10 Ocak 2024 Çarşamba

REGAİB GECESİ

Receb ayının ilk cuma gecesi.

Sözlükte “kendisine rağbet edilen şey, bol ve değerli bağış” anlamındaki ragībenin çoğulu olan regāib kelimesi hadis ve fıkıh literatüründe “bol sevap ve mükâfat, faziletli amel”, özellikle Mâlikî fıkıh kaynaklarında sünnetin mukabili olarak “müstehap, nâfile ibadet” mânalarında kullanıldığı gibi (İbn Ebû Şeybe, II, 49; İbn Abdülber en-Nemerî, I, 127; Hattâb, II, 79) hicrî takvime göre yedinci ay olan recebin ilk perşembesini cumaya bağlayan geceye ad olmuştur (ayrıca bk. KANDİL).

Regaib gecesi, Kur’an’da saygı gösterilmesi istenen ve hadislerde -gün belirtilmeden- oruç tutulması tavsiye edilen haram aylardan (el-Bakara 2/217; el-Mâide 5/2, 97; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 55; İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 43) receb ayında bulunmakla birlikte özellikle tasavvufî eserlerde yer alan, Hz. Peygamber’in Regaib gecesinde ana rahmine düştüğü, receb ayının ilk perşembe günü oruç tutup gecesinde Regaib namazı adıyla bir namaz kılmanın sevap olduğu ve bu gecenin birçok faziletinin bulunduğu yönündeki rivayetlerin asılsız olduğu hadis âlimlerince belirtilmiştir. İbnü’l-Cevzî, Regaib orucu ve namazıyla ilgili hadisin Zâhid Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Cehdam (ö. 414/1024) tarafından uydurulduğunu ve hadisin başka hiçbir kaynakta geçmediğini belirtir (el-Mevżûʿât, II, 47). Ayrıca isrâ ve mi‘rac olayının Regaib gecesi meydana geldiğine dair rivayetin de aslı bulunmamaktadır (İbn Kesîr, III, 109; Bedreddin el-Aynî, IV, 39). Regaib gecesiyle ilgili özel ibadet ve kutlamalar IV. (X.) yüzyılda ortaya çıkmış olup bu gecenin ilk defa kandil olarak kutlanmasına Kudüs’te 448 (1056), Bağdat’ta 480 (1087) yılında başlanmış, Gazzâlî de bütün Kudüs halkının bu geceyi ihya ettiğini söylemiştir (İḥyâʾ, I, 203). Ebû Tâlib el-Mekkî gibi bazı mutasavvıflar Regaib gecesinden söz etmeyip receb ayının ilk gecesini ihya etmenin müstehap olduğunu belirtseler de (Ḳūtü’l-ḳulûb, I, 121) bu geceyle ilgili rivayetlerin çok zayıf ya da uydurma olduğu hadis âlimlerince tesbit edilmiştir.

İslâm âlimlerinin büyük bir kısmı Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiîn dönemlerinde Regaib kandilinin bilinmediğini, kandil geceleri kutlanmasının diğer dinlerin tesiriyle ortaya çıktığını, dolayısıyla bu gecede özel bir ibadet yapmanın dinde yeni ibadet ihdası anlamına geleceğini, Resûl-i Ekrem tarafından genel olarak bid‘atların yasaklanmasının yanı sıra (Buhârî, “Ṣulḥ”, 5) cuma günü ve gecesi özel bir ibadet yapılmasının da yasaklandığını (Müslim, “Ṣıyâm”, 147, 148), bu sebeple Regaib günü ve gecesinde muayyen ibadetler yapmanın dinen sakıncalı olduğunu belirtmiştir. Bir kısım âlimler ise genel anlamda fazileti âyet ve hadislerde belirtilen receb ayının bir gecesi olması dolayısıyla Regaib’in de faziletli gecelerden sayılacağını, namazın en üstün ibadet olup akşamla yatsı arasında nâfile namaz kılmanın fazileti hakkında -zayıf da olsa- hadisler, sahâbî ve tâbiî sözleri (Tirmizî, “Ṣalât”, 204; İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 185; Taberî, XV, 69; XXI, 100) bulunduğunu, müslüman toplumlarda özel zaman dilimleri olduğuna inanılan, dinî duyguların yoğun biçimde yaşandığı bu geceleri vesile ederek kazâ ve nâfile namaz kılmanın, Kur’an okumanın, çeşitli hayırlar yaparak Allah’a yaklaşmaya çalışmanın dinen bir sakıncası olmayacağını ifade etmişlerdir. Bu konuda birinci görüşü savunan Mâlikî fakihi İzzeddin İbn Abdüsselâm ile ikinci görüşü savunan hadis âlimi İbnü’s-Salâh arasında bir münazara gerçekleşmiş (münazaranın tam metni için bk. Sofuoğlu, VII [1992], s. 17-45), âlimlerin birçoğu İbn Abdüsselâm’a hak vermiş, bunun üzerine Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Kâmil, Regaib namazının camilerde kılınmasını ve bu gecenin kutlanmasını yasaklamıştır. Daha sonraki dönemlerde de benzer tartışma ve olaylar meydana gelmiştir. Osmanlı devrinde Molla Fenârî, Regaib gecesi hakkında olumlu görüş belirtmiş, çeşitli dönemlerde bu konuda lehte ve aleyhte risâleler yazılmıştır (, bk. bibl.; , II, 196). Farklı görüş ve uygulamalar günümüzde de varlığını sürdürmektedir.

HAMDİ TEKELİ


BİBLİYOGRAFYA

, “rġb” md.

, I, 259.

İbn Ebû Şeybe, el-Muṣannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, II, 49.

, XV, 69; XXI, 100.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb (nşr. Abdülmün‘im el-Hifnî), Kahire 1991, I, 121.

İbn Abdülber en-Nemerî, et-Temhîd (nşr. Mustafa b. Ahmed el-Alevî – M. Abdülkebîr el-Bekrî), Mağrib 1387/1967, I, 127.

, I, 202-203.

Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Mevżûʿât (nşr. Tevfîk Hamdân), Beyrut 1995, II, 46, 47.

Ebû Şâme el-Makdisî, el-Bâʿis̱ ʿalâ inkâri’l-bidaʿ ve’l-ḥavâdîs̱ (nşr. Osman Anber), Kahire 1978, s. 10, 35, 39, 41 vd.

, VIII, 20.

İbnü’l-Hâc el-Abderî, el-Medḫal, Kahire 1401/1981, IV, 248 vd.

, III, 109.

İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-İʿtiṣâm (nşr. M. Reşîd Rızâ), Kahire 1332, s. 168, 227.

İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), XI, 55.

a.mlf., Telḫîṣü’l-ḥabîr fî taḫrîci eḥâdîs̱i’r-Râfiʿiyyi’l-kebîr (nşr. Abdullah el-Medenî), Medine 1964, II, 80.

Bedreddin el-Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire, ts. (İdâretü’t-tıbâati’l-münîriyye), IV, 39.

Burhâneddin İbn Müflih, el-Mübdiʿ fî şerḥi’l-Muḳniʿ (nşr. M. Züheyr eş-Şâvîş), Beyrut 1400, II, 27.

Hattâb, Mevâhibü’l-celîl, Beyrut 1398, II, 79.

Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Beyrut 1404/1984, II, 124.

Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûʿa fi’l-aḫbâri’l-mevżûʿa (nşr. Muhammed es-Sabbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 459, 461.

, I, 239, 365, 387, 840, 868; II, 1081, 1591, 1655, 2048.

Leknevî, el-Âs̱ârü’l-merfûʿa fi’l-aḫbâri’l-mevżûʿa (nşr. Ebû Hâcer M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1405/1984, s. 74, 89, 111.

, II, 26, 48, 235.

, II, 196.

Cemal Sofuoğlu, “Regaib Namazı Hakkında Bir Münazara”, , VII (1992), s. 13-45.

Mebrûk eş-Şeybânî el-Mansûrî, “Ṣalâtü’r-Reġāʾib: Muḥâveletü teʾvîl”, , sy. 187 (2001), s. 29-66.

https://islamansiklopedisi.org.tr/regaib-gecesi

9 Ocak 2024 Salı

***BİD'AT ve YENİLİKLER-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Efendimiz den sonra ortaya çıkan fikir ve davranışları konumuz açısından üç gruba ayırabiliriz:

a. Kitap ve Sünnet in açık nasslarına aykırı olanlar. Bunlara daha çok isyan, fucûr, fısk.. denir.

b. İbadet ve iman sahalarına girmeyen, dünya hayatını ilgilendiren, yani serbest bırakılmış sahada cereyan eden âdet, alet ve davranışlardır. Bunların da bidatla alâkası yoktur.

c. Âyet ve hadislerin emir veya nehiy şeklinde temas etmediği, sonradan ortaya çıkarılan ve dindenmiş muamelesi gören düşünce ve davranışlardır ki, işte bid at kavramına dahil olan bunlardır. Bazılarınca bid at içinde mütalâa edilen tesbih kullanma, toplu zikir yapma, tarikatlardaki evrâd ü ezkâr gibi, dinde aslı olanlar bid at sayılmaz. Bu şıkta, mevlid gibi, bid at-ı hasene tabir edilenler de varsa da, eğer dinde aslı olmayan düşünce, inanış ve uygulamalar, İslâm ın itikad esaslarına zıt ise ve âdeta dinden bir parça, itikad veya ibadetten birer cüzmüş imiş gibi telâkki ediliyor ve sünnetleri unutturuyorsa, bunlar tam manâsıyla bid attır ve hepsi kabihtir, kötüdür, merduttur.

Bid atın Çeşitleri

Daha önce bid atın, biri sözlük anlamıyla, dolayısıyla her yeniyi kapsayan, diğeri de terim anlamıyla, yani efradını câmi ağyarını mani iki tarifinin yapıldığını belirtmiştik. Birinci tarifi yapanlar daha sonra bid atı ikiye ayırarak, bir kısmına bid ay-ı hasene diğer kısmına ise bid ay-ı seyyie adını vermek zorunda kalmışlardır. Bunlara dinî ve dünyevî bid at adını verenler de vardır. Bu konuda ilim adamlarının izahlarından bir kısmını kaydetmek istiyoruz.

Bidat-ı Hasene, Bidat-ı Seyyie

Bidat-ı hasene ve seyyie olarak ikiye ayıran alimlerin ilki, İmam Şafii dir (204/819). Harmele ibn Yahya, İmam Şafii den şunu nakleder: Bid at iki kısımdır: Övülen (mahmûd) ve yerilen (mezmûm). Sünnet e uygun olana övülen, sünnete muhâlif olana ise yerilen bid at denir. Beyhakî, İmam Şafii nin bu sözünü şöyle izah eder: Yerilen (kötü/seyyie) bid atın dinde dayanacağı bir aslı yoktur. Şer î ıstılahta buna mutlak bid at denir. Övülen (hasene/güzel) bid at ise Sünnet e uygundur. Yani Sünnet ten dayanacağı bir delil vardır. Bu şer î manâsıyla değil, sözlük manâsıyla bid attır. İmam Şafii den şöyle bir söz de nakledilmiştir: Sonradan ortaya çıkan (muhdesat) şeyler iki çeşittir. Bir kısmı, Kitap, Sünnet veya İcma dan birine muhâliftir ki, bu dalâlet olan bid attır. Hayır/iyilik olarak ortaya çıkarılan yenilikler ise, ihtilafsız bir şekilde, [iyidirler], tenkit edilemezler (Askalânî, 17:10).
İmam Şafii yi takip eden bir çok âlim de yaklaşık aynı taksimatı benimsemişlerdir. Bunlardan biri de meşhur Şafii alimi İz b. Abdiselam dır (260/874).


Ona göre bid at üç kısma ayrılır:
 1. Şeriat ın mendup veya vâcip olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet te yapılmayanlara bid at-ı hasene;
 2.Şeriat ın haram veya mekruh olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet te yapılmayanlara bid ay-ı kabihe/seyyie;
 3.Şeriat ın mubah olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet te yapılamayanlara ise mubah bid at denir (Abdüsselâm, 578).

İmam Gazalî (505/1111), bu konuda geniş bilgi vermemekle birlikte, İhya da, masa veya benzeri bir şey üzerinde yemek yeme konusunu işlerken şöyle diyor: Hz. Peygamber den sonra ortaya çıkan şeylere bid at denir ama, her bid at kötü değildir. Kötü bid at, bir sünnete zıt olan, şer î bir emri kaldıran ve illeti sabit olan şeydir. Oysa sebepler değiştiğinde, bazen yenilik yapmak (bid at) gereklidir
(Gazalî, 2:6).

Nihaye sahibi İbn Esir ise, konuyu şöyle açıklamaktadır: Bid at, bid at-ı hüda ve bid at-i dalâl olmak üzere iki çeşittir. Allah ve Resûlü nün emrettiğine muhâlif olan yenilik, tenkit ve reddedilir. Allah ın emir ve Resûlü nün yapılmasını teşvik ettiği genel kurallardan birinin kapsamına giren yenilikler ise övülür. Daha önce bir benzeri bulunmayan, bazı cömertlik çeşitleri gibi hususlar da övülen fiillerdir. Ancak bunlar, Şeriat a muhâlif olmamalıdır. Çünkü Hz. Peygamber, Kim İslam içinde güzel bir çığır açar ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiç bir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri kendi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiç bir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır
(Müslim, Zekât , 69; Nesaî, Zekât , 64) buyurmuştur. Hz. Ömer in teravih için söylediği "bu ne güzel bid at oldu" sözü de buna delâlet etmektedir. Yani övülen bid'atlardandır. Çünkü bid'at dedikten sonra, ne güzel sözüyle bunu övmüştür (İbn Esîr, 1:107).

Abdulhakk ed-Dehlevî de, Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkıp sünnetinin genel prensiplerine ve esaslarına uyan bid ata, hasene, uymayana ise seyyie denir. şeklinde görüşünü açıklar (Tahanevî, 1:133).
Bid atı kısımlara ayıranların tarifleri topluca değerlendirilirse, bid at-ı hasene, aslı dinde olup, faslı [ayrıntıları] formüle edilmeyen; bid at-ı seyyie ise, hem aslı hem de faslı dinde olmayan hususlar olduğu anlaşılır.
Bu düşüncede olanlar, bid ay-ı haseneye şu örnekleri verirler: Minare, ribat, medrese, han, vb. şeyler inşa etmek; her ilimde kitap yazmak, hadis toplamak ve bunları şerh etmek (Süyutî, 38).

Bidat bir Bütün müdür?


Bidatın hasenesinin, iyisinin, güzelinin olmayacağını; Her bidat dalâlettir .. hadisine dayanarak bid atın bir bütün olduğunu savunan âlimler de vardır. Mesela, Şatıbî (790/1388), Zerkeşî (794/1392), İbn Recep (795/1393), İbn Hacer el-Askalanî (852/1448), İbn Hacer el-Heytemî (974/1566), İmam Rabbanî (1563-1625), İmam Birgivî, (981/1573), Suyûtî, (911/1505), muasır alimlerden Muhammed Buhayt, Ali Mahfuz, Muhammed Abdusselam, Mevdudî, Ahmed Ferid, Muhammed b. el-Alevî, İzmirli İsmail Hakkı, Abdullah Draz bunlardandırlar.


Şatıbî, İz b.Abdisselam ın bid atı ikiye ayıran fikirlerini verdikten sonra şöyle der: Böyle bir taksimatı gerektirecek hiç bir şer î delil bulunmamaktadır. Zaten kendi içinde çelişki vardır. Çünkü bid at, nass veya genel kaide cinsinden şer î bir delili olmayan şeye denir. Eğer o işin vâcip, mendup veya mubah olduğuna delil olabilecek bir dayanak varsa, bid attan söz edilemez. O iş, ya emirler manzumesine dahildir ya da en azından yapılması serbest bırakılmıştır. Hem bid at olsun, hem de vâcip, mendup veya mubah olduğuna delil bulunsun; bu çelişkiden başka bir şey değildir. Haram veya mekruh sayılan bid atlara gelince, bunların haram veya mekruh olduklarına şer î bir delil varsa onlar da bid at olmazlar; günah ve isyan hükmünü alırlar. Adam öldürme, zina, hırsızlık vs.. bid at değiller, birer günahtırlar (İ tisam, 1:191-192). Başka bir yerde de, bid at çıkaranların bütünü, hasene, seyyie ayırımına sarılarak kendilerini savunurlar. Bu onların tek dayanağıdır (a.g.e. 1:144) der.


İmam Birgivî ise, görüşünü şöyle açıklar: Bid at kelimesi genel bir kelime olduğu için, aslında red edilmeyen âdet [mubah] cinsi yenilikleri de kapsamına alır. Değilse, şer î ıstılah olarak bid atın hasenesi yoktur. İbadet cinsinden, bid ay-ı hasene denilen hususlar araştırılsa, hepsinin, işaret veya delâlet yoluyla Şari tarafından serbest bırakılan cinsten oldukları görülür. İbadetlerdeki bid at, sünen-i hüdanın karşıtıdır. Âdetlerdeki yenilikler ise, sünen-ı zaidenin karşıtıdır. İnançtaki bid atların karşıtı da Ehl-i Sünnet ve l-Cemaat ın inançlarıdır. İlk dönemlerde bu tür şeylerin konuşulmaması ya ihtiyaç olmadığından ya da başka mühim işlerle uğraşıldığı için vakit bulunmadığındandır (Birgivî, 9-12). İbn Recep el-Hanbelî de (795/ 1393) aynı görüşü paylaşır (İbn Recep, 2:129).

Buharî şarihi İbn Hacer el-Askalanî, (852/1448), Aslında bid at, geçmişte [Asr-ı Saadet te] örneği görülmeyip yeni ortaya çıkarılan şeydir. Terim olarak, Sünnet in mukabili [zıddı] olana denir. Dolayısıyla bid at, mezmum yani seyyi edir. der (Askalânî, 17:9).
Reşit Rıza da, İ tisam a yazdığı tahkikte, sözlük anlamıyla bid atın hasene-seyyie kısımlarına ayrılabileceğini ama terim anlamıyla bütün bid atların seyyie olduğunu söyler.

Temel hizmetlerinden biri Sünnet i ihya ve bidatla mücadele olan İmam Rabbanî
de bid atın ikiye ayrılmasının uygun olmadığını şöyle açıklar: Bazı kimseler bid atı, hasene ve seyyie şeklinde ikiye ayırarak, hasene, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin zamanında olmayıp Sünnet i kaldırmayan, seyyie ise Sünnet i kaldıran her amel olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu fakir, bid at olup da güzel, nûranî, iyi olan hiç bir şeye rastlamadı. Onda karanlık, bulanıklık ve yanlışlıktan başka bir şey yoktur.

Bir kimse, basiretinin zayıflığından ötürü, ilk zamanlar bid atta bir tazelik, tatlılık, hoşluk görse bile, bir süre sonra o bid atın pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey olmadığını anlayacaktır. Hz. Peygamber, [dinde] yapılan her yeniliğin bid at, her bid atın da dalâlet olduğunu bildirmişlerdir. Öyle ise bid ata hasene (iyi) demek mümkün değildir.
Diğer bir hadiste (İbn Hanbel, 4:105) belirtildiği gibi, her bid at mutlaka bir sünnete engel olmaktadır. Meselâ, bazı âlimler namaza kalben niyetlenmenin yanı sıra, niyeti dille de söylemenin bid at-ı hasene olduğunu söylerler. Hâlbuki bize, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiinden, niyetin dille söylendiğine dair, ne sahih ne de zayıf hiç bir haber gelmemiştir. Onlar ayağa kalkınca, ihram (başlangıç) tekbiriyle hemen namaza girmişlerdir. Bu durumda dille söylemek bid at olur. Bazı âlimler buna bid at-ı hasene demişlerdir ama, fakire göre, bu bid at, sünnet bir yana farzı dahi kaldırmaktadır. Çünkü, insanların pek çoğu, sadece dille niyet getirmekle yetinecek, kalp, namazdan gafil olsa bile buna aldırış etmeyecektir. İşte o zaman, namazın farzlarından olan kalben niyet, bütünüyle terk edilmiş olacak ve namazın fesadına sebep olunacaktır. Diğer bid atları da buna kıyas edebilirsin (İ. Rabbani, 1:293).

Bu aktarılanlardan şöyle bir neticeye varıyoruz:

Hz. Peygamber in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Biliniz ki, sözün hayırlısı Allah ın kitabı, yolun hayırlısı da Muhammed in yoludur. Ve işlerin en kötüsü [dinde] sonradan çıkarılan şeylerdir. [Dinde sonradan çıkarılan] her bid at bir sapıklıktır. Ve her sapıklık ateştedir "(Buharî, İ tisam , 2; Müslim, Cum a , 43) hadisi, ıstılahî anlamda her bid atın seyyie olduğunun yeterli ve en güzel delili olmalıdır. Buna mukabil, yukarıda kaydettiğimiz "Kim İslam içinde güzel bir çığır açarsa..." hadisi ileri sürülerek bid at, hasene ve seyyie şeklinde ikiye ayrılmak istenmiştir. Burada tartışma, kanaat-i acizanemce biraz lafzî olmaktadır. Yukarıda da arz edildiği gibi, dine, onun iman, ibadet ve temel muamelat, ukubat esaslarına ait ve zıt, Sünnet e muhalif, bir itikat, ibadet, muamelat ve ukubat prensibi gibi dinden sayılan, ama dinde aslı olmayan her yenilik bid attır ve bunun asla iyisi olmaz. Buna mukabil, aslı dinde olan, tarikatlarda evrad ü ezkâr gibi, tesbih kullanma gibi uygulamalar ise bid atın içine girmemelidir. Eğer bunlar bid ata dahil edilmezse, o zaman bid at da hasene-seyyie diye ayrılmaz. Şu kadar ki, mevlid gibi, dinde olmamakla beraber, dine muhalif de olmayan uygulamalar, dinden sayılmamak, dinî bir ibadet gibi algılanmamak kaydıyla, dine de hizmet eden bir yanı varsa, bu takdirde seyyie bid at sayılmamalıdır.
Bid atı izafî ve hakikî bid at adıyla ikiye ayıranlar da olmuştur. Bunlara göre hakikî bid at ilim adamlarının araştırmaları neticesinde Kitap, Sünnet, İcma veya diğer geçerli bir delile, ne umumi kaide olarak ne de detaylarda dayanan bid attır. Zaten bundan ötürü buna hakikî bid at denilmiştir. Çünkü tamamıyla dayanaksız, uydurma bir şeydir; her ne kadar bunu ortaya çıkaran, bir yerlere yamamaya çalışsa bile.

İzafî bid at ise iki yönlüdür. Bir yönüyle şer î bir delile dayandığı için bid at denilemiyor. Diğer yönden ise hakikî bid at gibi sonradan ortaya çıkmış ve dayanağı da net değildir. Bu özelliğinden ötürü izafî bid at, hakikî bid ata düşmemek için kaçınılması gereken bir durumdur (Şatibî, İ tisam, 1:277) 


Nitekim şer î ahkam açısından net olmayan durumlardan kaçınmak gerektiği şu hadiste dile getirilmiştir:
"Helâl olan şeyler bellidir. Haram olanlar da bellidir. Fakat helâl ile haram arasında bir takım şüpheli şeyler vardır [ki, helâl veya haram olduklarını çok kimseler bilmezler.] Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, şerefini, haysiyetini ve dinini kurtarır. Kim de şüpheli şeylere dalarsa, yasak bölge [beylik koru] etrafında koyunlarını otlatan çoban gibi, koruya dalıvermeğe yaklaşmış demektir. İyi biliniz ki, her hükümdarın ilan ettiği bir yasak bölgesi olduğu gibi, Allah ın da yer yüzündeki koruluğu [yasak bölgesi], haram ettiği şeylerdir" (Buharî, İman , 39; Müslim, Müsakat , 107).

Prof. Dr. Abdulhakim Yüce

Kaynaklar
A. Muttakî el-Hindi, Kenzu'l- Ummal; el-Askalanî, İbn Hacer, Fethu'l- Barî; Atiyye, İzzet Ali, el-Bid'atu; Bediiüzzaman Said Nûrsî, Lem'alar; Beyhakî, Menakibu'ş-Şafii; Birgivî, Tarîkat-ı Muhammediyye; Buhayt, Muhammed, Ahsenu'l- Kelâm; Cessas, Usul; Draz Abdullah, el-Mizan Beynes'- Sünneti ve'l- Bid'ati; Erdoğan, Mehmet, Ahkâmın Değişmesi; eş-Şekirî, es-Sünenu ve'l- Mübtedi'at; Gazzalî, M, Düstûru'l-Vahdeti's- Sakafiyyeti Beyne'l-Müslimîn; Heysemî, Mecmeu'z- Zevaid; İbn Aşur, Makasıd; İbn Esir, el-Bidaye ven-Nihaye; İbn Kuteybe, Te'vil; İbn Manzur, Lisanu'l- Arap; en-Nevevî, Büstanu'l- Arifîn; İbn Recep, Câmiu'l- Ulûm ve'l- Hikem; İbn Sa'd, Tabakat; İmam Rabbanî, Mektubât; İz b. Abdusselam, Kitabu'l- Fetâvâ; Karaman, Hayrettin, İslam Işığında Günümüz Meseleleri; Kardavî, Hasâis; Maverdî, Ahkamu's- Sultaniyye; Pezdevî, Usul; Serahsî, Usul; Suyutî, el-Emru Bi'l- İttiba' ;. Şatıbî, Muvafakat; İ tisam; Tahanevî, Keşşafu Istılahatı'l- Funûn.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

8 Ocak 2024 Pazartesi

Bid'atlardan Sakınmak

  

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

"Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın.  Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti." (En'âm, 153)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

"Kim bizim bu dinimizde ondan olmayan bir şey ortaya çıkarırsa, o şey kabul edilmez." (Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17-18. İbnî Mâce, Mukaddime 2)

Câbir (ra) şöyle dedi:

Rasûlullah (sav) hutbe irad ettiği zaman gözleri kızarır, sesi yükselir, "Düşman sabah ve akşam üzerinize hücum edecek, kendinizi koruyunuz" diye ordusunu uyaran kumandan gibi öfkesi artar ve şehadet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek:

"Benimle kıyametin arası şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak gönderildim" derdi. Sonra da sözlerine şöyle devam ederdi:

"Bundan sonra söyleyeceğim şudur ki: Sözün en hayırlısı Allah'ın kitabıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed (sav)'in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid'atlardır. Her bid'at delâlettir, sapıklıktır." (Müslim, Cum'a 43. İbni Mâce, Mukaddime 7)

Dinde aslı olmayan bir şeyin sonradan ortaya konulması, dinimizde "bid'at" diye adlandırılır.

Bid'at konusu, İslâm âlimlerinin her asırda ciddiyetle üzerinde durdukları bir konu olmuştur. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kısaca şöyle beyân buyurur:

“Ey dîn kardeşlerimiz! Hepimizin üzerine en önce gereken şey, îtikadımızı Kitab ve Sünnet’e göre doğrultmaktır. Bid’at ve dalâlet ehli, kendi bâtıl hüküm ve îtikadlarını Kitab ve Sünnet’e uygun zannederler. Hâlbuki onların îtikadları hak ve hakîkatten fersah fersah uzaktır.”  

https://www.2g1d.com/ 

İddet ne demektir? İddet süreleri ne kadardır?

“Saymak, miktar, adet” anlamlarına gelen iddet, bir fıkıh kavramı olarak, herhangi bir sebeple evliliğin sona ermesi hâlinde, kadının yeni bir evlilik yapabilmek için beklemek zorunda olduğu süreyi ifade eder. İddetin, kadının hamile olup olmadığının anlaşılarak nesebin karışmasını önleme, taraflara düşünme ve tekrar bir araya gelme fırsatı verme, kadın için yeni hayata ruhen hazırlanma, evlilik bağını bir anda yok etmeme gibi hikmetleri bulunmaktadır.
Evlilik, boşanma veya fesih yoluyla sona ermişse ve kadın da hamile değil ise âdet gören kadın üç hayız süresi iddet bekler. “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler.” (el-Bakara, 2/228).
Herhangi bir sebeple âdet görmeyenler ise üç ay süreyle iddet beklerler. “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır.” (et-Talâk, 65/4).
Evlilik erkeğin ölümü ile sona ermiş ve kadın da hamile değilse, iddet süresi dört ay on gündür. “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler.” (el-Bakara, 2/234).
Evlilik ne şekilde sona ererse ersin, hamile olan kadının iddeti, doğum yapıncaya kadardır; doğum yapmasıyla iddeti sona erer. “Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıyla sona erer.” (et-Talâk, 65/4).
İddet beklemenin başlangıcı, tarafların fiilen birbirlerinden ayrı kaldıkları an değil, boşamanın veya ölümün gerçekleştiği andır.
İddet beklemekte olan bir kadının başka biri ile nikâhlanmasının haram olmasının hikmeti, kendisinde hâlâ eski evliliğinin etkilerinin bulunabilmesi, eski kocasının haklarının korunması ve neslin birbirine karışma ihtimalinin bulunmasıdır.

7 Ocak 2024 Pazar

Kabir veya türbe yaptırmanın hükmü nedir?

Kaybolmalarını önlemek üzere, gösteriş ve israftan uzak kalarak kabir yapılmasında, mezarların başuçlarına, üzerinde ölenin kimliğini belirleyen ifadelerin yer aldığı sade bir taş ve benzeri levhaların yerleştirilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Sahabîlerden Osman b. Maz’ûn (r.a.) ölünce cenazesi o günkü Medine’nin dışında gömülmüştü. Resûlullah (s.a.s.), Osman’ın mezar yerini belli edecek bir taş istemiş ve getirilen taşı mezarın başına koyunca, “Bununla, kardeşimin kabrini işaretliyorum, ailemden ölenleri bunun yanma defnedeceğim.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 63 [3206]) buyurmuştur.
Ancak kabirlerin bir-iki karıştan yüksek yapılması, üzerlerine bina veya kubbe inşa edilmesi; kabir taşlarına kimlik bilgilerinin ötesinde aşırı övgü sözlerinin; ölümden ve kaderden şikâyet eden ifadelerin yazılması uygun görülmemiştir.

6 Ocak 2024 Cumartesi

Cemaate yetişemeyen kimse camide tek başına namaz kılarken kâmet getirmeli midir?

Düzenli olarak cemaatle beş vakit namaz kılınan camilere o vaktin farz namazını kılmak üzere giren kimselerin, cemaatle veya yalnız başına namaz kılacak olmaları hâlinde tekrar ezân okuyup kâmet getirmelerine gerek yoktur. Düzenli olarak beş vakit namazın kılınmadığı cami ve mescitlerde ise ezân okuyarak ve kâmet getirerek namaz kılmak daha faziletli olup (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 37) sadece kâmetle de yetinilebilir. Hanefîlerin bu yaklaşımına karşılık diğer birçok mezhep, her iki ihtimalde de kâmet getirmenin mendup olduğunu söylemiştir.

5 Ocak 2024 Cuma

Cemaatle namazda kâmet yapılırken ne zaman ayağa kalkılır?

Cemaatle kılınan namazda, cemaatin namaz için ayağa ne zaman kalkacağı hususu, namazın özüyle değil, âdâp ve müstehaplarıyla ilgilidir.
İmam-ı A’zam’a göre cemaatle namaz kılmak üzere “Kad kâmeti’s-salât” yani “namaz başladı” denildiği anda imamın namaza başlaması, namazın âdâbındandır. İmam, bu hareketi ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Bu ictihada göre imamın ve cemaatin bu cümlenin söylenmesinden önce saf düzenini almaları gerekecektir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/57). Fakat namaza kâmet bittikten sonra başlanılmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebû Yûsuf ve diğer pek çok müctehide göre, uygun olan budur (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/230; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/479).
Hanefî mezhebindeki başka bir görüşe göre ise müezzin “haydi kurtuluşa” anlamına gelen “hayye ale’l-felâh” cümlesini söylediğinde imam ve cemaat ayağa kalkar (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/321), imam namaza başlar, cemaat da ona uyar.
Şâfiî mezhebine göre ise kâmet bittikten sonra namaz için ayağa kalkmak müstehaptır (Nevevî, el-Mecmû’, 3/252-253). İmam ayağa kalkmadan yahut henüz gelmeden cemaat namaz için ayağa kalkmamalıdır.
Kâmet yapılırken ne zaman kalkılacağı konusu, ibadetin özüyle değil âdâbıyla ilgili olduğundan, caminin büyüklüğüne, saf düzenini almaya ve namaza imamla birlikte başlamaya göre düşünülmelidir. Normal büyüklükteki cami veya mescidlerde imamın mihraba doğru yürüdüğü görülünce kalkılması daha uygundur. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Namaz için kâmet getirildiğinde beni görmeden ayağa kalkmayın.” (Buhârî, Ezân, 22 [637]; Müslim, Mesâcid, 156 [604]) buyurmuştur. Buna göre kişi, imamdan çok geri kalmayacak ölçüde ve imam ile birlikte namaza başlayacak şekilde hazır olabileceği kadar bir süre önce yerinden kalkmalıdır (bk. Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1/560).

4 Ocak 2024 Perşembe

Boşanma davası uzun süre sonuçlanmayan kadının aldığı nafaka helal midir?

İslâm’a göre evlilik devam ettikçe ve boşama hâlinde iddet süresince erkek, eşinin nafakasını temin etmekle sorumludur (el-Bakara, 2/233; en-Nisâ, 4/34; et-Talâk, 65/7; Buhârî, Nafakât, 1-3 [5351-5358]; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/15-16). Dinen boşama olmadan mahkemeye boşanma davası açılmış ve kadın da evi terk etmemişse mahkeme devam ettiği sürece eşler evli hükmünde olduğundan, dava süresince de kadının nafakasını temin etme yükümlülüğü kocasına aittir. Bu yükümlülük mahkeme boşadıktan sonra başlayan iddet süresi bitinceye kadar devam eder. Ancak dinen boşanma gerçekleşmişse süreç devam etse bile İslâm hukukuna göre kocanın eşine yönelik nafaka borcu iddetin bitimiyle sona erer.

3 Ocak 2024 Çarşamba

Müşteri, aralarından birini satın almak amacıyla götürdüğü birkaç maldan birini seçme hakkına sahip midir?

Müşteri, alışveriş akdinde satış bedeli ve niteliği belirtilen birkaç çeşit eşyadan birisini seçme hakkına sahiptir. Bu hakka fıkıh literatüründe ta’yin/belirleme muhayyerliği denir. Buna göre müşteri, bakmak için götürmüş olduğu bu eşyalardan birini seçince, alışveriş o mal üzerinden gerçekleşmiş olur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/32).

1 Ocak 2024 Pazartesi

İster kapalı, ister açık alanda olsun zorunlu olmadıkça namaz kılan birisinin önünden geçilmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), namaz kılanın önünden geçmektense beklemenin daha hayırlı olacağını belirtmiştir (Buhârî, Salât, 101 [510]; Müslim, Salât, 261 [507]). Namaz kılanın da, uygun bir yere durmak veya sütre vb. bir şey koymak suretiyle önünden geçilmemesi için önlem alması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), önünden insan veya hayvanların geçmesi muhtemel olan bir yerde namaz kılan kişinin önüne sütre (değnek veya başka bir şey) koymasını tavsiye etmektedir (Müslim, Salât, 241-242 [499]). Sütreyi terk etmek ise mekruhtur.
Namaz kılanın önünden geçen kimse sorumlu olmakla birlikte, önünden geçilen kişinin namazı bozulmaz. Fakat büyük camilerde, namaz kılanın secde mahallinin uzağından geçmek caizdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/217).
Cemaatle kılınan namazlarda, sadece imamın sütre edinmesi yeterlidir; diğerlerinin sütre koyması gerekmez (Buhârî, Salât, 90 [494-495]). Namaz kılanın önündeki sütrenin ardından geçmekte bir sakınca yoktur.

29 Aralık 2023 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 75


Allah sana her ne imkan nasip ettiyse bunlardan infak etmek sadakadır 

İnfak edip temizlenelim, Cenab-ı Hak günahlarımızdan arındırsın. 


Biz hep karz-ı hasen (güzel borç) psikolojisiyle infak ediyoruz. Sanki temizlenmeyi bekleyen günahlarımız yokmuşçasına, ekstradan veriyoruz psikolojisiyleyiz.

 Halbuki kişi günahlarına yoğunlaşırsa, mağfiret umudu daha ağır basacaktır ve infakına niyeti daha çok yansıyacaktır. 

“Biz o çetin, sıkıntılı günün endişesiyle, günahlarımızdan arınmak için böyle infakta bulunuyoruz, sizi yedirip içiriyoruz. Sizden bir karşılık beklemiyoruz. Bir teşekkür dahi istemiyoruz.” 

İşte bu niyetleri ile Allah o günün şerrinden onları korudu. 

Arınmak paklanmak istiyorsan, tövbelerinin nasuh olmasını istiyorsan infakta, tasaddukta bulun. 

Zamandan infak etmek de olur. Allah sana her ne imkan nasip ettiyse bunların herbirinden infak etmek birer sadakadır. 

Allah yolunda bir becerinin öğretilmesi bile, belli vakitlerde bir mesai harcayıp bilmeyenlere Allah rızası için öğretmek de sadakadır. 

İnsân Sûresi Şubat 2023 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

28 Aralık 2023 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 74


Ne infak ederseniz Allah onun yerini doldurur 

Siz ne infak ederseniz edin, Allah’ın rızası, hoşnutluğu uğrunda infak edersiniz, yani sizin derdiniz budur. 

“Yemeği yedirenler” 

Yedirmeyi içselleştirmek seküler toplumlarda neden yok da Mümin toplumlarda var? 

Çünkü işin ucunda İlahi Aşk’ı, Cenab-ı Allah’ı razı edebilmenin derdi ve sevdası var. 

İnsân Sûresi Şubat 2023 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

26 Aralık 2023 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 73


Dürüstlük insanlar arası ilişkide kalmaktan ibaret değildir. 

Rabbine karşı dürüstlüğü yaşamayan ve O’nu tanımayan kimselerin dürüstlüğünden bahsedemeyiz. 

Komşusunun, iş arkadaşının hakkını tanıyan ama Cenab-ı Allah’ın hakkını tanımayan bir kişinin dürüstlüğünden iyiliğinden söz edilemez. 

İnsân Sûresi Şubat 2023 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

25 Aralık 2023 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 72


İyilik Allah uğruna olunca iyiliktir

Yemeğe olan arzusu, iştahı, iştiyakına rağmen, başkalarıyla paylaşanlar Allah azze ve cellenin cennetlerindeler. 

“Ben böyle bir adam tanıyorum; yediğini içtiğini paylaşır ama imanlı biri değil” diyenlere rastlarız. 

Biz her türlü iyiliği Allah adına başlatırız. 

İyiliği Allah uğruna olunca iyilik sayıyoruz. 

İnsân Sûresi Şubat 2023 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

24 Aralık 2023 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 71


“İşte amel edenlerin karşılığı ne kadar güzel.”

Cennet dendiğinde aklımıza gelen ilk kelime ya ÇABA olmalı ya TAKVA olmalı. Takva zaten içinde iman+çaba+adanmışlık barındırıyor. 

“İşte amel edenlerin karşılığı ne kadar güzel.”

Cennettekilere “hadi bir de senin hikayeni dinleyelim” dediğimizde, “Allah uğruna ne güzel şeylere katlanmışsın, senin de hikayen çok güzelmiş” deriz. Her birinden ayrı ayrı güzel hikayeler duyulur. 

“Ya sen doğru düzgün sınanmamışsın bile, öylesine şans eseri buraya gelmişsin. Biz ne yaşam hikayeleri duyduk, seninki rahat olmuş” diyeceğimiz bir tane kişi bulunmaz. 

Cenab-ı Hakk bu neticeyi çabalarınızın karşılığı olarak tarif ediyor. 

İnsân Sûresi Şubat 2023 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

23 Aralık 2023 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 70


“Bize burada (cennette) yorgunluk değmiyor.”

Onca eğlenceyi dünyada yaşasak yoruluruz. Eğlencenin en güzeli dahi olsa, yemeklerin en lezzetlisi dahi olsa bir süre sonra bedenimiz yorgunluğunu ortaya koyar, dinlenmek istiyorum der. Cennettekiler eğlenceye yorgunluk arası bile vermiyorlar. 

Bu bahsettiklerimiz, iki ortam arasındaki en dikkat çekici ifadelerden biri. Dünyada en iyi servete, kariyere, imkana da sahip olsanız, bunu eğlenceye, zevke, hazza dönüştürmeye kalktığımızda bedeniniz bir doyum ile önünüzü kesiyor. 

Demo bir örnek içerisindesiniz çünkü. Her tarafta kısıtlar dolu. Yorgunluk ve bıkkınlık bu kısıtlardan ikisi. 

Cenab-ı Hakk onları nasıl her bir eğlenceden daha farklısına, sürprizine taşıyorsa, yaratmada sınırı olmayan Allah-u Teala onları orada şımartıyor. 

O öyle bir konak sahibi ki asla monotonluğa ve sıkkınlığa, bıkkınlığa yer bırakmıyor. Her an yeni yeni eğlence, zevk, lezzet ve şehvetlerle yaşatıyor. 

İnsân Sûresi Şubat 2023 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

22 Aralık 2023 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 69


Bizim Rabbimiz öyle Gafûr öyle Şekûr

-Rabbimiz önce Gafûr olmasını vadetti ve sonra Şekûr olmasını.

Çünkü kulların önce mağfirete ihtiyacı var. Düşe kalka hayatlarında bir ıslah süreci yaşadılar.

Günahları azaltıp salih ameli yaşamaya çalıştılar. Bu, “iyilerin” tutturabildiği bir trend. Ama sıfır kusurda değiller. Mağfirete ihtiyaçları var.

Rabbimiz Şekûr’dur, yani olağanüstü karşılık verir, orantısızdır. Hiç amelle orantısını kuramazsın. Ameline bak, bir de Cenab-ı Hakk’ın verdiğine bak dersin. Amel sadece bir bahane kalmış.

Kulun Allah’ın lütfuna kavuşması tamamen ilahi bir ihsandır.

“Bizim Rabbimiz öyle Gafûr öyle Şekûr” diye diye ölüme gitmeli.

İnsân Sûresi Şubat 2023

21 Aralık 2023 Perşembe

Gözdeki lens abdest ve gusle engel midir?

Gusülde ve abdestte gözün iç kısmını yıkamak farz değildir. Zira gözlerin iç kısmını yıkamakta meşakkat vardır. Ayrıca bu durum gözlere zarar da verebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/7, 11). Dolayısıyla gözdeki lens, gusle ve abdeste engel değildir.

18 Aralık 2023 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 68


Hayat din için vardır

Sen ancak zikrin, anlamın peşine düşmüş, gerçeği öğrenmeyi amaçlamış bir kimseyi uyarabilirsin. Başka türlüsüne fayda etmez. 

Gerçeğin ne olduğu merakı içinde olmayan, bilmek istemeyen, kendi yaşam tarzı içinde kilitlenmiş, öğrenmek için fedakarlık göstermemiş olan bu kimseler, ortamın egemenliği altında ezilmiş kimselerdir. 

Çünkü bilirler ki ortamın dayattığı statükoya karşı farklı davranacak olsalar bunu çıkarları ile öderler. Halbuki Hâkk’ın peşine düşenler "gerçek nedir bilmek istiyorum derler, niçin yaşıyorum, niçin var oldum, nereye gideceğim?"

 Bunların cevabı Kur’an-ı Kerîm’dedir ve Kur’an-ı Kerîm bu soruların cevabını  arayanlara, akledenlere verir. 

Kur’an-ı Kerîm insanlara indi. En büyük yanılgılarımızdan biri Kitab’ın hocaların okuması gereken bir ihtisas kitabı olarak görülmesi. Bu şeytani bir yanılgıdır. 

Din yaşam alanıdır. Hayat din için vardır. Dini herkes öğrenmek zorundadır. Anlama süreçlerini de yaratan Cenâb-ı Hâkk’tır. 

Ama dinimizde zorla bir şeyleri öğrenmek yoktur. Resûl Sallallahu Aleyhi Ve Sellem'in eğitim sisteminde en vazgeçilmez unsur “gönüllülük”tür, kişinin kendisinin isteyerek bir şeyler yapmasıdır. 

Sadece öğrenmekle kalmayıp, bir başkasına da aktarmak. Böyle olunca kıyamete kadar giden saadet zinciri oluyor. Dünyada en çok okunan, en çok ezberlenen, insanların bir benzerini asla yapamayacaklarını bildikleri en doğru hakikate götüren yegane Kitap olarak Kur’an-ı Kerîm mümtaz yerini almış bulunuyor.

SİZİN EN HAYIRLINIZ KUR’AN’I ÖĞRENEN VE ÖĞRETENDİR

(Trt Radyo- Günebakan Programı

Ankara 2 Aralık 2022)

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

17 Aralık 2023 Pazar

Dua ve zikir sesli mi, yoksa sessiz mi yapılmalıdır?

Duanın, alçak sesle, hüzünlü ve tazarru (yalvararak) ile yapılması adaptandır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabbinize yalvararak ve için için dua edin…” (el-A'râf, 7/55) buyrulmaktadır. Ancak içtenlikle ve samimi olduğu sürece, sesli olarak dua edilebilirse de sessiz olması daha uygundur. Hz. Peygamber (s.a.s.), bir yolculuk esnasında sesli olarak tekbir ve tehlil getirmeye başlayan bir grup sahabîye, “Ey insanlar! Kendinize merhamet edin; siz ne duymayana dua ediyorsunuz ne de uzakta olan birisine. Muhakkak siz, işiten, yakın olan bir zata dua ediyorsunuz ki O sizinle beraberdir.” (Müslim, Zikir, 44 [2704]; bkz. Buhârî, Cihâd 132 [2992]; Megâzî 39 [4205]) buyurmuşlardır.

16 Aralık 2023 Cumartesi

Şifa niyetiyle Kur’ân okumak ve okutmak caiz midir?

Kişinin bedensel ve ruhsal rahatsızlıklardan ya da manevî sıkıntılardan kurtulması için tıbbi tedavi yöntemlerine başvurması esastır. Bunun yanında kişinin şifa niyetiyle Allah Teâlâ’ya dua etmesi de uygun olur. Bir âyet-i kerîmede Kur’ân’ın müminler için şifa ve rahmet olduğu ifade edilmektedir (el-İsrâ, 17/82). Dolayısıyla âyet-i kerîmeler ve hadis-i şeriflerde yer alan dualar şifa niyetiyle okunabilir. Rivâyetlerde sahâbenin şifa için Fâtiha sûresini okuduğu ve Resûlullah’ın da bunu onayladığı yer almaktadır (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 9 [5007]; Müslim, Selâm, 65-66 [2201]).
Aslolan, Kur’ân’ı ve diğer duaları kişinin kendisinin okumasıdır. Bunun yanında kişi mümin kardeşinden de şifa için kendisine okumasını isteyebilir. Kur’ân-ı Kerîm’in tamamı şifa vesilesidir. Bunu belli âyetlerle sınırlamak doğru değildir.

13 Aralık 2023 Çarşamba

Ben şu burçtanım ve bu burç kişiliğime uyuyor, demek günah mı?

   
Soru Detayı

- Benim cevabını öğrenmek istediğim ve şirke girip girmediğini merak ettiğim bir konu var. Cevabınızı bu açıklayacağım davranışın dinimize göre tevhid inancı ve Allah'a şirk koşma gibi bir durum olup olmadığını açık bir şekilde verirseniz çok sevinirim, kafamda bir soru işareti kalmasını istemiyorum.
- Bir insan burçların gelecekle ilgili tahminlerine inanmadan, sadece doğum tarihine bakıp "Ben şu burçtanım ve bu burç kişiliğime uyuyor." dese günaha girer mi?
- Ya da başka bir insan örneğin; şu tarihte doğmuş ve o burcun özelliklerine yakın kişilik özelliklerine (duygusal, sinirli, mantıklı vs gibi) sahip olabilir diye fikir sahibi olmak adına bakması dinen şirke girer mi? Bu günah mıdır?
- Sorumun başında da bahsettiğim gibi kesinlikle gayba ait gelecekle ilgili bilgiler edinmek adına sormuyorum, sorumu Allah korusun böyle bir şeyin şirke götürebileceğini biliyorum.
- Yukarıdaki bahsettiğim ölçülerdeki durumun dinen bir mahsuru var mıdır?

Cevap

Burçları da insanları da yaratan Allah Teâlâ'dır. Eğer burçlarla insanların o burçlarda doğumu arasında bir ilişki koymuş ise bu da Allah’tandır.

Ancak bu konuda vahye dayalı bir bilgimiz yok.

Tecrübeye dayalı olarak ve kısmen tutarlı, kısmen tutarsız olan tespitler var. Bunların da Allah’ın iradesiyle olduğuna iman eden bir kimse karakter ve davranış benzerliğini tespit eder de buna inanırsa sakınca olmaz. Ancak bu inanç kulun hür iradesini ve sorumluluğunu ortadan kaldıran bir çerçevede olmayacaktır.

İslam'ın özünü teşkil eden tevhid inancı, geleceğin mutlak gayb olup Allah'tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceğini ortaya koyar. Kur'an-ı Kerim'de burçlarla ilgili bazı ifadeler bulunmaktadır.

Bu cümleden olmak üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: 

"Andolsun biz gökte burçlar yaptık ve onu, bakanlar için süsledik." (Hıcr, 15/16),

"Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı çok yücedir." (Furkan, 25/61),

"Burçlarla dolu göğe andolsun." (Buruc, 85/1)

Görüldüğü gibi burçlar insanlara hizmet etmek üzere, Allah'ın gökyüzüne yerleştirdiği gök cisimleridir.

Buna göre burçları yaratıcı kabul etmek mümkün olmadığı gibi, "falan burçtan dolayı şu iş şöyle oldu veya olacak" demek de mümkün değildir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de geçen burç ifadesiyle falcıların fal bakmak için kullandıkları burç ifadeleri arasında ancak ses benzerliği bulunmakta, anlam birliği bulunmamaktadır.

Dolayısıyla dinimiz İslâm kehanet, medyumluk ve falcılık gibi her türlü gaipten ve gelecekten haber verme anlamında kullanılan astroloji anlayışını reddeder ve böyle iddialarda bulunan kimselerin sözlerine itibar edilmesini kesin olarak yasaklar.

Sonuç olarak; burçların insanların kişilikleri üzerindeki etkisi, sadece bir genelleme ve varsayımdan ibaret olup, dini naslar ve müspet bilim açısından desteklenen veya ispatlanan bir husus değildir.

https://sorularlaislamiyet.com/ben-su-burctanim-ve-bu-burc-kisiligime-uyuyor-demek-gunah-mi

12 Aralık 2023 Salı

Yüce Allah, "Burçları olan göğe andolsun ki..." (Hicr, 15/16; Furkan, 25/61) diye buyurur. Bu ayetin bildiğimiz burçlardan bahsettiği mi anlaşılmalıdır?

   
Soru Detayı

- Gökadalar nedir?

Cevap

- Burç: Kale, hisar, yüksek köşk manalarına gelir. Gök yüzünde özel bir şekilde toplanmış olan bir takımyıldız kümelerine de burç denilmiştir. Bunların en meşhur olanları on iki tanedir. Ancak Kur’an’da (Hicr, 15/16; Furkan, 25/61) “Burûcen” kelimesinin nekre / belirsiz şeklinde gelmesi, göklerde daha keşfedilmemiş  bire çok yıldız kümelerinin olduğuna işaret edilmektedir.

- Kur’an’da bu kelime dört defa çoğul şeklinde geçmektedir. (Diğer ikisinin geçtiği yer; Nisa, 4/78; Buruc, 85/1)Buruc kelimesi, Nisa suresinde “Kale burcu”, diğerlerinde ise, “yıldız  kümeleri” veya “Takımyıldızları” anlamında kullanılmıştır.

- Grek Astronomi geleneğinin İslam dünyasındaki etkisinin başladığı dönemlerden itibaren kaleme alınan eski tefsirlerin çoğunda buradaki burçlar genellikle “Ay'ın ve Güneş'in menzilleri” şeklinde açıklanmakta ve bilinen on iki burcun adları sıralanmaktadır. (Misal olarak bk. Kurtubî, 10/14; Şevkanî, 111/142). Ancak daha önceki yorumlarda buruc kelimesi kısaca “yıldızlar” diye açıklanmıştır.(Msl. bk. Taberî, 16/14; İbn Kesir, 4/446). Beğavi tefsirinde bu kelime “büyük yıldızlar” olarak ifade edilmiştir.

- Astronomi biliminin ortaya koyduğu yeni veriler dikkate alınarak kelimeyi “yıldız kümeleri” veya “Takımyıldızları” şeklinde karşılamak daha isabetli görünmektedir. (bk. Kur’an Yolu, Türkçe meal ve tefsiri, 3/342-343)

Konuyla ilgili olarak aşağıdaki açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:

Gökadalar ve Burçlar

Kur'an-ı Kerîm'in, burçlardan ayrı varlığı olan gökadalar âlemine açıkça bir temasta bulunup bulunmadığını, bilemiyoruz. Her gök, şüphesiz ki çok sayıda gökadalardan meydana gelmiştir ve her gökada içinde de çok sayıda burç vardır. Dünyamızın içinde bulunduğu gökadaya "Samanyolu" denilmektedir. Bir gökadanın ise gezegen ve uydular hâriç yüz milyar yıldızdan oluştuğu tahmin edilmektedir ve kâinatta bu şekilde iki yüz milyar gökada olduğu sanılmaktadır.(1) Tabiatiyle bu sayılar her zaman değişikliğe uğramaya mahkûmdur. Her yıldızın bizim güneşimiz gibi çok sayıda gezegen ve kuyruklu yıldıza sahip olduğu ve gezegenlerin de ay gibi uydulara mâlik bulunduğu düşünülürse, bir gökada içindeki ecrâmın sayısını yüzlerce kere çoğaltmak gerekir. Bunlara küçük gezegenler, dev kayalar ve çeşitli ara nesneler de eklenirse bir gökada, insanı çıldırtacak bir büyüklüğe erişmiş olur. Oysa bir gökada, tek bir göğün sâdece küçük bir parçası gibidir. Bazen bir tek yıldız bile insanı şaşkına çevirecek büyüklüktedir. Bir gökadanın ve hele bir göğün büyüklüğü karşısında insan kendisi hakkında ne düşünür bilemeyiz. Fakat bunun cevabını şu âyette bulmak mümkündür. Göklerin defalarca gözlenmesi istenilen âyette:

"Sonuçta o göz yorgun olarak hor ve âciz bir şekilde sana dönüp gelecektir."(2)

denilerek, insanın o büyüklük, o denge ve o ihtişam karşısında kendine yönelirken hissedecekleri şey dile getirilir.

Biz yedi gökten her birinin nerede başlayıp nerede bittiğini ve bugüne kadar keşfedilen gökadaların hepsinin tek bir göğe mi âit olduklarını bilemiyoruz. Gökadalar, uzay boşluğunda bir ada veya bir kıta gibi durmaktadırlar ve onlar âit oldukları göğün bir nevi kıtalarını oluşturmaktadırlar. Bir gökada içerisinde muayyen yıldızlardan oluşan kümeler de burçları meydana getiriyorlar ki bunlara Kur'an'da temas edilmiştir. Bir göğün kıtası durumundaki gökadalar, tüm göğe nisbetle onun burçları gibidirler. Bu sebeple Kur'an'da "burûc" kelimesi, bizim bugün anladığımız burçların yanı sıra gökadaları da ifâde için kullanılmış olabilir. Çünkü her ikisi de yıldız topluluklarından oluşuyorlar. Şu kadar var ki biz, çıplak gözle ancak kendi gökadamız olan Samanyolu'nun bir kısmını görebiliyoruz.

Burç kelimesi, Kur'an'da dört ayrı yerde ve hepsinde de "burûc" şeklinde çoğul olarak geçmektedir. Bunlardan üçünde açıkça göklerdeki burçlardan söz edildiği halde, "Nerede olursanız olun, hatta yükseltilmiş burçlarda bile olsanız, ölüm gelip sizi yakalar."(3) anlamındaki âyette, burçlar ile yüksek kalelerin mi yoksa göklerdeki burçların mı kastedildiği açık değildir. Fakat burûc kelimesi diğer âyetlerde dâima göklerdeki burçlar olarak geçtiği için bu âyette de aynı burçların kastedilmiş olma ihtimali çok yüksektir.(4) Bu ihtimale göre insan güneş ailesinin çok ötelerinde olan burçlar âlemine gidip yerleşmiş olsa bile, orada da ölüm olayından kendini kurtarıp ebedîleşemeyecektir. Söz konusu âyette burçların bir yapı gibi yükseltilmiş (:müşeyyed) oldukları dile getirilmiştir. Burada burçlar yüksek yapı topluluklarına benzetilmiş olabilirler.

Kur'an'da "burûc" ismini alan sûrenin ilk âyetinde; "Andolsun burçları olan göğe" denilerek belli yıldız kümelenmelerine dikkat çekilmiştir. Diğer bir âyette de; gökte burçların ve orada yanan bir çerağ (:güneş)in ve aydınlatan ayın bulunduğu, anlatılmıştır.(5) Bu âyette; güneş ve ayın gökte mi yoksa burçlar içerisinde mi oldukları açıklık kazanmamaktadır. Eğer bizim güneşi belli devrelerde bir burç içindeymiş gibi görmemize itibar edilmişse o takdirde güneş ve ayın görünüşten başka burçlarla bir ilgisi olmayacaktır. Kur'an-ı Kerîm'de bizim güneşimizin burçlarla fizikî bir bağlantısı olduğundan hiç söz edilmemiştir. Burçlarla ilgili bir başka âyette ise; temaşa edenler için onların süslendikleri ve şeytanlara karşı da korundukları dile getirilmiştir.(6) Bundan burçlar düzeninin korunduğu ve tahkim edildiği anlaşılmaktadır. Bütün gökler düzeninin korunduğunu ifâde eden âyetlerin yanı sıra burada mevziî bir korumadan bahsedilmesi, burçların tahkim edilmiş yeryüzü kalelerine benzetilmiş olmalarından kaynaklanabilir.

Burçlardan müfessirlerin ne anladıklarına gelince onların çoğu; ölüme karşı koruyucu olamayan burçları, yeryüzünün kaleleri olarak görmüşlerdir. Diğer âyetlerde sözü edilen burçları ise bir kısım müfessirler doğrudan yıldız ve gezegenler olarak tefsir ederlerken, bazıları özellikle büyük ve parlak yıldızların bu adla anıldığım savunmuşlardır. Ünlü dil ve kıraat âlimlerinden Hamza (ö. 156 h/773 m) ve Kisâî (ö. 189 h/805 m) Furkan sûresi 61. âyette geçen ve çerağ anlamı ile güneşi ifâde eden "serâc kelimesini çoğul olarak "sürüc" şeklinde okuyup bunları yanıp parlayan büyük yıldızlar olarak manalandırmışlardır(7) Bu anlayışa göre burçlar içerisinde pek çok büyük güneşlerin varlığından söz edilebilecektir. İkrime (ö. 115 h/733 m) gibi bazıları da burçları gökyüzü sarayları olarak düşünmüşlerdir.(8) İlk müfessirlerden Ebû Ubeyde (ö. 210 h/825 m) Yahya b. Selâm (ö. 200h/815 m) ve Taberî gibi bazıları burçları; yıldızlardan oluşup da ay ve güneşin seyir esnasında uğradıkları menzilleri, olarak açıklamışlardır. Gezegen yörüngelerini de bu şekilde açıklayanlar olmuştur. Bunlar çok eskiden beri bilinen on iki burç ismi verirler(9) ki güneş bunlardan her birinde birer ay kalırken, ay her birinde 2. 1/3 gün olarak yirmi sekiz menzilde kalır ve iki gece de örtülü duruma geçer(10) Ebû's-Suûd, burçların; gezegenlerin uğrak yerleri olmaları dolayısıyla saraylara benzetildiklerini ve buralarda yıldızların da bulunduğunu yazar. Ayrıca o, buraların musibet ve felâketlerin çıktığı gök kapıları olduğuna ilişkin bir görüşe de yer verir.(11)

Burçlar aslında bize nisbetle var görünen şeylerdir ve gökte toplu olarak gördüğümüz her hangi bir yıldız kümesini ifâde ederler. Gerçekte ise toplu gibi görünen yıldızlar arasında çok büyük mesafeler vardır. Öteden beriye bu şekilde dünyamızdan görünen on iki burç tesbit edilmiştir ki Uzayın derinliklerine doğru gidildikçe değişen açılara göre, bu tür görünüşlerin sayısının da artması ve bazı noktalarda da azalması tabiidir. Bazıları, burçları, diğerlerinden farklı olarak, sâdece göğün güzelliği olarak yorumladılar.(12) Bu anlayışa göre uzayda gördüğümüz burçlar, güzel bir görüntüden başka bir şey olmayacaktır. Muhtemelen "Andolsun Biz gökte burçlar yapmış ve seyredenler için onları süslemişizdir." anlamındaki ayet(13) bu anlayışa kaynaklık yapmıştır.

Gerçekte varlık basitten mürekkebe ve mükemmelliğe doğru derecelenmiştir. Bir gezegen ve yıldızdan onun dahil olduğu bir topluluğa ve oradan da daha üst kümelere; burçlara, gökadalara ve nihayet göklere doğru varlık, tüm kâinatı kaplayacak biçimde derecelenir gider. Bir dereceden diğer bir dereceye yükseliş veya inişler istisnalar dışında mümkün olmalıdır. Her bir derece diğeri için bir basamak teşkil eder. Kur'an-ı Kerîm'de, bir sûreye de ismini veren "meâric: kelimesi çıkıp yükselme yerleri anlamına gelir ve bu sûrede, göklerin derinliklerine doğru gidildikçe zamanın da küçüleceği açıkça ifâde edilir. İnkarcıların Allah tarafından mutlaka cezalandırılacakları bildirilen ilgili âyetlerde ayrıca şunlar anlatılır:

" O (azap), çıkıp yükselme yerlerinin sahibi olan Allah'tandır. Melekler de Ruh da oraya bir günde çıkıp yükselirler ki mesafe­si elli bin yıldır."(14)

Burç ve gökadaların bu derecelenme (me'âric) içerisinde yer alacakları şüphesizdir. Çeşitli yorumlar içerisinde özellikle Mücâhid (ö. 100 h/718 m)'in "meâric"i, gökyüzündeki dereceler olarak görmesi, konumuz açısından önem taşır.(15) Varlıklar arasında derecelenmeleri gösteren bir başka âyette ise; Allah'ın, derecelerin en üstünde bulunduğu veya âyete verilen diğer bir anlama göre ise O'nun, varlıklar arasında ve göklerde birbirinden üstün dereceler oluşturduğu dile getirilmekte ve bunun için şu tarzda bir ifâde kullanılmaktadır:

" Dereceleri yükselten (yahut derecelerin en yücesi) ve arşın da sahibi olan (Allah)''(16)

Aslen İran'ın Kum şehrinden olup zamanının riyaziye ve gök bilimlerine de vâkıf bulunan müfessir Neysabûrî (ö. 728 h/1328 m) bu âyetin; maddî varlığa sahip basit ve karmaşık yaratılmış varlıklara ilişkin derecelenmeleri ifâde edebileceği ihtimali üzerinde, durmaktadır.(17) Bu, şüphesiz bir zerre (:atom) den ve hatta Kur'an-ı Kerîm'in deyişiyle ondan da küçük nesnelerden(18) başlayarak içinde burçların ve gökadaların da bulunduğu âlemlere doğru giden bir derecelenmedir.

Burçların insan kaderi ve tabiatı üzerindeki etkilerine gelince, Kur'an'da böyle bir durumdan söz edilmez. Yıldızlardan ve burçlardan falcılık yoluyla hükümler çıkarmak ise Hz. Muhammed (a.s.m.) tarafından şiddetle reddedilmiştir.(19) Eğer güneş ailesindeki gezegen ve uyduların, bir kısım yıldız ve burçların insan tabiatı üzerinde bir takım etkileri varsa bunlar, falcılık usulleriyle değil ancak ilmî yollarla inceleme konusu yapılabilir. Kaderin ise ecrâm-ı semâviyye (:yıldız, gezegen ve diğer uydular) ye bağlı hiç bir yanı yoktur. Şüphesiz insan kendini kuşatan şartların ve içinde bulunduğu ortamın etkisi altındadır. Güneş ve ayın dünyamız üzerinde etkileri olduğu gibi, güneş ailesinin diğer üyelerinin de kısmen etkileri bulunabilir. Güneş ailesi üzerinde bu aileye yakın yıldız ve burçların bir etkisinin olup ol­madığını ve eğer varsa bunların nelerden ibaret olduğunu tesbit ancak ilgili bilim dalına düşen bir iştir ve İslâmın reddettiği gayri ilmî yollardan olan falcılığın bu gibi, yüksek bilim ve fen gerektiren alanlarda hükümler koyması, bilimi saf dışı yapmak olur.

Hz. Peygamber'in yasaklamasından sonra Hz. Ömer de halifeliği sırasında, karada ve denizde yol bulma dışında yıldızlardan kehânet yoluyla hükümler çıkarıp geleceğe âit şeylerden söz edilmesini yasaklamıştır. Ömer (r.a) bu yasağına gerekçe olarak; halkın çoğunun bu kehânetlerin etkisi altında kalarak onlardan zarar göreceğini bu kehanetlerin ilmî bir tarafı bulunmadığını ve kader konusunda da onlardan bir fayda sağlanamayacağını, ileri sürüyordu.

Ünlü Fakihlerden Ferganalı Burhanuddin el-Merginânî (ö. 593 h/1196 m), ilm-i nucûmun dinde kötülenmeyip güzel bir ilim olduğunu ve bu bilimle çeşitli yolların kullanılarak hükümler çıkarılabileceğini, yazar. Ona göre bu yollardan biri;

"Ay ve Güneş hesab ile hareket ederler." (Rahman, 55/5)

âyetiyle ortaya konulmuştur ki bu da hesabi olarak sonuç elde etme yoludur. Meselâ namaz vakitleri ve kıble yönü bile bu yolla bulunur. Diğer bir yol da yıldızların hareketlerinden faydalanarak bir sonuca varma yoludur. Bu, bir hekimin, nabzına bakıp hastasının sağlıklı olup olmadığını anlamasına benzer. Dinde bu yolla bir sonuca varmak ve bir bilgi elde etmek meşru görülmüştür. Şu kadar var ki kişi bu yolla elde ettiklerini gaybı bilme olarak görmemeli ve olayların, Allah'ın takdirine göre oluşup ortaya çıktıklarını da inkâr edici olmamalıdır. İbn Şebbe (ö. 262 h.)'nin yazdığına göre Hz. Ömer göklerin; gece ve gündüz zamanlan ile ayın menzillerinin tesbiti ve yıldızlardan yol bulma gibi amelî faydalara yönelik olarak öğrenilmesini istemektedir.(20)

Burçlara Kur'an'da dört ayrı âyette yer verilişinin, mevsimlerin sayısıyla bağlantılı olma gibi bir hikmeti olabilir. Güneş, mevsimlere göre, belli burçların içindeymiş gibi görünür. Mevsim ve iklimlerin de insan üzerinde bir etkisinin olduğu açıktır. Bundan, burçların insan üzerinde etkileri olduğu hükmünü çıkarmak yanlış olur. Çünkü güneşin bir burçta görünmesi, aslında bir görüntü aldanmasından başka bir şey değildir. Her yıldız kümesi görüntüde bir burç oluşturur. Eğer biz, güneş ailesinin bütün üyelerini, uzak bir noktadan, bir arada görebilsek onları da bir burç gibi görürüz. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz kî burçlar ne bizim ruhumuz ne kaderimiz ve ne de bize hükmeden ilâhımızdır.

Dipnotlar:

(1) Bu tesbit kulaktan dolma bilgiye dayanmaktadır.
(2) Mülk, 67/4.
(3) Nisa, 4/78.
(4) Ayetin açıklaması hakkında ayrıca bk. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri.
(5) Furkan, 25/61.
(6) Hıcr, 15/16-18.
(7) Hamza ve Kisâî için bk. Kurtubî, XIII/65.
(8) Kurtubî, XIX/283.
(9) Burç adları; hamel (koç), sevr (öküz), cevzâ' (koyun), Seretan (yengeç), esed (arslan), sünbiile (başak), mîzan (terazi), Akreb, kavs (yay), cedy (oğlak), delv (kova), hût (balık), bak. Kurtubî, XIX/283.
(10) Taberî, XIV/10-ll; İbn Kesîr, III/622; Kurtubî, XIX/283; Gezegen yörüngeleri için bak. Fİruzûbâdî, 11/234.
(11) EbusSuûd Efendi, Tefsir, IX/I35.
(12) Fîruzâbâdî, 11/234; Kurtubî, XIX/283.
(13) Hıcr, 15/16.
(14) Meâric, 70/3-4.
(15) Taberî, XXVIII/44; Kurtubî, XVIII/281.
(16) Gâfir, 40/15.
(17) Neysabûrî, XXIV/33.
(18) Yunus, 10/61; Sebe', 34/3; Zerre altı küçük nesneler de olabilir.
(19) Geniş bilgi ve kaynakar bk. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri.
(20) Hz. Ömer ve el-Merginânî için bak. en-Nahlâvî, el-Diirerel-Mubâha, 287; İbn Şebbe, IIJ/798.

(Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 122-126.)