Bu Ümmet’in görevini icra etmesi yani insanlık için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olması ancak Allah’ın yardımı ile yerine getirilebilecek bir görevdir. Şeytanın ve yandaşlarının direnişi karşısında mü’minlerin tek başına iş görmeleri mümkün değildir. Şeytana direnme ve engelleme gücü veren Allah Teâlâ olduğuna göre şeytanın karşısında cihat edecek, Allah’ın sözünü en üstün ve tek söz hâline getirecek mü’min nesillere de yardım etmesi yine O’nun kanunları gereğidir. O yardım ederse mü’minler iş becerebilirler. Mü’minlerin taşıdıkları yükün ağırlığı çok büyüktür. Bütün insanlığın yükünü taşımak ancak Allah’ın yardımı ile kaldırılabilir nitelikte bir görevdir.
Bizim burada anlamamız ya da çözmemiz gereken mesele şudur: Allah Teâlâ, yardımını sıradan her kuluna mı yapıyor yoksa yardımın bir şartı ve ön hazırlığı var mıdır? Elbette hemen takdir edilir ki sıradan bir yardım yoktur, olamaz da. Öyle bir yardım olacak olsaydı dünya hayatının imtihan için seçilmesine gerek olmazdı. Ashabı kiram; yardım gören, yardımı gözleri ile izleyen bir nesil oldukları hâlde yola çıktıklarında hemen yardım görmediler. Allah’ın yardım vaadi, ayet ayet indikten seneler sonra Bedir yardımı geldi. O yardımdan önce onlar, bin bir çileye maruz kaldılar ve sabrettiler. Hicrete zorlandılar, her şeylerini terk ettiler. Allah için ne verilmesi gerekiyorsa tereddüt göstermeden verdiler. Geçirdikleri imtihan yıllarının ardından yardım geldi.
Şartlar
Evet, dava Allah’ın davasıdır. Din Allah’ın dinidir. Mü’minler ise Allah’ın dinine hizmet etmek için seçilmiş kullardır. Bu seçilmişliklerinin hakkını vermeleri ya da verememeleri, imtihan sonucu olarak karşılarına çıkacaktır.
İmanın gerçek bir iman olması, muhtevasının doldurulmuş olması, Allah’a O’nu görüyor gibi kulluk edebilme şuuru, gerçek bir tevekkül, dünyaya karşı zahit davranabilmek yardımı hak etmenin ön şartlarıdır. Bir başka şart da imanın salih amellerle beslenmesidir. Salih amel kavramının gerektirdiği bütün ameller, fertler ve toplum olarak sahiplenilmelidir.
Bir başka şart da dinin bir bütün olarak alınmasıdır. Tekkeye veya camiye daraltılmış bir din ya da camisi ihmal edilmiş bir din, Allah’ın yardımını celb edemez. Dini indiği gibi bir bütün olarak almak gerekiyor. Elbette her insanın, her toplumun dinin tamamını kaldırma kapasitesi olmayabilir ama idrak, dinin tamamını kuşatan bir idrak olmalıdır.
Zaman ve mekân uygulamayı etkileyebilir ama imanı ve emeli etkilememelidir. Bu bütünlüğe, farzların ve Sünnetlerin ihmal edilmemesi açısından da sayısal olarak bir bütünlük olması açısından da bakabiliriz. Bir başka bakış zaviyesi de şudur: Allah’ın yardımını hak edecek bir nesilde, evle cami arasında bir çelişki izlenmemesi gerekiyor. Camide kulluk kıvamının yakalandığını düşünülürken evlerde “kulluk standartları” dışına taşıldığında mü’min kıvamı açısından bir eksiklik söz konusu olacaktır. Bu da yardımın gelmesine manidir. Bunlar gerçekleştiğinde Allah’ın yardımı haktır, bir vaattir. Yardım sözü de Allah’ın sözüdür. “Ama bizim uğrumuzda cihat edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebût, 69)
Ayet, Allah’ın yardımını Allah’ın yolunda cihat edenlere yönlendirmektedir. Cihat ise meydanlarda savaşmanın ötesinde, içinde savaşın da bulunduğu Allah yolundaki bütün gayretleri ihtiva eden bir kavramdır. Şeytan bize tamamını yapamadığımız işlerden el çektirmeden biz, işlerin tamamına talip olup yapabildiğimiz kadarına sarılma yolunu tercih etmeliyiz. Kurtarıcı metot budur. Bu anlamın içini doldurması için sarih başlıklar hâlinde Allah’ın yardımının kime olacağını vurgulayabiliriz:
* Allah’ın hükümleri uygulanmalıdır. Namaz bir hükümdür, hırsızın Kur’an’da takdir edilen cezası da bir hükümdür. Zekât da bir hükümdür zekât dışında infak etmek de bir hükümdür. Kur’an ve Sünnet’in emrettiği her şeyin yapılması ve yasakladıklarının da terk edilmesi, hüküm olarak genel bir kuralın adıdır.
* Allah’ın zalimlere yardımı yoktur. Yardım bekleyen zulmetmeyecektir. Bu zulüm, kırbaçlamak olarak anlaşılabileceği gibi eşlerin birbirlerine zulmetmesi olarak da anlaşılabilir. Kadın erkeğe, erkek kadına eş olarak zulmetmeyecektir. Çocuklar ebeveynlerinden zulüm görmeyeceklerdir. Ebeveynler de çocuklarından zulüm görmeyecektir. İşçi de zulüm görmeyecektir mal sahibi de.
* Mü’minler, emri bilmaruf ve nehyi anilmünker yapacaklardır. İyiliği emreden, kötülüğü alıkoyan bir ümmet Allah’ın yardımına hak kazanır.
*Ümmetin birliği olacaktır. Ashabı kiramın, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek naaşını bırakıp önce siyasi lideri seçmeye gitmelerinin, onu gerçekleştirince de naaşla ilgilenmelerinin iyi düşünülmesi gerekiyor. Bir halifenin arkasında toplanmanın dışında hiçbir alternatif, bu Ümmet’in aynı safları kullandığını ispat edebileceği bir çare değildir. Hilafeti dava edinmek şarttır.
* Bu Ümmet, içine kapanık bir ümmet olamaz. Bütün insanlık bu Ümmet’in projesinde bulunmalıdır.
* Sabreden ve sebat edenlere Allah’ın yardımı vardır. Zamanı kendi menfaatlerine göre sınırlayanlar, Allah’ın kaderini anlayamamışlardır. Zaman bize göre değil Allah’a göre işlemektedir. O da ne zamanı takdir buyurdu ise yardım da o zaman gereklidir. Nuh aleyhisselam için bu zaman bin seneye yakın bir zamandı. İbrahim aleyhisselam için o kadar uzun olmadı. Peygamber aleyhisselam efendimiz için ise yirmi yıl oldu. Zamanı takdir eden ancak onu yaratandır. Kullar, kendilerine göre bir zamanlama yapamazlar, yapsalar da bu boş bir beklentinin ötesine gidemez.
* Allah’ın imtihanını Ebu Cehil’le sınırlı görmek yanlıştır. Ebu Cehil bir imtihandır elbette ama nimetler de imtihandır. Çocuk da imtihandır. Sıhhat de imtihandır. Belalarla nimetleri aynı gözle görmek gerekiyor. Hiçbiri hesapsız değildir, boşuna değildir.
Allah’ın, mü’min kullarına yardım vaadi haktır. Mü’minlerin, yardımın geleceği zamanı kollamaları ve yardım görecek mü’minler olmayı irdelemeleri gerekmektedir.
Kur’an, Allah’ın kanununu koymuştur: “Allah vaadinden asla dönmez.” Bu ayet, Hacc suresinin 47. ayetidir. Hacc suresinin o ayetleri ise Allah’ın dinini yalanlayanları tehdit eden ayetlerden oluşmaktadır. Biz, Allah’ın vaadinin hak oluşunu içimize sindirirken bu ayet, gözümüzü aydınlatan bir ışık olmaktadır. Ayeti topluca görebiliriz:
“Onlar senden, azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vaadinden asla dönmez. Muhakkak ki Rabb’inin nezdinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.”
Dikkat edilirse ayet, Allah’ın vaadinden dönmeyeceğini beyan ettikten sonra O’nun katında bir günün insanların hesabıyla bin yıl gibi bir rakama karşılık olduğunu vurgulamaktadır. Buradan hareket edildiğinde mü’minlerin kendi beşerî rakamları ile hesap yapmaları durumunda, Allah’ın hesabını anlamakta zorluk çekecekleri ortaya çıkmaktadır. Ashabı kiramda olduğu gibi, işi Allah’a havale edip çalışmak esastır. Bunu yapabilenler kazananlar olacaktır.
Allah’ın vaadi olan şeyi mü’minlerin takdir edememesinin sebebi Rûm suresinin altıncı ve yedinci ayetinde gösterilmektedir. “Allah vaadinden caymaz fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise onlar tamamen gafildirler.”
Allah’ın kullarına zafer vaad etmesini anlayamamak ya da o vaadin tahakkuk sürecini takdir edememek, hayatı dünya yaşantısından ibaret zannetmekten kaynaklanmaktadır. Dünya hayatı derinleştikçe ahiretten uzaklaşıldığı gibi Allah’ı ve kitabını idrak de zorlaşmaktadır. Bir kere daha akidenin ve akideyi özümsemenin önemi anlaşılmış olmaktadır.
Dünya hayatında razı olunacak bir sonuca ulaşmanın adı akıbettir. O da Allah’tan korkmayı esas alanların hakkıdır. Onlar, Allah’ın vaadini iliklerine kadar hissederler. Kim Allah’ın sözünü anlıyorsa kazanan o olacaktır:
“Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Akıbet, (Allah’tan korkup günahtan) sakınanlarındır.” (A’raf, 128)