24 Temmuz 2018 Salı

Hz. Ömer radıyallahu anh Hakkında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar



İslam’ın yüz akı şahsiyetlerinden biri olan Hz. Ömer radıyallahu anh hakkında yazı yazmak, onun bereketli hayatını birkaç sayfaya sığdırmak gerçekten kolay bir iş değildir. Hz. Ömer    radıyallahu anh dediğiniz zaman cahiliyede geçen 33 yıllık samimi bir hayat demiş olursunuz. O küfründe de samimi idi; İslam’a geçince dahada samimiyeti ziyadeleşti. Küfründe samimi olduğu için Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem   ona ve dayısı olan Ebû Cehil’e dua etmiş: “Allah’ım! İki Ömer’den biri ile bu dini güçlendir” demişti. Ona bu duanın yapılmasının nedeni samimiyeti idi.

Hz. Ömer 
radıyallahu anh dediğiniz zaman İslam yolunda geçen 28 yıllık bir hayat demiş olursunuz. O hayat, öyle bir hayattı ki, 6 yıl geç gelmişti ama o geç kalışını basamakları ikişer ikişer çıkarak arayı kapatmış, 6 yıl geç gelmesine rağmen Efendimiz’in  sallallahu aleyhi ve sellem  soluna geçmiş, o makamın hakkını ödemiş, hep Efendimiz’i kendinden razı etmişti. Ne kadar cahiliye yolunda gayret etmiş, mücadele vermişti ise daha fazlasını İslam için vermiş, hayatının boşa geçen zamanlarının kefaretini ödemiş biri idi.

Hz. Ömer 
radıyallahu anh dediğiniz zaman 2,5 yıl Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh ’in hilafet günlerinde nasıl halifeye vezir olunur bunu hayatı ile gösteren; Ridde olaylarında, Kur’an’ın mushaf haline getirilmesinde, fetih hareketlerinde, her hayırlı işte öncü olan biri demiş olursunuz.

Hz. Ömer 
radıyallahu anh dediğiniz zaman 10,5 yıl hilafet günlerinde adalet, izzet, fetih, adına çok şey söylemiş olursunuz. O öyle bir yönetim tarzı ortaya koymuştu ki değil sadece dostları düşmanları bile kendisine hayran bırakmış, her işi ile attığı her adımı ile İslam’ın en büyük mucizesinin insan yetiştirme olduğunu âleme göstermiş, mucize istersen eğer İslam’dan önce Ömer, İslam’dan sonra Ömer dedirtmiştir.

İşte böyle bir şahsiyet olan Hz. Ömer 
radıyallahu anh i birkaç sayfa da anlatmak gerçekten kolay değildir. Bundan dolayı biz bu yazımızda “Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar” başlığında, onun hakkında zihinlerimizde var olan bazı yanlış ve eksik bilgileri düzeltmeye çalışacağız.

Nedir peki Hz. Ömer 
radıyallahu anh hakkında doğru bildiğimiz yanlışlar? Biz bu başlık altında sadece beş hususa değineceğiz. Bunlar;

1- Hz. Ömer, gerçekten kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömdü mü?

2- Hz. Ömer, gerçekten kırkıncı Müslüman mıydı?

3- Hz. Ömer, gerçekten Efendimiz’i 
sallallahu aleyhi ve sellem  öldürmek için çıktığı yolda mı dirildi, iman etti?

4- Hz. Ömer, gerçekten İslami sahada istediği gibi maslahat öncelikli bir duruş mu ortaya koydu?

5- Hz. Ömer, gerçekten sadece celal sıfatının sahibi biri miydi?

Buyurun bu maddeleri birer birer ele alalım.

1- Hz. Ömer, gerçekten kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömdü mü?

Hz. Ömer 
radıyallahu anh in İslam öncesi hayatı anlatılırken en fazla gündeme getirilen mesele kendi elleri ile kız çocuğunu toprağa gömmesidir. Ancak bu konuda kaynak niteliğinde olan eserlerimizin hiçbirinde böyle bir rivayet geçmemektedir. Hz. Ömer, bu olayı anlatmıştır; cahiliye insanın bu büyük zulmü nasıl işlediklerini tasvir etmiştir. Ama hiçbir yerde “ben yaptım, ben kendi ellerimle kız çocuğumu gömdüm” dememiştir.

Bugün elimizdeki mevcut ensap kitapları Hz. Ömer’in gerek cahiliye döneminde, gerek İslam döneminde yaptığı tüm evlilikleri ve bu evliliklerden olan tüm çocuklarını bize verirler. Hz. Ömer, tam 10 evlilik yapmış, bu evliliklerden 3 kız, 8 oğlu olmuştur. Bu kızlardan en büyüğü Hafsa validemizdir; onun doğum tarihi ise Miladi 604’tür, yani nübüvvetten tam 6 yıl önce doğmuştur. Eğer Hz. Ömer böyle bir şey yapsaydı, Hz. Hafsa validemiz için de yapardı. Hz. Hafsa doğduğunda Hz. Ömer, 20 yaşlarında idi. İşte bu bilgilerde gösteriyor ki, Hz. Ömer için kız çocuğunu gömdü demek doğru bir iddia değildir.

2- Hz. Ömer, gerçekten kırkıncı Müslüman mı?

Bugün birçok siyer kitabımızda Hz. Ömer’in Müslüman oluşu anlatılırken onun 40. Müslüman olduğu söylenir. Bu bilginin asıl kaynağı İbn Hişam’ın es-Sîre’sidir. Eğer Hz. Ömer’in 40. Müslüman olduğunu kabul edersek, altı yıl boyunca Müslümanların sadece 39 kişi olduklarını söylemiş oluruz ki, bu birçok sahabinin o günlerde Müslüman oluşunu dikkate almamamıza neden olur.

Ancak dikkatle incelendiğinde, Efendimiz’in
sallallahu aleyhi ve sellem  ilk 6 yıl içerisinde sistemli ve özel bir davet çalışması başlattığını ve bu davet çalışmalarının neticesinde kazanılan insan sayısının ise 128’e vardığına şahit oluruz. Dolayısı ile Hz. Ömer ile birlikte sayının 129 olduğunu belirtmek durumundayız. İbn Hişam’ın naklettiği 40 sayısını ise o gün için Darü’l-Erkam’da bulunan sahabîlerin sayısı olarak kabul etmeliyiz. Yani Hz. Ömer ile birlikte o gün Darü’l-Erkam’da bulunan sahabî sayısı 40’a varmış, ancak o 129. Müslüman olarak tarihe geçmiştir.

3- Hz. Ömer, gerçekten Efendimiz’i 
sallallahu aleyhi ve sellem  sadece öldürmek için çıktığı yolda mı dirildi, iman etti?

Bugün Hz. Ömer’in nasıl Müslüman olduğunu sorduğunuz zaman hemen hemen herkesin söylediği rivayet şu olacaktır: “Darü’n-Nedve’de, Efendimiz 
sallallahu aleyhi ve sellem ’in Mekke’de oluşturduğu tesir konuşulurken, Ömer hiddetlenir, ‘öldürelim Muhammed’i ve bu işi kökten bitirelim’ demiş, kılıcını kuşanmış, nerde olduğunu bilmediği ama duyduğu Safa tepesindeki bir evde onu aramaya doğru çıkmıştı. Yolda akrabalarından Nuaym b. Abdullah onu görmüş, hiddetli halinden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Müslüman olan Nuaym, Hz. Ömer’den nereye gittiğini sormuş, aldığı cevap üzerine Efendimiz’i korumak için hedefi değiştirmiş ve o ana kadar bilmediği bir şeyi ona söylemişti. Demişti ki: ‘Sen Muhammed’in peşine düşeceğine, önce enişten ve kız kardeşine bak!’ Hz. Ömer ilk kez duyduğu bu bilgiyi doğrulatmak için hemen kız kardeşi Fatıma bint Hattab’ın ve eniştesi ayrıca amcasının oğlu olan Said b. Zeyd’in evine doğru yönelmiş, oraya yaklaştığında, içeriden bazı sesler duymuştu. O anda da Habbab b. Eret, o evin sakinlerine yeni nazil olan Kur’an ayetlerini okumaktadır. Hz. Ömer hiddetle kapıyı çalmış, içeriye girmiş; Habbab hemen evin bir köşesine saklanmış, okunan ayetlerde ortadan kaldırılmıştı. Hz. Ömer ne okuduklarını sormuş, onların Müslüman olup olmadıklarını sorgulamış, önce eniştesine, sonra kız kardeşine birer tokat patlatmıştı. Kız kardeşinin yüzünden süzülen kan bir anda Ömer’i sakinleştirmiş ve o anda okunan ayetlerin ne olduğunu sormuştu. Önce Ömer’in zarar vermesinden korktukları için ayetler gizlenmiş, ama ısrar edince Taha Sûresi’ndeki ayetler getirilmiş, orada okunmuş ve Hz. Ömer imana doğru yürümeye başlamıştı. Bu hali, o ana kadar gizlice izleyen Habbab b. Eret, saklandığı yerden çıkmış ve: “Vallahi! Ey Ömer! Ben Resulullah’ın senin için dua ettiğini işittim” demiş, bunun üzerine Ömer Efendimiz’in yerini sormuş; Habbab tarif etmiş ve Ömer dirilmek için Erkam’ın evinin yolunu tutmuştu.”

Bilinen bu rivayet doğrudur ve başta İbn Hişam ve İbn Sa’d olmak üzere birçok kaynağımızda da bu şekilde geçmektedir. Ancak biraz daha derinlemesine araştırdığımızda Hz. Ömer’in yukarıda aktardığımız imana yürüyüş kıssasının öncesinde de iki önemli hadise olduğunu görmekteyiz.

Bu hadiselerden ilki şudur: Hz. Ömer, Nübüvvetin 5. yılı, ilk Habeşistan hicretine katılmak için hazırlık yapan antlaşmalı köleleri Amr b. Rebia ve hanımı Leyla bint Ebî Hasme’nin yanına gelir. Hz. Ömer bunlara ve kölesi Zinnure’ye Müslüman oldukları için çok işkence yapmıştır. Onları öyle döver, öyle döverdi ki; sonra yorulur biraz ara verir. Ara verince de onlara derdi ki: “Sanmayın size acıdığım için durdum, yorulduğum için durdum. Biraz dinleneyim yine başlayacağım sizi dövmeye!” İşte Amr ve hanımı Leyla bu işkencelerden bitap düşüp, hicret etmeye karar verince, Hz. Ömer onların yanına gider. Amr yoktur o anda evde; Leyla onu karşılar. Hz. Ömer hazırlıklarını görünce; “bir yere mi gidiyorsunuz?” diye sorar; Leyla’da: “İşkencelerinizden bıktık, sizin yüzünüzden çıkıp Habeşistan’a gideceğiz” der. O anda Hz. Ömer duygulanır, sesi titrer ve der ki: “Gidin Allah yardımcınız olsun!” Leyla, Ömer’in o haline şaşar. Biraz sonra kocası Amr gelince ona der ki: “Az önce Ömer buradaydı, şöyle şöyle oldu. Ben öyle tahmin ediyorum ki Ömer Müslüman olacak!” Amr güler ve der ki: “Ömer’in babası Hattab’ın, ölmüş eşeği kalkar Müslüman olur, yine de Ömer Müslüman olmaz.” Amr ümidi kesmiştir. Ama Hz. Ömer’in gerçekten o gün yüreğine iman tohumu az da olsa düşmüştür. Bu onun imana yürüyüşünün ilk basamağıdır.

İkinci hadise ise şudur: Hz. Ömer 
radıyallahu anh bir gece Kâbe’ye doğru gelirken, Efendimiz’in orada ibadet ettiğini görür. Gizlice Efendimiz’e doğru yaklaşır ve ne yaptığını merak eder. O anda Efendimiz Hakka Süresi’nden ayetler okumaktadır. Sözün kalitelisini çok iyi bilen Hz. Ömer, içinden bunlar bir şair sözüdür diye bir şey geçirir. O anda Efendimiz Hakka Süresi’nin 41. ayetini okur: “Ve ma huve bi kavlin şair kalilen ma tüminun/ O bir şair sözü değildir; ne de az iman ediyorsunuz?” Bu ayeti duyunca Hz. Ömer şaşırır, benim içimi mi okuyor bu adam, yoksa o bir kâhin mi der. Efendimiz bir sonraki ayeti okur: “Ve la bi kavli kâhin kalilen ma tezekkerün/ O bir kâhin sözü de değildir ne kadar az düşünüyorsunuz?” Bu ayet karşısında bir kez daha sarsılır Hz. Ömer ve der ki: “Bu sözler Muhammedin uydurması mı?” O anda bir sonraki ayeti okur Efendimiz: “Eğer bu sözleri Muhammed uydurmuş olsaydı onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onu can damarından koparırdık!” Bu ayeti de duyunca Hz. Ömer daha da sarsılır ve hemen orayı terk eder. Ama günlerce, duyduğu o ayetlerin tesiri altında ezilir. İşte Hz. Ömer, öncesinde bu iki hadiseyi yaşayarak imana doğru yürür, en son kız kardeşinin evinde olanlarla süreç tamamlanmış olur.

4- Hz. Ömer, gerçekten İslami sahada istediği gibi maslahat öncelikli bir duruş mu ortaya koydu?

Ne yazık ki bazı çevreler Hz. Ömer’in dini sahada çok rahat davrandığını iddia etmekte, her zaman maslahat öncelikli bir duruş sergilediğini dile getirmektedirler. Ancak bu konuda da Hz. Ömer’in hayatını dikkatlice okuduğumuz zaman onun ne kadar Kur’an ve Sünnete, kendisi ile aynı dönemi yaşayan fakih sahabilerin görüşlerine sıkıca bağlı olduğu görülür.

Halife olduğu günler karşısına gelen yeni meselelerde elbette bazı içtihatları olmuştur. Ancak bir mesele hakkında içtihatta bulunsa ve bu konuda daha sonra bir ayetin veya bir hadisin olduğunu duysa anında görüşünden vazgeçer ve Kur’an’a ve Sünnete sıkı sıkıya sarılırdı. Mesela; Halife olduğu günlerde genç Müslümanlar: “Ya Emire’l-Müminin! Hanımlar mihr oranlarını artırdıkça artırdılar. Birbirleri ile adeta yarışır gibi davranıyorlar. Bizde bundan dolayı evlenemiyoruz. Hanımları bu konuda uyarsanız da böyle yapmasınlar!” dediler. Hz. Ömer gençlerin bu makul taleplerini hoş karşıladı ve o gün Mescid-i Nebevi’de bir hutbe verdi; hutbesinde bu meseleye değindi. O anda hanımlar bölümünden bir ses yükseldi. Seslenen hanım diyordu ki: “Ey Müminlerin Emiri! Sen nasıl Allah’ın bize verdiği hakkı bizden esirgiyorsun. Allah Nisa Süresi 20. ayette “onlara kantar kantar, yüklerle mehir verseniz bile geri almayın” demiyor mu? Bu itiraz karşısında Hz. Ömer’in tavrı asla maslahat olmamış, anında geri adım atarak bu sözünden vazgeçmiştir. Koca Halife, Allah’ın kitabına rağmen konuşmamak için: “Esabet imraetün ve ahta Ömer/ Kadın isabet etti, Ömer ise hata etti” demiş ve kendisini Allah’ın kitabını o kadın kadar bilmemekle kınamıştır. Bu tavır bize çok şey söylemelidir.

Yine hilafeti günlerinde parmakların diyeti ile alakalı bir tartışma olmuştu. Efendimiz’den bu konuda bir şey duymamış, kendi kıyas yolu ile her parmağın aynı olmadığını dolayısı ile her parmağın ayrı bir diyetinin olması gerektiğini söylemişti. Mesela; başparmak için 15 deve, işaret, orta ve yüzük parmağı için 10 deve, serçe parmak için ise 6 deve diye diyet bedeli belirlemişti. Ama sonra bir sahabîden duymuştu ki, Efendimiz; tüm parmaklara 10 deve diyet bedeli belirlemiş, artık orada bana göre diye bir söz söylemeden anında bu görüşünden vazgeçmiş ve tüm parmakların diyet bedelinin 10 deve olduğunu söylemişti.

Dolayısı ile Hz. Ömer, diğer tüm sahabe gibi Kur’an ve Sünnete sıkı sıkıya bağlı yaşamış, onların konuştukları yerde susmuş, sustukları yerde ise maslahatı gözeterek konuşmuştur.

5- Hz. Ömer, gerçekten sadece celal sıfatının sahibi biri miydi?

Evet, o gerçekten celal sıfatlı idi. Biz onu hep elinde kılıç yanlış bir iş yapanın kafasını kesmeye hazır bekleyen biri olarak görürüz. el-Hak böyledir de; çoğu zaman Hz.Ömer’in hali budur. Ama celal sıfatı asla zulme, haksızlığa dönüşmemiş, bilakis Hz. Ömer’in adı hep adalet ile anılır olmuştur. Peki, celal sıfatı nasıl olmuştur da, zulme değil, hakkaniyete dönüşmüştür? Çünkü Hz. Ömer’in şahsiyetinin üç temel esası vardı. Bunlar, Adalet, kuvvet ve rahmetti. Adaletin tesisi için kuvvet şarttı. Kuvvet olmazsa, güç olmazsa otorite sağlanmaz, zaafiyet baş gösterebilirdi. Ancak kuvvetin hemen karşısına rahmet konmazsa, o kuvvet Allah korusun zulme, haksızlığa dönüşebilirdi. İşte Hz. Ömer celal sıfatı ile adalet terazisini hayatında kurarken, bir kefesine kuvveti, bir diğer kefesine rahmeti koymuştu. Böyle olunca da o adaletin timsali, örneği ve rehberi olmuştu.

Bu yazımızda Hz. Ömer hakkında doğru bildiğimiz bazı yanlışları öğrendiğimiz gibi, onun şahsiyetinin en temel anahtar kavramlarını da öğrendik. Bu anahtar kavramlar, Samimiyet, Farukiyet, Adalet, Kuvvet ve Rahmet’tir. Bu beş kavram onun hayatında olduğu için tarih onu hep övgü ile kayıt etti. Peki, bu kavramlar Hz. Ömer’in ruhunu diriltmek isteyen bu çağın insanına bir şeyler söylemesin mi?

Buyurun söylenen mesajları beraberce okuyalım:

1- Samimiyet kalbinin esası olsun ki, salihlerin duasını alabilesin.

2- Farukiyet aklının esası olsun ki, hakkın yanında yer alıp, batılın karşısında durabilesin.

3- Adalet eylemlerinin esası olsun ki, hak edene hak ettiğini verebilesin.

4- Kuvvet elinin esası olsun ki, hakkın ikamesi adına otorite sağlayabilesin.

5- Rahmet hayatının esası olsun ki, merhamet gösterip, merhamet bulabilesin.


23 Temmuz 2018 Pazartesi

Hakikate Hakkıyla Şahid Olmak

 Muhammed Emin Yıldırım Hocaefendinin, son yıllarda yayılan inanç kaymalarının sebeplerine dair yaptığı tespitler ve bu tespitlerden bir tanesi olan, hakikati muhataplara ulaştırma sorumluluğunda olanların hatalarına dair söyledikleri, gerçekten önemliydi.

Dersten Cümleler


Biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik.

Hakikat güzel bir hane, Kelime-i Şehadet ise bu hanenin en önemli anahtarıdır.

Bu noktada iki soru sorulmalı: Hakikat nedir? Hakikate hakkıyla şahit olmak nasıl mümkündür?

Hakikat, içinde asla şüphe bulunmayan, mutlak manada doğru, gerçek ve sabit olan, sonuna kadar da bu doğruluğundan hiçbir şey kaybetmeden devam edendir.

Hakikat, tek bir ifade ile aslında Nebevî Miras’tır.

Hakikate nasıl hakkıyla şahit olabiliriz?

1. Bütün önyargılardan kurtulur, ümmileşir yani saflaşır; elimizden geldiğince öğrenmeye gayret edersek
2. Öğrendiklerimizi içselleştirmeye çalışır, yani kavrar; zihin ve alın teri dökerek iyice bellemeye dikkat edersek
3. Kavradıklarımızı hayatlarımıza taşır, yani temsil vazifesinin gereğini yerine getirir, dil ile söylediklerimizi hal ile tasdik edersek
4. Hayatlarımıza taşıdıklarımızı başkalarına iletir, yani tebliğ görevimizin sorumluluklarını ortaya koyar, mahrum olan yüreklere bu güzellikleri taşımaya çalışırsak
5. Asla netice hesaplarını takılmaz, yani ‘hizmet burada ücret orada’ der, ne kazanacaklarımıza ne kaybedeceklerimize bakmadan sabrı kuşanır, işimize odaklanırsak…

Modern zamanlar dediğimiz şu içinde bulunduğumuz zamanlar, birçok izmlerin işgaline uğramış bir zamandır.

Şu an bu memlekette, inanç düzleminde 5 izmle imtihanımız var: Ateizim, Deizim, Agnostizim, Panteizm ve Paganizm…

Ateizm: Tanrı yok; dolayısı ile din diye bir şey de yok, dolayısı ile sorumluluk da yok demektir.

Deizm: Tanrı var, ama vahiy yok, din yok, dolayısı ile dinin hayata müdahalesi de yok demektir.

Agnostisizm: Tanrı var mı yok mu bilinmez, olabilir de olmaya bilir de… Bunun için bilinmezlik var, dolayısı ile hayata müdahale eden bir din yok demektir.

Panteizm: Tanrı var, evrenin bizzat kendisi tanrıdır; tanrı, bütün varlıkla bütünleşmiş bir vaziyettedir. Dolayısı ile neye baksan o tanrıdır, ya da tanrıdan bir parçadır. Bundan dolayı kuruntulara dayalı bir din var demektir.

Paganizm: Tanrı var, bir de tanrı ile birlikte tanrısallık atfedilen şeyler var. Putlar var, güneş var, ay var, yıldız var, hatta bazı ağaçlar ve hayvanlar var, dolayısı ile kuruntulara dayalı bir din var demektir.

Neden bu memlekette bu tarz inanç kaymaları yaşanıyor?

Şu an dünyanın genel hali ile alakalı sebepleri var. Devletin yanlış uygulamalarının etkileri var. Hocaların, cemaatlerin, güya dini temsil etme makamında olanların yanlış uygulamalarının etkileri var. Ailelerin, eksik, hatalı, bazen umursamaz tavırlarının neticesinde ortaya çıkan durumların etkileri var. Kişinin kendisinden kaynaklanan, tembellikten, kibirden, mesela farklı gözükme arzusundan, her şeye itiraz etme özelliğinden, dünyaya şiddetle ve büyük arzu ile sarılmanın etkisi var, ila ahir birçok etkinden kaynaklanan sebepleri var.

Efendimiz’in (sas) bazı hadislerinde: “Eğer şöyle yaparsanız, eğer şunlara dikkat etmezseniz, insanları inançlarından koparırsınız/soğutursunuz, eğer böyle yaparsanız insanlara Allah ve Resulü’nü inkâr ettirirsiniz, eğer şöyle yaparsanız insanları o amellerinin altında ezersiniz” diye uyarıları var.

“Ya Resûlullah! Biz develerle su taşıyan insanlarız, gün boyu tarlada bahçede çalışırız. Muaz seninle birlikte yatsıyı kılmış sonra bize gelerek Bakara süresini okuyarak yatsı namazını kıldırdı. Bende dayanamadım, namazdan çıktım, tek başıma namazımı kıldım, evime gittim. Ama arkadaşlarım bana “sen münafıklar gibi davrandın” dediler. Siz bu konuda bize ne buyurursunuz?”

“Ey Muaz! Sen ne yapıyorsun böyle, sen insanlar için bir fitne mi olacaksın. Bu halin ile insanların dinden soğumasını mı istiyorsun? Bundan sonra asla böyle yapma! Şems, Duha, Leyl, A’lâ gibi sureleri oku ve namazı bu kısa sürelerle kıldır.” (Müslim, Salât, 36)

Eskiden inkâr yoktu, tembellik var; şimdi hem tembellik hem inkâr var…

Şu anki nesle ‘nasıl namaz kılınır’ sorusuna verilecek cevaptan önce, ‘neden ve niçin namaz kılmalıyız’ sorularına cevaplar vermeliyiz.

“Yedi yaşına geldi mi çocuğunuzu namaza alıştırın, on yaşına geldi mi kılmadığı takdirde onu terbiye edin.” (Ebû Davud, Salât 26; Tirmizi, Salât, 299)

Tercümanü’l-Kur’an olan İbn Abbas şöyle diyor: “Din dört katlı bir binaya benzer; birinci katında Akide, ikinci katında Ahlak, üçüncü katında İbadet, dördüncü katında ise Muamelat vardır.”

Hz. Aişe validemiz der ki: “…Kur’ân’dan ilk nazil olanlar, iman ile alakalı olan, cennet ve cehennemin anlatıldığı mufassal sûrelerdir. Sonrasında insanlar İslâm’da toplandıkları zaman helal ve haram konularını içeren sûreler inmiştir. Eğer başlangıçta ‘içki içmeyin’ şeklinde vahiy inseydi, ‘biz asla içki içmeyi terk etmeyiz’; ‘zina etmeyin’ şeklinde vahiy inseydi ‘biz asla zinayı terk etmeyiz’ derlerdi. Bu da İslam’ı kabul etmelerini zorlaştırırdı.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 6)

“İnsanlara onların anlayabilecekleri şekilde konuşun. (Eğer böyle yapmazsanız, onlar hakikati inkâr ederler) Onların Allah ve Resulü’nü yalanlamalarını ister misiniz?” (Buhari, Kitabü’l-İlm, 49)

Abdullah b. Mes’ûd (ra): “Adamın biri, bir hadis anlatır da, o hadisi aklı almayacak bir kimse dinlerse, bu onun için fitne olur.” (İbn Abdilberr, el-Câmi’u li Ahlaki’r-Râvî, s. 129)

Başka bir sözünde daha açık bir ifade ile şöyle der: “Herhangi bir topluluğa anlatmış olduğunuz bir hadis, eğer onların akıllarının almayacağı bir hadis ise bu mutlaka onların bazıları için fitne olacaktır.” (Zehebî, Tezkiretü’l-Huffaz, c. 1, s. 15)

“Dehre/Zamana sövmeyiniz, çünkü dehr/zaman Allah’tır.” (Buharî, Tefsir, 45)

“Ben sana ancak hikmet ehlinin anlayabileceği hadisleri söylüyorum, ama sen gidiyorsun bu hadisleri duyunca anlayamayacak insanlara aktarıyorsun.”

Sonra sözünü şöyle tamamladı: “Bu ilim, ancak aklını kullanabilen ve dinini güzelleştirmek isteyen kimselere fayda verir, böyle olmayanların nasipleneceği bir şey yoktur.” (Zehebî, Tezkiretü’l-Huffaz, c. 1, s. 15)

Hakikate hakkıyla şahit olabilmek için şunlara ihtiyacımız var:

Doğru bir söz
Doğru bir üslup
Doğru bir zaman
Doğru bir zemin
Doğru bir muhatap

“Rabbimiz! Bizler iman ettik, bizi hakikate hakkıyla şahit olanlarla beraber yaz.” (Maide, 83)


Videoyu mutlaka izlemenizi tavsiye ederim:

22 Temmuz 2018 Pazar

Yanında gıybet edene karşı kişinin alacağı tavır nasıl olmalıdır?


Bir kişi, gıybet edilen bir ortamda bulunuyorsa veyahut kendisiyle gıybet edilmek isteniyorsa nasıl davranmalıdır?

"İmâm-ı Gazâlî der ki:

Kendisine dedikodu ulaşan kimseye düşen:

Onu tasdik etmemek,

Hakkında sözü edilen kimse için de, söylendiği şekilde olduğu zannına düşmemesi,

‘Acaba’ diyerek, söyleneni tahkike de kalkmaması,

Ayrıca laf getireni ayıplayıp, bunu bir daha yapmamasını söylemesi,

Vazgeçmezse ona öfkelenmesi,

Kendisi için de, nemmamı (dedikoducuyu), zecrettiği (men ettiği) şeyi hoş görüp o işittiğini yaymaya kalkmamasıdır. 


Aksi takdirde kendisi nemmam olur.” (Kütüb-i Sitte'den)

“Kim Müslüman kardeşini, şeref ve namusunu savunursa Allah (cc) da kıyamet günü onun yüzünü cehennemden korur.” (Tirmizi)

Peygamber Efendimiz’in (asm) gıybet karşısında aldığı tavır

Hz. Aişe (ra) rivayet ediyor:

“Resulullah'ın zevcesi Safiye'nin devesi hastalanmıştı. Zeyneb’in de fazla devesi vardı. Resulullah, zevcesi Zeyneb’e:

“Safiye’ye binmesi için bir deve ver.” deyince:

“O yahudiye mi vereceğim!?” dedi. Bu söze öfkelenen Resulullah, Zilhicce ve Muharrem aylarında, Safer ayının da bir kısmında Zeyneb’in yanına gitmedi.” (Ebu Davud)

“Bana kimse, ashabımdan biri hakkında canımı sıkacak bir şey söylemesin. Zira ben sizin karşınıza (veya ahirette Allah’ın (cc) karşısına) içimde hiç bir şey olmadan çıkmak istiyorum.” (Tirmizi)

Birisi Efendimiz'e (asm) gelerek, Hz. Halid hakkında birşeyler söylemek ister. Efendimiz (asm) tek kelime dahi söyletmeden geriye çevirir.

Ömer bin Abdülaziz’in gıybet karşısında aldığı tavır


Ömer İbn-u Abdülaziz’e bir adam gelerek:

“Senin hakkında falanca şöyle söyledi.” der. Ömer de:

“İstersen bunu tahkik edelim. Eğer yalancı çıkarsan:

"Bir fasık size haber getirince araştırın." (Hucurat, 6) hükmüne girersin.

Şayet duyduğun doğru çıkarsa:

“Dili ile iğneleyen, koğuculuk eden…" (Kalem, 11) hükmüne girersin ki, her iki halde de mesulsün.

İstersen senin için üçüncü şıkkı tercih edelim, seni affedelim de bu iş böyle kalsın!” der.

Adam:

“Af diliyorum. Bir daha böyle bir işe girişmeyeceğim.” der. (Kütüb-i Sitte)

Gıybet edilen ortamda bulunan kişi

Gıybet edilen bir ortamda bulunan kişi, gıybet edeni uygun bir üslup ile uyarmalı ve konunun kapanmasını sağlamalıdır. Eğer uyardığı halde gıybet edilmeye devam ediliyorsa, o ortamı terk etmelidir.

Kendi gıybetinin yapıldığını öğrenen kişi

Bir gün Hasan Basri'ye dediler ki:

"Filan kimse, senin gıybetini etti." Bunun üzerine Hasan Basri ona, bir tabak yaş hurma yolladı ve şu haberi gönderdi:

"Duyduğuma göre, iyiliklerini bana hediye etmişsin, ben de o hediyene tam olarak karşılık vermeyi isterdim; ama yapamadım. Beni mazur gör!"


https://www.sorusorcevapbul.com/makale/giybet/yaninda-giybet-edene-karsi-kisinin-alacagi-tavir-nasil-olmalidir

21 Temmuz 2018 Cumartesi

İftiralar Karşısında Tavrımız Nasıl olmalı?


İmansız veya imanı zayıf biri için iftiraya uğramak, yıkım demektir, hemen ümitsizliğe kapılır, büyük bir ruhi çöküntüye uğrar. Bu iftiralardan dolayı gelecek endişesine kapılabilir. Haklılığı ortaya çıksa bile, toplumda hep bu iftiralarla anılacağını düşünerek paniğe kapılabilir.

Allah'a iman eden, tevekküllü insanlar ise ne ile karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, yukarıda bahsettiğimiz türde tavırlar göstermezler. Gerçek iman ile oluşan tevekküle ve Allah'ın insanlar için yarattığı kadere olan teslimiyete sahip bir Müslüman ile, Kuran'a göre yaşamayan insanların arasındaki tavır farklılığı özellikle böyle zorluk zamanlarında ortaya çıkar.

Müminler kendilerine bir iftira atıldığında, Allah'ın kendilerini bununla denediğini, sabır göstererek tevekkül ederlerse Allah'ın kendilerinden razı olacağını ve kendilerini bu iftiradan temizleyeceğini bilirler. Nitekim bir ayette müminlere atılan iftiranın, kendileri için aslında bir hayır olduğu şöyle bildirilir:

"Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır." (Nur Suresi, 11)

Kuran'a uyan insanlar, herşeyden önce tüm olayların Allah'ın bilgisi ve kontrolü altında gerçekleştiğine ve her olayı Allah'ın kendileri için en güzel ve en hayırlı şekilde yarattığına kesin bir bilgiyle iman ederler. Dolayısıyla, en şiddetli ve acımasızca görünen iftira sözü ile de karşılaşsalar, bunun ardından mutlaka kendileri için bir hayır geleceğini bilirler. Elbetteki, müminler kendileri hakkında söylenen asılsız sözlerden uzak olduklarını göstermek ve iftirayı üzerlerinden atmak için her türlü meşru yola başvururlar. Ancak, sonuçta Allah'ın kendileri için hayır ve güzellik dilediğini bilerek bunu yaparlar.

Hatta kimi zaman dünya hayatındaki imtihanın bir parçası olarak, bir mümin için iftira ile birlikte birçok başka zorluk da peşi sıra gelebilir. Aynı dönemde çok şiddetli bir hastalık geçirebilir, ailesi, yakınları mağdur duruma düşebilir ya da herhangi bir nedenle zor durumda kalabilir, maddi açıdan bazı güçlükler çekebilir. İşte gerçek bir Müslüman tüm bunların Allah katından bir deneme olduğunu, her zorlukla beraber bir kolaylık yaratıldığını ve sabredenlerin cennet ile müjdelendiklerini bilerek çok kararlı, itidalli, cesur ve şevk dolu bir tavır gösterir. Asla sıkıntı duymaz, ümitsizliğe kapılmaz, üzülmez; başına gelen tüm zorlukları Kuran'da emredilen akılcı tavır ve güzel üslupla karşılar.

İFTİRAYA MARUZ KALAN MÜMİNLERE KARŞI HÜSN-Ü ZAN

Geçmişteki örnekler üzerinde düşündüğümüzde, karşımıza çok önemli bir nokta daha çıkmaktadır: İftiraya uğrayan müminin sabrı ve tevekkülü denenirken, aynı zamanda bu olaya şahit olan diğer Müslümanların da iftiraya uğramış müminlere karşı hüsn-ü zanları ve samimiyetleri denenmektedir.

Müminlerin birbirlerine hüsn-ü zanlı olmaları gerçekten de, son derece önemli bir konudur. Çünkü dine düşmanlık besleyenler tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi, ortaya bir iddia atarken bunu kendilerince güçlendirmekte; iftiralarını sahte delillerle veya yalancı şahitlerle makul ve inanılır hale getirmek için gayret göstermektedirler. Bunu yaparken de iftira attıkları kişileri özellikle diğer Müslümanların gözünde küçültmek, Müslümanların aralarını açmak istemektedirler. 


"İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur." (Enfal Suresi, 73)

O halde bir Müslümanın yapması gereken iman eden bir kişi hakkında kötü bir haber duyduğunda öncelikle o işin aslını araştırmak olmalıdır. Eğer karşıdaki kişinin iman eden, Allah'tan korkan, Kuran'a uyan bir insan olduğu biliniyorsa bu durumda hemen tarih boyunca Müslümanlara atılan iftiraları düşünerek iftiraya uğramış mümine hüsn-ü zan etmek şarttır.

İnkar edenlerin müminlere karşı kin ve düşmanlıkları o kadar şiddetlidir ki, iftiraları ile zaten amaçları iman edenleri tamamen etkisiz hale getirmek ve onları kendi batıl dinlerine döndürmektir. Yani din ahlakından uzak insanlar Allah'ın salih kullarını her zaman asılsız suçlamalarla karalamak isteyeceklerdir. İşte bu, Müslümanların uyanık olması gereken bir konudur.

Ancak çok önemli bir gerçek daha vardır ki, Allah bunu ayetlerde şöyle bildirir:

"Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır. Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma. Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir." (İbrahim Suresi, 46-47)

Ayetlerde bildirildiği gibi sonuç olarak Allah inkarcıların hileli düzenlerini bozacak. Ancak, inkarcıların düzenleri bozulana kadar, tüm Müslümanların birbirlerine destek olmakla, iftiraya uğrayan mümin kardeşlerine hüsn-ü zan etmekle, yani onlara peşinen güvenmek ve güzel gözle bakmakla yükümlüdürler. İftiraya karşı diğer müminlerin tutumlarının nasıl olması gerektiğini Allah Nur Suresi'nde bildirmiş ve müminlere iftira atıldığında yanlış bir tutum gösterenleri şöyle uyarmıştır:

"Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azab vardır. Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: "Bu, açıkca uydurulmuş iftira bir sözdür" demeleri gerekmez miydi? Ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi? Şahitleri getirmediklerine göre, artık onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir. Eğer Allah'ın dünyada ve ahirette sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan dolayı size büyük bir azab dokunurdu. O durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu kolay sandınız; oysa o Allah katında çok büyük (bir suç)tür. Onu işittiğiniz zaman: "Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi? Eğer iman edenlerden iseniz, bunun gibisine bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir." (Nur Suresi, 11-17)

İFTİRA, CAHİLİYE MANTIĞI İLE DEĞERLENDİRİLMEMELİDİR 

Müslümanların herşeyden önce şunu unutmamaları gerekmektedir: İnkarcıların müminlere iftira attıkları, onların aleyhinde incitici sözler söyledikleri ve bunun Allah'ın değişmeyen bir kanunu olduğu Kuran'da bize haber verilmiş olan bir gerçektir. Bu durumda tüm Müslümanların uyanık olmaları, su-i zanna kapılarak bir başka insana haksızlık yapmaktan kaçınmaları son derece önemlidir. Hatta Müslümanlar bir insanın iftiraya uğramasını, o kişinin samimiyetinin bir göstergesi olarak da kabul edilebilirler.

Müslümanların, atılan iftiralara kulak vermemeleri, hatta iftiracılara da bu iftiralara inanmadıklarını ve hiç itibar etmediklerini söylemeleri, iftiracıların tuzaklarını bozacak ve böylece iftiralar yerini bulamayacaktır.

Şu da unutulmamalıdır ki, insanların büyük bir çoğunluğunun iftiraya iştirak ederek Müslümanların karşısında olması ise, asla iftiranın gerçek olduğunu gösteren bir durum değildir. Çünkü Allah bir ayetinde insanların çoğunluğuna uymanın saptırıcı olabileceğini bildirmiştir:

"Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler." (Enam Suresi, 116)

Ayrıca, Müslümana yönelik suçlama bir fasıktan, yani Allah'a karşı isyankar bir insandan geliyorsa, bunun Kuran'da bildirildiği gibi etraflıca araştırılması ve gereken deliller bulunduktan sonra dikkate alınması gerekmektedir. İftiralara kanan kişilerin de peşin karar vermeden önce Kuran'ın bu hükmüne göre hareket etmeleri ve bunu kanıtlayacak delilleri görmeleri veya göstermeleri gerekmektedir. Bu durum, Kuran'da Allah'ın tüm Müslümanlara emrettiği bir hükmüdür:

"Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz." (Hucurat Suresi, 6)

Müminlerin dünyada ve ahirette pişmanlık ve vicdan azabı duymamaları, daima hakkı ve adaleti ayakta tutmaları için yol göstericileri Kuran'da bildirilen bu gerçekler olmalıdır.

Alıntı

20 Temmuz 2018 Cuma

HZ.AİŞE DOSYASI-8


8-İSLAM’A ADANMIŞ BİR HAYATIN
HULÂSASI


İslâm’la bir çağ kapandı, Kıyamet’e kadar sürecek muhteşem bir çağ açıldı. Batıl kaybetti, Hak kazandı.
İslam’ın nihaî zaferiyle Ebu Cehil gibi büyük aktörlerini kaybeden Batıl, çöken sistemlerinin ve aktörlerinin yerine yenilerini sürerek Dîn-i Mübînle olan mücadelesine hiç ara vermedi.
Batıl, İslâm İnkılabının ailedeki tesirini kırabilmek için Hz. Aişe’yi 
radıyallahu anha kurban seçti; 14 asır Doğu ve Batı’nın müseccel yobazları Onu itibarsızlaştırmak için yazıp-çizdi.
İslâm’ın, kadının hayatında ne derece tesirli olduğunu; bunda da en büyük payın Hz. Aişe’de 
radıyallahu anha olduğunu fark eden Batıl, özelde birbirine hasım olan şubelerini Hz. Aişe düşmanlığında ittifaka çağırmış; Hristiyanlığın keşif ve ifsad kolu Oryantalizma ile Mecusiler, Hz. Aişe’ye birlikte saldırmışlardır.
Hz. Aişe, Ümmetin hem annesi, hem âlimesi, hem muhaddisesi, hem mürşidesi, hem mücahidesi, hem de büyük mazlumesidir. Bütün bunların ötesinde O, Peygamber’in eşidir. Saraylarda yaşayabilir, müreffeh mekanlarda keyif yapabilirdi. Lakin öyle yapmadı, dünyaya meyletmedi. Eşiyle birlikte kurduğu hayata sadakat gösterdi. Ümmet’e anne oldu; topyekûn bütün Müslümanlar da ona “anne” diye hitap etti.
Yahudi, İbn Sebe’nin tahrikiyle Ümmet’i içerden parçalayınca, Irak ve Mısır halkı Hz. Osman’a; Şam da Hz. Ali’ye 
radıyallahu anh sövmeye başlamıştı. Hariciler ise her ikisine lanet okuyordu. Müslümanların bölünmesine şahid olan Hz. Aişe radıyallahu anha evine kapanıp zulme sessiz kalmadı, meydan yerine çıktı, bir annenin yapması gerekeni yaptı ve manevi evlatlarını Hakk’a şahit olmaya çağırdı. İnsandı, yanıldığı mevzular da oldu. Tövbe etti, ağladı. Sahabeye sövenlere iletilmek üzere kız kardeşinin oğlu Urve’ye, bütün Müslümanlara duyurması için bir vasiyette bulundu: “Bunlar Allah Rasulü’nün ashabına istigfar etmekle emr olundular56; ne var ki tersini yapıyor, sahabeye sövüyorlar.”57 dedi.
Allah Rasulü, son hastalığında Onun evine gitmek arzusunda olduğunu ihsas ederek, “Bugün neredeyim, yarın neredeyim?”58diye sordu. Bu ifadeden, Hz. Aişe’nin evine gitmek istediğini anladılar. Son yedi günü, “Humeyrâ”sının evinde geçirdi. Oradan mescide gitti. Allah Teâlâ ruhunu, başı Onun sadrına yaslı olduğu orada aldı. Orada yaşadı, oraya defnedildi.
Peygamber’den sonra her an, ona ulaşmanın arzusuyla tam elli yıl mezarının yanında yattı Hz. Aişe 
radıyallahu anha. Evi Peygamber’in kabri; kabri de evi oldu.
Kadını heva denizinde boğmak isteyenler, ilimî, irfanı ve edebiyle bir “deniz feneri” gibi İslam’ın kızına yol gösteren Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha dün olduğu gibi bugün de saldırmakta; Onun üzerinden Müslüman’ın eşini, kızını, evini ve topyekün mahremiyet hayatını çökertmeyi amaçlamaktadır. İslam’ı insanlarla koruyan Allah Azze ve Celle, Hz. Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin radıyallahu anhum itibarını koruduğu gibi İslam’ın kızının deniz feneri Hz. Aişe’yi de radıyallahu anha muhafaza edecektir.

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar


56. ⇑ Haşr Suresi’nin 10. ayet-i kerimesini kastediyor. Bkz. Takî Osmanî, Fethu’l-Mülhim, VI, 280.
57. ⇑ Müslim, H. No: 7491.
58. ⇑ Buharî, Fedailu’s-Sahabe, 13

19 Temmuz 2018 Perşembe

HZ.AİŞE DOSYASI-7


7-HEM DOĞUNUN, HEM DE BATININ
HEDEFİNDEKİ BÜYÜK KADIN:HZ. AİŞE 
radıyallahu anha

En azılı İslâm düşmanları gibi, eserinin en çok satan kitaplar listesinde olmasını arzulayan yazarlar da Hz. Aişe 
radıyallahu anha üzerinden hedeflerine ulaşmaya çalışmıştır. Oryantalist çalışmalar başlığı altında toplayabileceğimiz bu eserlerin sahipleri, daha çok Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Aişe radıyallahu anha ile erken yaşta evlenmesi mevzuu üzerinden İslâm’a saldırmış; kazdıkları şüphe kuyularına çektikleri insanların imanlarıyla oynamışlardır.
Kureyş, Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem her attığı adımı, her sözü yakından takip eder; insanların anlamakta zorlanacağı bir mesele ya da bir zelle bulsa, habbeyi kubbe yaparak İslâm’a saldırırdı. Fakat Allah Rasulü’nün Hz. Aişe radıyallahu anha ile izdivacını sıradan bir hadise olarak görmüş, bu izdivaçla alakalı menfi manada hiçbir şey söylememiştir. Eğer Kureyş bu evlilikte bir istismar görmüş olsaydı, mutlaka konuşacak, “Bizi hakkaniyete çağıran Muhammed’in yaptığına bakın!” diyecekti; lakin demedi, diyemedi. Bu hususta onlardan tek satırlık bir tenkit nakledilmedi. Çünkü Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Aişe radıyallahu anha ile izdivacı, Hicaz örfünde çok normal bir hadiseydi.
Ayrıca bu izdivac, Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem doğrudan talebiyle olmamış; Hz. Hatice’nin vefatından sonra uzun zaman altı çocuğa hem annelik, hem de babalık yapmasına şahit olan yakınları yeni bir izdivaç noktasında O’na telkinde bulunmuş, bu bağlamda Havle Binti Hakîm (Ümm-u Şerîk) de Hz. Aişe ile evlenmesini teklif etmiştir.
Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Aişe tarafına evlilik teklifi götürdüğünde, Hz. Aişe çoktan evlenecek çağa gelmişti. Zira, muteber siyer kitaplarında da belirtildiğine göre Hz. Aişe Allah Rasulü’nden sallallahu aleyhi ve sellem  önce Cübeyr b. Mut’im ile nişanlanmıştı.
O günkü örfte bir kızın evlilik çağına gelip gelmediği takvimle değil, fiziksel gelişimle takdir edilirdi. Tıpkı bir çiftçinin, ürünün hasad vaktinin geldiğine, bizzat gelişimine bakarak karar vermesi gibi, Cahiliyye’de de evlilik için bizzat kızın fiziki durumuna bakılırdı. Havle, Hz. Aişe’de radıyallahu anha bu gelişimi gördüğünden dolayı Allah Rasulü’ne onunla evlenmeyi teklif etmişti. Çünkü Hz. Aişe radıyallahu anha o yıllarda çocukluk dönemini geride bırakmış, Mekke örfüne göre evlenecek kızlar arasına girmişti.
Örfler asırdan asra olduğu gibi, bölgeden bölgeye de değişir. 50-60 yıl önce Anadolu’da kızların evlenme yaşı 15-16 iken bugün üniversite okuyan kızlarda bu ortalama 25-26’ya yükselmiştir. Ayrıca bilinmelidir ki, sıcak iklimlerde kız çocuklarının gelişimi, soğuk memleketlere göre daha erken olmaktadır.55


https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar


55. ⇑ Bkz. Merkezu’t-Tenvîri’l-İslamî, Redd-ü İftirââti’l-Münessırîn Havle’l-İslam, 86-7.


18 Temmuz 2018 Çarşamba

HZ.AİŞE DOSYASI-6


6-İSLÂM’LA MÜCADELEDE DÖNÜM NOKTASI
ve İFK HADİSESİ


Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem  risalet hayatı boyunca sürekli olağanüstü şartlarda mücadele etti. Mekke’de, Bedir’de, Uhud’ta, Hendek’te ölümle burun burunaydı. Fakat ne Mekke, ne Hendek, onu ne Namazla Rabbiyle birlikte olmaktan, ne de Hendek’te zaferden mahrum etti. Hendek muharebesinde müşrikler, Yahudi ve münafıkları da saflarına katarak bütün güçleriyle son defa İslâm’a saldırdı. Fakat İslâm cephesini aşıp Mekke’ye giremediler.
Hendek Muharebesi İslâm’la mücadelede dönüm noktası oldu. Kafirler savaş meydanlarını evlere, yüreklere taşıdı. Benû Mustalık Gazvesinde Abdullah b. Übeyy, Ensar’la Muhacir’i karşı karşıya getirecek hamleyi yaptı; fakat inen ayetler ve Allah Rasulü’nün 
sallallahu aleyhi ve sellem yerinde müdahalesi oyunu bozdu. Bu defa aynı muharebede münafıklar ikinci hamleyi yaparak Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem evine kadar uzanıp, Hz. Aişe’ye radıyallahu anha iftira ettiler. Bununla Müslümanların Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hanesine olan itimatlarını sarsıp, savaş meydanlarında çökertemedikleri Müslümanları, içerden şüphelerle dağıtacaklardı. Ne var ki hadise üzerine on ayet nazil olarak(Nur, 24/11-20; Buharî, H. No: 4750.) Hz. Aişe’nin radıyallahu anha iffeti tescillendi. İnsanlar en iffetli kadına, nasıl en iffetsiz isnatta bulunulabileceğine şahit oldu.
Münafıkların İslâm’ı çökertmek için kurban olarak seçtikleri Aişe radıyallahu anha, Müeddebe bir kadının Allah Teâlâ tarafından nasıl muhafaza edileceğine örnek olarak kıyamete kadar mihraplarda ayet ayet yâd edilmektedir.51
Rafizilerin –bir kısmı- Kur’an’ın beraatine değil de, bekledikleri Mehdi ortaya çıkınca Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha Had cezası uygulayacağına inanmaktadırlar.52
Hz. Aişe ile alakalı açık ya da gizli ithamlarda bulunanların imanî durumunun ne olacağı hususu ulemâ tarafından erken zamanlardan beri konuşulmuş ve akîde kitaplarında yer almıştır. Buna göre kim Nur Suresi’ndeki ayetlere rağmen Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha ithamda bulunursa, beraatini ilan eden ayetleri inkar ettiğinden “kafir” olur, denmiştir. el-Kadî Ebû Ya’lâ, İbn Kesîr, Molla Aliyyu’l-Karî, İbn Abidîn53 başta olmak pek çok âlim bu hususta icmâ’ olduğunu söylemektedir. İmam Nevevî de Hz. Aişe’nin radıyallahu anha beraatinin Kur’an’la sabit olduğunu, bu noktada şüphe edenin bütün Müslümanların icmâ’ıyla kafir olacağını ifade eder.54

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar


51. ⇑ Buharî, H. No: 4750; Müslim, H. No: 2770.
52. ⇑ Abdullah Şibr eş-Şîî, Hakku’l-Yakîn fî Ma’rifet-i Usûli’d-Dîn, II, 25.
53. ⇑ İbn Teymiyye, es-Sârimu’l-Meslûl, 566; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, XIV, 376; Aliyyu’l-Karî, Şemmu’l-Avâriz fî Zemmi’r-Revafiz, 27; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, VII, 162.
54. ⇑ Nevevî, Şerh-u Müslim, XVII, 117.


17 Temmuz 2018 Salı

HZ.AİŞE DOSYASI-5


5-HZ. AİŞE’YE SALDIRANLARIN KALKANI: CEMEL GÜNÜ

Hz. Aişe’nin Hz. Ali’yle 
radıyallahu anhum savaşmak için yola çıktığını iddia eden Rafiziler, davalarını Allah Rasulü’ne sallallahu aleyhi ve sellem isnat ettikleri şu rivayetle teyit etmektedirler: “Sen zulmeden taraf olduğun halde Ali’yle savaşacaksın.”
Hz. Aişe 
radıyallahu anha ile alakalı farklı kaynakları mütalaa edenler Onun her açıdan nasıl bir kuşatma altında olduğuna şahit olacak ve hayretler içinde kalacaklardır.
Bu babdaki rivayetlerin tamamı da mevzudur. Hiçbiri, hiçbir muteber hadis mecmuasında olmadığı gibi, hiçbirinin bilinen bir senedi de yoktur.38 Çünkü Hz. Aişe ve beraberindekiler Cemel Hadisesinin olduğu mevkiye Hz. Ali’yle savaşmak için değil, sulh için gitmiştir. Zira Hz. Ali ile Hz. Aişe 
radıyallahu anhum arasında Hz. Ali’nin Hilafet’inden önce Ona başkaldırıyı gerektirecek bir muhalefet olmadığı gibi, aralarında karşılıklı takdire dayalı bir ilişki vardı. Hz. Ali, Hz. Aişe’yi Müminlerin annelerinden biri olarak görür; Hz. Aişe de, Ali’nin Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem katındaki yerini bilir ve bu yüzden ona hürmet ederdi. Taberi’nin Ehnaf b. Kays’tan rivayet ettiği hadise göre; Hz. Aişe, Hz. Ali’yi, Hz. Osman’ın radıyallahu anhum şehadetinden sonra Hilafet’e en layık isim görürdü. Mevzuya dair Ahnes’in rivayeti şu şekildedir: “Hac için Basra’dan yola çıktık. Medine’ye vardığımızda insanlar Peygamber Mescidi’nin ortasında toplanmışlardı. Orada Talha b. Ubeydillah ve Zübeyr ile karşılaşıp onlara, ‘Öyle görülüyor ki Osman şehid oldu. Kime biat etmemi emredersiniz?’ dediğimde ‘Ali’ye.’ cevabını verdiler. Sonra Mekke’ye gittim. Orada da Aişe ile karşılaştım. Ona da ‘Kime biat etmemi emredersiniz?’ diye sordum. O da ‘Ali’ dedi. Daha sonra Medine’ye döndük. Ali’ye biat ettim ve oradan Basra’ya döndüm.”39

Hz. Aişe’nin, Hz. Ali’ye 
radıyallahu anhum karşı olan ihtiramı Cemel’den önce de, sonra da hiç değişmedi. Hep onun mücahadesini takdir etti. Cemel’e giderken de içinde aynı duygular vardı. Abdullah b Büdeyle, Cemel günü Hz. Aişe Hevdec’in içinde iken yanına geldi ve “Müminlerin Annesi! Hz. Osman şehid edildiğinde huzuruna varıp ‘Bana ne emredersiniz?’ diye sorduğumda “Ali’den ayrılma!” demiştin biliyor musun? deyince, Aişe sustu.
Hz. Talha ve Zübeyr başta olmak üzere sahabe de savaş için değil, sulh için yola çıkmıştı. Fakat savaş tamamen kendi kontrolleri dışında gelişti. Nitekim Hz. Ali, Talha, ve Zübeyr’in karşılıklı mektuplaşmalarının ana fikri Ümmet’in maslahatına uygun bir zeminde ittifak etmekti. Ne var ki bunlar olurken Hz. Osman’ın katilleri Talha ve Zübeyr’in 
radıyallahu anhum birliklerine saldırdı. Onlar da Hz. Ali’nin kendilerine saldırdığını düşündü. Kendilerini müdafaa etmek için karşı hamle yaptı. Hz. Ali de bu durumu onların kendisine saldırısı şeklinde değerlendirdi. Neticede sahabenin ihtiyarı dışında büyük bir fitne koptu. Bütün bunlar olurken Hz. Aişe devesinin üzerindeydi. Ne savaştı, ne de savaşmayı emretti.40
Cemel Günü’ne dair Hz. Aişe’den gelen rivayetlere bakıldığında da, Onun oraya savaşmak için değil, Müminlerin annesi olarak tarafların arasını bulmak için gittiği anlaşılmaktadır. Ka’ka’, “Anne! Seni yollara düşüren nedir, bu beldelere getiren nedir?” diye sorunca, “İnsanların arasını bulmak yavrum!” diye cevap verdi.41 Hz. Ali de 
radıyallahu anh , Cemel Günü galip gelince Hz. Aişe’nin yanına gelir ve “Gaferallahu lek/Allah seni bağışlaşın.” der. Hz. Aişe, “Seni de” dedikten sonra, “Sulhden başka bir amacım yoktu.” der.42
Hiçbir muteber kitapta; Hz. Aişe, Zübeyr ya da Talha’nın, Hz. Ali’nin Hilafeti’ne itiraz ettiği, Onu cerh ettiği, başka birinin halife olmasını istediği ya da ona biat ettiği ile alakalı bir rivayet yoktur. Bilakis insanları –yukarıda da ifade edildiği gibi- Ona biat etmeye yönlendirmişlerdir. Hz. Aişe’nin, Hz. Ali’nin 
radıyallahu anhum hilafetini meşru addetmediği ya da bu mevzuda onunla niza ettiğine dair de elimizde tek bir rivayet yoktur. Bütün bunların bizi götürdüğü bir hakikat vardır ki o da şudur: Onlar oraya savaş için değil, sulh için gitmişlerdi. Fakat münafıklar savaşı başlatınca kimse kendini ateşten geri alamadı.

Hesabı Ahiret’te Görülecek Yalanlar


Rafizilerin Hz. Talha ve Zübeyr’in, Hz. Aişe’yi 
radıyallahu anhum Cemel Günü’ne çıkardığı ve onlarla birlikte gittiği iddiası da tarihi hakikatlere aykırıdır. Zira Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’den umre yapmak için izin talep etmiş, Hz. Ali de gitmelerini münasib görünce onlar Mekke’ye varmış, orada Hz. Aişe ile karşılaşmışlardır.
Dinlerini yalan ve takiyye üzerine bina eden Rafizilerin bir diğer iddiası ise, Hz. Talha’nın –haşa- Hz. Aişe’yi sevdiği, Basra’ya hareket etmek istediğinde, kendisine mahremsiz çıkmasının caiz olmadığı söylenince de Talha ile evlendiği iftirasıdır43. Bu da Hz. Aişe’yi itibarsızlaştırma sürecinde uydurulan ve hiçbir muteber eserde yer almayan; yıkımı dünyada görülen, hesabı ise Ahiret’te verilecek yalanlardan biridir.

Manası Çarptırılan Bir Ayet


Rafizler, Hz. Aişe’nin 
radıyallahu anha evinden çıkarak, “Evlerinizde oturun ve daha önce Cahiliyye döneminde olduğu gibi açılıp ortaya dökülmeyin.”44 mealindeki ayet-i kerimeye muhalefet ettiğini söylemektedirler.
Hz. Aişe, Allah Rasulü zamanında nasıl meşru bir ihtiyacı için evden çıkıyorsa, Efendimiz’den sonra da çıkmaya devam etmiştir. Fakat –haşâ- açılıp sokaklara dökülerek değil, etrafında kız kardeşinin oğlu Abdullah b. Zübeyr gibi mahremleri olduğu halde, yüzünü de örterek seyahat etmiştir.45
Ayet-i kerimede zikredilen evlerde oturma emri, zannedildiği gibi kadınların hanelerine hapsolmaları manasında değil, hayatlarının merkez üssünün evleri olması gerektiği anlamındadır. Nitekim Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem, eşleri için, “İhtiyacınız için evden ayrılmanız noktasında serbestsiniz.”46buyurmuştur. Buna göre bir kadın sıla-i rahim, hasta ziyareti yapmak, tedavi olmak, tahsil etmek, herhangi bir maslahatını karşılamak için 90 km’den daha az olan mesafelere yalnız başına gidebilir. Yanlarında mahremleri olanlar ise diledikleri yerlere sefer edebilirler. Bu ayet-i kerime nazil olduktan sonra da Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem  
eşleriyle birlikte seyahat etmiş, veda haccına gitmiştir. Hz. Aişe’yi kardeşi Abdurrahman’ın hayvanının arkasına bindirerek Tenim’den umre yaptırmıştır. Müminlerin anneleri, Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem  hayattayken olduğu gibi, ondan sonra da hac etmiş; bunun için evlerinden ayrılmışlardır.
Cemel hadisesi, siyasi açıdan tahlil edilirken Hz. Aişe’nin müçtehid olması gözden ırak tutulmamalıdır. O, Müminlerin annesi olarak evden çıkıp hadiseye müdahil olmasının Ümmet’in maslahatı için gerekli olduğunu düşünmüş ve bu yönde adım atmıştır. Bu durumda Hz. Aişe günahkar olmaz; bilakis Allah Rasulü’nün 
sallallahu aleyhi ve sellem  , “ictihad edip isabet eden iki ecir, hata edense bir sevap alır.”47 hadisi fetvasınca indellah me’cur olur.
Müslümanların sulhu için evden çıkan Hz. Aişe’nin hata ettiği farz edilse, Peygamber buyruğuna göre yine de günahkâr değildir. Nitekim daha sonra Cemel’e gidişinden dolayı pişman olmuş; hadiseyi her hatırladığında, gözünden boşalan yaşlar örtüsünü ıslatacak kadar ağlardı. Pişmanlık tövbedir; bir günahtan tövbe eden ise hiç günah işlememiş gibidir. İslâm’da tövbe edenler tenkit değil, takdir edilir.
Şii müellif İbn Ebî’l-Hadîd’in naklettiğine göre, Hz. Ali, Cemel’de muzaffer olunca Hz. Aişe’yi Abdu’l-Kays’tan yirmi kadınla birlikte Medine’ye gönderir 48. Muharebe meydanında birisi, “Ey Müminlerin Emiri! Aramızda fey’i ve esirleri paylaş!” deyince, Hz. Ali Ümmet’i bölmeye memur bu kişiye, şer cephesinin bütün oyunlarını bitirecek şu soruyu sorar: “Hanginiz Müminlerin annesini payına alma cüretini gösterecek!”49

Hz. Aişe mi, Fatıma mı?


Rafiziler Hz. Fatıma 
radıyallahu anha üzerinden, Hz. Aişe radıyallahu anha düşmanlığı yapmakta, önce Ümmet’i, “Fatıma mı, Aişe mi?” diyerek ikisinden birini tercihe zorlamakta; Aişe’den kopardıklarını ise daha sonra Fatıma’nın babasına ve O’nun sallallahu aleyhi ve sellem  getirdiği İslâm’a hasım hale getirmektedirler.
Şia’nın, “Hz. Aişe ile Fatıma 
radıyallahu anhuma arasında husumet vardı.” iddiaları da hakikate aykırıdır. Zira bizzat Rafiziler tarafından telif edilen eserlerde yer alan ve Hz. Aişe’ye isnad edilen rivayetlerden biri şu şekildedir: “Allah Rasulü’ne Ali’den daha sevimli bir erkek, Fatıma’dan da daha sevgili bir kadın görmedim.”50

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar

38. ⇑ Abdulkadir Mahmud Ata, es-Sai’ka fî Nesfi Ebâdîle ve İftiraâtı’ş-Şîa, 212.
39. ⇑ Taberî, Tarîhu’t-Taberî, III, 34.
40. ⇑ İbn Teymiyye, Minhacu’s-Sunne, IV, 317; Muhammed Mâlullah, Şubuhat Havle’s-Sahabe, 14.
41. ⇑ Taberî, Tarihu’t-Taberî, IV, 488; İbn Esîr, Kamil, II, 591.
42. ⇑ İbnu’l-İmad, Şezerâtu’z-Zeheb, I, 42.
43. ⇑ El-Kummî, Tefsîru’l-Kummî, II, 377.
44. ⇑ Ahzab, 33/33.
45. ⇑ İbn Teymiyye Minhacu’s-Sünne, IV, 355.
46. ⇑ Buharî, H. No: 4795.
47. ⇑ Müslim, Akdiye, 6.
48. ⇑ İbn Ebî’l-Hadîd, Şerh-u Nehci’l-Belâga, XVII, 254.
49. ⇑ İlelu’ş-Şerâi’, II, 603.
50. ⇑ el-Meclisî, Bihâru’l-Envâr, 38, 313.

Mü'minler niçin toplu helak olmuyor?


Öteden beri İlâhî bir kanun olarak Cenâb-ı Hâk, âsî ve tağî kavimlere — âhirette cezâ vermesi muhâkkak ve mukadder olmakla beraber— terbiye ve te’dib için çok defa dünyada da ceza vermiştir.

Ümmet-i Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem gelince, hakikaten ister ümmet-i davet (müslüman olmayanlar), isterse ümmet-i icâbet (müslümanlar) olsun, bugün bazıları pek çok günahı birden işlemektedir.

Ancak, O’nun ümmetinden olma özelliği, bu ümmete paratoner olmuştur. 

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin helâk olmaması için Allah'a çok yalvardı. Bu yalvarmalarının en önemlisi de Veda Haccı'nda, Arafat ve Müzdelife'de oldu. Buralarda Allah'ın ilham ettiği ölçüde pek çok şey diledi Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem. Hatta, kul haklarının affı için dahi yalvardı.

Bunu şu hadisi şerifte görüyoruz:

"Ben, Rabbimden, benim ümmetimi helâk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duamı kabul buyurdu. Dedi ki: 'Onların helâki kendi aralarında olacaktır. Günah işledikleri zaman ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım.' Ben bunun da kalkmasını diledim; ama Rabbim bunu kaldırmadı."(bk. Müslim, Fiten, 20)
Ahmed b. Hanbel’in (241/855) rivayet ettiği bir hadiste de Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Rabbimden üç şey istedim, ikisini bana verdi, birini vermedi. Bizden önceki kavimleri helâk ettiği gibi bizi de helâk etmemesini istedim, bunu bana verdi. Bize kendimizden başka bir düşman vermemesini istedim, bunu da bana verdi. Bizi birbirimize düşürmemesini istedim, bunu bana vermedi.”Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 109; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni'l-‘Azîm, II, 142.

Fakat görüyoruz ki mü'minlern iradeleri ile halledecekleri bu mesele (Günah işledikleri zaman ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım.)kaldırılmamıştı... Başka kavimler günah işledikçe afetler onları kırıp geçirecek; ama Ümmet-i Muhammed günah işledikçe birbirine düşecek, ittifakları bozulacak, ihtilaflarla hırpalanacaklar.

 İşte, Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bunun kalkmasını Rabbinden çok diledi; ancak, Cenab-ı Hak -hikmetini kendi bilir- bunu kaldırmadı. İşin doğrusunu Allah bilir.

16 Temmuz 2018 Pazartesi

HZ.AİŞE DOSYASI-4


4-RAFİZİLER’İN / ŞİA’NIN
SÖNEN ATEŞİ ve İTHAMLAR


Mecusî ateşini bastırıp söndüren İslâm’ın nurundan rahatsız olan Farisiler, uygarlıklarının çöküşünde en büyük paya kim sahipse, öncelikle onları hedef aldı. Evlerde yeniden Mecusî ateşini yakmak isteyenler, İslâm’ın kızının “üsve-i hasene”si olan Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha saldırdı.

Bir Kalemin Mahareti ve Rafizilik


İbn Sebe, 14 asırdır fitne sahnesinden hiç inmedi. Dün Müslümanları karşı karşıya getiren mektuplar aynı kalemden çıkmıştı. Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr adına Hz. Ali 
radıyallahu anhum aleyhinde hangi kalem yazdıysa, Hz. Ali adına da sahabe aleyhinde aynı kalem yazmaktaydı. Hz. Osman radıyallahu anh adına valiye yazılan, daha sonra da Mısır’a dönen heyet tarafından ele geçirilecek şekilde gönderilen mektubu da aynı kalem yazmıştı. Tek bir kalem pek çok sahabiyi karşı karşıya getirerek Ümmet’in yüreğinde kıyamete kadar kapanmayacak yaralar açtı. İbn Sebe’nin kaleminin varlığından ve tahribatından haberdar olmayanlar, yanlışı doğru niyetine okuyacağı gibi, kendisi de muhtemel krizlerin esiri olacaktır.
İbn Sebe mektupların tesiriyle Ümmet’ten büyük bir parça kopardı. Ayet ve hadisler yalanlara göre tevil edildi. Ortaya on binlerce tabisi olan bir mezhep çıktı. Âlimler bütün Müslümanları, bunlara karşı âgâh olmaya çağırdı. Hz. Ali 
radıyallahu anh de onlara dair, “Yalana Rafizi’den daha iyi şehadet eden birini görmedim.” dedi; Şerîk ise, “Rafizi dışında her karşılaştığından ilim al. Çünkü onlar(Rafiziler) hadis uydurur, sonra da onu din edinirler.”28 buyurdu.
Hz. Aişe 
radıyallahu anha ile alakalı, kitaplarda yer alan iftiraların neredeyse tamamı yalancılıkla iştihar eden Rafiziler’e aittir. İmam Suyutî, Miftahu’l-Cenne adlı eserinin başında Rafiziler’in görüşünü naklederken şöyle der: “İnsanların asırlardır içinde olduğu bu fasid mezhebin aslının ne olduğunu beyan etme zorunluluğu olmasaydı, onlardan hiçbir şey burada zikretmezdim. Zira bunlar rivayetini dahi helal kabul etmediğim hikayelerdir.”29

Ben Müminlerin Annesiyim; Münafıkların Değil


Rafizilerin eserlerinde Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha dair pek çok iftira ve tenkidin yanında, Onun faziletini inkar noktasında uydurulan çok sayıda rivayet de vardır.
“Peygamber’in eşleri onların anneleridir.”30 ayet-i kerimesi ile ikaz edilen ve “Hz. Aişe’ye sövmeyin, o da annenizdir.” diye uyarılan Rafiziler, “Aişe annemiz değil, biz annelerimize sövmüyoruz.” diyecek kadar ileri gitmiştir.
Bir gün Hz. Aişe’ye “Bir adam, senin, onun annesi olmadığını söylüyor.” denince, Hz. Aişe 
radıyallahu anha, “Doğru söyledi; ben müminlerin annesiyim, münafıkların değil.”31 buyurdu.

Bitmeyen Rafizi Öfkesi


Hz. Aişe’nin 
radıyallahu anha Allah Rasulün’den sallallahu aleyhi ve sellem  sonra uzun yıllar yaşaması, Müslüman aile yapısının numune şekli Peygamber Evi’nin daha çok ondan gelen rivayetlerle müşahhas bir hal alması gibi hususiyetler sebebiyle Rafiziler’in Ona olan öfkesi hiç dinmemiştir. Her dönemde yazılan Şia kitapları Hz. Aişe ile alakalı iftiralarla doludur. Fakat İbn-u Ebi’l-Hadîd gibi bazı Şii yazarlar da yer yer hakkı söylemekten kendini alamayarak Onun büyüklüğünü takdir etmiştir.

Yalancılıkla Şöhret Bulanların “Yalan Rivayeti”


Rafizilerin Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha karşı yürüttüğü çok cepheli savaşın bir boyutu da Onun hadis uydurduğu, bu yüzden Ondan gelen rivayetlerin kabul edilmeyeceği iddiasıdır. Sadûk’un rivayet ettiği Cafer b. Muhammed’e isnad edilen bir sözde, “Üç kişi Allah Rasulü adına hadis uydurmaktadır ki; bunlar, Ebu Hureyre, Enes b Malik ve Kadındır.” denmektedir.32 Şia kitapları “imree/kadın” kelimesini “Hz. Aişe” olarak tefsir etmektedir.33
Muhaddislere göre uydurma olan bu rivayet Şia’nın hadis kriterlerine göre de merduttur; hiçbir şekilde onunla istidlal edilemez. Çünkü rivayet senedinde yer alanlardan Cafer b. Muhammed Umare el-Kindî, Rafizilere göre meçhul bir ravidir. Zira Şia’nın cerh ve tadil âlimleri ondan bahsetmemiştir.34
Yukarıdaki rivayette Hz. Aişe’den “imree/kadın” diye nekire olarak bahsedilmesi onun uydurma olduğunun bir başka delilidir. Zira eğer rivayete geçen “imree” kelimesi, eğer Hz. Aişe ise neden metinde adı gizlendi? Esasında bu durum rivayetin uydurma olduğuna tek başına delildir. Zira ravi, rivayetin Kur’an ve Sünnet’e aykırı olduğunu bu yüzden onu savunamayacağını bildiğinden Aişe adını zikretmemiştir.
Eğer Hz. Aişe’nin 
radıyallahu anha isminin takiyye olarak gizlendiği söylenirse, bu durumda “neden Ebu Hureyre ve Enes b Malik değil de, sadece Aişe gizlendi?” gibi bir sual akla gelir. Eğer Rafizi şöyle bir savunma yapar, “Ravinin gizleme nedeni Aişe’nin Peygamber’in eşi, eşlerinin de Ona en sevgilisi ve Ebu Bekir’in kızı olması hasebiyledir.” derse, bu durumda kendi sözünü tümden geçersiz kılacak bir delil getirmiş olur ki o da: Hz. Aişe’nin radıyallahu anha Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  eşi olması gerçeğidir.
Rivayete Ehl-i Sünnet uleması açısında baktığımızda da durum değişmeyecektir. Zira muhaddislere göre Şia’nın rivayetleri merduttur. Çünkü ravileri ya yalancı, ya metruk ya da halleri meçhuldür. Bütün bunlar göstermektedir ki, bu rivayet her yönüyle merduttur.
Sened açısından olduğu gibi metin cihetiyle de bu rivayet kabul edilemez. Çünkü Hz. Aişe’nin güvenilirliği ile alakalı pek çok hadise aykırıdır. Kur’an’ın, “Müminlerin annesi” kadrosunda zikrettiği, beraatini semadan indirdiği Peygamber-i Ekber’in 
sallallahu aleyhi ve sellem  en çok sevdiği eşidir o.
Hulâsa; Yalancılıkla iştihar eden Rafizilik, yalan bir rivayetle Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha yalancılık isnadında bulunmanın yoludur.

Yalanın Gerçeğe Yakın Sunumu: Hz. Hasan Meselesi


Rafizilerin uydurduğu rivayetlerden bir diğeri ise Hz. Aişe’nin; Hz. Hasan’ın 
radıyallahu anhum , dedesi Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  yanına defnedilme isteğini geri çevirdiği iddiasıdır. Küleyni’nin “el-Kafi”deki rivayetine göre, insanlar Hz. Hasan’ı Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  yanına defnetmek istediğinde Hz. Aişe, eğeri olan bir katır üzerinde karşılarına çıkıp, “Oğlunuzu evimden uzaklaştırın. O benim evime defnedilemez.” demiştir.
Müslümanları, Hz. Hasan’ı 
radıyallahu anh istismar ederek Hz. Aişe’ye karşı tahrik eden Rafizlerin bu rivayeti de uydurmadır. Çünkü, Şia kaynakları dahi Hz. Aişe’nin Hz. Hasan’ın evine defnedilmesine müsbet cevap verdiğini zikretmektedir. Şii müelliflerden Ebu’l-Ferec el- Esbehani’nin rivayetine göre; Hz. Hasan, Hz. Aişe’ye haber gönderip Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  yanında defnedilmek için izin ister, O da buna “Evet” der. Bu haber, Benû Ümeyye’ye ulaşınca, Hz. Hasan’ı oraya defnettirmemek için silah kuşanırlar. Mukatele için Benû Haşim de silahlanır. Benû Ümeyye, “Hasan asla Allah Rasulü’nün yanına defnedilemez.” diye yemin eder. Bu haber Hz. Hasan’a intikal edince, Benû Haşim’e haber gönderip, “Eğer mesele bu raddeye ulaştıysa, ben talebimden vazgeçiyorum. Beni Annem Fatıma’nın yanına defnedin.” diye vasiyet eder. Vefat edince de Baki’de annesinin yanına defnedilir.35
Hz. Aişe’nin definden uzak durmasını doğru kabul etsek, bunun, Şii müellifin de rivayet ettiği izin hadisesinden sonra, kan dökülmesini önlemek gayesine matuf olduğu anlaşılır. Nitekim Hişam’ın, babası Urve’den yaptığı rivayet de bu durumu teyit etmektedir. Zira rivayete göre defne bizzat Mervan karşı çıkmış, bunun üzerine Benû Haşim ve Benû Ümeyye toplanmış, silahlar ortaya çıkmış, kan döküleceğini gören Hz. Aişe devreye girerek, “Ev benimdir, kimsenin ona defnine müsaade etmiyorum.” demiştir. Bunun üzerine Hz. Hasan Baki’ye defnedilmiştir.36
Hz. Aişe gibi, Hz. Hasan’ın Allah Rasulü’nün 
sallallahu aleyhi ve sellem yanına defnedilmesine başta taraftar olan sahabe, kan döküleceğini görünce, Hz. Aişe gibi Baki’ye gömülmesini istemiş ve Hüseyin’e, kardeşinin Baki’ye gömülmesi yönündeki vasiyetine uymasını söylemiştir.37

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar

28. ⇑ İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, I, 60.
29. ⇑ Suyûtî, Miftahu’l-Cenne, 6.
30. ⇑ Ahzab, 33/6.
31. ⇑ El-Âcurrî, eş-Şerîa, V, 2393;“Sadaka, Ene Ümmü’l-Müminîn ve Lestu bi Ümmi’l-Münafikîn.”
32. ⇑ Sadûk, el-Hassâl, 190; Meclisî, Bahru’l-Envâr, II, 217.
33. ⇑ Meclisî, Bahru’l-Envâr, II, 217.
34. ⇑ Ali eş-Şahrudî, Müstedrakât-u ilmi Ricali’l-Hadis, 290.
35. ⇑ Ebû’l-Ferec el-Esbehânî, Mükatilu’t-Talibîn, I, 82.
36. ⇑ Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, III, 62.
37. ⇑ İbn Asakir, Tarih-u Dimeşk, XIII, 288.

15 Temmuz 2018 Pazar

HZ.AİŞE DOSYASI-3


3-İSLÂM AİLE HAYATI’NIN SÖZCÜSÜ:
HZ. AİŞE


Hz. Aişe Peygamber-i Ekber’in 
sallallahu aleyhi ve sellem    evinin resmi sözcüsüdür. Bu cihetle, açıklamaları öncelikle bütün hanelerin muallimeleri olan İslâm kadınlarıyla alakalıdır.
Erkeklerin, evde hanımlarının komutanları değil eşleri olduklarını, insanlar Onun ev hallerine dair anlattıklarından fark etti. O anlattıkça mü’minler evlerin kışla değil, muhabbet karargâhları olduğunu anlattı. Allah Rasulü’nün 
sallallahu aleyhi ve sellem, “En hayırlınız ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben aileme karşı hepinizden daha hayırlıyım.”21 şeklindeki buyruğunun evde nasıl müşahhas planda tezahür ettiği de yine Hz. Aişe radıyallahu anha ile alakalıdır. Erkeğin kadın üzerinde olduğu gibi, kadının da erkek üzerinde hakları olduğunu, bunların “muhabbet” merkezli nasıl eda edileceğini bu Ümmet daha çok Hz. Aişe’den radıyallahu anha dinleyip, öğrendi.

Nihayet O da Bir İnsandı


İnsandı, daraldığı anlar da olurdu. Onlardan birinde Hz. Ebû Bekir 
radıyallahu anh Hane-i Saadete girdi. Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem ile konuşurken sesinin yükseldiğini görünce üzüldü; “Ey Falanın kızı! Allah Rasulü’ne karşı sesini yükseltiyorsun (haberin var mı?)” diyerek ona tokat atmak istedi. Bütün bunlar olurken Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem Ebû Bekir’e engel olmaya çalışıyordu. Ebû Bekir radıyallahu anh öfkeyle evden ayrıldıktan sonra, Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Aişe’ye radıyallahu anha dönüp, “Adamın elinden seni almamı nasıl buldun?”22 diyerek gönlünü aldı.

Göz Yaşı Tarlasında Namaz


Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem  neyi, nasıl yaptıysa, Hz. Aişe radıyallahu anha hayatı boyunca onlara sadık kaldı. Hâne-i Saadette Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  kendisinden müsaade isteyip namaza durmasına, gözünden boşalan yaşların yeri ıslattığına, bu halin Bilal-i Habeşi’nin gelip onu sabah namazına çağırmasına kadar devam ettiğine şahit olan 23. Hz. Aişe radıyallahu anha, namazlarını bu Nebevî huşu ile eda etmeye ihtimam gösterirdi.
Hz. Aişe 
radıyallahu anha, Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem   vefatından sonra evini mescide çevirdi. Hem gece, hem gündüz vakitlerinde uzun kıyamlarla Rabbinin huzurunda durdu. Namazlarının tanıklarından Kasım b. Abdurrahman şunları söylemektedir: “Sabah evden çıktığımda önce halam Hz. Aişe’nin evine uğrar, ona selam verirdim. Yine bir sabah uğradığımda Hz. Aişe kıyam halinde tesbih ediyor, “Allah bize lütfuyla muamele etti de bizi kavurucu azaptan muhafaza buyurdu.”(Tûr, 52/27.) (mealindeki) ayeti okuyor, dua ediyor, ağlıyor ve ayet-i tekrar ediyordu. Ayakta durmaktan usanana kadar durdum onu bekledim. Sonra bir ihtiyacım için çarşıya gittim. Tekrar evine döndüm. Halam aynı şekilde namaza devam ediyor ve ağlıyordu.”24
Hz. Aişe 
radıyallahu anha, namazda hiçbir anestezinin koparamayacağı kadar dış çevreden kopar; tam bir teslimiyetle eda ettiği namazlarda, seccadesi gözyaşı tarlası olurdu.

Orucun Gölgesinde


Hz. Aişe 
radıyallahu anha, Kurban ve Ramazan bayramları dışındaki bütün günlerde oruç tutardı.25 Zorlanır, mecali kalmaz; fakat yine de nafile oruçlarını bozmazdı. Aşırı derecede sıcakların olduğu günlerde de orucunu terk etmezdi. Bir Arefe günü kardeşi Abdurrahman yanına girdiğinde Onu oruçlu bir halde üzerine su serpilirken görür ve “Artık orucunu boz.” der. Hz. Aişe radıyallahu anha, “Allah Rasulü’nden sallallahu aleyhi ve sellem  ‘Arafe günü tutulan oruç, geçen bir yılın günahına kefaret olur.’ hadisini duyduğum halde mi iftar edeyim?!” dedi.26 O halde oruca devam etti.
Mümin; orucu bir tohum gibi yüreğine atıp zevkine varınca, Hz. Aişe gibi onunla birlikte, hep onun gölgesinde yaşamak ister.
Hz. Aişe, hasırın izleri yüzünde görülen Peygamber-i Ekber’le 
sallallahu aleyhi ve sellem  aynı evde yıllarca yaşamış; Onun, bulunca tasadduk eden, bulamayınca da fukaraya, ”Git al! Benim üzerime yazdır.” deyişine şahit olmuştu. Bu yüzden o da ne bulursa tasadduk ederdi. Bundan dolayı en yakınları tarafından da tenkit edilirdi. Hz. Muaviye radıyallahu anh kendine 100 bin dirhem gönderince tamamını fakirlere taksim etmiş, yanında tek bir dirhem bırakmamıştı. Bunun üzerine Berîre, “Oruçlusun! Bir dirheme bize et alsaydın ya!” deyince, “Eğer hatırlasaydım yapardım.” demişti.27

İslâm’ın Kızının Deniz Feneri: Hz. Aişe 
radıyallahu anha

Hz. Aişe 
radıyallahu anha; kolyesini, künyesini satıp yetim çocuklara, muhacirlere dağıtan İslâm’ın kızına modern zamanın tehlikeli sularında bir deniz feneri gibi yol gösterdiğinden, ışığını söndürmek isteyenler yoğun bir gayret içerisinde oldu. Onlar biliyorlardı ki; Hz. Aişe radıyallahu anha sönerse, Peygamber evinin âlemi nurlandıran ziyası da sönmüş olacaktı. Bu yüzden Hz. Aişe, Aişe’dir fakat O yalnız başına bir Aişe değildir. Aişe, İslâm’ın kızına mahremiyetin ne olduğunu, evin hangi esaslar üzerine kurulup korunacağını anlatan bir ilim, irfan ve marifet kürsüsüdür.

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar

21. ⇑ Tirmizî, Menâkıb, 85.
22. ⇑ Ebû Davûd, H. No: 4999.
23. ⇑ İbn Hibban, H. No: 620
24. ⇑ İbn Receb, Fethu’l-Barî, IV, 247.
25. ⇑ İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, VIII, 68.
26. ⇑ Ahmed, Müsned, H. No: VI, 128.
27. ⇑ İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, VIII, 67.