28 Ekim 2018 Pazar

Tevekkül Nedir? Tevekkül Etmek ile Çalışmak Birbirine Zıt Mıdır?

Tevekkül; bir sonuca ulaşmak için gerekli olan sebeplere başvurduktan sonra başarıyı Allahu Teala’dan beklemek ve Onun takdirine razı olmaktır. İnsanın, Allah’a güvenmesinin bir diğer adıdır tevekkül. Said Nursi Hazretleri tevekkülü şu şekilde tanımlamıştır :

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.

| Sözler, 23.Söz, 3. Nokta

Tevekkül Nasıl Yapılmalıdır?

Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim‘de ayetleriyle ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de hadis-i şerifleriyle bize tevekkül nasıl yapılmalıdır bildiriyorlar;

Ey Resulüm! Sen müminlerin içinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tâbi olarak namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında, diğer kısım arkanızda beklesinler. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, sana tâbi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsun ve silahlarını da yanlarına alsınlar. Kâfirler sizi silahsız ve teçhizatsız vaziyette iken kıstırıp, birden baskın yaparak işinizi bitirmek isterler. Eğer yağmur sebebiyle zahmet çekerseniz yahut hasta düşmüş iseniz, silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber yine de tedbiri elden bırakmayın. Muhakkak ki Allah kâfirler için, zelil ve perişan eden bir azap hazırlamıştır.

| Nisa Suresi / 102. Ayet Meali

Açıkça anlaşıldığı gibi Allahu Teala, her zaman tedbiri alıp öyle tevekkül etmemizi istiyor. Başka bir ayet-i kerimede Rabbimiz, Yakub aleyhisselam’ın evlatlarına olan nasihatini bizlere şöyle bildiriyor;

Ve “Evlatlarım!” diye ilave etti : “Şehre aynı kapıdan değil de, ayrı ayrı kapılardan girin.Gerçi ben ne yapsam, Allah’tan gelecek takdiri önleyemem.Zira hüküm yetkisi, yalnız Allah’ındır. Onun içindir ki ben ancak O’na dayanır, O’na güvenirim.Tevekkül edenler de yalnız O’na dayanıp güvenmelidirler.”

| Yusuf Suresi / 67. Ayet Meali

Başka bir ayette ise Allahu Teala buyuruyor ki;

Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi! O muhacirler hak yolda sabreder ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenirler.

| Nahl Suresi / 41-42. Ayet Meali

Tedbir almak Allah’a güvenmeye engel değildir. Allah sebepleri yaratmıştır ve bizlerden o sebeplere başvurup sonra O’na dayanıp güvenmemizi, sonuç ne olursa olsun her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğunu bilmemizi ister. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam şöyle buyurmuştur;

Kuvvetli mü’min Allah katında zayıf mü’minden daha hayırlı ve sevimlidir. Ama her ikisinde de hayır vardır. Sana fayda verecek şeye çaba göster. Allah’tan yardım dile ve acizlik gösterme. Sakın ola, “Keşke şöyle yapsaydım şöyle olurdu!” deme. Çünkü ‘keşke’ sözü şeytanın ameline kapı aralar.

| Müslim, Kader, 64

Bir başka hadis-i şerifte sahabe efendilerimizden Avf b. Malik radıyallahu anh şöyle rivayet etmiştir;

Rasulullah aleyhissalatu vesselam, davalı iki kişi arasında hüküm verdi. Aleyhinde hüküm verilen kişi dönüp giderken,

“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dedi.

Bunun üzerine Rasulullah aleyhissalatu vesselam buyurdu ki :

“Allah Teala ihmalkar davrananları kınar. Üzerinize düşen, akıllıca hareket etmektir. Ancak buna rağmen bir işte başarılı olamadığın zaman, ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ demelisin.”

| Ebu Davud, Akzıye, 29; Süyuti, el-Camiu’s-Sagir, nr. 1940

Başka bir hadis-i şerifte ise;

Bir sahabe,

“Ey Allah’ın Resulü! Devemi bağlayıp da mı tevekkül edeyim, yoksa salıverip de mi tevekkül edeyim?”

diye sordu. Rasulullah aleyhissalatu vesselam da ;

“Deveni bağla öyle tevekkül et!” buyurdu.

| Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyamet, 60; Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr. 1210

Tevekkülün Önemi

Tevekkül etmenin bizler için en büyük önemi Allah’ın rızasını, sevgisini ve yardımını kazanmamızdır.

Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.

| Al-i İmran Suresi / 159-160. Ayet Meali

Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler. Bundan dolayı Allah’tan bir nimet ve lütufla kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan geri döndüler ve Allah’ın rızasına uydular. Allah, büyük lütuf sahibidir.

| Al-i İmran Suresi / 173-174. Ayet Meali

Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.

| Enfal Suresi / 2. Ayet Meali

Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.

| Talak Suresi / 3. Ayet Meali

Allahu Teala, ayetlerinde mü’minlere, kendisine dayanıp güvenene yardım edeceğini bildiriyor. Her şeye gücü yeten ve “Ol” dediğinde “Olduran” Rabbimize dayanıp güvenmenin huzuru ve verdiği manevi güven bize tevekkülün çok önemli olduğunu gösteriyor. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamıştır :

İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. “ Tevekkeltü alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker. Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (dünya ve ahiret mutluluğunu) iktiza eder.

| Sözler, 23.Söz, 3. Nokta

Tevekkül Etmek ile Çalışmak Birbirine Zıt Mıdır?


Çalışıp çabalamadan yan gelip yatan, sonra da “Biz mütevekkil kimseleriz” diye caka satan kimseleri Hz.Ömer radıyallahu anh,

Siz Allah’a değil, başkalarının malına güvenen kimselersiniz. Mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allah’a güvenen insandır.

diye azarlamıştı. (İbn Recep el-Hanbeli, Camiu’l-ulum ve’l-hikem)

Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve Hz.Ömer radıyallahu anh’ın bu sözlerinden anlaşılıyor ki, mütevekkil insanlar işiyle uğraşan, ailesinin rızkını kazanmaya gayret edenlerdir. Allah’a güvendiğini göstermenin en iyi yolu; çiftiyle, çubuğuyla, sanatıyla, ticaretiyle meşgul olmak, kimseye el açmamak ve kimseden bir şey beklememektir. Sebeplere başvurup fiili duamızı yaparak sonuçlarını Allah’tan beklemek ve sonuç ne olursa olsun Allah’ın takdir ettiğine güvenmek, gerçek anlamda tevekkül etmektir. Rabbimiz, rızkımız için çalışmamız gerektiğini bir ayetinde şöyle bildiriyor;

Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.

| Cum’a Suresi / 10. Ayet Meali

Öyle ise mü’min kişi, tembellik ile tevekkülü karıştırmamalıdır. Ders çalışmadan yüksek not almayı istemek, helal yoldan para kazanmaya çalışmadan rızkın gelmesini beklemek, tedavi olmadan şifa bulmayı düşünmek tevekküle zıttır.

Kaynaklar :
| Fazıl İlahi, Rızkı Artıran Etkenler, Polen Yayınları, 2006
| M. Yaşar Kandemir, Peygamberimin Sevdiği Müslüman, Zafer Yayınları, 2010


22 Ekim 2018 Pazartesi

Kur'an'da matematiksel mucize var mı?


Soru:
Kur'an-ı Kerim'in Matematiksel Mucizelerinden bahseder misiniz. (Gün kelimesinin 365 kere ay kelimesinin 12 kere günler kelimesinin de 30 defa geçmesi gibi). Ve daha bir çok Matematiksel ve istatistiki mucizeler.

Cevap:
Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğunu anlamamızı sağlayan birçok mucize nitelikleri vardır; bunların başında onun muhtevası (anlattığı şeyler) ve lafzındaki taklit edilemez güzellik ve özelliklerdir. Bunların dışında bazı edebiyatçılar yine lafza yönelik ilgi çekici san'atlar, tevâfuklar bulmuşlardır. Soruda bahsedilen gün (yevm), ay (şehr) kelimelerine "el-Mu'cem..." isimli kitaptan baktım, orada verilen rakkam (365) ve (12) değil. Ancak birisi bizzat saymış da bu rakkamları tesbit etmiş ise ona da hayret etmem; Eşsiz muhteva ve lafzıyla mucize olduğuna inandığım ilâhî kitaba bir de sayı ile ilgili mucizenin bulunduğunu anlamış olurum ve bu anlayış benim imanımı arttırmaz; çünkü o artmayacak kadar tamdır.


21 Ekim 2018 Pazar

MÜSTAKÎM

Düz, doğru ve hatasız olan; namuslu, ahlâklı ve doğruluk üzere bulunan kimse.

Müstakim kelimesi Kur'ân'da otuz yedi ayrı yerde geçmektedir. Bunların ilki Fatiha suresindeki "Bizi doğru yola ilet" (el-Fatiha 1/6) ayetidir.

Bu ayetteki "sırat-r müstakîm" doğru yol şeklinde tercüme edilir. Hiç bir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru yol veya cadde demektir. Fakat bu cadde, bu yol, manevî bir yoldur. Yüce Allah'ın ortaya koyduğu, batıl olmayan, izleyenleri hayra götüren hak yoldur. Kur'an'da bir kaç yerde geçen "sırat-ı müstakîm", müfessirler tarafından Allah yolu, hak yol, Allah'ın kitâbı (Kur'an-ı Kerim), Îmân, imâna tabi olanların yolu, İslâm, İslâm şeriatı, Peygamberimiz (s.a.s)'in sünnetleri, O'nun ve ashâbının yolu, Ehl-i Sünnet vel Cemâat'ın yolu, Cennet yolu, kısacası İslâm ümmetinin yolu diye tarif edilmiştir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1971, 1, 123 vd).

Bu ayetteki istikamet; marifet gibi Allah'ın verdiği bir hidayet ve rahmettir. Allah'a ihlâs ve samimiyetle inanmanın ürünüdür. Mü'minlerin Allah'tan en çok istedikleri nimetlerden biri bu yoldur. Ondan sonra gelen ayette, sırât-ı müstakîm'in ilâhî bir nimet, mutluluk ve saadet olduğu, Allah'ın gazabına uğrayan ve sapık olanların yolu olmadığı anlatılmaktadır (Muhammed Ali es-Sâbûnî, Revâi'l-Beyân Tefsir'u Ayâti'l-Ahkâm Mine'l-Kur'ân, Dımaşk I977, I, 35, 36).

"Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na kulluk edin, doğru yol (sırat-ı müstakim) budur" (Alu İmrân, 3/51).

Bu ayetteki ifade, hem Hz. Muhammed (s.a.s)'in ve hem diğer peygamberlerin ortak ifadesidir. Bütün peygamberler insanları Allah'a kullukta bulunmaya davet etmişlerdir. Bu durumun sırât-ı müstakîm olduğu, burada vurgulanmaktadır (ez-ZemahŞerî, el-Keşşaf, Kahire 1977,1, 176). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadiste, bu ayetin açıklaması mahiyetinde şöyle buyurmuştur: "Allah'a inandım (imân ettim) de ve müstakîm (istikamet sahibi, doğru) ol!.. " (Müslim, İmân, 67; Ahmed b. Hanbel, III 413, IV, 385).

"Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o doğru yola iletilmiştir" (Alu İmrân, 3/101).

Görüldüğü gibi bu ayette de, müstakîm olan (doğru) yol, Allah'a O'nun dinine sarılmak veya bütün işlerimizde O'na sığınmak olarak tarif edilmiştir (Kâdî el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Mısır 1955, I, 73).

"Allah dilediği kimseyi saptırır (şaşırtır), dilediği kimseyi de doğru yola koyar" (el-E'n'âm, 6/39).

Bu ayete göre ise, Yüce Allah müstakîm (doğru) yolu, sapıklığın zıddı ve ilâhî bir lütuf olarak haber vermiştir (ez-Zemâhşerî el-Keşşâf, II, 66).

"Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun" mealindeki ayette de sırat-ı müstakîm, Allah ve Peygamber yolu olan İslâm dini olarak tanıtılmaktadır (Tefsiru'l-İmâmeyn el-Celîleyn, Dımaşk, s. 458). Bununla berâber sırât-ı müstakîm, Peygamber yolu olarak tarif edilmiştir (Yasin, 36/4; el-Har 22/54; eş-Şurâ 42/52; ez-Zuhruf 43/43). Ayrıca (el-En'âm, 6/126, 135; Hud, 11/56); sırat-ı müstakîm, Allah yolu bazan hidayet (el-En'âm, 6/87; Yunus 10/25; es-Saffât 37/118; en-Nisâ, 4/68, 175; el-Feth 48/2, 20), bazan ibadet (Meryem, 19/36; Yasin 36/61; ez-Zuhruf, 43/64; en-Nahl 16/76) ve bazan da adâlet anlamında kullanılmıştır.

Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in de, "müstakîm" kelimesinin ifâde ettiği doğruluk, dürüstlük ve İslâm'a tabi olma hususunda söylediği hayli hadisi vardır. Hz. Peygamber; "Doğru, dürüst olun, felâha kavuşursunuz"buyurmak suretiyle, felâha kavuşup çeşitli sıkıntı, huzursuzluk ve perişanlıklardan kurtulmanın, müstakîm (doğru, dürüst) olmaya bağlı olduğunu anlatmıştır. Bununla beraber o, "Doğru, dürüst ve birlikte olun!.. " (Ahmed b. Hanbel, IV, 231) diyerek, müslümanların bu yolda birleşmelerini emretmiştir.

"Allah'tan korkmanız, takva sahibi olmanız ve doğru dürüst olmanız ne güzeldir!.. " (ed-Dârimî, Mukaddime, 19) demek suretiyle, müstakîm olmayı övmüştür.

Müstakîm kelimesinin, bu kadar ayet ve hadiste anılması ve tavsiye edilmesi, ifâde ettiği geniş manayı ve bunun İslâm dinindeki önemini ortaya koymaktadır.

Nureddin TURGAY

“Sırat-ı mustakim” nedir?

İstikamet için, “orta yol”, “dosdoğru yol”, “pürüzsüz yol”, “adalet” gibi değişik ama birbirine yakın tarifler getirilmiş. Bu yolu Kur’an-ı Kerim, “göklerde ve yerde olan her şeyin kendisine ait olduğu Allah’ın yolu” (Şura, 53) ve “Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu”( Nisa, 69) olarak izah eder. Ve bu yol cennete çıkar.

Müminler her namazın bütün rekâtlarında fatiha-yı şerifeyi okur ve Allah’tan sırat-ı müstakime hidayet isterler. Bu yolu istikametle tamamlayanlar eşsiz saadet yurdu olan cennete varırlar. Sıratın altı cehennem. Hangi tarafa sapılsa o dehşet saçan azap beldesine düşülür.

Biz Rabbimizden sırat-ı müstakime hidayetimizi dilemekle, bu dünyada ömrümüzü istikamet çizgisinde geçirmeyi, yâni kıldan ince, kılıçtan keskin olan sıratı bu dünyada geçmeyi istemiş oluyoruz. Gerçekten de bu dünyada bütün işlerimizi, sözlerimizi, hallerimizi istikamet çizgisinde tutabilmemiz oldukça zor. Ama bu ince ve keskin yolu aşırılıklara sapmadan tamamlamadıkça da âhirette sıratı geçmemiz mümkün değil...

Sırat, cehennem üzerinde kurulmuş. Bizim bütün işlerimizin de önü cennet, altı cehennem gibi, hangi işimizi Allah’ın rıza çizgisinden saparak işlesek, günaha girmiş, isyana düşmüş oluruz. Bunlar ise dünyada cehennem habercileridir.

İstikamet, rıza beldesine götürür. Gerçek lezzet ve saadetin o ebedî yurduna ulaştırır.
İstikamet, her türlü aşırılıktan uzak olan orta yol. Dünyada mesut olmanın yolu da bundan geçmiyor mu? Bedenimiz bütün organlarıyla, kalbimiz bütün his dünyasıyla, hep istikamet üzere bulunmadıkça saadete ermemiz mümkün mü?

Gözümüz ne miyop olacak, ne hipermetrop. Tansiyonumuz ne yüksek olacak ne düşük... Beynimizi çalıştıran mekanizmanın elektrik akımı ne düşük olacak ne yüksek. Kalp atışlarımız belli sınırlar arasında gerçekleşecek. Vücut ısımız da öyle...

Yetmiş trilyon hücremizde gerçekleşen bunca faaliyetin hepsi istikamet üzere olacak ki biz, bedenimizle uğraşmayalım da başka işlerin peşinde koşabilelim. Aksi halde ömrümüz hep kliniklerde geçer.
...
Bir oyun, bir aldatmaca ile karşı karşıyayız. İçimizde bir düşman saklı. Bedenimize zarar veren her şeyi ânında hissettiğimiz ve çaresini bulmaya koştuğumuz halde, kalbimizi yaralayan, his dünyamızı çizgiden çıkaran, aklımızı tehlikeli sahalarda dolaştıran manevî hastalıklara karşı aynı hassasiyeti gösteremiyoruz. Daha kötüsü bunlar hoşumuza gidiyor. İşte karayı ak gösteren, zehiri zevkle yudumlayan bu gizli düşmanımız, nefis... İçimizdeki bu düşman, insî ve cinnî şeytanlarla işbirliğine girince ruhumuz sarsıntıya uğruyor, istikamet çizgisinden uzaklaşıyor. Halbuki bizim için asıl tehlike, dünyevî istirahatımızın bozulması değil, ebedî saadetimizin kaybolması. Ama, o nefis bunu ikinci plâna atıp berikini öne almayı becerebiliyor.

Biz bu durmak dinlenmek bilmez düşmanlarımıza karşı Rabbimize, bizi sırat-ı müstakime hidayet etmesi için niyazda bulunuyoruz. Bunun yolunun da ‘Ancak O’na ibadet etmek ve O’ndan yardım dilemekten” geçtiğini biliyoruz.
Düşünüyoruz da, bize karşı hata yapan bir dostumuzu affetmeyi bir türlü başaramıyoruz. Ona mutlaka karşılık vermek ve ondan acı bir intikam almak geliyor içimizden. Bu düşünce bizi şu hakikate ulaştırıyor: “Bez bir tek hissimizi susturamazken, bütün ruh dünyamızı nasıl düzene sokabiliriz. Bu ancak Rabbimizin ihsanı, keremi ve hidayetiyle olabilir. Her hissi ve duygusuyla ruhumuzun istikamet üzere bulunması, onun lütfu olmaksızın mümkün değil.”

İnanmak kalp için en büyük hidayet... İnanan kalp istikamet üzeredir. Mü’minin kalbi, mekândan münezzeh olan Rabbine yönelmiştir. Neye baksa onda İlâhî isimlerden bir tecelli görür. Kendisini o eserin yanına hayalen getirir ve “ikimizi de güzelce terbiye eden Allah’a hamd olsun” der. Sonra bu ikiye üçler dörtler, binler yüz binler eklenir. Ve kalp, âlemlerin Rabbine hamd ile teveccüh eder. Bu noktaya varan bir kalp neyi severse sevsin yine istikamet çizgisindedir. Allah’tan gâfil olan bir kalp ise mahlûkattan her neyi sevse, önüne bir gaflet perdesi daha eklemiş, Rabbinden biraz daha uzaklaşmış olur.

İşte bu sayısız mahlûkat ve hâdisat içinde istikameti kaybetmemek büyük bir meseledir. Ve bu ağır imtihan ancak Allah’ın hidayetiyle başarılabilir. Yoksa insan maddede boğulur, sebeplerde kaybolur ve mahvolur.

Münkir yahut müşrik olma tehlikelerinden kurtulup da Allah’a iman eden bir kalp istikamete ermiştir. Bir de kalpteki imanın istikameti var. Bu da ehl-i sünnet itikadıyla mümkün. Buna sadece bir misal: Kader imanın bir rüknü. Kulun cüz’î iradesini inkâr eden Cebriye mezhebi de, kulu kendi fiilinin hâlikı kabul eden Mutezile de istikametten uzaklaşmıştır. Orta yol, ihtiyarî fiillerde kesbin, yâni istemenin kuldan, yaratmanın ise Allah’tan olduğuna inanmak. İşte istikamet budur.

Nur külliyatından İşârât-ül İ’caz’da, sırat-ı müstakimin, “şecaat, iffet ve hikmetin mezcinden ve hülâsasından hâsıl olan Adl ve adalete işaret olduğu” ifade edilerek şu açıklamalara yer verilir:

“Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.

Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Vasat mertebesi şecaattır ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak sûretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir içtinap eder.”

İşte insan ruhundaki bütün kuvvelerin, duyuların ve hislerin böylece ifrat ve tefritten kurtulmasıyla insan istikametli bir mü’min olur.

Kalp iman ile hidayete erdi mi, sıra salih amele gelmiştir. İnsan amel âlemini, fiil dünyasını da hak çizgisinde tutacaktır ki gerçek istikamete erebilsin. Bakışı istikametli olacak, harama kaymayacaktır. Konuşması doğru olacak, her şeyi olduğu gibi anlatacaktır. Ne aşırı methe, ne de insafsızca kötülemelere lisanında yer olmayacaktır. Ticareti dürüst olacak, aldatmaktan, faizden, ihtikardan uzak kalacaktır. Bütün bunlar nefsin hoşuna gitmeyen şeyler. Zaten istikamet de nefsin gösterdiği yönün aksi değil mi?

İstikametin bir tarifi de, ahlâkın bütün şubelerinde aşırılıklarından uzak olan orta yolu tutmak.
Sahavet, yâni cömertlik güzel ahlâkın bir şubesi. Ne savurgan, ne de cimri olmayan insan bu ahlâka sahip demektir. Adalet bir başka güzel ahlâk. İnsan ne başkasına zulmedecek, ne de hakkını korumaktan âciz kalarak, muhatabının zâlim olmasına sebep olacaktır. Bir de insanın kendi nefsine zulmetmesi var. Kendisine verilen İlâhî emanetleri yerinde kullanmayan insan cehenneme girmekle nefsine zulmetmiş olur.

Güzel ahlâkın başta gelen bir şubesi de tevekkül. Sebeplere teşebbüs eden ve neticeye razı olan insan tevekkülün sırrına ermiştir ve istikamet üzeredir.
Bir mü’min, “bizi istikamet yoluna hidayet buyur” diye dua etmekle, Rabbinden istikameti bütün şubeleriyle yaşama talebinde bulunmuş olur. Ve bu duasına bütün mü’minleri de dahil eder.

Namazda bütün yüzler Kâbe’ye döndüğü gibi, bütün ruhlar da Kur’an’a uyacaktır ki cemiyet hayatı istikametini bulabilsin. “Bizi sırat-ı müstakime hidayet buyur” duasını Kur’an-ı Kerim’inde bize ders veren Rabbimiz, âhiret saadeti gibi dünya huzurunun da istikametten geçtiğine dikkatimizi çekiyor. Bu yoldan sapanların “Mağdup” ve “dallin” olacaklarını haber veriyor bize. Mağdup, Allah’ın gazabına uğramış, kahrına hedef olmuş insanlar. Dallin ise yanlış inançların esiri olmuş zavallılar. İkisinin de sonu azap, ikisinin de âkıbeti hüsran. Tefsir âlimlerimiz, mağdub grubu için Yahudiler, dallin için ise Hıristiyanlardır demişler? Bu beyanların ışığında karşımıza şu gerçek bütün berraklığıyla çıkıyor:

“Ne Yahudi, ne de Hıristiyan menşeli kültürler istikamet üzeredirler ve ne de bizi huzur ve saadete eriştirebilirler.” Geliniz batılılardan yüz çevirip hakka dönelim. Aksi halde, yanlış tercihimizin cezasını dünyada ahlâk buhranlarıyla, ruhî sıkıntılarla ve anarşiyle çekeriz; âhiretteki azabımız ise pek çetin olur.

20 Ekim 2018 Cumartesi

Ömrünü imanlı olarak geçirip, son anda kafir olarak ölenin durumu

Ömrünü imanlı olarak geçirip, son anda kafir olarak ölenin cehenneme, bir kafirin yetmiş sene imansız yaşayıp son günlerinde iman edip cennete girmesi nasıl açıklanabilir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Soruda geçen konuyla ilgili Abdullah İbni Mes’ûd'un şöyle bir açıklaması var:

"Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim ki, sizden biri, cennetliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesâfe kalır da, sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer, cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve cehenneme girer. Yine sizden biri cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesâfe kalır; sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer ve o kişi cennetliklerin yaptığı işleri yapmaya devâm eder de, neticede cennete girer."
(Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader 1)

Abdullah İbni Mes’ûd, yaygın olarak meydana gelmese bile, bazı kere herkesin dikkatini çeken bir hususa açıklık getirmektedir. Bu husus, hayatı boyunca cehenneme girmeye sebep olacak işleri yapıp sonunda cennetlik olmak veya cennete girmeye vesile olacak işleri yapıp sonunda cehennemlik olmaktır.

Allah’ın bir lutfu olmak üzere, birinciler çok görülürse de ikinci sınıfa girenler son derece azdır. Ömrünü küfür ve isyân bataklığında geçirmiş veya günahlara dalmış nice insanın, hayatının sonunda hakikatı seçtiği ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanacak iyi işler yaptığı bilinen ve görülen bir gerçektir.

Bu rivayet, insan ile cennet veya cehennem arasındaki mesafeyi arşın gibi kısa bir uzunluk birimiyle açıklarken, bu ikisine girmede davranışlarımızın önemini ortaya koymuş, iyi ve güzel işler yapmamız, kötü ve çirkin işler yapmaktan da sakınmamız gerektiğine dikkatimizi çekmiştir.

Bazı rivayetlerde, İbni Mes’ûd’a ait olan bu ifadelerin, peygamberimiz’in (asm) sözü olarak nakledildiğini görmekteyiz. (bk. Bagavî, Şerhu’s-sünne, I, 128 vd.; Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 18 vd.)

Bu konu hakkında birkaç maddeyi beraber analiz etmek lazımdır.

1. Allah’ın hiç kimse ile bir anlaşması yoktur. Yani, “Ey insan belirli bir süre iman ve İslam dairesinde ömrünü geçirsen sana imanla gitmeyi kendime farz kılarım” diye bir sözü yoktur. Onun için ömrümüzün sonuna kadar korku ve ümit arasında yaşamak gerekir.

2. Münkir yahut müşrik olma tehlikelerinden kurtulup da Allah’a iman eden bir kalp, istikamete ermiştir. Bir de kalpteki imanın istikameti var. Bu da ehlisünnet itikadıyla mümkün. Buna sadece bir misal: Kader imanın bir rüknü. Kulun cüz’î iradesini inkâr eden Cebriye mezhebi de, kulu kendi fiilinin hâlikı kabul eden Mutezile de istikametten uzaklaşmıştır. Orta yol, ihtiyarî fiillerde kesbin, yâni istemenin kuldan, yaratmanın ise Allah’tan olduğuna inanmak. İşte istikamet budur.

3. Gerçi “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” hadis-i şerifi mevcuttur. Fakat bu gibi rivayetler genellik ve çokluk ifade etmektedirler, yüzde yüz anlamında değildir.

4. Bir memur otuz sene devlet dairesinde çalışır ve devletten istifa edebilir. Böyle bir memura artık devlet memuru denmez. Veya bir şoför 1000 km.’lik bir yolculuğa çıkar. 995 km’lik mesafeye kadar arabayı iyi kullanır. Sonra gideceği yere 5 km kala arabayı şarampole sürer ve feci sona sebep olabilir. Bunlar gibi bir insan yetmiş sene mü’min olarak yaşar; daha sonra manen İslam dairesinden istifa edebilir.

5. Diğer taraftan yetmiş yıl Allah'ı inkar eden bir adamın, bundan sonra iman edip cennete gitmesi de bunun tam aksidir. Sorunuza göre olayı tersinden alırsak böyle bir soru daha çıkar. Binlerce yıl karanlıkta kalmış bir odaya ışık yakmakla hemen aydınlanır. Yine binlerce yıl aydınlık olmuş bir odanın ışığını söndürmekle de hemen kararır. Ne önceki karanlık sonraki aydınlığa, ne de önceki aydınlık sonraki karanlığa tesir eder. İman ışıktır; söner sönmez insanın kalp odası kararır.

6. Bununla beraber önce inanıp sonra inkar eden birisinin, hiç inanmayan birine göre cehennemde azaplarının bir olmayacağını Allah’ın rahmetinden ümit ederiz.

7. İnsan her zaman ümit ve korku arasında olmalıdır. İman eden birisi "ben artık Cennetliğim ne yapsam bana zarar vermez" diyerek geleceğinden emin olabilir. Diğer taraftan Kafir olan birisi de "ben artık ne yapsam kurtulamam çünkü Cehennemliğim" diyebilir. Bunun ikisi de yanlıştır.

8. İman bir süreçtir. Sebat ve istikamet imanın gereklerindendir. Allah’ın bizden istediği yalnız iman etmek değildir; imanla ölmektir. Yani süreci tamamlamaktır. Mesela, bir otomobil yarışmasında yarışmaya birincilikle başlamaktan çok birincilikle tamamlamak temel gayedir. Son on saniyesine kadar birincilikle devam edip son anda kaybedebilir. Nice futbol maçlarında beş sıfır öne geçtikten sonra, bu başarıyı sonuna kadar koruyamadıkları için mağlup düşen takımlar olmuştur. Çünkü başarı bir süreçtir. Doksan dakikaya dağıtılmıştır. İnsandaki, iman başarısı ise bir ömrün tümüne dağıtılmıştır.

9. İman, tıpkı toprağa atılan bir tohum gibi, zamanla tekamül eder, olgunlaşır. Bu süre içinde bakıma, korumaya ve beslenmeye muhtaçtır. Efendimiz (sas), imanın zamanla eskidiğini, yıprandığını ifade eden beyanları vardır. Devletler zamanın şartlarına göre kendilerini yenileyemediklerinde sonlarını hazırladıkları gibi, zamanın itikadı ve fikri şüphe ve tereddütlerine karşı beslenemeyen bir iman da zamanla istikametini kaybedebilir.

10. Bu rivayet, insanın yaptığı iyi ve güzel amellerle gururlanmamasını, kendini beğenme, kibirlenme ve kötü huy gibi sevilmeyen hallerden uzak durmasını tavsiye etmekte, öte yandan işlediği bir takım günahlar sebebiyle Allah’tan ümit kesmeyip korku ile ümit arasında bir hayat sürmesi icâb ettiğini bize öğretmektedir.

11. Ayrıca, bu rivayet, dünyada insanlar hakkında cennetlik cehennemlik gibi kesin hükümler vermenin doğru olmadığını da göstermektedir.

Bu gibi nedenlerden dolayı bir insanın yapması gereken şey; daima imanlı bir şekilde kabre girmesi için Allah’a dua etmesi ve imanına uygun bir hayat sürmesidir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

19 Ekim 2018 Cuma

Niçin kadının birden fazla erkekle evlenme hakkı yoktur?


Kur'an-ı Kerim bize öncelikle tek eşliliği tavsiye etmektedir. Ancak şartlar gereği birden fazla evliliğin gerekli olduğu durumlarda adaletli olmayı emretmektedir.

Ayrıca İslam birden ikiye üçe çıkarmamış, daha yüksek sayılardan aşağıya çekmiştir. Kadın neslinin erkeklere göre fazla olması da kadınlara meşru yoldan bir yol açılmış oluyor.

Diğer taraftan erkeğin uzun müddet yaşlılık yıllarına kadar cinsel arzusunun devam etmesi, kadının hem arzularının erken kesilmesi hem de ayın belli zamanlarında adet halinde olması ve bazen hamile kalarak uzun müddet cinsel ilişkiye girememe gibi durumlar dikkate alınınca, olayın boyutları daha iyi anlaşılacaktır.

Dini hükümlerin bir kısmı taabbudi dediğimiz akla tabi olmayan ve aklın değil teslimiyetin hakim olduğu kurallar manzumesidir. Mesela sabah namazının iki, öğle namazının dört rekat olması akla tabi olan bir mesele değildir. Tamamıyla Allah’ın istediği bir şeydir. Bir kısmı ise, makul-ul mana dediğimiz tamamıyla mantık ve ilim ile hikmetin bulunduğu kısımdır. Bu kısımda bir Müslüman alim veya bilim adamı, kendi ihtisas alanı içerisindeki bir İslami meseleyi tartışabilir, fikir beyan edebilir veya mantık yürütebilir. Mesela "domuz eti neden haram kılınmıştır, içki neden haram kılınmıştır v.s." gibi meseleleri ilim ve hikmet düsturu ile açıklayabilir. Mantığa dayalı olan ikinci kısım taabbudi kısma göre daha geniştir. Bu durumda sorduğunuz soruya “Allah böyle irade ettiği için.”deriz.

Bir kadın ve erkeğin birleşmesinden meydana gelen çocuğun annesi bellidir; fakat babası belli olmasa nesiller karışır. Şayet bir kadın birkaç erkekle evlilik yapsa o zaman doğan çocuğun kime isnat edileceği belli olmaz. Düşünün bir kadının dört tane kocası var. Hepsi de kadınla yakınlık kuruyor. Doğacak çocuk kime ait olacak. Anne bir baba dört tane. Düşünülebilir mi böyle bir şey. En önce kadınla yakınlık kuran baba oldu diyelim, diğerleri, çocuk doğuncaya kadar ne yapacak? Bütün bunlar bir neslin karışması değil sadece, erkeklerin kavgası, kadınların da perişan olması demektir. Bu sadece bir hikmettir. Bununla beraber binlerce hikmetler olabilir. Fakat bütün bu hikmetler illet dediğimiz Allah’ın emri yerine geçemez. Yani bu çocuğun kime ait olduğu belli olsa ve tıp böyle bir ilerleme kaydetse, bir kadının birden çok erkekle evliliği caiz olur mu? Elcevap hayır. Çünkü, Allah bir kadının bir erkekle evlilik yapabileceği emrini vermiştir;(bk. Nisa, 4/24) binlerce hikmet bu emr-i ilahiyi kaldırmaz.

Allah kadına ait olma, birilerine bağlanma duygusu vermiştir. Erkeğe ise sahib olma, birilerini kendine bağlama duygusu vermiştir. O nedenle kadının erkek gibi davranıp birkaç erkeği nikahına alması onları idare etmesi düşünülemez, bu onun tabiatına aykırıdır. Bu fıtratın muktezası olarak pek az ilkel kabileler dışında tarih boyunca erkekler çok evlilik yaptığı halde kadınlar birden fazla erkekle evlenmemiştir.

Selam ve dua ile...

Faruk Beşer (Prof. Dr.)Sorularla İslamiyet

18 Ekim 2018 Perşembe

Nişanlı iken dini nikah (imam nikahı) yaptırıp boşanan kızın durumu ne olur?


Soru:
 Bundan iki yıl kadar önce nişanlandım. Nişanlım, "içimiz rahat olur, günaha girmemiş oluruz" diyerek imam nikahı yapmamızı istedi. Ben imam-hatip lisesi mezunuyum. Fakat imam nikahı yapıp yapmama konusunda tereddütlüydüm. Nişanlım, her seferinde bu konuyu daha iyi bildiğini ve bir sakıncası olmadığını, aksine bizi günahtan koruduğunu söyleyip durdu. Annem ve babam da karşı çıkmadı, sonuçta imam nikahı ile nikahlandık. Önceleri sadece alışverişe çıkıyor, yürüyorduk. Bunu söylemek istemezdim ama el ele de tutuştuk. Çok değil, nikahtan 4 ay kadar sonra ise anlaşamadık ve ayrıldık. Bana üç kez boş ol dedi. Hükmen dul olduğumu biliyorum. Asıl sorun ise, geçen ay bir başkası ile sözlendim. Çok iyi bir insan. Dini bilgileri benden çok daha yerinde ve iyi. Bir ara ağzını aradım ve imam nikahına düğünden önce nasıl baktığını öğrenmeye çalıştım. Kesinlikle karşı çıkıyor. Benim daha evvel nişanlandığımı ve anlaşamayarak ayrıldığımı biliyor ama ne ben ne de ailem, ona imam nikahlı olup da ayrıldığımı henüz söylemedik. Açıkçası söylemekten çekiniyorum. Hükmen dul olduğumu biliyorum fakat bunu söyleyecek olursam bana çok kızacağına eminim. Günün birinde bu konu için, "sırf gezip eğlenebilmek için Allah'ın emrini kullanıyorlar, sanki Allah'ı kandırıyorlar 'biz nikahlıyız' der gibi" demişti. Hatta imam nikahlı nişanlıların aciz, zavallı, günahkar ve basit insanlar olduğu gibi şeyler söylemişti. O çok iyi bir insan, benim ileride çevremdeki insanlara güzel dini bilgiler öğretebilmem için bana bildiklerini öğretmeyi istiyor... O çok iyi ve temiz bir insan. Bense kendimi öyle hissetmiyorum, keşke eski nişanlım bunun için beni zorlamasaydı. Ben bir dulum ama bunu söyleyecek olursam beni bırakır diye korkuyorum. Söylemesem olmaz mı? Belki size saçma gelecek bu sorum ama ilk nikahta çok heyecanlı olduğum için hatırlamıyorum, nikah sırasında imam dul olup olunmadığını sorar mı? Onu kaybetmek istemiyorum. Çevremde onun kadar iyi bir kişiyle karşılaşacağımı da hiç sanmıyorum, bugüne kadar benimle hep belli bir seviyede görüştü ama çok da resmi değil, samimi ve cıvık da değildi. Belki söylediklerimle, "söylemezsen bir şey olmaz" demenizi ister gibi davranıyorum ama açıkçası ancak böyle bir cevap vicdanımı biraz olsun rahatlatır. Başka türlüsünü, yani hükmen dul olduğumu söylemeye dilim varmaz ve bahaneler üretip ayrılma yolunu seçerim. Annem "söylemeyelim" diyor, babam "ne yaparsan yap" diyor. İmam-hatip mezunuyum dedim ama böyle bir bilmecenin cevabını veremiyorum. Kitaplara bakmaktan bile çekiniyorum desem inanmazsınız. İnternetin bir faydası da bu olsa gerek. Günlerden beri çektiğim sıkıntıyı ancak bu şekilde hafifletebildim. İnanın sizden henüz cevap gelmediği halde, böyle bir sıkıntım olduğunu yazmak bile biraz olsun bana nefes aldırdı. Sizden rica ediyorum, bana cevap yazın. Böyle bir konuyu köşenizde cevaplamanız, Yeni Şafak'ın düşmanı olan... gibi kurumları harekete geçirerek aleyhte kullanabilirler. Belki Gerçek Hayat'ta belki de bu e-mail adresime cevap verirsiniz, bilemiyorum. Fakat lütfen kısa zamanda cevap verin, bir hafta içinde nişan yapalım istiyorlar bense sizden gelecek cevap gelene kadar ertelemeye çabalıyorum. Zira "mutlaka söylemelisin" derseniz, utancımdan bunu söyleyemem ve bahane bulup reddedeceğim. Bu bahanelerle onun da incineceğini biliyorum ama o çok iyi biri, onun beni suçlayarak reddetmesi daha yıkıcı olur. Lütfen cevap yazın, gecikmeden, Allah razı olsun.

Cevap:
Bu soruya zamanında, soru sahibinin adresine yazarak cevap vermiştim. Aynı mahiyette pek çok soru mektubu aldığım için hem detaylı ve ibretli soruyu olduğu gibi vermeyi hem de kısaca vereceğim cevabı Gerçek Hayat sayfalarından ilgililere duyurmayı uygun buldum.
Bizim dilimizde ve kültürümüzde dul diye, başından nikah geçmiş kimseye değil, nikahlandıktan sonra eşi ile cinsel hayat yaşamış ve bekareti bozulmuş kimseye (özellikle kadına) derler. Fıkıh kitaplarında da dul (seyyib) bu mânada kullanılır. İddet (yeniden evlenebilmek için kadının beklemesi gereken süre) bakımından da yalnızca nikahlanmak yetmez; nikahtan sonra ya cinsel temas veya bunu yapmaya imkan verecek şekilde başbaşa kalmak (halvet-i sahîha) gerekir. Buna göre kızımızın "Ben hükmen dulum" sözü, hem geleneğimiz hem de dinimiz bakımından yerine oturmuş olmuyor.
Nişanlı iken görüşme durumunda olan ve görüşmeler esnasında haram işlemekten korkan kimseler, "nasıl olsa fiilen de evleneceğiz, şimdiden evlenme akdini yapıp haram işlemekten kurtulalım" diyerek, böyle düşünerek nikah (evlenme akdi) yapıyorlar. Bu akdin, taraflar haram işlemekten kurtarmak gibi bir yararı oluyorsa da, soruda gördüğümüz gibi sakıncaları da oluyor. Dilimizde "Gelin ata binmiş de ya nasip demiş" şeklinde güzel bir söz vardır. Nişanlandıktan sonra bundan vazgeçen nice çift çeşitli problemler yaşıyorlar. İşte bu durumda, yukarıda gördüğümüz problemden daha önemli olarak bir de, kocanın, kendisini terkeden bayandan intikam almak için onu boşamaması olayı vardır. Nişanlı iken nikah yapan, sonra nişanı bozan bayanın, bir başkasıyla nişan ve nikah yapabilmek için eski nişanlı-nikahlısının kendisini boşamasına ihtiyaç vardır; o da boşamayınca ortaya, çözümü güç bir problem çıkmaktadır. Bu sebeple gençlere, sabırlı ve ölçülü davranmalarını, fiilen evlenme zamanı gelinceye kadar nikah yaptırmamaların tavsiye ediyorum.
Kocanın, evli yaşamak istemediği (veya bunu karısı istemediği) halde, sırf başkasıyla evlenmesini engellemek ve ona eziyet etmek için eşini boşamama hususunda direnmesi durumunda çözümün nasıl olacağı konusunu bir başka yazıda ele alacağız. Soruda geçen "söyleme, söylememe" meselesine gelince:
Karşı taraf, senin başından -cinsel temas veya halvet-i sahihayı içersin içermesin- bir nikah olay geçti mi" diye sormadıkça, kızımızın kendisini bakire olarak tanıtmasında, cinsel olaysız bir nikah geçirdiğinden söz etmemesinde bir sakınca olmaması gerekir; çünkü bu nikah onu dul yapmamaktadır. Ancak evlilikten sonra bu olayın duyulması ihtimali varsa önemli bir risk yüklenilmiş olur; koca "Bunu bana söylemeliydin" diyebilir. Söylendiğinde iyi bir nasibi kaçırma, söylenmediğinde, ileride duyulması ve tepki gösterilmesi riskleri var; bunlardan birini tercih etmek ilgili taraflara kalmaktadır.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00071.htm

17 Ekim 2018 Çarşamba

Bir kıza gelen görücü, o kız olmazsa, onun kızkardeşi ile evlenebilir mi?


Soru:

Bir görücü meselesi oldu, önce ablam için geldiler ablamın bir başkasıyla görüştüğünü öğrenince daha sonra aynı kişi benim için geldi... İslami açıdan bir problem olur mu?

Cevap:
Bir problem olmaz. Ablanızı isteyip bu olmayınca, onunla evlenemeyeceği ortaya çıkınca sizi isteyebilir. Eğer ablanızla evlenmiş olsaydı, onunla evli bulunduğu sürece sizinle -ikinci bir eş olarak- evlenemezdi, iki kız kardeşi aynı zaman içinde birden almak, nikahlamak caiz değildir. Ama mesela ölmüş bir kadının kız kardeşi ile (yani baldız ile) evlenmek caizdir. Vaktiyle ablanızla evlenmiş bir kimse bile -o ölünce veya boşanınca- sizinle evlenebiliyorsa, ablanızı istemiş, fakat onunla evlenmemiş birinin sizi istemesinde ve evlenmenizde elbette bir sakınca olmaz.


16 Ekim 2018 Salı

Kurban-takva ilişkisi var mıdır?


Soru: Eşim Habil ve Kabil'in kıssasından yola çıkarak kurban kesmek için takvanın şart olduğunu bu sebeple kesilen çoğu kurbanların heder olduğunu söylüyor ve "Ben kendimi Allah'a yakın hissediyorsam kendimin kesebileceğimi söylüyor. Ben ise bu takva olmasa da bizler kurbanlarımızı kestiğimiz sürece Allah'ın rahmetiyle bu takvaya ulaşmamızı sağlayacağını aksi taktirde ise Allah'tan uzaklaşacağımızı hissediyorum. Siz ne dersiniz?

Cevap:

Kurban ibadetini yerine getirmenin şartlarından biri takvâ değildir; takvâ genel olarak müminlerin elde etmeleri ve geliştirmeleri gereken bir vasıftır. "Kurban ibadeti vaciptir, sünnettir; kesmezsem Allah'a itaatsizlik etmiş, Hz. Peygamber'in sünnetini terk etmiş olurum" düşüncesi bir takvâdır ve bu düşünce de hemen her kurban kesende vardır.
Hz. Âdem'in iki oğlunun kurbanları konusu Kur'an'da açıklanmıştır (Maide. 5/27-31). Buna göre oğullardan birinin kurban ibadetinin kabul edilmemiş olmasını, diğer (kurbanı kabul edilen) oğul "takvâ" ile açıklamakta, "ibadetin ancak takvâ sahibi olanlardan kabul edileceğini" ifade etmektedir. Burada takvânın ne mânaya geldiği de âyetin devamından anlaşılmaktadır: Kurban'ı kabul edilmeyen oğul, kıskançlık yüzünden kardeşini öldürmek istemektedir. Bir kulun Allah'a bağlılığı, O'na karşı sevgi ve saygısı, itaatsizliğin sebep olacağı kötü sonuçlardan korkması (takvâ) onun kıskançlık duygusunu veya başkaca nefsani arzularını yenmesine yetmiyorsa takvâsı eksik demektir; takvâsı eksik olanların itaatı (kulluğu) da eksik olur, ibadetlerini Allah için değil, başka saik ve sebeplerle yapmış olabilirler ve ibadetin kabul edilmemesi işte bu "niyet ve saik" kusuruna bağlıdır. Ayrıca bir kimse diğerinde takvâ olup olmadığın bilemez, kendisinde takvâ duygusu ve buna bağlı davranışların bulunup bulunmadığını ise bilir. Allah emrettiği, Hz. Peygamber de yaptığı için ödev bilerek kurban kesen kimsede -bu mânada- takvâ vardır.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00069.htm

14 Ekim 2018 Pazar

Hayvanı keserken bayıltmak, birden fazla kesim, yahudi ve hristiyanların kestikleri


Soru:

Hayvanı önce bayıltmak, sonra kesmek ve birden fazla hayvanı birden kesmek, yahudi ve hristiyanların kestiklerini yemek caiz midir?

Cevap:

Bayıltılmış hayvan, usulüne uygun olarak kesildiğinde eti yenir. Kanın tamamen boşalıp boşalmaması hükmü değiştirmez. Kafasına vurulduğunda hayvan ölürse, ölmüş hayvan boğazlamak onu helal kılmaz. Yurt dışında yapılan uygulamada hayvanın, kesilmeden önce ölüp ölmediğini sormak ve anlamak gerekir.
Hayvanların öldürülme usulünün islama uygun olması konusunda büyük ve küçük baş hayvanlar arasında çok fark yoktur. Her ikisinin de ya müslümanlar veya ehl-i kitap (yahudi ve hristiyanlar) tarafından usulüne uygun olarak öldürülmüş olması gerekir. Birden fazla hayvanı bir makinada, düğmeye bir basmada kesmek caizdir. Kesen ya müslüman veya ehl-i kitap olacaktır. Besmele sünnet olmakla beraber, çekilmediği zaman hayvan haram olmaz. Hristiyanların kestikleri, kendi dinlerine göre yeniyorsa, o eti müslümanlar da yiyebilirler; yeter ki et domuz, yılan gibi eti haram olan hayvanlardan olmasın!
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00067.htm

13 Ekim 2018 Cumartesi

"İman yetmiş küsur bölümdür" Hadisi


Rasûlullah (asm) şöyle buyurdu:

"İman yetmiş küsur bölümdür; en üstte 'Allah'tan başka ilâh yoktur' sözünü kabul etmek ve en altta 'insanlara sıkıntı veren bir nesneyi yoldan çekmek/kaldırmak' bulunmaktadır, haya da imanın bir parçasıdır." (Buharı, îmân, 3)

İmanın bölümlerini açıklayan müstakil kitaplar telif edilmiştir. Beyhakî'nin (v.458/1066) "Şuabu'l-îman"ı bunlardan birisidir. Beyhakî bu çalışmasında imanı iki kısımda inceler; hafi (mücerred) iman ve celî (müşahhas) iman:

a. Hafi iman, Allah ve Rasûlünden gelenlere zihnen ve kalben inanmak, doğru olduğunu kabullenmektir.

b. Celi iman, beden ve uzuvlarla yerine getirilen ibâdet (kulluk) kısmıdır ki bu, mücerret imanın dışa yansımasıdır. Temizlik, namaz, oruç, cihad vd...

Kur'ân ve Sünnet incelendiğinde bazı ibareler görülür, bunlardan yola çıkarak imanın bölümlerini tespit etmek mümkündür. Ana başlıklar hâlinde imanın şubeleri şunlardır:

1. Allah'a iman ve emirlerinin doğruluğunu kabul etmek,

2. Rasûlüne iman ve emirlerinin doğruluğunu kabul etmek,

3. Diğer peygamberlere iman,

4. Meleklere iman,

5. Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna iman ve doğruluğunu kabul etmek,

6. Diğer Kitaplara iman,

7. Kadere iman,

8. Âhiret gününe iman etmek,

9. Allah sevgisi,

10. Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek,

11. Allah'a tevekkül etmek,

12. RasûIullah sevgisi,

13. Rasûlullah'ı desteklemek,

14. Doğru bilgi öğrenme çabası,

15. Doğru bilgilerin yaygınlaşması için çalışmak,

16. Küfre düşmekten korkmak ve dikkatli olmak,

17. Kur'ân eğitimine önem vermek,

18. Temizlik,

19. Namaz kılmak,

20. Zekât vermek,

21. Oruç tutmak,

22. İtikâfa girmek,

23. Hac yapmak,

24. Cihad etmek,

25. Müslümanları korumak,

26. Savaşta sebatkâr olmak ve kaçmamak,

27. Ganimette haksızlık yapmamak,

28. Akitlere (sözleşmelere) dikkat etmek,

29. Allah'ın nimetlerini yalanlamamak/nankörlük yapmamak,

30. Dili korumak ve doğruyu söylemek,

31. Sadıklarla/şuurlu kişilerle beraber olmak,

32. Emaneti korumak ve hainlik yapmamak,

33. Cinayet işlememek ve cana kıymamak,

34. Namusu korumak,

35. İnsanların malını haksız yere yememek,

36. Faiz işlemlerini terk etmek,

37. Helal olan şeyleri yemek ve içmek,

38. Helal olan giyecek ve kapları kullanmak,

39. Lehviyyatı (faydasız işleri) terk etmek,

40. Harcamalarda ölçülü olmak,

41. Haset ve kötü düşüncelerden kaçınmak,

42. Ahlâksızlığın yayılmasını engellemek,

43. Samimiyetle hareket etmek,

44. Sevap kazandığında sevinmek ve günah kazandığında üzülmek,

45. Günahtan sonra tövbe etmek,

46. Şeâire (Allah'ın yeryüzündeki sembollerine/kutsal şeylere) saygı duymak,

47. Allah ve Rasûlüne itaat eden emir sahiplerine itaaat etmek,

48. İslâm toplumundan ayrılmamak,

49. Adaletle hükmetmek,

50. Doğruları emretmek (yaygınlaştırmak) ve kötülüğü/yanlışları nehyetmek (ortadan kaldırmak),

51 . Erdem ve takvada yardımlaşmak,

52. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmamak/destek olmamak,

53. Hayâ sahibi olmak,

54. Anne ve babaya iyilik yapmak/iyi davranmak,

55. Akraba ile irtibatı kesmemek,

56. İyi ahlâklı olmak,

57. Akraba ve komşulara ihsanda bulunmak/yardımcı olmak,

58. Eşinin ve çocuklarının haklarına riâyet etmek,

59. Mü'minleri sevmek ve selâmı yaygınlaştırmak,

60. Hastaları ziyaret etmek,

61. Hapşıran/aksıran kişiye rahmetle dua etmek,

62. Saldırgan kâfir ve bozguncularla mücadele etmek,

63. Misafire ikramda bulunmak,

64. Müslümanların hatalarını örtmek ve yaymamak,

65. Musibetlere karşı sabretmek,

66. Zühd sahibi ve kısa emelli olmak,

67. Gayret sahibi (korunması gereken değerlerde hassas) olmak,

68. Lağv (boş/saçma şeyler) ile oyalanmamak,

69. Cömert olmak,

70. Küçüklere merhametli ve büyüklere saygılı olmak,

71. Allah için sevmek ve Allah için kızmak,

72. Kendisi için istediğini kardeşi için de istemek,

73. Ensar ve Muhaciri sevmek,

74. İnsanlara sıkıntı veren bir nesneyi yoldan çekmek/kaldırmak ...

https://sorularlaislamiyet.com/iman-yetmis-kusur-bolumdur-en-ustte-allahtan-baska-ilah-yoktur-sozunu-kabul-etmek-ve-en-altta

12 Ekim 2018 Cuma

Öşür. Zirai mahsullerin zekatı (çay, fındık)


Soru:
Ben Trabzon'un bir köyünde kendime ait tarlada (tarla 6,5 dönüm olup 3,5 dönümünü satın aldım. 3 dönümü de rahmetli babamdan miras kalmıştır. Tapusu yoktur, vergiye tabi değildir. 1986'dan beri benim tarafımdan kullanılmakta ve işlenmektedir) hem fındık hem de çay üretmekteyim.
Tarlamdan 2002 yılında aldığım fındık 420 kg. çay ise 400 kg dır. Gerek fındık gerekse de çay mahsülü yağmur suyuyla sulanmakta, fakat ilaç, gübre, budama, gündelikçi, toplatılma gibi masrafları vardır. Çay mahsülünü yarıya (yarı: bir arkadaş çay topluyor toplam paranın yarısın kendine yarısını da bana veriyor) verdim.
Tarım ürünlerinin zekatı olduğunu okudum ve duydum okuduğum kitaplardan birinde "Tarım ürünlerinin zekatının verilebilmesi için o ürünün 5(beş) vesk olması gerekir ve 1 vesk =250kg " diye yazıyor. Bu bilgiler doğrultusunda;
1- Tarladan 2002 yılında aldığım 420 kg fındık ve 400 kg çay mahsülünden tarım ürünleri zekatı vermem gerekiyor mu miktarı nedir. (Gerekiyorsa)
2- 1986/2002 yılları arasında ürünümü toplayıp sattığım fındık ve çayın geriye dönük tarım ürünleri zekatı var mıdır?
3- Tarım ürünü zekatını veren bir kişi, yılda bir verilen ve 40'ta bire (%2,5) tekabül eden zekat hesaplarken tarım ürünü zekatın hesaptan çıkartmalı mı yoksa nasıl değerlendirmeye almalıdır.
Köy ve yöremizde fındık ve çaydan tarım ürünleri zekat vereni duymadım.Ve yine köyümüzde ve yöremizde bu konularla ilgili müracaat ettiğim kişilerden net bir cevap alamadım.
Net cevabın sizlerden gelebileceğini ve benim gibi bir çok kişiyi aydınlatacağınızı umuyorum. Allah sizden razı olsun (amin) diyor ve diliyorum.

Cevap:
Sorunuza kısaca cevap vereceğim, daha detaylı bilgi için "İslam'ın Işığında Günün Meseleleri" isimli kitabımın 1. cildindeki "zekat" bahsini okumanızı tavsiye ederim.
Buğdaya göre bir vesk -250 kg. değil- yaklaşık 130 kg.dır. Beş vesk de 652 kg. eder.
Bir kimseye ait olan yerden, zirai mahsul olarak her ne çıkarsa, nisab (zekat yükümlüsü olabilmek için gerekli görülen miktar) doldurunca ondan zekat vermek gerekir.
Tarlanızın tapulu, vergiye tabi olup olmaması hükmü değiştirmez.
Hz. Peygamber (s.a.) zamanında, onun yaşadığı bölgede bulunmayan ve bu sebeple ismi zikredilmeyen zirai ürünlerden de zekat verilecektir. Bu ürünlerde nisap şöyle hesap edilir: Buğdaydan nisap miktarı olan 652 kilonun para olarak karşılığı bulunur. Çay, fındık gibi ürünün de çıkan miktarının para olarak karşılığı bulunur. Eğer bu iki karşılık eşit ise veya çıkan ürünün para olarak değeri, buğday nisabının değerinden fazla ise bu üründen zekat verilir.
Çıkan ürünün kendinden veya bedelinden, gübreleme, işçilik, zirai mücadele gibi girdiler düşülür, bundan sonra kalan meblağın nisaba ulaşıp ulaşmadığına bakılır.
Ürün yağmur suyu ile sulanıyorsa onda biri; su taşınarak, tutularak, motorla çıkarılarak... sulanıyorsa yirmide biri zekat olarak verilecektir.
Geçmiş yıllarda verilmemiş zekatlar sonradan verilebilir, verilmelidir.
İki ürünün para olarak toplamı, buğdayın nisap miktarının para olarak değerine ulaşırsa her birinden, yukarıdaki ölçü ve kurallara göre zekat ödenecektir. Her ürünün teker teker nisaba ulaşması şart değildir.
Tarım ürününün zekatını verdikten sonra kalanı satar, paraya çevirirseniz, o yıl paradan ve ticari eşyadan ödeyeceğiniz zekat matırahına bu parayı (ürün parasını) katmazsınız; yani bir maldan, bir yılda iki kere zekat ödenmez. Sonraki yıllarda o para yine elinizde duruyorsa veya diğer paralara katılarak elinizde kalmışsa o zaman (sonraki yıllarda) kırkta bir olarak zekat verilecektir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00065.htm

10 Ekim 2018 Çarşamba

Yatırım amacıyla edinilmiş mülkün zekatı


Soru:

Para biriktirme aracı olsun diye girdiğim kooperatif evini 3 yıl önce teslim aldım. Depremzede bir aileye verdim ancak, daha sonra çıkartamadım. Çok uğraştırdı. Sonunda çıktı. Hala satamıyorum. Bu evin bedeli için zekat ödemem gerekir mi? Gerekirse hangi bedel esas olmalı. İstediğim fiyat bana olan maliyetinin de altında ama satamıyorum. Vermem gerekli ise takribi bir değer üzerinden verip, satınca tekrar mı hesaplamalıyım.

Cevap:

Ticaret, yatırım, paranın değerini koruma gibi amaçlarla edinilmiş ev, arsa gibi istenildiği zaman hemen satılamayan ve fiyatı da zaman içinde değişen malvarlıklarının zekatı, satılmadığı sürece, "maliyeti ile raic bedelinin ortalaması" üzerinden ödenmelidir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00061.htm

9 Ekim 2018 Salı

Alacağın zekatı verilir mi?


Soru:
Arkadaşıma verdiğim döviz bazındaki borcu, imkanı 4 yıl sonra olunca ödeyebildi. Şüpheli bir alacak durumunda değildi. Verirken vade de belirlememiştik. Bu parayı alınca zekat ödemem gerekiyor mu? Gerekiyorsa, borç verirken zekat kadar ilave talep edebilir miyim?

Cevap:
Sağlam (ödeneceği umulan, ödenmesinden ümit kesilmiş olmayan) alacakların zekatı, müctehidlerin çoğuna göre (hanefîler dahil) her yıl, alacaklı tarafından ödenir. İmam Mâlik'e göre sağlam olsun olmasın alacakların zekatı, tahsil edildiği yıl -geçmiş yıllarınki değil, yalnızca o yılınki- ödenir. İhtiyaç sahibine borç vermek de bir yardım olduğu için alacağın zekatı ödenmez diyen müctehidler de vardır. Ben İmam Malik'in ictihadını orta ve adil bir çözüm olarak görüyorum.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00060.htm

8 Ekim 2018 Pazartesi

Hesaplanan zekat yıl içinde kısım kısım dağıtılabilir mi?


Soru:
Yılbaşında zekat borcumuzu hesap ediyor, o yılın sonuna kadar uygun yerler buldukça ödüyoruz; bu usul uygun mudur?

Cevap:
Zekatı hesap ettikten sonra yıl içinde peyderpey ödüyorsanız ve bu arada enflasyon da oluyorsa bu farkı da ödemeniz gerekir. Mesela yıl başında bir milyar zekat borcu hesapladınız ve bunu altı ay sonra ödediniz; bu esnada %50 enflasyon olmuşsa birbuçuk milyar ödemeniz gerekir.
Ödemeyi ertelemenin sebebi de sizin menfaatiniz değil, yoksulun menfaati gereği olmalıdır. Azar azar vermenin daha yararlı olması, layık olan bulmak için beklemek caiz olan erteleme sebeplerine örnektir.


7 Ekim 2018 Pazar

İşyeri sahibi işçisine zekat verebilir mi?


Soru:
Çalıştırdığımız işçilerden geçim sıkıntısı çekenlere de zekatımızdan veriyoruz; bunda bir sakınca var mıdır?

Cevap:

Geçim sıkıntısı çeken işçilere (yani ücret aldığı halde yine de yoksul olan, zekat ödemekle yükümlü olacak kadar zengin olmayan, bu sebeple de zekat alması caiz olan işçilerinize) yapılan ve ücrete dahil edilmeyen ödemeler zekat yerine geçer. İşçi alırken, "ücreti düşük veriyoruz ama zekat da vereceğiz" denilmedikçe verdiğiniz zekat ücret yerine geçmez ve bir sakınca yoktur.


6 Ekim 2018 Cumartesi

31. Her Taraftan Kıbleye Yönelmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

31. Her Taraftan Kıbleye Yönelmek

Ebu Hureyre Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurduğunu nak­letmiştir: "Kıbleye yönel ve tekbir getir!"

(Her Taraftan Kıbleye Yönelmek) Namaz kılan kişi, ister mukim olsun ister­se yolculuk halinde bulunsun her halükârda kıbleye yönelir. Bu durum farz na­mazlar için geçerlidir.

399- Berâ İbn Âzib'den şöyle nakledilmiştir:' "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem on altı veya on yedi ay kadar (Kudüs'teki) beytu'l-makdise doğru namaz kıldı. Ama Kabe'ye yönelmek onun hoşuna gidiyordu. Bu yüzden Allah Teâlâ şu ayeti indirdi: "(Ey Muhammed) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz.[el-Bakara 2/144] Bundan böyle Allah Re­sulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'ye yöneldi. "Bu durum karşısında bir takım beyinsiz insanlar (Yahudi­ler) "Yönelmekte oldukları kıblelerinden onlan çeviren nedir?" dediler. De ki: Doğu da, batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.[el-Bakara 2/142] Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile birlikte bir adam namaz kıldı. Namazdan sonra çıktı ve ikindi namazını beyt-i makdise doğru kılan ensardan bir cemaatin yanına vardı. Onlara kendisinin Rasulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile birlikte namaz kıldığını Allah Resûlü'nün Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'ye yöneldiğini bildirdi. Bunun üzerine cema­at, yön değiştirip Kabe istikametine döndü."

Müslümanlar, beyt-i makdise doğru, Medine'de namaz kılmaya başlamışlardı.

400- Câbir'den şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bi­neği ne tarafa dönerse dönsün onun üzerinde namaz kılardı. Farz namazı kıla­cağı zaman ise, bineğinden inip kıbleye yönelirdi. [Hadisin geçtiği diğer yerler:1094,1099,4140]

Bu hadis, farz namazlarda kıbleye yönelmenin terk edilemeyeceğine delil teşkil eder. Zaten bu konuda icmâ' gerçekleşmiştir. Ancak aşırı korkunun söz ko­nusu olduğu durumlarda binek üzerinde farz namaz kılmaya ruhsat verilmiştir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Rahatsız olan kişinin oturarak namaz kılması


Soru:
Bilindiği üzere camilerde, safların arka tarafına sandalye, kanape veya benzeri bir şey koyuyorlar, ayakta duramayanlar veya yere oturamayanlar bu şeylerin üzerine oturuyor, farzda da buradan imama uyarak namazlarını kılıyorlar. Rükû ve secdeyi îmâ ile (başların rükûda biraz, secdede de daha fazla öne eğerek) yapıyorlar. Televizyonlarda veya başka yerlerde konuşan, yazan bazı hocalar "sandalye vb. üzerine oturularak kılınan namazların sahih olmadığını, yere oturmanın şart olduğunu" söylüyor, hatta bazılar daha ileri giderek sandalyelerin camilerden kaldırılmasını istiyorlar. Bu konuda bize bilgi verirseniz memnun olacağız; selamlar.

Cevap:
Hasta oldukları için namazın bazı kısımlarını yapamayan müslümanlar Peygamberimize (s.a.) ne yapacakların sormuşlar ve "ayakta duramayanların oturarak, oturamayanların yatarak, rükû ve secde yapamayanların îmâ (işaret ederek, mesela başların öne eğerek) namaz kılabileceklerini, Allah'ın kullarını, güçlerinin yetmediği bir şeyle yükümlü kılmadığını" öğrenmişlerdir. Bu bilginin kaynağı sağlam, güvenilir hadislerdir.
Nasıl ve nereye oturulacağı konusunda Peygamberimizin bir sınırlaması yoktur. Bu konuda şekil ileri sürenler bunu, ictihad ve yorumlarına dayandırmışlar, bu oturmanın şekli üzerinde bir ittifak da oluşmamıştır.
Fıkıhçılar, oturarak, yatarak veya îmâ ile namaz kılmanın caiz olmasına sebep olacak hastalığın derecesi üzerinde de durmuşlardır. Buna göre fiilen ayakta durmayı veya rükû, secde yapmayı imkânsız kılan hastalıklar ve özürler yanında baş dönmesi, kanama, huzuru bozacak ölçüde ağrı ve sancı, hastalığın artması gibi sonuçların doğması da fiilen hasta olmak gibi kabul edilmiştir; yani bu mazeretler ve gerekçelerle de oturarak, yatarak, îmâ ile namaz kılmanın caiz olduğu ifade edilmiştir.
Fıkıhçıların konumuz hakkındaki açıklamalarına örnek olarak meşhur Hanefî Fıkıhçı İbn Âbidîn'den bazı özet nakiller yaptıktan sonra sandalye meselesine geçebiliriz:
"Namazdan önce mevcut olan veya namaz kılarken oluşan bir hastalıktan dolayı veya mevcut hastalığın artması yahut da rahatsızlığın belli hareketler sonucu meydana gelmesi ihtimali bulunduğunda (böyle bir mazereti olanlardan) ayakta duramayanlar "istedikleri şekilde" oturarak, bir süre ayakta durabilenler de o süreden sonra oturarak, yapabiliyorlarsa normal rükû ve secde ile namazlarını kılarlar. "İstedikleri şekilde" otururlar; çünkü mazeret, namazın olmazsa olmaz parçalarının ("erkânı"nın) bulunmamasını/yapılmamasını caiz hale getirdiğine göre, "şekillerin ortadan kalkması"nı elbette sağlayacaktır. Rükû ve secdeyi yapamayanlar da -ayakta da yapması caiz olmakla beraber- tercihan oturdukları yerden îmâ ile rükû ve secde yaparlar; oturdukları yerden îmâ yapmalarının daha iyi olması yere daha yakın ve böylece de secdeye daha benzer olmasındandır. İmâ ile secde yaparken başını, rükû için yaptığından biraz daha fazla eğmek gerekir. Oturmakta da güçlük çekenler ya sırt üstü, ayakları toparlanmış olarak kıbleye dönük vaziyette veya yan üstü kıbleye yönelerek yatar, namazlarını böyle kılarlar. Hayvana binmiş bulunan hasta ile indiği takdirde yerde kalacağından, tekrar binemeyeceğinden korkan kimseler de hayvan üzerinde (semer, eğer veya mahfede oturmuş olarak) namazların kılarlar. Mazereti olanlar namazın hangi kısmın tam yapabilirlerse onu tam yapar, geri kalanını yapabildikleri ölçüde yaparlar..." (C., s.558-560).
Günümüzde, "Sandalye vb. üzerinde oturarak namaz kılmak caiz değildir, ayakta duramayanın yere oturması gerekir" diyenlerin delillerini (din kaynaklarından neye dayandıklarını) yazmamışsınız. Bunu da öğrenir ve bana yazarsanız onlara da cevap veririm. Ama yukarıdaki açıklamaları göz önüne aldığımızda "sandalyeye oturarak namaz kılınamaz" diyenlerin Kur'an'a, Sünnet'e, hatta eski Fıkıhçılarımızın açık bir ifadesine dayanmadıklarını söylemek mümkündür. Kur'an'da ve sünnette böyle bir ifade yoktur ve olamaz; çünkü vahyin geldiği zamanda ve yerde sandalye de yoktur, ona oturma şeklinde bir âdet de mevcut değildir. İnsanlar ayakta duramıyorlarsa yere oturmaktadırlar. Fıkıhçıların sözlerine de dayanamazlar; çünkü bir örneğini yukarıda gördüğümüz Fıkıhçıların sözlerinden, sandalyeye oturarak namaz kılmanın caiz olmadığı değil, tam aksine caiz olduğu sonucu çıkar; çünkü:
1. Allah kulunu gücünün yetmediği, ona zor gelen, eziyet veren, canını acıtan, hasta eden, hastalığını arttıran, sağlık veya hayatını tehlikeye sokan... bir vazife ile yükümlü kılmamıştır. Yere oturamayan, oturduğu zaman acı ve ağrı çeken veya tekrar kalkamayan, bu yüzden de kıyam ve rükû vazifelerini yerine getiremeyecek olan kimseleri yere oturmaya mecbur edenler Allah'ın muradına, dinin temel kurallarına aykırı davranmış olurlar.
2. Mazeretleri sebebiyle hayvandan inemeyenler (inerlerse tekrar binememekten veya inerlerse hastalıklarının artmasından, ağrı ve acı çekmekten korkanlar (böyle ihtimallerin bulunması halinde) hayvan üzerinde oturarak namazlarını kılabildiklerine göre, yere oturdukları takdirde hastalıklarının artması veya ağrı ve acı çekmeleri ihtimali ile karşılaşanların da ya ayakta veya oturmaları gerekiyorsa oturabildikleri bir şeyin üzerinde namaz kılmaları caiz olacaktır.
3. Eski fıkıh alimleri, "mazeret (hastalık, ağrı ve acı çekmek, tehlike vb.) erkânın (kıyam, rükû, secde gibi namazın temel kısımlarının) yapılmamasına sebep teşkil ettiğine göre şeklin ortadan kalkmasına elbette sebep olur" dedikleri halde, yeni bazı "hocaların", "oturmanın şekline tesir etmez, sandalyeye oturmayı caiz kılmaz, illa da yere oturmak gerekir" demeleri eski Fıkıhçıların anlayışına da ters düşer.
4. "İmâ ile namaz kılanların ayakta değil de oturarak îmâ yapmaları daha iyi olur denmiş", bu da "oturulduğu zaman yere daha yakın olunur ve bu secde haline de daha yakın bir duruştur" gerekçesine bağlanmıştır. Ancak bunu söyleyen Fıkıhçılar, ayakta dururken 'imâ yapmanın da caiz olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca secde îmâ ile (ayakta veya oturarak baş eğmek suretiyle) yapıldıktan sonra, bu sırada başın yere daha yakın veya uzak olması sonucu değiştirmez; yakın olsun, uzak olsun yapılan gerçek/normal secde değil, îmâdır; îmâ ile yapılmış secdedir. "Yere yakın olunca secdeye daha çok benzeyeceği ise" bir yakıştırmadan ibarettir; çünkü gerçek/normal secde alın ve burun yere yaklaştırıldığı zaman değil, değdiği zaman olur.
5. "Ayakta duramıyorsa otursun, oturamıyorsa yatarak kılsın..." buyurulmuş, eğer ayakta duramayanların secdeye en yakın durumda olmaları istenseydi "oturarak kılsın" denmez, yatarak kılsın denirdi; çünkü secdeye (alnı, burnu yere koymaya) en yakın durum oturma hali değil, yatma halidir.
Not: Bazı kitaplarda, sandalyede oturmanın büyüklük, kibir alameti olduğu, bunun da namazla bağdaşmadığı bu sebeple sandalye vb.de oturarak namaz kılmanın caiz olmadığı yazılı imiş. Bu tespit ve değerlendirme örf ve adetle ilgilidir, bizim zamanımızda ve ülkemizde sandalyede oturmanın kibirle filan bir alakası yoktur.
http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00055.htm

4 Ekim 2018 Perşembe

Kaza borcu olan sünnetleri kılar mı?


Soru:

Bir radyoda bir hocaefendi eğer kişinin kazaya kalmış namazlar varsa kişi bu namaz borçların verene kadar beş vakit namazların sünnetlerinin kılamaz, bunun yerine kazaya kalmış namazları kılması gereklidir diye söyledi. Benim kazaya kalmış namazlarım bir hayli çok. Ben sünnetleri terk edip yerine kazalarımı kılmam m gerekiyor? Şu an sünnetlere devam ediyorum. Veya hem kaza borçlarını hem de sünnetleri devam ettirsek sünnetler kabul olur mu? Bir de kazaya namazı kalmış kişi teheccüd namazı gibi nafile namazlar kılabilir mi?

Cevap:
Kaza namazı olanların sünnet ve "kuşluk, evvâbîn, teheccüd, tahiyyetü'l-mescid" gibi adı konmuş nafile namazları kılması caizdir. Hanefîlere göre adı konmamış (mutlak) nafile namaz kılmak yerine kaza kılmak efdaldir, tercih edilmelidir. Bu sebeple kazaya kalmış namaz bulunan bir mümin, günlük namazların sünnetleriyle beraber kılmalı, vakit buldukça da ihmal etmeden kaza namazlarını kılmalıdır. Lüzumlu lüzumsuz birçok dünya işi için bir ömür geçirirken kaza kılmak için sünnetleri terketmek sorumluluk duygusuna sahip bir kula yakışmaz.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00052.htm

3 Ekim 2018 Çarşamba

İstihare namazı ve rüya


Soru:
Kıldığımız istihare namazından sonra gördüğümüz rüyaya göre mi hareket etmeliyiz. Gördüğümüz bu rüyalara şeytanın etkisi olabilir mi?

Cevap:
İstihare namazı ve duası yeterlidir. Bundan sonra görülecek rüya önemli ve bağlayıcı değildir, her rüyaya şeytan karışabilir. Bu sebeple görülen şeyler, dinin ve aklın kesin hükümlerine göre değerlendirilmeli ve buna göre hareket edilmelidir.


2 Ekim 2018 Salı

Geçmiş namazları kaza etmek kişinin namaz borcunu siler mi?


Soru:

Mezhep imamlarının görüşlerine göre geçmişte kılınmayan farz ve vacip olan namazlar kaza edilir. Ancak Kuran-ı Kerim'in genel atmosferinden çıkardığımız netice günahlardan arınmanın "tevbe" olduğunu biliyoruz. Bir de "namaz olmayanın" dininin de olmadığı hadisinden haberdarız. Netice itibariyle kişilerin geçmişte şuursuzluk yahut farklı sebeplerden dolay kılmadıkları namazların durumu ne olmalıdır?

Cevap:

Mazeretsiz olarak geçirilmiş namazların kazasının farz olduğu konusunda genel kabul bulunmakla beraber, kazanın eda (zamanında kılma) yerine geçeceğini kimse iddia edemez. Namaz, vakti içinde yapılması gereken çok önemli bir ibadettir. Mazeretsiz namaz geçirmek de günahtır. Onu kaza etmek bir bakıma tövbedir, daha doğrusu tövbenin bir parçası olabilir. Ayrıca Allah'a yalvarmak, pişman olmak ve af dilemek gerekir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00051.htm

1 Ekim 2018 Pazartesi

Cenaze namazı kılan kişilerin önünden geçilebilinir mi?


Namaz kılanın önünden geçilince onun huzuru bozulur; bu sebeple -zaruret bulunmadan- geçmek mekruhtur. Cenaze namazı da bir namazdır, zorunlu olmadıkça kılanların önünden geçmemek gerekir. Önde bir çizgi, alçak da olsa duvar vb. (sütre) olduğunda veya iki saf kadar uzaktan geçildiğinde geçmenin sakıncası yoktur.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00050.htm

30 Eylül 2018 Pazar

Cuma namazı ve işçiler, cuma vaktindeki kazanç, zorla ibadet


Soru:
Cuma günü namaz çağrısı yapıldıktan sonra alışverişi terk ederek namaza koşmak emrediliyor. Binlerce işçinin çalıştığı bir fabrikam var. İşçilerimi namaz kılmak için serbest bırakıyorum. Bir kısmı namaza gidiyor, bir kısmı ise gitmiyor ve fabrika çalışmaya devam ediyor. Gidenlerden herhangi bir ücret kesilmiyor, kalanlar namaz vaktinde camiye gitmektense çalışmayı tercih etmiş oluyorlar. Bu durumda, namaza gitmeyip fabrikada kalan işçilerin ürettiği değer ve kazanç benim için helal olur mu?
(Bu soruyu dün akşam ...sahibi sordu. Vaiz ve Ezher'den doktoralı ... hocamız var. Mecliste o da vardı. ... Hoca tereddüt etti, "Siz ne dersiniz" dedi. Ben, bunu Hayrettin Hocam'a soralım dedim. Bazı arkadaşlar, "Aslında burada namaza gidene teşvik var" dediler. Daha sonra ... Hoca "Aslında namaza gitmeyenlerin ayrıca para kesmek vs. gibi şekillerde cezalandırılabileceğinden" söz etti. "Zorla namaz kıldırılır mı?" dedim. "Evet, şeriatte zorla namaz kıldırılır... " dedi.
Sonra ben "Şöyle düşünebilir miyiz" dedim: "Ben işçinin 8 saatlik emeğini kiralıyorum, sonra da bu vakit içerisinden namaz kılacağı vakitleri kendisine bağışlıyorum. Bu işçi bir bî-namaz değil bir kafir de olabilirdi. Köleliği kaldırmamış olsak kafir bir köle de olabilirdi. Kafir kölenin kazancı -Allah'a isyan etmesiyle birlikte- helal oluyorsa, bî-namaz işçinin kazancı da helal olmaz mı?"
... Hoca da: "Şeriat kafiri olduğu gibi kabul eder ve ahkamını ona göre yürütür; halbuki bir Müslüman namaz kılmaya mecburdur. Bu, ona kıyas edilemez" dedi. Sonra "hatta başı açık hanımların çalıştırılmasında da aynı mahzur sözkonusu olabilir; ama meseleyi daha geniş çapta da ele almak lazım; başı açık hanım çalıştırmazsanız da irtica var deyip ticaretinize engel olabilirler" dedi.
Mesele burada kaldı. Asıl sorudaki cuma vaktinde çalışan işçinin kazancı meselesine başı açık çalışan işçinin kazancı meselesi de eklenmiş oldu. Hatta bir arkadaş, "İşçinin ne durumda olduğunu bilemeyiz ki, kimisi içkili olabilir, kimisi cenabet olarak gelip çalışır, bu işvereni ilgilendirmez" dedi. Bir de içkili işçinin kazancı gibi bir mesele çıktı.

Cevap:

Güzel bir tartışma, laik düzende dini yaşamanın bazı problemlerini canlı olarak yansıttığı için de önemli.
İbadeti ihmal ederek, onu yapacak zaman içinde dünyalık için çalışan kimsenin kazancı helal olur mu? Bu sorunun cevabını Cuma örneğinden yola çıkarak bulmaya çalışalım:
Beş vakit namazını kılmayan bir kimse düşünelim, misal olarak da bir öğle namazını alalım; namazını kılınabileceği son zaman dilimine kadar bu kişinin kazandıklarına -genel olarak namazı kılmaması bakımından- haram diyemeyiz. Öğle namazının farzının kılınabileceği son zaman diliminde kazandığına gelince, Cuma namazı için söyleneni burada kıyasa esas olarak almak suretiyle "Haramdır" deriz. Çünkü, Cuma namazına çağırılınca buna gitmeyip çalışan ve kazanan kimsenin -yaptığı hukuki tasarrufların geçerli olup olmadığı tartışmalı olmakla beraber- kazancının haram olduğuna ittifakla hükmedilmiştir. Burada işin kendisi helal/mübah olsa bile, belli bir vakitte yapılması haram kılındığı için, haram olan bir işle elde edilen kazanç da haram olmaktadır.
İş yeri sahibinin sorumluluğuna gelelim:
Bazı işler vardır ki, ertelenmesi, durdurulması büyük zarar ve güçlüklere yol açar. Böyle bir iş söz konusu olduğunda iş sahibi, çalışanların günlük namazlarını kılabilmeleri için tedbir almakla yükümlüdür. Aynı zamanda mümkün oluyorsa Cuma günü, bu namaz ile yükümlü olmayanlardan yararlanmak, onlarla fabrikanın çalışmasını sağlamak, diğerlerinin Cuma'ya gitmelerine imkan hazırlamak mecburiyetindedir. Eğer bu da mümkün olmuyorsa -işin durdurulamaz olması- Cuma ve cemâatin terkini mübah kılan mazeretlerden biri olarak değerlendirilir. Bu takdirde, Cuma'ya gidemeyenler öğle namazını kılarlar.
İşyeri sahibi ve sorumlusu gerekli tedbirleri aldığı ve yükümlü olanlara namazların kılma imkanını sağladığı halde namaz kılmayanların, yaptıklar işten hasıl olan üretim ve kazanç işverene haram olmaz; çünkü namazın terkinde onun bir etkisi ve katkısı yoktur.
Namaz kılmayanların çeşitli yaptırımlarla buna mecbur edilmesi konusu, üzerinde iyi düşünülmesi gereken çok yönlü bir konudur. Meseleye ibadet kavramı açısından baktığımızda zorla yapılan bir hareketin ibadet olduğunu söyleyemeyiz. Zor ve baskı altında iman edenin, imandan çıktığını söyleyenin bu davranış nasıl gerçekte "imana girme veya ondan çıkma" sonucu doğurmuyorsa, zorla ibadet eden de ibadet etmiş olmaz; çünkü ibadette belli hareketler yetmez, bunların özgür bir irade ile Allah'a ibadet niyetiyle yapılmış olması gerekir.
Meseleye "emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker: İslam'a göre iyi ve gerekli olanlar yaptırma, kötü ve günah olanı yaptırmama çabası/ödevi" açısından baktığımızda, bazı mezheplerde olduğu gibi "farz namazları cemaatle kılmak da farzdır" diyenlere göre bütün erkekleri, beş vaktin ezanı okununca camiye gitmeye zorlamak gerekli olur. Cuma namazı bütün mezheplere göre -meşru mazereti bulunmayan- erkeklere farz olduğu için yükümlü olanları buna da zorla göndermek gerekir. Ancak zorlamayı kim yapar" sorusu da önemlidir. Dil ve gönül yoluyla insanları iyiye sevketme ve kötüden engelleme -eğer daha önemli bir zarar doğurmuyorsa- bütün müslümanların vazifesidir. Bunun dışında yaptırım uygulayarak sevketme işi kamu otoritesine aittir, sıradan insanların ödevi değildir. Bugün Türkiye'de kamu otoritesi böyle bir zorlamayı ve yaptırımla farz ibadete sevketmeyi ödev bilmek şöyle dursun, laikliğe aykırı olduğu için şiddetle reddeder ve engeller.
İşveren namaz kılmayanların ücretini kesemez; böyle bir hakkı -emeğin hakkını dini bir ceza olarak vermeme hakkı- yoktur.
Namaz kılmayan, başını örtmeyen müslümanlara iş vermemek, onların bu yüzden örtünmelerini veya namaz kılmalarını sağlamaz; yani yaptırım olarak kullanılan "iş vermeme" tedbiri amacına ulaşmaz. Böyle yapmak yerine müslümanların bu kimselere de şefkat, merhamet ve iyi niyetle muamele etmeleri, iş vermeleri, maddi ve manevi ihtiyaçların gidermelerine yardımcı olmaları zaman içinde onların toparlanmalarına, bazı kusurları üzerinde yeniden düşünmelerine, iyi örneklerden etkilenmelerine sebep olabilir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00048.htm

29 Eylül 2018 Cumartesi

Namaz vakitleri, namazların birleştirilmesi


Soru:

Din adına konuştuğunu söyleyen bazı şahıslar beş vakit namaz hakkında şüpheye düşürücü şeyler söylüyorlar. Sizin bu konuda ve namazların birleştirilerek kılınması konusunda görüşünüz nedir?

Cevap:
Beş namaz beş vakitte kılınır.
Bazı konular bıkılmadan, usanılmadan tekrar tekrar tartışılıyor; bunlardan biri de namaz vakitleridir. Sünnî İslam'da, olağanüstü ve olağan dışı durumlar haricinde, beş farz namazın beş vakitte kılındığında şüphe yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) ve ashâbının uygulamaları bilinmektedir; bu uygulama, "yolculuk, tehlike, sıkıntılı durumlar haricinde" beş vakit namazın, bugün de bildiğimiz kıldığımız beş ayrı vakitte kılınması şeklinde olmuştur. İlgili âyet ve hadisleri yorumlarken, bunlardan hüküm çıkarırken bu yaygın ve devamlı uygulamanın göz ardı edilmemesi gerekir. Kur'an-ı Kerim'de -hadislerde olduğu kadar açık olmasa da- beş vakte şöyle işaret edilmiştir:
"Gündüzün güneşin gün ortasını aşmasından gecenin karanlığına kadar namaz kıl; bir de sabah namazını; çünkü sabah namaz şahitlidir" (İsra: 17/78). İsrâ sûresinin buraya kadarki kısmında umumiyetle ulûhiyet, âhiret ve peygamberlikle ilgili inanç konuları üzerinde durulmuştur. Burada ise ibadetlerin en önemlisi kabul edilen namaz konusuna geçilmektedir. Tefsirlerde genellikle namazın farz kılındığı İsrâ olayının ardından inen sûrenin bu âyetinde beş vakit namaza işaret edildiği belirtilmektedir.
Âyet metnindeki "dülûk", güneşin bir günde izlediği farazi çemberi dönerken gündüz vakti en yüksek noktayı geçerek batmaya yönelmesidir. Gün ortasından başlayarak çemberin dörtte üçlük kısmını tamamlaması diye de açıklanmıştır ki bu da ikindi vaktidir. Ayrıca günbatımı için de kullanılmıştır (İbn Âşûr, XV, 182). Sonuç olarak müfessir İbn Âşûr'a göre "dülûkü'ş-şems" deyimi, öğle ikindi ve akşam vakitlerini içermektedir. Nitekim "ilâ" edatının da bu deyimin birden fazla vakti içerdiğine işaret etmektedir.
Müfessir Şevkânî bu deyimin anlamı konusundaki üç görüşü şöyle sıralar: a) Zeval vakti (Fahreddin Râzî'ye göre bu çoğunluk görüşüdür; XX, 25); b) Günbatımı, c) Güneşin zevalinden batımına kadar geçen süre (İbn Âşûr'un da bu görüşü benimsediğini görmüştük).
Âyet metnindeki "gasak" karanlık demektir, şafağın tamamının kaybolduğu yatsı vaktini ifade eder; "kur'ânü'l-fecr" ise sabah namazına işaret eder. Ayrıca bu deyimin, namaz içinde Kur'an okunması gerektiğini de ima ettiği, bu bütün namazlar için gerekli olmakla birlikte burada sabah namazının örnek olarak anıldığı, nitekim Hz. Peygamber'in uygulaması uyarınca sabah namazında daha fazla Kur'an okunduğu belirtilmektedir.
Sonuç olarak Fahreddin Râzî'nin şu görüşü tercihe şayan görünmektedir (XX, 27): Âyette başlıca üç vakit zikredilmiştir;"dülûkü'ş-şems" öğle ve ikindiyi, "gasaku'l-leyl" akşamı ve yatsıyı, "kur'ânü'l-fecr" de sabah namazını ifade etmektedir. Öğle ile ikindinin ve akşamla yatsının bir arada anılması, sıkışık durumlarda bu namazların cem edilebileceğini (öğle ile ikindi, akşamla da yatsı birleştirilerek dört namazın iki vakitte kılınabileceğini) göstermektedir.
Yolculukta ve sıkışık durumlarda namazların, sırası bozulmadan birleştirilerek kılınmasına izin verilmiş olması, beş farz namazın vakitlerinin belli olmaması veya değiştirilmesi mânasına gelmez. Normal hallerde beş farz namaz beş ayrı vakitte kılınacaktır. Bazı mezheplerde namazların, olağan dışı hallerde de birleştirilmesi caiz görülmemiştir. Bu konuda, ilgili hadislere dayanarak en geniş yorumu yapan ve birleştirmeyi, yolculuk dışında da caiz gören alimler de bunun mutad hale getirilmesini, böylece beş vakit namazın vakitlerinin değiştirilmesini caiz görmemişlerdir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00047.htm

28 Eylül 2018 Cuma

Namazda gülenin hem namazı hem de abdesti bozulur mu?


Soru:

Kendisi duyacak kadar namazda gülenin hem namazı hem de abdesti bozulur deniyor; bu ne demektir?

Cevap:

"Kendisi duyacak kadar" demek, güldüğünde çıkardığı sesi, fısıltıyı kulağının duyması demektir.
Gülmenin abdesti bozacağını Hanefî müctehidleri söylüyor, bu konuda naklettikleri hadis sahih olmadığından gülmekle abdest bozulmaz diyen çoğunluk isabet etmiştir; namazda gülmekle abdest bozulmaz. Namazda gülmekle namazın bozulması için de gülmenin tebessüm veya kısık sesle (hafif, az) olmayıp aşır olması gerekir. Etraftan duyulacak ve "namazda olamaz" denecek kadar gülenlerin namazları bozulur, yeniden niyet edip namaza durmaları gerekir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00046.htm

27 Eylül 2018 Perşembe

Mazereti bulunmadan namazı terk edenler dinden çıkarlar mı?


"Hiçbir mazereti olmadığı halde namazı terkeden kâfir olur" mealinde bir hadis var, ama burada geçen "kâfir olur" sözü, "Allah'a şükür vazifesini terketmiş, nimetlerine şükretmemiş (küfrân-ı ni'met etmiş) olur şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü ehl-i sünnet inancına göre iman, kalben onaylama ve kabullenmedir, bu ortadan kalkmadıkça insan kâfir olmaz; yani dinden çıkmaz.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00045.htm

26 Eylül 2018 Çarşamba

Kürtajla ilgili sorular


Soru:
Cenine ruh ne zaman üflenir?

Cevap:
Cenine ruh üflenmesi hakkındaki hadislerde ıztırab (farklı tespitler) var. 40, 41,45 gün sonra rivayeti de var, üçüncü kırk günden sonra rivayeti de var. Bu sebeple o hadislere dayanarak süre belirlemek ilmi olmaz. Ayrıca ve daha önemlisi "ruhun üflenmesi" ile canlı olmak arasında bir ilişki yoktur. Bu ruh, can vermek, canlandırmak manasında değildir, insanın ilâhî (Allah'tan gelen ve insanları O'na çeken) bir manevi, ruhî unsura sahip olması manasındadır.

Soru:
Size göre cenine ruh üflenmeden önce kürtaj caiz midir? Caizse hangi şartlarla ve hangi durumlarda?

Cevap:

Cenin canlıdır, doğduktan sonra genetik ve biyolojik olarak nasıl bir insan olacağı daha embriyo ve zigot iken bellidir. Cenini öldürmek, insan öldürmek demektir. Sadece doğmadan önce öldürüldüğü için dünyevi cezası daha hafiftir.

Soru:

Cenine ruh üflendikten sonra kürtaj caiz midir? Caiz ise hangi durumlarda?

Cevap:
Önce bile caiz olmadığına göre üflendikten sonra hiç caiz olmaz.

Soru:
Evlilik dışı ilişkiler sonucu oluşan cenin alınabilir mi?

Cevap:

Böyle bir ilişkiden meydana gelen çocuğun suçu ve günahı yoktur, öldürülmeyi hak etmez. Öldürmek cinayet olur.

25 Eylül 2018 Salı

UYDURMA HADİS MESELESİ


Geçen gün Recm meselesi ile ilgili yazdıklarım hakkında bir okuyucudan gelen mesaj üzerinde duracağım. Şöyle diyor okuyucum:

“Sayın Sifil, Recm ile ilgili düşüncelerinizi okudum. Yazık diyorum. Demek ki insan çok okumakla alim olmuyor. Bence insanların analiz yeteneği, kıyas ve hissedebilme gücü çok önemli. Allah Kur’an’da zinanın cezasını çok açık vermiş. Yok ayet nesh oldu, vardı da keçi yedi; ne gerek var bunlara? Allah Kur’an’ın indirildiği gibi kıyamete kadar korunacağını söylemiyor mu? Bir Peygamberin sözleri nasıl vahiy olabilir? Tabi ki yücelerin yücesi insanlardır, bunları kimse tartışmaz. Ama neredeyse Allah’la mukayese edeceğiz yüceltmek için. Bu iş insanı sakata götürür kesinlikle. Eğer Peygamberimiz recm uygulamışsa bile bunu yahudi toplumuna uygulamış olabilir. Sanıyorum Hadis alimi olduğunuz için Peygamberimizden gelen (geldiği ?) varsayılan her şeye temkinli yaklaşıp, olabilir diyorsunuz. Herkes bu hadislere binlerce uydurma karıştığını biliyor ve söylüyor. Şunu lütfen iyi anlamalıyız, Kur’an tek ve yegane doğrudur, Kur’an’la çelişebilecek herşey yalandır. Yorumlarınızda ayetlere atıfta bulunursanız daha iyi olur. Saygılar.”

Okuyucumun –iyi niyetle yapıldığından şüphe duymadığım– bu yorumlarında Kur’an ve Sünnet’i “okuma” konusunda bir problem bulunduğunu söylemeliyim. Sünnet’in hücciyyeti bağlamındaki tartışmalardan ve konuyla ilgili delillerden burada sarf-ı nazar edeceğim. Zira konunun ilgilileri, bu tartışmanın karşılıklı argümanlarını zaten biliyor. Hatta Sünnet’in hücciyyeti tartışmasının bir anlamda “sıktığı”nı da söylemek mümkün…

Ancak hiç olmazsa şu basit soruların cevabını “net” olarak vermek durumundayız:

1. Kur’an’ın neresinde mü’minlerin uymakla yükümlü bulunduğu yegâne kaynağın Kur’an olduğu ve bunun da 6.600 küsür ayetin tekil normatif/somut ahkâmından ibaret olduğu kaydedilmiştir?

2. Kur’an’ın pek çok ayetinde “Allah’a itaat” yanında “Resul’e itaat”in de ayrıca vurgulanmasının manası nedir?

3. Eğer zina suçunun cezası Kur’an’da zikredilen “celde”den ibaret ise, Hz. Peygamber (s.a.v) hangi yetkiyle Kur’an dışına çıkarak, Yahudiler’e recm cezası uygulamıştır?

4. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, “dinin tebliğ ve uygulaması” bağlamındaki sözleri vahiy kaynaklı değilse Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından “murad-ı ilahî”ye uygun beyan edildiğinden nasıl emin olacağız?

5. “Kur’an’ın korunmuşluğu” ne anlama gelmektedir? Eğer Kur’an ahkâmının uygulamasında Kur’an dışına çıkılmışsa –ki Hz. Peygamber (s.a.v) dönemi de dahil olmak üzere gerek recmin, gerekse Sünnet’le sabit diğer ahkâmın tarih boyunca uygulandığını kimse inkâr edemez–, ayetlerinin lafzî olarak korunması, Kur’an’ın “korunduğu”nu söylemek için yeterli midir?

6. “Kur’an’ın korunmuşluğu” da bu Ümmet vasıtasıyla olmamış mıdır? Aklî bir ihtimal olarak bu Ümmet’in –hem de iddia edildiğine göre Kur’an ahkâmının dışına fiilen çıkabilmişken– onun lafzını da değiştirivermesi mümkün değil miydi?

7. Allah Teala Kur’an’ı bu Ümmet’in ezberleyip nesilden nesile aktarması yoluyla koruduğuna göre, onun ahkâmının da bu yolla korunduğunu söylemenin engeli nedir?

8. Şu “binlerce Hadis uydurulduğu” iddiasının aslı nedir? Hadis rivayetlerine güvenmeyenlerin, –Hadis uydurulduğu konusundaki haberler de neticede birer “rivayet” olduğu halde– bunlara güvenmesinin mantığı nedir? Ve bu “binlerce” uydurma rivayet nerededir? Mevzu Hadisler konusunda kaleme alınmış eserlere baktığımızda ancak “yüzlerle” ifade edilebilecek sayıda uydurma hadis metniyle karşılaşıyoruz. Nerede bu “binlerce” uydurma hadis?

9. Eğer burada, ulemanın sahih ve hasen olduğunu söylediği rivayetler içinde de külli miktarda uydurma olabileceği söylenecekse, böyle bir iddianın altından sadece “Kur’an’a uygunluk/aykırılık” söylemiyle kalkılamayacağı aşikâr. Bu söylemi dillerine dolayanlar, –iman, fezail, menakıb, rikak vd. sahaları bir kenara bırakalım–, sadece Fıkıh bablarında yer alan yüzlerce konuyla ilgili binlerce hadisi bu söylemle şimdiye kadar ayıklayabilmişler midir? Böyle bir “ayıklama” yapılsa bile –bunun ilmî kriterlere uygun olup olmayacağı tartışması bir yana– elde kalan rivayetlerle bu Din’in murad-ı ilahîye uygun biçimde yaşanabileceğini söyleyebilecekler midir?

10. Herhangi bir rivayetin sadece Kur’an’a uygun olması, tek başına onun “uydurulmadığı”nı isbata yeter mi? İlgili kaynaklarda, hakkında “Metni doğrudur, ama Hadis olarak sahih değildir” ifadesi kullanılmış pek çok rivayet bulunduğunu biliyoruz. Yani “Hadis uydurmayı meslek edinmiş raviler Kur’an’a uygun hadis uyduramaz”, ya da “Bütün uydurma rivayetlerin metinleri Kur’an’a aykırıdır” diye bir kaide koyamayacağımıza göre, mezkûr “ayıklama” işlemi sonucunda elde kalan rivayetlerin “sahih” olduğunu neye dayanarak garanti edeceğiz?

11. Daha önce de defalarca söyledim; ilgili ayet metninin mensuh olduğu ya da keçi tarafından yendiği rivayetlerinin, sahih haber ve uygulama ile sabit olmuş recm hükmünün sıhhatine hiçbir etkisi yoktur. Zira bu hüküm sahih Sünnet’le sabit olduktan sonra, bu konuda metni mensuh bir ayet bulunup bulunmadığı ya da o metnin üzerine yazıldığı malzemenin başına ne geldiği sorularının hiçbir önemi yoktur.

Ebubekir Sifil- Milli Gazete – 13 Temmuz 2004 

24 Eylül 2018 Pazartesi

İmansız gitmeye sebep olan şeyler


Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

İmansız gitmeye sebep olan şeylerden bazıları şunlardır:

1- İman konusunda tereddütleri olmak, imansız ölmekten korkmamak.

2- İtikadı, inancı bozuk olmak

3- Dini öğrenmemek ve dinini yaşamamak,

4- Namazı terk etmek.

5- Haram, günah tanımamak

7- Nimete teşekkür etmemek

8- Ana babaya isyan etmek, görevlerini yapmamak.

9- Günahta, haramlarda ısrar etmek, günahlara devam etmek.

10- Kuranda günah ve haram olduğu bildirilen bir şeyi bilerek isteyerek yapmak.

11- Peygamber (as)’a uymamak, dediklerini yapmamak.

12- Allah’ın affından ümit kesmek.

13- Din ve dindarlarla alay etmek

14- İftira atmak, hased etmek, yalan söylemek.

15- Şirk koşmak, bid’at ve hurafe şeylerde öncülük etmek. Dini kendi nefsine menfaatine göre anlamak ve yaşamak.

16- Büyücülük, falcılık gibi işlerle meşgul olmak.

17- Dünyaya düşkün olmak.

18- İman esaslarında ve İslam’ın şartlarında herhangi bir eksiklik olması.

19- Hayatı münafık gibi, kafir gibi yaşamak ve inançsızlara benzemek.

20- Küçük günahlara devam etmek, önemsememek.

21- Kur’an’da ve sünnette haram kılınanı helal saymak.

22- Dine müdahale etmek, dini kendine göre yorumlamak.

Bu ve bunun gibi işler son anda imansız gitmeye sebep olur.

http://www.mustafaoselmis.com.tr/olen-icin-yapilmasi-gereken-isler/

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR