadığı zaman, tek başlarına her türlü art niyetli yoruma zemin teşkil etmektedir.
Dinî hükümlerin özelliği
Vahyin son ve tahriften korunmuş biricik temsilcisi olma hüviyetini kıyamete kadar sürdürecek olan İslâm dininin bütün hüküm ve öğretileri, kendi içinde pek çok sır ve hikmet barındırır.
Modern zamanlarda İslâm'ın insan menfaatlerine ne kadar uygun bir din olduğunu ispatlama gayreti alabildiğine yaygınlaştı. Namaz, oruç gibi ibadetlerin insan sağlığı ve zekât, sadaka gibi ibadetlerin toplumsal hayat üzerindeki olumlu etkileri üzerinde uzun uzun duruluyor. Dinî hükümleri topluma benimsetme maksadıyla yapılan bu yorumlar, ibadetlerin zamanla başka niyet ve maksatlarla yapılmasına yol açabileceği için son derece tehlikelidir. Namaz kılmak üzere hazırlanan bir kimse, “namaz kılmalıyım, çünkü bedenime faydası var” diye düşündüğünde, niyet değiştiği için kıldığı namazın sevabından mahrum kalma tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu durum bütün ibadetler için geçerlidir. Dinimizde niyetin önemi buradan gelmektedir. Buharî'nin, el-Cami'u's-Sahih isimli ünlü eserine, “Niyet hadisi” diye bilinen rivayetle başlaması da bu bakımdan son derece manidardır.
Burada üzerinde durmak istediğimiz asıl nokta, meselenin bir başka veçhesidir. Din bir bütündür ve ancak kendisine teslim olanları kemâle götürür. Mecelle'de “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” (Hakkında açık ve kesin ayet-hadis bulunan meselede şahsî yorum ve içtihad yapılmaz) şeklinde ifade edilen kaidenin de anlattığı gibi, delâleti ve sübutu kesin nasslar dinin özünü oluşturur ve bunlar yoruma kapalıdır. Dinin hedef ve maksatları da, bu nassların bildirdiği hükümler ideal tarzda hayata aktarıldığında gerçekleşir.
Huzura temiz çıkmak
Konuyu bir örnekle açacak olursak; nasıl ki zekâtın zenginlerin malını temizleme özelliği varsa, bir takım suçlara verilen cezaların da temizleme özelliği bulunduğu bir vakıadır. Zekâtı verilmeyen mal/servet nasıl manen kirli ise, bazı günahları işleyen kimseler de, o suçlara verilen cezalar vasıtasıyla temizlenmedikleri sürece manen kirlidirler.
Bu gerçek doğrultusunda şunu söylememiz gerekir: Servet sahipleri, (eda etme şekli, miktarı, zamanı, ödeme yerleri gibi unsurlarıyla) zekâtı iptal edip yerine başka bir şey koymaya kalktığında, servetini temizlemiş olmayacağı gibi, herhangi bir suç işleyen kimse de, dinin öngördüğünden farklı bir muameleye tabi tutulduğunda, o suçun günahından temizlenmiş olmayacaktır.
Mâ'iz b. Mâlik r.a. hadisesini hatırlayın: Kendisi zina ettiği zaman Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e gelmiş ve “Ya Rasulallah, beni temizle!” demişti. Zira biliyordu ki, işlediği suçun/günahın kirinin temizlenmesi ancak İslâm'ın ona tayin ettiği karşılığı görmekle mümkündür. Ve o müstesna şuur haliyle biliyordu ki, ahirete temizlenmiş olarak gitmek, bu dünyada hayatını kirli olarak sürdürmeye bin kere tercih edilir.
Dinimiz, işlenen her günahın bir kir olduğu gerçeğinden hareketle, insanın kalben ve ruhen bir kir yumağı haline gelmemesi için, her günaha karşılık bir temizlenme tarzı öngörmüştür.
Bilhassa “had cezası” dediğimiz cezalar, büyük günahlara karşılık birer temizlenme vasıtası olarak konmuştur. Hayatını, yüzü ahirete dönük olarak yaşayan mümin için bu büyük bir şanstır.
Hilafeti döneminde Hz. Ömer r.a.'a içki içen birisi getirilmişti. Hastalıktan ayakta duracak takati olmayan bu suçluya ceza vermek istediğinde, orada bulunanlar şöyle dediler: “Ey Müminlerin Emiri! Bu adam zaten hasta. Eğer ona şimdi ceza verirsen ölebilir. Cezasını iyileşene kadar ertelesen?”
Bu teklife Hz. Ömer r.a. şöyle karşılık verdi: “Sorumluluğunu taşıdığım insanların ahirete temizlenmemiş olarak gitmesinin hesabını verememekten korkarım. Eğer cezasını çekerken ölürse, ahirete temizlenmiş olarak gidecektir ki bu hem kendisi, hem de benim için en hayırlı olandır.”
Kim kimi kandırıyor?
Dinî hükümleri maslahat, zamanın değişmesi, kolaylaştırma gibi bahanelerin ardına sığınarak hevâlarına göre değiştirmek isteyenler, suç ve günahların oluşturduğu kiri ve uhrevî cezayı küçümseyen bir gaflet haline düşmüşlerdir.
Yahudilerin zina etmiş bir yahudiyi Efendimiz s.a.v.'e getirerek cezasını vermesini istediklerini anlatan rivayet, pek çok hadis kaynağında yer almıştır. Ebu Davud ve daha başka hadis imamlarının bu olay hakkında zikrettiği bir detay konumuz açısından önemlidir: Buna göre yahudiler, Tevrat'ta evli iken zina edenlere verilecek cezanın ne olduğunu biliyorlardı. Ancak çok ağır buldukları bu cezayı uygulamamanın bir yolunu arıyorlardı. Kendi aralarında şöyle konuştular: “Haydi şu Peygamber'e gidelim. Eğer Tevrat'takinden daha hafif bir ceza uygularsa hem arkadaşımızı kurtarmış oluruz, hem de ahirette bize ‘Tevrat'taki cezayı niçin uygulamadınız?' diye sorulursa, suçu onun üzerine atarız.”
Ahirete kirli gitmemenin yollarını arayan o yahudilerin yaptığı neyse, İslâm'ın bir takım hükümlerini çağa uymadığı gerekçesiyle değiştirmenin peşinde olanların yaptığı da odur. Bu zihniyetin temsilcileri, Kur'an ahkâmı hakkında cahiliye dönemi inkârcılarıyla aynı ruh halini paylaşıyor. Onlar da Kur'an'ın bir takım hükümlerini hevâlarına uygun bulmadıkları için, “Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir.” (Yunus, 15) demişlerdi.
Bütün mesele, din dediğimiz ilâhi öğretiyi nasıl anladığımız noktasında düğümleniyor. İnsanoğlu ya ona teslim olup kurtulacak, ya da onu değiştirmeye kalkışıp, kendi arzusuyla ebedi hüsrana hüküm giyecek...
E.Sifil
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
4 Haziran 2014 Çarşamba
340.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ:9-Re´y Üzerindeki İhtilâflar
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Re´y üzerindeki ihtilâf, re´yin aslı ve metodu hakkındadır. Bazı İslâm hukukçuları, îslâmi hükümlerin ancak nâss´lardan alınacağını ileri sürmüşlerdir. Bunların başında Dâvud ez-Zâhiri gelir. Ondan sonra İbni Hazm el-Ehdelüsi gelmektedir. O, Zahirî Mezhebi´nin ikinci İmamı sayılmaktadır. O, bu mezhebi tedvin etmiş, mezhebin kurucusu Davud´tan daha çok şiddetli davranmış ve ileri gitmiştir.
Re´y ile içtihadı kabul eden İslâm hukukçuları çoğunluğu teşkil ederler. Hattâ nass bulunmayan yerlerde, hükme esas teşkil etmek üzere re´y ile ictihad hakkında icma´ derecesine yaklaşan bir ittifak hâsıl olmuştur.
Bundan dolayı İslâm hukukçularının çoğu; «Re´y´i tanımayanların muhalefetlerinin hiçbir değeri yoktur. Re´y´in değeri hususunda onlara itibar etmeksizin icmâ´ hâsıl olmuştur. Çünkü re´y´i tanımayanlar İslâm hukukçuları zümresine dahil değildirler» demişlerdir. Fakat bu hüküm üzerinde de tartışılabilir.
Re´y´i kabul edenler, onun metodunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazıları, re´y ile içtihadın metodu kıyastır, demişlerdir. Yukarıda da geçtiği gibi kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, aralarında hükmün sebeb-i vücudu olan ortak illetlerden ötürü hakkında nass bulunan bir meseleye göre halletmektir. Şiîler´den İmamiyye mezhebi kıyas´ı tanımaz; fakat bu mezhep bilginleri, re´yi, nass bulunmadığı takdirde mücerret akim hükmü olarak görürler. Onlara göre nass Kur´an-ı Kerim, Peygamber (S.A.)´in ve İmamların sözlerini içine alır. Onlar, nass bulunmayan yerlerde mücerret akıl ile hüküm verirler. Bu hükümlerinde de aklın kabul edeceği maslahatı esas olarak alırlar. Çünkü akıl, maslahata uymayan zararlı şeyleri caiz görmez. Aklın maslahatı gördüğü şeyde şüphe edilemez. O halde akılla hüküm, gerçekte akim kabul ettiği maslahata göre hükmetmek demektir.
Kıyas´ı, re´y ile fetva vermek hususunda bir prensip olarak tanımayanların karşısında Şâfiîler´i görüyoruz. Şafiîler´e göre fetva verirken esas tutulan herhangi bir re´y metodu, kıyas´tan başka birşey olamaz. Çünkü şer´î bir hüküm, ya nass ile veya nass üzerine kıyas yoluyla olur. İmam Şafiî, fıkhını tamamen nassa bağlamaktadır. Zira O´na göre fakih, hükmüne esas teşkil edecek bir nass bulamazsa bu hükme benzeyen ve hakkında nass bulunan meseleleri araştırır ve nass ile sabit olan hükme göre karar verir.
Hanefîler, Şafiîler´in bu yolunu benimsemişlerdir. Fakat onlar re´y ile ictihad kapısını daha çok genişletmişler ve istihsan prensibini koymuşlardır. Istihsan; örf, zaruret veya sabit bir nassa bağlanabilen maslahat gibi hususlardan dolayı kıyas kaidelerine muhalif olarak hüküm vermektir.
Malikiler, Zeydiler ve Hanbelilerin bir kısmı, re´y´in mânâsını genişleterek kıyası, istihsanı ve masalih-i mursele´yi de kabul etmişlerdir. Masalih-i mursele İslâm Şeriati´nın amaçlarına uygun olan umumi menfaatlardır. Herhangi bir maslahat hakkında müsbet veya menfi özel bir nass bulunmazsa o, bu metoda göre değerlendirilir. Fakat bu hususta nass´ların hükümleri dışına çıkılmaz. Fakat kıyasta olduğu gibi belli bir nassa bağlanmak ve meseleyi o nassa göre halletmek durumu yoktur. Bilâkis burada muhtelif nass´larla meydana çıkan maslahatları araştırıp buna göre fetva ve hüküm vermek gerekmektedir. Bu prensibi kabul edenler Ömer, Ali, Osman (R.A.) gibi büyük sahabilerin yolundan gitmişlerdir.
Re y hususundaki ihtilaf konularından biri de, nass bulunan bir yerde re´y´in değeri meselesidir. Hakkında delâlet bakımından kesin olan mütevâtir bir nass bulunan herhangi bir meselede re´yin yeri yoktur. Bu hususta ittifak edilmiştir. Fakat nass, âhad hadisler gibi zannî olduğu zaman, kıyasla bu nâss´lardan hangisinin tercih edileceği tartışma konusu olmuştur. İslâm hukukçuları bu durumda, re´y kıyas´a dayanıyorsa ve kıyas´ın illeti bir nass´la tesbit edilmişse kıyasla hadis arasında mukayese yapılmasını, eğer bu hadis hiçbir kıyas şekli ile bağdaşmıyorsa, kıyas´ın tercih edilmesini ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet kıyas´ın illeti bir nass ile tesbit edilmemiş ve âhad hadis de bütün kıyas şekillerine aykırı ise böyle bir meselede anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durumda bir kısım îslâm hukukçuları hadisi tercih etmişlerdir. Çünkü nass bulunan yerde ictihad yapılmaz. Re´y´e başvurmak, nass bulunmayan bir konuda hüküm vermek için zarurîdir. Bu görüş Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel´den rivayet edilmiştir.
Bazı Hanefîlere göre hadîsi rivayet eden Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes´ud ve Zeyd b. Sabit gibi bilgin sahabilerden biri ise hadis tercih edilir. Fakih olmayan bir sahabî ise kıyas tercih edilir. Fakat mesele, bazı kıyas şekillerine uygun, bazı kıyas şekillerine de aykırı düşerse hadis tercih edilir. Çünkü hadis bu takdirde mutlak olarak kıyasa aykırı düşmemiştir. Bu görüş Ebu Hanife´ye nisbet edilmekte ise de, O´nun görüşünü yukarıda belirttik.
Bazı İslâm hukukçularına göre, fıkıh kaideleri ile bağdaşmak suretiyle kıyasın sebebi kesin olup onu tesbit etmek hususunda birçok hüküm mevcutsa kıyas tercih edilir. Nass bulunmadığı halde, kesin olarak re´y veya kıyasla sabit olan bir hükmü farzetmek, Şeriatın kaynaklarını ve amaçlarım bilen kimse için sübûtu imkansız bir şeydir. Zaten böyle bir hüküm bulunursa, Zahiriler hariç, bütün fakihler re´y´i tercih ederler.
Malikilere göre, re´y´i, Medînelilerin ameli destekliyorsa hadis reddedilir. Zira, onu Peygamber (S.A.)´e nisbet etmek doğru olmaz. Eğer hadis, Medînelilerin ameline uygun düştüğü halde, re´y´e aykırı düşüyorsa durum incelenir: re´y, Kitaba ve Sünnete dayanan hiçbir fıkıh kaidesiyle bağdaşmıyorsa hadis tercih edilir, durum böyle değilse re´y tercih edilir.
Burada belirtmek isteriz ki, re´y´i hadîs´e tercih edenlere göre bu hadisin Peygamber (S.A.)´e nisbeti sahih sayılmamaktadır. Hattâ onlar böyle bir nispeti inkâr edip bu hadisi metin itibariyle de ŞAZ görmektedirler. Çünkü o, Şeriatın amaçlarından ve özel nass´larından alınan esas kaidelere aykırı düşmektedir. Onların böyle bir hadisin Peygamber (S.A.)´e nisbetini herhangi bir suretle tasdik edip dinî bir meselede kendi anlayışlarını, Peygamber (S.A.V)´e nisbeti sahih bir hadîs´e tercih ettiklerini asla düşünemeyiz. Çünkü kendi anlayışlarını Peygamber (S.A.)´in hadislerine tercih etmek isteyen birileri günümüzde türemiştir. Gerçi bunlar gibi bid´at ehli olan bir kısım kimseler İslâm tarihinde görülmekte ise de, büyük İslâm müctehidleri arasında bu türlü çarpık anlayış sahipleri asla mevcut değildir.
M.Ebu Zehra
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Re´y üzerindeki ihtilâf, re´yin aslı ve metodu hakkındadır. Bazı İslâm hukukçuları, îslâmi hükümlerin ancak nâss´lardan alınacağını ileri sürmüşlerdir. Bunların başında Dâvud ez-Zâhiri gelir. Ondan sonra İbni Hazm el-Ehdelüsi gelmektedir. O, Zahirî Mezhebi´nin ikinci İmamı sayılmaktadır. O, bu mezhebi tedvin etmiş, mezhebin kurucusu Davud´tan daha çok şiddetli davranmış ve ileri gitmiştir.
Re´y ile içtihadı kabul eden İslâm hukukçuları çoğunluğu teşkil ederler. Hattâ nass bulunmayan yerlerde, hükme esas teşkil etmek üzere re´y ile ictihad hakkında icma´ derecesine yaklaşan bir ittifak hâsıl olmuştur.
Bundan dolayı İslâm hukukçularının çoğu; «Re´y´i tanımayanların muhalefetlerinin hiçbir değeri yoktur. Re´y´in değeri hususunda onlara itibar etmeksizin icmâ´ hâsıl olmuştur. Çünkü re´y´i tanımayanlar İslâm hukukçuları zümresine dahil değildirler» demişlerdir. Fakat bu hüküm üzerinde de tartışılabilir.
Re´y´i kabul edenler, onun metodunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazıları, re´y ile içtihadın metodu kıyastır, demişlerdir. Yukarıda da geçtiği gibi kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, aralarında hükmün sebeb-i vücudu olan ortak illetlerden ötürü hakkında nass bulunan bir meseleye göre halletmektir. Şiîler´den İmamiyye mezhebi kıyas´ı tanımaz; fakat bu mezhep bilginleri, re´yi, nass bulunmadığı takdirde mücerret akim hükmü olarak görürler. Onlara göre nass Kur´an-ı Kerim, Peygamber (S.A.)´in ve İmamların sözlerini içine alır. Onlar, nass bulunmayan yerlerde mücerret akıl ile hüküm verirler. Bu hükümlerinde de aklın kabul edeceği maslahatı esas olarak alırlar. Çünkü akıl, maslahata uymayan zararlı şeyleri caiz görmez. Aklın maslahatı gördüğü şeyde şüphe edilemez. O halde akılla hüküm, gerçekte akim kabul ettiği maslahata göre hükmetmek demektir.
Kıyas´ı, re´y ile fetva vermek hususunda bir prensip olarak tanımayanların karşısında Şâfiîler´i görüyoruz. Şafiîler´e göre fetva verirken esas tutulan herhangi bir re´y metodu, kıyas´tan başka birşey olamaz. Çünkü şer´î bir hüküm, ya nass ile veya nass üzerine kıyas yoluyla olur. İmam Şafiî, fıkhını tamamen nassa bağlamaktadır. Zira O´na göre fakih, hükmüne esas teşkil edecek bir nass bulamazsa bu hükme benzeyen ve hakkında nass bulunan meseleleri araştırır ve nass ile sabit olan hükme göre karar verir.
Hanefîler, Şafiîler´in bu yolunu benimsemişlerdir. Fakat onlar re´y ile ictihad kapısını daha çok genişletmişler ve istihsan prensibini koymuşlardır. Istihsan; örf, zaruret veya sabit bir nassa bağlanabilen maslahat gibi hususlardan dolayı kıyas kaidelerine muhalif olarak hüküm vermektir.
Malikiler, Zeydiler ve Hanbelilerin bir kısmı, re´y´in mânâsını genişleterek kıyası, istihsanı ve masalih-i mursele´yi de kabul etmişlerdir. Masalih-i mursele İslâm Şeriati´nın amaçlarına uygun olan umumi menfaatlardır. Herhangi bir maslahat hakkında müsbet veya menfi özel bir nass bulunmazsa o, bu metoda göre değerlendirilir. Fakat bu hususta nass´ların hükümleri dışına çıkılmaz. Fakat kıyasta olduğu gibi belli bir nassa bağlanmak ve meseleyi o nassa göre halletmek durumu yoktur. Bilâkis burada muhtelif nass´larla meydana çıkan maslahatları araştırıp buna göre fetva ve hüküm vermek gerekmektedir. Bu prensibi kabul edenler Ömer, Ali, Osman (R.A.) gibi büyük sahabilerin yolundan gitmişlerdir.
Re y hususundaki ihtilaf konularından biri de, nass bulunan bir yerde re´y´in değeri meselesidir. Hakkında delâlet bakımından kesin olan mütevâtir bir nass bulunan herhangi bir meselede re´yin yeri yoktur. Bu hususta ittifak edilmiştir. Fakat nass, âhad hadisler gibi zannî olduğu zaman, kıyasla bu nâss´lardan hangisinin tercih edileceği tartışma konusu olmuştur. İslâm hukukçuları bu durumda, re´y kıyas´a dayanıyorsa ve kıyas´ın illeti bir nass´la tesbit edilmişse kıyasla hadis arasında mukayese yapılmasını, eğer bu hadis hiçbir kıyas şekli ile bağdaşmıyorsa, kıyas´ın tercih edilmesini ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet kıyas´ın illeti bir nass ile tesbit edilmemiş ve âhad hadis de bütün kıyas şekillerine aykırı ise böyle bir meselede anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durumda bir kısım îslâm hukukçuları hadisi tercih etmişlerdir. Çünkü nass bulunan yerde ictihad yapılmaz. Re´y´e başvurmak, nass bulunmayan bir konuda hüküm vermek için zarurîdir. Bu görüş Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel´den rivayet edilmiştir.
Bazı Hanefîlere göre hadîsi rivayet eden Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes´ud ve Zeyd b. Sabit gibi bilgin sahabilerden biri ise hadis tercih edilir. Fakih olmayan bir sahabî ise kıyas tercih edilir. Fakat mesele, bazı kıyas şekillerine uygun, bazı kıyas şekillerine de aykırı düşerse hadis tercih edilir. Çünkü hadis bu takdirde mutlak olarak kıyasa aykırı düşmemiştir. Bu görüş Ebu Hanife´ye nisbet edilmekte ise de, O´nun görüşünü yukarıda belirttik.
Bazı İslâm hukukçularına göre, fıkıh kaideleri ile bağdaşmak suretiyle kıyasın sebebi kesin olup onu tesbit etmek hususunda birçok hüküm mevcutsa kıyas tercih edilir. Nass bulunmadığı halde, kesin olarak re´y veya kıyasla sabit olan bir hükmü farzetmek, Şeriatın kaynaklarını ve amaçlarım bilen kimse için sübûtu imkansız bir şeydir. Zaten böyle bir hüküm bulunursa, Zahiriler hariç, bütün fakihler re´y´i tercih ederler.
Malikilere göre, re´y´i, Medînelilerin ameli destekliyorsa hadis reddedilir. Zira, onu Peygamber (S.A.)´e nisbet etmek doğru olmaz. Eğer hadis, Medînelilerin ameline uygun düştüğü halde, re´y´e aykırı düşüyorsa durum incelenir: re´y, Kitaba ve Sünnete dayanan hiçbir fıkıh kaidesiyle bağdaşmıyorsa hadis tercih edilir, durum böyle değilse re´y tercih edilir.
Burada belirtmek isteriz ki, re´y´i hadîs´e tercih edenlere göre bu hadisin Peygamber (S.A.)´e nisbeti sahih sayılmamaktadır. Hattâ onlar böyle bir nispeti inkâr edip bu hadisi metin itibariyle de ŞAZ görmektedirler. Çünkü o, Şeriatın amaçlarından ve özel nass´larından alınan esas kaidelere aykırı düşmektedir. Onların böyle bir hadisin Peygamber (S.A.)´e nisbetini herhangi bir suretle tasdik edip dinî bir meselede kendi anlayışlarını, Peygamber (S.A.V)´e nisbeti sahih bir hadîs´e tercih ettiklerini asla düşünemeyiz. Çünkü kendi anlayışlarını Peygamber (S.A.)´in hadislerine tercih etmek isteyen birileri günümüzde türemiştir. Gerçi bunlar gibi bid´at ehli olan bir kısım kimseler İslâm tarihinde görülmekte ise de, büyük İslâm müctehidleri arasında bu türlü çarpık anlayış sahipleri asla mevcut değildir.
M.Ebu Zehra
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
2 Haziran 2014 Pazartesi
339.EBEDİ KURTULUŞUMUZ İÇİN...
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
İmam Rabbanî k.s. Hazretleri ebedi kurtuluş için dünyadayken üç şeyin elde edilmesi şart diyor. Bunlar ilim, amel ve ihlâs.
İlimden kasıt, kişinin kendisine lazım olacak kadar dinini öğrenmesidir. Bu, her mükellef (büluğ çağına ermiş, aklı başında) müslüman üzerine farzdır. Çünkü bilgisiz itaat olmaz.
Öncelikle müslüman, iman esaslarını (Akaid) Ehl-i Sünnet alimlerin bildirdiği gibi öğrenip, varsa inanç hususundaki şüphelerini gidermelidir. İmam Gazalî k.s. Hazretleri, bir insanın kalbine doğacak şüpheleri giderecek kadar ilim öğrenmesinin de farz olduğunu söyler.
Öyledir. Çünkü inanç noktasında bozuk görüş ve şüphe taşıyan kişi tehlikede demektir. O nedenle Ehl-i Sünnet alimlerin inanç esaslarıyla ilgili eserlerini okuyup, ârif zatların sohbetlerinden istifade etmelidir. Ki böylece yanlış bilgilerden ve şüphelerden kurtulmak mümkün olsun.
Kur’an-ı Kerim’de: “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.” (Nahl, 43) buyurulur.
İman esasları meselesini hallettikten sonra dini nasıl yaşayacağımız meselesi, yani Fıkıh gelir. Bu ilim, İslâm dininin ibadet, insanlar arası her türlü iş ve işlemler (muamelât) ve ceza hukukuna ait hükümlerini kapsar. Neyin helal neyin haram olduğunu fıkıh sayesinde öğrenir, alışveriş ve ticarette, evlenmede boşanmada islâmî ölçüleri onun sayesinde biliriz. Her müslümanın bu ilimden kendisine lazım olacak kadarını öğrenmesi farzdır.
İlim, gereği gibi elde edilmediği taktirde uhrevi kurtuluşun teminatlarından biri eksik demektir. Bu yüzden Allah Rasulü s.a.v., ilimden bir mesele öğrenmeyi, bütün varlığı ile dünyadan hayırlı görmüştür.
Diyelim ilmi elde ettik. Yani akaidimizi düzelttik, lüzumu kadar fıkıh bilgisi öğrendik. Tasavvufî bilgi de edindik. Yeterli mi? Elbette değil! Çünkü sırada “amel” var. Yani öğrendiklerimizi hayata geçirmek, uygulamak.
İlmin lazım olacağı yer işte tam burasıdır. Çünkü ahirette tek geçerli akçe iyi işlerdir (salih amel). Kul öbür alemde onunla üstünlük bulur. Nitekim Hz. Ömer r.a. demiştir ki: “Dünyanın izzeti mal ile, ahiretin izzeti de salih ameller iledir.”
Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Rabbine kavuşmayı uman kimsenin salih amel işlemesini ve ibadetlerinde hiç kimseyi Rabbine ortak koşmamasını öğütlemekte (Kehf, 110); O’na, mümin olarak salih ameller işlemiş olduğu halde ulaşanlara en yüksek dereceler ile içinde temelli kalacakları, Adn cennetlerini müjdelemektedir. (Tâhâ, 75-76)
Şu halde asıl olan bilmek değil, bildiğini uygulamaktır. Bu, işin en mühim kısmıdır. Öğrenilen bilgiyi taviz vermeksizin yapmaya, yapılanı da devam ettirmeye çalışmak önemli bir iştir. Kişi bildiğiyle amel ettiği sürece Allah Tealâ ona bilmediklerini öğretir. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:
“Bildiği ile amel eden kimseye Yüce Allah bilmediğini öğretir ve amelinde onu muvaffak kılar da cenneti hak eder. Buna karşılık bildiği ile amel etmeyen kimse hem bildiğinde şaşar hem de amelinde muvaffak olmaz ve böylece cehennemi hak etmiş olur.”
Yalnız Allah rızası için yapmak
Ebedi kurtuluşumuzu temin edecek olan üç altın kuralın en önemli ayağı ise ihlâstır.
İhlâs, ibadet ve davranışları gösteriş (riya) ve her türlü ikiyüzlülükten (nifak) uzak olarak sadece Allah için yapmaktır.
Allah’a ortak koşmanın (şirk) büyük ve küçük diye iki kısma ayrıldığına dikkat çeken alimlerimiz, riya ile nifakı küçük şirk alt başlığı altında zikreder.
Ameline riya ve nifak karıştıran kimse için bir hadis-i kudsîde şöyle buyruluyor:
“Ben, ortağı olmaktan uzak olanların en uzağıyım. Kim benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa/ortak ederse hissemi o ortağıma devrederim.”
Ayrıca Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in buyurduğu üzere, “Amelinde şirk edene, ‘Kim için amel ettinse mükafatını ondan al!’ denir.”
Bunlar gösteriyor ki ameli amel yapan ondaki ihlâstır. İhlâs niyette bulunur. Niyetin yeri ise kalptir. Kulun ameli niyetinin içtenlik ve samimiyeti nisbetinde değer kazanır. Aynı namazı yan yana kılmakta olan iki kişiden birini diğerine üstün kılan, niyetlerindeki samimiyettir. Sevgili Peygamberimizin “Ameller niyetlere göredir.” sözü buna işaret eder.
Niyetin kendisi de bir tür amel sayılır. O ancak Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğu gözetildiğinde ihlâsa kapı açar. İhlâsla yapılan az bir amel, ihlâsı tam olmayan amelden kat kat üstündür. İhlâs kıymetsiz görünen bir ameli dahi çok kıymetli hale getirir.
İhlâsı elde etmek, riyadan korunabilmek zor diyerek ibadet ve amelleri terk etmek doğru değildir. Bu şeytanın bir oyunudur. İmam Gazalî k.s. böyle birini, efendisi tarafından temizlesin diye verilen buğdayı “Nasıl olsa tertemiz yapamayacağım, iyisi mi bu iş kalsın.” diye düşünen hizmetçinin haline benzetmiştir. Oysa bir şeyin tamamı elde edilemiyor diye hepsi terk edilmez.
İhlâs nasıl elde edilir?
İmam Rabbanî k.s. Hazretleri buyuruyor ki: “İlim ve amele nisbetle ruh mesabesinde olan ihlâsı elde etmenin yolu, tasavvufu öğrenmekten geçiyor. Çünkü bu yolun amacı nefsin kötü huylarını iyiye çevirmektir. Nitekim İmam Gazalî k.s. Hazretleri de tasavvufu, nefse karşı mücadeleyi öne almak, kötü huyları atmak, diğer her şeyle kalbî ilişkiyi keserek olanca gayretle Allah’a yönelmek olarak tanımlar.
Dinimiz İslam
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
İmam Rabbanî k.s. Hazretleri ebedi kurtuluş için dünyadayken üç şeyin elde edilmesi şart diyor. Bunlar ilim, amel ve ihlâs.
İlimden kasıt, kişinin kendisine lazım olacak kadar dinini öğrenmesidir. Bu, her mükellef (büluğ çağına ermiş, aklı başında) müslüman üzerine farzdır. Çünkü bilgisiz itaat olmaz.
Öncelikle müslüman, iman esaslarını (Akaid) Ehl-i Sünnet alimlerin bildirdiği gibi öğrenip, varsa inanç hususundaki şüphelerini gidermelidir. İmam Gazalî k.s. Hazretleri, bir insanın kalbine doğacak şüpheleri giderecek kadar ilim öğrenmesinin de farz olduğunu söyler.
Öyledir. Çünkü inanç noktasında bozuk görüş ve şüphe taşıyan kişi tehlikede demektir. O nedenle Ehl-i Sünnet alimlerin inanç esaslarıyla ilgili eserlerini okuyup, ârif zatların sohbetlerinden istifade etmelidir. Ki böylece yanlış bilgilerden ve şüphelerden kurtulmak mümkün olsun.
Kur’an-ı Kerim’de: “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.” (Nahl, 43) buyurulur.
İman esasları meselesini hallettikten sonra dini nasıl yaşayacağımız meselesi, yani Fıkıh gelir. Bu ilim, İslâm dininin ibadet, insanlar arası her türlü iş ve işlemler (muamelât) ve ceza hukukuna ait hükümlerini kapsar. Neyin helal neyin haram olduğunu fıkıh sayesinde öğrenir, alışveriş ve ticarette, evlenmede boşanmada islâmî ölçüleri onun sayesinde biliriz. Her müslümanın bu ilimden kendisine lazım olacak kadarını öğrenmesi farzdır.
İlim, gereği gibi elde edilmediği taktirde uhrevi kurtuluşun teminatlarından biri eksik demektir. Bu yüzden Allah Rasulü s.a.v., ilimden bir mesele öğrenmeyi, bütün varlığı ile dünyadan hayırlı görmüştür.
Diyelim ilmi elde ettik. Yani akaidimizi düzelttik, lüzumu kadar fıkıh bilgisi öğrendik. Tasavvufî bilgi de edindik. Yeterli mi? Elbette değil! Çünkü sırada “amel” var. Yani öğrendiklerimizi hayata geçirmek, uygulamak.
İlmin lazım olacağı yer işte tam burasıdır. Çünkü ahirette tek geçerli akçe iyi işlerdir (salih amel). Kul öbür alemde onunla üstünlük bulur. Nitekim Hz. Ömer r.a. demiştir ki: “Dünyanın izzeti mal ile, ahiretin izzeti de salih ameller iledir.”
Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Rabbine kavuşmayı uman kimsenin salih amel işlemesini ve ibadetlerinde hiç kimseyi Rabbine ortak koşmamasını öğütlemekte (Kehf, 110); O’na, mümin olarak salih ameller işlemiş olduğu halde ulaşanlara en yüksek dereceler ile içinde temelli kalacakları, Adn cennetlerini müjdelemektedir. (Tâhâ, 75-76)
Şu halde asıl olan bilmek değil, bildiğini uygulamaktır. Bu, işin en mühim kısmıdır. Öğrenilen bilgiyi taviz vermeksizin yapmaya, yapılanı da devam ettirmeye çalışmak önemli bir iştir. Kişi bildiğiyle amel ettiği sürece Allah Tealâ ona bilmediklerini öğretir. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:
“Bildiği ile amel eden kimseye Yüce Allah bilmediğini öğretir ve amelinde onu muvaffak kılar da cenneti hak eder. Buna karşılık bildiği ile amel etmeyen kimse hem bildiğinde şaşar hem de amelinde muvaffak olmaz ve böylece cehennemi hak etmiş olur.”
Yalnız Allah rızası için yapmak
Ebedi kurtuluşumuzu temin edecek olan üç altın kuralın en önemli ayağı ise ihlâstır.
İhlâs, ibadet ve davranışları gösteriş (riya) ve her türlü ikiyüzlülükten (nifak) uzak olarak sadece Allah için yapmaktır.
Allah’a ortak koşmanın (şirk) büyük ve küçük diye iki kısma ayrıldığına dikkat çeken alimlerimiz, riya ile nifakı küçük şirk alt başlığı altında zikreder.
Ameline riya ve nifak karıştıran kimse için bir hadis-i kudsîde şöyle buyruluyor:
“Ben, ortağı olmaktan uzak olanların en uzağıyım. Kim benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa/ortak ederse hissemi o ortağıma devrederim.”
Ayrıca Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in buyurduğu üzere, “Amelinde şirk edene, ‘Kim için amel ettinse mükafatını ondan al!’ denir.”
Bunlar gösteriyor ki ameli amel yapan ondaki ihlâstır. İhlâs niyette bulunur. Niyetin yeri ise kalptir. Kulun ameli niyetinin içtenlik ve samimiyeti nisbetinde değer kazanır. Aynı namazı yan yana kılmakta olan iki kişiden birini diğerine üstün kılan, niyetlerindeki samimiyettir. Sevgili Peygamberimizin “Ameller niyetlere göredir.” sözü buna işaret eder.
Niyetin kendisi de bir tür amel sayılır. O ancak Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğu gözetildiğinde ihlâsa kapı açar. İhlâsla yapılan az bir amel, ihlâsı tam olmayan amelden kat kat üstündür. İhlâs kıymetsiz görünen bir ameli dahi çok kıymetli hale getirir.
İhlâsı elde etmek, riyadan korunabilmek zor diyerek ibadet ve amelleri terk etmek doğru değildir. Bu şeytanın bir oyunudur. İmam Gazalî k.s. böyle birini, efendisi tarafından temizlesin diye verilen buğdayı “Nasıl olsa tertemiz yapamayacağım, iyisi mi bu iş kalsın.” diye düşünen hizmetçinin haline benzetmiştir. Oysa bir şeyin tamamı elde edilemiyor diye hepsi terk edilmez.
İhlâs nasıl elde edilir?
İmam Rabbanî k.s. Hazretleri buyuruyor ki: “İlim ve amele nisbetle ruh mesabesinde olan ihlâsı elde etmenin yolu, tasavvufu öğrenmekten geçiyor. Çünkü bu yolun amacı nefsin kötü huylarını iyiye çevirmektir. Nitekim İmam Gazalî k.s. Hazretleri de tasavvufu, nefse karşı mücadeleyi öne almak, kötü huyları atmak, diğer her şeyle kalbî ilişkiyi keserek olanca gayretle Allah’a yönelmek olarak tanımlar.
Dinimiz İslam
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
30 Mayıs 2014 Cuma
337.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ: 8-Hadîs Üzerindeki İhtilâflar
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Sünnet etrafındaki ihtilâf, Sünnetle istidlal üzerinde değildir. Çünkü Sünnetle istidlal, müslümanlarca kabul edilen bir gerçektir. Ancak, Basra´da birkaç kişi Sünnetle istidlali kabul etmemiş ve sadece Kitabla istidlal edilebileceğini ileri sürmüş iseler de, onlar, İslâm tarihi içinde erimiş gitmişlerdir. Hattâ İmam Şafiî "el-Umm" adlı kitabında zikretmeseydi, bugün onların mevcudiyetinden dahi kimsenin haberi olmayacaktı. Sünnetle delil getirmeyi inkâr eden kimsenin müslümanlığından şüphe edilir. Çünkü Sünnet, Peygamber (S.A.)´in tebliği olup Kur´an-ı Kerim´i tefsir eder. Kur´an-ı Kerim´e girmeyi sağlayan nurlu kapı, Sünnet kapısıdır. Kim Sünneti Kur´an´ dan ayırıyorsa o, Kur´an-ı Peygamber´den ayırıyor demektir. Sünnet üzerindeki ihtilâfın gerçek yönü, isnadın şart olup olmaması meselesidir. İlk İmamlarla sonraki İmamlar arasındaki mürsel hadisi kabul edip etmeme hususunda görüş farkı olduğunu daha önce söylemiştik. Sünnetle istidlal hususundaki ihtilâf rivayet edilen bazı hadisleri bir kısım İmamların bilip diğer bir kısmının bunlara vâkıf olmamalarındandır. Dolayısiyle bu hadislere vâkıf olmayanlar re´yleri ile, vâkıf olanlar ise bu hadislere göre fetva vermişlerdir.
Hadis hususundaki ihtilâfın diğer bir yönü de, zahiri itibariyle Sünnetin, Kur´an-ı Kerim´in umumî mânâsına veya kıyas kaidelerine aykırı düşmesidir. Bazı İmamlar Medinelilerin amelini, rivayet edilen bazı hadislere tercih etmişlerdir. Bu hususu ileride ele alacağız. Bütün bu ihtilâfların ötesinde hadislerin mânâları üzerinde Şiilerle Ehl-i Sünnet arasında görülen ihtilâflar da önemlidir.
İmamiyye mezhebine bağlı olan şiîler, sadece İmamlarının sözlerini sünnet olarak kabul etmekte ve hadislerin ancak kendi İmamları vasıtasıyla rivayet edilebileceğini, sünnîlerin rivayet ettiği hadislerin belirli şartları haiz olduğu takdirde kabul edilebileceğini ileri sürmektedirler.
Bu şiîlerin birkaç tane hadis mecmuaları vardır. Bunları Ali b. Ebî Talib yoluyla Hz. Peygambere nisbet ederler. Onlara göre Hz. Ali´nin ra fıkhı, fetva ve hükümleri, O´nun hayatına nisbetle Sünnet içerisinde az bir miktar teşkil etmektedir. Halbuki Hz. Ali ra , Peygamber´in sas vefatından kendi vefatına kadar fetva vermek ve dînî konuları incelemekle meşgul olmuştur. Ayrıca O, İlim şehrinin kapısıdır. Üstelik O, beş yıl halifelik makamını işgal etmiş ve bu arada çok çeşitli hâdiseler meydana gelmiştir. Bu itibarla O´nun Peygamber (S.A.)´den sonraki bütün hayatı fıkıh, din ilmi ile uğraşmakla geçmiştir. Peygamber (S.A.)´e en yakın olan insan O idi. O, çocukluğundan itibaren hayatı boyunca Peygamber (S.A.)´den ayrılmamıştır. O halde Hz. Ali ra vâsıtasiyle Peygamber (S.A.)´den rivayet edilenler, O´nun fetva ve hükümleri, hadis kitablarında zikredilen miktardan kat kat fazla olmak lâzım gelir.
Elbette Emevî idaresinin, Hz. Ali´den ra rivayet edilen pekçok şeyin gizli kalmasında büyük etkisi olmuştur. Çünkü cami minberlerinden Hz. Ali´ye ra lanet ettirenlerin, Hz. Ali´nin ilminden bahsedip O´nun fetva ve sözlerini ve bilhassa hükümet teşkilâtıyla ilgili görüşlerini nakletmek hususunda İlim adamlarına serbestlik tanımaları makûl değildir. Hz. Ali´nin ra yaşamış olduğu Irak´a hükmeden valiler çok şiddetli ve sert kimseler olup îslâm toplulukları arasında Hz. Ali´nin ra fikirlerinin yayılmasına müsaade etmemişlerdir. Onlar, Hz. Ali ra hakkında öyle şüpheler yaratmışlardır ki, Hz. Ali´nin ra künyesi olan «Ebu Türab» (Toprak babası) sözünü dahi onu küçük düşürmek için istismar etmişlerdir. Oysa Hz. Ali ra bu künye ile şeref duyardı. Çünkü bu künyeyi O´na bizzat Hz. Peygamber sas, bir sevgi nişanesi olarak vermişti.
Acaba bu şartlar altında Hz. Ali´nin ra rivayet ettiği hadislerle, O´nun fetva ve sözlerinin ekserisi yok olmuş, tarihin dalgaları arasında kaybolup gitmiş ve bunlara vâkıf olan hiçbir kimse kalmamış mıdır?
Şiîler´den Zeydiyye ve îmamiyye mezheblerine göre Hz. Ali ra, kendisinden sonra temiz neslinden gelen İmamları, yani oğulları Hasan, Hüseyin ve Muhammed b. Hanefiyye´yi r.anhm bırakmış ve ilmini de bunlara emanet etmiştir. Abdullah b. Abbas dahi Peygamber´den sonra en çok Hz. Ali´nin sözlerinden faydalandığını söylemiştir.
Şiilere göre Hz. Ali´nin ra evlâdları, babalarının fikir mirasını korumak vazifesini üzerlerine almışlardır. Onlar, bu büyük İmamın ilmini zayi olmaktan kurtarmışlardır. Hz. Ali´nin ra evlâdlarından öncekiler, sonrakilere O´nun ilmini rivayet etmek suretiyle aktarmışlar ve Hz. Ali Hanedanı onun ilminin merkezi olmuş ve onlar hem Hz. Ali´nin ra Peygamber´den sas rivayet ettiği şeylerin tamamını, hem de O´nun kendi görüş ve fetvalarının hepsini rivayet etmişlerdir. Eğer, sadece Hz. Ali´ye istinad edilirken ifrata düşmek mümkün değil midir diye sorulacak olursa onlar buna şöyle cevap verirler:
Dinî bakımdan kuvvetli olmayan bazı şiiler bu hususta ifrata düşebilirler. Fakat bizzat Ali (R.A.) hanedanına mensup olan ve İmam Cafer-i Sadık´a uyan kimseler, böyle bir ifrata düşmekten uzaktırlar. İnsanlara rehber olan bu İmamlar din ilminde, züht ve takvada ve îslâm mirasını korumak hususunda her türlü şaibeden beridirler.
Bu itibarla, onlara göre, Ehl-i Beyt´in elinde, Hz. Ali evlâdlarının nesilden nesile birbirine devrettiği bir Hadis mecmuası bulunması garip değildir. Ehl-i Beyt mensuplarının hepsi Medine´de ikamet ettikleri zaman bu Hadis mecmuasını bazen gizliyorlar, bazen de ortaya çıkarıyorlardı. bu şiîlerin inancına göre Ehl-i Beyt´in sahip olduğu İlim, Hz. Ali´nin ra ilmi olup; O, bunu onlara miras olarak bırakmıştır.
M.Ebu Zehra
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Sünnet etrafındaki ihtilâf, Sünnetle istidlal üzerinde değildir. Çünkü Sünnetle istidlal, müslümanlarca kabul edilen bir gerçektir. Ancak, Basra´da birkaç kişi Sünnetle istidlali kabul etmemiş ve sadece Kitabla istidlal edilebileceğini ileri sürmüş iseler de, onlar, İslâm tarihi içinde erimiş gitmişlerdir. Hattâ İmam Şafiî "el-Umm" adlı kitabında zikretmeseydi, bugün onların mevcudiyetinden dahi kimsenin haberi olmayacaktı. Sünnetle delil getirmeyi inkâr eden kimsenin müslümanlığından şüphe edilir. Çünkü Sünnet, Peygamber (S.A.)´in tebliği olup Kur´an-ı Kerim´i tefsir eder. Kur´an-ı Kerim´e girmeyi sağlayan nurlu kapı, Sünnet kapısıdır. Kim Sünneti Kur´an´ dan ayırıyorsa o, Kur´an-ı Peygamber´den ayırıyor demektir. Sünnet üzerindeki ihtilâfın gerçek yönü, isnadın şart olup olmaması meselesidir. İlk İmamlarla sonraki İmamlar arasındaki mürsel hadisi kabul edip etmeme hususunda görüş farkı olduğunu daha önce söylemiştik. Sünnetle istidlal hususundaki ihtilâf rivayet edilen bazı hadisleri bir kısım İmamların bilip diğer bir kısmının bunlara vâkıf olmamalarındandır. Dolayısiyle bu hadislere vâkıf olmayanlar re´yleri ile, vâkıf olanlar ise bu hadislere göre fetva vermişlerdir.
Hadis hususundaki ihtilâfın diğer bir yönü de, zahiri itibariyle Sünnetin, Kur´an-ı Kerim´in umumî mânâsına veya kıyas kaidelerine aykırı düşmesidir. Bazı İmamlar Medinelilerin amelini, rivayet edilen bazı hadislere tercih etmişlerdir. Bu hususu ileride ele alacağız. Bütün bu ihtilâfların ötesinde hadislerin mânâları üzerinde Şiilerle Ehl-i Sünnet arasında görülen ihtilâflar da önemlidir.
İmamiyye mezhebine bağlı olan şiîler, sadece İmamlarının sözlerini sünnet olarak kabul etmekte ve hadislerin ancak kendi İmamları vasıtasıyla rivayet edilebileceğini, sünnîlerin rivayet ettiği hadislerin belirli şartları haiz olduğu takdirde kabul edilebileceğini ileri sürmektedirler.
Bu şiîlerin birkaç tane hadis mecmuaları vardır. Bunları Ali b. Ebî Talib yoluyla Hz. Peygambere nisbet ederler. Onlara göre Hz. Ali´nin ra fıkhı, fetva ve hükümleri, O´nun hayatına nisbetle Sünnet içerisinde az bir miktar teşkil etmektedir. Halbuki Hz. Ali ra , Peygamber´in sas vefatından kendi vefatına kadar fetva vermek ve dînî konuları incelemekle meşgul olmuştur. Ayrıca O, İlim şehrinin kapısıdır. Üstelik O, beş yıl halifelik makamını işgal etmiş ve bu arada çok çeşitli hâdiseler meydana gelmiştir. Bu itibarla O´nun Peygamber (S.A.)´den sonraki bütün hayatı fıkıh, din ilmi ile uğraşmakla geçmiştir. Peygamber (S.A.)´e en yakın olan insan O idi. O, çocukluğundan itibaren hayatı boyunca Peygamber (S.A.)´den ayrılmamıştır. O halde Hz. Ali ra vâsıtasiyle Peygamber (S.A.)´den rivayet edilenler, O´nun fetva ve hükümleri, hadis kitablarında zikredilen miktardan kat kat fazla olmak lâzım gelir.
Elbette Emevî idaresinin, Hz. Ali´den ra rivayet edilen pekçok şeyin gizli kalmasında büyük etkisi olmuştur. Çünkü cami minberlerinden Hz. Ali´ye ra lanet ettirenlerin, Hz. Ali´nin ilminden bahsedip O´nun fetva ve sözlerini ve bilhassa hükümet teşkilâtıyla ilgili görüşlerini nakletmek hususunda İlim adamlarına serbestlik tanımaları makûl değildir. Hz. Ali´nin ra yaşamış olduğu Irak´a hükmeden valiler çok şiddetli ve sert kimseler olup îslâm toplulukları arasında Hz. Ali´nin ra fikirlerinin yayılmasına müsaade etmemişlerdir. Onlar, Hz. Ali ra hakkında öyle şüpheler yaratmışlardır ki, Hz. Ali´nin ra künyesi olan «Ebu Türab» (Toprak babası) sözünü dahi onu küçük düşürmek için istismar etmişlerdir. Oysa Hz. Ali ra bu künye ile şeref duyardı. Çünkü bu künyeyi O´na bizzat Hz. Peygamber sas, bir sevgi nişanesi olarak vermişti.
Acaba bu şartlar altında Hz. Ali´nin ra rivayet ettiği hadislerle, O´nun fetva ve sözlerinin ekserisi yok olmuş, tarihin dalgaları arasında kaybolup gitmiş ve bunlara vâkıf olan hiçbir kimse kalmamış mıdır?
Şiîler´den Zeydiyye ve îmamiyye mezheblerine göre Hz. Ali ra, kendisinden sonra temiz neslinden gelen İmamları, yani oğulları Hasan, Hüseyin ve Muhammed b. Hanefiyye´yi r.anhm bırakmış ve ilmini de bunlara emanet etmiştir. Abdullah b. Abbas dahi Peygamber´den sonra en çok Hz. Ali´nin sözlerinden faydalandığını söylemiştir.
Şiilere göre Hz. Ali´nin ra evlâdları, babalarının fikir mirasını korumak vazifesini üzerlerine almışlardır. Onlar, bu büyük İmamın ilmini zayi olmaktan kurtarmışlardır. Hz. Ali´nin ra evlâdlarından öncekiler, sonrakilere O´nun ilmini rivayet etmek suretiyle aktarmışlar ve Hz. Ali Hanedanı onun ilminin merkezi olmuş ve onlar hem Hz. Ali´nin ra Peygamber´den sas rivayet ettiği şeylerin tamamını, hem de O´nun kendi görüş ve fetvalarının hepsini rivayet etmişlerdir. Eğer, sadece Hz. Ali´ye istinad edilirken ifrata düşmek mümkün değil midir diye sorulacak olursa onlar buna şöyle cevap verirler:
Dinî bakımdan kuvvetli olmayan bazı şiiler bu hususta ifrata düşebilirler. Fakat bizzat Ali (R.A.) hanedanına mensup olan ve İmam Cafer-i Sadık´a uyan kimseler, böyle bir ifrata düşmekten uzaktırlar. İnsanlara rehber olan bu İmamlar din ilminde, züht ve takvada ve îslâm mirasını korumak hususunda her türlü şaibeden beridirler.
Bu itibarla, onlara göre, Ehl-i Beyt´in elinde, Hz. Ali evlâdlarının nesilden nesile birbirine devrettiği bir Hadis mecmuası bulunması garip değildir. Ehl-i Beyt mensuplarının hepsi Medine´de ikamet ettikleri zaman bu Hadis mecmuasını bazen gizliyorlar, bazen de ortaya çıkarıyorlardı. bu şiîlerin inancına göre Ehl-i Beyt´in sahip olduğu İlim, Hz. Ali´nin ra ilmi olup; O, bunu onlara miras olarak bırakmıştır.
M.Ebu Zehra
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
27 Mayıs 2014 Salı
Kuran-ı Kerim'de Reenkarnasyonun olduğu iddia ediliyor. Kuran ayetleriyle açıklar mısınız?
Tenâsüh ve Reenkarnasyon
Tenâsüh, rûhun, ölümden sonra, başka bir bedende yeniden dünyaya gelmesidir. (1)
Tarihin çok eski devirlerine dayanan ve Hint felsefesinde kendini kuvvetli bir şekilde hissettiren (2) bu inancın farklı biçimleri olsa da, tenasühe inananlar genel olarak iki gruba ayrılır: Birinci gruba göre, rûhlar bedenlerini terkettikten sonra aynı veya farklı türden olan bedenlere geçerler. Bu görüşe göre tenasüh ceza ve sevap türündendir. İkinci gruba göre ise, rûhlar bedenlerinden ayrıldıktan sonra sadece kendi türlerinden olan bedenlere geçerler, başka türlere geçmezler(3).
Reenkarnasyon (Rœincarnation) ise, tenasüh, tekammüs, tecessüd-ü cedîd (4), rûhun bir cisimden ötekine kimi kez de, insandan hayvana, hayvandan insana geçmesi, rûh göçü (5) manâlarına gelirken, bu fikri savunan bazı gruplara göre tenasühten faklı ve daha husûsi bir manâda kullanılmaktadır.
Batı'da, rûhun, ölümden sonra, yine bir insan bedenine geçmesine, reenkarnasyon, hayvan bedenine geçmesine ise, transmigrasyon (transmigration) (6) dendiğine de şâhid oluyoruz ki (7), bu durumda transmigrasyon, tenâsühe denk gelmektedir.
Yeni tenasühçüler (8) olarak da isimlendirebileceğimiz, günümüzde reenkarnasyonu savunan kimselere göre, reenkarnasyon yani dünyaya tekrar gelişin Hint felsefe ve dinlerindeki tenasüh ile esas ve amaç bakımından hiç bir ilgi ve münasebeti yoktur. Çünkü, tenasühte tekâmül (varlık derecesinin veya rütbesinin artması) fikri yoktur. Cezâ ve mükâfat esasına göre bir geliş, gidiş vardır (9). Reenkarnasyonda ise, dünyevî bağlardan kurtulamamış rûhların tekâmül için dünyaya tekrar gelmesi vardır. Tekâmülde hiç bir zaman geri dönülmeyeceği (tedennî yani alçalış olmayacağı) kabul edilmiştir (10).
İslâm âleminde geçmişte tenasüh inancına inanan bazı din dışı guruplar (11), günümüzde ise husûsî bir reenkarnasyon anlayışına sahib olanlar (bunlardan bazıları reenkarnasyonun İslâm'daki âhiret inancına aykırı düşmediği, sadece tekâmül gayesini güttüğünü söylemektedir) iddiâlarına destek bulmak için, Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetleri örnek olarak göstermişler ve böylece pek çok âyetin reenkarnasyon ifâde ettiğini veya edebileceğini söylemişlerdir.
Burada öncelikle tenâsüh ve reenkarnasyonu kesin olarak reddeden âyetlere, ardından da, tenasüh ve reenkarnasyon ifâde ettiği iddiâ olunan âyetler üzerinde durmaya çalışacağız.
Tarihin çok eski devirlerine dayanan ve Hint felsefesinde kendini kuvvetli bir şekilde hissettiren (2) bu inancın farklı biçimleri olsa da, tenasühe inananlar genel olarak iki gruba ayrılır: Birinci gruba göre, rûhlar bedenlerini terkettikten sonra aynı veya farklı türden olan bedenlere geçerler. Bu görüşe göre tenasüh ceza ve sevap türündendir. İkinci gruba göre ise, rûhlar bedenlerinden ayrıldıktan sonra sadece kendi türlerinden olan bedenlere geçerler, başka türlere geçmezler(3).
Reenkarnasyon (Rœincarnation) ise, tenasüh, tekammüs, tecessüd-ü cedîd (4), rûhun bir cisimden ötekine kimi kez de, insandan hayvana, hayvandan insana geçmesi, rûh göçü (5) manâlarına gelirken, bu fikri savunan bazı gruplara göre tenasühten faklı ve daha husûsi bir manâda kullanılmaktadır.
Batı'da, rûhun, ölümden sonra, yine bir insan bedenine geçmesine, reenkarnasyon, hayvan bedenine geçmesine ise, transmigrasyon (transmigration) (6) dendiğine de şâhid oluyoruz ki (7), bu durumda transmigrasyon, tenâsühe denk gelmektedir.
Yeni tenasühçüler (8) olarak da isimlendirebileceğimiz, günümüzde reenkarnasyonu savunan kimselere göre, reenkarnasyon yani dünyaya tekrar gelişin Hint felsefe ve dinlerindeki tenasüh ile esas ve amaç bakımından hiç bir ilgi ve münasebeti yoktur. Çünkü, tenasühte tekâmül (varlık derecesinin veya rütbesinin artması) fikri yoktur. Cezâ ve mükâfat esasına göre bir geliş, gidiş vardır (9). Reenkarnasyonda ise, dünyevî bağlardan kurtulamamış rûhların tekâmül için dünyaya tekrar gelmesi vardır. Tekâmülde hiç bir zaman geri dönülmeyeceği (tedennî yani alçalış olmayacağı) kabul edilmiştir (10).
İslâm âleminde geçmişte tenasüh inancına inanan bazı din dışı guruplar (11), günümüzde ise husûsî bir reenkarnasyon anlayışına sahib olanlar (bunlardan bazıları reenkarnasyonun İslâm'daki âhiret inancına aykırı düşmediği, sadece tekâmül gayesini güttüğünü söylemektedir) iddiâlarına destek bulmak için, Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetleri örnek olarak göstermişler ve böylece pek çok âyetin reenkarnasyon ifâde ettiğini veya edebileceğini söylemişlerdir.
Burada öncelikle tenâsüh ve reenkarnasyonu kesin olarak reddeden âyetlere, ardından da, tenasüh ve reenkarnasyon ifâde ettiği iddiâ olunan âyetler üzerinde durmaya çalışacağız.
1. Tenasüh ve Reenkarnasyon Olmadığını İfâde Eden Ayetler
Kur'ân-ı Kerim'de, insanın yeniden diriltilişinin kıyamet günü olacağı, iâde tabirinden insanların kıyamet gününde tekrar diriltilmelerinin kasdolunduğu, bu diriltmenin bir defâya mahsus olduğu ve ölümden sonra tekrar dünyaya dönüşün asla mümkün olmayacağı açıktır. Bu hususta pek çok âyet vardır. İşte bunlardan birisi: "Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim! beni geri gönder. Tâ ki, boşa geçirdiğim dünya hayatında iyi ameller işleyeyim. Hayır! O, söylediği boş bir laftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah (12) vardır" (Mü'minûn, 99-100).
Bu âyet dünyaya yeniden gelmenin olmayacağını açık ve kesin bir şekilde ifâde ediyor. Nitekim İkbâl, "Kur'ân-ı Mubîn'de iyice açıklanmış ve hiç bir fikir kargaşasına yer vermeyecek mahiyette olan üç noktaya dikkat etmemiz gerekir" dedikten sonra ikinci noktada: "Kur'ân-ı Kerîm'e göre bu dünyaya yeniden gelmek imkânsızdır. Bu husus aşağıdaki âyette gâyet açık bir şekilde açıklanmıştır: .." (13) diyerek, yukarda takdîm ettiğimiz âyeti zikretmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm dünyaya yeniden dönüş isteğinin boş bir laf olduğunu ifâde ederken tekid sadedinde innehâ kelimetun huve kâiluhâ "o, söylediği boş bir laftan ibarettir" buyurmuştur (14).
"Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır" ifâdesi de, onların diriltilecekleri güne kadar berzah âleminde bekleyeceklerini, yani dünya hayatıyla âhiret hayatı arasında bir hayatta olacaklarını, dünyaya dönemeyeceklerini belirtmektedir. "Nasıl ki ana rahminden çıkan bir çocuk, yeniden tekrar oraya dönemiyorsa, bu dünya hayatından çıkarak, kabir hayatına giden bir rûh da, oradan çıkıp geriye tekrar dönemeyecektir" (15) .
Bu apaçık ifadeden sonra, "bu âyet rûhun ayrıldığı bedene dönmeyeceğini ifâde ediyor, dünyaya dönmeyeceğini değil" (16) veya, bu âyet "reenkarnasyonun olmadığını değil sürekli dünyaya geri gidip açığını kapatmak isteyenlerin bu isteklerinin reddedildiğine delîldir" (17) gibi iddiâların gerçeği yansıtmadığı açıktır. Çünkü âyette ne eski bedene dönme isteğine, ne de bu sözü söyleyenin dünyaya bir kaç defa geldiğine dâir bir alamet yoktur. Eğer bu istek dünyaya bir kaç kere gelen bir kimse tarafından yapılmış olsaydı o zaman cevap olarak, defalarca dünyaya gönderilmedin mi... gibi ifâdelere yer verilirdi... Nitekim buna benzer bir başka âyette, pişmanlığını dile getiren inkârcıya şöyle cevap verilmiştir: "Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti." (Fâtır, 37). Bu âyette de, insana düşünüp taşınacağı ve öğüt alacağı kadar ömür verildiğinden bahsedilmiş, fakat bir kaç kere dünyaya gelmekten bahsedilmemiştir. Bu ayet açıkça reenkarnasyonu reddettiği halde, dünyada 25 yıl kalanla 100 yıl kalanın bir sayılamayacağı, böyle bir şeyin Allah'ın adaletine uygun düşmeyeceği (18) , söylenerek tam aksine, reenkarnasyona delîl getirilmeye çalışılmış, az yaşayan ve böylece öğüt almak için gerekli süreye ulaşamayan insanların tekrar dünyaya gönderileceği sonucuna varılmak istenmiştir.
Aslında böyle bir iddiâ, reenkarnasyon ilkesine de aykırıdır. Çünkü, bu ilkeye göre dünyaya yeniden gelmenin sebebi kusurlu, günahkâr insanların, kendi kusur ve hataları sebebiyle tekâmüllerini tamamlayamamalarıdır. Hem insana neden yeterli bir süre tanınmasın da dünyaya bir daha getirme ihtiyacı doğsun ki! İlk seferde bunu gerçekleştirmek varken ömrü parçalara ayırmaya gerek var mıdır?
Ayrıca, hidâyeti bulma hususunda insanların durumu farklı farklıdır. Bin yıl yaşayan bir kimse hidâyete erişemeyeceği gibi, bir kaç saatlik bir mükellefiyet zarfında hidâyeti bulup vefât etmek de mümkündür. Hidâyet için illa da belli veya uzun bir süre gerekmez. Her insana verilen ömür, o insanın hidâyeti bulması için yeterli olabilir. Allah kimin ne kadar zamanda öğüt alacağını bilir, dolayısıyla ömürleri de ona göre takdir etmiş olabilir. Âyet de, bu duruma işâret ediyor. Bu süre o insanın imtihân süresidir ve öğüt almak için yeterlidir. Uzun veya kısa olması önemli değildir. Hatta uzun olması aleyhe de olabilir.
Ayrıca, Allah'ın herkese imkânları ölçüsünde, yaşadığı şartlara ve hayat müddetine göre muâmele edip, hesaba çekeceği de muhakkaktır (19). Hem böyle bir iddiâya göre, kıyametten az bir zaman önce dünyaya gelenlerin durumu nasıl izâh edilebilir?
Yukardaki âyetin ifâde ettiği manâyı yani dünyaya tekrar dönüşün olmayacağını ifâde eden diğer âyetler de şunlardır:
"Onların, ateşin karşısında durdurulup, âh! keşke dünyaya geri gönderilsek de, bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak! dediklerini bir görsen! Hayır! daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Onlar dünyaya geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar" (En'âm, 27-28),
"...Acaba şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki, bize şefaat etsinler, ya da dünyaya geri gönderilsek de, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapsak. Onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de kaybolup gitti"(A'raf, 53),
"Rabbimiz bizi cehennemden çıkar, eğer bir daha dönersek o zaman gerçekten zalimlerdeniz. Allah buyurdu ki, susun! konuşmayın!.." (Mü'minûn,107-108).
En'âm, 28. âyette, "Eğer dünyaya geri döndürülselerdi kendilerine yasaklanan şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı" ifâdesi mevzûmuz açısından çok önemlidir. Çünkü bu ifâdeyle, farazâ o insanlar dünyaya tekrar gelseler de, yine aynı şeyleri yapıp, Allah'ın yasak ettiği şeyleri işleyecekleri bildirilerek, insanların bu dünyaya neden bir kere daha gönderilmediklerinin hikmeti beyân edilmiştir.
"Onlardan önce nice kavimler helâk ettiğimizi görmüyorlar mı?! Onlar bunlara tekrar dönüp gelmezler" (Yâ-sîn, 31) âyeti de helâk edilen insanların, daha sonra gelen insanlara dünyaya tekrar gelmek sûretiyle dönmediklerini açıkça ifâde ediyor. Helâk edilen kavimlerin kusurlu, tekemmül etmemiş insanlar olduğu düşünülürse, bu âyetin reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delîl olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bir başka âyette ise, bu manâda, "Helâk ettiğimiz bir karye ehline tekrar dönmek haramdır" (Enbiyâ, 95) buyrularak, dünyaya dönüşün kesinlikle olamayacağı haram tabiriyle tekidli bir sûrette bildirilmiştir.
"Allah sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bilmez vaziyette çıkardı" (Nahl, 78) âyeti de reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delîldir. Çünkü bu fikri savunanlara göre, insanın yeniden dünyaya gelmesi tekâmül içindir. Tekâmülün olabilmesi için ise, önceki hayattaki birikimin mevcûd olması gerekir. Halbuki bu âyet böyle bir şeyin olmadığını, doğan çocukların hiç bir şey bilmez bir halde dünyaya getirildiğini ifâde ediyor.
"Orada ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (Duhân, 56) âyetinde ölümün bir kereye mahsûs olarak yaşandığı ifâde edilmiştir. Dolayısıyla bir kaç veya bir çok defâ ölümü gerekli kılan reenkarnasyon bu âyetle de reddolunmaktadır.
Vakıa sûresinin son âyetlerinde de ölüm anında insanların durumu tasvîr olunduktan sonra: "(Ölen kimse) eğer mukarrebînden ise... Eğer ashab-ı yemînden ise... Ve eğer yalanlayıcı ve dalâlete düşmüşlerden ise..." (Vakıa, 88-94) buyrularak, öldükten sonra, insanların gidecekleri yerler sıralanmış (20) fakat bunlar içinde tekâmül etmemiş, günahkâr ve kusûrlu kimselerin tekrar dünyaya döneceğinden bahsedilmemiş, bilâkis yalanlayıcı ve dalâlete düşmüş olanların yerinin cehennem olduğu bildirilmiştir: "Ve eğer yalanlayan ve dalâlete düşenlerden ise, ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme giriş vardır" (Vakıa, 92-94).
Müşriklerin "hayat ancak dünya hayatımızdır. Ölürüz, yaşarız, bizi zamandan başka bir şey helâk etmez" (Câsiye, 24) şeklindeki sözleri hakkında da, bazı müfessirler, bu sözleriyle inkârcıların, müşriklerin inancı olan tenasühü ifâde etmiş olabileceklerini söylemişlerdir (21) ki, Cenab-ı Hakk'ın onların bu görüşünü red makamında zikretmesi de tenasüh aleyhine bir delîl sayılabilir.
Kur'ân âyetlerinin yanında, kabir azabını ve nimetlerini haber veren çok sayıda hadîs-i şerîf de reenkarnasyonu reddetmektedir (22). Acaba âhiret âleminin bütün aşama ve safhalarını detaylı bir şekilde anlatan Peygamberimizin, eğer hakikat olsaydı, reenkarnasyondan da bahsetmemesi mümkün olur muydu? Böylesine önemli ve itikadî bir meseleye hiç değinmemesi düşünülebilir mi? Hem böyle bir şeyi haber verseydi, bazı insanlar büyük bir müjde olarak bu haberi yayıp rivâyet etmezler miydi? Bütün bunlar reenkarnasyonun İslâm'da yeri olmadığını göstermiyor mu?
Bu âyet dünyaya yeniden gelmenin olmayacağını açık ve kesin bir şekilde ifâde ediyor. Nitekim İkbâl, "Kur'ân-ı Mubîn'de iyice açıklanmış ve hiç bir fikir kargaşasına yer vermeyecek mahiyette olan üç noktaya dikkat etmemiz gerekir" dedikten sonra ikinci noktada: "Kur'ân-ı Kerîm'e göre bu dünyaya yeniden gelmek imkânsızdır. Bu husus aşağıdaki âyette gâyet açık bir şekilde açıklanmıştır: .." (13) diyerek, yukarda takdîm ettiğimiz âyeti zikretmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm dünyaya yeniden dönüş isteğinin boş bir laf olduğunu ifâde ederken tekid sadedinde innehâ kelimetun huve kâiluhâ "o, söylediği boş bir laftan ibarettir" buyurmuştur (14).
"Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır" ifâdesi de, onların diriltilecekleri güne kadar berzah âleminde bekleyeceklerini, yani dünya hayatıyla âhiret hayatı arasında bir hayatta olacaklarını, dünyaya dönemeyeceklerini belirtmektedir. "Nasıl ki ana rahminden çıkan bir çocuk, yeniden tekrar oraya dönemiyorsa, bu dünya hayatından çıkarak, kabir hayatına giden bir rûh da, oradan çıkıp geriye tekrar dönemeyecektir" (15) .
Bu apaçık ifadeden sonra, "bu âyet rûhun ayrıldığı bedene dönmeyeceğini ifâde ediyor, dünyaya dönmeyeceğini değil" (16) veya, bu âyet "reenkarnasyonun olmadığını değil sürekli dünyaya geri gidip açığını kapatmak isteyenlerin bu isteklerinin reddedildiğine delîldir" (17) gibi iddiâların gerçeği yansıtmadığı açıktır. Çünkü âyette ne eski bedene dönme isteğine, ne de bu sözü söyleyenin dünyaya bir kaç defa geldiğine dâir bir alamet yoktur. Eğer bu istek dünyaya bir kaç kere gelen bir kimse tarafından yapılmış olsaydı o zaman cevap olarak, defalarca dünyaya gönderilmedin mi... gibi ifâdelere yer verilirdi... Nitekim buna benzer bir başka âyette, pişmanlığını dile getiren inkârcıya şöyle cevap verilmiştir: "Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti." (Fâtır, 37). Bu âyette de, insana düşünüp taşınacağı ve öğüt alacağı kadar ömür verildiğinden bahsedilmiş, fakat bir kaç kere dünyaya gelmekten bahsedilmemiştir. Bu ayet açıkça reenkarnasyonu reddettiği halde, dünyada 25 yıl kalanla 100 yıl kalanın bir sayılamayacağı, böyle bir şeyin Allah'ın adaletine uygun düşmeyeceği (18) , söylenerek tam aksine, reenkarnasyona delîl getirilmeye çalışılmış, az yaşayan ve böylece öğüt almak için gerekli süreye ulaşamayan insanların tekrar dünyaya gönderileceği sonucuna varılmak istenmiştir.
Aslında böyle bir iddiâ, reenkarnasyon ilkesine de aykırıdır. Çünkü, bu ilkeye göre dünyaya yeniden gelmenin sebebi kusurlu, günahkâr insanların, kendi kusur ve hataları sebebiyle tekâmüllerini tamamlayamamalarıdır. Hem insana neden yeterli bir süre tanınmasın da dünyaya bir daha getirme ihtiyacı doğsun ki! İlk seferde bunu gerçekleştirmek varken ömrü parçalara ayırmaya gerek var mıdır?
Ayrıca, hidâyeti bulma hususunda insanların durumu farklı farklıdır. Bin yıl yaşayan bir kimse hidâyete erişemeyeceği gibi, bir kaç saatlik bir mükellefiyet zarfında hidâyeti bulup vefât etmek de mümkündür. Hidâyet için illa da belli veya uzun bir süre gerekmez. Her insana verilen ömür, o insanın hidâyeti bulması için yeterli olabilir. Allah kimin ne kadar zamanda öğüt alacağını bilir, dolayısıyla ömürleri de ona göre takdir etmiş olabilir. Âyet de, bu duruma işâret ediyor. Bu süre o insanın imtihân süresidir ve öğüt almak için yeterlidir. Uzun veya kısa olması önemli değildir. Hatta uzun olması aleyhe de olabilir.
Ayrıca, Allah'ın herkese imkânları ölçüsünde, yaşadığı şartlara ve hayat müddetine göre muâmele edip, hesaba çekeceği de muhakkaktır (19). Hem böyle bir iddiâya göre, kıyametten az bir zaman önce dünyaya gelenlerin durumu nasıl izâh edilebilir?
Yukardaki âyetin ifâde ettiği manâyı yani dünyaya tekrar dönüşün olmayacağını ifâde eden diğer âyetler de şunlardır:
"Onların, ateşin karşısında durdurulup, âh! keşke dünyaya geri gönderilsek de, bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak! dediklerini bir görsen! Hayır! daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Onlar dünyaya geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar" (En'âm, 27-28),
"...Acaba şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki, bize şefaat etsinler, ya da dünyaya geri gönderilsek de, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapsak. Onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de kaybolup gitti"(A'raf, 53),
"Rabbimiz bizi cehennemden çıkar, eğer bir daha dönersek o zaman gerçekten zalimlerdeniz. Allah buyurdu ki, susun! konuşmayın!.." (Mü'minûn,107-108).
En'âm, 28. âyette, "Eğer dünyaya geri döndürülselerdi kendilerine yasaklanan şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı" ifâdesi mevzûmuz açısından çok önemlidir. Çünkü bu ifâdeyle, farazâ o insanlar dünyaya tekrar gelseler de, yine aynı şeyleri yapıp, Allah'ın yasak ettiği şeyleri işleyecekleri bildirilerek, insanların bu dünyaya neden bir kere daha gönderilmediklerinin hikmeti beyân edilmiştir.
"Onlardan önce nice kavimler helâk ettiğimizi görmüyorlar mı?! Onlar bunlara tekrar dönüp gelmezler" (Yâ-sîn, 31) âyeti de helâk edilen insanların, daha sonra gelen insanlara dünyaya tekrar gelmek sûretiyle dönmediklerini açıkça ifâde ediyor. Helâk edilen kavimlerin kusurlu, tekemmül etmemiş insanlar olduğu düşünülürse, bu âyetin reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delîl olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bir başka âyette ise, bu manâda, "Helâk ettiğimiz bir karye ehline tekrar dönmek haramdır" (Enbiyâ, 95) buyrularak, dünyaya dönüşün kesinlikle olamayacağı haram tabiriyle tekidli bir sûrette bildirilmiştir.
"Allah sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bilmez vaziyette çıkardı" (Nahl, 78) âyeti de reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delîldir. Çünkü bu fikri savunanlara göre, insanın yeniden dünyaya gelmesi tekâmül içindir. Tekâmülün olabilmesi için ise, önceki hayattaki birikimin mevcûd olması gerekir. Halbuki bu âyet böyle bir şeyin olmadığını, doğan çocukların hiç bir şey bilmez bir halde dünyaya getirildiğini ifâde ediyor.
"Orada ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (Duhân, 56) âyetinde ölümün bir kereye mahsûs olarak yaşandığı ifâde edilmiştir. Dolayısıyla bir kaç veya bir çok defâ ölümü gerekli kılan reenkarnasyon bu âyetle de reddolunmaktadır.
Vakıa sûresinin son âyetlerinde de ölüm anında insanların durumu tasvîr olunduktan sonra: "(Ölen kimse) eğer mukarrebînden ise... Eğer ashab-ı yemînden ise... Ve eğer yalanlayıcı ve dalâlete düşmüşlerden ise..." (Vakıa, 88-94) buyrularak, öldükten sonra, insanların gidecekleri yerler sıralanmış (20) fakat bunlar içinde tekâmül etmemiş, günahkâr ve kusûrlu kimselerin tekrar dünyaya döneceğinden bahsedilmemiş, bilâkis yalanlayıcı ve dalâlete düşmüş olanların yerinin cehennem olduğu bildirilmiştir: "Ve eğer yalanlayan ve dalâlete düşenlerden ise, ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme giriş vardır" (Vakıa, 92-94).
Müşriklerin "hayat ancak dünya hayatımızdır. Ölürüz, yaşarız, bizi zamandan başka bir şey helâk etmez" (Câsiye, 24) şeklindeki sözleri hakkında da, bazı müfessirler, bu sözleriyle inkârcıların, müşriklerin inancı olan tenasühü ifâde etmiş olabileceklerini söylemişlerdir (21) ki, Cenab-ı Hakk'ın onların bu görüşünü red makamında zikretmesi de tenasüh aleyhine bir delîl sayılabilir.
Kur'ân âyetlerinin yanında, kabir azabını ve nimetlerini haber veren çok sayıda hadîs-i şerîf de reenkarnasyonu reddetmektedir (22). Acaba âhiret âleminin bütün aşama ve safhalarını detaylı bir şekilde anlatan Peygamberimizin, eğer hakikat olsaydı, reenkarnasyondan da bahsetmemesi mümkün olur muydu? Böylesine önemli ve itikadî bir meseleye hiç değinmemesi düşünülebilir mi? Hem böyle bir şeyi haber verseydi, bazı insanlar büyük bir müjde olarak bu haberi yayıp rivâyet etmezler miydi? Bütün bunlar reenkarnasyonun İslâm'da yeri olmadığını göstermiyor mu?
2 . Tenâsüh ve Reenkarnasyona Delîl Olarak Gösterilen Ayetler
Tenasüh veya reenkarnasyon ifâde ettikleri iddiâ olunan âyetlere gelince, öncelikle şunu belirtelim ki, geçmişte tenasühe delîl olarak gösterilen âyetlerin sayısı günümüzde reenkarnasyona delîl olarak gösterilenlerin aksine, çok azdır, üç-beş taneyi geçmez. Bu âyetlerden birisi, "onların ciltleri cehennem ateşinde pişip kavrulduğu her seferinde, azabı tatsınlar diye yeni ciltlerle (bedenlerle) değişiriz" (Nisâ, 56) âyetidir.
Bu âyette açıkça, cehennem azabı ve bu azabın şiddetini ifâde etmek için, kavrulan bedenlerin yenilenmesinden bahsedilirken, âyette zikredilen cehennemin bu dünya hayatı olduğunu iddiâ edilerek, bu âyetin insanların rûhlarının bedenlerinden ayrıldıktan sonra başka bedenlere girip dünyaya gelmelerine işâret sayılmış, beden içinde olgunlaşamayan rûhun azap çekmek için başka bedenlere girerek bir cehennem olan şu dünya hayatına geri döneceklerini söylenmiştir (23). Tamamen bâtınıyye (24) kokan, cehennemi bu dünyada arayan bu görüşün ne derece sakat ve bâtıl olduğu açıktır.
Geçmiş tenasühçülerden bazıları da, "Ey İsrail oğulları! size in'âm ettiğim nimetleri hatırlayın..." (Bakara, 40, 47, 122) âyetinden hareketle, âyette hitap edilenlerin bizzât o zamanki yahudîler olduğu, ölüp, çürüyüp, aradan uzun zaman geçtikten sonra, Allah'ın kendilerine olan nimetlerini unuttukları için hatırlatma yapıldığını iddiâ etmişlerdir. Halbuki, Arapçada böyle bir üslûp yaygındır. Bir kimseye dedesi ve ataları kasdedilerek, ona söylüyormuş gibi hitap edilebilir (25).
"Yer yüzündeki bütün hayvanlar ve gökte kanat çırpıp uçan bütün kuşlar sizin gibi bir ümmettirler (toplu halde yaşayan canlılardır) (En'âm, 38) âyetinde de tenasühçüler, bu âyetin yer yüzündeki hayvanların ve kuşların bizim emsâlimiz olduğuna delâlet ettiğini, emsal olma durumunun ve eşitliğin (musâvât) bütün zatî sıfatlarda bulunmasını gerekli kıldığını söyleyerek, tenâsüh ifâde ettiğini iddiâ etmişlerdir (26). Onlara göre bu misliyet potansiyel olarak mevcuttur, fiili olarak değildir. İnsanlar da hayvanların potansiyel olarak mislidir (27). "Her ümmete mutlaka bir nezîr (cehennemle uyaran) gelmiştir" (Fâtır, 24) âyetinden hareketle de, önceki âyette ümem olarak tavsîf olunan bu hayvan topluluklarının her birine Allah tarafından birer resûl gönderildiğini savunmuşlardır (28).
Ayette ifâde edilen emsal olma durumunun, ümem olmada, yani toplu halde yaşama husûsunda olduğu açıktır. Nitekim karınca, arı gibi hayvanlarda bu durum daha açık olarak görülmektedir. Bu misil olma durumu bütün zâtî sıfatlarda olması için ise, hiç bir sebep yoktur.
Bazı tenasühçüler de, kâfirlerin cehennemde ebedî kalacaklarını ifâde etmek maksadıyla zikredilmiş olan, "Ayetlerimizi yalanlayan ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir..." (A'raf, 40) âyetinden hareketle, kötü rûhluların bedenden bedene geçerek temizleneceklerini, neticede deve bedeninde olan insanın, iğne deliğinden geçebilecek bir meyve kurdu bedenine intikâl ederek saflaşacağını söylemişlerdir (29).
Geçmişte tenasühe delîl olarak sunulan az sayıdaki bu âyetlere karşılık, günümüzde reenkarnasyonu savunanların, görüşlerini desteklemek gayesiyle zikrettikleri âyetlerin sayısı insanı şaşırtacak derecede çoktur! Bazıları bu hususta elli civarında âyet sıralamıştır (30). Bu âyetlerin pek çoğu birbirine benzeyen, aynı manâyı ifâde eden âyetlerdir. Bu âyetlerden bir kısmı da, açık bir şekilde dünyaya dönüşün olmayacağını ifâde etmektedir! Şimdi bu fikri savunanların pek çoğu tarafından takdîm edilen âyetleri inceleyelim:
Günümüzde reenkarnasyonu savunan ve Kur'ân-ı Kerim'de bu inanca yer verildiğini iddiâ edenlerin pek çoğunun ilk fırsatta delîl olarak belirttikleri, şu âyettir:
"Sizler ölü iken (ölü varlıklar halinde iken) sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz?! Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, sonra da O'na döndürüleceksiniz"(Bakara, 28).
Bu âyette reenkarnasyonun dile getirildiğini iddiâ edenlerin hareket noktası, âyette zâhirde, iki ölüm ve iki diriltmenin olmasıdır. Onlara göre âyetteki ve küntum emvâten (halbuki siz ölü varlıklar halinde idiniz) ifâdesi, insanların ömürlerini tamamladıktan sonra ölmeleri manâsındadır. Âyetin yanlış değerlendirilmesinde rol oynayan ifâde budur. Dolayısıyla bu ifâdeden ne kastedildiği açıklığa kavuşunca, mesele de kendiliğinden hallolacaktır (31).
Geçmişte yazılmış bir çok tefsîre göz attığımızda bu âyetin hiç bir müfessir tarafından, hatta tenasüh iddiâsında olanlar tarafından dahi, bu şekilde, yani reenkarnasyon ifâde ediyor veya bu âyet dünyaya bir kaç defâ gelmekten bahsediyor şeklinde anlaşılmamış ve böyle bir iddiâya tesadüf edilmemiştir. Çünkü eğer böyle bir iddiâ mevcûd olsaydı, bu fikri kabûl etmeyenler tarafından reddedilecek, tefsîrlerde bu hususta cevap bulunacaktı. Böyle bir şeye rastlanmaması, geçmişte bu âyet hakkında böyle bir iddiânın da bulunmadığını göstermektedir.
Tefsirlerde ve küntum emvâten (halbuki siz ölü varlıklar halinde idiniz) ifâdesine, hepsi de insanın bu dünya hayâtına gelmeden önceki tavırlarından olan, çeşitli manalar verilmiştir (32). Buna göre bu âyetteki emvât tabirine, hiç bir şey değildiniz (33), Adem ve zürriyyetinden misâk alındıktan sonraki ölü halinizdeydiniz, toprak idiniz (34), babalarınızın sulbunde nutfe halinde idiniz (35), ana rahmine nutfe olarak intikâl anında ölü varlıklar idiniz (36), zikredilmeyen kendisinden bahsedilmeyen varlıklar idiniz (37) gibi manâlar verilmiştir ki, bu manâlar insanın dünyaya gelmeden önceki hallerine delâlet ediyor. Dolayısıyla âyette, bu devrelerden biri veya bir kaçının kastolunması mümkündür. Emvâten "ölüler, ölü varlıklar"'ın çoğul olarak gelmesi de, buna işâret sayılabilir. Nitekim bazı müfessirler bu devrelerden bir kaçını birden zikrederek âyete manâ vermişlerdir (38). Razî, ulemânın bu ifâdenin beyanı hakkında "toprak ve nutfe idiniz" şeklinde ittifak ettiklerini (39) söylemiştir.
İbn Aşûr bu ifâdeyi şöyle izah ediyor: ""Sizler ölü varlıklar iken sizi diriltti" âyeti delâlet ediyor ki, bu icâd bedî (eşsiz) bir şekildedir. Zira insan mevt yani kendinde hayat olmayan bir çok şeylerden meydana gelmiştir. Çünkü insanın zerreleri havada, toprakta dağınık halde bulunan unsûrlardan alınarak gıdalarda bir araya toplanmıştır ki, bu da ikinci bir ölü varlıktır. Sonra o gıdalardan kan ve başka bileşikler hulâsa edilmiştir ki, bunlar da ölüdür. Sonra bunlardan kadın ve erkeğin nutfeleri hulâsa edilmiştir. Sonra bunlar imtizâc ederek alaka sonra mudğa olmuştur. Bütün bu tavırlar insanın var oluşundan öncedir ve birer ölü varlıklardır. Daha sonra rûh nefhedilerek doğum vaktine ve ölünceye kadar hayat sahibi olmuştur. Kâfirlere düşen, bu durumu Allah'ın uluhiyyette tek olduğuna delîl olmakta yeterli görmeleriydi" (40).
Böylece bu âyetlerde tenasüh veya reenkarnasyonu hissettiren bir durum olmadığı açıkça görülmektedir.
"Dediler ki, Rabbimiz bizi iki kere öldürdün iki kere dirilttin artık günahlarımızı itiraf ettik. Çıkış için bir yol var mı?"(Mü'min,11) âyetinin de çoğu müfessir tarafından Bakara, 28. âyetin bir benzeri olduğu söylenmişse de, bazılarına göre ise, bu âyet Bakara, 28. âyetten farklı olup, bu âyette kabir azabına işâret edilmektedir. Çünkü bu âyette kâfirler iki ölümden bahsediyorlar. Bunlardan birisi dünyada müşâhede olunan ölüm olduğuna göre, diğer ölümün kabirde olması gerekir (41). Razî'ye göre buradaki ölüm, Bakara, 28. âyette olduğu gibi, nutfe, alaka vs. olamaz. Çünkü âyette Allah Taalâ'nın onları öldürmesinden (imâte)'den bahsediliyor. öldürme ise, hayatın varlığına bağlıdır. Eğer ölüm önceden hâsıl olsaydı, bunun öldürme (imâte) olması muhâl olurdu. Tahsil-i hâsıl (ölünün öldürülmesi) lâzım gelirdi ki, bu da muhâldir. Bakara, 28. âyette ise, durum böyle değildir. Orada onların emvât (ölüler) olduğundan bahsediliyor, imâteden yani Allah'ın onları öldürmesinden, canlarını almasından bahsedilmiyor (42).
Ancak Zemahşerî, onların ölü maddeler halinde yaratılmalarına imâte (öldürme) tabirinin Arap dili açısından kullanılabileceğini söyleyerek şu misâlleri veriyor: Sivri sineğin cismini küçülten ve filin cismini büyülten Allah'ı noksan sıfatlardan tenzîh ederim (subhâne men sağğara cisme'l-baûdati ve kebbere cisme'l-fîl) ifâdesindeki küçültme ve büyültmeden maksat sivri sineğin cismini büyük iken küçültmek ve filin cismini küçük iken büyültmek manâsında değil de, onların bu şekilde yaratıldığı olduğu gibi, âyette de durum böyledir. Öldürmeden maksat ölü halde olmadır. Bir başka misâl de, hafriyatçıya hitaben kuyunun ağzını daralt, altını genişlet (dayyık feme'r-rukyeti ve vessi' esfelehâ) ifâdesidir. Bu ifâdede de zâhirinden anlaşılabileceği gibi, kuyunun ağzının genişken daraltılması, alt tarafının da, dar iken genişletilmesi değil, ağzının geniş, altının dar yapılması istenmektedir. İşte âyette de aynı durum söz konusudur (43).
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bu âyet ya Bakara, 28. âyetin ifâde ettiği manâyı, ya da biri görebildiğimiz, diğeri de kabirde meleklerin suâlinden sonra vuku bulan ölümü ifâde ediyor. Bu her iki hal de reenkarnasyonla alakalı değildir. Hem âyette kâfirlerin bu sözlerini cehennemde iken söyledikleri açıktır. Çünkü oradan çıkmak istediklerini söylüyorlar. Reenkarnasyon ise, iddiâ edenlere göre, ölümün ardından bu dünyada, yani kıyamet kopmadan gerçekleşecektir.
Bu âyetin manası hakkında, muhterem hocam Veli Ulutürk'ün şifahî olarak, muhtemel olduğunu kaydettiği mana ise şöyle: Bizi bir dünyada öldürdün, bir de burada (âhirette) cehenneme sokmakla öldürdün. Yani mahvettin, azâba düçar ettin olsa gerektir. Çünkü cennetlikler Duhân, 56. âyette bildirildiği gibi bir kere ölmektedirler. Yani ikinci ölüm cehennemde âzap çekme manasında mecâzidir. Sıkıntılı, istenmeyen bir hayatın mecâzî olarak, ölüm diye vasfedilmesinin çokça kullanıldığı dikkate alındığında, bu izâhın çok yerinde olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim, bir âyette de, cehennemliğin hali tasvîr edilirken, "orada ne ölür, ne de yaşarlar" (A'lâ, 13) buyrularak, cehennem hayatı ölüme benzetilmiştir.
Reenkarnasyonu savunanların iddiâlarına delîl olarak gösterilmeye çalıştıkları bir diğer âyet de şudur: "Size her ne musîbet dokunursa, kendi ellerinizle kazandığınız şeyler sebebiyledir. Allah pek çoğunu da affeder"(Şûrâ, 30).
Bu âyetten hareketle, çocukların başına gelen belâ ve musîbetlerin onların daha önce yaşadıkları hata ve isyanlarının bir cezâsı olduğu söylenmiştir. Çünkü, bu iddiâ sahiplerine göre, çocuklar masûmdur, çocukluklarında böyle cezâları hakettirecek işler yapmamışlardır (44).
Aslında bu âyette muhatab olan kimselerin çocukluk çağını geçmiş, mükellef kimseler olduğu açıktır. Çünkü yapılanlarla muâheze etmek, ancak mükellefler için geçerlidir. Hem bu durum Kur'ân'ın tamamı için böyledir. Muhatab dâima âkil bâliğ olan mükelleflerdir. Dolayısıyla çocuklara isâbet eden musîbetlerin, sadece yapmış oldukları şeyler sebebiyle olduğu söylenemez.
Hem sadece bu âyete dayanarak hüküm vermek doğru olmaz. Nitekim bir başka âyette, zaman zaman masûmlara da musîbetin dokunabileceğinden bahsedilmiştir: "Geldiğinde sadece sizden zalim olanlara dokunmayacak olan fitneden sakının!" (Enfâl, 25). Bu durum, dünyanın bir imtihan yeri olmasından kaynaklanmaktadır.
Çocukların başına gelen belâ ve musîbetler babaları için bir imtihân (45), kendileri için de manevî terakkî veya uhrevî sevap vesilesi olabilir. Sonra, hayır ve şer nisbî şeylerdir. İnsan kendisi ve çoluk çocuğu için neyin hayır neyin şer olduğunu tam anlayamaz. Görünüşte kötü gördüğü bir şey kendi hayrına olabileceği gibi, hayır olarak gördüğü bir şey de kendi aleyhine olabilir (46).
"Onları biz yarattık ve yaratılışlarını sapa sağlam yaptık. Dilersek onların yerine benzerlerini de getiririz" (İnsan, 28) âyeti ve bu âyete emsal olan Vakıa, 60-62, Meâric, 40-41. âyetler de reenkarnasyona delîl olarak getirilmeye çalışılmıştır (47). Bu âyetleri reenkarnasyona delîl gösterenler, âyetlerdeki misl kelimesinin çoğulu olan emsâl (benzerleri) kelimesinden hareketle, böyle bir ipucu yakalamaya çalışmışlardır.
Aslında bu âyetler dikkatle incelendiğinde, bir kısmının öldükten sonra tekrar dirilmeye delîl olarak zikredildiği görülür. Yani sizi bir kere yaratan sizi ölümünüzden sonra da tekrar yaratır, benzerlerinizi veya aynınızı yeniden yaratabilir, manasını ifâde etmektedir (48). Yukarda zikrettiğimiz ve reenkarnasyona delîl getirilen, İnsan, 28; Vakıa, 60-62; Meâric, 40-41 âyet-i kerîmeleri böyledir. Bu durum şu âyette daha da açıktır: "Gökleri ve yeri yaratan onların (insanların) benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?!.." (Yâ-sîn, 81). Diğer âyetlerde ise, inkârcı kavimler kendilerinin helâk edilerek yerlerine kendi nev'lerinden olan başka insanların, başka kavim ve milletlerin getirileceğiyle tehdid edilmişlerdir. İnsan, 28; Meâric, 40-41. âyetler bu manâda da anlaşılabilir. "Onları günahları sebebiyle helâk ettik ve onlardan sonra başka kavimler yarattık" (En'âm, 6) âyeti de bu husûsta güzel bir örnektir.
Nitekim, müfessirler de, âyetlere bu doğrultularda manâlar vermişlerdir. Meselâ, "Gökleri ve yeri yaratan onların (insanların) benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?!.." (Yâ-sîn, 81) âyetindeki mislehum (misillerini) âhiretteki dirilişin ya misliyle, ya da enfusehum (kendilerini) manâsında kinaye kabul edilerek, aynen iâdeye delâlet edebileceği söylenmiştir (49). "Dilersek onların yerine benzerlerini getiririz" (İnsan, 28), "... Şüphesiz onların yerine daha hayırlılarını getirmeye gücümüz yeter ve kimse bizim önümüze geçemez" (Meâric, 40-41) âyetleri ise, Allah'ın o insanları helâk edip, yerlerine daha hayırlı, kendisine itaat eden, isyan etmeyen, böylece amelde onlara muhalif olan kimseleri getirmeye kâdir olduğu şeklinde tefsîr edilmiştir (50).
Razî, İnsan, 28. âyet-i kerîmenin tefsîrinde bu gerçeği şöyle ifâde etmektedir: "Yani eğer istesek, onları helâk eder, benzerlerini getirir, onlarla değiştiririz". Bu âyet, "sizi benzerlerinizle tebdîl etmede önümüze geçilenler değiliz..." (Vakıa, 60-61) âyeti gibidir. Âyetten maksat, onlara hiç muhtaç olunmadığını ifâde etmektir. Sanki şöyle deniyor: Bizim, şüphesiz hiç bir mahlûka ihtiyacımız yok, faraza olsa bile, bu kavimlere muhtaç değiliz, çünkü onları yok edip yerlerine benzerlerini icâd etmeye kâdiriz. "Ey insanlar Allah isterse sizi götürür, başkalarını getirir" (Nisa, 133) ve "Allah isterse sizi götürür ve yeni yaratılmışlar getirir" (İbrahim, 19) âyetleri de bu manadadır..." (51)
Görüldüğü gibi bu nevi âyetlerde isyancılara bir tehdit olarak, yok edilip yerlerine başka insanların getirilmesinden bahsediliyor. Eğer yine aynı insanlar getirilseler, bu tehdîdin manâsı kalmaz. Üslûp böyle bir manâya müsâit değildir. Buradaki mânâ, bir âmirin, işini doğru dürüst yapmayan memûruna, işini iyi yap yoksa seni atar yerine başka birini alırım demesi gibidir.
Âyetlerin hangi makamda ve ne için zikrolunduğuna dikkat edildiğinde böyle yanlış anlamalara mahal kalmayacaktır.
Bu âyette açıkça, cehennem azabı ve bu azabın şiddetini ifâde etmek için, kavrulan bedenlerin yenilenmesinden bahsedilirken, âyette zikredilen cehennemin bu dünya hayatı olduğunu iddiâ edilerek, bu âyetin insanların rûhlarının bedenlerinden ayrıldıktan sonra başka bedenlere girip dünyaya gelmelerine işâret sayılmış, beden içinde olgunlaşamayan rûhun azap çekmek için başka bedenlere girerek bir cehennem olan şu dünya hayatına geri döneceklerini söylenmiştir (23). Tamamen bâtınıyye (24) kokan, cehennemi bu dünyada arayan bu görüşün ne derece sakat ve bâtıl olduğu açıktır.
Geçmiş tenasühçülerden bazıları da, "Ey İsrail oğulları! size in'âm ettiğim nimetleri hatırlayın..." (Bakara, 40, 47, 122) âyetinden hareketle, âyette hitap edilenlerin bizzât o zamanki yahudîler olduğu, ölüp, çürüyüp, aradan uzun zaman geçtikten sonra, Allah'ın kendilerine olan nimetlerini unuttukları için hatırlatma yapıldığını iddiâ etmişlerdir. Halbuki, Arapçada böyle bir üslûp yaygındır. Bir kimseye dedesi ve ataları kasdedilerek, ona söylüyormuş gibi hitap edilebilir (25).
"Yer yüzündeki bütün hayvanlar ve gökte kanat çırpıp uçan bütün kuşlar sizin gibi bir ümmettirler (toplu halde yaşayan canlılardır) (En'âm, 38) âyetinde de tenasühçüler, bu âyetin yer yüzündeki hayvanların ve kuşların bizim emsâlimiz olduğuna delâlet ettiğini, emsal olma durumunun ve eşitliğin (musâvât) bütün zatî sıfatlarda bulunmasını gerekli kıldığını söyleyerek, tenâsüh ifâde ettiğini iddiâ etmişlerdir (26). Onlara göre bu misliyet potansiyel olarak mevcuttur, fiili olarak değildir. İnsanlar da hayvanların potansiyel olarak mislidir (27). "Her ümmete mutlaka bir nezîr (cehennemle uyaran) gelmiştir" (Fâtır, 24) âyetinden hareketle de, önceki âyette ümem olarak tavsîf olunan bu hayvan topluluklarının her birine Allah tarafından birer resûl gönderildiğini savunmuşlardır (28).
Ayette ifâde edilen emsal olma durumunun, ümem olmada, yani toplu halde yaşama husûsunda olduğu açıktır. Nitekim karınca, arı gibi hayvanlarda bu durum daha açık olarak görülmektedir. Bu misil olma durumu bütün zâtî sıfatlarda olması için ise, hiç bir sebep yoktur.
Bazı tenasühçüler de, kâfirlerin cehennemde ebedî kalacaklarını ifâde etmek maksadıyla zikredilmiş olan, "Ayetlerimizi yalanlayan ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir..." (A'raf, 40) âyetinden hareketle, kötü rûhluların bedenden bedene geçerek temizleneceklerini, neticede deve bedeninde olan insanın, iğne deliğinden geçebilecek bir meyve kurdu bedenine intikâl ederek saflaşacağını söylemişlerdir (29).
Geçmişte tenasühe delîl olarak sunulan az sayıdaki bu âyetlere karşılık, günümüzde reenkarnasyonu savunanların, görüşlerini desteklemek gayesiyle zikrettikleri âyetlerin sayısı insanı şaşırtacak derecede çoktur! Bazıları bu hususta elli civarında âyet sıralamıştır (30). Bu âyetlerin pek çoğu birbirine benzeyen, aynı manâyı ifâde eden âyetlerdir. Bu âyetlerden bir kısmı da, açık bir şekilde dünyaya dönüşün olmayacağını ifâde etmektedir! Şimdi bu fikri savunanların pek çoğu tarafından takdîm edilen âyetleri inceleyelim:
Günümüzde reenkarnasyonu savunan ve Kur'ân-ı Kerim'de bu inanca yer verildiğini iddiâ edenlerin pek çoğunun ilk fırsatta delîl olarak belirttikleri, şu âyettir:
"Sizler ölü iken (ölü varlıklar halinde iken) sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz?! Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, sonra da O'na döndürüleceksiniz"(Bakara, 28).
Bu âyette reenkarnasyonun dile getirildiğini iddiâ edenlerin hareket noktası, âyette zâhirde, iki ölüm ve iki diriltmenin olmasıdır. Onlara göre âyetteki ve küntum emvâten (halbuki siz ölü varlıklar halinde idiniz) ifâdesi, insanların ömürlerini tamamladıktan sonra ölmeleri manâsındadır. Âyetin yanlış değerlendirilmesinde rol oynayan ifâde budur. Dolayısıyla bu ifâdeden ne kastedildiği açıklığa kavuşunca, mesele de kendiliğinden hallolacaktır (31).
Geçmişte yazılmış bir çok tefsîre göz attığımızda bu âyetin hiç bir müfessir tarafından, hatta tenasüh iddiâsında olanlar tarafından dahi, bu şekilde, yani reenkarnasyon ifâde ediyor veya bu âyet dünyaya bir kaç defâ gelmekten bahsediyor şeklinde anlaşılmamış ve böyle bir iddiâya tesadüf edilmemiştir. Çünkü eğer böyle bir iddiâ mevcûd olsaydı, bu fikri kabûl etmeyenler tarafından reddedilecek, tefsîrlerde bu hususta cevap bulunacaktı. Böyle bir şeye rastlanmaması, geçmişte bu âyet hakkında böyle bir iddiânın da bulunmadığını göstermektedir.
Tefsirlerde ve küntum emvâten (halbuki siz ölü varlıklar halinde idiniz) ifâdesine, hepsi de insanın bu dünya hayâtına gelmeden önceki tavırlarından olan, çeşitli manalar verilmiştir (32). Buna göre bu âyetteki emvât tabirine, hiç bir şey değildiniz (33), Adem ve zürriyyetinden misâk alındıktan sonraki ölü halinizdeydiniz, toprak idiniz (34), babalarınızın sulbunde nutfe halinde idiniz (35), ana rahmine nutfe olarak intikâl anında ölü varlıklar idiniz (36), zikredilmeyen kendisinden bahsedilmeyen varlıklar idiniz (37) gibi manâlar verilmiştir ki, bu manâlar insanın dünyaya gelmeden önceki hallerine delâlet ediyor. Dolayısıyla âyette, bu devrelerden biri veya bir kaçının kastolunması mümkündür. Emvâten "ölüler, ölü varlıklar"'ın çoğul olarak gelmesi de, buna işâret sayılabilir. Nitekim bazı müfessirler bu devrelerden bir kaçını birden zikrederek âyete manâ vermişlerdir (38). Razî, ulemânın bu ifâdenin beyanı hakkında "toprak ve nutfe idiniz" şeklinde ittifak ettiklerini (39) söylemiştir.
İbn Aşûr bu ifâdeyi şöyle izah ediyor: ""Sizler ölü varlıklar iken sizi diriltti" âyeti delâlet ediyor ki, bu icâd bedî (eşsiz) bir şekildedir. Zira insan mevt yani kendinde hayat olmayan bir çok şeylerden meydana gelmiştir. Çünkü insanın zerreleri havada, toprakta dağınık halde bulunan unsûrlardan alınarak gıdalarda bir araya toplanmıştır ki, bu da ikinci bir ölü varlıktır. Sonra o gıdalardan kan ve başka bileşikler hulâsa edilmiştir ki, bunlar da ölüdür. Sonra bunlardan kadın ve erkeğin nutfeleri hulâsa edilmiştir. Sonra bunlar imtizâc ederek alaka sonra mudğa olmuştur. Bütün bu tavırlar insanın var oluşundan öncedir ve birer ölü varlıklardır. Daha sonra rûh nefhedilerek doğum vaktine ve ölünceye kadar hayat sahibi olmuştur. Kâfirlere düşen, bu durumu Allah'ın uluhiyyette tek olduğuna delîl olmakta yeterli görmeleriydi" (40).
Böylece bu âyetlerde tenasüh veya reenkarnasyonu hissettiren bir durum olmadığı açıkça görülmektedir.
"Dediler ki, Rabbimiz bizi iki kere öldürdün iki kere dirilttin artık günahlarımızı itiraf ettik. Çıkış için bir yol var mı?"(Mü'min,11) âyetinin de çoğu müfessir tarafından Bakara, 28. âyetin bir benzeri olduğu söylenmişse de, bazılarına göre ise, bu âyet Bakara, 28. âyetten farklı olup, bu âyette kabir azabına işâret edilmektedir. Çünkü bu âyette kâfirler iki ölümden bahsediyorlar. Bunlardan birisi dünyada müşâhede olunan ölüm olduğuna göre, diğer ölümün kabirde olması gerekir (41). Razî'ye göre buradaki ölüm, Bakara, 28. âyette olduğu gibi, nutfe, alaka vs. olamaz. Çünkü âyette Allah Taalâ'nın onları öldürmesinden (imâte)'den bahsediliyor. öldürme ise, hayatın varlığına bağlıdır. Eğer ölüm önceden hâsıl olsaydı, bunun öldürme (imâte) olması muhâl olurdu. Tahsil-i hâsıl (ölünün öldürülmesi) lâzım gelirdi ki, bu da muhâldir. Bakara, 28. âyette ise, durum böyle değildir. Orada onların emvât (ölüler) olduğundan bahsediliyor, imâteden yani Allah'ın onları öldürmesinden, canlarını almasından bahsedilmiyor (42).
Ancak Zemahşerî, onların ölü maddeler halinde yaratılmalarına imâte (öldürme) tabirinin Arap dili açısından kullanılabileceğini söyleyerek şu misâlleri veriyor: Sivri sineğin cismini küçülten ve filin cismini büyülten Allah'ı noksan sıfatlardan tenzîh ederim (subhâne men sağğara cisme'l-baûdati ve kebbere cisme'l-fîl) ifâdesindeki küçültme ve büyültmeden maksat sivri sineğin cismini büyük iken küçültmek ve filin cismini küçük iken büyültmek manâsında değil de, onların bu şekilde yaratıldığı olduğu gibi, âyette de durum böyledir. Öldürmeden maksat ölü halde olmadır. Bir başka misâl de, hafriyatçıya hitaben kuyunun ağzını daralt, altını genişlet (dayyık feme'r-rukyeti ve vessi' esfelehâ) ifâdesidir. Bu ifâdede de zâhirinden anlaşılabileceği gibi, kuyunun ağzının genişken daraltılması, alt tarafının da, dar iken genişletilmesi değil, ağzının geniş, altının dar yapılması istenmektedir. İşte âyette de aynı durum söz konusudur (43).
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bu âyet ya Bakara, 28. âyetin ifâde ettiği manâyı, ya da biri görebildiğimiz, diğeri de kabirde meleklerin suâlinden sonra vuku bulan ölümü ifâde ediyor. Bu her iki hal de reenkarnasyonla alakalı değildir. Hem âyette kâfirlerin bu sözlerini cehennemde iken söyledikleri açıktır. Çünkü oradan çıkmak istediklerini söylüyorlar. Reenkarnasyon ise, iddiâ edenlere göre, ölümün ardından bu dünyada, yani kıyamet kopmadan gerçekleşecektir.
Bu âyetin manası hakkında, muhterem hocam Veli Ulutürk'ün şifahî olarak, muhtemel olduğunu kaydettiği mana ise şöyle: Bizi bir dünyada öldürdün, bir de burada (âhirette) cehenneme sokmakla öldürdün. Yani mahvettin, azâba düçar ettin olsa gerektir. Çünkü cennetlikler Duhân, 56. âyette bildirildiği gibi bir kere ölmektedirler. Yani ikinci ölüm cehennemde âzap çekme manasında mecâzidir. Sıkıntılı, istenmeyen bir hayatın mecâzî olarak, ölüm diye vasfedilmesinin çokça kullanıldığı dikkate alındığında, bu izâhın çok yerinde olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim, bir âyette de, cehennemliğin hali tasvîr edilirken, "orada ne ölür, ne de yaşarlar" (A'lâ, 13) buyrularak, cehennem hayatı ölüme benzetilmiştir.
Reenkarnasyonu savunanların iddiâlarına delîl olarak gösterilmeye çalıştıkları bir diğer âyet de şudur: "Size her ne musîbet dokunursa, kendi ellerinizle kazandığınız şeyler sebebiyledir. Allah pek çoğunu da affeder"(Şûrâ, 30).
Bu âyetten hareketle, çocukların başına gelen belâ ve musîbetlerin onların daha önce yaşadıkları hata ve isyanlarının bir cezâsı olduğu söylenmiştir. Çünkü, bu iddiâ sahiplerine göre, çocuklar masûmdur, çocukluklarında böyle cezâları hakettirecek işler yapmamışlardır (44).
Aslında bu âyette muhatab olan kimselerin çocukluk çağını geçmiş, mükellef kimseler olduğu açıktır. Çünkü yapılanlarla muâheze etmek, ancak mükellefler için geçerlidir. Hem bu durum Kur'ân'ın tamamı için böyledir. Muhatab dâima âkil bâliğ olan mükelleflerdir. Dolayısıyla çocuklara isâbet eden musîbetlerin, sadece yapmış oldukları şeyler sebebiyle olduğu söylenemez.
Hem sadece bu âyete dayanarak hüküm vermek doğru olmaz. Nitekim bir başka âyette, zaman zaman masûmlara da musîbetin dokunabileceğinden bahsedilmiştir: "Geldiğinde sadece sizden zalim olanlara dokunmayacak olan fitneden sakının!" (Enfâl, 25). Bu durum, dünyanın bir imtihan yeri olmasından kaynaklanmaktadır.
Çocukların başına gelen belâ ve musîbetler babaları için bir imtihân (45), kendileri için de manevî terakkî veya uhrevî sevap vesilesi olabilir. Sonra, hayır ve şer nisbî şeylerdir. İnsan kendisi ve çoluk çocuğu için neyin hayır neyin şer olduğunu tam anlayamaz. Görünüşte kötü gördüğü bir şey kendi hayrına olabileceği gibi, hayır olarak gördüğü bir şey de kendi aleyhine olabilir (46).
"Onları biz yarattık ve yaratılışlarını sapa sağlam yaptık. Dilersek onların yerine benzerlerini de getiririz" (İnsan, 28) âyeti ve bu âyete emsal olan Vakıa, 60-62, Meâric, 40-41. âyetler de reenkarnasyona delîl olarak getirilmeye çalışılmıştır (47). Bu âyetleri reenkarnasyona delîl gösterenler, âyetlerdeki misl kelimesinin çoğulu olan emsâl (benzerleri) kelimesinden hareketle, böyle bir ipucu yakalamaya çalışmışlardır.
Aslında bu âyetler dikkatle incelendiğinde, bir kısmının öldükten sonra tekrar dirilmeye delîl olarak zikredildiği görülür. Yani sizi bir kere yaratan sizi ölümünüzden sonra da tekrar yaratır, benzerlerinizi veya aynınızı yeniden yaratabilir, manasını ifâde etmektedir (48). Yukarda zikrettiğimiz ve reenkarnasyona delîl getirilen, İnsan, 28; Vakıa, 60-62; Meâric, 40-41 âyet-i kerîmeleri böyledir. Bu durum şu âyette daha da açıktır: "Gökleri ve yeri yaratan onların (insanların) benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?!.." (Yâ-sîn, 81). Diğer âyetlerde ise, inkârcı kavimler kendilerinin helâk edilerek yerlerine kendi nev'lerinden olan başka insanların, başka kavim ve milletlerin getirileceğiyle tehdid edilmişlerdir. İnsan, 28; Meâric, 40-41. âyetler bu manâda da anlaşılabilir. "Onları günahları sebebiyle helâk ettik ve onlardan sonra başka kavimler yarattık" (En'âm, 6) âyeti de bu husûsta güzel bir örnektir.
Nitekim, müfessirler de, âyetlere bu doğrultularda manâlar vermişlerdir. Meselâ, "Gökleri ve yeri yaratan onların (insanların) benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?!.." (Yâ-sîn, 81) âyetindeki mislehum (misillerini) âhiretteki dirilişin ya misliyle, ya da enfusehum (kendilerini) manâsında kinaye kabul edilerek, aynen iâdeye delâlet edebileceği söylenmiştir (49). "Dilersek onların yerine benzerlerini getiririz" (İnsan, 28), "... Şüphesiz onların yerine daha hayırlılarını getirmeye gücümüz yeter ve kimse bizim önümüze geçemez" (Meâric, 40-41) âyetleri ise, Allah'ın o insanları helâk edip, yerlerine daha hayırlı, kendisine itaat eden, isyan etmeyen, böylece amelde onlara muhalif olan kimseleri getirmeye kâdir olduğu şeklinde tefsîr edilmiştir (50).
Razî, İnsan, 28. âyet-i kerîmenin tefsîrinde bu gerçeği şöyle ifâde etmektedir: "Yani eğer istesek, onları helâk eder, benzerlerini getirir, onlarla değiştiririz". Bu âyet, "sizi benzerlerinizle tebdîl etmede önümüze geçilenler değiliz..." (Vakıa, 60-61) âyeti gibidir. Âyetten maksat, onlara hiç muhtaç olunmadığını ifâde etmektir. Sanki şöyle deniyor: Bizim, şüphesiz hiç bir mahlûka ihtiyacımız yok, faraza olsa bile, bu kavimlere muhtaç değiliz, çünkü onları yok edip yerlerine benzerlerini icâd etmeye kâdiriz. "Ey insanlar Allah isterse sizi götürür, başkalarını getirir" (Nisa, 133) ve "Allah isterse sizi götürür ve yeni yaratılmışlar getirir" (İbrahim, 19) âyetleri de bu manadadır..." (51)
Görüldüğü gibi bu nevi âyetlerde isyancılara bir tehdit olarak, yok edilip yerlerine başka insanların getirilmesinden bahsediliyor. Eğer yine aynı insanlar getirilseler, bu tehdîdin manâsı kalmaz. Üslûp böyle bir manâya müsâit değildir. Buradaki mânâ, bir âmirin, işini doğru dürüst yapmayan memûruna, işini iyi yap yoksa seni atar yerine başka birini alırım demesi gibidir.
Âyetlerin hangi makamda ve ne için zikrolunduğuna dikkat edildiğinde böyle yanlış anlamalara mahal kalmayacaktır.
Reenkarnasyon iddiâcılarınca bu hususta delîl olarak gösterilen bir diğer âyet ise, "Sizden kimisi de, bilirken hiç bir şey bilmez hale gelmesi için erzel-i ömre ulaştırılır" (Nahl, 70) âyetidir. Öztürk, bu âyetteki erzel-i ömr ifâdesinin ihtiyarlık ve bunaklık olarak manâlandırılmasının âyetin bütün esprisini yok ettiğini söyledikten sonra şöyle devam ediyor: "Bir kere, erzel-i ömre atılmaktan veya itilmekten değil geri götürülmekten bahsediliyor. Yureddu fiili itilmek, atılmak gibi pejoratif bir manâ ifâde etmez. Bir geri çevirme ve başa döndürme ifâde eder. Buna göre erzeli'l-ömr ömrün başlangıcı, yani tekâmül sürecinin en düşük noktası demek olur. İkincisi, insanın ileri yaşlara kadar yaşatılması, elinin ayağının tutmaz, hafızasının gereğince işlemez hale gelmesi insan için bir rezillik ve düşüklük neden olsun? İnsan ömrünün o noktasında fıtrat kanunları açısından en saygın ve olgun dönemdedir. Allah kulunu kendisine en yakın bir dönemde böyle kötü bir sıfatla anmaz" (52) . Sonuç olarak, Öztürk bu âyetin, mucizevî bir üslûbla yeniden bedenlenme yani reenkarnasyon ifâde ettiğini söylemektedir.
Kanaatimce, yuraddu fiili ister atılmak, itilmek manâsı ifâde etsin isterse, geri çevirme, başa döndürme manâsı ifâde etsin, bir tek kelimeden hareketle reenkarnasyona delîl aramak doğru değildir. Yaşlılık dönemi, insanın çocukluk devrine çok benzediğinden bu teşbîhe delâlet etmek üzere böyle bir fiille ifâde edilmesi tabiidir. Ayrıca, "Kıyametin vakti O'na âittir (yuraddu)" (Fussilet, 47), "ve kıyamet gününde en şiddetli azaba marûz bırakılırlar (yuraddûne)" (Bakara, 85) gibi âyetlerde, bu fiilin başa döndürme, geri çevirme manâsında kullanılmadığı açıktır. Dolayısıyla yukardaki âyette de, bu manada kullanılmamış olabilir.
Erzel-i ömr'ü ömrün başlangıcı, tekâmül sürecinin en düşük noktası diye vasıflandırmak da doğru değildir. Çünkü bu ifâde, böyle bir yaklaşıma müsait değildir. Zira, erzel, bayağılığından, âdiliğinden dolayı kendisinden yüz çevrilen şey (53) demektir. Ömrün başlangıcından veya tekâmül sürecinin en düşük noktasından neden hor görülüp de yüz çevrilsin. Sonra burada erzel durumu İbn Aşûr'un da dediği gibi, sıhhatteki rezalettir, rûh haletiyle bir alakası yoktur (54). Yani bu âyette yaşlılar için bunak, rezil tabirleri kullanılmıyor, ömrün o devresi için böyle bir tabir kullanılıyor ki, böyle bir devir de vardır. Bazı yaşlıların çocuklardan âciz vaziyete düşmeleri Allah'ın takdiriyle olan bir durum değil midir? O halde böyle bir durum neden yadırgansın? Zaten âyette bu durumun bazı kimseler için vaki olduğu minkum (bazınız) tabiriyle ifâde edilmiştir. Bütün yaşlılar için mevzu bahis değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) in de bu duruma düşmekten Allah'a sığınarak, "Erzel-i ömr'e düşmekten (en uradde) sana sığınırım" (55) şeklinde duâ etmesi de gösteriyor ki, erzel-i ömr yaşlılığın, istenmeyen zor günleridir. Âyetteki, "bilirken hiç bir şey bilmez hale gelmesi için" ifâdesi de bunu gösteriyor. Çünkü bir şey bilmez duruma gelmek akıl zafiyetinin, yaşlılığın alametidir. Eğer reenkarnasyon ifâde edilseydi, bundan Allah'a sığınmanın manası kalmazdı. Bilâkis istenilen bir şey olurdu. Ayrıca âyetin reenkarnasyon ifâde ettiği kabul edilirse, o zaman insanın yeniden dünyaya getirilmesinin gayesi, bir şey bilmez hale getirilmek gibi garip bir durum olur. Ayrıca âyette, "sizden kimi vefât eder kimisi de erzel-i ömr'e döndürülür" ifâdesi gösteriyor ki, erzel-i ömre düşen kimse henüz ölmemiştir. Reenkarne olacak kimsenin ise ölmesi gerekir.
"Bilirken hiç bir şey bilmez hale gelmesi için" ifâdesi de, müfessirlerin verdiği manâyı tekid ettiği gibi, aynı zamanda reenkarnasyonu reddetmektedir. Çünkü eğer insan bir şey bilmez bir vaziyette tekrar dünyaya getirilecekse bunun ne faydası olur? Bu şekilde, bir terakkî sağlanması mümkün müdür? Hem insan, önceki hayatında(!) işlediği suçun ne olduğunu bilmiyorsa, yeniden doğuşta cezâ görmenin, ne faydası olabilir? Yine, bu âyet-i kerîmede, "bilirken hiç bir şey bilmez hale gelmesi için" buyrulurken bir başka âyette de, "Allah sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bilmez bir vaziyette çıkardı" (Nahl, 78) buyrularak insanın anne karnından dünyaya çıktığı zaman hiç bir şey bilmediğinin ifâde edilmesi de gösteriyor ki, önceki âyetteki yuraddu'dan murâd insanın ilk haline, yani bebeklik dönemindeki gibi hiç bir şey bilmez hale getirilmesidir.
Kanaatimce, yuraddu fiili ister atılmak, itilmek manâsı ifâde etsin isterse, geri çevirme, başa döndürme manâsı ifâde etsin, bir tek kelimeden hareketle reenkarnasyona delîl aramak doğru değildir. Yaşlılık dönemi, insanın çocukluk devrine çok benzediğinden bu teşbîhe delâlet etmek üzere böyle bir fiille ifâde edilmesi tabiidir. Ayrıca, "Kıyametin vakti O'na âittir (yuraddu)" (Fussilet, 47), "ve kıyamet gününde en şiddetli azaba marûz bırakılırlar (yuraddûne)" (Bakara, 85) gibi âyetlerde, bu fiilin başa döndürme, geri çevirme manâsında kullanılmadığı açıktır. Dolayısıyla yukardaki âyette de, bu manada kullanılmamış olabilir.
Erzel-i ömr'ü ömrün başlangıcı, tekâmül sürecinin en düşük noktası diye vasıflandırmak da doğru değildir. Çünkü bu ifâde, böyle bir yaklaşıma müsait değildir. Zira, erzel, bayağılığından, âdiliğinden dolayı kendisinden yüz çevrilen şey (53) demektir. Ömrün başlangıcından veya tekâmül sürecinin en düşük noktasından neden hor görülüp de yüz çevrilsin. Sonra burada erzel durumu İbn Aşûr'un da dediği gibi, sıhhatteki rezalettir, rûh haletiyle bir alakası yoktur (54). Yani bu âyette yaşlılar için bunak, rezil tabirleri kullanılmıyor, ömrün o devresi için böyle bir tabir kullanılıyor ki, böyle bir devir de vardır. Bazı yaşlıların çocuklardan âciz vaziyete düşmeleri Allah'ın takdiriyle olan bir durum değil midir? O halde böyle bir durum neden yadırgansın? Zaten âyette bu durumun bazı kimseler için vaki olduğu minkum (bazınız) tabiriyle ifâde edilmiştir. Bütün yaşlılar için mevzu bahis değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) in de bu duruma düşmekten Allah'a sığınarak, "Erzel-i ömr'e düşmekten (en uradde) sana sığınırım" (55) şeklinde duâ etmesi de gösteriyor ki, erzel-i ömr yaşlılığın, istenmeyen zor günleridir. Âyetteki, "bilirken hiç bir şey bilmez hale gelmesi için" ifâdesi de bunu gösteriyor. Çünkü bir şey bilmez duruma gelmek akıl zafiyetinin, yaşlılığın alametidir. Eğer reenkarnasyon ifâde edilseydi, bundan Allah'a sığınmanın manası kalmazdı. Bilâkis istenilen bir şey olurdu. Ayrıca âyetin reenkarnasyon ifâde ettiği kabul edilirse, o zaman insanın yeniden dünyaya getirilmesinin gayesi, bir şey bilmez hale getirilmek gibi garip bir durum olur. Ayrıca âyette, "sizden kimi vefât eder kimisi de erzel-i ömr'e döndürülür" ifâdesi gösteriyor ki, erzel-i ömre düşen kimse henüz ölmemiştir. Reenkarne olacak kimsenin ise ölmesi gerekir.
"Bilirken hiç bir şey bilmez hale gelmesi için" ifâdesi de, müfessirlerin verdiği manâyı tekid ettiği gibi, aynı zamanda reenkarnasyonu reddetmektedir. Çünkü eğer insan bir şey bilmez bir vaziyette tekrar dünyaya getirilecekse bunun ne faydası olur? Bu şekilde, bir terakkî sağlanması mümkün müdür? Hem insan, önceki hayatında(!) işlediği suçun ne olduğunu bilmiyorsa, yeniden doğuşta cezâ görmenin, ne faydası olabilir? Yine, bu âyet-i kerîmede, "bilirken hiç bir şey bilmez hale gelmesi için" buyrulurken bir başka âyette de, "Allah sizi annelerinizin karnından hiç bir şey bilmez bir vaziyette çıkardı" (Nahl, 78) buyrularak insanın anne karnından dünyaya çıktığı zaman hiç bir şey bilmediğinin ifâde edilmesi de gösteriyor ki, önceki âyetteki yuraddu'dan murâd insanın ilk haline, yani bebeklik dönemindeki gibi hiç bir şey bilmez hale getirilmesidir.
İzâhına çalıştığımız bu âyet gibi, "kimin de ömrünü uzatırsak, onu yaratılışta baş aşağı çeviririz" (Yâ-sîn, 68) âyeti de, aynı şekilde, kendilerine verilen süre zarfında imkânlarını iyi kullanmayarak bu süreyi heder edenlerin baş aşağı çevrilerek erzel-i ömr'e çevrildiği şeklinde değerlendirilmiştir (56).
Aslında bu âyette bahsedilen baş aşağı çevirmenin (nunekkishu) insan rûhuyla alakalı olmayıp, bedeniyle, maddî yapısıyla alakalı olduğu açıktır. Çünkü âyette fi'l-halk (yaratılışta) buyuruluyor. Ayrıca bu âyette, ömürlerini değerlendirmeyenlerden vs. bahsedilmiyor, ömrü uzatılan, yaşlılık dönemine ulaşan bütün insanlardan bahsediliyor. Keza, âyette defalarca dünyaya gelip tekâmülün tamamlanmasına bir işâret olsaydı, "ömür verdiğimizi baş aşağı çeviririz" yerine, "terakkî ettiririz..." gibi bir ifâdenin kullanılması gerekirdi...
"Allah sizi yerden bitki bitirir gibi bitirdi, sonra sizi tekrar oraya iâde edecek, sonra tekrar çıkaracak" (Nûh, 17-18) âyetinde de, Hz. Nûh'un muhataplarının müşrikler olduğundan hareketle, suçluların cezâlarını çekip olgunlaşmak için yeniden topraktan çıkarılıp dünyaya gönderilecekleri söylenmiştir.
Aslında bu âyette bahsedilen baş aşağı çevirmenin (nunekkishu) insan rûhuyla alakalı olmayıp, bedeniyle, maddî yapısıyla alakalı olduğu açıktır. Çünkü âyette fi'l-halk (yaratılışta) buyuruluyor. Ayrıca bu âyette, ömürlerini değerlendirmeyenlerden vs. bahsedilmiyor, ömrü uzatılan, yaşlılık dönemine ulaşan bütün insanlardan bahsediliyor. Keza, âyette defalarca dünyaya gelip tekâmülün tamamlanmasına bir işâret olsaydı, "ömür verdiğimizi baş aşağı çeviririz" yerine, "terakkî ettiririz..." gibi bir ifâdenin kullanılması gerekirdi...
"Allah sizi yerden bitki bitirir gibi bitirdi, sonra sizi tekrar oraya iâde edecek, sonra tekrar çıkaracak" (Nûh, 17-18) âyetinde de, Hz. Nûh'un muhataplarının müşrikler olduğundan hareketle, suçluların cezâlarını çekip olgunlaşmak için yeniden topraktan çıkarılıp dünyaya gönderilecekleri söylenmiştir.
Burada sormak gerekir ki, acaba Hz. Nûh, onların müşrik olarak öleceklerini biliyor mu ki, böyle hitap etsin, sizi tekrar dünyaya getirecek desin! Aslında bu âyette Allah'ın ölüleri diriltmeye olan kudreti dile getirilmiş, bu işin Allah için çok kolay olacağını ifâde etmek için de, insanları başlangıçta, bitkileri topraktan çıkarırcasına kolay bir şekilde yaratan Allah'ın, onları öldükten sonra da böylesine kolay bir şekilde dirilteceği bildirilmiştir. Başka bir ifâdeyle, insanın yaratılması ve öldükten sonra tekrar diriltilmesi, tohumun filizlenerek topraktan çıkarılmasına benzetilmiştir.
Ayrıca reenkarnasyon nazariyesinde, insanların topraktan çıkarılmaları diye bir şey yoktur. Çünkü bu iddiâ sahiplerine göre, dünyaya tekrar gelişler kıyamet kopmadan önce gerçekleşecektir. İnsanların diriltilerek topraktan çıkarılmaları ise, kıyamette vuku bulacaktır. Dolayısıyla âyetteki topraktan çıkarma işi reenkarnasyonla alakalı olamaz. Bilakis reenkarnasyon aleyhinde bir ifâdedir. Cismani dirilişi ifade etmektedir.
Saffât sûresinde cennettekilerin durumu anlatılırken, cennetliklerden birinin, dünyada iken âhireti inkâr edip kendisiyle alay eden cehennemdeki arkadaşına, onun dünyada iken kendisine söylediklerini hatırlatarak, alaycı, iğneleyici bir tavırla söylediği, "(Bak), biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek, biz azaba da uğratılacak değil miymişiz?!" (Sâffât, 58-59) âyetinin de, reenkarnasyona delîl olarak gösterilmesi gariptir. Öztürk bu âyetleri, "Biz cennetlikler tekrar ölecek miyiz? hayır yalnız ilk ölümümüz ve biz azaba da uğratılmayacağız. Gerçekten de bu büyük bir başarının tâ kendisidir" şeklinde tercüme ettikten sonra, görüldüğü gibi âyetlerde cennet ehli yani tekâmülünü tamamlamış olanların tekrar öldürülmeyecekleri söylenerek cehennem ehliyle bir farklarının da bu olduğuna dikkat çekilmektedir (57) demektedir.
Bir kere bu hâdisenin nerede vuku bulduğu unutulmuş gibidir! Artık âhiret âlemi başlamış, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme dolmuşken, arz başka bir arza, gökler başka göklere tebdîl edilmişken, hangi dünyaya dönüşten bahsediliyor? Hem, cennetliğin böyle bir ifâdesi cehennemliğin tekrar ölüp diriltileceğine delâlet etmez. Sonra, Öztürk'ün âyete verdiği mana, her ne kadar pek çok müfessir tarafından verilmiş manaya uygun olsa da, kanaatimizce bu mana biraz uzaktır. Ayetin akışına uygun olan mana, âyetin peşinden zikrettiğimiz ve Sabunî'nin tefsîrinde (58), Çantay'ın da meâlinde ifâde ettiğidir (59). Buna göre, âyetteki efemâ nahnu bi-meyyitîn, illâ mevtetene'l-ûlâ ifâdesi, cennetliğin cehennemliğe hitabının bir devamıdır. Bu ifâdelerle, cennetlik, cehennemliğe onun inkârcı sözlerini alaycı bir üslupla hatırlatmakta, onun, "bir kere öldükten sonra artık dirilmeyeceğiz, azap ta edilmeyeceğiz" iddiâsının gerçekleşmediğini bildirmektedir. Nitekim bir âyette âhireti inkâr edenlerin şöyle dedikleri nakledilmektedir: "Sadece ilk ölümümüz vardır. Biz diriltilecek değiliz" (Duhân, 35). İşte yukardaki âyette cennetliğin alaycı bir tavırla anlattığı şey de kâfir arkadaşının dünyadayken alaycı bir tavırla söylediği bu nevi sözleridir.
Reenkarnasyona delîl olarak sunulan daha başka âyetler (60) de vardır. Meselâ, "... Sonra ona yolu kolaylaştırdı. Sonra canını aldı ve kabre soktu. Sonra dilediği vakitte onu yeniden diriltir" (Abese, 20-22) âyeti, mazî sigalar (geçmiş zaman kipleri)dan hareketle (61), "O'dur ki, ölümü ve hayatı yarattı" (Mülk, 2) âyeti, ölümün hayattan önce zikredilmesinden hareketle (62) bu konuya delil olarak öne sürülmüş hatta, kıyamet günü karanlıklar içinde kalıp, bir ışık arayan kâfirlere ışık arama yerinin dünya hayatı olduğunu ve artık bunun da muhal olduğunu ifâde etmek için kınayıcı ve istihza edici bir tavırla söylenen, "Onlara denildi ki, ardınıza (dünyaya) dönünüz de orada ışık arayınız!" (Hadîd, 13) âyeti dahi reenkarnasyona delîl sadedinde sunulmak istenmiştir (63).
Kıyametten sonra tekrar dünya hayatının olacağını söylemek, kıyametin de tekrarını gerektirir (64) ki böyle bir şey de tenâsühü kâinatın ve devirlerin sonsuza kadar devam ederek, her devirde bir önceki devrin benzeri hâdiselerin vuku bulacağını söyleyen bir kısım tenasühçülerin (65) görüşlerine yaklaşmak olur.
Ayrıca reenkarnasyon nazariyesinde, insanların topraktan çıkarılmaları diye bir şey yoktur. Çünkü bu iddiâ sahiplerine göre, dünyaya tekrar gelişler kıyamet kopmadan önce gerçekleşecektir. İnsanların diriltilerek topraktan çıkarılmaları ise, kıyamette vuku bulacaktır. Dolayısıyla âyetteki topraktan çıkarma işi reenkarnasyonla alakalı olamaz. Bilakis reenkarnasyon aleyhinde bir ifâdedir. Cismani dirilişi ifade etmektedir.
Saffât sûresinde cennettekilerin durumu anlatılırken, cennetliklerden birinin, dünyada iken âhireti inkâr edip kendisiyle alay eden cehennemdeki arkadaşına, onun dünyada iken kendisine söylediklerini hatırlatarak, alaycı, iğneleyici bir tavırla söylediği, "(Bak), biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek, biz azaba da uğratılacak değil miymişiz?!" (Sâffât, 58-59) âyetinin de, reenkarnasyona delîl olarak gösterilmesi gariptir. Öztürk bu âyetleri, "Biz cennetlikler tekrar ölecek miyiz? hayır yalnız ilk ölümümüz ve biz azaba da uğratılmayacağız. Gerçekten de bu büyük bir başarının tâ kendisidir" şeklinde tercüme ettikten sonra, görüldüğü gibi âyetlerde cennet ehli yani tekâmülünü tamamlamış olanların tekrar öldürülmeyecekleri söylenerek cehennem ehliyle bir farklarının da bu olduğuna dikkat çekilmektedir (57) demektedir.
Bir kere bu hâdisenin nerede vuku bulduğu unutulmuş gibidir! Artık âhiret âlemi başlamış, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme dolmuşken, arz başka bir arza, gökler başka göklere tebdîl edilmişken, hangi dünyaya dönüşten bahsediliyor? Hem, cennetliğin böyle bir ifâdesi cehennemliğin tekrar ölüp diriltileceğine delâlet etmez. Sonra, Öztürk'ün âyete verdiği mana, her ne kadar pek çok müfessir tarafından verilmiş manaya uygun olsa da, kanaatimizce bu mana biraz uzaktır. Ayetin akışına uygun olan mana, âyetin peşinden zikrettiğimiz ve Sabunî'nin tefsîrinde (58), Çantay'ın da meâlinde ifâde ettiğidir (59). Buna göre, âyetteki efemâ nahnu bi-meyyitîn, illâ mevtetene'l-ûlâ ifâdesi, cennetliğin cehennemliğe hitabının bir devamıdır. Bu ifâdelerle, cennetlik, cehennemliğe onun inkârcı sözlerini alaycı bir üslupla hatırlatmakta, onun, "bir kere öldükten sonra artık dirilmeyeceğiz, azap ta edilmeyeceğiz" iddiâsının gerçekleşmediğini bildirmektedir. Nitekim bir âyette âhireti inkâr edenlerin şöyle dedikleri nakledilmektedir: "Sadece ilk ölümümüz vardır. Biz diriltilecek değiliz" (Duhân, 35). İşte yukardaki âyette cennetliğin alaycı bir tavırla anlattığı şey de kâfir arkadaşının dünyadayken alaycı bir tavırla söylediği bu nevi sözleridir.
Reenkarnasyona delîl olarak sunulan daha başka âyetler (60) de vardır. Meselâ, "... Sonra ona yolu kolaylaştırdı. Sonra canını aldı ve kabre soktu. Sonra dilediği vakitte onu yeniden diriltir" (Abese, 20-22) âyeti, mazî sigalar (geçmiş zaman kipleri)dan hareketle (61), "O'dur ki, ölümü ve hayatı yarattı" (Mülk, 2) âyeti, ölümün hayattan önce zikredilmesinden hareketle (62) bu konuya delil olarak öne sürülmüş hatta, kıyamet günü karanlıklar içinde kalıp, bir ışık arayan kâfirlere ışık arama yerinin dünya hayatı olduğunu ve artık bunun da muhal olduğunu ifâde etmek için kınayıcı ve istihza edici bir tavırla söylenen, "Onlara denildi ki, ardınıza (dünyaya) dönünüz de orada ışık arayınız!" (Hadîd, 13) âyeti dahi reenkarnasyona delîl sadedinde sunulmak istenmiştir (63).
Kıyametten sonra tekrar dünya hayatının olacağını söylemek, kıyametin de tekrarını gerektirir (64) ki böyle bir şey de tenâsühü kâinatın ve devirlerin sonsuza kadar devam ederek, her devirde bir önceki devrin benzeri hâdiselerin vuku bulacağını söyleyen bir kısım tenasühçülerin (65) görüşlerine yaklaşmak olur.
Görüldüğü gibi, Kur'ân kesinlikle dünyaya dönüşü reddetmektedir. Aksini savunanların iddiâları ise, tutarlı değildir.
Dipnotlar
(1) bkz. Cürcanî, Şerhu'l-Mevâkıf, VIII, 300.
(2) Addison; s. 125; Fâvî, s. 36.
(3)Bkz. Fâvî, s. 51.
(4)Munîr Ba'lebekkî, el-Mevrid-90, 24. bsk., Dâru'l-İlm li'l-Melâyîn, Beyrut, 1990, s.773.
(5)Tahsin Saraç. Büyük Fransızca Türkçe Sözlük, Adam yay., İstanbul, 1985, s.1192.
(6)Transmigrasyonun lügât manası, göç, rûh göçü, başka bir varlığa geçmektir (bkz. Saraç, s.1413).
(7)Bkz. Addison, s. 87, 92, 125.
(8)Bkz. A. Zeki Tuffâhe, en-Nefsu'l-Beşeriyye ve Nazariyyetu't-Tenâsüh, Beyrut, 1987, s. 90.
(9)Bedri Ruhselman. Ruh ve Kâinât, Ruh ve Madde yay., İstanbul, 1977, s.152.
(10)Leon Denıs, Après La Mort, Libraire des Siciences psychiéues, Paris, tsz., s. 312; Sinan Onbulak. Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Dilek yay., İstanbul, 1975, s. 344.
(11)Bu fırkalar ve şahıslar için bkz. Şehristânî, s. 54; Kurtubî, IV,105; Müyesser, s. 205; M. Şemseddin, 192, 210, 211; Abdulmu'ti, s.70
(12)Ayette geçen berzâh'ın ne olduğu hakkında sahabe ve tabiinden şu görüşler nakledilmiştir: Ölümle diriliş arasındaki perde, dünya ve âhiret arasındaki perde, ölüyle ölünün dünyaya dönmeesi arasındaki engel, kıyamet gününe kadarki mühlet... (Maverdî, IV, 66-67).
(13)Muhammed İkbal. İslâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1984, s. 160.
(14)İbn Aşûr, XVIII,123. İbn Aşur ifâdesinin devamında şöyle diyor: "Bu terkib mesel makamında olup, "Rabbim beni geri döndür" talebinde bulunan müşrikin sözünün boş, manâsız ve kabul edilmez bir talep olduğunu ifâde etmektedir. Bu ifâde Kur'ân'ın mübtekerâtından (Arap kelâmında ilk olarak kullandığı) olup, daha önce Arap kelâmında kullanılmamış bir ifâdedir.
(15)Celal Kırca, Kur'ân ve İnsan, Marifet yay., İstanbul, 1996, s. 175.
(16)Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1991, VI,118.
(17)Yaşar Nuri Öztürk. Kur'ân'daki İslâm, 6. bsk.,Yeni Boyut, İstanbul, 1994, s. 312.
(18)Bkz. Öztürk, s.153.
(19)Bkz. M. Said Şimşek, Günümüz Tefsîr Problemleri, Esra yay., Konya, 1995, s. 288.
(20)Bkz. Gazalî, Muhammed. el-Mehâviru'l-Hamse, s.183.
(21)Bkz. Beyzavî, V, 467; Nesefî, IV,137; Ebu's-Suûd, VIII,137.
(22)Bkz. Bûtî, Kübrâ'l-Yakiniyyâti'l-Kevniyye, s. 315.
(23)Bkz. Ateş, II, 303 (Resâil-i İhvan-ı Safa, IV,190-196'dan naklen).
(24)Batıniyye, Nasların bir zahiri olduğu gibi, bir de bâtını olduğunu söyleyenlerdir (bkz. Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, İstanbul, 1981, s. 231). Ancak, bâtınîler Kur'ân'ın zâhiriyle amel etmeyi kabul etmezler. Asıl murâd olanın zâhir değil, bâtın olduğunu söylerler. İsmailiyye, Karamite, Seb'iyye, Huremiyye gibi grupları vardır ( Sabunî, et-Tibyân fî Ulûmi'l-Kur'ân, 3. bsk., Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1408, s. 249). Böyleleri, kendi bâtıllarını Kur'ân'ın bâtını diye gösterirler. Ellerinde ise, bu iddiâlarını destekleyen hiç bir delîl yoktur. Bu yönüyle batınî tefsir hareketi, işârî tefsirden tamamen farklıdır. Çünkü makbûl olan işârî tefsirde, Kur'ân'ın zahirî manasına aykırılık, âyetten murâdın sadece batınî mana olduğu iddiâsı yoktur. Lafız, verilen manaya muhtemeldir. Şeriate ve akla aykırı değildir. Fehimleri teşviş etmez. Batınî tefsirlerde ise bu özellikler yoktur. Meselâ, "Süleyman Davûd'a varis oldu" (Neml, 16) âyetine İmam-ı Ali ilimde Nebi (s.a.v)'ye varis oldu demek, batınî bir tefsirdir (bkz. Sabunî, et-Tibyân, s. 240).
(25)Suyutî, el-İklîl, thk. Seyfuddin Abdulkadir, 2. bsk., Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1985, s. 29.
(26)Razî, XII,177.
(27)İbn Sinâ, el-Adhaviyye, s. 120.
(28)Razî, XII,177.
(29)İbn Sinâ, el-Adhaviyye, s. 95.
(30)Misal için bkz. Sönmez Akbay. Bilinmeyene Doğru, İzmir, 1983, s. 217-225.
(31)Bu âyetteki diğer ifâdelerden neyin kastolunduğu ise açıktır: İlk diriltme, bu dünya hayatına, daha sonraki öldürme, dünya hayatımız sonundaki ölümümüz, bu öldürmeden sonraki dirilme de, kıyametteki diriliştir. (Şimşek, M. Said, s. 261).
(32)Maverdî bu hususta altı, Endelusî ise yedi görüş zikretmiş, altı tane de işârî tefsir sıralamıştır. (bkz. Maverdî, I, 91-92; Ebu Hayyan Muhammed b. Yûsuf el-Endelusî, Tefsiru'l-Bahri'l-Muhît, 2. bsk., Daru'l-Fikr, 1983, I,131-132). Bu görüşlerin hiç birisinde tenasüh veya reenkarnasyon belirtilmemiş, işâret dahi edilmemiştir. Hepsinde manâ, insanın dünyaya gelmeden önceki tavırlarıyla alakalıdır. Yalnız, Ebû Salih, bu âyetteki ölü halde olmanın kabirlerinde ölü olanlar, ilk diriltmenin de, kabirlerinde olanların kabir suâli sorulması için olduğu, sonra tekrar öldürülüp kıyamette tekrar diriltileceği şeklinde bir ifâdede bulunmuşsa da, bu görüş Taberi tarafından uzak addedilmiştir. Çünkü âyetteki kafirleri tevbih, kınama, işledikleri günahlardan dolayıdır. Kafirler masiyetten taata, inkârdan imana davet edilmektedirler. Kabirde ise inâbe ve tevbe yoktur (Taberi, I, 225). Dolayısıyla bu görüş, âyetin siyak ve sibâkına uygun düşmemektedir. Bu görüş doğru da olsa, tenasüh veya reenkarnasyona bir delâleti olmadığı açıktır.
(33)Bkz. Taberî, I, 222-223; Maverdî, I, 91.
(34)Bkz. Taberî, 223-224.
(35)Bkz. Taberî, I, 223-224; Maverdî, I, 91; Zemahşerî, I, 270; Şevkânî, I, 59; Câvî, II, 8; Vâhidî, II, 8.
(36)Endelusî, I, 131.
(37)Maverdî, I, 92.
(38)Bu ifâdeye bu şekilde manâ verenlere misâl olarak bkz. Taberî, I, 225-226; Endelusî, I,131-132.
(39)Razî, II,139.
(40)İbn Aşûr, I, 375. İbn Aşûr, ifâdesinin sonunda bu âyetin niçin zikrolunduğuna işâret ediyor. Yani insanın malûmu olan şeylerden tevhîde ve haşre delîl getiriliyor. Merağî de benzer ifâdelerde bulunmuştur (bkz. Merağî, I,75-76).
(41)Razî, XXVII, 36.
(42)Razî, XXVII, 36.
(43)Zemahşerî, III, 418.
(44)Bkz. Öztürk, s. 257-258.
(45)"Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltma ile deneriz. Sabredenleri müjdele" (Bakara, 155) âyetinde ifâde edildiği gibi.
(46)Bkz. Müyesser, s. 207-208.
(47)Öztürk de, bu âyetlerin reenkarnasyona delâlet edebileceğini söyledikten sonra, "Nitekim F. er-Razî'den Elmalılıya kadar bir çok müfessir getirdikleri açıklamalarla ikinci manâyı ortaya koymuş, ancak geleneksel kabule uyarak reenkarnasyondan bahsetmemişlerdir" demektedir. Ancak, Razi ve Elmalılı() dahil, pek çok tefsîrde bu âyetlerin manâsı hakkında söylenenlere bakmamıza rağmen biz böyle bir şeye şâhid olmadık.
(48)Çoğulu emsâl olan misl kelimesi, bir şeyin misli, benzeri manâsına geldiği gibi, o şeyin aynısı manâsında da kullanılır. Nitekim "O'nun misli gibi hiç bir şey yoktur" (Şûrâ, 11) âyetinde misl bu manâdadır.
(49)Bkz. Alûsî, XXIII, 56; Tabatabaî, XVII,118; İbn Aşûr, XXVII, 317.
(50)Bkz. Taberî, XII, 242, 325; İbn Kesîr, IV, 488.
(51)Razî, XXIX,156.
(52)Öztürk, 282-283.
(53)Bkz. Rağıb, Mufredât, s.194.
(54)Bkz. İbn Aşûr, XIV, 212.
(55)Buharî, Cihâd, 25, III, 209; Müslim, Zikr, 52, IV, 2070; Nesâî, İstiaze, 5, VIII, 647; İbn Hanbel, I, 54.
(56)Bkz. Öztürk, s.153.
(57)Öztürk, s. 250.
(58)Bkz. Sabunî, Safvetu't-Tefâsîr, III, s. 34.
(59)Bkz. Hasan Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 13. bsk., III, 798.
(60)Bu hususta ki diğer âyetler ve cevâpları için bkz. Şimşek, M. Said, s. 257-282.
(61)Bkz. Ateş, X, 327. Aslında, Kur'ân-ı Kerimde misâline çokça rastlanan bu durum, yani ilerde vuku bulacak bir hadiseyi, geçmiş zaman kipiyle anlatmak tekid içindir, hâdisenin mutlaka vuku bulacağını, âdeta olmuş gibi kabul edilmesi gerektiğini ifâde etmek içindir (bkz. Ateş, IX, 150-151).
(62)Bkz. Ateş, IX, 527; Öztürk, s. 319-320. Bu âyette ölümün hayattan önce zikredilmesi, hakiki hayat ve büyük bir nimet olan âhiret hayatına ölüm vasıtasıyla ulaşıldığı içindir. Bu yüzden âyette ölüm de hayat gibi, bir nimet olarak sayılmıştır. Çünkü, kendisi vasıtasıyla nimete ulaşılan şey de nimettir (bkz. Rağıb, Tafsîlu'n-Neş'eteyn ve Tahsilu's-Saadeteyn, s. 183).
(63)Bkz. Öztürk, s.709.
(64)Şimşek, M. Said, s. 290.
(65)Bkz. Müyesser, s. 205.
(2) Addison; s. 125; Fâvî, s. 36.
(3)Bkz. Fâvî, s. 51.
(4)Munîr Ba'lebekkî, el-Mevrid-90, 24. bsk., Dâru'l-İlm li'l-Melâyîn, Beyrut, 1990, s.773.
(5)Tahsin Saraç. Büyük Fransızca Türkçe Sözlük, Adam yay., İstanbul, 1985, s.1192.
(6)Transmigrasyonun lügât manası, göç, rûh göçü, başka bir varlığa geçmektir (bkz. Saraç, s.1413).
(7)Bkz. Addison, s. 87, 92, 125.
(8)Bkz. A. Zeki Tuffâhe, en-Nefsu'l-Beşeriyye ve Nazariyyetu't-Tenâsüh, Beyrut, 1987, s. 90.
(9)Bedri Ruhselman. Ruh ve Kâinât, Ruh ve Madde yay., İstanbul, 1977, s.152.
(10)Leon Denıs, Après La Mort, Libraire des Siciences psychiéues, Paris, tsz., s. 312; Sinan Onbulak. Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Dilek yay., İstanbul, 1975, s. 344.
(11)Bu fırkalar ve şahıslar için bkz. Şehristânî, s. 54; Kurtubî, IV,105; Müyesser, s. 205; M. Şemseddin, 192, 210, 211; Abdulmu'ti, s.70
(12)Ayette geçen berzâh'ın ne olduğu hakkında sahabe ve tabiinden şu görüşler nakledilmiştir: Ölümle diriliş arasındaki perde, dünya ve âhiret arasındaki perde, ölüyle ölünün dünyaya dönmeesi arasındaki engel, kıyamet gününe kadarki mühlet... (Maverdî, IV, 66-67).
(13)Muhammed İkbal. İslâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1984, s. 160.
(14)İbn Aşûr, XVIII,123. İbn Aşur ifâdesinin devamında şöyle diyor: "Bu terkib mesel makamında olup, "Rabbim beni geri döndür" talebinde bulunan müşrikin sözünün boş, manâsız ve kabul edilmez bir talep olduğunu ifâde etmektedir. Bu ifâde Kur'ân'ın mübtekerâtından (Arap kelâmında ilk olarak kullandığı) olup, daha önce Arap kelâmında kullanılmamış bir ifâdedir.
(15)Celal Kırca, Kur'ân ve İnsan, Marifet yay., İstanbul, 1996, s. 175.
(16)Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1991, VI,118.
(17)Yaşar Nuri Öztürk. Kur'ân'daki İslâm, 6. bsk.,Yeni Boyut, İstanbul, 1994, s. 312.
(18)Bkz. Öztürk, s.153.
(19)Bkz. M. Said Şimşek, Günümüz Tefsîr Problemleri, Esra yay., Konya, 1995, s. 288.
(20)Bkz. Gazalî, Muhammed. el-Mehâviru'l-Hamse, s.183.
(21)Bkz. Beyzavî, V, 467; Nesefî, IV,137; Ebu's-Suûd, VIII,137.
(22)Bkz. Bûtî, Kübrâ'l-Yakiniyyâti'l-Kevniyye, s. 315.
(23)Bkz. Ateş, II, 303 (Resâil-i İhvan-ı Safa, IV,190-196'dan naklen).
(24)Batıniyye, Nasların bir zahiri olduğu gibi, bir de bâtını olduğunu söyleyenlerdir (bkz. Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, İstanbul, 1981, s. 231). Ancak, bâtınîler Kur'ân'ın zâhiriyle amel etmeyi kabul etmezler. Asıl murâd olanın zâhir değil, bâtın olduğunu söylerler. İsmailiyye, Karamite, Seb'iyye, Huremiyye gibi grupları vardır ( Sabunî, et-Tibyân fî Ulûmi'l-Kur'ân, 3. bsk., Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1408, s. 249). Böyleleri, kendi bâtıllarını Kur'ân'ın bâtını diye gösterirler. Ellerinde ise, bu iddiâlarını destekleyen hiç bir delîl yoktur. Bu yönüyle batınî tefsir hareketi, işârî tefsirden tamamen farklıdır. Çünkü makbûl olan işârî tefsirde, Kur'ân'ın zahirî manasına aykırılık, âyetten murâdın sadece batınî mana olduğu iddiâsı yoktur. Lafız, verilen manaya muhtemeldir. Şeriate ve akla aykırı değildir. Fehimleri teşviş etmez. Batınî tefsirlerde ise bu özellikler yoktur. Meselâ, "Süleyman Davûd'a varis oldu" (Neml, 16) âyetine İmam-ı Ali ilimde Nebi (s.a.v)'ye varis oldu demek, batınî bir tefsirdir (bkz. Sabunî, et-Tibyân, s. 240).
(25)Suyutî, el-İklîl, thk. Seyfuddin Abdulkadir, 2. bsk., Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1985, s. 29.
(26)Razî, XII,177.
(27)İbn Sinâ, el-Adhaviyye, s. 120.
(28)Razî, XII,177.
(29)İbn Sinâ, el-Adhaviyye, s. 95.
(30)Misal için bkz. Sönmez Akbay. Bilinmeyene Doğru, İzmir, 1983, s. 217-225.
(31)Bu âyetteki diğer ifâdelerden neyin kastolunduğu ise açıktır: İlk diriltme, bu dünya hayatına, daha sonraki öldürme, dünya hayatımız sonundaki ölümümüz, bu öldürmeden sonraki dirilme de, kıyametteki diriliştir. (Şimşek, M. Said, s. 261).
(32)Maverdî bu hususta altı, Endelusî ise yedi görüş zikretmiş, altı tane de işârî tefsir sıralamıştır. (bkz. Maverdî, I, 91-92; Ebu Hayyan Muhammed b. Yûsuf el-Endelusî, Tefsiru'l-Bahri'l-Muhît, 2. bsk., Daru'l-Fikr, 1983, I,131-132). Bu görüşlerin hiç birisinde tenasüh veya reenkarnasyon belirtilmemiş, işâret dahi edilmemiştir. Hepsinde manâ, insanın dünyaya gelmeden önceki tavırlarıyla alakalıdır. Yalnız, Ebû Salih, bu âyetteki ölü halde olmanın kabirlerinde ölü olanlar, ilk diriltmenin de, kabirlerinde olanların kabir suâli sorulması için olduğu, sonra tekrar öldürülüp kıyamette tekrar diriltileceği şeklinde bir ifâdede bulunmuşsa da, bu görüş Taberi tarafından uzak addedilmiştir. Çünkü âyetteki kafirleri tevbih, kınama, işledikleri günahlardan dolayıdır. Kafirler masiyetten taata, inkârdan imana davet edilmektedirler. Kabirde ise inâbe ve tevbe yoktur (Taberi, I, 225). Dolayısıyla bu görüş, âyetin siyak ve sibâkına uygun düşmemektedir. Bu görüş doğru da olsa, tenasüh veya reenkarnasyona bir delâleti olmadığı açıktır.
(33)Bkz. Taberî, I, 222-223; Maverdî, I, 91.
(34)Bkz. Taberî, 223-224.
(35)Bkz. Taberî, I, 223-224; Maverdî, I, 91; Zemahşerî, I, 270; Şevkânî, I, 59; Câvî, II, 8; Vâhidî, II, 8.
(36)Endelusî, I, 131.
(37)Maverdî, I, 92.
(38)Bu ifâdeye bu şekilde manâ verenlere misâl olarak bkz. Taberî, I, 225-226; Endelusî, I,131-132.
(39)Razî, II,139.
(40)İbn Aşûr, I, 375. İbn Aşûr, ifâdesinin sonunda bu âyetin niçin zikrolunduğuna işâret ediyor. Yani insanın malûmu olan şeylerden tevhîde ve haşre delîl getiriliyor. Merağî de benzer ifâdelerde bulunmuştur (bkz. Merağî, I,75-76).
(41)Razî, XXVII, 36.
(42)Razî, XXVII, 36.
(43)Zemahşerî, III, 418.
(44)Bkz. Öztürk, s. 257-258.
(45)"Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltma ile deneriz. Sabredenleri müjdele" (Bakara, 155) âyetinde ifâde edildiği gibi.
(46)Bkz. Müyesser, s. 207-208.
(47)Öztürk de, bu âyetlerin reenkarnasyona delâlet edebileceğini söyledikten sonra, "Nitekim F. er-Razî'den Elmalılıya kadar bir çok müfessir getirdikleri açıklamalarla ikinci manâyı ortaya koymuş, ancak geleneksel kabule uyarak reenkarnasyondan bahsetmemişlerdir" demektedir. Ancak, Razi ve Elmalılı() dahil, pek çok tefsîrde bu âyetlerin manâsı hakkında söylenenlere bakmamıza rağmen biz böyle bir şeye şâhid olmadık.
(48)Çoğulu emsâl olan misl kelimesi, bir şeyin misli, benzeri manâsına geldiği gibi, o şeyin aynısı manâsında da kullanılır. Nitekim "O'nun misli gibi hiç bir şey yoktur" (Şûrâ, 11) âyetinde misl bu manâdadır.
(49)Bkz. Alûsî, XXIII, 56; Tabatabaî, XVII,118; İbn Aşûr, XXVII, 317.
(50)Bkz. Taberî, XII, 242, 325; İbn Kesîr, IV, 488.
(51)Razî, XXIX,156.
(52)Öztürk, 282-283.
(53)Bkz. Rağıb, Mufredât, s.194.
(54)Bkz. İbn Aşûr, XIV, 212.
(55)Buharî, Cihâd, 25, III, 209; Müslim, Zikr, 52, IV, 2070; Nesâî, İstiaze, 5, VIII, 647; İbn Hanbel, I, 54.
(56)Bkz. Öztürk, s.153.
(57)Öztürk, s. 250.
(58)Bkz. Sabunî, Safvetu't-Tefâsîr, III, s. 34.
(59)Bkz. Hasan Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 13. bsk., III, 798.
(60)Bu hususta ki diğer âyetler ve cevâpları için bkz. Şimşek, M. Said, s. 257-282.
(61)Bkz. Ateş, X, 327. Aslında, Kur'ân-ı Kerimde misâline çokça rastlanan bu durum, yani ilerde vuku bulacak bir hadiseyi, geçmiş zaman kipiyle anlatmak tekid içindir, hâdisenin mutlaka vuku bulacağını, âdeta olmuş gibi kabul edilmesi gerektiğini ifâde etmek içindir (bkz. Ateş, IX, 150-151).
(62)Bkz. Ateş, IX, 527; Öztürk, s. 319-320. Bu âyette ölümün hayattan önce zikredilmesi, hakiki hayat ve büyük bir nimet olan âhiret hayatına ölüm vasıtasıyla ulaşıldığı içindir. Bu yüzden âyette ölüm de hayat gibi, bir nimet olarak sayılmıştır. Çünkü, kendisi vasıtasıyla nimete ulaşılan şey de nimettir (bkz. Rağıb, Tafsîlu'n-Neş'eteyn ve Tahsilu's-Saadeteyn, s. 183).
(63)Bkz. Öztürk, s.709.
(64)Şimşek, M. Said, s. 290.
(65)Bkz. Müyesser, s. 205.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)