30 Eylül 2013 Pazartesi

Şiilik / Şiîliğin doğuşu nasıl olmuştur?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Şiilik / Şiîliğin doğuşu nasıl olmuştur?
Cevap
En büyük hidayet meşalesi olan Kur’ân-ı Azimüşşân’ın nâzil olmasıyla bütün insanlık âleminde yepyeni bir devir başlamıştı. İnsanlar kalp ve ruhlarının tabiî ihtiyacı olan “Hak Din”e kavuşma sevinci içinde idiler. Şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavuşmuşlardı. Kur’an’ın hayattar prensipleri, onları her an maddî ve mânevî yüceliğe doğru götürüyordu.

Resul-i Ekrem Efendimizin döneminde İslâmiyet’ Mekke, Medine, Hicaz ve civar bölgelerde mutlak hakimiyetini kurdu. Artık cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine bırakmıştı.

Hz. Ebubekir ve Ömer (ra.) devirlerinde kısa zaman içerisinde yapılan eşsiz fetihlerle Suriye, Mısır, Irak ve İran’ın fethine başarılı olundu.

Bu harikulâde gelişme, İslâm düşmanlarının, bilhassa Yahudilerin haset ve kinlerini kabarttı. Yahudiler, İslâmiyet’in kısa zamanda gösterdiği büyük gelişme karşısında dehşete kapılıyor ve beyinleri çatlayacak gibi oluyordu. Üstelik birçok Yahudi cemaatlerinin İslâm’a girişi de onları büsbütün çıldırtıyordu. İslâmiyet’in bu hızlı ve parlak yayılışı mutlaka durdurulmalıydı.

Vaktiyle, Hıristiyanlara karşı tezgâhlanan oyunun, şimdi Müslümanlara karşı oynanması lâzımdı. Uzun müzakerelerde bulundular ve sonunda Medine’de İbn-i Sebe’yi sahneye çıkardılar. Abdullah İbn-i Sebe hahambaşıydı ve büyük bir komiteciydi.

İbn-i Sebe, tahribat programını başlıca iki esas üzerine kurdu. İlk olarak, Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmakla, İslâm’ın gelişmesine engel olacak; ikinci safhada İslâmî inanç ve itikada hurâfeler katarak, onlar arasına, kıyâmete kadar sürecek bir fikir ayrılığı sokacaktı. Bu iki hedefin gerçekleşmesi için komiteler kuracak ve onlar aracılığı ile Müslümanlar arasındaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi mânevî bağları zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasından hemen durum değerlendirmesi yapılacak, plânlanan hedeflerle alınan neticeler kontrol edilecek, değişen ve gelişen şartlar altında yeni hedeflerin gerçekleşmesi için yeni plânlar yapılacak ve uygulama sahasına sokulacaktı.

İbn-i Sebe, Müslümanlar arasında çıkardığı ihtilaflarla ve iç harplerle birinci maksadına tam muvaffak olmuştu.

İbn-i Sebe, bu iç savaşlarla esas amacına yaklaşmış oluyordu. Çünkü onun asıl amacı, İslâm inancına hurâfeler sokarak onu öz saflığından çıkarmaktı.

Bugün kavga eden müminler yarın barışabilir ve tekrar bir araya gelerek İslâm birliğini yeniden tesis edebilirlerdi. Müslümanlar arasında tâ kıyâmete kadar devam edebilecek bir ayrılık çıkararak onları inanç yönünden parçalamak, hiziplere ayırmak icap ediyordu. Şimdi yapılacak en önemli iş, inançları asıl çizgisinden saptırmak için dine hurâfeler sokmaktı. İbn-i Sebe bu işe, “Ehl-i Beyt” muhabbetini istismar etmekle başladı. Ehl-i Beyt’in en ateşli bir taraftarı olarak sahneye çıktı. Hilâfetin baştan beri Hz. Ali’nin hakkı olduğunu ve ondan haksız olarak gasp edildiğini etrafa yaydı. Hz. Ali ve evlâtlarını, “İlâhlar Hanedanı” haline getirerek İslâm Dinini Hıristiyanlıkta olduğu gibi tevhit esasından saptırmaya tevessül etti. Sonunda, İbn-i Sebe başkanlığındaki bir grup, Hz. Ali’nin (ra.) huzuruna çıkarak ona: “Sen Rabbimizsin, İlâhımızsın,” dediler. Hz. Ali, bu müşriklerin bir kısmını yaktırdı. İbn-i Sebe’yi ise, ordu içinde taraftarlarının çokluğu sebebiyle, fitne ve zaafa yol açacağı endişesinden, yaktırmaktan vazgeçti. İran’ın eski hükümet merkezi olan Medayin’e sürdürdü.

Ne yazık ki, Medayin, İbn-i Sebe’nin sapık fikirlerinin üretilmesine çok müsait bir zemin idi. İbn-i Sebe burada, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan Haricilerle görüştü ve reisleri Evfa oğlunu buldu. Evfa oğlunun Hz. Ali’ye karşı bir harekette bulunmak istediğini anlayınca, ona: “Böyle bir hareketle Ali’yi mağlup edemezsiniz, ancak siz mağlup olursunuz.” dedi. Evfa oğlu, İbn-i Sebe’ye fikrini sorunca, o da: “Üç fedai ile bu işi hallederiz.” dedi.

Bu konuşmadan sonra, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnü’l-Âs’ın öldürülmesinde mutabık kaldılar. Bu maksatla üç suikastçıyı yola çıkardılar. Üç sahabe, Ramazan’ın 17. günü sabah namazını kıldıracakları sırada öldürüleceklerdi. Takdir-i İlâhi ile Hz. Muâviye ve Amr İbnü’l-Âs bu suikasttan kurtuldular. Fakat İbn-i Mülcem isimli suikastçı Hz. Ali’yi, şahadetine sebep olan zehirli bir kılıç ile yaralamaya muvaffak oldu.

İbn-i Sebe, İbn-i Mülcem’i Hz. Ali’yi öldürtmek üzere yola çıkardıktan sonra, Meymun oğlunu birkaç adamıyla Küfe’ye göndermişti. Meymun oğlu orada: “Ali ölmedi, uruç etti, semâya çıktı. Şimdi o, bulutların üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kılıcıyla bütün dünyaya adalet dağıtacaktır...” gibi hurâfeler yayacaktı.

İbn-i Sebe, yakın mesai arkadaşları ile beraber İran’da yapacakları ihanet faaliyetlerinin plânlarını hazırladılar ve çalışmaya koyuldular. O günkü sosyal durum da onların bu plânlarını uygulamaya son derece elverişli idi. Şöyle ki:

İslâmiyet çok kısa bir zamanda geniş bir sahaya yayılmıştı. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm’ın bütün anlam ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlerini, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, intikal ettirmek, mizaçları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm’ın ulaştığı her yerde, İslâm’a kitleler halinde katılmalar oluyordu. Gerçi bu durum, Müslümanları sevindiriyordu. Fakat, mânevî hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, ideal mânâda Müslümanlar pek yetişemiyor, dolayısıyla da ideal duyuş ve yaşayış açısından Müslümanlar arzu edilen kıvamda bütünleşemiyordu. Halk tabakaları, işlenmemiş ham toprak gibiydiler. Bu durum, bilhassa kendini İran’da açık bir şekilde gösteriyordu.

Yeni Müslüman olmuş kimseler, eski yanlış inançlarından bütün bütün kurtulmuş değillerdi. Asırlardan beri süre gelmiş hurâfe ve bâtıl inançların etkisinde kalarak ruhları, akılları, kalpleri boyanmış bu insanlara İslâm’ın vehim ve hayâlâttan, düzmece ve hurâfattan uzak olan berrak, net, safi hakikatlerini olduğu gibi kabul etmek hayli zor geliyordu. İslâmiyet bu mutaassıp insanlarca hakkıyla hazmedilemiyor ve hak din kalplere ve hislere tam mânâsıyla yerleştirilemiyordu. Psikolojik olarak istiyorlardı ki eski inançlarını, örf ve an’anelerini de İslâmiyet’le birlikte devam ettirsinler. Diğer taraftan, hilâfet makamı da, bu ülkede ikaz ve irşat hizmetini gereken seviyede yapamıyordu. O beldelerdeki insanlara, İslâm’ı bütün kurumlarıyla yerleştirme ve onların şüphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, büyük ölçüde aksıyordu. Zira, İslâmiyet gayet geniş bir sahaya yayılmış, sahabelerin büyük bir kısmı iç fitnelerde vefat etmiş, diğer bir kısmı uzlet hayatını tercih etmiş, bir kısmı da sosyal hayata müdahale edemeyecek kadar yaşlanmıştı.

Bu önemli görevin ihmal edilmesi neticesinde, bu yeni beldeler uzun süre sahipsiz kaldı. Fetih zamanında aldıkları ilk feyiz ve ilimle Kur’an’a ve imana ait hakikatleri tamamıyla anlayamamışlardı. Bu sebeple henüz hak ve bâtılı, hurâfe ve hakikati temyiz edecek duruma gelmemişlerdi.

İşte, Yahudi gibi fitneci bir kavim, bu sosyal durumdan faydalanmayı başardı.

İbn-i Sebe’nin, İran’da olumsuz fikirlerini yerleştirmesinde önemli bir faktör de halkın psikolojik yapısıydı. Onların iç dünyasında, akıldan ziyade his hükmediyordu. Gönülleri hakikatten ziyade efsane ve hurâfelere açıktı. Hâdiseleri mantık ve muhakeme uyumu içinde tahlil edemiyor, fikir süzgecinden hakkıyla geçiremiyorlardı.

Diğer taraftan asırlarca süren saltanatlarının ve milli gururlarının, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafından söndürülmesini de bir türlü hazmedemiyor, akıl plânında olmasa bile, his plânında İslâmiyet’e karşı bir hazımsızlık gösteriyorlardı.

İbn-i Sebe, bütün bu faktörleri değerlendirmesini bildi. Arkadaşlarını toplayarak onlara, “Biz asıl harbe yeni başladık. Bilmiş olun ki, bu, Müslümanlar arasında kıyâmete kadar devam edecek bir savaşın başlangıcıdır. Şimdi, biz Ali’yi takdis edeceğiz ve ettireceğiz. Ona, yerine göre ‘ilâhlık’ yakıştıracağız, yerine göre ‘peygamberdir’ diyeceğiz, yerine göre de ‘hilâfetin, Ali’nin hakkı olduğunu, fakat Ebubekir, Ömer ve Osman’ın onun bu hakkını gasbettiklerini’ anlatacağız.”

İbn-i Sebe ve arkadaşları, bu kararı aldıktan sonra etrafındaki adamlarını, bu fikirleri yaymak üzere görevlendirdiler. Bunlar, “Hilâfet Ali’nin hakkı idi. Hilâfete lâyık Ali ve evlâtlarıdır. Bu hak, onlardan gasp edildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakkı gasbetmekle Allah’ın iradesine karşı geldiler... Allah’ın iradesine itaat için Ali’den yana çıkmak lâzımdır...” diye telkinlere başladılar. Bu telkinler, halk tarafından kabul görünce, daha da ileri giderek insanlara ilâhlık isnat eden “Hulûl Akidesini” İslâm inancına sokmak için gayret gösterdiler. İslâm inancını asıl çizgisinden saptırarak, tevhit akidesine taban tabana zıt bir inanışı yaymaya başladılar. “Hulûl Akidesi’ İranlıların eski dinlerinde de vardı. Bu bakımdan, bu bâtıl itikat onlarda kolaylıkla taraftar buldu.

Önce, Hz. Ali’ye (ra.) ilâhlık izafe ettiler. Daha sonra, bu ilâhlığın, onun evlâtlarına da intikal ettiği davasında bulundular ve neticede İran’da bir ilâhlar hanedanı ortaya çıktı.

Hz. Ali’nin (ra.) vefatında İbn-i Sebe, “Ölen Ali değil, onun sûretine giren bir şeytandır. Ali şimdi göklere çıkmış ve bulutlar üzerinde taht kurmuştur.” diyerek onun ölümüne hulûl akidesi paralelinde bir yorum getirdi.

Böylece, Mısır’da “Sebeiyye Mezhebi”nin kurulmasıyla tohumu atılan Şiîlik, İran’da yeşermeye, gelişmeye başladı. Ve bundan yirmiden fazla fırka (kol) türedi.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

29 Eylül 2013 Pazar

149.KÜÇÜK NOTLARIM (5)günahta ısrar-ameli kendine mal etmek


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim

Bismillahirrahmanirrahim

*Kim Yüce Allah’a cc itaat ederse Allah cc,herşeyi onun emrine bağlar.

*Günahta ısrar eden kimse için zenginlik,fakirlik,sıhhat ve hastalık duruma göre birer ceza şekli olabilir.Kul işlediği günahlar yüzünden maddi ve manevi rızıklardan mahrum olur.

*Namaza durduğun zaman,dünyayı ve içindekileri unut,kıyamet gününde yöneleceğin gibi Yüce Allah’a cc yönel.Ahirette O’nunla senin aranda hiçbir tercüman olmadan Allah’ın huzurundaki duruşunu düşün.O sana yönelmiş hitap ediyor.Sen de kimin huzurunda durduğunu biliyorsun.

*İnna lillahi inna ileyhi raciun: Bizler zaten Allah’a cc aidiz ve sonunda hepimiz O’na döneceğiz.(sahip olduğumuz bütün nimetler bize O’nun emanetidir ve istediği zaman elbette geri alacaktır.)

*Kimsenin yanlışını görme.DÖN kendi yanlışlarınla uğraş.Yanlışlar şeytandandır,insandan bilme.Allah cc yarattığı için o kulu sev,yanlışlarını sevme.

*Vesile olduğun hiç birşeyi ,hiç bir ameli kendine mal edip sevinme.Hepsi Allah’ın cc tecellisidir,esmalarıdır,var etmesidir.Kendinden bilme ,böbürlenme.

*O çok akıllıdır,bilgilidir,güzeldir deme;bunların hepsi Allah’ın özellikleridir,O’nun tecellisidir,O’nun yarattığıdır."Allah’ım Sen ne güzelsin,herşeyi bilensin,hüküm Senindir ,övmek ve övülmek Sana aittir,"de.

*Herşeyi Allah’tan cc bil,kendine pay çıkarma.Bir şeye vesile olduysan üstünde düşünme ,kalbin kıpırdamasın ki ilerleyesin.Allah’a cc yakınlaşmak için herşeyin O’ndan geldiğini zikret.

*El-Kuddüs isminin zikrine devam etmek insanı Allah’a cc yaklaştırır ve himayesine sokar.Böylece manevi bir dostluk oluşur.

*Hastalığa tutulan hiçbir müslüman yoktur ki Allah cc onun hata ve günahlarını ağacın yaprakları döküldüğü gibi dökmesin.

*Herşey Cenab-ı Hakk’ın ezeli iradesi dairesinde cereyan eder.Allah’ın cc kaza ve kaderine galebe etmek sevdasına kapılmayınız.Çünkü mağlup olursunuz.Allah’a cc hile yapmaya kalkışmayınız,zira zarar ve ziyana siz uğrarsınız.

*İnsanlar! Bilmelisiniz ki günah işlemek ,nimet ve kısmetlerin değişmesine sebep olur.İnsanların ekserisi salih olursa,onların amirleri,idarecileri de adl ve insaf ile muamele ederler.Halk ,isyan ve günaha meylederse onların idarecileri,hakimleri de zulm ve adaletsiz iş görmeye yönelirler.

*Kimileri var ki Allah’ın cc emrine kayıtsız şartsız itaat yerine kendi aklını temel ölçü kabul ederler.

*Bütün kuvvet ve kudretin Allah’ın cc elinde olduğunu ve O dilemedikçe hiç kimsenin size bir şey yapamayacağını bilin.Sakın ola ki ümitsizliğe düşmeyin.Yalnızca Allah’ın cc yardımına sığının ve O’nun yolunda zalimlere karşı mücadele verirken tam bir direnç göstererek sabredin.Dünyada da ahirette de mutlu son ve nihai zafer ,Allah’a cc saygıyla bağlanarak kötülüklerden titizlikle sakınan dürüst ,erdemli kimselerin olacaktır.

*Korku anında ümitsizliğe ,ümit anında gaflete kapılmayın ve daima iyi insan olma yolunda gayret gösterin.Allah’ın cc bereket ve rahmeti iyilik edenlere pek yakındır.

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

28 Eylül 2013 Cumartesi

148.YAPILMASI LÜZUMLU DÖRT NASİHAT


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


Dünkü yazıma devam ediyorum ve bitiriyorum inşallah.

 1 - Allahü Teâlâ ile muamele:
Allahü Teâlâ'ya kulluğunda, sana karşı muti olup güzel hizmet eden, yaptıklarından memnun olduğun, seni kızdırmayan, canını sıkacak bir tarafı bulunmayan kölenin (hizmetçinin) sana karşı muamelesi gibi ol. Sen, nasıl ki, kendi kölenin istemediğin bir işi yapmasından razı değilsen, Allah da, senin rızasına aykırı bir iş yapmanı istemez. Bil ki, sen bir kulsun ve Efendin de Allah'tır.

 2 - İnsanlarla münasebetlerin:
İnsanlara karşı yaptığın işleri, onların sana
yapmalarını arzu ettiğin şekilde yap. Çünkü kendin için sevdiğin bir şeyi başkaları için de sevmedikçe imanın kâmil olmaz. 

 3 - Faydalı bilgiler hakkında:
Okuyup mütalâa ettiğin ilimler, kalbini düzeltip ahlâkını güzelleştiren mahiyette olmalıdır. Meselâ, ömrünün sonuna bir hafta kaldığını öğrensen, bu kısacık zamanda fıkıh, usûl, kelâm, ahlâk ve diğer ilimlerle uğraşmazsın. Çünkü bu gibi ilimlerden artık sana fayda yoktur. Hemen kalbini yoklar, dünya ile alâkanı keser, ruhunu tanımaya çalışır, Allahü Teâlâ'nın sevgisi ile kulluk ve taatiyle meşgul olur, güzel huylarla bezenmeye çalışırsın. Halbuki insanın her girdiği gün ve gecede ölmesi mümkündür. Binaenaleyh, buna göre seçtiğin ilimler, hep dünya ilmi olmamalı, biraz da maneviyatını düzelten ilimlerden olmalıdır.

 4 - Dünya malından isteyeceğin miktar: 
 Dünya malından sana ve aile efradına bir sene yetecek kadarından fazlasını toplama. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bazı hanımları için bir senelik nafaka ayırmıştır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Allahım, Muhammedin (s.a.v.) âlinin, rızkını onlara kâfi kıl", diye dua etmiştir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Son 4 yazı İmam Gazzali'nın Ey Oğul isimli kitabından derlenmiştir. 

27 Eylül 2013 Cuma

147.SONUNDA BULDUM...

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu blogun en güzel yanı ne biliyor musunuz? Daha önce okumuş olsam da kavrayamadığım,idrak edemediğim,kalbime nakşedemediğim meseleleri idrak ettiğim anda bu bilgileri kendime saklamadan hemen paylaşabilmek. Aşağıdaki öğütler daha önce de karşıma çıkmıştı ama o zaman bana tesir etmemişti.Şimdi ise bir hazine bulmuş gibiyim. Aylardır aradığım soruların cevabını sonunda bana bulduran Rabbime cc hamd-u senalar olsun. Amel etmeyi nasip etsin. AMİN.


İMAM GAZALİ'NİN SEKİZ ÖĞÜDÜ
Ey oğul! Sana sekiz nasihat edeceğim. Kıyamet gününde ilminin senden davacı olmaması için bunları kabul et. Bunların dördü yapılacak, dördü kaçınılacak şeylerdir.

Yapılmaması gereken 4 şey:
 Birincisi: Mümkün mertebe kimse ile herhangi bir hususta münakaşa ve münazara etme. Çünkü bunda büyük zararlar vardır. Günahı faydasından büyüktür. Münakaşa; haset, riya, kibir, düşmanlık, kin, benlik (ego) ve benzeri kötü huyların kaynağıdır. Tabiî ki, gerçeği izah etmek için herhangi bir konu hakkında konuşabilir, bir veya birkaç kişi ile münakaşa edebilirsin. Bu münakaşada gayen, gerçeğin ortaya çıkması olmalıdır. Bunun ise iki belirtisi vardır: 

a - Hak ve hakikatin senin veya bir başkasının diliyle açıklanmasında hiçbir fark gözetmeyeceksin. 
 b - Münakaşanın toplum arasında değil de
tenhada yapılmasını sevmektir. 


Dinle, burada sana bir kaide öğreteceğim: Bilmiş ol ki, herhangi bir meselenin halledilmesi için sorulan sual, kalbin hastalığını doktora anlatmak gibi bir şeydir. Bu soruya verilecek cevap da, doktorun hastalığı iyi etmeye çalışmasıdır. Yine bilmiş ol ki, cahiller demek, kalpleri hasta olan kimseler demektir. Âlim olanlar da doktorlardır. Yarım âlim tedaviyi tam olarak yapamaz. Hakiki âlim de her hastayı değil, tedavisi mümkün olan ve branşı dahilinde olan hastayı kabul ve tedavi eder. Hastalık müzmin veya tedavisi gayr-i kabil ise, doktor bu vaziyet karşısında, "Bu hastalık ilâç kabul etmiyor, onun tedavisi ile uğraşmam!" demelidir. Çünkü böyle bir hastayla uğraşmak, zamanı boşa geçirmek demektir. 

Bundan sonra bilmiş ol ki, cehalet adı altındaki hastalıklar dört bölümdür. Bunlardan ancak bir tanesinin tedavisi mümkün, diğerlerinin, değildir. Önce tedavisi mümkün olmayanları sayayım:

 Birincisi: Cehalet hastalığına yakalananlar, soru ve itirazlarını karşısındakini çekememezlikten ve kinlerinden ötürü yaparlar. Ona ne kadar açık ve güzel cevaplar verirsen ver, onun düşmanlığı ve çekememezliği artar. En doğru olan böylelerinin sorularına cevap vermemektir.

"Bütün düşmanlıkları izale etmek mümkündür. Yalnız sana hasedinden dolayı düşmanlık edeninki müstesna".
Bu gibilere yapacağın en doğru hareket, onlardan yüz çevirmek ve hastalığı ile başbaşa bırakmaktır. Nitekim Allahü Teâlâ, "Sen bizim zikrimize arka çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevir" (Sûre: 53, âyet: 29) buyurmaktadır.
Hased eden, yaptığı ve söylediği her şeyi ile amel tarlasını ateşe verir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, "Ateşin odunları yakıp tükettiği gibi, hased de iyi amelleri yer, mahveder" buyurmaktadır.

 İkincisi: Bu kimselerin hastalığı ahmaklıktandır. Bunların tedavisi mümkün değildir. Nitekim İsa aleyhisselâm, "Ben ölüleri dirilttim. Fakat ahmak kimseyi tedavi etmekten âciz kaldım", buyurmuştur. Ahmak adam şu kimseye derler ki, aklî ve nakli ilimlerle ilgili şeyleri kısa zamanda öğreneceği ve âlim olacağı kuruntusuna kapılır ve ömrünü ilim ve amelle geçiren zatlara saldırmaya başlar. Zanneder ki, kendisi için müşkül olan, onlar için de müşküldür. Şayet bu yanlışını idrak etmezse sual ve cevapları ahmaklıktandır. Onun için lâyık olan sorularını cevapsız bırakmaktır.

Üçüncüsü: Gerçeği arayan bir kişidir. Büyüklerin sözlerini anlayamadığı zaman kusuru kendinde buluyor. Sorularını da faydalanmak için soruyor. Fakat ne yazık ki, kafa kalın, bu hakikatleri anlamasına asla imkân yok. Bir fayda sağlamayacağı için bu kimse ile uğraşıp vakit harcamaya değmez. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, "Biz peygamberler insanların aklî seviyelerine göre konuşmakla emrolunduk", buyurmuştur.

 Dördüncüsü: Tedavisi mümkün olan cehalet hastalığına gelince: Bu, hakikati arayan akıllı ve anlayışlı bir kişidir. Haset, öfke, ihtiras sahibi değildir. Dünya mal ve rütbelerine körü körüne bağlı olmayıp doğru yolu aramaktadır. Soru ve itirazları, karşısındakini denemek ve hased, inad için değil; tenkit etmek için hiç değildir. İşte bu cahilin tedavisi mümkündür, bu adamın sorularını cevaplandırmak caiz ve hatta borçtur. 

Yapılmaması gereken dört şeyin 
ikincisi: Nasihat etmek ve vaizlik taslamaktır. Çünkü bu çok mahzurludur ve şiddetle kaçınmak lâzımdır. Bu işi ancak iki şartla yapabilirsin:

Birinci şartı: Söyleyeceğin nasihatları evvelâ kendin tutacaksın, ondan sonra başkalarına öğüt vereceksin. İsa aleyhisselâma bu hususta söylenen şu söze de kulak ver: "Ey Meryem oğlu! Önce kendi nefsine nasihat et, kabul ederse o nasihati insanlara söyle, yoksa Rabbinden utan!". Eğer vaizlik vazifesi sana verilirse şu iki kötü huydan sakın: - Sözlerinde, tabir ve şiirlerinde, işaret ve hareketlerinde yapmacık söz ve davranışlardan sakın. Çünkü Allahü Teâlâ yapmacık tavırlarda bulunanlara gazab eder. Haddini aşıp gayri tabii ve yapmacık konuşmak kalbi gaflete düşürür, insanın içinin harap olmasına sebep olur. Tezkir'in mânâsı, yani nasihat vermenin anlamı: Kulun, âhiret ateşini, Yaradan'a karşı hizmetindeki kusurlarını hatırlamasına, kendisine hiçbir fayda getirmeyecek meşguliyetlerle boşa harcadığı ömrünü hatırlamaya ve önündeki son nefeste imanını koruyup koruyamayacağına, ölüm meleği canını alırken durumunun ne olacağına, Münkir ve Nekir'in kabirde sorularına doğru dürüst cevap verip veremeyeceğine, kıyamet gününde durumunu düşünmektir. Acaba Sırat köprüsünü selâmetle geçebilecek midir, yoksa cehennemin dibine mi düşecektir? Bütün bu sualleri kalben düşünecek, kalbinin daima endişe içinde kalmasına sebep olacaktır. Cehennemin ebedi ateşinin galeyanının ve gelecek musibetlerin bütün dehşetleriyle anlatılmasına tezkir, yani nasihat vermek, va'z etmek denir.
Allah'a karsı ibadetsiz geçen günlere hayıflanmaları ve boşa geçen ömürlerini telafiye çalışmaları için onlara noksanlarını hatırlatmak, nefislerinin kusurlarını göstermek, hatalarını düşünmeye sevkederek kendilerini saracak pişmanlık ateşini ve yukarıda anlatılanları halka bildirmeye va'z denir. Nasıl ki, birinin evine çoluk çocuğu ile içerde otururken azgın bir selin yaklaştığını görsen, bu vaziyet karşısında ev sahibine "Dikkat, dikkat, sel geliyor, kaçın!" diye mi bağırırsın, yoksa böyle nazik bir durumu evin sahibine, birtakım uydurma laflar, nükteli ve yaldızlı sözler, teşbihler, beyitler, mimikler ve jestlerle mi haber verirsin? Tabii ki hayır! İşte vaizin de bunun gibi, yapmacık hareket ve ifadelerden sakınması, tehlikeyi bir an önce en açık bir ifade ile bildirmesi gerekir.

 İkinci şart: Va'z ederken halk "Ne güzel va'z ediyor, ne hatip adam" desinler diye, halkı galeyana getirme; vecde getirip coşmalarına ve taşkınlık yapmalarına sebep olma. Çünkü bu gibi şeyler dünya sevgisidir ve gafletten doğar. Va'zdaki maksadın, insanları dünyadan âhirete, hırstan zühde, masiyetten ibadete, gafletten uyanıklığa, gururdan takvaya davet olmalıdır. Âhireti insanlara sevdirmeli; dünyanın tuzaklarından nefret ettirmelisin. Onlara zühd ve ibadet bilgilerini öğretmelisin. Sakın ha, onları Allahû Teâlâ'nın kerem ve rahmetine güvenme hususunda teşvik etme. Çünkü insanın yaratılışında şeriat yolundan sapmak, Allahü Teâlâ'nın rızası hilâfına hareket etmek ve kötülüğe meyil vardır. Şu halde kalplerine Allah korkusu sal ve karşılaşacakları dehşetli sondan haber ver. Belki iç âlemleri değişir de, iş ve hareketleri doğru yola döner, içlerinde günahlardan tevbe edip Allah'a ibadet etmeye arzu ve şevk uyanır. İşte başkalarına va'z ü nasihat etmenin yolu budur. Böyle olmayan her va'z, va'zedene ve dinleyen cemaate vebaldir. Hatta kötü vaizi insanları yoldan çıkarıp helake sürükleyen şeytan ve gûl'e  benzetenler olmuştur. Bu gibi vaizlerden kaçınmak lâzımdır. Çünkü bu vaizin dine yaptığı kötülüğü, şeytan bile yapamaz. Kudret ve gücü yeten kimsenin, yetki ve selâhiyeti olanların böylelerini kürsüden indirmesi ve başladığı va'za mani olması lâzımdır. Bu şekilde hareket etmek, emri bilmaruf nehyi ani'l-münker, yani iyi işleri emretme, kötü işlerden nehyetme vazifesi içine girer.

Yapılmaması gereken şeylerin 
üçüncüsü: İdarecilerin, emir ve sultanların arasına karışıp uzun uzun görüşmemeli, yolda karşılaşmaktan çekinmelidir. Onlarla görüşmek, mecliste beraber olmak çok tehlikelidir. Eğer onlarla düşüp kalkmak zorunda kalırsan sakın onları övme. Çünkü Allahü Teâlâ fâsık ve zalim kişinin methedilmesine gazaplanır. Bunların uzun yıllar yaşamasına dua eden bir kimse, elbette ki yeryüzünde Allahü Teâlâ'ya isyan edilmesini istemiş olur.

 dördüncüsü:
 Hükümdar ve emirlerin bahşiş ve hediyelerinin helâl olduğunu bilsen bile kabul etmendir. Çünkü bunları kabul etmek, dinde fesat meydana getirir. Onlardan bir şey beklemekle, iltifat ve yaltaklık ile zulümlerinde onlara katılmış olursun. Bunların hepsi de dinin için büyük bir tehlikedir. Onların hediyelerini kabul edip dünyalıklarından istifade etmenin en az zararı, böyle yapmakla sana faydaları dokunacağı için onları sevmendir. Kim bir kişiyi severse, onun uzun ömürlü olması için dua eder. Bir zalimin çok yaşamasını arzu etmek ise, Allahü Teâlâ'nın kullarına zulüm edilmesini ve âlemin harap olmasını dilemektir. 0 halde, din ve insanın akıbeti için bundan daha zararlı ne olabilir? Kendini şeytanın aldatmasından koru ve bilhassa, "Bu işin en makbul ve doğrusu, onlardan bu gibi paraları alıp fakir kimselere dağıtmaktır. Nasıl olsa onlar bu paraları kötü yolda harcayacaklardı. Senin bu paraları yoksullara vermen daha doğru olur" gibi seni yanıltıcı sözlere sakın aldanma. Lanetlenmiş şeytan bu çeşit vesveselerle insanlardan birçoğunu helake sürüklemiştir. 


Devam edeceğim inşallah.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

26 Eylül 2013 Perşembe

146.ALLAH'A KULLUK


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


İmam Gazali'nin öğütlerine devam ediyorum...

ALLAH'A KULLUK

 Sonra bana şunu sordun: Allahü Teâlâ'ya kulluk (ubudiyet) nasıl olur?
 Bu, üç şekilde olur:
 1 - Şeriatın hükümlerini korumakla,
 2 - Kaza ve kadere, Allahü Teâlâ'nın taksimatına rıza göstermekle, 
 3 - Kendi nefsinin isteklerine değil, Allahü Teâlâ'nın rızasına baş eğmekle olur.

 Bir de Allah'a tevekkülü sormuştun. Tevekkül, bu âlemdeki bütün yaratıklar bir araya gelip önlemeğe çalışsalar da, Allahü Te-âlâ'nın senin için takdir edip yazdığı her şeyin seni bulacağına, yine bütün insanlar senin için çalışıp çabalasalar da Allahü Teâlâ'nın sana nasip etmediği bir şeyin eline geçmeyeceğine kesin olarak iman etmendir.

 İhlâsı da sormuştun. İhlâs, her işi Allah rızası için yapmak, insanların seni övmesine sevinmemek, yermelerine de aldırış etmemektir. Bilmiş ol ki, riya, halkın seni methedip olduğundan fazla büyütmesini istemenden doğar.

Halka karşı böyle bir riyadan kurtulmanın ilâcı şudur:
 İnsanları Allah'ın kudretine bağlanmış ve sana ne rahatlık ne de zorluk çıkarmak bakımından güçleri olmayan cansız varlıklar gibi kabul edersin. Şayet bu gibi kimseleri kudret ve irade sahibi olarak görürsen riya da senden uzaklaşmaz.

Bildiğinle amel etmelisin ki, bilmediklerin sana açıklansın. Bundan sonra bana ancak kalb diliyle, (yazı veya sözle değil), cevaplandırabilecek meseleleri, "Eğer onlar sabretmiş olsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu" (Sûre: 49, âyet: 5) âyet-i kerimesine binaen sorma. Bu hususta Hızır aleyhisselâmın, "Ben sana ondan bahsetmedikçe, bana hiçbir şey sorma" (Sûre: 18, âyet: 70) mealindeki nasihatini kendine düstur et. Acele etme. Zamanı gelince cehalet örtüsü kalkar, her şey sana açılır, görürsün. Allahü Teâlâ'nın, "Size, âyetlerimi yakından göstereceğim. Acele etmeyiniz" (Sûre: 21, âyet: 37) âyet-i kerimesini düşün.

Zamanı gelmeden bana bir şey sorma. Şunu bilmiş ol ki, ancak yürümekle yol alırsın. Nitekim Allahü Teâlâ,"Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden evvelki kavimlerin akıbetlerinin nasıl olduğunu görmüyorlar mı?" (Sûre: 30, âyet: 9) buyuruyor.

Ey oğul! Allahü Teâlâ'ya yemin olsun, şayet bu yola girersen, her uğrak yerinde birçok acayip haller
görürsün. Nefsini feda et. Çünkü bu işin esası nefsi feda etmektir. Nitekim Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi aleyh) öğrencilerinden birisine, "Benliğinden geçebilirsen gel, yoksa sofilerin edebiyatıyla ve taşkın sözleriyle uğraşma" demiştir.


Devam edeceğim inşallah.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Eylül 2013 Çarşamba

145.BU NASİHATLERLE AMEL ETMELİYİM..(2)


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Çok önemli nasihatlar bunlar.Rabbim cc hepimize amel etmeyi nasip etsin. AMİN.


Ey oğul! "Gecenin bir kısmında uyanıp, (Kur'ân-ı Kerim okuyarak) namaz kıl". (İsra Sûresi: 79) âyet-i kerimesi bir emirdir.


 "Seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederlerdi". (Zariyat Sûresi: 18) âyet-i kerimesi bir şükürdür.

"Seherlerde Allah'dan mağfiret dileyenler..." (Âl-i İmran Sûresi: 17) âyet-i kerimesi de bir zikirdir.

Hazreti Peygamber (s.a.v.), "Allahü Teâlâ üç sesi sever: Tan ağarırken öten horozun sesini, Kur'ân okuyanın sesini, seher vakti istiğfar edenin sesini" buyurdu. 

 Süfyan-ı Sevri (Allah ona rahmet etsin) dedi ki: - Allahü Teâlâ seher vakti esen, zikir ve istiğfarları kendisine getiren bir rüzgâr yaratmıştır. Yine dedi ki: - Bir münadi, gecenin ilk saatlerinde Arş'ın altından şöyle seslenir: "Ey ibadet edecekler, kalkın!". Bu sesi işitenler kalkarlar. Allah'ın takdiri ve lütfettiği kadar namaz kılarlar. Sonra gece yarısında bir münadi yine seslenir: "Ey çok uzun namaz kılıp dua edenler, uyanınız!". Bunlar da uyanıp kalkar ve seher vaktine kadar namaz kılar, dua ederler. Seher vakti gelince yine bir münadi seslenir: "Ey istiğfar edenler, kalkınız!". Bu ses üzerine onlar da kalkar, Allahü Teâlâ'dan, tevbe istiğfar ederek mağfiretlerini isterler. Tanyeri ağarıp, güneş doğduktan sonra yine bir münadi şöyle seslenir: "Ey gafiller, kalkınız!". Gafiller de, mezarlarından dirilip kalkan ölüler gibi yataklarından doğrulurlar.


 Ey oğul! İlmin esası, ibadet ve taatin ne demek olduğunu bilmektir.

Şunu bilmelisin ki, taat ve ibadet, söz ve işlerinde Allah'ın ve Peygamberinin koyduğu emir ve yasaklara uymaktır. Yani söyleyeceğin, söylemeyeceğin, yapacağın veya yapmayacağın her şeyde şeriata uymak demektir. Mesela, Kurban Bayramı ve onu takip eden teşrik (
Kurban Bayramı'nın 2-4'üncü günleri) günlerinde oruç tutacak olursan isyan etmiş, günaha girmiş olursun. Yahut da zorla alınan elbise ile namaz kılarsan, namazın ibadet olduğu halde, yine günahkâr olursun. Söz ve fiilinin şeriata uygun olması gerekir. Zira, şeriata uymayan ilim ve amel sapıklıktır. Bilmiş ol ki, başıboş bırakılan dil, gaflet ve şehvetle dolu kalp, azgınlık işaretidir. Esaslı bir mücahede ile nefsini yenemezsen kalbin asla marifet nuruyle aydınlanamaz.

 Derim ki: Doğru yola, hak yoluna girmek isteyene dört şey vaciptir:

 1 - İçinde bid'at olmayan doğru ve sağlam bir inanç,
 2 - Bir daha kusur işlememek ve günaha girmemek hususunda nasuh tevbesi etmek. 
 3 - Hak sahiplerinin (hasımlarının) senin üzerindeki haklarını, onlar hoşnut oluncaya ve üzerinde hakları kalmaymcaya kadar ödemek. 
 4 - Allah'ın emir ve yasaklarını bilecek kadar din bilgisini, dünyada kendini kurtaracak kadar da diğer ilimleri okuyup öğrenmek.

Hikâye edilir ki, Şiblî (rahimehullah)  dörtyüz bilgine hizmet edip onlardan ders aldı. En sonunda şöyle dedi: - Dörtbin hadîs-i şerif okudum ve öğrendim. Sonra bunların arasından birini seçtim ve onunla amel ettim. Sonra kurtuluşum için bu hadîsin bana kâfi geleceğini anladım. Eski ve yeni bütün ilimler bu hadîste toplandığı için ben de bunda karar kıldım. 

Şöyle ki: "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ashabından bazılarına: Dünya için orada kalacağın müddet (nisbetinde) çalış, ahiret için orada kalacağın müddet (nisbetinde) çalış ve cehennem ateşi için de ona dayanabileceğin (sabredebileceğin) kadar günah işle." buyurdu.

Ey oğul! Eğer sen de bu hadîs-i şerifi biliyorsan fazla ihtiyacın kalmaz. Aşağıda anlatacağım şu hikâye üzerinde de düşün:

HÂTEM'İN HOCASINDAN ÖĞRENDİKLERİ
Hâtem-i Esam , Şakik-i Belhi'nin  (Allah ikisine de rahmet eylesin) öğrencisiydi. Şakik, bir gün Hâtem'e şöyle sordu: - Otuz senedir benimle beraber kalıyorsun.. Bu zaman içinde benden ne öğrendin? Hâtem'in cevabı şöyle oldu: - İlimden sekiz şey öğrendim ki, bunlar bana ömrüm boyunca kâfidir. Çünkü kurtuluşumu, bu sekiz şeyde görüyorum. Şakik: - Bu sekiz şey nedir? Hatem:


Birincisi: Herkesin âşık olduğu bir sevgilisi,, gönül verdiği maşuku var. Bu sevgililerden bazıları ölüm döşeğine kadar arkadaşlık ediyor,, bazıları da kabrin başına kadar gidiyordu. Sonunda orada onu yalnız bırakıp dönüyorlardı.. Hiç kimse onunla beraber ölmüyor, mezara girmiyordu. Kendi kendime düşünüp dedim ki: - Kişinin en hakiki dostu, kendisi mezara girdiğinde onunla mezara girip arkadaşlık edendir. Böyle bir dost ise, ancak iyi ameldir. Ben de kendime iyi amelleri dost ve sevgili buldum ki, bana kabirde arkadaş olsun da yalnız kalmayayım.

İkincisi: insanların arzularını tatmin için nefislerinin isteklerini yerine getirme peşinde koştuklarını gördüm. Bu da beni Allahü Teâlâ'nın, "Rabbinin huzurunda suçlu durmaktan korkarak nefsini süfli heveslerden nehyeden için de, şüphe yok ki, (varılacak) yurt cennettir", (Sûre: 79, âyet: 40-41) kelâmını düşünmeye şevketti. Kur'ân-ı Kerim'in doğruluğuna inandığım için, nefsimin isteklerinin aksine onları zapt u rapta alıp dizginlemeye çalıştım. Tâ ki, Allahü Teâlâ'ya muti olsun, onun taatini ihtiyar etsin.

Üçüncüsü: İnsanların dünya malının ardından koşup onları toplayarak sıkı sıkıya sarılıp muhafaza etmeye çalıştıklarını gördüm. Bu vaziyet karşısında Allahü Teâlâ'nın, "Sizde ne varsa tükenir, Allah'ın (rahmeti ve nimetleri) ise bakidir" (Sûre: 16, âyet: 96) âyet-i kerimesini düşündüm. Ben de, elde ettiklerimi Allah rızası için fakir-fukara arasında taksim ettim.


Dördüncüsü: Bazı kişiler, ululuk ve yüceliğin, aşirette, kabilede, akraba çokluğunda olduğunu zannedip bunlarla övünmek isterler. Diğer bazı kişiler de şeref ve izzetin, mal ve evlat çokluğunda olduğunu zannedip bununla övünürler. Bazı kimseler de şeref ve izzeti, başkalarının mallarını mülklerini zorla almakta, zulüm etmek ve kan dökmekte bulurlar. Bir kısmı da şeref ve izzetin mal ve mülkü lüzumsuz yere bolca sarfederek israf etmekte olacağına inanırlar. Allahü Teâlâ'nın, "Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır (Allah'tan en ziyade korkanınızdır.)" (Sûre: 49, âyet: 13) âyet-i kerimesini düşündüm. Saydığım grupların zan ve iddiaların boş şeyler olduğunu anladım.

Beşincisi: insanların birbirlerini çekiştirdiklerini, birbirleri hakkında dedikodu ve gıybet yaptıklarını gördüm. Bütün bunların sebeplerinin de mal, mevki ve ilimdeki çekememezlikten kaynaklandığını gördüm. Allahü Teâlâ'nın, "...Bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında dağıtan... Biziz..." (Sûre: 43, âyet: 32) âyet-i kerimesini düşündüm. Böylece rızkların ezelde Allahü Teâlâ tarafından dağıtıldığını anladım ve hiçbir kimseye haset etmedim. Allah'ın verdiğine kanaat ettim:

 Altıncısı: insanların bazı gaye ve sebeplerden dolayı birbirlerine düşmanlık ettiklerini gördüm. Allahü Teâlâ'nın, "Şeytan sizin düşmanınızdır. Onu düşman tanıyın..." (Sûre: 35, âyet: 6) âyet-i kerimesini düşündüm. Böylece asıl düşmanımın şeytan olduğunu anladım. Şeytandan başkasına düşmanlığın caiz olmadığını öğrendim.

 Yedincisi: Gördüm ki, insanlar rızık ve geçimini temin hususunda şerefini alçaltarak, nefsini zelil edecek, şüphe ve harama düşürecek şekilde kazanmaya gayret ediyorlar. Allahü Teâlâ' nm, "Arz üzerinde yürür hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah'a ait olmasın" (Sûre: 11, âyet: 6) âyet-i kerimesini düşündüm ve anladım ki, rızkımı Allahü Teâlâ garanti etti ve ona kefil oldu ben de bu gibi taşkınlıklardan çekinerek ibadetle meşgul oldum

 Sekizincisi: Herkesin bir yaratılmışa güvendiğini; kiminin mala-mülke, altına, gümüşe; kiminin sanat veya zanaatine; kiminin de kendisi gibi bir insan olmak üzere bir yaratılmışa bel bağladığını gördüm. Ben de bu durum karşısında Allahü Teâlâ'nın, "Her kim Allah'a güvenirse, Allah da ona yeter. Hak Teâlâ, emrini muhakkak yerine getirir. Hak Teâlâ her şeye bir ölçü tayin etmiştir", (Sûre 65, âyet: 3) âyet-i kerimesini düşündüm ve Allah'a tevekkül ettim. O, bana yeter dedim ve O, ne güzel vekildir!.. Hatim sözlerini bitirince Şakik ona şöyle dedi: - Ey Hatim! Allah seni emeline nail eylesin. Ben Tevrat'ı, İncil'i, Zebur'u ve Furkan'ı mütalâa ettim ve dördünün de bu sekiz mesele üzerinde ittifak ettiğini anladım. Kim bunlarla amel ederse, bu dört kitapla amel etmiş olur.

Devam edeceğim inşallah.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Eylül 2013 Salı

144.BU NASİHATLERLE AMEL ETMELİYİM..(1)


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; iyi akıbet O'ndan sakınanlara; salât ve selâm O'nun Peygamberi Muhammed'e ve bütün âline olsun!



Bismillahirrahmanirrahim

Yine bir gün kafamda bir sürü soru cevabını ararken daha önce karşıma çıkmış ama tesir etmemiş olan risaleyi tekrar ama bu kez kalbimin derinliklerine tesir ederek okudum .Bir kaç yazı olarak vereceğim inşallah.

 Hüccetü'l-İslâm  Ebu Hâmid b. Mu-hammed el-Gazâlî'nin, (Allah rahmet eylesin) önde gelen talebelerinden birisi, günün birinde kendi kendine düşünürken aklına şöyle bir fikir geldi ve dedi ki: - Şimdiye kadar çeşitli ilimler okudum, gençliğim bunları öğrenmek ve toplamakla geçti. Şimdi bu bilgilerden hangilerinin yarın öldüğümde âhirette bana faydalı ve kabrimde yardımcı olacağını bilmem lâzım ki, lüzumsuz olanları terkedeyim.
Bu düşünce, talebenin kafasını devamlı olarak meşgul etti. Sonunda bu düşüncesini Şeyh Hüccetü'l-İslâm Muhammed el Gazâli'ye (Allah rahmet eylesin) yazarak fikir danışmaya, bazı sualler sorup tavsiye ve hayır dua istemeye sevketti. 


Talebesinin arzusu üzerine Şeyh, bu risaleyi kaleme alarak ona gönderdi .

Ey sevgili ve aziz oğlum!
Allah seni her zaman itaat eden kullarından ve sevdiği dostlarının yolundan yürüyenlerden eylesin.
Bilmiş ol ki, Hazreti Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemden rivayet edilenler en güzel nasihattir. Eğer sen şimdiye kadar ondan bir şeyler öğrendiysen benim öğüdüme ihtiyacın yok. Şayet ondan bir şey elde edemediysen söyle bana:
- Şu geçip giden bunca senede ne kazandın,ne öğrendin?

Ey oğul!
Hazreti Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin ümmetine verdiği nasihatlardan birisi şu değerli sözüdür:
"Allahü Teâlâ'nın kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti, o kulun kendisine faydası olmayan, yararsız işlerle uğraşmasıdır. Bir kişi yaratılışının sebebi olan zikir ve ibadetten başka bir işle ömrünün bir saatini geçirirse, "Ceza gününde" muhakkak ki, hüsrana uğramaya müstahaktır. Kırk yaşını aşmış bir kimsenin hayrı şerrinden üstün değilse, o adam cehennem ateşine hazırlansın".
Bu nasihatim, bilgili ve anlayışlı kimseye yeter.

Ey oğul!
Nasihat etmek kolaydır. Mühim olan onu tutup gereğince amel etmektir. Bu ise çok zordur. Çünkü benlik ve nefis üstünlüğü olan kişilere nasihat acı gelir. Yasaklanan işler (menahî) ise onların kalblerine güzel ve cazip görünür.
Bu sözlerimle, bilhassa suret ve şekil olarak ilim isteyen kimseyi; şekle bağlı kalarak, vaktini nefsini tatmin ve dünya mevkilerini kazanmaya götüren yolları nazarî bir şekilde araştırmakla harcayan kişileri kastediyorum.
Onlar, mücerret ve nazarî ilmin kendilerini kurtaracağını, bilgileriyle amel etmeye ihtiyaçları olmadıklarını zannederler ki, bu, filozofların inancıdır. (Subhanallah!). Allahü, Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Bu gururlu ve aldanmış kişi bilmez mi ki, bildiği ile amel etmeyince bu bilgiler, aleyhlerinde delil olacaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerifinde:


"Kıyamet günü en şiddetli azaba çarpılacaklar Allah'ın, bilgilerinden kendilerini faydalandırmadığı âlimlerdir", buyurmuştur.


Rivayet olunur ki, Cüneyd  (Allah rahmet eylesin) vefatından sonra rüyada görüldü ve ona şöyle soruldu:
- Ey Ebü'l-Kasım, halin nasıldır, ne haber? Cüneyd bu soruya şöyle cevap verdi:
- Dünyada sarf edilen o büyük büyük yaldızlı sözler fayda etmedi, kaybolup gitti. Faydasını gördüğüm, gece yarısı kıldığım birkaç rekâtçık namazdır.

Ey oğul!
Amel bakımından iflas etmiş olma, hâl ilminden de geri kalma. Bil ki, sadece nazarî ilim sana yardım elini uzatmaz. Sana bir misal vereyim:
Yanında on hind kılıcı ve diğer bazı silâhlar bulunan savaşçı, yiğit bir adama kırda bir arslan saldırsa, sanır mısın ki, elindeki bu silâhları kullanmadan o yiğit adam kendini kurtarabilir? Pekâlâ bilirsin ki, adamın kurtuluşu, hareket ve silâhları kullanmakla mümkündür, îşte bunun gibi bir kimse ilimden yüz bin mesele okumuş ve öğrenmiş olsa fakat öğrendikleri ile amel etmese ona bir faydası olmaz. O ancak bildikleri ile amel ederse bir fayda sağlayabilir. Onu ancak ameli kurtarabilir. 


İşte bunun gibi yüz sene ders okusan, bin tane kitap yazsan amel etmedikçe Allahü Teâlâ'nın rahmetine hak kazanamazsın. Çünkü Allahü Te-âlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur". (Sûre: 53, âyet: 39)
"Her kim Rabbine kavuşmak isterse yararlı işler işlesin..." (Sûre: 18, âyet: 110)
"İman ederek yararlı işler (amâl-i saliha) işleyenlerin konakları cennet bahçeleri olacaktır. Onlar orada ebedî kalırlar. Oradan çıkmak ve ayrılmak istemezler". (Sûre: 18, âyet: 107-108).

"...Onlardan sonra öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bunlar da azgınlıklarının karşılığını göreceklerdir. Ancak tevbe edip imana gelen ve yararlı işler işleyenler cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğramazlar". (Sûre: 19, âyet: 59-60).

 Ey oğul!
Yararlı işler (amâl-i saliha) işlemedikçe mükâfatını alamazsın. Hikâye edilir ki:
Beni İsrail'den bir kimse Allahü Teâlâ'ya yetmiş sene ibadet etti. Allahü Teâlâ onun bu kadar ibadet etmesine rağmen cennete girmeye lâyık olmadığını bildirmek üzere bir melek gönderdi. Melek o kula giderek bu kadar ibadet etmesine rağmen cennete girmeye layık olamadığını kendisine haber verdi. Bunun üzerine âbid:
- Biz ibadet etmek üzere yaratıldık. Bizim muhakkak ibadet etmemiz lâzım. (O dilerse, cennete, dilerse cehenneme kor...) dedi.
Bu cevabı alan melek Rabbinin huzuruna dönünce:
- İlahî, Sen onun verdiği cevabı benden iyi bilirsin, dedi.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ:
- O kulum madem ki, ibadetten vazgeçmedi, Biz de keremimizle ondan vazgeçmeyiz. Ey meleklerim, şahit olun, Ben de onu muhakkak affettim, buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "(Kıyamet gününde) hesaba çekilmeden (dünyada), kendi muhasebenizi yapın, (amelleriniz orada) tartılmadan önce siz onları tartın".
Hazreti Ali radıyallahu anh, "Çalışmadan (cennete) gireceğini sanan kimse boş ümide kapılmıştır. Yalnız kendi gayret ve çalışmasiyle cennete gireceğini zanneden de kendine çok güvenen kimsedir", buyuruyor.
Hasan Basri hazretleri, "Amelsiz cennete girmeyi istemek, günahlardan bir günahtır" buyurdu. Yine Hasan Basri buyuruyor:
"Hakikate ermenin alâmeti, karşılığını beklemeden yararlı işler yapmaya devam etmektir".
Resûlullah (s.a.v.), "Akıllı insan, nefsini ıslah edip ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Ahmak da, nefsine uyup Allahü Teâlâ'ya karşı boş yere ümit bağlayandır" diye buyurmuştur.


Ey oğul!
Öğrenmek için kitapları tekrar tekrar okuyup mütalâa ederek birçok geceler uykusuz kaldın; uykuyu kendine zehir ettin. Buna sebep olanın ne olduğunu bilmiyorum. Şayet gayen dünyalık elde etmek, onun nimetlerini toplamak, mevki ve rütbelerini kazanmak ile arkadaşların arasında üstünlük ve benlik taslamaksa, vay haline!.. Yazıklar olsun sana!.. Yok, böyle değil de, maksadın Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şeriatini ihya etmek, ahlâkını güzelleştirmek, fenalığı emreden nefsine hâkim olmak idiyse, ne mutlu sana, müjdeler olsun sana!..

Ey oğul!
İstediğin kadar yaşa, nasıl olsa bir gün öleceksin; dilediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın; istediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin.

Ey oğul!
Sarf, nahv, aruz, şiir, kelâm, astronomi, belagat, mantık, tıb gibi ilimleri okumakla Allahü Teâlâ'nın sana ibadet edesin diye vermiş olduğu ömrü boşa harcamış olmaktan başka eline ne geçti?
Hazreti İsa aleyhisselâmın İncil'inde şöyle bir ibareye rastladım:
Bir ölünün tabuta konulduğu saatten, kabrin kenarına getirildiği âna kadar, Allahü Teâlâ azametiyle o ölüden kırk sual sorar:
Bu sorulardan biri de şudur:
"Ey kulum! Halkın gözüne güzel görünmek için senelerce yüzünü yıkayıp temizledin. Benim baktığım kalbini bir kerecik olsun temizleyip hoş görünmedin". Halbuki Allahü Teâlâ her gün senin kalbine bakar ve der ki:
- Benim nimetlerimle bolluk içinde yaşarken, başkaları için çalışıyorsun. Şunu iyi bil ki, sen, bu hitabı işitmezsin, çünkü sağırsın.

Ey oğul!
İlimsiz amel olmayacağı gibi, amelsiz ilim de bir deliliktir. Bilmiş ol ki, bugün seni günahlardan uzaklaştırmayan, ibadete yaklaştırmayan ilim, yarın da cehennem ateşinden uzaklaştırmayacaktır. Bugün hazır fırsat elindeyken ilminle amel etmez, geçmiş günleri de telafiye çalışmazsan yarın kıyamet gününde:
"Ey Rabbimiz, bizi dünyaya geri gönder de iyi amel işleyelim", (Sûre: 32, âyet: 12) diyenlerden olursun. O zaman da sana cevap olarak denir ki: - Ey ahmak! Sen oradan geliyorsun!


Ey oğul!
 

 Maksadın, ruhunu olgunlaştırmaya, nefsine hâkim olmaya, bedenini de ölüme hazırlamaya gayret etmek olmalıdır. Çünkü son durağın kabir olacaktır. Kabirdekiler, "Ne zaman geleceksin?" diye beklemektedirler. Sakın oraya azıksız gideyim deme!
Amelsiz ilim sana yetse, iyi işler yapmak gerekmeseydi, Allahü Teâlâ'nın, "Benden bir şey isteyen var mı, af dileyen var mı, tevbe eden var mı, istiğfar eden var mı?" çağrısı boşa gider ve lüzumsuz olurdu.

Devam edeceğim inşallah.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

22 Eylül 2013 Pazar

ÖRTÜNME VAR MI? YOK MU?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

İslamı beraberce öğrenip uygulamaya başladığımız ve iki yıl önce örtündüğümüz iki arkadaşım, eski işyerimden bir kaç arkadaşım, hac ve umrede tanıştığım kişiler dışında, yaşadığım yerde, eşimin iş ve kızımın okul çevresinde örtülü hiç kimse yok. Demek istediğim eskiden beri tanıdığım arkadaşlarımın hepsi açık. Bu da ben örtündükten sonra onlarda farklı hislere sebep oldu.

Bir kaçı "herkes nasıl hissediyorsa öyle davranmalı, bu senin kararın, saygı duyarım" dedi;(ben de dedim ki:bu Rabbimin cc kararıdır, bu emir sadece bana gelmedi, sana da geldi!)
bazısı "tamam namaz, oruç var ama ben örtünmeye inanmıyorum" dedi;

Diğeri " ayette gerdanını ört diyor saçtan bahsetmiyor" dedi;
Bir kısmı ise hepten reddetti . (Modern! bir hayat yaşarken ne olmuştu da bir anda dine yönelmiştim, bir de üstüne örtünmüştüm. Kesin birileri benim beynimi yıkamıştı!?)

Bütün bu söylenenlere muhatap olduktan sonra onlara hakkı anlatabilmek umuduyla eski arkadaşlarımızın bir kısmı ile görüşmeye devam ettik; Fakat ne acıdır ki beni ve eşimi çok seven arkadaşlarımız bir süre sonra bizden uzaklaştı.

Ben ve eşimde ne değişmiştide bu arkadaşlarımızın bizden uzaklaşmasına sebep olmuştu?

Ben size söyleyeyim:

Biz gerçekten değişmiştik.. 

Artık bizi Yaratana daha çok şükretmeye başlamıştık, hatalarımızı görüp onları düzeltmeye çalışıyorduk, daha iyi bir insan olmaya, yalan söylememeye, arkalarından konuşmamaya, onlar için, ölmüşleri için dua etmeye gayret ediyorduk.

Nasıl yani? Bir de üstüne  bedenimi ve saçımı kimseye göstermek istemiyordum.

Olacak iş değildi!!.. Bu o kadar anormal bir durumdu ki onlar için, bizi anlamakta güçlük çekiyorlardı.!!..

Evet, anlamak gerçekten çok zordu.. Çünkü yaşadığımız dünyada değerler tersine dönmüştüDoğru bildiklerimiz yanlış; yanlış bildiklerimizi doğru kabul etmeye başlamıştık. İşte aşağıdaki yazı önce bu yozlaşmadan bahsedecek sonra Rabb'imizin cc Kitabı ve Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem'le bize bildirdikleriyle son bulacak.

Ama önce ben  ellerinden kitap düşmeyen ve kültür seviyeleri oldukça üst seviyede olan bu kişilere ve çevremdeki diğer örtünmenin olmadığına "akıl"larıyla karar veren! herkese seslenmek istiyorum:

Kur'an'ın tefsirini (meal demiyorum; çünkü meal tercümedir, Kur'an'ın açıklaması değildir) okumadan, Peygamberimizin sav hayatını, Sünnetlerini bilmeden, Hadislerini okumadan, ilmihal okumadan, fıkıh bilmeden, mezhebinin gereklerini öğrenmeden hiç kimse çıkıpta oturduğu yerden hiç bir delili olmadan sadece "akıl"ını kullanarak dinimizin hükümleri hakkında ahkam kesemez.

İnsan bilmediği şeyi yalanlar. Bu gerçekten çok doğru. Bunu hep şu örnekle açıklamaya çalışıyorum:
1400 yıl önce Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in vefatından sonra (artık vahiy kesildiği için) biri çıkıpta ileride oturduğun yerden görüntülü olarak dünyanın heryerinden istediğin kişiyle konuşacaksın deseydi hanginiz bunu yalanlamazdı?

O zaman ilmimizin yetmediği yerde kendimizi bu ilimleri bilenlere teslim edeceğiz.

Evet...Eğer bilmediğinizi kabul edip aklınızı doğru kullanmak yani vahyin ışığında kullanmak isterseniz işte size delilleriyle "örtünme".

Adım atmak ve gayret sizden; hidayet Allah-u Teala'dan.
                                              ***

İnsanı yaratan Allah, dünya ve ahiret selametimiz için koyduğu sınırlara uymamızı bizden talep ediyor.

Dinin meşru saymadığı, yani haram işlerden sakınmamızı emrediyor.

Dininin belirlediği ölçülere uyup düşük sıfatlardan arınanları ise müjdeliyor.

Bu müjdeden nasipdar olmak için özenle korunması gereken sınırlardan biri de mahremiyet. İffetli ve hayâ sahibi olarak yaşamanın anahtarı mahremiyet.

Ve müslüman kadının mahremiyetinin tezahürü tesettürdür, yani örtünmedir..

İslâm alimleri, bir müslümanın vücudunun nerelerini kimlere karşı ve nasıl örtülü bulundurması gerektiği konusunu, erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına ve kadının erkeğe karşı tesettürü olarak dört başlık halinde ele almışlardır.

Bu bakımdan, tesettür kadın-erkek her müslümanı ilgilendirir. Hiçbir müslüman erkek de tesettürden müstağni değildir
.
(erkeğin mahrem yeri, göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısmıdır. Sağlam görüşe göre diz kapağı da uyluktan sayılıp avret yeri sayılır.)


İslâm, insanların sadece dışa yansıyan tavır ve davranışlarını ıslah etmekle kalmaz, aynı zamanda ve daha öncelikli olarak insanın iç dünyasını, kalbini kötü düşüncelerden ve kötülüğe kapı açabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı hedefler.

Kadın ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin devamını bu meyile bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de sınırlar koymuştur.

Bu sınırları “özgürlüğün kısıtlanması” olarak görenler, günümüz Batı toplumlarının geneline hakim olan  dejenerasyon ve çürümeyi göz önüne getirmelidir.

Örtünme, müslüman kadın için sadece yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara karşı bir “korunma aracı” değildir. O, kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an için mümkün ve muhtemel olan meşru olmayan yakınlığı engellemenin de bir aracıdır. Bu açıdan bakıldığında, örtünmenin şekli de ortaya çıkar. Kadın-erkek arasındaki cazibeyi, çekimi, etkilenmeyi engellemeyen örtünmenin de tesettür olmadığı anlaşılır.

Sözünü ettiğimiz bu yakınlaşmanın önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu değildir. Erkek de kadın kadar sorumludur.
“Mümin erkeklere söyle, gözlerini harama dikmesinler, ırzlarını korusunlar. Çünkü bu daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır.” “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu boyun, kulak, baş, kol ve bacak gibi yerlerini) açıp göstermesinler... ” (Nur, 30-31) ayetlerinde hem erkeklere, hem kadınlara haramdan sakınmanın emredilmesi, her iki cinsin aynı derecede hassasiyet göstermesi gerektiğini ortaya koyar. İffetli ve temiz bir toplum oluşturmanın tek yolu budur.

Onlar tartışmadılar, uyguladılar.


Tesettür ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar başlarının yarısını örter, başörtüsünün uçlarını arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta bırakırlardı. Ayrıca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir halde bulunurdu.

Tesettürü emreden yukarıda geçen (Nur, 31) ve “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için dışarı çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle...” (Ahzab, 59) ayetleri ile hem erkekler, hem kadınlar harama bakmaktan sakındırıldı, mahrem olmayan erkeklerin yanında kadınların başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek boyun ve gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında da dış elbiselerini üzerlerine almaları emir buyuruldu.

Yine Nur suresi 31. ayette buyurulduğu gibi,
“...gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar” emriyle, kadınların dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümemeleri ihtar edilmiş ve tesettürle hedeflenen şeyin yalnızca şeklî bir düzenleme olmadığı ortaya konmuştu.

Tesettür emri inzal buyurulup da Efendimiz s.a.v. tarafından tebliğ edildiğinde, erkekler evlerine gelip eşlerine bu ayeti haber verdiler. Sahabi hanımlar da vakit geçirmeden çarşaf gibi şeyleri kenarlarından yırtarak başlarını ayette belirtildiği gibi örttüler.

O günden sonra tesettür müslüman kadının ayrılmaz bir parçası olmuş, onun saygınlığını, iffet ve izzetini temsil eder olmuştur.

Dünya hayatı ne kadar garip bir seyirle ilerliyor... Geçen bir kaç asırda anlamlı, önemli, şerefli, kıymetli ne varsa zihinlerde tam zıddıyla yer değiştirmiş durumda. Bu pervasız değişim günden güne ahlâkımızın en kıymetli yerine sirayet ediyor.

Ahlâkın en el değmemiş yeri, elbette kolaylıkla nüfuz edilebilecek bir yer değildir. Bu, birinin canı her istediğinde yapabileceği bir şey değil. Bu durum için şu örnek verilebilir:
Manaya müdahele etmek, onu yıpratmak, onu ifade etmek için kullanılan kelimelere zarar vermekle gerçekleşiyor. Dolayısıyla İslâm için önemli bir değer de zahir, yani görünüştür. Mana ve niyet gibi batınî haller karşısında görünenin/görünüşün bir önemi yok, demek abestir. İkisinin birbirini doğurduğu ve doğruladığı unutulmamalıdır. Tesettür gibi son derece ciddi ve ehemmiyetli bir hadiseye “zahiri durumdur” “manadan habersizlerin işidir” gibi cümleler kullanarak saldırmaya çalışanlar, kendi durumunda anlamlı bir şey göremeyip kalplerinin temiz olduğu vehmine sarılanlardır.

Nasıl ki, oruç hem zahiren iç organlarımızı temizliyor ve bizi bir disipline sokuyor, hem de batınen nefsimizi tutarak ruhumuzu temizliyorsa; tesettür de aynı şekilde hem zahiri hem de batıni olarak bizi örtüyor. Sözün özü, tesettür zahiren her nereyi örtüyorsa, içimizde de o yerlere mukabil gelen manevi/batıni yerlerimizi örtüyor, oradaki ayıpları örtüyor ve gizliyor.

Günümüzde ise tesettür Allahu Tealâ'nın en çok konuşulan, tartışılan emirlerinden biri haline gelmiştir. Sebebi ise, insanı hiç düşünmeksizin örtünmeye sevk eden iffet duygusunun zafiyete uğramış olmasıdır.

Bir refleks olarak utanma duygusuna sahip olduğu zaman, insan, dininin yol göstermesiyle nelerden nasıl sakınacağını bilmiştir. Allah Tealâ'nın çok açık emirlerini anlamakta zorlanmamıştır. Fakat arzuların erdeme galip olduğu zamanlarda -ki günümüz koşullarını belirleyen durum budur- emre isyan etmek, kabul etmemek veya arzulara uygun yorumlayarak tahrif etmek yolu seçilmiştir.

Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuşlardır:
“Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse, onda siyah bir leke oluşur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı mermer gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar veremez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan (nefsani arzulardan) kendisine ne içirilmişse, onu (hak veya batıl) bilir.” (Müslim)

Bu rivayette dikkat çekmek istediğimiz mühim bir nokta var: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, fitneye bulanmış ve böylece kararmış kalbin, kendisine benimsetilmiş değerler dışında başka bir şeyi kabul etmemesini anlatırken bir kelime kullanıyor: “İçirilmiş”
Bu kelimeyi, vücuda alınan bir sıvının çabucak kana karışması ve insanın hücrelerine nüfuz etmesi olarak anlamak yanlış olmaz. Efendimiz s.a.v. bu kelimeyi kullanmakla, hevadan kaynaklanan değer yargılarını benimseyen kalbi, bir anlamda şartlanmışlıkla tavsif etmiş olmaktadır. Böyle bir kalbin, iyiyi kötüden, ma'rufu münkerden ayırt etmesini beklemek zordur.
Kalplerin safiyetini yitirmesi sonucunda da hayâsızlık yaygınlaşmıştır ve nâmahremden utanmak yeni nesiller için anlaşılması zor, garip bir davranış kabul edilmiştir. Aksine giyinik veya çıplak olarak kendini güzelleştirip mahrem olmayanlara göstermek, teşhir etmek, desteklenen, rağbet edilen bir davranış olmuştur.

Utanma duygusunun ortadan kalktığı bir dünya insanî olan değerlerini kaybetmektedir. Mahremiyetine sahip çıkmayan insan saygınlığını yitirmekte, hayatta kalabilmek için acımasız bir şekilde bencilleşmektedir. Bu durumun ne bireye, ne topluma bir faydası olacak ve zulme maruz kalan dünyanın mahvına yol açacaktır.

Buna razı olmak, en güzel şekildeki yaratılıştan, hayvanlar gibi, hatta onlardan daha aşağı olmaya razı olmak demektir. Fakat bu yalnızca insanın rızası olacaktır, Cenab-ı Mevlâ'nın değil...

Müslümanın gaye edindiği rıza ise insandan değil, Allah'tandır. Allah'a teslim olanlar, her çağda ve her şartta yalnızca O'nun rızasına yönelecek, mahremiyet sınırlarına riayet ederek korunmaya, fitneden uzak durmaya imkan bulacaklardır.

Şimdi örtünme emrinin olmadığını iddia edenlere ayet ve hadislerle bir kez daha anlatmaya çalışalım ve son noktayı koyalım.


Hidayet Allah-u Teala'dandır.

İslâmiyet’ten önce Araplarda örtünme adeti yoktu. Kadına saygı gösterilmez, kadınlar da erkeklerden sakınmazlardı. Başörtülerini enselerine bağlar veya geriye doğru bırakırlardı. Yakaları önden açı­lır, boyunları ve gerdanlıkları ortaya çıkar, süsleri gözükürdü. Erkek­lerin ilgisini çekmek için süslenen, açık saçık kıyafetler giyinen, ba­kışlarıyla ilgi toplamaya çalışan düşük ahlaklı kadınlar da vardı.Ev­lilik dışı ilişkiler peşinde koşan bir kısım erkekler, kadınların arka­sına takılır ve onları zan altında bırakırlardı.

Kadınlar Medine-i Münevvere’de de günahkâr erkekler tarafın­dan rahatsız ediliyorlardı. Durum Hz. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’e şikayet edilince Ahzab Suresi’nin 59. ayeti nazil oldu.

“Ey Peygamber; eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, cilbablarını üzerlerine sıkıca örtünsünler. Böylesi onların (iffetli olarak) tanınmaları ve rahatsız edilmemeleri için daha elverişlidir.”

Cilbab, kadınların evlerinden çıkar­ken üstlerine aldıkları, başörtüsünden büyük bir örtü ya da büyük bir başörtüdür.

Nur Suresi’nin 31. ayetinde ise örtünme emrinin kapsamı geniş­letilmiş, bakışların kontrol edilmesi, namusun korunması, akrabalar ve yabancı erkekler yanında bazı organlar dışında kalan yerlerin ör­tülmesi farz kılınmıştır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Mümin kadınlara söyle …. görünen kısım dışındaki zinetlerini açmasınlar….”(Nur 24/31)

Bu emirle, açılmasına ihtiyaç olan yüz ve eller dışındaki süs yer­lerinin kapatılması istenmektedir. Buna göre mümin kadınlar, baş­larını, boyunlarını, kulaklarını, göğüslerini, kollarını ve ayaklarını kapayacaklardır.

Ayetin devamında bazı erkeklerin yanında, kadının zinet yerle­rini açmasına müsaade edilmiştir:


“… kadınlar zinet yerlerini kocaları, kendi babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, el­leri altında bulundurdukları cariyeler, kadına arzusu kalmamış ele bakar hale gelmiş erkekler ve kadınların mahrem yerlerinin farkına varmayan erkek çocuklardan başkasına açmasınlar…” (Nur 24/31)


Ayette başın örtülmesi özellikle emredilmiş ve örtünmenin na­sıl yapılacağı da belirtilmiştir.

“Başörtülerinin bir kısmını yakalarının üstüne vursunlar….” (Nur 24/31)


“… Görünen kısım dışındaki ziynetlerini açmasınlar…”

Ziynet, süslenecek, bezenecek ve donanacak şeye denir.Kadının ziyneti olarak düşünüldüğü zaman takıları, giyimi ve kuşamı anlaşı­lır. Burada anlaşılması gereken şey bu ziynetlerin bulunduğu organların açılmamasıdır.Kadının takıla­rının bulunduğu organları; başı, saçı, kulağı, yüzü, boynu, göğsü, pa­zusu, kolu, eli, baldırı
(bacağın dizden ayağa kadar olan kısmı) ve ayağıdır. Bunların dışındaki organların zineti de elbisedir. “… Zi­net yerlerini açmasınlar…” emri organların tamamını kapsar. Eğer ayette bazı zinet yerleri için (el,yüz)bir ayrım yapılmamış olsaydı müslüman kadının tepeden tırnağa her tarafını kapaması ve ancak süslü ve gü­zel olmayan elbiselerle bütün organları kapalı olarak dışarı çıkması gerekirdi.

Ayette belirtilen “… Görünen kısım…” yani görünen zinet nedir o zaman?

Elbise kadının görünen zinetidir. Elbisenin gösterilmesine mü­saade edilmiş, kumaşın rengi, cinsi ve elbisesinin modeli konusunda bir sınırlama getirilmemiştir. Kadının yüzü ve elleri de görünen zinet yerleridir.

Nur sûresindeki âyetlerde kadınların avret
(örtmeleri gereken) yerleri açıklanmış, hadisler de bu açıklamayı tamamlamıştır. Örtme, kapatma emri ve yabancıya (nâmahreme) gösterme yasağının, kadın başını ve saçını da içine alıp almadığı bütün devirlerde konuşulmuş, sorulmuş ve başın ve saçın avret olduğu, kapatılması gerektiğinde ittifak edilmiştir (icmâ meydana gelmiştir). sahâbeden günümüze kadar her asırda yazılan tefsirlerde hür, Müslüman kadınların el, yüz ve ayakları hariç, bütün vücutlarının avret olduğu, örtülmesi gerektiği konusunda sözbirliği ve görüş beraberliği vardır. Baş dahil avret yerlerinin örtülmesinin farz, açılmasının haram olması hükmü, açıklayıcı hadisler yanında bilhassa Nur sûresindeki âyete ve bu âyetin şu üslûp özelliğine dayandırılmıştır:
a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumaları, iffetlerine sahip olmaları istenmiş; ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağı bildirilmiştir.
b) Kadınların da gözlerini haramdan
(cinsi arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmaları, iffetlerini korumaları emredilmiş; hemen bunun arkasından zaruri olarak açıkta kalan yerler (eller, ayaklar ve yüz) müstesna bütün vücutlarını kapatmaları, güzel ve çekici yerlerini nâmahreme göstermemeleri istenmiştir.
c) Başörtülerini
(hımâr-humur) boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamaları açıkça ve özellikle emredilmiştir.
d) Örtülecek ve açılacak yerler yanında kimlere karşı ne kadar açılabilecekleri de hükme bağlanmıştır.
e) İlgili ayetlerin sonunda "Ey iman edenler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtulasınız"
buyurulmuş, örtünmenin bir tavsiye değil, bağlayıcı emir olduğu hükmüne bir işaret göndermesi de bununla yapılmış, daha önceki ve bundan sonraki itaatsizlikler için tövbe edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. 


Bu emir gelince Müslüman kadınlar derhal itaat etmişler, gerektiği gibi kapanmışlar, uygulama Hz. Peygamber (s.a.) tarafından titizlikle takip edilmiş ve asırlar boyunca da bu şekilde devam etmiştir.
Bütün bu açıklama, karîne, delil ve işaretler konumuz olan, sınırları belirlenmiş örtünme emrinin -tavsiye değil- bağlayıcı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu emir, âdete bağlı ve bu sebeple tarihî olan hükümler çerçevesine de sokulamaz; çünkü o zaman yürürlükte olan âdet ve uygulamayı olduğu gibi devam ettirmek için değil, değiştirmek ve düzeltmek için gelmiştir. Başlarına örtü aldıkları halde boyun ve gerdanlarını açıkta bırakan kadınlara yeni bir örtünme şekli öğretmiş, İslâmî örtüyü tarif etmiştir.


Birde tesettürle ilgili hadislere bakalım:

Umeys’in kızı Esma’dan nakledildi. Dediki:

Resulüllah (s.a.v) bir gün Hz. Aişe (r.anha)’nın evine girdi. Kızkardeşi Esma yanında idi. Üzerinde vücudunun hertarafını örten ve yenleri geniş bir elbise vardı. Resulüllah (s.a.v) onu görünce kalkıp dışarı çıktı. Hz. Aişe (r.anha) kızkardeşine “buradan uzaklaş Resulüllah (s.a.v) sende hoşlanmadığı bir şey gördü” dedi. Hz. Esma uzaklaştı arkasından Resulüllah (s.a.v) içeriye girdi.Hz. Aişe (r.anha) niçin kalkıp gittiğini sordu. Resulüllah (s.a.v) de elbisesinin yenini sadece parmakları görünecek şekilde ellerinin üzerine çekerek şöyle cevap verdi:

“Kızkardeşini görmedin mi? Müslüman bir kadın şurasından başkasını gösteremez." (Mecmeu’zzevâid nr:4168)

Bu hadis-i şerif’ten Hz. Esma’nın giydiği elbisenin bedenini örttüğünü, fakat kollarında açıklık olduğunu bunun üzerine Resulüllah (s.a.v) bu kıyafetinden hoşlanmadığını, ellerinin üstünün parmaklara kadarda örtünmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

Usame b.Zeyd (r.a) nakletti. Dedi ki:

“Resulüllah (s.a.v) Dihye’tül- Kelbi’nin kendisine hediye ettiği mısır kumaşlarından sık dokunmuş bir elbiseyi bana giydirdi, ben de onu hanımıma giydirdim. Resulüllah (s.a.v) daha sonra bana sordu: ne oldu Mısırdan gelen elbiseyi giymiyorsun? Dedim ki, ey Allah’ın Resulü ben onu hanımıma giydirdim. Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki
altına pijama türünden bir şey giymesini ona emreyle. Çünkü ben o elbisenin kemiklerinin hacmini belli etmesinden korkuyorum.” (Ahmet b. Hambel)

Hz. Âişe'den rivâyete göre, bir gün Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ ince bir elbise ile Allah Resulunun huzuruna girmişti. Resulullah (s.a.s) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu:

"Ey Esma! Şüphesiz kadın erginlik çagına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir." Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti." (Ebu Davûd, Libâs, 31).

 "Allah Teâlâ ergin kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (İbn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160; Ahmed b. Hanbel, IV, 151, 218, 259).

Bu da erkeklere:
"Erkeğin avret yeri göbeği ile diz kapağı arasıdır." (Ahmed b. Hanbel, II/187). "Diz kapağı avret yerindendir." (Zeylai, Nasbu'r-Raye, I, 297).

Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre (r.a.) tarafından bir rivayette Peygamberimiz (s.a.s), giyindiği halde açık olan, yani ince ve şeffaf elbise ile dolaşan kadınların Cehennemlik olduklarını, Cennetin kokusunu bile alamayacaklarını bildirirler. (Müslim, Libas.-125.)

Alkame bin Ebi Alkame annesinin şöyle dediğini rivayet eder:


"Abdurrahman'ın kızı Hafsa'nın başında, saçını gösterecek şekilde ince bir başörtüsü olduğu halde Hz. Âişe'nin huzuruna girdi. Hz. Âişe başından örtüsünü alarak ikiye katladı, kalınlaştırdı." (Muvatta', Libas:4)

Hz. Ömer (r.a.) ise, cam gibi şeffaf olmasa da, giyindiği zaman altını iyice belli eden elbisenin kadınlara giydirilmemesi hususunda mü'minlere ikazda bulunmuştur. (Beyhakî. Sünen, 2:235)

İmam Serahsî bu nakilden sonra, kadının giydiği elbise çok ince de olsa yine aynı hükmü taşır, şeklinde bir açıklama getirir. Daha sonra da, "Giyindiği halde açık" olan mealindeki hadisi kaydeder ve şöyle der: "Bu çeşit bir elbise şebeke (ağ) gibidir, örtünmeyi temin etmez. Bunun için yabancı erkeklerin bu şekilde giyinmiş bir kadına bakması helâl olmaz."
(el-Mebsût, 10:155)

"Kadın örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker." (Tirmizî, Radâ, 18).

Hz. Âişe (R.anhâ)'dan nakledilen;

"Allah Teâlâ erginlik çağına ulaşan kadının namazını başörtüsüz kabul etmez." (İbn Mace, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160) hadisi saçları da kapsamına alır.

Yine Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: "Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âîşe dedi ki:


"Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde "Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." ayeti inince, onların erkekleri bu ayetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kız, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı." (Buharî, Tefsîru Sûre, 29/12; İbn Kesîr, Muhtasar, M. Alî, es-Sâbûnî, 7. Baskı, Beyrut 1402/1981, II/600).


Bütün mezhepler müslüman kadının başını örtmesinin farz ol­duğu konusunda tam bir görüş birliği içindedirler. 

VE SON SÖZ:

Başörtüsü İslâm'da , Kur'ân'da ve Rasulullah’ın Fiili Sünnetinde vardır.

E.Sifil'in "Maremiyet ve Tesettür" yazısından faydalanılmıştır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR