6 Ağustos 2014 Çarşamba

352.KİBİRLİ MİYİZ? ve NASIL KURTULURUZ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kibir, Allahü teâlâyı unutmanın alametidir. Kibir her iyiliğe engeldir, her kötülüğün anahtarıdır. Kibir şeytanın sıfatı ve kovulma sebebidir. Güçlü insan mütevazı, âciz insan kibirli olur. Kibirle küfür arasında çok ince bir zar vardır. Kibrin bir adım ötesi küfürdür. Âciz insan, noksanlığını tamamlamak için kibirli olur. Faziletli kimsenin kibirlenmeye ihtiyacı yoktur. Bütün kötülüklerin başı kibirdir. Kibirli olan çok ahmak ve akılsız olur. Kârını, zararını düşünemez. Kibir, şirkin kardeşidir.

 Allah-u Zülcelal kibirlenen insanları; eğer, bu hallerinden vazgeçmez ve bu hastalıklarından kurtulmaya çalışmazlarsa: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım.” (Araf;146) diye uyarırken, başka bir ayet-i kerimede de: “Bana kulluk yapmayı büyüklüklerine yediremeyenler aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mümin;69) buyurarak, şimdiden tedbir almaları için insanları ikâz etmektedir.

Kibir olan sıfatlar ve kibirden kurtuluş yolları

İnsan, kendisinde bulunan kibri, ancak onu tedavi edecek ilaçları kullanmak suretiyle yok edebilir. Tedavi olmak demek, kibri kalpten kökünden söküp atmaktır. Bunun ilacı da ilim ve ameldir. İnsan, ancak bu ilaçları kullanarak tedavi olabilir.

İlim, insanın kendisini ve Rabbini tanımasına vesile olur. İnsan kendisini bildiği zaman, her şeyden daha aşağı ve her şeyden mahrum olduğunu anlar. Bunu anlayan kimse tevazu ehli olur. Rabbini bildiği zaman da kibir ve azametin, yalnız O'nun şanı olduğunu idrak eder. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede; “İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir.” (Yasin;77) buyurmuştur. Bunu bilen bir kimse, daha nasıl kibirlenebilir ki?

Kibrin tedavi edilmesinin bir yolu da ameldir. Bu da Allah için bütün insanlara tevazu göstermekle olur ve yolu da ancak Peygamber Efendimiz (sav)'e, ashab-ı kiram ve sadatın ahlakına, denizden bir damla da olsa ittiba ve onları taklit etmekle mümkündür.

Kibiri tedavi etmenin diğer bir yolu da yukarıda kibire sebep olan şeyler diye saydığımız sebepleri terk etmektir.

Birincisi; asaletle övünmektir. Asâleti ile kibirlenen kimse, iki şeyi bilmekle kendisini tedavi edebilir:

1. Başkasının kemali ile öğünmek, büyük bir cehalettir.

2. Hakiki asaleti bilmektir. Bunun ise başı meni, sonu topraktır.

İkincisi; güzellikle övünmektir. Bunun çaresi de, hayvan gibi dış görünüşe değil, aklı başında olan bir insan gibi kalbine, ruhuna, sırrına bakmaktır. İnsan maneviyatına yöneldiği zaman, güzelliği ile övünmesini engelleyecek birçok çirkin sıfatları olduğunu görür ve kendisinde bulunan kibrin yanlış olduğunu anlar. Bunları düşünüp muhasebe eden kimse, güzelliği ile nasıl övünebilir ki?

Üçüncüsü; kuvvet ve kudretine güvenerek kibirlenmektir. Halbuki insan hastalıklara dayanamadığını, bir sinekle başa çıkamayacağını, bir dikenin vücuduna batmasıyla nasıl aciz kaldığını düşünse, kuvvet ve kudreti ile kibirlenmenin ne kadar da boş olduğunu anlar ve bu kibrinden vazgeçer.

Dördüncüsü; servet, aile efradı ve etrafında bulunan adamların çokluğu ile kibirlenmektir. Bu, kibrin en çirkin olanıdır. Çünkü, bu mal ve servet kendisinin değildir. Kendisi bunların sadece çobanıdır. Allah-u Zülcelal tüm bunları nasıl vermişse, öyle de geri alabilir. İnsanın yanında emanet bulunan bir şeyle kibirlenmesi de ahmaklıktır.

Beşincisi; ilim ile kibirlenmektir. İlim ile kibirlenmek, afetlerin en büyüğüdür. Hastalıkların en ağırı ve tedaviyi en zor kabul edenidir. Bunu tedavi edebilmek için çok büyük gayret göstermek lazımdır. Alim bir kimse, cahillere baktığı zaman, kendisini onlardan üstün görmekten alıkoyamaz. Alim, ancak şu iki şeyi bilmekle kendisini kibre düşmekten koruyabilir:

1- Allah-u Zülcelal'in katında âlimin sorumluluğu daha fazladır. Çünkü, bir günahı bilerek işleyen bir kimse ile onun günah olduğunu bilmeden yapan kimse elbette bir değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde; “Kıyamet gününde bir âlim getirilir ve cehenneme atılır. (Onun) bağırsakları dökülür. Su çeken merkep gibi onların etrafında döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve: ‘Bu halin nedir?’ diye sorarlar. O da şöyle cevap verir: ‘Ben dünyada iken hayrı, emreder kendim yapmazdım; kötülükten men eder kendim yapardım; işte cezamı çekiyorum.” (Buhari, Ebu Usame) buyurmuştur.

İşte, âlim olan kimseye, bu tehlike yeter de artar bile. Bir âlim herhangi bir cahilden kendisini üstün görüp kibirlense, bu tehlikeyi düşünüp, hemen o kibri terk etmelidir.

Âlim olan kişi, zahiri ve manevi kusurlarını düşünüp Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerindeki kusurlarını hatırlar ve kendisini bekleyen tehlikeleri düşünürse, muhakkak kendisini esir eden kibrinden vazgeçer.

2- Kibir, ancak Allah-u Zülcelal'e mahsustur. Alim olan kişi bunu bilir ve kibir yaptığı zaman, Allah-u Zülcelal'in kendisine gazaplanacağını, ancak tevazu ehli olmakla Allah'ı razı edebileceğini bilmelidir.

Allah-u Zülcelal’e karşı kibir yapanın hali ve sonu perişanlık olur. İşte bunları bilen alim, nefsini kibir yapmamak için zorlar ve böylelikle kalbinden kibir hastalığı çıkar.

Bir kimse, son nefesinde akibetinin ne olacağını düşünür ve nasıl bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu idrak ederse, değil bir fasığa, bir kâfire karşı dahi kibirlenmesi mümkün değildir.

Demek ki, insanın görevi, kim olursa olsun, hiç kimseye kibir yapmamaktır. İnsan bir cahil gördüğü zaman; “Bu adam cahil olduğu için günah işliyor olabilir; bense bilerek günah işliyorum. Bunun mazereti vardır, benim hiçbir bahanem yok” demelidir. Bir alim gördüğünde; “Bu benim bilmediklerimi biliyor. Ben buna nasıl emsal olabilirim.” demelidir. Yaşlı birini gördüğünde: “Bu kişi benden daha fazla Allah-u Zülcelal'e ibadet etmiştir.” Kendisinden küçük birisini gördüğü zamanda; “Bunun günahı benden daha azdır” demelidir.

Bütün bunlara bakarak, herkese düşen görev, kendi akibeti için nefsini ıslah etmek ve kalbini Allah-u Zülcelal'e karşı düzeltmekle meşgul olmaktır. Kendisi tehlikede olduğu halde, başkasına acıyan kimse, büyük bir yalancıdır.

Altıncısı ise; ibadet ve vera ile kibirlenmektir. Bu da insan için çok büyük bir tehlike olabilir. Bundan kurtulmanın çaresi, bütün insanlara karşı tevazu halini kalbe yerleştirmeye çalışmak; “Ben bu kadar ibadet yapıyorum, şu kadar zikir yapıyorum, onlar yapmadı ama benim bu yaptıklarımı Allah-u Zülcelal kabul etmemiş olabilir” diye insan düşünmelidir.

Netice olarak, akibetini bilmeyen ve kötü kimselerden olabileceği ihtimalini düşünen kimsenin kibirlenmesi mümkün değildir. Bir kimse de bu korku hakim olduğu sürece, herkesi kendinden üstün görmeye başlar. Bu da en faziletli ve doğru olandır. İşte kibri kalpten söküp atacak çareler bunlardır.

Kibirden kurtulduğunun anlaşılması

1- İnsan herhangi bir meselede kendi emsali ile kendisini tecrübe edip kibrinin kaybolup kaybolmadığını anlayabilir. Eğer bir hakikati, karşısındaki dile getirdiğinde, bu ağırına gider, memnunlukla karşılamaz ve kabul etmezse, henüz kalbinde gizli bir kibir var demektir.

Bundan Allah-u Zülcelal'e sığınıp, ilim ve amel yapmak suretiyle bu halden kurtulmaya çalışmak lazımdır.

2- İnsan, emsal ve akranları ile aynı meclislere gidip, yolda onları öne geçirmek ve meclislerde arkada oturmak suretiyle, kendisinde kibrin bulunup bulunmadığını öğrenebilir. Şayet onları öne geçirmek, onların arkasında oturmak, kendisine ağır geliyorsa, henüz daha kalbinde kibir var demektir.

Eğer böyleyse, kendini buna zorlayarak ve buna alışmaya, bu ağırlığı üzerinden atmaya gayret etmesi lazımdır. Ancak böyle davranarak kalbindeki kibri kırabilir.

3- Fakir kimselerin davetine katılmak, arkadaş ve yakınlarının işlerini görmekten geri kalmamak suretiyle, kibirli olup olmadığını anlayabilir.
Bu davranış ağırına gidiyorsa, kendisinde kibir var demektir. Halbuki bu davranışlar hem güzel ahlaktır, hem de mükâfâtı çoktur. 


Bunlardan kaçınmak, kalbinde manevi kirlerin bulunmasındandır. Bu gibi işleri yapmak suretiyle içindeki bu kirlerden temizlenmeye çalışmalıdır. Ancak böylelikle kibir hastalığından kurtulabilir.


4- Kendisinin ve arkadaşlarının eşyalarını bizzat kendisi taşıyarak, kendisinde kibir olup olmadığını anlayabilir. Bundan çekinirse, yine kalbinde kibir var demektir.

5- Eski elbise giymekle kendisinde kibir olup olmadığını anlayabilir.

 Kibir, çok tehlikeli bir kalp hastalığıdır. Aynı zamanda Allah-u Zülcelal'in rızasına giden cennet yolunda çok büyük bir engeldir.

Bunun bir an önce tedavi edilmesi gerekir. Çünkü, kalbin bu gibi manevi hastalıklardan temizlenmesi, sonsuz olan ahiret saadetinin kazanılması demektir.

Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi; Cennet Yolunun Rehberi, Reyhani Yayınları, (3. baskı) Konya, 2006.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

5 Ağustos 2014 Salı

351.ALLAHIMIZIN cc BİZİ SEVMESİNİ İSTİYORSAK...

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Hem bizim Allah’ı sevdiğimizin anlaşılması, hem de Allah’ın bizden razı olduğunu anlamanın yolunu şu ayeti kerime de Allah’ımız bildiriyor. “Ey Muhammed de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, ta ki Allah ta sizi sevsin.” (Al-i İmran, 3/31)

 Allah’ı cc sevmemizin göstergesi Hz. Peygamber Efendimize uyarak islamı yaşamaktır. Biz Peygamberimize uyarak hayatımızı yaşarsak, netice de Allah’ın cc da bizi sevdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. 


Allah cc Peygamberimizi sas bir model olarak yaratmış ve en güzel örnekleri onda göstermiştir. Allah’ın cc bizi sevdiğinin göstergesi, bizim ne kadar Hz. Muhammed’e sas benzediğimizdir.

Demek ki, Allah’ı (c.c.) seviyorsak Peygamber efendimize (sav) uymamız bekleniyor. Onun sünnetine, onun emirlerine, yap dediği şeyleri yapmakla, yapma dediği şeylerden uzak durmakla, Allah’a (c.c.) olan sevgimizi gösterebiliriz. Nitekim Peygamber efendimizin sas emirleri Allah’ın emirleridir. Resulullah efendimizin (sav) sünneti üzere yaşamak, Kuran’a göre yaşamak demektir. 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

1 Ağustos 2014 Cuma

349.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ:10-İcma´ Üzerindeki İhtilâflar

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Mezhepler tarihi notları devam ediyor:

Bir kısım icma´ vardır ki onu inkâr etmek bir müslüman için im­kânsızdır. İslâmiyetin esaslarına ait olan bu türlü icma´lar, namazın rekâtları ve rükünleri, farz namazların sayısı, Ramazan orucu ve ze­kâtın farz oluşu gibi hususlara dairdir. Bu gibi icma´ların inkârı, bu esaslardan birini inkâr demek olduğundan, böyle bir inkâra sapan kimse îslâmiyetin dışına çıkmış olur.

İslâm´ın bu emirleri üzerinde icma´ hâsıl olduğu gibi bunları isbat eden Kur´an nass´ları, tevatür yoluyla gelen Peygamber´in kavlî ve fiilî sünnetleri pek çoktur. Bunlar üzerinde icma´, nass´ların en kuvvetlisine dayanmıştır. Dolayısiyle bu icma´a muhalif hükümler ifa­de eden cüz´î nass´lar ikinci plâna bırakılmıştır. Esasında bu icma´a muhalif hüküm ifade eden cüz´i nass´ların bulunması, zihnî bir feraziyeden ibarettir. Büyük bilginlere göre dînin kesin emirleri ictihad konusu olamaz. İmâm Şafiî bu hususta şöyle söylemiştir: «Dî­nin bu kesin emirleri hakkındaki bilgi bütün ümmete malolmuştur. Yani bunları bilmeyen hiçbir müslüman yoktur.» Esasen Şafiî İlim­leri ikiye ayırır:


1 Her müslümanın bilmesi lâzım gelen İlim. Bu, dînin kesin emirlerini bilmektir.

2 Müslüman İlim adamlarının sahip olduğu İlim. Bu, ictihad konusu olan meseleleri bilmektir. Halk bunu bilmez, fakat bilginler­den sorarak öğrenir.


Bir kısım hakîkata nüfuz edemeyen kimseler, her icma´ın bütün nass´lardan üstün olduğunu zannederler, bu bir anlayış hatasıdır, fa­kat çok yaygındır. Hattâ müslüman olmayan birtakım yazarlar, ic­ma´ ile dinî hükümlerin değişebileceğini ve îslâm cemaatının icma´ sayesinde bu hükümleri istedikleri gibi değiştirme imkânları olduğu halde değiştirmediklerini iddia etmektedirler.

Dinde kesin olarak bilinen emirlerin dışındaki bazı meselelerde hâsıl olan icma´ üzerinde bir hayli anlaşmazlık çıkmıştır. Daha çok ihtilâf bu türlü icma ile ilgili olan meseleler üzerindedir. Mezheple­rin metodlarına göre bu ihtilâf azalıp çoğalmaktadır.

îslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, Haricîleri, Şiîleri ve bir kısım Mûtezilîleri istisna edersek sahabînin icma´ını hüccet ola­rak kabul etmek hususunda ittifak etmişlerdir. Sahabîlerin icma´ı bir vakıadır. Bunun üzerinde dört mezhebin İmamları ve Zeydîler ittifak etmişlerdir.


Mutezileden Nazzam, dînin kesin emirleri dışındaki meseleler üzerinde icma´ olamıyacağını söylemiştir. Ona göre icma´, ancak müctehidlerin icma´ıdır. Halbuki içtihadın mânâsı üzerinde bile îslâm ül­kelerindeki âlimleri ittifak edememişler ve her biri diğerinden farklı görüşe sahip olmuştur.


Nazzam´ın bu görüşü şöyle reddedilmektedir: Müctehidlerin ic­ma´ı sahabiler devrinde vâki olmuştur. Bunu hiçbir kimse inkâr ede­mez, îcma´, sahabîler devrinde vâki olunca, onun, daha sonraki de­virlerde de vâki olması mümkündür.

Sahabiler devrinde icma´ın varlığı bir vakıa olduğu halde, birçok îslâm hukukçusu, daha sonra icma´ üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. ´Ahmed b. Hanbel´den yapılan bazı rivayetlere göre O, sahabîlerden sonra icmaın imkânsız olduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hanbel ta­lebelerine, «Bir mesele hakkında bilginler icma´ ettiler demeyiniz, bu hususta bilginlerin ihtilâfını bilmiyoruz, deyiniz» diye öğüt verirdi.

Şafiî, sahabîlerden sonra icma´ın imkân dahilinde olduğunu in­kâr etmezdi. Fakat kendisine delil olarak gösterilen ve sahabîlerden sonraki zamanlara ait olan icma´ı reddederdi. Gerçekte bu, icma´ın vukuunu inkârdır; fakat onun vuku imkânını inkâr değildir.

Şafiî ve Ahmed b. Hanbel´den başkaları birçok meselelerde icma´ın vâki olduğunu iddia etmişlerdir.

Birçok ittifaklar vardır ki bunların, icma´ sayılıp şer´î bir delil teşkil etmesi hususunda ihtilâfa düşülmüştür; şöyle ki:

1 Sükuti icma´: Belli bir mesele hakkında müctehidler arasında bir görüş ileri sürülür ve bu görüşün ilân edilmesinden son­ra bütün müctehidler susarlarsa, konuyu inceleyecek bir zaman geç­tikten sonra bu bir icma´ sayılır mı husususunda mezhep İmamları ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazısı bunu kesin olarak hüküm, ifade eden bir icma´ saymıştır. Bazısı da zannî hüküm ifade eden bir delil ola­rak kabul etmiştir. Bir kısmı onu delil olarak kabul ettiği halde ic­ma´ saymamıştır. Diğer bir kısmı da ona hiç itibar etmemiş ve onun dayandığı delili de nazarı itibara almamıştır.

2 Herhangi bir asırda bir hüküm üzerinde bilginler iki veya üç türlü görüş ileri sürerlerse bu bir icma´ olur mu? Daha´sonraki­ler için üçüncü bir görüşü ortaya atmak caiz midir? Bu üçüncü gö­rüş de bir icma´ sayılamaz mı? Bu hususta da bjlginler anlaşama­mışlardır. Bir kısmı bunun icma´ olamıyacağmı söylemiştir. Çünkü burada müctehidlerin ittifak ettiği bir görüş mevcut olmayıp, bir­çok görüşler vardır. Bir kısmına göre bu bir icma´dır. Çünkü öncekilerden ayrı bir görüş ortaya atmak, onların görüşünü kabul et­memektir. Böylece son görüş bulunduğu asra göre icma´ sayılır. Ba­zıları da; bir meselede görüş birliğine varılamamış, fakat umumî olarak meselenin bir yönünde ittifak hâsıl olmuşsa bu bir icma´ sa­yılır, buna muhalif davranışta bulunmak doğru olmaz, demişlerdir. Meselâ; dede´nin öz kardeşlerle veya baba bir kardeşle mirasçı olup olmıyacağı ihtilaflı bir meseledir. Ebu Bekr (R.A.), dedeyi baba mev­kiinde görmüş, ölünün öz kardeşlerini veya baba bir kardeşini dede vâsıtasiyle mirastan mahrum etmiştir. Hz. Ali (R.A.), bu durumda dedeyi kardeş gibi itibar etmiş, terekeyi aralarında paylaştırarak de­deye altıdabir (1/6) den az olmamak şartıyîe, miras hakkı tanımış­tır. Zeyd b. Sabit, üçtebir (1/3) den az olmamak şartiyle, dedeyi mi­rasçı olarak kabul etmiştir. Görülüyor ki burada dedenin mirasçı olması üzerine icma hasıl olmuş fakat mirasın miktarında anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durum karşısında dedeyi mirastan etmek caiz değildir.

3 Müctehidlerin ekserisi bir görüş üzerinde ittifak ederlerse bu bir icma´ sayılır mı? Burada da İslâm hukukçuları farklı görüş­ler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı bunu icma´ saymamıştır. Çünkü ic­ma´nın mânâsı, bütün müctehidlerin bir hüküm üzerinde birleşmesi demektir. Burada ise böyle bir birleşme yoktur. Diğer bir kısmı da, birkaç kişinin muhalefeti, icma´ı bozmaz, demiştir. Bunlar Zeydîler´-dir. Onlara göre herhangi bir görüşe karşı mutlak olarak muhale­feti önlemek imkânsızdır. O halde birkaç kişinin muhalefet etmesi icma´ı bozmaz. İslâm bilginlerinden bir kısmına göre muhalif olan görüş şaz ve Peygamber´den vârid olan hadislere aykırı ise icma´ı bozmaz. Meselâ, mut´a nikâhının yasaklanışına Abdullah b. Abbas´m muhalefeti böyledir. O, mut´a nikâhına cevaz vermiş, Sahabîler ise onun muhalefetine önem vermemişlerdir.

Abdullah b. Abbas alım-satımdaki faiz hakkında da sahabîlere muhalefet etmiş; meselâ, buğdayı buğdayla veresiye satışta faz­la alınmasını caiz görmüştür. Abdullah b. Abbas´m bu görüşü nass´-lara muhaliftir. Eğer muhalif görüş ŞAZ bir re´y´e dayanmıyor ve nass´larla da tezat teşkil etmiyorsa icma´ı bozar. Meselâ; Abdullah b. Abbas, tereke, mirasçılar arasında taksim edilirken paydanın artmasına itiraz etmiştir. Ömer (R.A.) paylar (Farzler) ın art­tığını görünce paydayı avl ettirmiştir. Şöyle ki: Ölenin vârisleri ko­cası, kız kardeşi ve annesinden ibaretse-, anne üçtebir (1/3), koca yarım (1/2), kızkardeş de yarım (1/2) hisse alırlar. Bu durumda mesele (ortak payda) altı (6) iken sekiz (8) e çıkmaktadır. Hz. Ömer terekeyi altı (6) değil, sekiz (8) sehme ayırmış ve mirasçılara pay­laştırmıştır. İbni Abbas´tan başka fakihlerin hepsi, Hz. Ömer´in gö­rüşünü tasvip etmişlerdir. Abdullah b. Abbas ise meselenin avletmiyeceğini söylemiştir. Ona göre mirasçının hissesi ancak bir erkek , asebe vâsıtasiyle azalır. Meselâ, kız kardeşin hissesi erkek karde­şiyle azalır. Erkek kardeşi olsa idi burada onların her ikisi sadece kalanı, yani altıdabir (1/6) hisseyi alacaktı. Burada da erkek kar­deş var farz edilir ve ona altıdabir (1/6) hisse, verilir. ez-Zührî, bu hususta İbni Abbas´ın görüşü âdil bir Halifenin tatbikatı ile reddedilmese idi, ona hiçbir kimse itiraz etmiyecekti, demiştir.

4 İcma´ üzerindeki ihtilaflı meselelerden biri de delil hakkındaki´ icma´dır. Meselâ; bilginler muayyen bir Hadis veya Kur´an nassı ile sabit olan bir hükmün delili üzerinde icma´ etseler, bu delilden başkasıyla aynı konu üzerinde istidlal etmek caiz midir, değil midir? îslâm hukukçularından pek azı delil üzerinde icma´ın muteber oldu­ğunu söylemişler ise de, ekseri hukukçular bu görüşe iltifat etmemiş­lerdir.

İslâm hukukçuları, kimlerin icma´ selâhiyetine sahip oldukla­rında da ihtilâf a düşmüşlerdir. Fatihlerin büyük çoğunluğu re´y ve kıyası tanımayanların icma´ı bozmayacaklarını beyan etmişlerdir. Nitekim Şiilerin muhalefeti ile icma´ bozulmaz. Çünkü onlar bid´at ehli sayılmaktadır. O" halde bid´at ehlinin muhalefeti icma´ı bozma­yacağı gibi, onlar, icma´ı meydana getiren elemanlar arasına da gi­remezler.

İmamiyye mezhebi mensubları, ancak kendi müctehidlerinin icma´ını kabul ederler. Sahabîlerin ve kendilerine muhalif olanların icma´ına önem vermezler. Onlara göre icma´ bir hüccettir. Çünkü o, gizli İmamın görüşünü ortaya koymaktadır. Onların inancına göre kendi mezheblerindeki mûctehidlerin icma´ı doğru ve isabetlidir. Eğer bâtıl olacak olursa gizli İmam susmaz, ve derhal hakikati orta­ya kor.

İmamiyye müctehidlerinden bir kısmı bir görüş ortaya atsa öte­kiler de buna karşı sussalar, bu, o görüşün doğru olduğunu ortaya kor. Eğer yanlış olsaydı İmam ortaya çıkar, uyulması gereken doğ­ru görüşü bildirirdi. Onların bilginleri bir konuda iki görüş ileri sü­rerek ihtilâfa düşseler, yine İmam ortaya çıkar ve doğru olan görü­şü bildirir. Kısaca, onlara göre icma´ın her çeşidi o mesele hakkın­daki İmamın görüşünü meydana kor. İmamın görüşü ise, uyulması gereken dinî bir prensiptir.

îcma´ üzerinde ihtilâfa düşenleri bir yana bırakalım; bu husus­ta ittifak edenler de icma´ hâsıl olan meselelerde ihtilâfa düşmüş­lerdir. Meselâ; Hanefîler, bazı konular hakkında icma´ bulunduğu­nu ileri sürerken, Şafiîler, bu konular üzerinde icma olmadığını id­dia etmişlerdir. İmam el-Evzaî, ganimet hisseleriyle ilgili bazı me­seleler üzerinde icma´ olduğunu ileri sürmüş, Ebu Hanife´nin tale­besi Ebu Yusuf da, O´nun iddiasını reddetmiş ve bu meseleler hakkında icma´ bulunmadığını söylemiştir.

İcma´ meselesi, mezhepler arasında çok geniş ihtilâflara se­bep olmuştur. Fakat bu ihtilâflar, dînin özüne ve kesin olarak bili­nen esaslarına dokunmadığı için, zararlı olmamıştır.

Medînelilerîn İcma´ı
İslâm hukukçuları arasında İmam Malik, tek başına, Medine­lilerin icma´ının bütün müslümanları ilzam ettiğini, ileri sürer. O, Mısır´lı Leys b. Sa´d´e gönderdiği mektupta bunu açıkça belirtmiştir. İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu bu konuda O´nu yalnız bı­rakmıştır. Şafiî, önce Ona uymuş ise de sonra vazgeçmiş, «îhtilâfu Mâlik» adlı kitabında O´nun görüşünü çürütmüştür.

Bazı bilginlere göre İmam Malik, Medînelilerin amelini kendisi hüccet olarak kabul etmiş, fakat onu diğer memleketlerin kabul et­mesini şart koşmamıştır.

Bu hususta İbni Kayyim el-Cevziyye şöyle söyler: «Harun er-Reşid, îmam Malik´in Medînelilerin ameline dayanan mezhebini kabul etmek için bütün müslümanları zorlamaya teşeb­büs etmiş; Malik de, buna bizzat engel olmuş ve şöyle söylemiştir-:Peygamber (S.A.)´in sahabîleri bütün ülkelere dağılmışlardır. Her gurubun kendine göre başkalarında olmayan bir ilmi vardır.» Bu gösteriyor ki Medinelilerin ameli İmam Malik´e göre,bütün müslümanların uyması gereken bir hüccet değildir. Ancak onu, İmam Ma­lik, amel bakımından benimsemiştir. O, Muvatta´ında ve başka eserlerinde, Medinelilerin amelinden başkasıyla amel etmek caiz ol­maz, dememiştir. Fakat Medinelilerin amelini mücerret bir haber olarak vermiş ve kırk küsur meselede onların icma´ını iddia etmiş­tir. Bu meseleler üç gurupta toplanabilir.

«1 Medinelilere başkalarının muhalefet ettiği bilinmeyen me­seleler.

«2 Medinelilere başkalarının muhalefet ettiği meseleler.

«3 Bizzat Medinelilerin kendi aralarında ihtilâf ettiği meseleler.«İmam Malik, Medine ehlinin ameli için hiçbir zaman, bu üm­metin icma´ıdır ve aksini yapmak caiz olmaz, dememiştir»

İbni Kayyim´in bu ifadesine rağmen gerçekte îmam Malik, Me­dinelilerin icma´ını başkaları için de hüccet saymıştır. . Şafiî, Mâlik´in bu görüşünü «İhtilâfu Mâlik» ve «Cimau´l-îlm adlı kitabında münakaşa etmiştir. Şafiî´ye göre araştırmalar göstermiştir ki Medi­nelilerin farzların asılları üzerinde yaptığı her icma´, diğer İslâm memleketlerinin bilginlerince de uygun görülmüş ve dolayısıyla bu umumî bir icma´ olmuştur.

Bunun içindir ki, İbni Kayyim el-Cezviyye´nin söylediği ikinci ihtimale Şafiî hiç temas etmemiştir. Eğer Medineliler kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerse, bu takdirde onların ameli, tabiatiyle bir hüccet teşkil etmez. Bunda herkes müttefiktir.

Maliki kitaplarında zikredildiğine göre Medine´lilerin ameli, re´y´e değil de nakle dayanıyorsa, bu, İmam Malik´in indinde bir hüccettir. Öte yandan,imam  Malik´ten bunun mutlak bir hüccet ol­duğu da rivayet edilmiştir.

Şafiî, ilk önceleri İmam Malik´in bu fikrini kabul etmiştir. Beyhaki, bu hususta, Şafiînin bir muarızına şöyle söylediğini rivayet eder:

«Vallahi sana nasihat olarak söylüyorum, eğer Medinelilerin yaptığı birşeyi görürsen, onun hakîkata uygun olduğunda kalbine hiçbir şüphe girmesin. Bu hususta seni meşgul eden şüpheye hiç al­dırma.»

Şafiî´nin bu sözü, O´nun fıkıh konusundaki ictihad devrelerin­den birine aittir. Bu devrede O, Medinelilerin amelini, hüccet olarak kabul edecek kadar saygıyla karşılıyordu. Fakat O´nun eski ve yeni mezhebinde Medinelilerin amelini âhad hadisler derecesinde dahi görmediği muhakkaktır.

Diğer memleketlerin fakihleri, îmam Malik´in metoduna muva­fakat etmemişlerdir. Gerçi Ebu Hanife´nin Ebu Yusuf ve Muhammed gibi talebeleri, Medine´deki sahabîlerden intikal eden bazı hu­susları kabul etmişlerdir. Meselâ; vakıf, Ebu Hanife´ye göre vâkı­fın «Vakfettim» demesiyle kesinleşmez. Vâkıf bundan istediği za­man cayabilir. Vakıf, ancak hâkimin hükmü veya onu ölümüne iza­fe eden vâkıfın ölmesiyle kesinleşir. Buna mukabil İmam Malik, o güne kadar ayakta duran sahabîlerin vakıfları üzerine Ebu Yusuf, ve Muhammed´in dikkatini çekmiş, onlar da bu hususta hocalarına açıkça muhalefet etmişlerdir.


M.Ebu Zehra

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Temmuz 2014 Cuma

347.AHİRETTE YAPTIKLARIMIZIN KARŞILIĞINI BULACAĞIZ!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allahü teâlânın kullarına olan ihsânları ve teklifleri, herkese eşit değildir. Meselâ, bâzı mü'min kullarına zenginlik verir, ona hac yapmasını emreder. Bâzı mü'min kullarına fakîrlik verip, ona hac yapmasını emretmez. Kimine, güç, kuvvet ve sıhhat verip, oruç tutmasını emreder. Kuvveti ve sıhhati müsâit, uygun olmayanların da sonra tutmalarına izin verir. Kimi kullarına nisâp miktârı, zenginlik ölçüsüne ulaşacak kadar mal ihsân edip, zekât vermelerini ve fakîr olan akrabâlarının nafakalarına yardım etmelerini emreder. Kimi kullarına da fakîrlik verip, zekât alacak hâlde bırakır. Bütün bunlar Allahü teâlânın adâlet-i ilâhiyyesine tam muvafıktır, uygundur.

Allahü teâlâ, kimi kullarına çok ihsân eder. Onlar da ni'mete şükredip, şükredenler derecesine kavuşurlar. Kimi kullarına da, az ihsân eder. Onlar da sabrederler, sabredenler derecesine ulaşırlar. Allahü teâlâ, hiçbir kulunun amelini zâyi etmez, boşa çıkarmaz. Herkes yaptığının karşılığını alır. Allahü teâlâ, zerre kadar iyilik yapana, karşılığını verecektir. Kimsenin iyiliği karşılıksız kalmayacaktır. Zilzâl sûresinin 6, 7, ve 8. âyetlerinde meâlen;

(O gün, insanlar amellerinin karşılığını görmek için, fırka fırka hesâp yerine giderler. Kim zerre miktârı kadar hayır işlemiş ise, onun mükâfatını görür. Kim de zerre miktârı bir kötülük işlemiş ise, onun cezâsını görecektir) buyurulmuştur.

Mü'min ve kâfir herkes kıyâmette, dünyâda yapmış olduklarını görür. Zerre kadar iyilik eden iyiliğinin karşılığını bulacaktır. Hadîs-i şerîfte;

(Allahü teâlâ, iyilik edenlere, karşılığını elbette verecektir) buyuruldu.

Bir gün seyyid Emîr Külâl hazretleri, sevenlerine hitaben buyurur ki:

"Ey dostlarım, Nefsinizin isteklerini terk ediniz ki, âhirette utanıp, mahcûp olmayasanız. Eğer şükrederseniz, Allahü teâlâ size her istediğinizi ihsân eder. Bu dünyâda ne yaparsak, âhirette onun karşılığını bulacağız."

Vüheyb bin Verd hazretlerine;

-Ölümden bahseder misiniz? diye arz edilince, onlara;

-Bir insan vefât edince, dünyâda amelini yazmakla vazifeli iki melek onunla berâber olur. O kimsenin amelleri iyi ise, o melekler kendisine derler ki:

"Allahü teâlâ sana büyük hayırlar versin. Biz senin yanında bulunmakla çok rahatız. Dünyâda hayırlı ameller işledin. Şimdi de hayırlı şeylere kavuştun."

Sonra melekler bunun rûhunu semâvât, gök ehli ile tanıştırırlar. Onlar da onu tebrik edip;

"Allahü teâlâ, kavuşmuş olduğun bu nîmetleri mubârek etsin" derler.

Dünyâda hep kötülük işleyen kimse de vefât edince, dünyâda iken onun amellerini yazan iki melek yine onunla berâber olur. Fakat o, kötü amellerinin karşılığı olarak azâb görmekte olduğundan, onun yanında olmakla rahatsız olurlar ve derler ki:

"Sen, burada dünyâda yaptığın kötülüklerin karşılığını görüyorsun."

Sonra melekler onu kötü amelli kimse diye tanıtırlar. Diğerleri de bundan tiksinirler. Oraya hep kötülük işleyerek gelmiş olan kimse, bu karşılaştığı hâle çok üzülür, yaptığı kötülüklere çok pişman olur. Tekrar dünyâya gelip sâlih ameller işlemek ister. Lâkin, artık bu pişmanlık ona fayda vermez, buyurur...

Muhammed bin Ka'b el-Kurezî hazretlerinden; (Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlemişse onu görür) meâlindeki Zilzâl sûresinin 7 ve 8. âyet-i kerîmelerinin tefsiri sorulunca buyurur ki:

"Kâfir olan bir kimse hayırdan zerre miktarı bir iş yapsa karşılığını dünyâdan ayrılmadan önce kendisinde veya ehlinde veya malında bulur. Karşılığını dünyâda görmesi kendisi için bir hayır değildir.

Mümin kişi de şerden, kötülükten zerre miktarı bir iş yapsa, âhirete gitmeden onun cezâsını kendisinde, ehlinde ve malında görür. Böyle olması kendisi için şer değildir."

Netice olarak Allahü teâlâ, herkese, ne yapmış ise, çalışmasının, tercihinin karşılığını elbette verir. Herkes istediğini yapar, yaptıklarının karşılığını da bulur. Erginlik çağına ulaşmış, aklı başında olan her erkek ve kadın, yaptıklarından, tercihlerinden, kendisi sorumludur, dünyâda da, âhırette de bunların karşılığını görür... 


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Temmuz 2014 Perşembe

ŞİFA AYETLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hastaya okunan şeyler ya Kur’an ayetleri olmalı ya da hadisi şeriflerde okunması tavsiye edilen dualar olmalıdır. Birtakım rumuzlar, tılsımlarla okuma olmaz.

Hasta üzerine okunup tesiri olan belli başlı ayetler şunlardır: 

Fatiha sûresi,

Bakara sûresinin ilk bölümü,

Ayet’el Kürsi,

Bakara sûresinin sonu,

Haşr sûresinin sonu,

Kalem sûresinin 51. ayeti,

İhlas, Felak, Nâs sûreleri.

Fatiha sûresi
1- Bismillahirrahmânirrahîm.
2- Elhamdü lillâhi rabbil'alemin
3- Errahmânir'rahim
4- Mâliki yevmiddin
5- İyyâke na'budü ve iyyâke neste'în
6- İhdinessırâtel müstakîm
7- Sırâtellezine en'amte aleyhim ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn

Anlamı
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
2,3,4- Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur.
5- (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.

6,7- Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.

BAKARA SÛRESİNİN İlk 5 Ayeti
Bismillâhirrahmânirrahîm
1- Elif, Lam Mim.
2- Zalikel Kitabu Lareybe Fihi. Hüdenlil Müttekin.
3- Ellezine Yü’Minune Bil Gaybi Ve Yukimunesselate Ve Mimma Rezaknahüm Yunfikun.
4- Vellezine Yü’Minune Bima Unzile İleyke Ve Ma Unzile Min Kablike Ve Bil Ahireti Hüm Yukinun.
5- Ulaike Ala Hüden Min Rabbihim Ve Ulaike Hüm-Ül Muflihun.

 Anlamı
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
1. Elif Lâm Mîm.
2. Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.
3. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.
4. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.
5. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.

Bakara Suresi 285. Ayeti
1. Amener resûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihî vel mü’minûn.
2. Küllün âmene billâhi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusulih;
3. lâ nuferriku beyne ahadin min rusulih.
4. Ve kâlu, semi’na ve etâ’na, gufraneke rabbena ve ileykel masiyr.
 Anlamı
1. Rasûl, rabbinden kendisine inzâl olana (indirilene) iman etti. Hepsi de (mü’minlerin), iman ettiler,
2. Allâh’a; meleklerine; kitaplarina; resûllerine de iman ettiler
3. “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz” dediler.
4. 
Ve dediler “işittik ve itâat ettik, magfiretini (gufranını) dileriz, rabbimiz dönüsümüz sanadir.”

Bakara Suresi 286. Ayeti
1. Lâ yukellifullahu nefsen illâ vüs’aha,
2. leha ma kesebet ve aleyha mektesebet.
3. Rabbena lâ tuahizna innesiyna ev ahta’na.
4. Rabbena ve lâ tahmil aleyna isran kemâ hameltehu alelleziyne min kablina.
5. Rabbenâ ve lâ tuhammilna ma lâ tâkate lena bih.
6. Va’fuanna, vagfirlena, verhamna.
7. Ente mevlâna, fensurna alel kavmil kâfiriyn.

 Anlamı
1. Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. 
2. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. 
3.(Şöyle diyerek dua ediniz): “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! 
4. Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. 
5. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! 
6. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! 
7. Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”


AYET-EL KÜRSİ (Bakara Sûresi, 255. Ayet)

Bismillahirrahmânirrahîm.
Allâhü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm, lâ te’huzühu sinetün velâ nevm, lehu mâ fissemâvâti ve ma fil’ard. Men zellezî yeşfeu indehû illâ bi’iznih, ya’lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bi’şey’in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel ard, velâ yeûdühû hıfzuhümâ ve hüvel aliyyül azîm.

Anlamı
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
Allah'dan başka hiç bir ilah yoktur. O, daima yaşayan, daima duran,
bütün varlıkları ayakta tutandır. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku.
Göklerdeki ve yerdeki herşey O'nundur. O'nun izni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine! Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.
Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.
O'nun hükümdarlığı, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Her ikisini görüp gözetmek,
ona bir ağırlık da vermez. O, çok yüce, çok büyüktür.

Haşr sûresinin son 3 ayeti
Bismillahirrahmanirrahim
1. Huvallahullezi le ilehe illa hu alimulgaybi veşşehedeti huverrahmanurrahim.
2. Huvallahullezi la ilahe illa huve el melikul kuddusus selamul mu’minul muheyminul ‘aziyzul cebbarul mutekebbir. Subhanallahi ‘amma yuşrikun.
3. Huvallahul halikul bariul musavviru lehul esmaul husna yusebbihu lehu ma fis semavati vel’ard. Ve huvel’azizulhakim.

Anlamı
1. O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.
2. O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.
3. O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Kalem sûresinin 51. ayeti
Ve in yekâdullezîne keferû le yuzlikûneke bi ebsârihim lemmâ semiûz zikra ve yekûlûne innehu le mecnûn(mecnûnun).

Anlamı
Şüphesiz inkâr edenler Zikr’i (Kur’an’ı) duydukları zaman neredeyse seni gözleriyle devirecekler. (Senin için,) “Hiç şüphe yok o bir delidir” diyorlar.

İHLAS SURESİ
Kul hüvellâhü ehad. Allâhüssamed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekün lehû küfüven ehad.

Anlamı
(Ey Muhammed!) De ki: O Allah bir tektir. Allah her şeyden müstağni ve her şey O'na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir.

FELAK SURESİ
Kul e'ûzü birabbilfelak. Min şerri mâ halak. Ve min şerri ğasikın izâ vekab. Ve min şerrinneffâsâti fil'ukad. Ve min şerri hâsidin izâ hased.

Anlamı
1. De ki:"Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım,
2. Yarattığı şeylerin şerrinden,
3. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4. Ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ,
5. Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!

NÂS SURESİ
Kul e'ûzü birabbinnâsi. Melikinnâsi. İlâhinnâs. Min şerrilvesvâsilhannâs. Ellezî yüvesvisü fî sudûrinnâsi. Minelcinneti vennâs.

Anlamı
1. De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
2. İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hakimine),
3. İnsanların İlâhına.
4. O sinsi vesvesenin şerrinden,
5. O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler)fısıldar.
6. Gerek cinlerden,gerek insanlardan(olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım!

1-“Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.”(Tevbe Sûresi. 14-15)
Meali: (Allah mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.)

2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ızatun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.”Yûnus Sûresi: 57,
Meali: (Ey İnsanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.)

3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muhtelifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.” Nahl Sûresi: 69,
Meali: (Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”)

4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.” İsrâ Sûresi: 82.
Meali: (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiriyoruz.”

5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.”Şuarâ Sûresi: 80,
Meali: (Hastalandığımda bana şifâ veren Allah’tır.”

6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.” Fussilet Sûresi: 44.
Meali: (De ki: Kur’ân, inananlar için hidayet ve şifadır.)

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:

1-“Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’lbe’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.”Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107.
(Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifa ver! Şifa veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifa ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.)

2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.”

(Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifa dilerim. Allah sana şifa versin. Allah’ın adıyla sana şifa dilerim.) - Tirmizî, Cenâiz, 972.


3-''Es'elüllahel'aziyme, Rabbel'arşil' aziymi, en yeşfiyke.'' Bu dua hakkında Yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ''Bir kimse, eceli gelmemiş bir hastaya bu duayı (7) kere okusa, o hasta şifa bulur.''
(Ebu Davud,Cenaiz:12,no:3106,2/204)


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Temmuz 2014 Cuma

***BUGÜN DE BAŞKA BİR HEDİYE!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bugün cuma hem de Ramazan ayındaki bir cuma.Yani yapacağımız bir hayır katlanarak bize geri dönecek inşallah.Bu sebepten bu günü en güzel şekilde değerlendirebiliriz belki. Gelin bugün de

Ölmüş yakınlarımızın günahlarına,yapamadıkları ibadetlerine kefaret olarak  bir miktar  sadaka verelim.

Yaradanımız cc o yüce merhametiyle muamele eder ve bağışlar inşallah.Onları da bizi de.

Allah cc kabul etsin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

30 Haziran 2014 Pazartesi

***RABBİMLE ARAMDAKİ SIR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Oruçla Rabbimiz cc bize, açlığı bizzat tattırıyor ve bir ay boyunca ve bir günün uzunca bir bölümünde imsak ile iftar arası normal zamanda helal olan yiyecek ve içecekleri, sırf Allah rızası için kendi kendimize yasak ederek, fedakarlıkta sınırlarımızı görmemizi sağlıyor.

Bir Müslüman’ın Rabbine karşı samimiyetinin sonucunu en doğru gösteren oruçtur herhalde. Çünkü oruçlu olduğunuzu sadece siz ve Rabbiniz bilirsiniz.

 Oruç kulun Rabbine sunduğu en özel amelidir. Rabbinizle aranızdaki bir sır gibi. Zaten sevgili peygamberimizde sas buyur muyor mu? “Cenab-ı Hak buyurdu ki ‘Kulumun her ibadetinin sevabı bellidir, ama oruç ibadetinin sevabını zatımdan başka kimse bilemez. Zira kulum oruç tutarak sırf benim için dünyevi istek ve arzularını terk etti. Ben de bunun ödülünü mahşer günü açıklayacağım’”. Sırrı korumanın ödülüne bakar mısınız? Demek ki sadece Mevla ile paylaşırsan O da Peygamberine dahi açıklamadığı, sana özel mükafatını sadece seninle paylaşıyor.


Alimler demişler ki;Mizanda kul haklarını öderken aldığımız tüm zekat,namaz,hac gibi ibadet sevaplarını hakkına girdiğimiz kişilere vereceğiz ne yazık ki ama Rabbim cc bir tek oruç ibadetini kendine saklıyacak ve asla onu kimseye vermiyecek.Çünkü o aramızdaki "sır" ve onun sevabını bize saklıyacak.Bu ne güzel bir müjde!  Demek ki şunu anlamalıyız:Ramazan orucu dışında da kazalarımızı bitirip çokça nafile oruç tutarsak bu "sırrı" korumuş olacağız.Diğer bütün ibadetlerimizi kul hakkına girdiğimiz kişilere versek bile tek bir "oruç" ibadetiyle cennetine girmeyi umabileceğiz inşallah.

Ö.Döngeloğlu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

29 Haziran 2014 Pazar

***ÖZLEMİŞTİM SENİ..HOŞGELDİN!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ve geldin.. Ne kadar özlemiştim seni.Geldin ve kimbilir ne güzellikler,ne hayırlarla geldin...


Aslında Ramazan-ı Şerif insanlığa oruçtan önce Cenab-ı Hakkın son mesajı olan Kuranı-Kerim’i getirmiştir. Zira oruç müminlere hicretin 2. yılında farz kılınmıştır. Oysa Kuran’ın inmeye başlaması, nübüvvetin başlamasıyla eş zamanlıdır. Yani insanlığa son peygamberi hediye olarak getiren kutlu zaman dilimi de yine bu muhterem ay ramazan-ı şerifdir.

 Her Ramazan-ı Şerifin gelişi bizleri adeta mübarek kitabımız Kur'an'ın indiği zamana Hira-Nur dağının eteklerine götürür ve diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının, insanlığın incinmiş onurunun iade edildiği ve Hz.Bilallerin, Ammarların, Sümeyyelerin, Zinnurelerin (R.A.) hasretle bekledikleri Resulullah (S.A.V.)’a kavuştukları havayı teneffüs ederiz adeta biz de.



Elbette ki Ramazan-ı Şerifin en belirgin özelliği oruç tutma ayı oluşudur. Oruç tutmak aslında haramlara karşı kulun elini tutmasıdır, dilini tutmasıdır, nefsinin arzularını tutmasıdır, kısacası oruç tutmak kişinin kendini tutmasıdır. İmsakle ağzını kapatan kul, aslında der ki “Ya Rab, işte senin için helal olan yiyecek ve içeceklere, oruçlu iken eşime yaklaşmaya, tüm kötü söz ve fiillere bedenimi kapattım. Nasıl ki iftar, imsakin bir ödülüdür, dünyada bulunuşumuzun ödülünü de cennet eyle…

Hayırlı Ramazanlar..

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Haziran 2014 Salı

345.KÜÇÜK NOTLARIM (17) Hak mı? Halk mı?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Âhireti dünyada öne al, ikisini birden ka­zanırsın. Dünyayı âhiretten öne alacak olursan ikisini de kaybeder­sin. Ve bu, sana bir ceza olur. Emir almadan nasıl dünya ile uğra­şırsın? Dünya ile kalbini meşgul etmezsen, Allah sana yardımcı olur. Başarı ihsanı sana gelir. Bir şey alacak olursan içinde bereket bulu­nur. İman sahibi, hem dünyası hem de âhireti için çalışır; dünyası ise yalnız sözle olur. İhtiyacı kadar bağlanır ve o kadar alır. Kanaat sahibidir. Bir yolcu ne kadar azık alabilirse, o da o kadar alır. Çok al­maz, çünkü yolculuğa mâni olacağına inanır. Cahilin, bilgi yoksulu adamın bütün derdi dünyadır. Bilgi sahibinin, bütün cehdi öbür âlemdir; sonra Mevlâ!

Önünde bulunan bir parça ekmek nasıl yeniyor ve nereden ge­liyor? Nefsin ona nasıl bakıyor? Onu almak için gayret sarf ediyor mu? Vermeyecek olsan seni yıkıyor mu? Bunlara dikkat et. Nefsini kırmaya güçlü olmalısın. 


Hak yolunda doğru olanlar birbirlerini tanırlar. Her biri ayrı ay­rı yerlerde olsalar bile, doğruluklarını ve iyiliklerini anlatır ve anla­şırlar.

Ey Hak’tan ve O'nun doğru kullarından kaçan, yüzün halka dö­nük, Hakk'a şirk koşmaktasın. Bu hâlin ne zamana kadar devam edecek? Onların nasıl yararını bulacaksın? Onların elinden bir şey gelmez; ne zarar, ne de yarar. Ne vermek, ne de almak. Onlarla sair kuru varlık arasında fark yoktur. Bir taşın karşısına geçip korku ve emniyet beklemek iman sahibine yakışmaz.

Şah birdir, güçlüğü bir olan verir, fayda yine O'ndan gelir, ha­reket ettiren ve durduran O'dur. Sana sataşacak biri varsa yine O'n­dan gelir. Emrinde çalışana O gönderir; veren, alan yine O 'dur. Yaratan ve doyuran Allah, Aziz’dir, Celil’dir. O ezelî ve ebedî bir varlık­tır. Yaratılmışlardan önce O'nun varlığı vardı. Babanızdan ve ananız­dan, güvendiğiniz zenginlerin varlığından önce O gelir. Yer ve sema­nın, ayrıca onların üstünde ve boşluğunda olan her şeyin yaratanı O'dur. “O'na benzeyen yoktur, bizzat gören ve işiten O'dur.” (eş-Şûrâ, 42/11)

Bildiği ile amel edene Hak tarafından kapı açılır. Bu kapı kalp yönünden açı­lır; Hakk'a oradan varılır. Bu, bildiği ile iş tutanın hâlidir. Dedikodu ile gününü gün eden, bu hâlden mahrumdur. Sen böyle yaptıkça, bilgini dünya uğruna harcadıkça, eline bir şey girmez. Dıştan iyi gö­rünse bile, içi bozuk olur. Allah, kullarından herhangi birine hayır dilerse bilgi verir; bu bilgiden sonra amel ve ihlâs nasip eder; iyilik verir, kendine yaklaştırır, irfan nasip eder, kalp bilgilerini öğretir, sırları çözdürür. Bunu yalnız o kula yapar. Bu hâlde başkasının iştiraki yoktur. Artık o kul sevilmiştir. Musa Peygamber gibi yalnız Hak varlığın malı olur. Hak Teâlâ, Musa Peygamber’e şöyle buyurdu: “Seni zatım için seçtim.” (Tâhâ, 20/41)

Yani, Benden başkası seni meşgul edemez. Şehvet duyguları, ge­çici tatlar ve zevkler seni Benden alamaz. Yer ve gök Benim katımda söz sahibi olamazlar. Cennet seni doyuramaz, ateş seni korkutamaz. Mülkün sende kıymeti yoktur, yokluk seni düşündüremez. Hiç bir bağ seni, Benden çekemez. Benden başkası seni meşgul edemez. Her­hangi bir şekil seni eğlendiremez ve Bana perde olamaz. Hiç bir yara­tığın Bende hakkı yoktur. Tabiî istek ve şahsî duygular burada yer alamaz.



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

21 Haziran 2014 Cumartesi

344.RABBİMİZİN cc 21.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!

Ölüm senin tüm sırlarını açığa çıkaracak, kıyamet seninle ilgili bütün haberleri verecek ve azap yüzündeki perdeyi yutacaktır.

Bir günah işleyeceğinde, günahın küçüklüğüne değil, onunla kime isyan ettiğine bak! Sana az bir rızk verildiğinde, rızkın azlığına değil, onu sana kimin verdiğine bak!

Küçük günahları hafife alma; çünkü sen Allah'a hangi günahla (affedilmeyecek ve azabı hak edecek) isyanı yaptığını bilemezsin. Benim tuzağımdan emin olma; zira benim imtihanım senin için, bir karıncanın karanlık bir gecede bir kaya üzerindeki yürüyüşünden daha gizlidir. Ey âdemoğlu!

Bir isyan ettiğinde benim gazabımı hatırlayıp günahtan el çektiğin oldu mu?


Sana emrettiğim gibi farzlarımı yerine getirdin mi?

Miskinlere malından verdin, sana kötülük eden kişiye iyilik ettin mi?

Sana zulmedeni bağışladın mı?

Senden akrabalık bağını koparanla sen ilgilendin mi?

Sana ihanet edene sen insaf ettin mi? Seninle küs olanla konuştun mu?

Çocuğuna edep verdin, komşunu kendinden razı ettin mi?

Âlimlere dinin ve dünyan hakkında sorular sordun mu?

Şüphe yok ki ben, sizin görünüşlerinize ve dış güzelliklerinize bakmam ancak kalplerinize bakarım.(1)

İşte bu sıfatlar kimde varsa ben ondan razı olurum."

(1)
Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah (c.c) sizin cisimlerinize ve suretlerinize bakmaz. O ancak kalplerinize bakar (ve sizi ona göre değerlendirir)." Bk. Müslim, Birr; 33, ibn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Han-bel, Müsned, 2/285, 359. 


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Haziran 2014 Pazartesi

343.RABBİMİZİN cc 20.NASİHATİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar!

Tedbir gibi güzel geçim, halka zarar vermekten kaçınmak gibi vera', edepten daha yüce bir muhabbet, tövbe gibi şefaatçi, ilim gibi ibadet yoktur.

Yine haşyet gibi dua, sabır gibi zafer, tevfik gibi saadet, akıldan daha güzel bir süs ve hilimden daha cana yakın bir arkadaş yoktur.

Ey Âdemoğlu! Vakitlerini bana ibadet etmeye ayır ki, kalbini zenginlikle doldurayım, rızkını bereketlendireyim ve vücuduna rahatlık vereyim.

Beni zikretmekten gafil olma! Gafil kaldığın takdirde kalbini fakirlikle doldurur, vücudunu yorgun ve halsiz kılar, göğsünü dert ve gama salarım. Ne kadar ömrün kaldığını görebilsen, düşünü kurduğun emellerden gönlünü çekerdin. Ey âdemoğlu! Sana bahşettiğim afiyet sayesinde bana kulluk etmeye güç buldun. Benim özel yardımımla, sana farz kıldığım ibadetleri yerine getirebildin. Benim rızkımı yiyerek bana karşı yaptığın isyana kuvvet buldun. Benim dilememle, istediklerini istiyorsun. Dilediğin her şey benim irademledir. Benim nimetimle ayakta duruyor, oturuyor ve dönüyorsun.

Benim korumam sayesinde geceliyor ve sabahlıyorsun. Benim ihsanım içinde yaşadın ve nimetim içinde dönüp durdun. Verdiğim afiyetle güzelleştin. Lâkin ardından beni unutup başkalarını hatırında tuttun. Neden benim hakkımı ve şükrümü eda etmedin?"


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Haziran 2014 Cuma

342. PEYGAMBERİMİZ sas NELERDEN ALLAH-U TEALA'YA SIĞINIRDI?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Herkesin korkuları vardır. Ürktüğümüz, olmasın diye içimizden dualarla önünü kesmeye çalıştığımız .
Bazen başarırız. Takdir öyle uygun görür. Bazen dualarımıza rağmen endişelerimizi aşamayız. Tabii ki bütün bu noktalarda tek sığınağımız, dualarımızda yöneleceğimiz yer ve makam yüce Rabb'imizdir. Ondan gayri kimin gücü yeter, güç yetirilemeyen şeylere.


Herkesin kendisine ait özel korku ve endişeleri olabilir. Bunların bir kısmı hepimiz için genel olan korkulardır. Bir kısmı ise kişiye göre değişen özel korkulardır.

Dini hayatımızla ilgili sırları belirleyen Peygamberimiz de yaşamı boyunca bazı endişelerden yüce Allah'a sığınmıştır. O, korkularından güvende olmaya, emin olmaya gayret ederdi. Bunu yaparken "Allah'ım, falan veya filanca şeyden sana sığınırım" diyerek endişelerini sıralardı.

 Efendimiz sas nelerden Allah'a sığınırdı:


1- Allah'ım! Hazineleri senin kudretinde olan her türlü hayrı isterim ve hazineleri senin kudretinde olan her şerden sana sığınırım. (Hâkim)
Peygamberimizin sas bu yalvarışı, az cümleyle çok şey anlattığı en güzel yakarışlardandır. Her türlü iyilik de, kötülük de yüce Allah'ın izniyle değil midir? Öyleyse bilmediğimiz her kötülükten O'na sığınmak ve sınırlarını bilmediğimiz her iyilik için de O'na yönelmek en doğru olanı değil mi? Allah cc şerri yaratır, ama şerrin kullanılmasından razı olmaz. İyiliği de yaratır ama iyiliğin kullanılmasından razı olur.


2- Allah'ım! Kötü günden, kötü geceden, kötü saatten, kötü arkadaştan, evimin yakınındaki kötü komşudan sana sığınırım. (Tabarani)
Günün ve gecenin bizatihi kötüsü olmaz. Ama gelecek gece veya gündüzlerin hangisinin kötü şeylere gebe olduğunu sadece yüce Allah bilir. Peygamberimiz sas bu anlamda gece ve gündüzün şerrinden Allah'a sığınmıştır.


3- Allah'ım! Hilekâr dosttan sana sığınırım. O (sözde) dost ki, bana dost bakışıyla bakar! Halbuki kalbiyle her an beni kontrol eder. Benim iyi bir iş yaptığımı görürse onu örter. Benim kötü bir işimi ve hatamı görürse hemen etrafa yayar.
Dostlar üç türlüymüş. Birincisi gerçek vefalı dost: İyi ve kötü günde yanınızda olur, siz yüceldiğinizde sevinir, düştüğünüzde üzülür. İkincisi, menfaat için yanınızda olan dosttur: Vefasızdır. Siz iyi olduğunuzda yanınızdadır, düştüğünüzde uzağınızdadır. Üçüncüsü ise yukarıdaki hadiste anlatılan dosttur: Hilekârdır, münafık ruhludur.


4- Allah'ım! Faydasız ilimden, kabul olmayan amelden, karşılık görmeyen duadan sana sığınırım. (Müslim, Zikr, 73; Ebu Davut, Vitr, 32; Nesai, Daavat, 68; Nesai, İstiaze,13; Müsned, ibn Hibban, Hâkim)
İhlas, yani takva olmazsa gerçek ilmin de, amelin de, duanın da fayda sağlaması mümkün değildir. Bir de faydasız olan ama bazılarınca ilim olarak tarif edilen sihir, kehanet ve büyücülük gibi uğraşlar vardır. Bunlardan da Allah'a sığınmak lazım.


5- Allah'ım! Fakir düşmekten, yoksulluktan, zillete düşmekten sana sığınırım. Allah'ım başkasına zulmetmekten ve başkası tarafından zulme uğramaktan da sana sığınırım. (Ebu Davut, Vitr, 32; Nesai, İstiaze, 14; İbn Mace, Dua, 3; Ahmed, Müsned,2/305)
Hz. Peygamber, zengin değildi. Bazen üç ay boyunca evinde çorba pişmezdi. Yamalı elbise giydiği olurdu. Ama fakirliği övmezdi. Belki, başkasının hakkını yiyerek zengin olmak yerine fakirlik daha iyidir derdi. Bu nedenle de başkasına muhtaç olacak seviyedeki fakirlikten Allah'a sığınacak kadar kaçınırdı.

6- Allah'ım! Beni -gözümü açıp kapatacak kadar- kısa bir an bile nefsimle baş başa bırakma. Bana verdiğin iyi şeyleri benden geri alma.
 Nefsinize güvenmeyin. Heva ve heveslerinize aldanmayın. Boş kuruntular peşinde koşmayın. Sonu belli olan bir hayat için kendinizi yitirmeyin. 

Evet, bazen insan yönünü kaybediyor. Günahlar dengesini bozuyor. İşte o an "Allah'ım! Sana Peygamberimizin sığındığı gibi sığınırım" demekten başka çare var mı?

N.Hatipoğlu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Haziran 2014 Salı

***HAZİRAN 11-12-13 GÜNLERİ ORUÇLUYUZ!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(11 Haziran Çarşamba), 12 Haziran Perşembe ve 13 Haziran Cuma günlerini oruçlu geçirmeliler.

Ayrıca 11 Haziran Perşembe akşamı berat kandili. Dolayısıyla gündüzünü ve ertesi gününü oruçlu geçirmek güzeldir. 

Allah kabul etsin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Haziran 2014 Pazar

341.DİN KİMİN EMRİNDE ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dini ve dünyayı batılılar gibi anlama hastalığına tutulalı beri, kimi müslümanların İslâm hakkında tuhaf ve yabancı fikirler üretmeye, şimdiye kadar rastlanmamış yorumlar yapmaya başladığını görüyoruz. Batılıların kendi geçmişlerinde Hz. Musa ve Hz. İsa a.s.'ın tebliğ ettiği dine reva gördüğü muameleye, bugün bir kısım müslümanlar da kendi dinlerini reva görme sevdasındalar.

Bugün Hıristiyanlık hakkında bizzat hıristiyanlar tarafından üretilmiş muhtelif bakış açıları var. Bunun sebebi, dinlerini keyfi yorumların tahribinden koruyacak mekanizmalardan mahrum bırakmış olmaları. Mesela İnciller'in Afrikalılara göre farklı, Avrupalı ve Amerikalılara göre farklı yorumlarından söz edilmektedir. Keza kadınlara ve erkeklere, zencilere ve beyazlara göre değişen İncil yorumları bulunduğunu yine bizzat Batılılar söylüyor. Katolik, Protestan, Ortodoks mezheplerinin İncil yorumları arasındaki farklılıklar zaten malum. Adeta her hıristiyanın kendine mahsus bir Hıristiyanlık anlayışı var.

Bir din nasıl bu hale gelir?
Hayatı kendi istek ve çıkarları doğrultusunda şekillendirme hastalığına müptela olan Batılı insan, nasıl tabiatı, dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, uzayı, hatta diğer insanları, bu arzunun gerçekleşmesi amacıyla kullanılacak birer araç olarak görüyorsa, onun gözünde dinin de bundan farkı yoktur. Ona göre din, insana yine insanın istediği biçimde hizmet etmelidir.

“Her şey bizim için” diyen Batılı insan, İncil'i bunun için tahrif etmiştir. Beşeri arzularına uymayan ilâhi öğretilerin kiminin yerini değiştirmiş, kimini çıkarmış ve yerine kendisine uyan hükümleri koymak suretiyle aslından uzaklaştırmıştır. Bunun üzerine bir de, “ben böyle anlıyorum” keyfiliği eklenince, Kur'an'ın “hevâyı ilâhlaştırmak” dediği durum ortaya çıkmıştır.

Tevrat'ın başına gelenler de bundan farklı değildir. Gerçi Yahudilik “evrensellik” iddiası olmayan, sadece belli bir ırka (İsrailoğulları'na) ait olduğu kabul edilen bir din olması sebebiyle, Hıristiyanlık'ta olduğu kadar fazla sayıda “serbest” yorumun nesnesi olmamış. Fakat Yahudi ve Samirî Tevratları arasında bulunan altı bin civarındaki farklılık ve modernist Yahudilerin din yorumlarının klasik Tevrat yorumları ile taban tabana zıt olması, bu dinin de beşer arzularına göre tahrif edildiğinin en önemli göstergelerindendir.

Müslümanlara ne oldu?
Kutsal kitabı tahrif edilmiş bütün dinlerin başına gelen bu durumu anlamak ve izah etmek mümkündür. Zira dini kendi menfaati doğrultusunda anlamak ve kendisine hizmet ettirmek gayesindeki insan için bunda şaşılacak bir durum yoktur.

Peki, Kur'an her türlü tahrif ve müdahaleye karşı ilâhi koruma altında iken, ona bağlı olduklarını söyleyenler, kendi dinleri ve kitapları hakkında saçma sapan yorumları nasıl normal karşılayabiliyorlar? Nasıl oluyor da Kur'an'da yer almayan, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'den nakledilmeyen, Sahabe'nin tanımadığı ve ilk nesillerin yabancı olduğu bir din telakkisi, kendisine böyle yaygın bir biçimde yer bulabiliyor?

Bu sorunun cevabının izini, çok basit şekliyle, müslümanlara benimsetilmek istenen bir kısım slogan cümlelerde sürebiliriz. Günlük hayatta belki çoğumuzun düşünmeden kullandığı bu kalıpların, zaman içinde din anlayışımızı belirleyen değer yargılarına dönüştüğünü fark etmek, çoğu kimse için ne yazık ki mümkün olmuyor.

Söz gelimi, “İslâm kolaylık dinidir” dediğimiz ve bunu genel bir kaide haline getirdiğimiz zaman, insan için güçlük arzeder gibi görünen her dinî hükmü, bize kolay geleniyle değiştirme yolunda ilk adımı atmış oluruz.

Yahut, “İslam hoşgörü dinidir” gibi bir ifadeyi, sınırsız bir mutlaklık çerçevesinde kabul edip dilden dile yaydığımızda, dinimizin hiçbir olumsuzluğa itiraz etmediği, hiçbir çirkinliği reddedip dışlamadığı gibi bir anlayış, yavaş yavaş kendisine yer bulmaya başlar.

Mecelle'de yer alan “zamanın değişmesiyle hükümler de değişir” maddesi bir başka örnektir. Bu hükmü de herhangi bir kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlaklaştırdığımızda, bütün hükümleri değişime maruz kalan bir dinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Aslında bu örneklerde zikredilen tesbit cümleleri, temel birer dinî prensiptir. Problem şurada ki, bunlar, kendileriyle aynı öneme sahip diğer dinî prensiplerle bir bütün oluşturacak tarzda ele alınmadığı zaman, tek başlarına her türlü art niyetli yoruma zemin teşkil etmektedir.

Dinî hükümlerin özelliği
Vahyin son ve tahriften korunmuş biricik temsilcisi olma hüviyetini kıyamete kadar sürdürecek olan İslâm dininin bütün hüküm ve öğretileri, kendi içinde pek çok sır ve hikmet barındırır.

Modern zamanlarda İslâm'ın insan menfaatlerine ne kadar uygun bir din olduğunu ispatlama gayreti alabildiğine yaygınlaştı. Namaz, oruç gibi ibadetlerin insan sağlığı ve zekât, sadaka gibi ibadetlerin toplumsal hayat üzerindeki olumlu etkileri üzerinde uzun uzun duruluyor. Dinî hükümleri topluma benimsetme maksadıyla yapılan bu yorumlar, ibadetlerin zamanla başka niyet ve maksatlarla yapılmasına yol açabileceği için son derece tehlikelidir. Namaz kılmak üzere hazırlanan bir kimse, “namaz kılmalıyım, çünkü bedenime faydası var” diye düşündüğünde, niyet değiştiği için kıldığı namazın sevabından mahrum kalma tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu durum bütün ibadetler için geçerlidir. Dinimizde niyetin önemi buradan gelmektedir. Buharî'nin, el-Cami'u's-Sahih isimli ünlü eserine, “Niyet hadisi” diye bilinen rivayetle başlaması da bu bakımdan son derece manidardır.

Burada üzerinde durmak istediğimiz asıl nokta, meselenin bir başka veçhesidir. Din bir bütündür ve ancak kendisine teslim olanları kemâle götürür. Mecelle'de “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” (Hakkında açık ve kesin ayet-hadis bulunan meselede şahsî yorum ve içtihad yapılmaz) şeklinde ifade edilen kaidenin de anlattığı gibi, delâleti ve sübutu kesin nasslar dinin özünü oluşturur ve bunlar yoruma kapalıdır. Dinin hedef ve maksatları da, bu nassların bildirdiği hükümler ideal tarzda hayata aktarıldığında gerçekleşir.

Huzura temiz çıkmak
Konuyu bir örnekle açacak olursak; nasıl ki zekâtın zenginlerin malını temizleme özelliği varsa, bir takım suçlara verilen cezaların da temizleme özelliği bulunduğu bir vakıadır. Zekâtı verilmeyen mal/servet nasıl manen kirli ise, bazı günahları işleyen kimseler de, o suçlara verilen cezalar vasıtasıyla temizlenmedikleri sürece manen kirlidirler.

Bu gerçek doğrultusunda şunu söylememiz gerekir: Servet sahipleri, (eda etme şekli, miktarı, zamanı, ödeme yerleri gibi unsurlarıyla) zekâtı iptal edip yerine başka bir şey koymaya kalktığında, servetini temizlemiş olmayacağı gibi, herhangi bir suç işleyen kimse de, dinin öngördüğünden farklı bir muameleye tabi tutulduğunda, o suçun günahından temizlenmiş olmayacaktır.

Mâ'iz b. Mâlik r.a. hadisesini hatırlayın: Kendisi zina ettiği zaman Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e gelmiş ve “Ya Rasulallah, beni temizle!” demişti. Zira biliyordu ki, işlediği suçun/günahın kirinin temizlenmesi ancak İslâm'ın ona tayin ettiği karşılığı görmekle mümkündür. Ve o müstesna şuur haliyle biliyordu ki, ahirete temizlenmiş olarak gitmek, bu dünyada hayatını kirli olarak sürdürmeye bin kere tercih edilir.

Dinimiz, işlenen her günahın bir kir olduğu gerçeğinden hareketle, insanın kalben ve ruhen bir kir yumağı haline gelmemesi için, her günaha karşılık bir temizlenme tarzı öngörmüştür.
Bilhassa “had cezası” dediğimiz cezalar, büyük günahlara karşılık birer temizlenme vasıtası olarak konmuştur. Hayatını, yüzü ahirete dönük olarak yaşayan mümin için bu büyük bir şanstır.

Hilafeti döneminde Hz. Ömer r.a.'a içki içen birisi getirilmişti. Hastalıktan ayakta duracak takati olmayan bu suçluya ceza vermek istediğinde, orada bulunanlar şöyle dediler: “Ey Müminlerin Emiri! Bu adam zaten hasta. Eğer ona şimdi ceza verirsen ölebilir. Cezasını iyileşene kadar ertelesen?”

Bu teklife Hz. Ömer r.a. şöyle karşılık verdi: “Sorumluluğunu taşıdığım insanların ahirete temizlenmemiş olarak gitmesinin hesabını verememekten korkarım. Eğer cezasını çekerken ölürse, ahirete temizlenmiş olarak gidecektir ki bu hem kendisi, hem de benim için en hayırlı olandır.”

Kim kimi kandırıyor?
Dinî hükümleri maslahat, zamanın değişmesi, kolaylaştırma gibi bahanelerin ardına sığınarak hevâlarına göre değiştirmek isteyenler, suç ve günahların oluşturduğu kiri ve uhrevî cezayı küçümseyen bir gaflet haline düşmüşlerdir.

Yahudilerin zina etmiş bir yahudiyi Efendimiz s.a.v.'e getirerek cezasını vermesini istediklerini anlatan rivayet, pek çok hadis kaynağında yer almıştır. Ebu Davud ve daha başka hadis imamlarının bu olay hakkında zikrettiği bir detay konumuz açısından önemlidir: Buna göre yahudiler, Tevrat'ta evli iken zina edenlere verilecek cezanın ne olduğunu biliyorlardı. Ancak çok ağır buldukları bu cezayı uygulamamanın bir yolunu arıyorlardı. Kendi aralarında şöyle konuştular: “Haydi şu Peygamber'e gidelim. Eğer Tevrat'takinden daha hafif bir ceza uygularsa hem arkadaşımızı kurtarmış oluruz, hem de ahirette bize ‘Tevrat'taki cezayı niçin uygulamadınız?' diye sorulursa, suçu onun üzerine atarız.”

Ahirete kirli gitmemenin yollarını arayan o yahudilerin yaptığı neyse, İslâm'ın bir takım hükümlerini çağa uymadığı gerekçesiyle değiştirmenin peşinde olanların yaptığı da odur. Bu zihniyetin temsilcileri, Kur'an ahkâmı hakkında cahiliye dönemi inkârcılarıyla aynı ruh halini paylaşıyor. Onlar da Kur'an'ın bir takım hükümlerini hevâlarına uygun bulmadıkları için, “Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir.” (Yunus, 15) demişlerdi.

Bütün mesele, din dediğimiz ilâhi öğretiyi nasıl anladığımız noktasında düğümleniyor. İnsanoğlu ya ona teslim olup kurtulacak, ya da onu değiştirmeye kalkışıp, kendi arzusuyla ebedi hüsrana hüküm giyecek...

E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Haziran 2014 Çarşamba

340.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ:9-Re´y Üzerindeki İhtilâflar

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Re´y üzerindeki ihtilâf, re´yin aslı ve metodu hakkındadır. Bazı İslâm hukukçuları, îslâmi hükümlerin ancak nâss´lardan alınaca­ğını ileri sürmüşlerdir. Bunların başında Dâvud ez-Zâhiri gelir. On­dan sonra İbni Hazm el-Ehdelüsi gelmektedir. O, Zahirî Mezhebi´nin ikinci İmamı sayılmaktadır. O, bu mezhebi tedvin etmiş, mezhebin kurucusu Davud´tan daha çok şiddetli davranmış ve ileri gitmiştir.

Re´y ile içtihadı kabul eden İslâm hukukçuları çoğunluğu teş­kil ederler. Hattâ nass bulunmayan yerlerde, hükme esas teşkil et­mek üzere re´y ile ictihad hakkında icma´ derecesine yaklaşan bir ittifak hâsıl olmuştur.

Bundan dolayı İslâm hukukçularının çoğu; «Re´y´i tanımayanların muhalefetlerinin hiçbir değeri yoktur. Re´y´in değeri hususunda onlara itibar etmeksizin icmâ´ hâsıl olmuştur. Çünkü re´y´i tanıma­yanlar İslâm hukukçuları zümresine dahil değildirler» demişlerdir. Fakat bu hüküm üzerinde de tartışılabilir.

Re´y´i kabul edenler, onun metodunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Ba­zıları, re´y ile içtihadın metodu kıyastır, demişlerdir. Yukarıda da geçtiği gibi kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, arala­rında hükmün sebeb-i vücudu olan ortak illetlerden ötürü hakkın­da nass bulunan bir meseleye göre halletmektir. Şiîler´den İmamiyye mezhebi kıyas´ı tanımaz; fakat bu mezhep bilginleri, re´yi, nass bulunmadığı takdirde mücerret akim hükmü olarak görürler. On­lara göre nass Kur´an-ı Kerim, Peygamber (S.A.)´in ve İmamların sözlerini içine alır. Onlar, nass bulunmayan yerlerde mücerret akıl ile hüküm verirler. Bu hükümlerinde de aklın kabul edeceği mas­lahatı esas olarak alırlar. Çünkü akıl, maslahata uymayan zararlı şeyleri caiz görmez. Aklın maslahatı gördüğü şeyde şüphe edile­mez. O halde akılla hüküm, gerçekte akim kabul ettiği maslahata göre hükmetmek demektir.

Kıyas´ı, re´y ile fetva vermek hususunda bir prensip olarak ta­nımayanların karşısında Şâfiîler´i görüyoruz. Şafiîler´e göre fetva verirken esas tutulan herhangi bir re´y metodu, kıyas´tan başka birşey olamaz. Çünkü şer´î bir hüküm, ya nass ile veya nass üzerine kıyas yoluyla olur. İmam Şafiî, fıkhını tamamen nassa bağlamakta­dır. Zira O´na göre fakih, hükmüne esas teşkil edecek bir nass bula­mazsa bu hükme benzeyen ve hakkında nass bulunan meseleleri araştırır ve nass ile sabit olan hükme göre karar verir.

Hanefîler, Şafiîler´in bu yolunu benimsemişlerdir. Fakat onlar re´y ile ictihad kapısını daha çok genişletmişler ve istihsan prensi­bini koymuşlardır. Istihsan; örf, zaruret veya sabit bir nassa bağla­nabilen maslahat gibi hususlardan dolayı kıyas kaidelerine muhalif olarak hüküm vermektir.

Malikiler, Zeydiler ve Hanbelilerin bir kısmı, re´y´in mânâsını genişleterek kıyası, istihsanı ve masalih-i mursele´yi de kabul etmiş­lerdir. Masalih-i mursele İslâm Şeriati´nın amaçlarına uygun olan umumi menfaatlardır. Herhangi bir maslahat hakkında müsbet ve­ya menfi özel bir nass bulunmazsa o, bu metoda göre değerlendiri­lir. Fakat bu hususta nass´ların hükümleri dışına çıkılmaz. Fakat kıyasta olduğu gibi belli bir nassa bağlanmak ve meseleyi o nassa göre halletmek durumu yoktur. Bilâkis burada muhtelif nass´larla meydana çıkan maslahatları araştırıp buna göre fetva ve hüküm vermek gerekmektedir. Bu prensibi kabul edenler Ömer, Ali, Osman (R.A.) gibi büyük sahabilerin yolundan gitmişlerdir.

Re y hususundaki ihtilaf konularından biri de, nass bulunan bir yerde re´y´in değeri meselesidir. Hakkında delâlet bakımından ke­sin olan mütevâtir bir nass bulunan herhangi bir meselede re´yin yeri yoktur. Bu hususta ittifak edilmiştir. Fakat nass, âhad hadis­ler gibi zannî olduğu zaman, kıyasla bu nâss´lardan hangisinin ter­cih edileceği tartışma konusu olmuştur. İslâm hukukçuları bu du­rumda, re´y kıyas´a dayanıyorsa ve kıyas´ın illeti bir nass´la tesbit edilmişse kıyasla hadis arasında mukayese yapılmasını, eğer bu ha­dis hiçbir kıyas şekli ile bağdaşmıyorsa, kıyas´ın tercih edilmesini ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet kıyas´ın illeti bir nass ile tesbit edil­memiş ve âhad hadis de bütün kıyas şekillerine aykırı ise böyle bir meselede anlaşmazlık çıkmıştır. Bu durumda bir kısım îslâm hukukçuları hadisi tercih etmişlerdir. Çünkü nass bulunan yerde icti­had yapılmaz. Re´y´e başvurmak, nass bulunmayan bir konuda hü­küm vermek için zarurîdir. Bu görüş Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel´den rivayet edilmiştir.

Bazı Hanefîlere göre hadîsi rivayet eden Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes´ud ve Zeyd b. Sabit gibi bilgin sahabilerden biri ise hadis tercih edilir.  Fakih olmayan bir sahabî ise kıyas tercih edilir. Fakat mesele, bazı kıyas şekillerine uygun, bazı kıyas şekillerine de aykırı düşerse hadis tercih edilir. Çünkü hadis bu takdirde mutlak olarak kıyasa aykırı düşmemiştir. Bu gö­rüş Ebu Hanife´ye nisbet edilmekte ise de, O´nun görüşünü yukarı­da belirttik.

Bazı İslâm hukukçularına göre, fıkıh kaideleri ile bağdaşmak suretiyle kıyasın sebebi kesin olup onu tesbit etmek hususunda bir­çok hüküm mevcutsa kıyas tercih edilir. Nass bulunmadığı halde, kesin olarak re´y veya kıyasla sabit olan bir hükmü farzetmek, Şe­riatın kaynaklarını ve amaçlarım bilen kimse için sübûtu imkansız bir şeydir. Zaten böyle bir hüküm bulunursa, Zahiriler hariç, bütün fakihler re´y´i tercih ederler.

Malikilere göre, re´y´i, Medînelilerin ameli destekliyorsa hadis reddedilir. Zira, onu Peygamber (S.A.)´e nisbet etmek doğru olmaz. Eğer hadis, Medînelilerin ameline uygun düştüğü halde, re´y´e aykı­rı düşüyorsa durum incelenir: re´y, Kitaba ve Sünnete dayanan hiç­bir fıkıh kaidesiyle bağdaşmıyorsa hadis tercih edilir, durum böy­le değilse re´y tercih edilir.

Burada belirtmek isteriz ki, re´y´i hadîs´e tercih edenlere göre bu hadisin Peygamber (S.A.)´e nisbeti sahih sayılmamaktadır. Hat­tâ onlar böyle bir nispeti inkâr edip bu hadisi metin itibariyle de ŞAZ görmektedirler. Çünkü o, Şeriatın amaçlarından ve özel nass´larından alınan esas kaidelere aykırı düşmektedir. Onların böyle bir hadisin Peygamber (S.A.)´e nisbetini herhangi bir suretle tasdik edip dinî bir meselede kendi anlayışlarını, Peygamber (S.A.V)´e nisbeti sahih bir hadîs´e tercih ettiklerini asla düşünemeyiz. Çünkü kendi an­layışlarını Peygamber (S.A.)´in hadislerine tercih etmek isteyen birileri günümüzde türemiştir. Gerçi bunlar gibi bid´at ehli olan bir kısım kimseler İslâm tarihinde görülmekte ise de, büyük İslâm müctehidleri arasında bu türlü çarpık anlayış sahipleri asla mevcut de­ğildir.


M.Ebu Zehra

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

2 Haziran 2014 Pazartesi

339.EBEDİ KURTULUŞUMUZ İÇİN...

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


İmam Rabbanî k.s. Hazretleri ebedi kurtuluş için dünyadayken üç şeyin elde edilmesi şart diyor. Bunlar ilim, amel ve ihlâs.

İlimden kasıt, kişinin kendisine lazım olacak kadar dinini öğrenmesidir. Bu, her mükellef (büluğ çağına ermiş, aklı başında) müslüman üzerine farzdır. Çünkü bilgisiz itaat olmaz.

Öncelikle müslüman, iman esaslarını (Akaid) Ehl-i Sünnet alimlerin bildirdiği gibi öğrenip, varsa inanç hususundaki şüphelerini gidermelidir. İmam Gazalî k.s. Hazretleri, bir insanın kalbine doğacak şüpheleri giderecek kadar ilim öğrenmesinin de farz olduğunu söyler.

Öyledir. Çünkü inanç noktasında bozuk görüş ve şüphe taşıyan kişi tehlikede demektir.  O nedenle Ehl-i Sünnet alimlerin inanç esaslarıyla ilgili eserlerini okuyup, ârif zatların sohbetlerinden istifade etmelidir. Ki böylece yanlış bilgilerden ve şüphelerden kurtulmak mümkün olsun.

Kur’an-ı Kerim’de: “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.” (Nahl, 43) buyurulur.

İman esasları meselesini hallettikten sonra dini nasıl yaşayacağımız meselesi, yani Fıkıh gelir. Bu ilim, İslâm dininin ibadet, insanlar arası her türlü iş ve işlemler (muamelât) ve ceza hukukuna ait hükümlerini kapsar. Neyin helal neyin haram olduğunu fıkıh sayesinde öğrenir, alışveriş ve ticarette, evlenmede boşanmada islâmî ölçüleri onun sayesinde biliriz. Her müslümanın bu ilimden kendisine lazım olacak kadarını öğrenmesi farzdır.

İlim, gereği gibi elde edilmediği taktirde uhrevi kurtuluşun teminatlarından biri eksik demektir. Bu yüzden Allah Rasulü s.a.v., ilimden bir mesele öğrenmeyi, bütün varlığı ile dünyadan hayırlı görmüştür.

Diyelim ilmi elde ettik. Yani akaidimizi düzelttik, lüzumu kadar fıkıh bilgisi öğrendik. Tasavvufî bilgi de edindik. Yeterli mi? Elbette değil! Çünkü sırada “amel” var. Yani öğrendiklerimizi hayata geçirmek, uygulamak.

İlmin lazım olacağı yer işte tam burasıdır. Çünkü ahirette tek geçerli akçe iyi işlerdir (salih amel). Kul öbür alemde onunla üstünlük bulur. Nitekim Hz. Ömer r.a. demiştir ki: “Dünyanın izzeti mal ile, ahiretin izzeti de salih ameller iledir.”

Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Rabbine kavuşmayı uman kimsenin salih amel işlemesini ve ibadetlerinde hiç kimseyi Rabbine ortak koşmamasını öğütlemekte (Kehf, 110); O’na, mümin olarak salih ameller işlemiş olduğu halde ulaşanlara en yüksek dereceler ile içinde temelli kalacakları, Adn cennetlerini müjdelemektedir. (Tâhâ, 75-76)

Şu halde asıl olan bilmek değil, bildiğini uygulamaktır. Bu, işin en mühim kısmıdır. Öğrenilen bilgiyi taviz vermeksizin yapmaya, yapılanı da devam ettirmeye çalışmak önemli bir iştir. Kişi bildiğiyle amel ettiği sürece Allah Tealâ ona bilmediklerini öğretir. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:

“Bildiği ile amel eden kimseye Yüce Allah bilmediğini öğretir ve amelinde onu muvaffak kılar da cenneti hak eder. Buna karşılık bildiği ile amel etmeyen kimse hem bildiğinde şaşar hem de amelinde muvaffak olmaz ve böylece cehennemi hak etmiş olur.”

Yalnız Allah rızası için yapmak
Ebedi kurtuluşumuzu temin edecek olan üç altın kuralın en önemli ayağı ise ihlâstır.

İhlâs, ibadet ve davranışları gösteriş (riya) ve her türlü ikiyüzlülükten (nifak) uzak olarak sadece Allah için yapmaktır.

Allah’a ortak koşmanın (şirk) büyük ve küçük diye iki kısma ayrıldığına dikkat çeken alimlerimiz, riya ile nifakı küçük şirk alt başlığı altında zikreder.

Ameline riya ve nifak karıştıran kimse için bir hadis-i kudsîde şöyle buyruluyor:

“Ben, ortağı olmaktan uzak olanların en uzağıyım. Kim benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa/ortak ederse hissemi o ortağıma devrederim.”

Ayrıca Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in buyurduğu üzere, “Amelinde şirk edene, ‘Kim için amel ettinse mükafatını ondan al!’ denir.”

Bunlar gösteriyor ki ameli amel yapan ondaki ihlâstır. İhlâs niyette bulunur. Niyetin yeri ise kalptir. Kulun ameli niyetinin içtenlik ve samimiyeti nisbetinde değer kazanır. Aynı namazı yan yana kılmakta olan iki kişiden birini diğerine üstün kılan, niyetlerindeki samimiyettir. Sevgili Peygamberimizin “Ameller niyetlere göredir.” sözü buna işaret eder.

Niyetin kendisi de bir tür amel sayılır. O ancak Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğu gözetildiğinde ihlâsa kapı açar. İhlâsla yapılan az bir amel, ihlâsı tam olmayan amelden kat kat üstündür. İhlâs kıymetsiz görünen bir ameli dahi çok kıymetli hale getirir.

İhlâsı elde etmek, riyadan korunabilmek zor diyerek ibadet ve amelleri terk etmek doğru değildir. Bu şeytanın bir oyunudur. İmam Gazalî k.s. böyle birini, efendisi tarafından temizlesin diye verilen buğdayı “Nasıl olsa tertemiz yapamayacağım, iyisi mi bu iş kalsın.” diye düşünen hizmetçinin haline benzetmiştir. Oysa bir şeyin tamamı elde edilemiyor diye hepsi terk edilmez.

İhlâs nasıl elde edilir?

İmam Rabbanî k.s. Hazretleri buyuruyor ki: “İlim ve amele nisbetle ruh mesabesinde olan ihlâsı elde etmenin yolu, tasavvufu öğrenmekten geçiyor. Çünkü bu yolun amacı nefsin kötü huylarını iyiye çevirmektir. Nitekim İmam Gazalî k.s. Hazretleri de tasavvufu, nefse karşı mücadeleyi öne almak, kötü huyları atmak, diğer her şeyle kalbî ilişkiyi keserek olanca gayretle Allah’a yönelmek olarak tanımlar.


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR