29 Haziran 2021 Salı

Yahudilerin inanç esasları nelerdir? Peygamberimizi neye dayanarak kabul etmiyorlar?

Yahudilerin günümüze ulaşan inanç sistemi şudur;

1. Allah var olan her şeyi yaratmıştır.

2. Allah birdir.

3. Allah'ın bedeni yoktur, tasvir edilemez.

4. Allah'ın başlangıcı ve sonu yoktur

5. Yalnız Allah'a dua etmeliyiz.

6. Peygamberlerin bütün sözleri doğrudur.

7. Musa, bütün peygamberlerin en büyüğüdür.

8. Elimizdeki Tora, Allah tarafından Musa'ya verilen ve günümüze kadar değiştirilmeden gelen kitabın aynıdır.

9. Dinimiz ilâhî bir dindir.

10. Allah, insanların bütün hareket ve düşüncelerini bilir.

11. Allah, emirlerine uyanları mükâfatlandırır, uymayanları cezalandırır.

12. Allah Mesih'i gönderecektir.

13. Ruhum ölümsüzdür. Allah dilediğinde ölüleri diriltecektir. (bk. Maymonides, 1135-1204)

Yahudi mezheplerini üç ana grupta incelemek mümkündür:

1. Makkabiler devrinde (M.Ö. II. yüzyıl) mevcut olan Hristiyanlık öncesi mezhepler,

2. İslâm'dan sonraki Yahudi Mezhepleri,

3. Günümüz Yahudi mezhepleri.

Hristiyanlık öncesi dönemde başlıca üç mezhep vardır:

1. Ferisiler,
2. Sadukiler,
3. Esseniler.

İslâm'dan sonraki Yahudi mezhepleri de üçtür:

1. İshakiyye,
2. Yudganiyye,
3. Karaim.

Halen yaşamakta olan Yahudi mezhepleri şunlardır:

1. Muhafazakâr Yahudiler,
2. Ortadoks Yahudiler,
3. Reformist Yahudiler,
4. Yeniden Yapılanmacılar.

Yahudilerin Hz. Muhammed’e iman etmemelerinin başlıca sebebi hasettir; Yahudi asıllı olmadığı için ona iman etmemişler. Bu konudaki bazı ayetlerin mealleri şöyledir:

“Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, onu (Muhammed’i) tıpkı evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken, onlardan bir kısmı, bile bile gerçeği gizler.” (Bakara, 2/146)

“Onlara(Yahudilere), Allah tarafından, ellerindeki Tevrat’ı tasdik eden bir kitap gönderildiği zaman, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak için 'Ahir zaman Peygamberi hakkı için' diye dua ettikleri halde, evet o tanıyıp bekledikleri Peygamber kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Bu sebeple, Allah’ın lâneti de kâfirlerin boynuna olsun!” (Bakara, 2/89)

Bazı Yahudiler, Allah ile âdeta istihza ederler:

'Allah fakirdir biz ise zenginiz.' diyenlerin sözlerini Allah elbette işitmiştir. Ama biz onların dedikleri bu sözü ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız. Ve 'Tadın bakalım o yakıcı azabı!' diyeceğiz.” (Âl-i İmran, 3/181)

mealindeki ayette onların bu zihniyetine işaret edilmiştir.

Allah’ın çocukları ve sevgili halkı olduklarını iddia ederler:

“Hem Yahudiler, hem de Hristiyanlar 'Biz Allah’ın evlatları ve sevgilileriyiz.' dediler. De ki: 'Öyleyse niçin Allah sizi günahlarınız sebebiyle cezalandırıyor?' Hayır, bilakis siz O’nun yarattığı birer beşer topluluğusunuz. Allah dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. Göklerde, yerde ve ikisi arasında olan her şeyin hakimiyeti Allah’ındır. Dönüş de O’na olacaktır.” (Maide, 5/18)

mealindeki ayette bu saçmalıklarına işaret edilmiştir.

Sorularla İslamiyet

https://sorularlaislamiyet.com/yahudilerin-inanc-esaslari-nelerdir-peygamberimizi-neye-dayanarak-kabul-etmiyorlar

28 Haziran 2021 Pazartesi

Gâfil İnsanların Vasıfları


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr, 19)

https://www.2g1d.com/

27 Haziran 2021 Pazar

Hz. Peygamber’in Cennet Arkadaşı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ, 69)

Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Her peygamberin cennette bir arkadaşı vardır. Benim cennetteki arkadaşım ise Osman b. Affân’dır.” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3698; İbn Mâce, Mukaddime, 11/109)

https://www.2g1d.com/

22 Haziran 2021 Salı

Teennî


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Ey iman edenler! Tedbirinizi alın…” (Nisâ, 71)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Teennî Allah Teâlâ’dan, acele ise şeytandandır.”
(Tirmizî, Birr 66/2012)

Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği güzel hasletlerden biri de «teennî»dir. Yani ihtiyatlı, düşünceli, acele etmeden ve temkinli bir şekilde davranabilmek…

Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurur:

“Teennî Allah Teâlâ’dan, acele ise şeytandandır.” (Tirmizî, Birr 66/2012)

Bu bakımdan İslâm, tedbir ve teennîye çok ehemmiyet vermiştir. Zira ilk bakışta mühim görülmeyen şeyler, neticede hiç de küçümsenmeyecek hâdiselere sebep olabilir. Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Taneyi gören kuşcağız tuzak var mı diye önden, arkadan, sağdan, soldan yüz defa kontrol eder. Kuşun canı daima aksi şeyleri düşündüğünden, ondaki can korkusu yem aşkından ziyadedir.”

Bu;

Bir iş yaparken acele etmemek, yapılacak işin önünü-sonunu düşünmek demektir. İhtiyatlı davranma da diyebileceğimiz teennî, hata etme ihtimalini asgarîye indiren, insanı pişmanlığa düşmekten koruyan bir haslettir. Yani teennî, testi kırılmadan önce alınması gereken tedbirdir.

Bir sahâbî, Rasûlullah (sav)’e gelerek:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana öğüt ver, ancak kısa ve öz olsun!” dedi.

Efendimiz (sav) de şöyle buyurdu:

“–Namazını (hayata) veda eden bir kimsenin namazı gibi kıl! Özür dilemen gereken bir sözü söyleme! İnsanların elindekilere tamah etme!” (İbn-i Mâce, Zühd 15; Ahmed, V, 412)

Bununla birlikte, hayırlı olduğu kesin olan işlerde acele etmek zarurîdir. Lâkin bu acele, hayırlı bir işe karar verip başlama hususunda gereklidir, yoksa o işi yaparken aceleye getirip gerekli titizliği göstermemek doğru değildir.

Bu hususta Hazret-i Peygamber (sav):

“Teennî, âhiretle ilgili ameller haricinde her hususta hayırlıdır.” buyurmuştur. (EbûDâvûd, Edeb, 11/4810)

Kadı Iyâz da şöyle der:

“Âhiret amellerinde ağır hareket etmek doğru değildir. Allâh’a yakınlığı artırmak, dereceyi yükseltmek için âhiretle ilgili işlerde azimli ve gayretli olmak îcab eder.”

Nitekim yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“…Hayırda yarışın!..” (Bakara, 148)

Bir de borçları ödemek, cenazeyi defnetmek ve yetişkin evlâtları evlendirmek gibi hususlarda acele davranılması tavsiye edilmiştir. Çünkü gerekli hususlardaki aceleler de gerçekte âhirete yönelik bir teennîden yani düşünceli ve yerinde davranıştan başka bir şey değildir. (Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi Şubat-2009)

https://www.2g1d.com/

21 Haziran 2021 Pazartesi

Sabır ve Rızâ Hâli


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.”
(Zümer, 10)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır…” (Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)

Metânet ve muvâzene, insanı; fikirde, îmanda, amel-i sâlihlerde ve bütün güzel davranışlarda daha kuvvetli hâle getirir. Sabır hususunda da âbideleştirir. Bu ise, beşerin en büyük ihtiyacıdır. Çünkü dünya hayatının gerçeği, ancak sabır temelleri üzerinde bir fazilet hayatı yaşamayı gerektirir.

Sabır nedir?

Değişen hayat şartları altında, hayatın fırtına ve med-cezirleri içinde muvâzeneyi kaybetmemektir. En değerlisi de hâdisenin ilk ânında gösterilen sabırdır.

Nitekim;

Allah Rasûlü’nün mükemmel yaşayışında en çok göze çarpan husus, baştan sona en güzel sabır örnekleridir. Efendimiz (sav), çocukluğundan vefatına kadar, hep büyük acılarla karşılaşmış, her türlü sıkıntı ve ıstırabı tatmıştır. Dünyaya gelmeden babasını, altı yaşında annesini, sekiz yaşında dedesini, peygamberliğinin onuncu senesinde amcası EbûTâlib’i, bundan üç gün sonra da dâvâsındaki en büyük desteği sevgili hanımı Hazret-i Hatice’yi, Uhud’da Şehidlerin Efendisi Hazret-i Hamza’yı, yedi evlâdından altısı ile birçok torununu, kimisi küçük yaşta kimisi de yetişkinlik çağında olmak üzere bir bir Hakk’a uğurladı. Mûte’de şehid olan üç kumandanını, o çok sevdiği üç sahâbîsinin hâlini ashâbına haber verirken gözyaşları içinde ebediyete yolcu etti. Yine çok sevdiği ashâbından nicelerini kendi elleri ile kabre koydu. İşkencelere, hakaretlere, iftiralara, açlığa ve yokluğa mâruz kaldı. Savaşlarda yaralandı, ateşli hastalıklara müptelâ oldu. Ancak bunların hiçbirisi O’nun metânetini ve muvâzenesini bozmadı. O her hâlükârda sabır ve rızâ hâline örnek oldu.

Rabbimiz, en ekmel ve yegâne hak din olan İslâm’da berrak, tertemiz bir ömür içerisinde canlı bir Kur’ân olarak Allâh’ın rızâsına muvafık bir hayatı sergileyen Fahr-i Kâinat Efendimiz’i, yediden yetmişe, fakirden zengine, sıradan bir kişiden kudretli hükümdara… Herkese en müstesnâ bir misal olarak takdim etti. Öyle ki, Efendimiz’in sünnetine uymayan bir ölçü bile ölçüsüzlükten başka bir şey değildir. (Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi Şubat-2009)

https://www.2g1d.com/

20 Haziran 2021 Pazar

Hüsn-i Niyet


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“De ki, gönlünüzdeki duyguları saklasanız da, açıklasanız da Allah hepsini bilir.” (Âl-i İmrân, 29)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır…” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu’l-ensâr, 45, İtk 6,)

Zamanımızdaki insanların her hangi bir hadise vukuunda niyetlerinin muhtelif olduğunu müşahede etmekteyiz. Mesela bir yangın vukuunda, civarda bulunan herkes heyecanla koşarlar.

Kimisi koşar, niyetinde samimidir, ihlâslıdır. Allah rızası için kurtarılacak bir kimse veya eşya varsa, kurtarmak için, kendini ateşe atmağı göze alır.

Kimisi koşar merhametlidir, üzülür, faydalı olmak ister, beceriksizdir, elinden bir şey gelmez.

Kimisi olanları seyretmek için koşar, seyir etmekten adeta zevk alır, üzülmez., hissizdir.

Kimisi, koşar, olanların sebebini dahi bilmez, herkes koşuştuğu için o da koşar.

Kimisi koşar, kötü niyet sahibidir. Bu hengamede acaba bir şey çalabilir miyim, diye.

Trafik kazalarında, zelzele ve emsali felâketlerde vazıyet aynıdır. Zahiren yani dış görünüşe göre, koşuşmalar heyecanlar aynıdır. Fakat niyetler ayrıdır.

Hüsnü niyetle yardıma koşan, istediği yardımı yapamasa bile gene temiz niyetinin mükâfatını görür. (Sadık Dânâ, Altınoluk Sohbetler c. 1 Syf. 89, Erkam Yay.)

https://www.2g1d.com/

19 Haziran 2021 Cumartesi

Müstesnâ Nezâket


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“…Kadınlarla iyi geçinin, onlara güzel muâmele edin!..” (Nisâ, 19)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Kadınları dövmeyiniz!.. Kadınlarını döven kimseler, sizin hayırlınız değildir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 42; İbn-i Mâce, Nikâh, 51)

Bilhassa günümüzde kadınlara yönelik gerçekleştirilen hak ihlâlleri ve şiddetin sebebi, asla İslâmʼın hükümleri değildir. Bilâkis Peygamber Efendimiz’in nezih hayatı, -değil kadına- bütün mahlûkâta karşı yapılan haksızlık ve terörlerle mücâdele içinde geçmiştir. Günümüzde ise zayıflara uygulanan şiddet, İslâm ahlâkını rûhen hazmetmemiş zorbaların vicdan yoksulluğudur. Allâh’ın yüksek hususiyetlerle donatıp eşlerine emânet ettiği kadının şahs-ı mânevîsine karşı gösterilen bu zulümler; gönüllerdeki Allah korkusunun, îman muhabbetinin ve ahlâkî meziyetlerin zaafa uğramasının açık bir göstergesidir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’in kadınlara dâir tutumunda, şiddet ve baskı ihtivâ eden ne bir söz vardır, ne de buna işaret eden bir uygulama mevcuttur. Bilâkis Hazret-i Peygamber (sav)’in kadınla alâkalı bütün söz ve uygulamalarında tam bir nezâket, zarâfet, incelik, müsâmaha, fedâkârlık, vefâ ve kadirşinaslık tavrı hâkimdir. Nitekim şu hâdise, bunun bâriz bir misâlidir:

Vaktiyle Hz. Ömer (ra) bir gün, Allah Rasûlü (sav)’in yanına girebilmek için izin ister. O esnâda Hazret-i Peygamber’in yanında, kendisine çeşitli sorular soran Kureyşli kadınlar vardır ve sesleri nezâket sınırının biraz ötesine geçerek Allah Rasûlü’nün sesini bastırmaktadır.

Oradaki hanımlar, Hz. Ömer’in içeri girmek için izin istediğini duyunca hemen toparlanırlar. Hz. Ömer (ra) Peygamber Efendimizʼin izniyle içeri girdiğinde, Oʼnun gülümsediğini görür ve hayretle sebebini sorar. Efendimiz de:

“–Yanımdaki bu kadınların, senin sesini duyunca hemen toparlanmalarına hayret ettim.” karşılığını verir. Hz. Ömer ise:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen edep ve hürmet gösterilmeye daha lâyıksın!” der ve kadınlara dönerek:

“–Ey kendilerine yazık edenler! Benden çekiniyorsunuz da Allah Rasûlüʼnden neden çekinmiyorsunuz?!” diyerek onları azarlar. Bunun üzerine o kadınlar:

“–Sen çok sert ve katısın (bundan dolayı senden korkarız).” derler.

Allah Rasûlü (sav) aralarına girerek:

“Ey Ömer, tamam! Allâh’a yemin olsun ki, (bu kadar sertlik ve azametin) karşısında şeytan seninle karşılaşsa, mutlaka yolunu değiştirir, başka bir yola sapar!” buyurur. (Buhârî, Edeb, 68)

Bu misâl bile, -bırakınız kadına karşı şiddeti-, Hazret-i Peygamber’in herkese karşı sergilediği yumuşak ve hoşgörülü tavrın, kadınlar karşısında ne kadar müstesnâ bir nezâket ve inceliğe dönüştüğünün apaçık bir göstergesidir. (Osman Nûri Topbaş, Şebnem Dergisi, Ocak-2012)

https://www.2g1d.com/

18 Haziran 2021 Cuma

Doğru Bir Firâset


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Ey îmân eden­ler! Eğer Al­lah’tan it­ti­kâ eder­se­niz, O, si­ze bir fur­kan (iyi ile kö­tü­yü ayırt ede­cek bir ilim, firâ­set ve an­la­yış) ve­rir, gü­nah­la­rı­nı­zı ör­ter ve si­zi ba­ğış­lar. Çün­kü Allah, bü­yük lu­tuf sâhibi­dir.” (En­fâl, 29)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Mü­mi­nin fi­râ­se­tin­den sa­kı­nı­nız; zi­ra o, Al­lâh’ın nû­ru ile ba­kar.” (Tir­mi­zî, Tef­sîr, 15)

17 Haziran 2021 Perşembe

Hangi Kul?


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

“Eğer sen, sözü açıktan söylersen, bilesin ki o, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.” (Tâhâ, 7)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Siz sağıra veya gâibe duâ etmiyorsunuz. Sizi işiten, size yakın ve beraberinizde olan (bir zâta) duâ ediyorsunuz.” (Buhârî, Cihad, 131, Meğazi, 38; Tirmizî, Vitr, 36; Müsned, IV, 394, 402, 418)


19 Mayıs 2021 Çarşamba

Helal ve Haram Hassasiyeti


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin…” (Bakara, 168)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

"Şüphesiz helâl bellidir. Haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında (helâl veya haram olduğu açıkça belli olmayan) birtakım şüpheli şeyler vardır ki, pek çok kimse onları bilemez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse, dînini ve haysiyetini korumuş olur. Şüpheli şeylerden sakınmayan bir kimse ise, zamanla harama düşer. Tıpkı sürüsünü başkasına âit bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, sürünün bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îmân, 39)

Hiç şüphesiz, haram ve şüpheli şeylerle beslenen bir kimsede ibadet aşkı ve kulluk heyecanı olmaz. Haram ve şüpheli gıdâlardan kalbe ancak kasvet, sıklet ve gaflet sirâyet eder. Temâyüller, nefsânî arzulara göre şekillenmeye başlar. Böylece gönül hantallaşıp duygusuzlaşır, yalnız kendi menfaatini düşünür. Merhamet ve şefkat fukarâsı hâline gelir. Böylesi kalp ve bedenler, baştanbaşa bir kötülük barınağı ve ahlâksızlık yuvasına döner. Neticede İslâm ahlâkı ve yüce fazîletler âdeta unutulur.

1 Nisan 2021 Perşembe

KÜÇÜK NOTLARIM (61)- islam denge dinidir


İslam, baştan sona bir kelimeyle anlatılmak istense o "denge" dir. islam denge dinidir. dünya ile ahiret arasında, aile ile iş, kadın ile erkek, evlat ile koca arasında denge kuracaksın. İslam, hayatın boyunca orta yolu bulmanı, dengede olmanı istiyor. 

Vaize Fatma Bayram

31 Mart 2021 Çarşamba

KÜÇÜK NOTLARIM (60): ne kadar verildiyse o kadar istenecek


Allah-u Teala sadece Rahman olsaydı adil olmazdı çünkü o zaman iyiyle kötü arasında bir fark olmazdı. Allahın adaletine aykırıdır sadece Rahman olması. 

Her insana Allah'ın isimleri farklı kombinasyonlarla tecelli eder. Örneğin, bir insan ahlaken, ruhen, zeka olarak, karakter kuvveti olarak daha kuvvetli bir şekilde hayata başladı, buna artı 10 da başladı hayata diyelim. Üzerine de aile, görgü, eğitim ekledi vs. geldi artı 20 ye . Biz dışardan bakınca harika bir insan diyoruz. 

Bir insan da eksi 30 da başladı hayata diyelim. Biz insanların şu andaki durumlarını görüyoruz. Nereden geldiklerini görmüyoruz. 

Allah bizim nerden geldiğimize bakıyor. Allah bizden verilenler kadar isteyecek.

Vaize Fatma Bayram

23 Mart 2021 Salı

İlim


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“…Allah, içinizden îman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir…”
(Mücâdele, 11)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Bir kimse İslâm’ı ihyâ edip yaşatmak için ilim tahsil ederken ölürse, onunla peygamberler arasında sadece bir derece vardır.”
(Dârimî, Mukaddime, 32)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, ilmin fazîletini diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle beyan buyurmuşlardır:

“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir:

-Allâh’ın kendisine ihsân ettiği malı Hak yolunda harcayıp tüketen kimse;

-Allâh’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268)

https://www.2g1d.com/

22 Mart 2021 Pazartesi

O Seni Görüyor!


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

"...Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hattâ) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve gizli) olmaz..."
(Yûnus, 61)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“…İhsan, Allâh’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlakâ görüyor…” (Müslim, Îman, 1, 5; Buhârî, Îman, 37)

https://www.2g1d.com/

21 Mart 2021 Pazar

Yemek Âdâbı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“…İnkâr edenler, dünyâda sadece zevk u safâ ederler ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacağı yer cehennemdir!” (Muhammed, 12)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Hiçbir insan, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Şayet bir kimsenin mutlaka çok yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî, Zühd, 47)

Az yemek, çok şükür ve taatte bulunmak temel prensiplerden biridir.

Yemekte dört şeyin farz olduğu söylenmiştir:

1. Sadece helalinden yemek,
2.Yenen şeyin Allah’tan olduğunu bilmek,
3. Ona razı olmak,
4. Bu yemeğin verdiği kuvvetle Allah’a âsî olmamak.

Şu dört şey de sünnettir:

1. Başlarken besmele çekmek,
2. Sonunda Allah’a hamd etmek,
3. Yemekten önce ve sonra ellerini yıkamak,
4. Sol ayağını büküp sağını dikerek oturmak.

Şu dört şey de âdâbdandır:

1. Önünden yemek,
2. Lokmaları küçük küçük almak.
3. Ağza konan lokmayı güzelce çiğnemek.
4. Başkasının lokmasına bakmamak.

Şu iki şey şifadır:

1. Dökülen ekmek ve yemek kırıntılarını yemek,
2. Yemek kabını sıyırmak.

Şu iki şey mekruhtur:

1.Yemeği koklamak,

2. Yemeğe üflemek. Yemeğin soğumasını beklemeden sıcak sıcak yememelidir. Çünkü lezzet yemeğin sıcağında, bereket ise soğuğundadır.(İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 7. Cilt, 76. Sayfa, Erkam Yay.)

https://www.2g1d.com/

41- El-Hasîb ism-i şerifi:


El-Hasib, kâfi gelen; hesaba çekendir. 

Allah-u Teala'nın hesap tutması insanların hesap tutmasına benzemez. Aradaki farkı şöyle açıklamaya çalışalım: Bazı şeyler rakamlarla ifade olunur. İnsanların neticeyi öğrenmek için bu rakamlarla bir takım hesaplar yapması gerekir ve bu hesaplar yapılmadan neticeyi bilemezler. Allah-u Teala ise, neticesi hesapla bilinecek ne kadar miktar varsa, hepsinin neticelerini hiçbir işleme muhtaç olmadan, doğrudan ve apaçık bilir. Çünkü O'nun ilmi, hiçbir kayıt ve şarta, tetkike veya herhangi bir işleme bağlı değildir. 

 Hasîb olan Allah kullarının hiçbir yaptığını boşa çıkarmaz; bütün amellerini kaydeder. Hatta buna en güzel delil olarak Nisa suresi 86. ayeti gösterebiliriz. Ayette Allah Teala’nın kimin daha güzel selam alıp verdiğini dahi hesaba kaydettiği bildirilir. Rabbimiz iyiliği mükâfatsız, kötülüğü cezasız bırakmaz. Alınmış sayısız nimetlerin elbette bir gün hesabı sorulacaktır. Onun için kıyametin bir adı da "hesap günü"dür. 

Allah’a Teala ilk insandan son insana kadar hepsinin hayatı boyunca ne kadar nefes aldıklarını ve her nefeste iyi-kötü neler yaptıklarını, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda hesabını görür ve karşılığını verir.

İnsanın ömrü kendi mülkü değildir. Allah tarafından hesabı görülmek üzere verilmiş bir sermayedir. İnsan, ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. Ömür her nefes aldıkça bitip tükenmekte, hesap yaklaşmaktadır. onu durdurmak elde değildir. Şu halde ömrümüzü ne ile harcıyoruz dikkat etmeliyiz. Çünkü hesap günü, herkes bu sermayeyi sahibine ödedikten sonra ya mükafat görecek ya da cezalandırılacaktır.

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’tan bahisle Hasîb ismi üç yerde gelir. Sonu Allah’ın isimleri ile biten ayetlerde bu isimlerle ayette işlenen konular arasında müthiş bir ilişki vardır. Esma-i hüsnanın her birinin anlam derinliğini birazcık olsun anlayabilmek için bu ilişkiye dikkat edilmelidir. Mesela Nisa, 6. ve 86. ayetlerde Allah’ın bütün davranışların hesabını soracağı vurgulanırken , Ahzab, 39. ayette bu ismin kâfi gelme anlamı öne çıkar ve başta peygamberler olmak üzere ilahî emirleri insanlara tebliğ edenlerin Allah’tan başka kimseden korkmadıkları, zira Cenab-ı Hakk’ın herkese kâfi geldiği belirtilmektedir.

Yine Talak suresinin 2. ve 3. ayetlerinde de eşler arasında anlaşmazlık ortaya çıktığında tarafların, özellikle erkek tarafının adil ve insani duygularla davranması emredilir ve Allah’ın kendisine tevekkül eden kimseye yeteceği belirtilir.


 Allah’ın her konuda kendisine yeteceğine inanan  kul ihtiyaçlarını yalnız O’na sunar ve yalnız O’na güvenir. 

O halde Allah'tan başka şeylere müracaat etmemeliyiz, zillet gösterip minnet etmemeli, onlara yalvarıp boyun eğmemeli, arkalarına düşüp zahmet çekmemeli, onlardan korkup titrememeliyiz. Çünkü Allah birdir. Her şeyin anahtarı O'nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey Onun emriyle halledilir. Onu bulursan, hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtuldun demektir.

Dost olarak da Allah yeter, yardımcı olarak da, her şeyi bilen olarak da, şahit olarak da Allah yeter, vekil olarak da, günahlarını bilici ve görücü olarak da Allah yeter…

Öyleyse, sebeplerden kurtulmalı; sebeplere müracaatı, bir fiili dua kabul etmeliyiz. Her neticeyi Allah’tan beklemeli. “Hasbunallahi ve ni’mel vekil” diyerek her işimizde Allah’ı kendimize kâfi kabul etmeliyiz. O bize yeter. Yeter ki biz de O'na kulluğumuzu gösterelim. 

Rabbimizin güzel isimlerinin çoğu bir açıdan bakıldığında lütuf ve ikram ifade ederken diğer açıdan uyarı ve tehdit içerirler. Hasîb ismi de böyledir. Durduğunuz yere, attığınız adıma göre Hasîb ismi lehinize de aleyhinize de işler. Mesela Nisa suresi 6. ayette velilerin, yetimlerin mallarına nasıl yaklaşması gerektiği anlatıldıktan sonra "Hesap görücü olarak Allah yeter!" buyurulması herhangi bir haksızlığa bulaşan herkes için bir tehditken mazlumun yüreğine su serpen bir ifadedir.

Bakara, 202; Maide, 4. ayetlerde geçen ifadesiyle Allah Teala “seriu’l-hisab” (hesabı çabuk gören) ve En’am, 62. ayetlerde geçen ifadesiyle “esrau’l-hasibin” (hesap görenlerin en hızlısı)dir. Bütün mahlukatı akla hayale gelmeyecek kadar çabuk muhasebe eder. Hiçbir söz ve davranış, kalplerdeki niyetler, hatta imalar dahi dikkatinden kaçmaz. Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Ey Seriu’l-hisab olan Allah’ım! Şu bize karşı birleşmiş olan düşmanları bozguna uğrat!” şeklindeki duası (Buhari, Cihad, 96.) Hasîb isminin sadece ahirette değil, dünyada da tecelli edebileceğini göstermektedir. Bu da Hasîb olan Allah’ı hesaba katmadan bir tek adım dahi atılmaması gerektiğini gösterir.

O halde, insan, gaflet içinde ise uyanmalı, kendi haline kalarak başını avuçlarının arasına alıp bir düşünmeli. Hayatından ne sarf etmiş ve karşılığında ne kazanmıştır muhasebesini yapmalı. 

Hesaba çekilmeden, kendi kendini hesaba çeken çok şey kazanır. Kulun ölüme kadar ve ölümden sonra korktuğu şeylerden kurtulması, umduğu şeylere erişmesi Kuran'da tekrar tekrar beyan edildiğine göre, yalnız iman ve salih amel sahiplerine vaat edilmiştir. O halde uyanık bir Müslüman salih amellerini arttırmalıdır.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

40- El-Mukît ism-i şerifi:


El-Mukit, rızıkları yaratan ve bedenlere ulaştıran demektir. El-Mukit ismi, er-Rezzak ismi şerifine benzer. Ancak arada şöyle bir fark vardır: er-Rezzak ismi, sadece maddi rızıkları içine alırken; el-Mukit ismi maddi rızıklarla birlikte; iman, muhabbet ve marifet gibi manevi rızıkları da içine almaktadır. Bu durumda, el-Mukit ismi, er-Rezzak isminden daha kapsamlı olur.


O halde rızkı kendisine verilen her mahlukda el-Mukit ismi tecelli ediyor. Bu ism-i şerifin tecellisiyle onlar rızıklarına kavuşuyor.

Yine insana verilen iman, muhabbetullah, marifetullah gibi bütün manevi rızıklar el-Mukit isminin bir tecellisidir. Hidayet, şevk ve gayret, hep bu ismin tecellisiyledir. Belki de bu manevi tecelli, maddi tecelliden çok daha kıymetlidir. İnsan bütün maddi nimetlere sahip olsa ama Rabbini tanımasa, ona iman etmese ve onu sevmese; dünyanın hiçbir kıymeti olmazdı.  Demek bizler, el-Mukit isminin manevi tecellisine, maddi tecellisinden daha fazla muhtacız...

Mahluk, yaşamak için gıdaya muhtaçtır. Allah Teala, her mahluk için ne kadar yaşama müddeti tayin etmişse, ona göre de gıda maddesi tayin ve tahsis etmiştir.    Her bir mahluk kendisi için tayin edilen azığını alır. Ve hiçbir mahluk kendisi için tayin edilen gıdayı bitirmeden ölmez ve hiçbiri başkalarına ait gıdadan bir zerre alamaz.

Ayrıca, Allah-u Teala, kulunu görüp gözetmesini bir an bile kesmez; mesela insan henüz bebekken çalışamaz ve istemesini bilmezken onun gıdasını onu hiçbir sebep ile yükümlü tutmadan verir fakat ne zaman ki çalışır, ister ve arar bir çağa gelir; onun gıdasını da bir takım sebepler ve vasıtalar içinde sevk eder. Bunda büyük hikmetleri vardır. Yoksa vasıtaya, sebebe ihtiyacı yoktur. Allah insanlar için geçim sebepleri yaratmış ve geçimini temin etmek için herkesi bir sebebe yapışmakla yükümlü tutmuştur. Ancak bu sebeplerin meşru olması şarttır. Gayr-i meşru sebeplerle rızık aranmasını haram kılmıştır ve sonra herkese kendi kıymetini ve verilen emirler karşısındaki sadakat derecesini bildirmek için serbest bırakmıştır; kul, isterse rızkını meşru yollardan arar, dilerse gayr-i meşru yollara sapar, fakat şunu bilmek gerekir ki ne meşru yollara kanaat edenin gıdası noksan kalmıştır, ne de gayr-i meşru yollara düşenin gıdası çoğalmıştır. Herkes Allah tarafından tayin edilen rızkını alır. Fazla veya eksik olmaz. Örneğin, birisi fazla hırsla başkalarına ait olan parayı eline geçirebilir, fakat Allah öyle hadiseler yaratır ki, hırs ile eline geçirdiği bu parayı, ayağı ile sahibine götürmeye mecbur olur. Neticede boşuna yorulmuş olur.

O halde sebepler rızık yaratmaz, rızık vermez, rızkı Allah yaratır ve Allah verir. Sebepler birer yoldan başka bir şey değildir. Eğer sebepler insana rızık vermiş olsaydı, en kuvvetli kazanç sebebi akıl olduğu için, akıllıların çok zengin, ahmakların çok fakir olması gerekirdi. Hâlbuki nice ahmakların rızıklanmış, tüm ihtiyaçları verilmiş, nice akıllıların ise mahrum olduğunu görürüz.

Bu bakış açısına ulaşan kişi artık ihtiyaçları konusunda panik yapmaktan kurtulur.

Eğer bir toplumda insanlar çalıştıkları hâlde en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorlarsa orada insanların kurduğu zalim düzen Allah’ın yarattığı sistemi bozmuş demektir. Zaten açlık, azıkların yetersizliğinden değil, insanların açgözlülüğünden doğar.

O halde, mahlukatın rızıklarını Allah’ın yaratıp ulaştırdığına inanmış olan bir kul, rızık hususunda O'nun vaadine güvenir. Rızkını elde etmek için meşru sebeplerin dışına çıkmaz. Vakar ve haysiyetini ayaklar altına almaz. Kalbini de yalan, hile, ihtiras ve yalakalık ile kirletmez.

Sadece yeme içme derdinde olup eşyanın tabiatına sırtını çeviren, olan bitenin arkasındaki hikmete eğilmeyip, ruhunun azığını aramayan insan adeta ruhunu aç, susuz bırakmıştır. Zira ilim ve hikmet insanın ruhunu zenginleştirir; bunlardan mahrumiyet onu azıksız bırakıp gücünü köreltir. O halde ruhların gıdası da nesne ve olayların içyüzüne vâkıf olup onları akletmektir. 

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  


Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

39- El-Hafîz ism-i şerifi:


Hafız “korumak ve muhafaza etmek” anlamındaki hıfz kökünden türemiş, korumada mübalağa ve süreklilik ifade eden bir sıfattır. 

El-Hafîz ism-i şerifi de “kâinatta zerre kadar bir şey bile gözetiminden uzak olmayan ve tabiatı dengede tutup koruyan” anlamına gelir. (Bakara, 2/255; Enbiya, 21/32; Kaf, 50/4.) Kâinatın işleyişinde her şeyin yerli yerinde olması, bir düzen içinde sistemi devam ettirmesi yani hayatın devamı ve kalıcılığı, Rabbimizin Hafız isminin tecellisi iledir. Bir an bu ismin tecellisi kesilse, alem yokluğa düşer; yıldızlar birbirine çarpar; hayat, ölüme; nizam, karışıklığa dönüşür.

O halde, zerrelerden galaksilere kadar her bir varlık, bu ismin tecellisiyle muhafaza olur ve ancak bu ismin tecellisiyle varlığını devam ettirir. 

Mesela; Atmosfer, Güneş’ten gelen zararlı ışınları süzer. Meteorların dünyamıza düşmesine büyük oranda mani olur. Dünyamızın aşırı ısınmasını ve soğumasını engeller. Dünya ile birlikte dönerek sürtünmeden doğacak yanmanın önüne geçer.  İşte bütün bunlar, El-Hafîz isminin bir tecellisidir. Atmosfer, bu ismin tecellisiyle hayatın muhafazasına çalışır…

Demek, hayatın muhafazasına çalışan her bir varlık, bu ismin tecellisine aynadır. O halde diyebiliriz ki: Hayatın devamı için çalışan su, toprak, hava, ateş ve diğer bütün yaratılanlar, El-Hafîz isminin tecellisine mazhardırlar ve vazifelerini bu ismin tecellisiyle görürler.

Yine El-Hafîz isminin bir başka tecellisi; çekirdeklerde, tohumlarda ve yumurtalarda varlıkların hayat programlarının saklanmasıdır. 

El-Hafîz isminin bir başka tecellisi de hayatlarının muhafazası için mahlukata cihazların verilmesidir. Mesela, bir çiçeğe dikenin takılması bu ismin tecellisiyledir. Çiçek bu sayede hayatını muhafaza eder.  Yine tüm meyve ve sebzelerin üzerindeki kabukları da onların muhafazasını sağlar ve Allah'ın Hafiz ismine birer ayna olurlar.

Yine bir keçiye boynuz verilmesi; kaplumbağanın kabuğu; kirpiye dikenlerin verilmesi hepsi El-Hafîz isminin tecellisiyledir. Çünkü bu azalar, bu canlıları dış tehlikelerden korur ve hayatlarının muhafazasını sağlarlar. O halde diyebiliriz ki: Varlıkların hayatının devamını sağlamak için onlara takılan bütün cihazlar El-Hafîz isminin bir tecellisidir.

Yine insanın hafızası bu isme aynadır. Bu ismin tecellisiyle, öğrenilen bütün bilgiler muhafaza edilir. 

Aynı şekilde göz kapağı ve kirpiklerle gözü muhafaza, vücudu bir deri ile, beyni  kafatası ile muhafaza, vücudun savunma sistemi ile kendini mikroplara ve dış etkenlere karşı koruması hep Rabbimizin Hafiz isminin birer tecellisidir.

El-Hafîz isminin bir başka tecellisi de her insanda hatta hayvanda olan kendini koruma isteğidir. Canlıların hayatını sürdürmek için muhtaç olduğu bütün içgüdü ve refleksler daha dünyaya gelirken hazır olarak verilir. Bu Rabbimizin bir ikramıdır.  Bizler kendimizi trenin önüne atmıyorsak, yüksek bir binanın çatısından atlamıyorsak, bir tehlike gördüğümüzde sakınıyorsak, El-Hafîz isminin tecellisiyle bunları yapıyoruz. Bu isim tecellisini bir an üzerimizden çekse, hayatımızı hiçe sayar ve ölümümüze sebep olacak bir tehlikeye kendimizi atarız. 

El-Hafîz isminin bir başka tecellisi de afetlerden muhafaza olmaktır. Mesela, bir yangın çıksa, bütün mahalle yanarken bir ev yanmasa, o ev El-Hafîz isminin tecellisine mazhar olmuştur… Ya da bir sel felaketi olsa, onlarca insan ölürken bazıları kurtulsa, o kişiler El-Hafîz ismine mazhar olmuştur… Yine feci bir araba kazasında yara almadan kurtulan kişi, bu ismin tecellisiyle kurtulmuştur.

Bu isme hem fiziki varlığımızı korumak için muhtacız, hem kalbimizi şüphe ve vesveselerden , aklımızı sapma ve yanılmalardan korumak için muhtacız, ayrıca gidişatımızı bozulmalardan korumak için de muhtacız. Hayatımızın, ailemizin, vatan ve devletimizin, mal ve mülkümüzün her türlü tehditten muhafaza edilmesi (Yusuf, 12/64.), Allah kelamının tahrif ve değiştirilmesinden muhafaza edilmesi de (Hicr, 15/9.) hep bu isimledir.

 Din ve dünyadan neyin korunmasına muhtaçsak orada Hafız isminin tecellisine de muhtacız. Allah’ın korumadığını kimse koruyamaz; O’nun koruduğuna da kimse ilişemez. (Yunus, 10/107.)

İnsan bütün mahlukat içinde kendisini bekleyen tehlikeleri önceden düşünebilen tek varlık olduğundan güvenlik ihtiyacını da en şiddetle hisseden varlıktır. Asıl koruyanın Allah olduğunu bilmek; O korumadığı zaman hiçbir korumanın fayda vermeyeceğini bilmek bizi O’nun kapısından başka yerlerde korunma aramamızı engeller. Allah’ın himayesine girmek şahsiyet ve haysiyetimizi korumanın tek yoludur. Bize verdiği vicdan ve vahiyle bizi her türlü sapmadan koruyan da (Tarık, 86/4.) Allah’tır. Rabbimizin ilk insandan itibaren bizi hiç vahiysiz bırakmamış olmasının hikmeti de budur. İyi ve kötüyü ayırt edebileceğimiz bir kutsal bilgiyle donatmıştır Rabbimiz bizi. Böylece bu mücadelede bizi yalnız bırakmaz. Fakat bir kul yine de bu yardımı reddeder ve tek başına yol almak isterse ona da yapılacak bir şey yoktur. 

Ayrıca insanlığın her konudaki birikiminin korunarak aktarılması da bu sıfatın tecellisi iledir.

Bu ismin Kur’an-ı Kerim’de geçtiği üç ayetin (Hud, 11/57; Yusuf, 12/64; Sebe, 34/21.) iniş zamanının da Mekke döneminin en şiddetli yıllarına rastlaması bize bu isme en çok ne zaman sarılmamız gerektiğini öğretir: Yani, kendimizi en güçsüz ve düşmanlarımızı da en muktedir hissettiğimiz zaman...

Esma-i hüsnadan pek çok isimde olduğu gibi Hafız ismi de bir yönüyle ferahlık verip sevindirirken, diğer yönüyle sakındırıp düşündüren bir isimdir. (Şûra, 42/6.) Çünkü hıfz, beladan, yok oluştan, dağılıp gitmekten korumayı ifade ettiği gibi hiçbir şeyi gözden kaçırmadan; küçük büyük, gizli açık her şeye vakıf olup kaydını tutmayı da kapsar. yani Rabbimiz amellerimizi de kaydetmekle de ve El-Hafîz ismini tecelli ettirir.
 Bu bakımdan ahirette yeniden dirilme ve yaptıklarından hesaba çekilme ile Hafız isminin yakından alâkası vardır. Hafız isminin bu anlamının bilincinde olanlar niyetlerine varıncaya kadar her davranışlarının kaydedilip muhafaza edildiğini bilirler. Ve bu farkındalık ile kendilerini disipline ederler.

İbn Arabi’ye göre de kişi hem kendini murakabe altında tutmak hem de kendine emanet edilenleri koruyup kollamak için bu ismin tecellisine muhtaçtır. Bu ismin tecelli ettiği kişiler öncelikle Allah’ın ihsan ettiği muhafaza vasıtalarını iyi kullanırlar. Hayatlarını, akıl ve beden sağlıklarını, dinlerini, aile fertlerini, mal ve mülklerini her türlü tehdide karşı iyi muhafaza ederler. Sadece kendilerinin değil, ilahi takdir gereği ellerinin altına verilmiş olanların hak ve hukukunu, izzet ve şereflerini de itinayla korurlar. İnsanoğlunun kendi varlıklarını koruma içgüdüsünün kendinden alt seviyedekilere zarar vermeye yol açabileceğini bilir; herkesin hakkını kendisininki gibi kutsal bilirler.

Bu ismin tecellileri ile ahlaklanan insan aynı zamanda yaptığı iyilik ve kötülüklerin bir zerresinin bile kaybolmayıp günün birinde önüne çıkacağına kesin olarak inanır. Bu nedenle de iyilikleri çoğaltıp, kötülüklerden sakınmaya çalışır. (Hac, 22/41.)

Allah-u Teala kulunu El-Hafîz isminin tecellisiyle muhafaza etmektedir; kul da Hafiz isminin kendindeki tecelillerini görüp hamd etmelidir; kalbini Allah’ın razı olmadığı şeylerden; azalarını günahlardan ve ahlakını, kötü ahlaktan muhafaza etmelidir. Bunu yaparsa, El-Hafîz ismiyle ahlaklanmış ve bu ismi şerifin tecellisine bilerek ayna olmuş olur.

Ya Rab, El-Hafîz isminin hürmetine bizleri insî ve cinnî şeytanların şerrinden muhafaza eyle! Bizleri nefsi emmarenin şerrinden muhafaza eyle! Dünyevi ve uhrevi musibetlerden muhafaza eyle! Kabir azabından, ahir zaman fitnelerinden ve bütün günahların şerlerinden muhafaza eyle. Amin…

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

 https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

38- El-Kebîr ism-i şerifi:


Allahü Teala Kebîr‘dir. Kibriyâ sahibidir. El-Kebir, “Çok büyük” manasına gelmektedir. Bu ism-i şerif, hem Allah-u Teâlâ’nın zatının büyüklüğüne hem de isim ve sıfatlarının büyüklüğüne işaret etmektedir. 

Öncelikle, Allah-u Teâlâ’nın zatının büyüklüğünden bahsedelim ve daha sonra da isim ve sıfatlarının büyüklüğüne geçelim:

Cenab-ı Hak zatı itibariyle çok büyüktür. Ancak insanın bu büyüklüğü kavrayabilmesi ve aklının bunu idrak etmesi mümkün değildir. “Cenab-ı Hak çok büyüktür.” denildiğinde, bununla maddi bir büyüklük kastedilmez. Zira Cenab-ı Hak maddeden münezzehtir. 

 Evet, Cenab-ı Hakk’ın zatı çok büyüktür, bütün büyüklerden nihayetsiz derecede büyüktür. Bütün büyükler ve büyüklük ifadeleri onun büyüklüğü yanında o kadar küçüktür ki. Bizler buna iman eder, bu büyüklüğü anlamaktaki acizliğimiz sebebiyle işin aslını Allah’a havale ederiz. Bir örnekle açıklamak istersek;

Biliriz ki, her eser, bir ayna gibi kendi ustasının ilmini, yetkinliğini, maharetini gösterir. Ama hiçbir eser mahiyet ve hakikat itibariyle ustasına benzemez. Meselâ, bir saat kendi ustasının becerisini gösterir ve yetkinliğine ayna olur. Ama hiçbir yönüyle ustasına benzemez. Bizler saate bakıp bunu yapan ustanın yetkinliğini, ilmini, kudretini ve iradesini o eser üzerinde görebiliriz ama onu yapan ustanın zatını, erkek mi kadın mı; büyük mü küçük mü; güzel mi çirkin mi; zayıf mı şişman mı olduğunu bilemeyiz. Bileceğimiz tek şey ortada bir eser olduğudur ve eseri yapan, hayat, ilim, irade, kudret sahibi bir sanatkarın olduğudur.

Cenab-ı Hak da bu kâinatı yoktan yaratmıştır. Bizler, yoktan yaratılan bu kâinata ve içindeki varlıklara bakarak bir yaratıcının olması gerektiğini kabul ederiz. Ancak yaratıcımızı, sadece O'nun Kendisini tanıttığı kadarıyla biliriz. Yaratıcımız bize, gönderdiği peygamberler ve kitaplar ile kendi isminin Allah olduğunu beyan buyurmuştur, isim ve sıfatlarını bizlere öğretmiş ve onlarla tefekkür etmemizi emretmiştir. Fakat zatı hakkında düşünmemizi yasaklamıştır.

Zaten insanın aklı, O’nun zatının mahiyetini kavramaktan acizdir. Evet Allah-u Teala'nın, ne zâtında, ne sıfatlarında, ne de fiillerinde benzeri yoktur. Akla, hayâle ne gelirse Allah onun başkasıdır. Varlıkların hiçbirisine, hiçbir surette benzemez. Allah-u Teâlâ gerek zâtıyla, gerek sıfatlarıyla akla, hayâle, zihne, fikre ve tasavvura gelen ve gelmesi mümkün olan herşeye benzemekten münezzehtir. Mukaddes mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez.

O halde, el-Kebir isminin manasını incelerken, “Allah zatı itibariyle çok büyüktür.” dediğimizde, burada bize düşen şey, Allah’ın büyüklüğünün maddi bir büyüklük olmadığını bilmektir. Biz, bu büyüklüğün mahiyetinin nasıl olduğunu Cenab-ı Hakk’ın ilmine havale ederiz. 

Şimdi Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının büyüklüğüne geçelim:

Allah’ın isim ve sıfatlarındaki büyüklük, bu isim ve sıfatlardaki sonsuzluğu ifade eder ve O’nun sınırsız kemaline işaret eder. Cenab-ı Hakk’ın zâtı mahlûkatıyla mukayese edilemeyeceği gibi, sıfatları da mahlûkatın sıfatlarıyla kıyas edilemez.

Çünkü, Allahu Teâlâ’nın bütün sıfatları ezelidir, mutlaktır, sonsuzdur. Mahlukatın sıfatları ise kendileri gibi mahlûktur, sonradan yaratılmıştır ve sınırlıdır. Bu sıfatlar ne kadar büyük hayal edilirlerse edilsinler Cenâb-ı Hakkın mukaddes sıfatları ile karşılaştırılamazlar. 

Evet, Allah’ın kudreti, ezelîdir, sonsuzdur, nihayetsizdir. Hiçbir şey o kudreti âciz bırakamaz. Onun kudretine göre küçük-büyük, az-çok, birdir. Bir zerreyi kolayca yaratıp tanzim ettiği gibi, bütün zerreleri de aynı anda, aynı kolaylıkla yaratıp onlara tasarruf eder. Bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkla Cennet’i de yaratır. Bir çiçeği yaratmakla Cennet’i yaratmak arasında kudretine hiçbir fark yoktur. Yine bir sineği yaratmakla, öldükten sonra bütün insanları diriltmek, O’nun kudretine göre birdir. Dünyamızı güneşin etrafında nihayetsiz kolaylıkla döndürdüğü gibi, bütün sema sistemlerini de aynı kolaylıkla itaat ettirir. Hiçbir şey O’na ağır ve zor gelmez. Kudretinde bir sınır ve son yoktur. İşte Allah-u Teâlâ, kudretindeki bu sonsuzluk yönüyle Kebir’dir, yani çok büyüktür.

Allah-u Teâlâ’nın kudret sıfatı gibi; ilmi de sonsuz ve sınırsızdır. Gizli-açık, olmuş-olacak herşeyi bilir. 

Cenâb-ı Hakk’ın ilmi sonradan kemal bulmuş değildir. Ezelde ne idiyse, şimdi de odur. Ezelden ebede, yaratılmış ve yaratılacak bütün eşyanın plânları, programları, mahiyetleri, hakikatları, suret ve sîretleri O’nun ilminde mevcuddur. Bütün varlıklar, geçmiş, gelecek, öncesi, sonrası, zahir, bâtın, gizli, açık her şey, her an O’nun huzurunda ve murakabesindedir.

Dünyaya gelen her insana, Âdem aleyhisselam’dan kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanlardan farklı bir sima takılması, karakterlerinin, hattâ parmak izlerinin birbirinden farklı olması bu hakikatin en açık bir delilidir. İlminde bir sınır ve nihayet yoktur. İşte Allah-u Teâlâ, ilmindeki bu nihayetsizlik yönüyle Kebir’dir, yani çok büyüktür.

Allah-u Teâlâ’nın kudret ve ilim sıfatı gibi; görmesi, işitmesi, iradesi ve diğer bütün isim ve sıfatları sonsuzdur ve sınırsızdır. İşte El-Kebir ismi, isim ve sıfatlardaki bu sonsuzluğa işaret eder ve Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz kemaline delalet eder. 

Meseleyi  özetleyecek olursak: Cenab-ı Hak Kebir’dir, yani çok büyüktür. Zatı yönüyle çok büyüktür, ancak bizler bu büyüklüğün mahiyetini anlamaktan aciziz.

Yine Cenab-ı Hak, isim ve sıfatları yönüyle çok büyüktür. Yani isim ve sıfatları nihayetsizdir ve sonsuzdur. Bu büyüklük, O’nun kemaline işaret eder.

İnsanın bu ismi şerife karşı vazifesi ise şudur: Allah’ı zatında, isim ve sıfatlarında mutlak büyük olarak bilmek ve bu büyüklüğü hakkıyla idrak edemeyeceğini anlamaktır. Ayrıca şu alemde kendine büyüklük verilen mahlukata bakarak Allah’ın Kebir isminin tecellisini o varlıklarda görmek ve Rabbini Kebir ismiyle tespih etmektir. 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu 


37- El-Aliyy ism-i şerifi:


El-Aliyy; yüksek, yüce, şerefli manalarına gelmektedir. Bütün bu manalarla, Allah-u Teâlâ Aliyy’dir yâni mutlak yücedir. O’nun ulviyetinin üzerinde bir derece düşünülemez; maddi-manevî, cismanî ve ruhanî bütün derecelerin üzerindedir. Allahu Teâlâ’nın ulviyyeti ve yüceliği izafetsizdir yani başka bir şeye nisbet ve kıyas edilemez. Allahü Teâlâ’nın Zât-ı mahlûkatın zâtına benzemediği gibi, ulviyeti de mahlûkatın ulviyetine benzemez. O’ndan daha üstün, daha yüce bir varlık düşünülmesi imkânsızdır.


Şunu da belirtelim ki: Cenab-ı Hakk’a yükseklik ve yücelik sıfatlarının atfı, mekânî bir atıf değildir. Yani “Allah-u Teâlâ Aliyy’dir.” denildiğinde, bununla mekân yüksekliği kastedilmez. Çünkü Allah-u Teâlâ mekândan münezzehtir.

“Mekândan münezzeh olmak” ne demek, kısaca onu da açıklayalım: İnsan her an bir mekânda bulunmak zorunda olduğundan, mekândan münezzehliği kavrayamayabilir. Öncelikle bunu anlamaya çalışalım:

Hepimizin bildiği gibi, Cenab-ı Hak ezelidir. Yani hiçbir şey yokken, sadece O vardı. Zamanın ve maddenin olmadığı ezelde, tek varlık sahibi Allah-u Teâlâ idi. Daha sonra eşyayı ve maddeyi yarattı. Demek, Allah-u Teâlâ ezeli, madde ise sonradan yaratılmıştır yani mekân da sonradan yaratılmış olduğu için Allah-u Teala mekandan münezzehtir. 

Tekrar edersek; ezelde, madde yokken Allah vardı ve Allah ezelde hiçbir mekânda değildi, zaten mekanı da sonradan O yaratmıştır.

El-Aliyy isminin manasını anlamaya çalışırken böyle bir açıklama yaptık ki, “Allah yücedir ve yüksektir” denildiğinde, bununla mekân yüksekliği anlaşılmasın. Zira Allah, mekândan münezzehtir ve mekânları yoktan yaratandır.

O halde El-Aliyy isminin manası, Allah’ın zat, sıfat, isim ve fiillerindeki yüceliktir.

Allah-u Teala, kudrette, ilimde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarda nihayetsiz ulvîdir ve yücedir. Ulûhiyetinin şânına yaraşmayan her türlü noksanlıktan ve kusurdan münezzehtir.

Mesela:
Allah-u Teâlâ kullarına zulmetmekten yücedir.
Eş ve evlat edinmekten yücedir.
Kullara ait sıfatlar olan; uyumak, yemek, içmek gibi sıfatlardan yücedir.
Acizlikten, kusurdan ve noksanlıktan yücedir.
Zatı, her türlü çirkinlikten yücedir.
Kendisine şirk koşanların bütün batıl fikirlerinden yücedir.
Akılların idrakinden; zatının kavranmasından yücedir.

İşte bütün bu manalar ile Cenab-ı Hak yücedir, yüksektir, yani El-Aliyy’dir. İnsanın aklı, bu ismin hakikatini tam olarak kavramaktan acizdir.

İnsanın bu ismi şerife karşı vazifesi ise şudur. Allah’ı, zatında isim ve sıfatlarında mutlak yüce olarak bilmek ve dar anlayışıyla Allahın zatının yüceliğini, isim ve sıfatlarındaki yüceliği hakkıyla idrak edemeyeceğini anlamak;

Ayrıca şu alemde kendine büyüklük verilen yüksek dağlara, engin denizlere, güneşe, yıldızlara ve gezegenlere bakarak Allah’ın Aliyy isminin tecellisini o varlıklarda görmektir. 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu 

36- Eş-Şekûr ism-i şerifi:

 

Şekûr: Az amele, çok ücret veren; az ibadete, sonsuz ihsanlarda bulunan manasına gelmektedir. Bu isim, Rabbimizin cömertliğini ifade eden bir isimdir.

Şâkir de Şekûr gibi Allah-u Teâlâ’nın bir ismidir. Bu iki isim arasındaki mana farkı şudur: Şâkir denildiğinde, bire on, belki bire yüz karşılık veren manası anlaşılır. Şekûr dendiğinde ise az amele sınırsız mükâfat veren manası anlaşılır.

Hem Şâkir ismi hem de Şekûr ismi insanlar için de kullanılır. Bu ism-i şerifler insana atfedilse, mesela, “Ahmed şâkirdir.” denilse; bundan, Ahmet’in şükreden bir kul olduğu anlaşılır. Eğer “Ahmed şekûrdur.” denilse; bundan da Ahmet’in çok fazla şükreden bir kul olduğu anlaşılır.

Kula atfedildiğinde, “şükreden ve çok fazla şükreden” manasına gelen bu isimlerden Şekûr Allah’a nispet edildiğinde “az da olsa kulun iyi amellerine fazlasıyla karşılık veren” anlamına gelir. (Tegabun, 64/17.) Gazali rahmetullahı aleyh’in ifadesiyle Rabbimiz Şekûr olduğundan şükredilen şeyi kat kat artırır ve bu dünyada sayılı günlerde yaptığımız amellere karşılık ahiret âleminde sonsuz nimetler lütfeder. O sebeple cennet ehli cennete yerleştiğinde Allah’ı iki ismiyle överler: Günahlarını örttüğü için “Gafûr” ve az iyiliklerine çok karşılık vererek onları cennete yerleştirdiği için “Şekûr.” (Fatır, 35/34.)

Kendisine gösterilen azıcık ilgiye çok çok karşılık veren “şekûr” olurken; üzerine yağdırılan nimet ve iyilikleri hep yetersiz bulup yok sayana da “kefûr” denir.

Burada kısaca hamdle şükür arasındaki farka da değinelim: 

Yüce Allah'a hamd etmek, O'nu üstün sıfatlarından dolayı övmektir. Hamd, şükürden daha geneldir.

Şükür, ancak nimet karşılığında yapılır. Buna göre, her şükür bir hamd sayılır.

Yani hamd, Allahu Teala’yı gerek verdiği nimetlerinden dolayı, gerek diğer bütün kemal sıfatlarından dolayı övmektir.

Şükür ise, yalnız verdiği nimetler dolayısıyla övmek, minnettarlığını ifade etmek demektir.

Yani şükürde öne çıkan nimet iken, hamdde öne çıkan nimetlerin sahibi olanın zatıdır. Allah’a nimetinden dolayı şükredilir, zatından dolayı hamdedilir. 

Kur’an’dan anlıyoruz ki kendisini “Şekûr” diye isimlendiren Yüce Allah kulların ibadet ve iyiliklerine ‘görevlerini yapıyorlar’ diye bakmaz; bunları yeni bir lütuf vesilesi sayar ve şanına yakışır şekilde kat kat karşılık verir. (Fatır, 35/30.)

Evet, Cenab-ı Hak Şekûr’dur. Az bir amele, ebedi Cennet’i ihsan eder. Bu, onun cömertliği ve fazlıdır. Yoksa kulun hak ettiği bir karşılık değildir. Ufacık bir itaate, yüksek dereceler ikram eder. Nasuhi bir tövbeyle kulun bütün günahlarını affeder. Hatta affetmekle de kalmayıp günahlarını sevaba çevirir. 

Kur’an-ı Kerim’de dört yerde gelen “Şekûr” ismi bunların üçünde Gafûr ismiyle birliktedir. (Fatır, 35/30, 34; Şura, 42/23.) Şekûr isminin tecellisindeki lütufkârlık ile Gafûr’daki bağışlayıcılığın bir arada gelişi ile anlıyoruz ki hatalarımız bizim Allah katında itibarımızı tamamen kaybettirmez bunun müjdesini alıyoruz; bu da bize yeni bir başlangıç için cesaret verir.

Şekûr isminin kuldaki en büyük tecellisi şükreden bir kul olabilmektir. Nimetlerin nimet olduğunu görebilmek ve onlara şükürle karşılık verebilmek başlı başına bir nimettir. İnsan ruhu, aradığı tatmin duygusuna ancak bu şekilde kavuşabilir.


Şükrün en son mertebesi de, kulun hakkıyla şükretmekten aciz olunduğunu idrak etmesidir. Bu mertebeye ulaşan kulu hiçbir yoksunluk, sıkıntı yıkamaz. 


Şekûr ism-i şerifi bize, ister bize yapılmış, isterse de bizim yapacağımız olsun hiçbir iyiliği küçük görmemek gerektiğini öğretir. Hadis-i şeriflerde basit veya az görülebilecek iyilikler cennete girme vesilesi olarak anlatılır. Allah-u Teala, kulunun ihlâsla sadaka olarak verdiği bir hurma tanesi karşılığı, kuluna cenneti hediye eder. Böylece anlarız ki; Şekûr olan Allah iyiliklerin azlığına-çokluğuna değil, niteliğine bakıyor. 

Maddi olsun manevi olsun aslolan nimete odaklanmaktır. Öyle olduğu için şükran yolunu tutanlar sürekli Rablerinden gelen ihsanları anarlar. (Duha, 93/11.) Dillerinden şikâyet duyulmaz. Bir nimetin şükrünün de o nimeti paylaşmakla olacağını bilirler. Bunu yaptıklarında da bir lütufta bulunur gibi değil, bir vazife gibi ifa ederler (İnsan 76/8-9). Kendisine ikram edilen kişiye gelince o da nimetlerin asıl sahibini tanıdığından, hediyeyi getiren kula değil, nimeti gönderen Rabbine bakar. Öyle olunca da vasıtaya duyulan minnet, nimeti asıl göndereni unutturmaz.

Nasıl Allah insanların az bir ameline çok büyük karşılıklar veriyorsa Şekûr’un tecelli ettiği kullar da gördükleri küçük iyilikleri bile büyük minnet duyguları ile karşılarlar ve onların  az iyiliğine, gücü nispetinde çok karşılık verirler. 

Şekûr ism-i şerifinden insanın hissesi şudur: İnsan, ibadetlerine karşı kendine verilecek olan mükâfatların Allah’ın Şekûr isminin bir tecellisi olduğunu bilmeli ve bu sayede övünme ve kibirden kurtularak tevazu sahibi olmalıdır.

Cenab-ı Hak cümlemize Şekûr ism-i şerifi ile muamele etsin ve bizleri bu ismin tecellisine mazhar eylesin. Âmin…

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

35- El-Gafûr ism-i şerifi:


El-Gafur: Çok mağfiret eden, günahları çokça örten ve kusurları çokça bağışlayan manalarına gelir. Cenab-ı Hakk Gafur’dur. Günahları bağışlar, kusurları örter ve kuluna mağfiret eder. Mağfiret insanın ayıplarının örtülmesinin adıdır. Başımızın dik, alnımızın açık olması bizim en temel insanlık ihtiyacımızdır. Diğer bütün zevkler bundan sonra gelir. Kur’an ve sünnete baktığımızda bütün bu dünya telaşını sırf mağfireti elde etmek için yaşıyoruz gibidir. (Âl-i İmran, 3/133; Fatır, 35/34.) Öyle yüksek bir hedeftir mağfiret! İster itaatkâr olsun ister isyankâr olsun kul kusurlarının örtülmesine ihtiyaç duyar. İsyankâr, günahlarının örtülmesine muhtaçtır, itaatkâr da eksiklerinin örtülmesine muhtaçtır; kuluz ve hepimizin eksiği var.

Mağfiret sadece affetmek değildir. Çünkü af cezadan vazgeçmektir; mağfiret ise cezadan da, azarlamaktan da, suçluya suçunu hatırlatmaktan da vazgeçmek; suçu tamamen örtmek demektir. Ğafur olan Rabbimiz dilediği zaman hataların üstünü öyle örter ki hatayı işleyenin kendisine bile unutturur ve kişi Rabbinin huzuruna vardığında yapıp ettiklerinin korkunçluğundan mahzun olmaz. Hatta bu unutturulma sayesinde kendi vicdanı karşısında hissedeceği ezikliği dahi yaşamaz; o günahı hiç işlememiş gibi olur. Hayatından izi ve tesiri silinir. İşte ğufran böylesine muazzam bir bağışlamayı ifade eder.

Bunu şöyle örneklendirelim: Bir esnafın dükkan kasasını bir çalışanına emanet ettiğini farz edelim. Bu çalışan şeytana uydu ve kendisine emanet edilen kasadan para çaldı. Dükkân sahibi de onu suçüstü yakaladı. Burada dükkân sahibinin çalışanına karşı üç farklı muamelesi olabilir:

Birinci muamele şudur: Onun kulağından tutar, ilk önce onu azarlar sonra onu polise teslim ederek hapse girmesini sağlar. Bu, ceza muamelesidir. Dükkân sahibi çalışanına ceza ile muamele etmiştir.

İkinci muamelesi şu olabilir: Dükkân sahibi çalışanını huzuruna alır ve ona saymaya başlar: “Ben sana iyilik yapmadım mı? Seni korumadım mı? Maaşını fazla fazla vermedim mi? Bütün bunlara karşılık sen bana bu kötülüğü nasıl yaptın? Hiç mi utanman yok!..” Bu gibi sözlerle çalışanını rezil eder ve onu utandırır. Yaptığı kusuru yüzüne vurur ve ona yaptığı iyilikleri hatırlatır. Ancak onu cezalandırmaz. "Bu rezilliğin sana kâfidir. Seni affediyorum.”der. İşte bu muamele af muamelesidir. Dükkân sahibi onu cezalandırmamış ve onu polise teslim etmemiştir. Fakat kusurunu yüzüne vurarak onu rezil etmiş ve utandırmıştır. Bu muamelesiyle dükkân sahibi Allah’ın El-Afuv ismine mazhar olmuştur.

Dükkân sahibinin üçüncü muamelesi de şu olabilir: Çalışanının hırsızlığını görür ve bilir, fakat bu kusurunu onun yüzüne vurmaz. Bu suçundan dolayı onu hesaba çekmez, bilmiyormuş gibi davranır. Onunla yüz yüze gelmez ve onu rezil rüsva etmez. İşte bu muamele af değil, mağfirettir ve dükkân sahibi bu muamelesiyle Allah-u Teâlâ’nın El-Gafur ismine ayna olmuştur.

Aynen bu örnekte olduğu gibi, Cenab-ı Hakk’ın da kullarına karşı üç türlü muamelesi vardır: Bazen kullarının günah ve isyanlarına karşı onlara azap eder. Bu, Allah’ın cezasıdır ve ceza ile muamelesidir. Bazen ise kullarının günah ve isyanlarına karşı hem dünyada hem de ahirette ceza vermez. Ancak hesap günü kuluna bu günahlarını hatırlatır. Ellerini, gözlerini, kulaklarını ve diğer azalarını konuşturarak kulunu rezil eder. Hatta bu rezillik ve utanmak öyle bir seviyeye gelir ki, şu hadis-i şerifin bildirmesiyle kul artık cehenneme gitmek ister.

Cabir İbni Abdullah radıyallahu anh nakleder. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü Âdemoğlunun Allah’ın huzurundaki utanması ve rezilliği öyle bir dereceye ulaşır ki, kul artık cehenneme gitmesinin emredilmesini ister, ta ki o rezillikten kurtulsun.” (Suyuti, Dürrul Mensur: 2/411)

Cenab-ı Hakk’ın üçüncü muamelesi de şudur: Kuluna günahlarını hiç hatırlatmaz ve hatalarını yüzüne vurmaz. Hatta bu günahları işlediğini bile kuluna unutturur ki, kendi huzurunda mahcup olmasın. Boynunu büküp utanmasın. Sevinci hüzne dönmesin. İşte bu, Gafur isminin tecellisidir. Kula günahı unutturulur ve günahından tamamen vazgeçilir.

Bu sebepledir ki, yatsı namazına müteakiben okuduğumuz Bakara suresinin son ayetlerinde, وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا diyerek, “Ey Rabb’imiz, bizi affet ve bize mağfiret et.” diye dua ederiz ve Allah’tan hem af ve hem de mağfiret isteriz. Çünkü sadece af olmak yetmiyor. Mağfiret de istiyoruz ki, günahlarımız yüzümüze vurulmasın, rezil rüsva olmayalım. İşte istediğimiz bu mağfiret El-Gafur isminin tecellisidir ve aftan öte bir manayı taşımaktadır.

“Ğufran” kökünden türeyen üç isim vardır: Ğâfir, Ğaffar ve Ğafur. Cenab-ı Hak gereksiz tekrardan münezzeh olduğu için ulema Esma-i Hüsna’da eşanlamlı isimler bulunduğunu reddeder ve nüanslara vurgu yaparlar. Buna göre: Gâfir mutlak anlamda bağışlama ifade ederken Ğaffar bir günah ne kadar tekrar edilmiş olursa olsun bağışlayan, Ğafur ise çeşit çeşit günahları bağışlayan demektir.

Öğrendikçe Allah Teala’ya saygımızı, şükrümüzü artıran sayısız konudan biri de Ğafur isminin Kur’an-ı Kerim’de en çok Rahîm ismiyle birlikte gelmiş olmasıdır. 73 yerde bir arada gördüğümüz bu iki isim kusurları örtmenin merhametle birlikte olduğunda kemal ifade ettiğini gösterir. Bağışladığını hissettirerek muhatabını ezmeyen bir bağışlamadır Rahîm’in bağışlaması…

İlahî terbiyenin ismi olan “Rabb”in Kur’an-ı Kerim’de on küsur yerde Ğafur ile nitelenmesi de ayrı bir lütfa işaret ederek -elbette kurallar ve yaptırımlar da içeren- bu terbiyenin kusurları örtme ve bağışlama üzerine kurulduğunu gösterir. Bundan anlarız ki bu terbiye, yalnızca terbiye edilen üzerinde hakimiyet kurma amacı gütmemekte; her zaman af gerekçelerini dikkate alan Rabbimizin şefkatini göstermektedir. (En’am, 6/145; Nahl, 16/119; Kehf, 18/58.)

Ğafur isminin Halim ismiyle birlikte geldiği yerlerde müminlere bazı hukuki, ahlaki ve sosyal konularda ikazlar yapılmış ardından da bu iki isim zikredilerek Rabbimizin hem kusurları örttüğü, hem de örtmeyeceği zaman cezada acele etmeyip mühlet verdiği hatırlatılmıştır. (Bakara, 2/225, 235; Âl-i İmran, 3/155; Maide, 5/101.)
Ğafur bunlardan başka Aziz, Şekûr , Afüvv isimleriyle de kullanılmaktadır. Diğer isimlerde olduğu gibi bu isimler de Ğafur’un manasını desteklemekte ve ona yeni boyutlar katarak zenginleştirmektedir. Ğafur isminin Vedûd ismiyle birlikte geldiği Buruc suresi 14. ayet ise bütün kusurlarımıza vakıf olup onları örten Rabbimizin bunu yaparken bize duyduğu sevginin yok olmadığını vurgulaması açısından ayrıca büyük bir müjdedir.

İslam’da insan için aslolan günahkârlık olmadığı halde Kur’an’da yüzlerce yerde vurgulanan mağfiret talebinin sebebi hayata günahsız başlayıp kemale ulaşması beklenen insanın bu kemal vasıfları edinme yolunda geri kalışlarını telafi etmek içindir. Bu nedenle mağfiret temennisi olan tövbe-istiğfar aynı zamanda bir yükseliş vesilesidir. (Zariyat, 51/18; Enfal, 8/4; Muhammed, 47/15; Fussılet, 41/32; Fetih, 48/29.) Yalnız bu mağfiret talebinde sözlerle davranışların birbirini desteklemesi gerekir. Pişmanlık, tövbe ve ıslah aşamalarını içermeyen bir mağfiret talebi ciddi değildir. Kur’an’da yer alan mağfiret ayetlerinin çok defa tövbeyi ve iyi davranışları şart koşması da bunu gösterir (Furkan, 75/70; Neml, 27/11; Tegabün, 64/18; Nur 24/22.) Aynı zamanda mağfiret talep edenin affedilmeyecek hiçbir günah olmadığını da bilmesi gerekir. (Zümer, 39/53.) Kişi ölüm haline varmadıkça günahlarının örtülüp yeni bir başlangıç yapma şansının kalmadığı bir nokta yoktur.

Günahkâr olmadığı sürece Rabbimizin kusurları örtmeyi ifade eden isimlerinin tecellisi için bir mahal de kalmayacağından Ğafur isminin tecellisi insanların günah işlemelerine ve bağışlanmalarını istemelerine bağlıdır. Bu nedenledir ki Efendimiz (s.a.s.) “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi giderip yerinize günah işleyip mağfiret dileyen kimseler yaratırdı.” buyurmuştur. (Müslim, Tevbe, 9.)

Bu ismin tecelli ettiği kişiler insanlara daima olumlu bakan, genel olarak hataları örten, örtmek mümkün değilse bir af gerekçesiyle affeden, kusur aramayan, kin tutmayan, insanlardan yakınmayan kişilerdir. Bu özelliklerin çevrelerindeki dünya ile değil, tamamen kendi karakterleriyle ilgili olduğunu bilirler. Çünkü affedici ve merhametli olmayı başkalarının kendisine nasıl davrandığına bağlayan kişi öz/ü/gür bir kişi değildir; iyilik konusunda bağımlı bir kişidir.

Bu mübarek ismin tecelli etmesi için başkalarının bir kusurunu gördüğümüzde hemen kendi kusurlarımızı hatırlayacak bir farkındalığa ulaşmış olmamız gerekir. Sonra da mağfiretin öncelikle bizim başkalarının kusurlarını örtmemize bağlı olduğunu bilmemiz lazımdır. (Nur, 24/22.) İlahî affa ihtiyacımız var ve bunu kazanmamız başkalarını affetmemize bağlı! Formül budur… “Kim bir Müslümanın ayıbını örter, kusurunu bağışlarsa Allah da kıyamet gününde onun kusurlarını bağışlar” (Buhari, Mezalim, 3; Müslim, Zikir, 38.)
İbn Arabi gufranın tecellisine başka bir boyut ekleyerek bu ismin bizimle bize zarar verecek şeyler arasına güçlü engeller koyarak da tecelli edeceğini söyler. Bu durumda Rabbimiz yanlış yolları örterek bize göstermemekte, bu şekilde bizi cezadan değil; bizzat günahın kendisinden korumaktadır.

Cenab-ı Hakk bizleri ve sizleri El-Gafur isminin tecellisine mazhar eylesin. Kusurlarımızı örtsün ve yüzümüze çarpmasın. Bizlere El-Gafur ismiyle tecelli etsin. Âmin!

Vaize Fatma Bayram  
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 


34- El-Azîm ism-i şerifi:


El-Azim, azamet ve büyüklük sahibi manasına gelmektedir. Allah-u Teâlâ Azim’dir. Hem zatında hem isim ve sıfatlarında azamet ve büyüklük sahibidir. Bütün büyükler, O’nun büyüklüğü yanında küçüktür. Büyük bildiğimiz her şey, el-Azim isminin tecellisiyle o büyüklüğe ulaşmıştır. Bu ism-i şerif, bildiğimiz bütün ululukların yoktan var edicisi yüce Allah’ın azametini ifade eder. “Emirlerine hiçbir şekilde karşı gelmek mümkün olmayan ve âciz bırakılamayan, zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu varlık” demek olur.

(Rabbimizin sınırsız azametine iman etmek, O’nu tazim etmek demek O’na hakkıyla saygı göstermek, iç dünyamızda hiçbir varlığı O’nun gibi yüce addetmemektir. Bu inancın zorunlu sonucu da O’na itaat edip emirlerine karşı gelmemek, O’ndan gelene şükredip nankörlük etmemektir: “Her kim Allah’ın nişanelerine tazim, hürmet gösterirse şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.” (Hac, 22/32.) )

Bu ism-i şerifi iki yönden inceleyeceğiz. Önce Cenab-ı Hakk’ın zatındaki büyüklüğü, sonra da isim ve sıfatlarındaki büyüklüğü tahlil ve tefekkür edeceğiz.

Hakiki büyüklük Allah’a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve kusursuz büyüklük ancak O’nundur ve her şey O’nun büyüklüğüne şahittir. Vakıa suresinde neredeyse baştan sona kadar Rabbimizin kâinatın işleyişindeki güç ve azameti anlatıldıktan sonra surenin “O hâlde Azîm olan Rabbinin adını tespih et!” ifadesiyle sona ermesi bunca nimetlere şükredebilmek için Rabbimizi Azîm sıfatıyla zikretmek gerektiğini gösterir. Bu emrin gereği olarak Efendimiz namazda rükû tespihlerinde “sübhane rabbiyel azîm” dememizi tavsiye etmiş, böylece bu şükrü günlük ibadetlerimizin bir parçası hâline getirmiştir.

Rabbimizin azametinin kâinata yansıyan tecellisini aklımız nispetinde anlayabilmek için O’nun kâinattaki eserlerini incelemek gerekir. Kur’an sayısız ayetinde hep biz kullarını buna davet eder. Yaratıcının azametine işaret etmesi açısından fizik ve tabiat bilimlerinin kıymeti de burada devreye girer. Bilgi ve tefekkür bu azameti kavramada bir yere kadar bize yardım etse de biz aklın sınırına varıp dayandığımızda o azamet hâlâ bütün ihtişamıyla karşımızda durmaktadır. Burada idrak ve izah sona erer; hayret ve sükût başlar. O, her büyükten daha büyüktür. Hiçbir akıl, O’nun büyüklüğünü gerçek mahiyetiyle kavrayamaz. 

Cenab-ı Hak zatı itibariyle Azim’dir ve büyüklük sahibidir. İnsanlar bu azamet ve büyüklüğü kavramaktan acizdirler dedik. İnsan bir şeyin büyüklüğünü bazen gözü ile görür, bazen aklı ile kavrar, bazen hayali ile kavrar, bazen de hayal gibi en geniş duygu dahi o büyüklüğü kavramaktan aciz kalır.

Azîm isminin imanımıza tecelli etmesi ve bu sayede Allah’ı gereği gibi tanımak ve O’na layık olduğu şekilde saygı duyabilmek için bir toz zerresinden muazzam büyüklükteki galaksilere kadar bütün yaratılmışlarda Allah’ın büyüklüğünü görecek bir bakışa ulaşmalıyız; bunun için de hem bilgimizi hem de tefekkürü artırmak gerek. Bilgiyle doldurulmamış boş bir zihin evrende Allah’ın azametini görebilecek bakışa da ulaşamaz. Bir şeyin kıymetini ancak o şeyden hakkıyla anlayan takdir edebilir. Âlemlerin Rabbinin azametini takdir edebilmek de böyledir. Önce zihinde bir azamet fikrinin ve ölçütünün olması gerekir. Hiçbir zihin Allah Teala’nın ululuğunu hakkıyla tasavvur edebilecek kapasiteye sahip olmasa da hiç değilse kendi tasavvur âleminde en yüce noktaya O’nu yerleştirmeli; hiçbir mahluku O’nun yüceliği ile yarıştırmamalıdır.

Zihnimizde bir azamet ölçütü oluşturalım; Mesela: Bir fili gördüğünüzde, “Bu büyüktür.” dersiniz. Sonra bir dağa baktığınızda, “Bu daha büyüktür.” dersiniz. Sonra bir denize bakarsınız, “Bu dağdan da büyük.” dersiniz. Bu büyüklükleri göz görürken, “Dünya büyüktür.” denildiğinde, bu büyüklüğü göz kavrayamaz. Çünkü Dünya, gözün görebileceği büyüklükten daha büyüktür. Bu büyüklüğü insan ancak aklı ve bilimsel verilerle kavrayabilir.

Güneşin Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olmasını ise, akıl çok zor kavrar. Bu büyüklük, belki de aklın kavrama sınırıdır. Çünkü Dünya’yı 1.300.000 defa büyütmek ve sonra akıl ile bu büyüklüğü görebilmek çok zordur.

Bu büyüklüklerden sonra karşımıza aklın da kavrayamadığı, belki hayal ile yetişilebilecek büyüklükler çıkar. Mesela denilir ki, “Samanyolu Galaksisi’nde Güneş gibi 300 milyar yıldız vardır. Samanyolu Galaksisi’nin yarıçapı 100.000 ışık yılıdır…” Böyle büyüklükler karşısında akıl kavramaktaki acizliğini itiraf ederek, vazifeyi hayale havale eder. Hayal bir nebze bu büyüklükleri anlamaya çalışır. O da ancak bir nebze başarır.

Sonra karşımıza hayalin de kavramaktan aciz kaldığı büyükler çıkar. Mesela, Canis Majoris yıldızı… Bu yıldız, 7 Desilyon Dünya büyüklüğündedir. Rakam olarak ifade edecek olursak, bu yıldız içine tam bu kadar Dünya almaktadır: 7.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000  Şimdi, bu kadar Dünya’nın içine sığdığı yıldızın büyüklüğünü hayal edebiliyor musunuz?

Değil aklın kavraması ya da hayalin kavraması, dil bile telaffuzdan aciz kalıyor. İşte bütün bu büyüklerde Cenab-ı Hakk’ın El-Azim ismi tecelli etmiştir. Bu isme karşı bizim vazifemiz ise, bu büyük mahlûkların, el-Azim isminin bir tecellisi olduğunu düşünmek ve bu mahlûklara bakarken Azim ism-i şerifi ile Rabbimizi tesbih etmektir.

İnsanın, Allah’ın yarattığı mahlûkların büyüklüğünü anlamaktan ve idrakten aciz olduğunu gördük. Acaba mahlûkların büyüklüğünü kavramaktan aciz olan insan, o mahlûkları yoktan yaratan zatın yani Allah’ın büyüklüğünü nasıl kavrayacak? Elbette ki kavrayamaz ve anlayamaz.

O halde, el-Azim isminin Allah’ın zatına bakan tarafında, insanın bilmesi ve söylemesi gereken söz şudur: Allah Azim’dir. Zatı, her şeyden ve her büyükten daha büyüktür. Zaten bütün büyükleri yaratan da O’dur. Bildiğimiz bütün büyükler, O’nun zatı yanında küçüktürler. Ancak ben bu büyüklüğün mahiyetini anlamaktan, sırrına vakıf olmaktan ve aklımla kavramaktan acizim. Ben Allah’ın Azim olduğunu, her şeyden daha büyük olduğunu bilirim ve buna iman ederim. Ama zatındaki bu büyüklüğün mahiyetini kavramaktaki acizliğimi kabul eder, işin hakikatini Allah’ın ilmine havale ederim. Evet, Allah Azim’dir; lakin aklım, idrakim ve hayalim bu azameti anlamaktan aciz. Daha Güneş’in büyüklüğünü anlayamıyorken, güneşi ve galaksileri bir emir ile yoktan var eden zatın büyüklüğünü nasıl anlayabilirim! Buna ancak iman eder ve tasdik ederim.

Bir de bu ism-i şerifin, Allah-u Teâlâ’nın isim ve sıfatlarına bakan yönünü tefekkür edelim.

Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarında bir sınır yoktur. Mesela, kudretiyle bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkta mevsimleri de var eder ve Cennet’i de yaratır. Allah’ın kudretinde zerreler ile yıldızlar birdir. O’nun kudretine kıyasla, “Bu, şundan daha kolaydır.” denilemez. Allah için, bir sineği yaratmakla, öldükten sonra bütün insanları diriltmek aynı kolaylıktadır. İşte bu manasıyla kudret sıfatının bir sınırı yoktur. Allah-u Teâlâ, kudret sıfatındaki sınırsızlığı yönüyle Azim’dir.

Allah’ın kudreti sınırsız olduğu gibi ilmi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ ilmiyle beni bildiği gibi, bütün insanları da bilir, diğer bütün mahlûkatı da bilir. Allah’ın bilmediği hiçbir şey yoktur. O’nun ilmine kıyasla, “Bunu bilmek, şunu bilmekten daha kolaydır.” denilemez. Yine O’nun için, dünden, bugünden ve yarından bahsedilemez. Geçmiş ve gelecek, ezel ve ebed her daim O’nun gözetimindedir. İşte bu manasıyla ilim sıfatının bir sınırı yoktur. Allah ilim sıfatındaki sınırsızlığı yönüyle Azim’dir.

Allah’ın ilmi sınırsız olduğu gibi görmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Basir ismiyle beni gördüğü gibi, bütün insanları da görür, bütün mahlûkatı da görür. Her şey O’nun görüş dairesindedir. Hiçbir mahlûk O’nun görüşünden kaçamaz ve gizlenemez. İşte bu manasıyla Basar sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ Basar sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Allah’ın görmesi sınırsız olduğu gibi işitmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Semi’ ismiyle beni işittiği gibi, bütün insanları da işitir, kalplerimizin sesini de işitir, bütün mahlûkatı da işitir. Bir ses bir sese mani olmaz. İşte bu manasıyla işitme sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ işitme sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Diğer bütün isim ve sıfatları verdiğimiz örneklere kıyas edebilirsiniz. Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları sınırsızdır. İşte bu sınırsızlığı ve büyüklüğü ifade eden isim el-Azim ismidir.

Hakiki büyüklük Allah’a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve kusursuz büyüklük ancak O’nundur ve her şey O’nun büyüklüğüne şahittir. Vakıa suresinde neredeyse baştan sona kadar Rabbimizin kâinatın işleyişindeki güç ve azameti anlatıldıktan sonra surenin “O hâlde Azîm olan Rabbinin adını tespih et!” ifadesiyle sona ermesi bunca nimetlere şükredebilmek için Rabbimizi Azîm sıfatıyla zikretmek gerektiğini gösterir.

O hâlde Azîm olan Rabbimizi tespih ederek bitirelim:

Ey azamet ve saltanat sahibi! Ey azametine karşı her şeyin boyun eğdiği! Ey her şeyde azameti görünen! Ey bütün azimlerden daha azim olan! Ey izzetinde Azim, celalinde Azim, kudretinde Azim ve her isim ve sıfatlarında Azim olan! Azametinin hakkı için biz günahkâr kullarını bağışla. Senden başka hiçbir şeyi olmayan ve tek ümidi affın ve rahmetin olan şu kullarına merhamet eyle! İsim ve sıfatların hakkındaki bu çalışmamızı günahlarımıza kefaret eyle. Bizleri kendine kul ve Habibine ümmet eyle. Âmin!

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

33.El-Halim ism-i şerifi


Gazali'ye göre insan gerçek saadete ilahi ahlakla ahlaklanmakla ulaşır. Ve bunun yolunun da Allah'ın yüce isimlerinin anlamlarını gerçek manada kavrayabilmekten geldiğini söyler. Ona göre kişilik dönüşümünün temeli Allahın isimleridir.

 Kendi kişilik gelişimimizi takip edebilmek için bir gelişim tablosu hazırlayabiliriz ve hangi esma bende daha ön planda, hangisinde başarılıyım, ne kadar ilerleyebildim veya hangi esmalarda çok eksiğim. Bunları tespit edip şemaya yazar gelişimimizi takip edebiliriz.

 O halde kendini varoluşsal olarak geliştirmen ve yükselebilmen gerek, yani, kendini tekamül ettirip ne olmak, nereye varmak istiyorsun bulmalısın. Benim bir potansiyelim var. Allah-u Teala onu bende var etti, benim bunu açığa çıkartıp gerçekleştirmem gerek. Bu yolda zikir bize yardım eder. Örneğin 6 ay halim ismini zikir ediyorsun. yani beynini kodluyorsun.

Şöyle açıklayabiliriz: Duanın metafiziksel ihsanlar, lütuflar, Allah'ın yardımları yanında, fiziki olarak kanıtlanabilecek faydası da şudur: her duanız kendi kendinize koyduğunuz bir hedef ve yaptığınız bir telkindir. 

Örneğin çabuk öfkelenen birisiyseniz sizde "Halim" ismi eksik demektir. O zaman ben bu ismin ne anlama geldiğini iyice anlayıp sonra her gün bu ism-i şerifi kendime vird edinip zikrediyorum. Yani, kendi kendime bir hedef koyuyor ve bunu her gün kendime telkin ediyorum ve Allah-u Teala'nın yardımını, ihsanını ve bu ism-i şerifin üzerime tecellisini umuyorum. 

Allah-u Teala kendi isimleriyle O'na dua etmemizi istemiş fakat şu ismi şu kadar sayıyla okuyacaksın diye bir şey buyurmamıştır. İhlasla istediğimiz kadar okuyabiliriz yeter ki samimi olalım.

Halim, Hilmi çok. 


Hilm, günahkârları cezalandırmaya ve hepsini kahretmeye gücü yettiği halde; onlar hakkında yumuşak davranan ve cezalarını hemen vermeyip tehir edendir. Cenab-ı Hak bu manalarla El-Halim’dir. Kendine isyan edenleri hemen yakalamaz. Hışm ve gadapta acele etmez. Niceleri vardır ki, önüne gelene kötülük yapar, sürekli zulmeder ama başları bile ağrımaz. Bu kişilere bakıp ta yaptıklarının yanlarına kalacağını zannetmemeli­dir. Allahu teala Habirdir, onların yaptıklarından gafil değil­dir ve haksızlığı da sevmez, hakkı yerine getirir. Fakat Halim'dir, onlara tövbe etmeleri için mühlet verir, zaman tanır. Bütün günahkârları bir anda cezalandırmaya gücü yettiği halde onlara ceza vermez ve hemen yakalamaz. Bu mühlet içinde yaptıklarına pişmanlıkla tevbe edenleri afv ve mağfiret buyurur, fakat ısrar eden­ler hakkında hüküm Allah'ın iradesine kalmıştır. Dilerse affe­der, dilerse cezalandırır. Bir ismi de Adl'dir. Allah imhâl eder yani mühlet verir ama ihmal etmez.

Bu ism-i şerifte bizim için büyük bir teselli var. İsyansız günümüz, hatta saatimiz geçmiyor. Buna karşı eğer Allah-u Teala sert davransaydı, her isyan edeni hemen helak edi­verseydi, dünya yüzünde kimse kalmazdı. Allah'ın bu suretle
mühlet vermesi de büyüklüğünün şanı ve kullar için büyük ni'mettir.

Bu ism-i şerife Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret edilmiştir: “Eğer Allah insanları yaptıkları günahlar yüzünden hemen yakalayıverseydi yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Lakin onları belli bir müddete kadar geciktiriyor.” (Fatır 45)

Hakikat de bu ayetin işaret ettiği gibidir. Eğer Allah-u Teâlâ her günah işleyeni hemen yakalayıp ceza verseydi âlemde kimse kalmazdı. Fakat O, kullarına hilm ve ikramla muamele eder. Düşmanlarının rızkını bile ayaklarına gönderir. Has kullarına ikram ederken, firavunların sofrasından da nimetlerini eksik etmez. Bütün bunları, insanların yaptığı hataları ve işledikleri günahları görürken ve onlara ceza vermeye gücü yeterken yapar.

O öyle bir Halim’dir ki, kusurların üzerine perde çeker. Günahkârları affeder. Tövbe edenleri bağışlar. Affı azabını, rahmeti gazabını geçmiştir. Asilerin sığınağı, korkanların umudu, günahkârların kurtarıcısıdır. Suçu sebebiyle suçluyu hemen azarlamaz. Her çirkin şeyin üzerini örter. Günahlar üzerindeki perdeyi yırtmaz. Affı büyük, mağfireti geniş, rahmeti bol ve halimiyeti güzeldir.

Bu ismi şeriften bizim hissemiz şu olmalıdır:

Evvela bilmeliyiz ki, günahlarımıza hemen ceza verilmemesi, bilinmediğimizden ya da görünmediğimizden değildir. Günahlarımıza hemen ceza verilmemesi, Allah’ın Halim ismi şerifinin üzerimizdeki tecellisi sebebiyledir. Yoksa zannetmeyelim ki, -hâşâ- Allah bizi görmüyor, isyanımıza öfkelenmiyor; günahlarımız kaydedilmiyor, isyanımız cezasız kalacak…

 O bizi biliyor. Bize şah damarımızdan daha yakın. Ancak mühlet veriyor, hemen yakalamıyor; çünkü Halim’dir. Hilm ile muamele etmek O’nun şanındandır. Fakat gün gelir, artık o hilmin tecellisine liyakatımızı kaybederiz, layık olmayız; işte o zaman Halim isminin tecellisine karşılık, Aziz ismiyle, Celil ismiyle, Kahhar ismiyle bize muamele eder.

Bu isimlerinin tecellisinden sana sığınıyoruz Allah'ım. Gazabından rızana, azabından affına, Senden yine Sana sığınırız. Bize her daim El-Halim isminle muamele et. Kusurumuzu affet, yüzümüze vurma, günahlarımız sebebiyle bizi yakalama, isyanlarımız sebebiyle bizi mahcup ve rezil etme!

Bu ismi şeriften 2. hissemiz de şu olmalıdır: Nasıl ki Cenab-ı hak Halim’dir ve bize hilmle muamele ediyor, kusurumuz sebebiyle bizi hemen yakalamıyor ve isyanımızı hemen yüzümüze vurmuyor; Biz de bu ismin ahlakıyla ahlaklanmalıyız. Yani; karşımızdakilere bağırmamak, öfkelenmemek, aceleci davranmamak, düşünerek ölçüp biçmek olarak davranabilmeliyiz. Ayrıca bize karşı kusur edenlere hilmle muamele etmeliyiz. Onların kusurlarını örtmeli, ayıplarını görmemeli, onlara mühlet vermeli; gurur ve kibirden sakınmalıyız.

Cenab-ı Hak bizleri, bu ismi- şerifin ahlakıyla ahlaklanmış kulları zümresine dâhil etsin. Hem bu dünyada hem de ahirette bizlere bu ismi-i şerifiyle muamele buyursun Âmin!

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
Vaize Fatma Bayram'ın Esmaü'l Hüsna Derlerinden faydalanılmıştır.