11 Ocak 2024 Perşembe

GÜNÜMÜZDE ZAYIF VE MEVZÜ HADİSLERİN SAHİH HADİSLERLE KARIŞTIRILMA PROBLEM-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


A. Zayıf Hadis ve Zayıf Hadisle Amel Etme

 Zayıf hadisin tarifini doğru bir şekilde anlayabilmek için öncelikle sahih hadisin ilmi olarak tarifini yapmak gerekir.

 Sahih hadis: Adalet ve zabt şartları­na sahip olan ravilerin, muttasıl bir senedle şazz ve illetten uzak olarak rivayet ettikleri hadislerdir.6

Zayıf hadis: Sahih veya hasen hadisin şartlarından birisi ya da bir kaçı bulunmayan hadistir. 7

 Görüldüğü gibi sahih hadis için beş şart (ravinin adaleti, zabtı, senedin kopuksuz olması, hadisin şazz ve illetli olmaması) söz konusudur. Eğer bu beş şarttan birisi veyahut bir kaçı bulunmazsa hadis zayıf olarak isimlendirilmektedir. Hadisteki zayıflık genel olarak ya hadisi rivayet eden ravinin şahsiyetinden, ya da hadisin senedinden kaynaklanmaktadır.

 Bugün için zayıf hadisler konusunda bilinmesi gereken en önemli hususlar;
zayıf hadis ve çeşitleri, zayıf hadisle amel edilmesi, sahih hadisle karıştırma meselesi ve zayıf hadislerin tanınması gibi konulardır.

 Zayıf hadisle amel söz konusu olunca, öncelikle elimizdeki hadisin zayıf olup olmadığının tesbiti gerekmektedir. Bunun için hadisin sıhhat veya za'fında, ricalin sika olup olmadığı konusunda muhaddisler arasındaki ihtilafları bilmek gerekir. Çünkü rical hakkında verilen zayıf veya sika; hadis hakkında verilen sahih veya zayıf hükmü, alimlerin ferdi içtihatlarına dayanmaktadır. Birine göre zayıf olan bir ravi diğerine göre sika, birine göre zayıf olan bir hadis diğerine göre sahih veya hasen olabilir.8 Dolayısıyla hadislerin sıhhat durumlarının değerlendirilmesi içtihadi olduğundan hadisin sıhhati değişkenlik arzetmektedir. İçtihadi kararlarda ise her zaman yanılma payı olduğu için en sahih bildiğimiz hadis kaynakları içerisinde bile zayıf veya mevzu hadis bulunabileceği ihtimalini unutmamak gerekir. Zayıf hadisle amel etme konusunda her dönemde alimler arasında leh ve aleyhte çok şeyler söylenmiş ve ortaya farklı görüşler çıkmıştır. Genel olarak bu farklı görüşler üç grupta toplanmaktadır:

 1)- Hiçbir konuda zayıf hadisle amel etmek caiz değildir. İster haram, helal konularında olsun, ister amellerin faziletiyle ilgili konularda olsun hiçbir surette zayıf hadisle amel edilmez. Yahya b. Main (ö.233/847), Ebu Şame Adurrahman b. Ismail (ö.665/1267), Ebu Bekr b. el-Arabi (ö.543/1148), Ibn Hazm ( ö.45 6/1064) gibi alimler bu görüşü savunmaktadırlar.

 2)- Ahkam konuları dışında amellerin faziletiyle ilgili konularda zayıf hadisle amel edilir. Bu konuda icmanın olduğu ifade edilmektedir.10 İbnü's-Salah (ö.643/1245) tergib ve terhib konularında zayıf hadisinin rivayet edilmesinin caiz olduğunu belirtir.11

 İbn Hacer (ö.852/1449) amellerin fazileti konusundaki hadislerle amel edebilmek için üç şart ileri sürer:

 a)- Hadisteki zayıflığın şiddetli olmaması.
 b)- Amel edilecek zayıf hadisin İslam dininin prensiplerinden birine uygun olması.
 c)- Amel ederken hadisin Hz. Peygamber'e ait olup olmama noktasında ihtiyatlı davranarak hadisin subutüna kesin olarak inanılmaması. Çünkü hadisin Hz. Peygamber'e ait olmama ihtimali sözkonusudur.

Alai (ö.761/1359) birinci şartta alimlerin ittifakı olduğunu ifade eder.

İkinci ve üçüncü şartı da İbn Abdisselam (ö.660/1262) ve İbn Dakik el-İd (ö.702/1302) zikretmişlerdir.12

 Yusuf el-Kardavi bu üç şartı yeterli görmeyip bunlara şu iki şartı da ilave etmektedir:
a)- Aklın, dinin veya dilin kabul etmediği mübalağalara ve korkutmalara şamil olmaması.
 b)- Kendisinden daha kuvvetli diğer bir şer'i delil ile çelişmemesi.13

 3 )- Bazı şartlarla ahkam konularında da zayıf hadislerle amel edilebilir. Uygulamada müşahede edildiğine göre, fedail için ileri sürülen şartlardan farklı bir takım şartlarla, ahkamda da zayıf hadisle amel edilmiştir. Ahkamda zayıf hadisle amel konusundaki görüşler kısaca şöyledir:

 a)- Başka zayıf hadislerle veya diğer bir takım delillerle takviye edilen hadislerle ahkamda amel edilir.
 b)- İsnadları zayıf da olsa, muhtevasıyla ümmetin amel edegeldikleri hadisle ahkamda amel edilir.
 c)- İhtiyata daha uygunsa zayıf hadisle ahkamda amel edilir.
 d)- Herhangi bir konuda zayıf hadisten başka delil yoksa re'ye tercih edilerek zayıf hadisle amel edilir.14 Ahmet b. Hanbel (ö.241/855) ve Ebu Davud esSicistani'ye (ö.275/888) göre başka bir hadis bulunmadığı takdirde ahkam konularında da amel edilebilir.15 Ancak bu tür hadislerin çok zayıf olmaması gerekir. Çünkü çok zayıf olan hadisle hiçbir surette amel edilmez. 16 Ebu Davud ve İbn Hanbel'in bu görüşü alimler arasında tartışmaya yol açmış ve onların bu görüşleri değişik şekillerde değerlendirilmiştir. Örneğin onların döneminde zayıf sayılan hadislerin pek çoğu, daha sonraki dönemlerde hasen olarak kabul edilen hadislerdir yorumu yapılmıştır. Veyahut onlar, bu görüşleriyle zayıf hadisin kıyasa tercih edilmesini kastetmiş olabilirler denilmiştir. 17 

Zayıf hadislerin zayıflık derecesi hepsinde aynı değildir. Zayıflığı bir şahid veya mütabaatla bertaraf edilen zayıf hadis ki, bu bir cihetten hasene, bir başka cihetten de zayıfa benzer, ancak hasene daha yakındır.

 Zayıflığı mutavassıt olan hadis: Bu da ravisi hakkında "zaifu'lu- hadis" veya "merdudu'lu- hadis" veya "münkeru'lhadis" denen rivayettir. Senedinde müttehem veya metruk birisi bulunan rivayetler de, çok zayıf hadisler olarak değerlendirilir. 18 Dolayısıyla zayıf hadisler amel etme konusunda hadisin zayıflık derecesi ile amel edilecek konu gözardı edilmemelidir. Zayıf hadisleri rivayet ederken mutlaka zayıf oldukları beyan edilerek rivayet edilmesi gerektiği unutmamak gerekir.19 Ayrıca bu tür hadisler, cezim sigasıyla (kesinlik ifade eden) değil de, temriz sigasıyla (meçhul) rivayet edilmesi hadisçiler arasında kabul edilen bir kural haline gelmiştir. 20 Ancak günümüzde bu kurala hiç uyulmamaktadır.

Hayri Kırbaşoğlu, zayıf hadisle amel edilmesinin doğru olmadığını, bunun pek çok sakıncasının bulunduğunu şöyle açıklar: Zayıf hadisle amel edilebilir anlayışı, tahmin edilenden fazla zayıf, hatta mevzu hadisin bünyemize girip yerleşmesi ile sonuçlanmıştır. Bu ise İslami ilimler ve düşünce geleneğimizde ciddi yaralar açmıştır. Bilhassa vaaz-u nasihat amacıyla bu tür hadislere sık sık başvurulmuş, halka yönelik olarak yazılmış popüler dini kitaplarda da özellikle bu tür hadisler yoğun olarak kullanılmıştır ve hala kullanılmaktadır.

 Başka bir sakınca da, bu kapı açılınca amellerin fazileti veya tergib ve terhib alanına hasretmek de mümkün olmamış ve başka alanlarda da zayıf hadis kullanılmasında beis görülmemiştir. Tergib-terhib, amellerin faziletleri v.b. konulardaki hadislerin zayıf olmasını önemsiz görmenin müslümanlara ne kadar pahalıya mal olduğunu bugün her zamankinden daha iyi anlamış oluyoruz. Zira İslam dünyasının sağlıksız bir din anlayışının oluşumunda, zayıf hadislerin büyük rol oynadığı tartışma kabul etmez bir hakikattır. Din denilen şey, fıkhı ilgilendiren ahkam hadisleri kadar, hatta ondan da önemli olarak bir zihniyettir, insanın insana, tarihe, tabiata, eşyaya ve yaratıcısı olan Allah'a bakış açısını şekillendiren bir "dünya görüşü" dür. Bu zihniyet ve dünya görüşünü belirleyen ise ahkam hadislerinden ziyade tergib-terhib, amellerin faziletleri v.b. konulardaki hadisler olmuştur. Bu olumsuz gidişata bir son vermek ve din anlayışımızı daha sağlıklı bir hale getirmek için, en az ahkam hadislerine gösterdiğimiz titizlik kadar, tergib-terhib(Hayra yönlendirme ve kötülükten sakındırma anlamında bir tabir.) , fedail(Farz ve vâcib olmayan nâfile ibâdetler.) v.b. konulardaki hadislerde de titizlik göstermek ve bu alanda da olabildiğince sahih hadislere başvurmak gerekir.21

 Subhi Salih de zayıf hadisle amel etmeyi sakıncalı bulduğunu şu şekilde ifade eder: Fedail de ahkam gibi dinin esas prensiplerindendir. Müsamahakar davrananların, amellerin fazileti konusunda zayıf hadis rivayet edebilmek için öne sürdükleri şartlar ne kadar çok ve müsait olursa olsun, zayıf hadis rivayetini kabul etmiyoruz. Gerek şeri ve gerekse fedail babında, elimizde, başkasına lüzum bırakmayacak kadar çok sahih ve hasen hadis vardır. Biz-bu şartların çokluğuna rağmen-zayıf hadislerin sabit olduğuna bir türlü inanamıyoruz. Böyle olsaydı ona hiç zayıf dermiydik. Hasılı, zayıf hadisler hakkında şüphe etmekten kendimizi alamı­yoruz.22

Yusuf el-Kardavi de zayıf hadisle amel etmeye pek ılımlı bakmamakta ve bazı sakıncalarının olduğunu şöyle dile getirmektedir: Çok tehlikeli durumlardan birisi de, bazı salih amellere, ondaki sevabı büyütmek suretiyle, hacminden büyük ve hakettiğinden çok kıymet verilmesi, hatta, din nazarında daha önemli ve daha yüksek derecedeki amelleri aşmasıdır. Bunun karşısında ise bazı mahzurlu amellere önem verilmesi, diğerlerini sönük bırakacak derecede ondaki cezanın büyütülmesi vardır. Ortaya çıkan bu durum toplumda psikolojik çalkantılara yol açmış ve bazı kişileri dinden dahi uzaklaştırmıştır. 23 

 Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, yukarıda yer verdiğimiz görüşlerdeki bazı kaygıları taşımakla beraber, bize göre mu'tedil ve makul olan görüş; zayıf hadislerin hiçbir işe yaramayacağı kanaati son derece yanlıştır. Bu kanaata varılmasında çok zaman zayıf hadislerin mevzu hadislerle karıştırılması rol oynadığı gibi, zayıf hadisleri mertebeleri olduğunun göz önüne alınmayışının da tesiri vardır. Zayıflığı şiddetli olmamak şartıyla, bir takım karine ve delillerle desteklenen zayıf hadislerin, i'tikat ve haram-helal konuları dışında delil olabileceği görüşünü benimsiyoruz. Fakat zayıf hadisle fedail konusunda herkesin amel edebilmesi mümkün iken, fıkhi bir konudaki zayıf hadisle ancak alimler ve fukaha amel edebilir. Çünkü ahkam hadislerinden hüküm çıkarmak belli bir formasyonu gerektirir. Zayıf hadisleri mutlak kabul veya red yerine, özelliklerine ve kullanılacakları konuya göre ayrı ayrı değerlendirmek en isabetli yoldur. Nitekim alimlerin çoğunluğunun geçmiş tatbikatı da budur. 24 

Devam edecek....

DİYANET ilmi Dergi Cilt: 37. Sayı:l • Ocak-Şubat-Mart 2001 ·

GÜNÜMÜZDE ZAYIF VE MEVZU HADİSLERİN SAHİH HADİSLERLE KARIŞTIRILMA PROBLEMİ Yard. Doç. Dr. Saffet Sancaklı

isam.org.tr

6 lbnü's-Selah, Ulumu'l-Hadis, sh., 9; Suyuti, Tedribu'r/Ravi, 1,63. 
7 lbnü's-Salah, a.g.e. sh., 25; Suyuti, a.g.e., 1., 179. 
8 Polat Salahattin, Hadis Araştırmaları, sh., 114. 
9 Bk. Leknevi, el-Ecvibetü'l-Fadile li'l-esileti'l-Aşreti'l-Kamile, sh, 50, 53-54-56; Suyüti, a.g.e., 1. 299; Kasımi, Kavaidu't-Tahdis, sh., 113; Ahmet Naim, Tecrid-i Sarih, I, 342,343; Yusuf el Kardavi, a.g.e., sh., 76-77. 
10 Bk. Sehavi, Fethu-l, Muğis, I, 311. Ayrıca bk. Leknevi, a.g.e., sh., 37,42,52-53; 57-58; Kasımi, a.g.e., sh., 113-114. 
11 lbnü's-Salah, a.g.e. sh., 58 .
 12 Suyüti, a.g.e., ı, 298-299 Tehanevi, Yeni Usül-i Hadis, sh., 90, rerc., lbrahim Canan; Leknevi, a.g.e., sh., 40- 41. Yusuf el-Kardavi konulan bu şartlara gerektiği şekilde uyulmadığını sitem ederek şöyle dile getirmektedir: Tergib, terhib, rekaik, vb. konularda zayıf hadisleri rivayeti caiz görenlerin koymuş olduğu üç şarta maalesef ilmi açıdan riayet edilmemiştir. Zühd ve rekaik hadisleriyle meşgul olanların çoğu, zayıf ile çok zayıfın arasındaki farkı görmüyorlar, hadisin Kur'an'la veya Sünnet'le sabit, şer'i bir asla ters düşüp düşmediğine bakmıyorlar. Bilakis münker veya üzerinde uydurma alametleri görülen bir hadisi, çarpıcı ve yeni bir şeyi ilk defa aktarmış olmanın verdiği cazibeye kapılarak nakletmede bir sakınca görmüyorlar. (Yusuf el-Kardavi, a.g.e., sh., 78.) 
13 Yusuf el-Kardavi, a.g.e., sh., 88-90.
 14 Geniş bilgi ve örnekler için bk. Polar Selahattin, a.g.e., sh, 124-127. Ayrıca bk., Kasımi, a.g.e., sh., 113.
 15 Ahmet Naim, a.g.e., ı, 343. Ayrıca bk. Leknevi, a.g.e., sh., 46.
 16 Et-Tehanevi, a.g.e., sh., 92-93. 
17 Bk. et-Tehanevi, a.g.e., sh., 94-104; Ahmet Naim, a.g.e., ı, 343-344.
18 Bk. et-Tehanevi, a.g.e., sh., 96 (dipnot, 20).
19 Ahmet Naim, a.g.e., ı, 344.
20 Bk. Suyuti, Tedribu'r-Ravi, I, 297; Nurettin ıtr, Menhecü'n-Nakd fı Ulumi'I-Hadis, sh., 296; Uğur Mücteba, Ansiklopedik Hadis Terimler Sözlüğü, sh, 402.
21 Kırbaşoğlu Hayri, a.g.e., sh., 132,134.
22 Subhi Salih, Hadis llimleri ve Hadis Istılahları, sh., 169, terc., M. Yaşar Kandemir.
 23 Yusuf el-Kardavi, a.g.e., sh., 84. 
24 Polar Salahattin, a.g.e., sh. 128-129. 

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

GÜNÜMÜZDE ZAYIF VE MEVZÜ HADİSLERİN SAHİH HADİSLERLE KARIŞTIRILMA PROBLEM -1-


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Zayıf ve mevzu hadislerle ilgili DİYANET ilmi Dergisinde Yard. Doç. Dr. Saffet Sancaklı'nın çok bilgilendirici bir yazını hemen paylaşıyorum.Bu konulara ilginiz varsa mükemmel bir yazı. Mutlaka okuyun.

Hadislerin doğru anlaşılması konusunda günümüzde yaşanan problemlerden birisi de, zayıf ve mevzu hadislerin sahih hadislerle karıştırılarak sahih hadis gibi sunulmasıdır. 

Özellikle günümüzde yapılan vaazlarda, dini sohbet ve konuşmalarda zayıf ve uydurma hadislerin yoğun bir şekilde kullanıldığını müşahade etmekteyiz. Dini mahiyette yazılan bazı eserlerde yer verilen hadislerin, dipnotlarda kaynaklarının, sıhhat durumlarının verilmemesi, bir hata ve eksikliktir.

 Pek çok zayıf ve mevzu hadis, din görevlileri ve din dersi öğretmenleri tarafından sahih hadis gibi halka ve öğrencilere nakledilmektedir. Yaşar Kandemir konunun önemine binaen şu tesbitlerde bulunmaktadır: "Hz.Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) adına hadis uyduranlar, muhaddislerin azimli çabaları sonunda tanınmış, icad ettikleri sözler de mevzuat kitaplarında toplanmıştır. Bununla beraber onlardan gelecek tehlikenin tamamen ortadan kalktığı söylenemez; çünkü manasının doğruluğu ve İslam prensiplerine uygunluğu sebebiyle hadis diye meşhur olmuş pek çok uydurma haber bugün dahi dillerde dolaşmakta ve bazı kitaplarda yer almış bulunmaktadır. Bahis konusu tehlikelerden tamamen emin olmak için, bahis olduğu kati surette bilinmeyen sözlerin güvenilir hadis kitaplarında bulunup bulunmadığını tahkik etmekten başka çıkar yol yoktur." 1

Yusuf el-Kardavi, yaşanan bu acı gerçeği-ülkemizde olduğu gibi- gezdiği İslam ülkelerinde de müşahede ettiğini sitemkar bir şekilde şöyle anlatır: "Bir çok İslam beldesinde bulunan mescitlerdeki hatip ve vaizlerin çoğunun afeti, onların geceleyin odun toplayanlar gibi olmalarıdır. Onların düşüncesi, sahih veya hasen bir senedi olmasa da, halkı harekete sevk edecek hadisleri almaktır. Öyle ki, nerede ise bulunduğum her Cuma hutbesinde veya her vaaz dersinde zayıf hadislerden, hatta çok zayıflardan, bazen de uydurmalardan bir demet işitmişimdir" 2

Yusuf el-Kardavi, İbn Hacer el Heysemi'nin (ö.974/1566) kendi döneminde hatiplerden, konuşmalarında kullandıkları hadislerin ravilerini bilmeleri, onlar hakkında bilgi vermeleri, sahih ile sahih olmayan hadisleri birbirine karıştırmamaları gerektiğini, aksi takdirde hatibi, hitabetten men etmelerini zamanının yöneticilerinden ısrarla istediğini "el-Feteva el-Hadisiyye" isimli eserinden nakletmekte ve haklı olarak günümüzde de aynı uygulamanın yapılmasını ısrarla istemektedir.3 M. Tayyib Okiç de Osmanlı döneminde benzer bir uygulamadan şöyle bahseder: Memnuniyetle burada ifade edelim ki, Osmanlı imparatorluğunda bu meseleye gereken ehemmiyet verilmiş ve mevzu hadislerden sakınılması için kadılara ta'mimler yapılmıştır. Böyle bir ta'mime Ankara şer'i mahkeme sicilinde de tesadüf ettiğimizi hatırlatalım. Bu ta'mim Şeyhü'l İslam Yahya tarafından verilmiş ve 1673 Ağustos ayı başlarında kayda geçilmiştir.4 Geçmişte gösterilen bu tür uygulamaların benzerlerine günümüzde de ihtiyaç duyulduğu kanısındayız. Halkımızın, hadis kültürü ve bilgisi yok denecek kadar az ve zayıf olduğu için kendilerine sunulan sahih olmayan hadisleri ayırt etme imkanı yoktur. Güvendiği kimselerden duyduğu hadisleri tereddütsüz kabul etmektedir.

Çünkü halkın hadis kültür ve bilgisi kitabi ve ilmi olmayıp, şifahi olarak duyduklarından, vaaz kürsülerinden, takvim yapraklarından, gazete köşelerinde yer alan dini içerikli yazılardan, radyo ve televizyon konuşmalarından oluşmaktadır. 5 Durum böyle olunca insanımızın kendisine nakledilen hadislerin kritiğini yapmasını, makbul ve merdut rivayetleri tefrik etmesini beklemek beyhudedir.

Devam edecek....

DİYANET ilmi Dergi Cilt: 37. Sayı:l • Ocak-Şubat-Mart 2001 ·

GÜNÜMÜZDE ZAYIF VE MEVZU HADİSLERİN SAHİH HADİSLERLE KARIŞTIRILMA PROBLEMİ Yard. Doç. Dr. Saffet Sancaklı

isam.org.tr


1 Kandemir Yaşar, Mevzu Hadisler, sh. 198.
 2 Yusuf el-Kardavi, Sünneti Anlamada Yöntem, sh., 69, terc., Bünyamin Erul.
 3 Yusuf el-Kardavi, a.g.e., sh., 71-72.
 4 Okiç M.Tayyib, Bazı Hadis Meseleleri Üzerinde Tedkikler, sh., 231.
 5 Halkımızın zayıf ve mevzu hadisler açısından bilgilenmesi ve bilinçlenmesi konusunda mevzu hadislerle ilgili telif ve tercüme sahasında hadis uzmanları tarafından pek fazla çalışma yapılmadığını itiraf etmek durumundayız. Mevzu hadisler sahasında bir boşluğun olduğu herkesçe hissedilmektedir. En azından birkaç mevzuat kitabı tercüme edilerek bu boşluk giderilmeye çalışılmalıdır. 

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

10 Ocak 2024 Çarşamba

Hadis Rivayetleri Açısından Kandil Geceleri

Kandil gecelerine özel bir ibadet var mıdır?

REGAİB GECESİ

Receb ayının ilk cuma gecesi.

Sözlükte “kendisine rağbet edilen şey, bol ve değerli bağış” anlamındaki ragībenin çoğulu olan regāib kelimesi hadis ve fıkıh literatüründe “bol sevap ve mükâfat, faziletli amel”, özellikle Mâlikî fıkıh kaynaklarında sünnetin mukabili olarak “müstehap, nâfile ibadet” mânalarında kullanıldığı gibi (İbn Ebû Şeybe, II, 49; İbn Abdülber en-Nemerî, I, 127; Hattâb, II, 79) hicrî takvime göre yedinci ay olan recebin ilk perşembesini cumaya bağlayan geceye ad olmuştur (ayrıca bk. KANDİL).

Regaib gecesi, Kur’an’da saygı gösterilmesi istenen ve hadislerde -gün belirtilmeden- oruç tutulması tavsiye edilen haram aylardan (el-Bakara 2/217; el-Mâide 5/2, 97; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 55; İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 43) receb ayında bulunmakla birlikte özellikle tasavvufî eserlerde yer alan, Hz. Peygamber’in Regaib gecesinde ana rahmine düştüğü, receb ayının ilk perşembe günü oruç tutup gecesinde Regaib namazı adıyla bir namaz kılmanın sevap olduğu ve bu gecenin birçok faziletinin bulunduğu yönündeki rivayetlerin asılsız olduğu hadis âlimlerince belirtilmiştir. İbnü’l-Cevzî, Regaib orucu ve namazıyla ilgili hadisin Zâhid Ebü’l-Hasan Nûreddin Ali b. Abdullah b. Hüseyin b. Cehdam (ö. 414/1024) tarafından uydurulduğunu ve hadisin başka hiçbir kaynakta geçmediğini belirtir (el-Mevżûʿât, II, 47). Ayrıca isrâ ve mi‘rac olayının Regaib gecesi meydana geldiğine dair rivayetin de aslı bulunmamaktadır (İbn Kesîr, III, 109; Bedreddin el-Aynî, IV, 39). Regaib gecesiyle ilgili özel ibadet ve kutlamalar IV. (X.) yüzyılda ortaya çıkmış olup bu gecenin ilk defa kandil olarak kutlanmasına Kudüs’te 448 (1056), Bağdat’ta 480 (1087) yılında başlanmış, Gazzâlî de bütün Kudüs halkının bu geceyi ihya ettiğini söylemiştir (İḥyâʾ, I, 203). Ebû Tâlib el-Mekkî gibi bazı mutasavvıflar Regaib gecesinden söz etmeyip receb ayının ilk gecesini ihya etmenin müstehap olduğunu belirtseler de (Ḳūtü’l-ḳulûb, I, 121) bu geceyle ilgili rivayetlerin çok zayıf ya da uydurma olduğu hadis âlimlerince tesbit edilmiştir.

İslâm âlimlerinin büyük bir kısmı Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiîn dönemlerinde Regaib kandilinin bilinmediğini, kandil geceleri kutlanmasının diğer dinlerin tesiriyle ortaya çıktığını, dolayısıyla bu gecede özel bir ibadet yapmanın dinde yeni ibadet ihdası anlamına geleceğini, Resûl-i Ekrem tarafından genel olarak bid‘atların yasaklanmasının yanı sıra (Buhârî, “Ṣulḥ”, 5) cuma günü ve gecesi özel bir ibadet yapılmasının da yasaklandığını (Müslim, “Ṣıyâm”, 147, 148), bu sebeple Regaib günü ve gecesinde muayyen ibadetler yapmanın dinen sakıncalı olduğunu belirtmiştir. Bir kısım âlimler ise genel anlamda fazileti âyet ve hadislerde belirtilen receb ayının bir gecesi olması dolayısıyla Regaib’in de faziletli gecelerden sayılacağını, namazın en üstün ibadet olup akşamla yatsı arasında nâfile namaz kılmanın fazileti hakkında -zayıf da olsa- hadisler, sahâbî ve tâbiî sözleri (Tirmizî, “Ṣalât”, 204; İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 185; Taberî, XV, 69; XXI, 100) bulunduğunu, müslüman toplumlarda özel zaman dilimleri olduğuna inanılan, dinî duyguların yoğun biçimde yaşandığı bu geceleri vesile ederek kazâ ve nâfile namaz kılmanın, Kur’an okumanın, çeşitli hayırlar yaparak Allah’a yaklaşmaya çalışmanın dinen bir sakıncası olmayacağını ifade etmişlerdir. Bu konuda birinci görüşü savunan Mâlikî fakihi İzzeddin İbn Abdüsselâm ile ikinci görüşü savunan hadis âlimi İbnü’s-Salâh arasında bir münazara gerçekleşmiş (münazaranın tam metni için bk. Sofuoğlu, VII [1992], s. 17-45), âlimlerin birçoğu İbn Abdüsselâm’a hak vermiş, bunun üzerine Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Kâmil, Regaib namazının camilerde kılınmasını ve bu gecenin kutlanmasını yasaklamıştır. Daha sonraki dönemlerde de benzer tartışma ve olaylar meydana gelmiştir. Osmanlı devrinde Molla Fenârî, Regaib gecesi hakkında olumlu görüş belirtmiş, çeşitli dönemlerde bu konuda lehte ve aleyhte risâleler yazılmıştır (, bk. bibl.; , II, 196). Farklı görüş ve uygulamalar günümüzde de varlığını sürdürmektedir.

HAMDİ TEKELİ


BİBLİYOGRAFYA

, “rġb” md.

, I, 259.

İbn Ebû Şeybe, el-Muṣannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, II, 49.

, XV, 69; XXI, 100.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb (nşr. Abdülmün‘im el-Hifnî), Kahire 1991, I, 121.

İbn Abdülber en-Nemerî, et-Temhîd (nşr. Mustafa b. Ahmed el-Alevî – M. Abdülkebîr el-Bekrî), Mağrib 1387/1967, I, 127.

, I, 202-203.

Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Mevżûʿât (nşr. Tevfîk Hamdân), Beyrut 1995, II, 46, 47.

Ebû Şâme el-Makdisî, el-Bâʿis̱ ʿalâ inkâri’l-bidaʿ ve’l-ḥavâdîs̱ (nşr. Osman Anber), Kahire 1978, s. 10, 35, 39, 41 vd.

, VIII, 20.

İbnü’l-Hâc el-Abderî, el-Medḫal, Kahire 1401/1981, IV, 248 vd.

, III, 109.

İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-İʿtiṣâm (nşr. M. Reşîd Rızâ), Kahire 1332, s. 168, 227.

İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), XI, 55.

a.mlf., Telḫîṣü’l-ḥabîr fî taḫrîci eḥâdîs̱i’r-Râfiʿiyyi’l-kebîr (nşr. Abdullah el-Medenî), Medine 1964, II, 80.

Bedreddin el-Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire, ts. (İdâretü’t-tıbâati’l-münîriyye), IV, 39.

Burhâneddin İbn Müflih, el-Mübdiʿ fî şerḥi’l-Muḳniʿ (nşr. M. Züheyr eş-Şâvîş), Beyrut 1400, II, 27.

Hattâb, Mevâhibü’l-celîl, Beyrut 1398, II, 79.

Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Beyrut 1404/1984, II, 124.

Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûʿa fi’l-aḫbâri’l-mevżûʿa (nşr. Muhammed es-Sabbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 459, 461.

, I, 239, 365, 387, 840, 868; II, 1081, 1591, 1655, 2048.

Leknevî, el-Âs̱ârü’l-merfûʿa fi’l-aḫbâri’l-mevżûʿa (nşr. Ebû Hâcer M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1405/1984, s. 74, 89, 111.

, II, 26, 48, 235.

, II, 196.

Cemal Sofuoğlu, “Regaib Namazı Hakkında Bir Münazara”, , VII (1992), s. 13-45.

Mebrûk eş-Şeybânî el-Mansûrî, “Ṣalâtü’r-Reġāʾib: Muḥâveletü teʾvîl”, , sy. 187 (2001), s. 29-66.

https://islamansiklopedisi.org.tr/regaib-gecesi

ÜÇ AYLAR

İslâm dünyasında her yıl manevî bir iklimin hüküm sürdüğü ve ramazan bayramıyla sona eren üç aylar, müslümanlara dinî hissiyat ve ibadet yoğunluğu eşliğinde gündelik hayatlarını sorgulama, yenileme ve zenginleştirme fırsatı sunmaktadır. Üç ayların faziletine dair Hz. Peygamber’den nakledilen rivayetlerin yanı sıra dinî kültürde mübarek sayılıp kutlanan Regaib, Mi‘rac, Berat ve Kadir gecelerinin bu aylarda yer alması üç aylara ayrı bir önem verilmesine, ibadet, dua, zikir ve hayırlı işlerle daha fazla meşgul olunarak dinî duyarlılığın daha yoğun olarak yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Ancak hadis âlimleri receb ve şâban aylarının fazileti hakkında kaynaklarda mevcut rivayetlerin çoğunun uydurma, önemli bir kısmının zayıf olduğunu ifade etmektedir. Resûl-i Ekrem’in receb ayı girdiğinde, “Allahım, receb ve şâbanı bize mübarek kıl ve bizi ramazana ulaştır!” şeklinde dua ettiği yolundaki rivayet (Taberânî, el-Muʿcemü’l-evsaṭ, IV, 189; Ebû Nuaym, VI, 269; ayrıca bk. , I, 259) zayıf kabul edilmektedir. Resûlullah’a isnat edilen, “Receb Allah’ın ayıdır, şâban benim ayımdır, ramazan ise ümmetimin ayıdır” rivayetinin ise aslı bulunamamıştır (Süyûtî, s. 114).

Üç aylarda yerine getirilmesi gelenek halini almış nâfile ibadetlerden biri oruçtur. Receb ve şâban aylarının tamamının oruçlu geçirilerek ramazanla birleştirilmesi “üç aylar orucu” şeklinde adlandırılır. Ramazan ayında kasten bozulan oruçtan dolayı yerine getirilmesi gereken iki aylık kefâret orucunun receb ve şâban aylarında tutularak böylece üç ayların oruçlu geçirildiği de görülmektedir. Üç aylar orucunun âdet haline gelmesinde, bu ayların faziletine dair Hz. Peygamber’den nakledilen rivayetlere dayanıp ramazan ayını dinî duyarlılık ve ibadet yoğunluğu içinde karşılama niyetinin etkili olduğunu söylemek mümkündür. Resûl-i Ekrem’in şâban ayında diğer aylara oranla daha fazla oruç tuttuğu, bazan da tamamını oruçlu geçirdiği hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, “Ṣavm”, 52; Müslim, “Ṣıyâm”, 175, 176). Ancak Resûlullah’ın receb ve şâban aylarını birleştirerek aralıksız oruç tuttuğuna, böylece üç ayları oruçlu geçirdiğine dair sahih kaynaklarda herhangi bir rivayet mevcut değildir. Belirli günler dışında her zaman nâfile oruç tutulması mümkündür; ancak fazileti hakkında hadis bulunan ya da belirli zamanlarda tutulması tavsiye edilen nâfile oruçlar arasında üç aylar orucu mevcut değildir.

Receb ayının fazileti ve bu ayda oruç tutulmasıyla ilgili rivayetlerin zayıf olması dolayısıyla bu orucun hükmü hakkında âlimler değişik görüşler ileri sürmüştür. Bazı âlimler receb ayında oruç tutmayı müstehap kabul ederken bazıları, receb ayına özel bir kutsiyet atfedilmesi ve halkın bunu zorunlu bir ibadet şeklinde algılaması endişesiyle bu ayda oruç tutmayı sakıncalı görmüştür. Bir kısım âlimler de özellikle receb ayının tamamını oruçlu geçirmeyi hoş karşılamamıştır. Şâban ayının büyük kısmını ya da tamamını oruçlu geçiren Hz. Peygamber ramazan dışındaki en faziletli orucun şâbanda tutulan oruç olduğunu ifade etmiştir (Tirmizî, “Zekât”, 28). Bundan dolayı şâban ayında oruç tutulması çoğunluk tarafından mendup sayılmakla birlikte Resûl-i Ekrem’in ramazan ayından başka hiçbir ayın bütününü oruçlu geçirmediğine dair hadislere (Buhârî, “Ṣavm”, 52; Müslim, “Ṣıyâm”, 175, 178) ve şâbanın on beşinden sonra orucun terkedilmesine yönelik rivayetlere dayanan bazı âlimler, orucu farz olan ramazan ayına şevkle girmeyi zorlaştıracağı düşüncesiyle bu ayın ikinci yarısında oruç tutmayı mekruh görmüştür.

Dinî gelenekte üç aylara önem verilmesinin sebeplerinden biri de bu aylarda bulunan kandil geceleridir. Receb ayının ilk cuma gecesi Regaib, aynı ayın yirmi yedinci gecesi Mi‘rac, şâban ayının on beşinci gecesi Berat ve ramazan ayının yirmi yedinci gecesi Kadir gecesidir. Regaib ile Berat’ın kutsallığı kesin olmadığı gibi bu gecelerde ifa edilecek ibadetler hakkında kaynaklarda sahih hadislere rastlanmamaktadır. Kandil gecelerinin en önemlisi Kadir gecesidir. Aynı adı taşıyan sûrede Kur’an’ın inmeye başladığı bu gecenin bin aydan daha hayırlı olduğu bildirilmektedir (el-Kadr 97/1-3). Kadir gecesinin ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rastladığı görüşü âlimlerin çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. Üç aylarda nâfile namaz kılınması, itikâfa girilmesi, bu aylarda yedi sene oruç tutulduktan sonra kurban kesilmesi gibi özel ibadet şekilleri kaynaklarda yer almamaktadır. Üç aylarda vefat eden kimsenin sorgusunun yapılmayacağı yolundaki inanışın da aslı yoktur.

M. KÂMİL YAŞAROĞLU


BİBLİYOGRAFYA

, I, 259.

Taberânî, el-Muʿcemü’l-evsaṭ (nşr. Târık b. Avazullah – Abdülmuhsin el-Hüseynî), Kahire 1415/1995, IV, 189.

Ebû Nuaym, Ḥilye, Beyrut 1405, VI, 269.

, XXV, 290-291.

Süyûtî, el-Leʾâli’l-maṣnûʿa fi’l-eḥâdîs̱i’l-mevżûʿa, Kahire, ts. (el-Mektebetü’t-ticâriyyetü’l-kübrâ), s. 114.

Süleyman Ateş, “Üç Aylar”, Kur’ân Mesajı İlmî Araştırmalar Dergisi, sy. 10-12, İstanbul 1998, s. 44-48.

Faruk Beşer, “Üç Aylar”, İslâm’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (ed. İbrahim Kâfi Dönmez), İstanbul 2006, IV, 2077-2078.

Hacı Mehmet Günay, “Ramazan”, , XXXIV, 433-435.

a.mlf., “Receb”, a.e., XXXIV, 506-507.

M. Kâmil Yaşaroğlu, “Şâban”, a.e., XXXVIII, 207.


https://islamansiklopedisi.org.tr/uc-aylar

***KANDİL GECELERİ


İslam’ın hayatımızda iki noktaya indirgenmesi, karşı karşıya bulunduğumuz iki handikapı işaret ediyor.

Bunlardan ilki, “ideolojileştirme” yanlışı. Sanki İslam bize, kılımızı kıpırdatmaya gerek olmadan dünyamızı mamur etme garantisi veriyormuş gibi, yahut yaşadığımız dünyaya hakim olan çarpıklıklara itirazdan ibaretmiş gibi algılanıyor bir kesim tarafından. Soğuk savaş döneminin getirdiği “ideolojiler çarpışması” vakıasından kalma bir algı tarzı bu.

Bu algı tarzında İslam’ın toplumsal hayat, gelenek, kültür ve nihayet medeniyet oluşturucu yanı tamamen devre dışıdır. O, toplumun ekonomisini düzelten, siyasetine şekil veren ve uluslar arası düzeni Müslümanlar lehine yeniden dizayn etmeyi hedefleyen bir “ideoloji”dir. Tıpkı diğer ideolojiler gibi!..

İkinci handikap ise İslam’ı vulgarize etme yahut “popülerleştirme” tarzında kendisini gösteriyor. Bu algı tarzında da İslam, geleneklerde yaşanandan ibaret olup sokaktaki hayata, siyasete, ekonomiye, ulusal ve uluslar arası meselelerle alakası bulunmayan “kültürel” bir unsur olarak öne çıkıyor.

Bu anlayışların kandiller meselesiyle alakasına gelince; ilk algı tarzına göre kandiller, dinî bir anlam ve mahiyet taşımayan, herhangi bir meşruiyeti de olmayan zaman dilimleridir. Bu zaman dilimlerinde yapılan işlerin İslam’ın “esas meseleleri”yle hiçbir bağlantısı yoktur. Tam tersine kandiller ve benzeri uygulama ve anlayışlar birtakım gerçeklerin üstünü örtücü bir fonksiyona sahip olup, halkı uyuşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, yılda birkaç kere elde edilen birer “günah çıkarma fırsatı” olarak kandiller, aslında insanımızı dinin özünden uzaklaştırıcı bir mahiyete de sahiptir. Yılın büyük çoğunluğunda dinle-diyanetle ilişki kurma, dinî hassasiyetleri gözetme ve yaşama ihtiyacı hissetmeyen kesimlerin, işledikleri her türlü mel’anetten arınması için tanınmış birer fırsat olarak iş gören ve bu haliyle tümüyle zararlı birer bid’at olan bu ve benzeri uygulamalardan bir an önce vaz geçilmelidir!

İkinci anlayışa göre ise kandiller bu milletin özünü, kendisini, kültürünü yansıtmaktadır. İnsanların bu zaman dilimlerinde camileri doldurması, mevlitler dinleyip eve kandil simitleri götürmesi önemli bir şeydir. İnsanın bu gece dinlediği mevlit, dinî görevlerin yerine getirilmesi adına yeterlidir. Hiç başını örtmeyenlerin yarım yamalak da olsa başlarına birer örtü alıp türbelere koşması, iyi bir eş, iyi bir iş, para, şifa… dilemesinin dine aykırı bir yanı olmamalıdır!

Kandiller meselesini genellikle bu iki gerilim noktası arasında ya birinin veya öbürünün çekim alanına kapılarak konuşuyoruz genellikle. İtidali ve soğukkanlılığı elden bırakıp, genellemeler yapmak hoşumuza gidiyor belki. Ama heyecanla ve genellemeler yaparak ele aldığımız her meselede yanlışa düşmemiz kaçınılmazdır.

Meseleye itidal çerçevesinde baktığımızda şunları söylemek mümkün:

Bu zaman dilimleri insanlara modern hayatın getirdiği koşturmaca içinde bir an olsun durma, dinlenme, soluk alma ve her ne surette olursa olsun bir muhasebe yapma imkânı sunuyor; bu bir gerçek. Bir insanın hangi vesileyle olursa olsun Kur’an’la irtibat kurması, Allah’ı hatırlaması, günahlarını itiraf edip tevbeye yönelmesi elbette önemlidir ve önemsenmesi gereken bir durumdur.

Bir insanın cumadan cumaya camiye gitmesi, yahut Ramazan’dan Ramazan’a oruç tutup hayatına İslamî ölçüler çerçevesinde -ne kadar yapabiliyorsa o kadar- çeki düzen vermesi yanlış mıdır? Evet, elbette aslolan bu değildir. Ama bu kadarının da hiçbir önem taşımadığını söylemek herhalde abartı olacaktır!

Bu nasıl bir gerçekse, şu da öyle bir gerçek: İslam, kandillerle ya da benzeri zaman dilimleriyle sınırlı olarak yaşanabilen bir din değildir. Aslolan onu bir bütün olarak öğrenmek ve yaşamaktır. İçine birtakım bid’at uygulama ve anlayışların karıştığı kandiller ve benzeri hususları da İslam’ın birer “aslî unsuru” saymak doğru değildir.

Yorum:

İslamı belirli gecelere hapsederek insanları islamın mesajından uzaklaştırma yönündeki en önemli organizasyonlardan olan kandiller hakkındaki alıntının faydalı olacağı kanaatindeyim.

KANDİL GECELERİ

Ülkemizde kandil geceleri diye bilinen geceler; Rabiulevvel ayının on ikinci gecesi olan Mevlid, Recep ayının ilk cuma gecesi olan Regaib, yine Recep ayının yirmiyedinci gecesi olan Mirac, Şaban ayının on beşinci gecesi olan Beraat ve Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olan Kadir Gecesidir.

Bu geceler Osmanlılar döneminde II. Selim zamanından başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için “Kandil” olarak anılmaya başlamıştır.[1] Bu çalışmada kandillerin tarihi ile ilgili bilgi verilip dinimizin bunlara bakışı ortaya konulmaya çalışılacaktır.

1. Kadir Gecesi

Bu gecelerden Kadir gecesi ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de müstakil bir sûre bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in doksan yedinci sûresi olan bu sûrede Allah-u Teala, Kadir gecesinin bin aydan daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Fakat bunun da Ramazanın yirmiyedinci gecesi olduğuna dair kesin bir delil yoktur. Kadir gecesi ile ilgili hadislere bakıldığında Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin mü’minlere tavsiyesi, Kadir gecesini Ramazanın son on gününün tek gecelerinde aramaları şeklinde olmuştur. Buna göre Kadir gecesi Ramazanın yirmi bir, yirmi üç, yirmi beş, yirmi yedi ve yirmi dokuzuncu gecelerinden herhangi biri olabilir. Yani Kadir gecesi, zamanımızda Müslümanlarca ihya edilmeye çalışıldığı gibi herkesçe bilinen bir gece olmayıp, aksine gizlenmiştir. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bile Kadir gecesinin Ramazanın kaçıncı gecesi olduğunu bilmiyordu.

Kadir gecesinin ihyası ile ilgili olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden bir dua haricinde herhangi ibadet tavsiye edilmemiştir. Fakat Âişe validemizin bildirdiğine göre Peygamberimiz Ramazan ayında, diğer aylarda görülmeyen bir gayrete girerdi. Ramazanın son on gününde ise çok daha şiddetli bir gayrete geçerdi. Son on günde geceleri ihya eder, ailesini de (gecenin ihyası için) uyandırır ve itikâfa girerdi.[2]

Bir gün Âişe validemiz, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve selleme: “Ey Allah’ın elçisi! Kadir gecesinin hangi gece olduğunu anlarsam o gece nasıl dua edeyim?” diye sormuş, Peygamberimiz de ona: “Şu duayı oku” buyurmuştur:

“Allahım! Sen affedicisin, cömertsin. Affetmeyi seversin. Beni de affet.”[3]

2. Beraat Gecesi / Kandili


Beraat gecesinin fazileti ile ilgili olarak da Peygamberimizden nakledilen birkaç hadis bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesinde bu gecede Allah’ın dünya semasına tecelli edeceği, Kelb kabilesinin koyunlarının kılları adedince (çokluk belirtmek için kullanılmış bir ifade) insanı bağışlayacağı ve kendisine edilen tüm duaları kabul edeceği anlatılmaktadır.[4] Bu hadise kitabında yer veren İmam Tirmizi ve onun hocası İmam Buhari başta olmak üzere birçok âlim, bu hadislerin isnadlarında problem bulunduğunu, dolayısıyla hadislerin zayıf olduğunu ve bunlarla amel edilmeyeceğini belirtmişlerdir.[5] Müfessirlerden Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Beraat gecesinin fazileti hakkında bir tek sağlam hadisin bile gelmediğini, dolayısı ile bu konu ile ilgili olarak hadis diye dolaşan sözlere itibar edilmemesi gerektiğini söylemektedir.[6] Gerçekten de Peygamberimizin ve sahabe-i kiramın mescidlerde bu geceyi ihya etmek için toplandığı, özel dualar ettikleri, bugün özellikle ülkemizde olduğu gibi bu geceye has namaz kıldıkları şeklinde tek bir rivayet dahi gelmemiştir.

Bazıları Duhan sûresinde geçen: “O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır.” (Duhân, 44/4-5) ayetlerine bakarak o gecenin Şaban ayının on beşinci gecesi olan Beraat gecesi olduğunu söylemişlerdir. Buna dayanarak da Allah’ın o gecede kulların rızıklarını taksim ettiğini, ecellerini tayin ettiğini, bir sonraki Şaban ayının on beşine kadar olacak tüm olayları takdir ettiğini, dolayısıyla bu gece yapılacak olan dua ve ibadetlerin mutlaka kabul edileceğini iddia etmişlerdir. Böylece peygamberimiz ve ashabının yapmadığı, bu geceye has bir takım ibadetler ortaya çıkmıştır. Hâlbuki Allah-u Teâlâ o sûrede şöyle buyurmaktadır:

“Hâ Mîm. Andolsun o apaçık kitaba ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz uyarıcıyız. O gecede her hikmetli buyruk ayrılır ve katımızdan bir emirle ilgilisine yollanır.” (Duhân, 44/1–5)

Görüldüğü gibi Allah-u Teala, işlerin taksim edildiği gecenin Kur’an-ı Kerim’in indirildiği gece olduğunu bildirmektedir. Kur’an’ın da Şaban ayının on beşinde değil; Ramazan ayında ve Kadir gecesinde nazil olduğunu diğer ayetlerden öğrenmekteyiz:

“Ramazan ayı ki o ayda insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an indirilmiştir.” (Bakara, 2/185)

“ Muhakkak ki biz Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik.”
(Kadir, 97/1)

Âlimlerin büyük bir çoğunluğu Duhân suresinde geçen “mübarek gece”nin kadir gecesi olduğunu söylemişlerdir. Müfessir Ebu Bekir İbnu’l-Arabî bu konuda şöyle demektedir: “Bu ayette geçen mübarek gecenin kadir gecesi değil de başka bir gece olduğunu iddia edenler, Allah’a büyük bir iftirada bulunmuş olurlar.”[7]

Bir de Beraat gecesi ile alakalı olarak halk arasında “Beraat gecesi namaz”ı veya “Salâtu’l-Hayr” olarak bilinen bir namaz vardır. 100 rekât olan bu namazın her rekâtında Fatiha ve on defa İhlâs suresinin okunması gerektiği söylenmektedir.[8] “Kaynakların be­lirttiğine göre Berat gecesine ait özel bir namaz yoktur. Gazzâlî, bu gece her rekâtında Fatiha’dan sonra on bir İhlâs okunmak suretiyle kılınacak yüz rekât veya her rekâtında Fatiha’dan sonra yüz İhlâs okunan on rekât namazın çok se­vap olduğuna dair bir rivayet nakletti­ği halde (İhyâ, 1/203), İhyâ-u Ulûmi’d-dîn’deki hadisleri tenkide tâbi tutan Zeynüddin el-Irâkî ile Nevevî bunun aslının olmadığını söyle­mişlerdir. Bu namazın bir bid’at oldu­ğunu kaydeden Nevevî, bu konuda Kûtü’l-Kulûb ve İhyâ-u Ulûmi’d-dîn’de geçen rivayete aldanılmaması gerektiği­ni söylemekte (el-Mecmû’, 4/56), Ali el-Kârî de bu rivayetin uydurma olduğunu belirterek Berat gecesi namazının h. 400 (m. 1010) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını kaydetmektedir. Bu namazın ilk defa h. 448 (m. 1056) yılında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da kılındığına ve zamanla yaygınlık ka­zanarak sünnet gibi telakki edildiğine dair bir rivayet de nakledilmektedir.”[9]

3. Regaib ve Mirac Kandilleri

Recep ayında bulunan Regaib ve Mirac kandilleri ve faziletleri hakkında da herhangi bir delil bulunmamaktadır. Özellikle tasavvufi eserlerde yer alan, Hz. Peygamberin Regaip gecesinde ana rahmine düştüğü, Recep ayının ilk Perşembe günü oruç tutup gecesinde Regaip namazı adıyla bir namaz kılmanın sevap olduğu ve bu gecenin birçok faziletinin bulunduğu yönündeki rivayetlerin “asılsız” olduğu hadis âlimlerince belirtilmiştir.[10]

Bir de halk arasında “üç aylar” olarak bilinen Recep, Şa’ban ve Ramazan ayları hakkında rivayet edilen: “Recep Allah’ın ayıdır, Şa’ban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.” Sözü hakkında âlimlerin çoğu “bu uydurmadır” demiştir. Ayrıca yine Recep ayının fazileti hakkında: “Kim o ayda şu kadar namaz kılarsa ona şu kadar sevap verilir, kim o ayda istiğfar ederse ona şu kadar ecir verilir.” Şeklinde hadis diye rivayet edilen sözlerin hepsi mübalağadır, hepsi âlimler tarafından tekzib edilmiştir.[11] Özellikle Regaip gecesi ile ilgili olarak halk arasında meşhur olan Regaip namazıyla ilgili rivayeti, 1023 (h. 414) yılında vefat eden Ali b. Abdullah b. Cehdâm isimli Mekkeli sûfî bir zatın ihdas ettiği / ortaya çıkardığı kaynaklarda belirtilmektedir.[12] Yine kaynaklarda Regaip gecesiyle ilgili özel ibadet ve kutlamaların hicri 4. yüzyılda (miladi 10. yy) ortaya çıktığına ve bu gecenin ilk defa “kandil” olarak kutlanmasına hicri 448 (m. 1056) yılında Kudüs’te, 480 (m. 1087) yılında da Bağdat’ta kutlanmaya başladığına dikkat çekilmektedir.[13]

“İslam âlimlerinin büyük bir kısmı Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiîn dönemlerinde Regaib kandilinin bilinmediğini, kandil geceleri kutlanmasının diğer dinlerin tesiriyle ortaya çıktığını, dolayısıyla bu gecede özel bir ibadet yapmanın dinde yeni ibadet ihdası anlamına geleceğini, Resul-i Ekrem tarafından genel olarak bidatlerin yasaklanmasının yanı sıra Cuma günü ve gecesi özel bir ibadet yapılmasının da yasaklandığını[14], bu sebeple Regaib günü ve gecesinde muayyen ibadetler yapmanın dinen sakıncalı olduğunu belirtmişlerdir.”[15]

Yalnız Recep ve Şa’bân ayları hakkında bir kaç söz söylenmesi gerekmektedir: Recep ayı “dört haram ay”dan bir tanesidir. Diğerleri Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu aylarda savaşmak haram kılınmıştır. Dolayısıyla bu ayların diğer aylara göre bir fazileti bulunmaktadır. Âlimler bu aylarda oruç tutmanın müstehab olduğunu söylemişlerdir. Fakat Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden ve ashab-ı kiram’dan “özellikle” bu ayda oruç tutmanın faziletine dair herhangi bir sahih rivayet nakledilmemiştir.

Şa’bân ayına gelince: Sahih rivayetlere göre Peygamberimizin Ramazan ayından sonra en çok oruç tuttuğu ay Şa’bân ayıdır.[16] Üsâme b. Zeyd (r.a) şöyle bir hadis rivayet etmiştir: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Şa’bân ayında tuttuğu orucu hiçbir ayda tutmamıştır. Kendisine: “Ey Allah’ın Resulü! Senin, Şa’bân ayında tuttuğun orucu başka bir ayda tuttuğunu görmedim” dedim. O da şöyle buyurdu: “Şaban, Receb ile Ramazan arasında insanların gafil bulunduğu ve amellerin, âlemlerin Rabbi olan Allah’a yükseldiği aydır. Ben de amelimin (Allah Teala’ya) oruçlu olduğum halde yükselmesini seviyorum.”[17] O halde bu ayda oruç tutmanın Peygamber (sav)’in güzel bir sünneti olduğu rahatlıkla söylenebilir.

4. Mevlid Kandili
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Ashab-ı Kiram, Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde herhangi bir kutlama örneğine rastlanmayan Rebiulevvel ayının on ikinci gecesi olan Mevlid kandili, ilk defa hicretten yaklaşık üç yüz elli yıl kadar sonra Mısır’da, Şii Fâtimî Devleti döneminde kutlanmaya başlamıştır.[18] Eyyûbîler döneminde birçok tören ve bayram kaldırılmış olduğundan Mevlid kutlamaları Erbil Atabegi Begteginli Muzafferuddin Kökböri (ö. 629/1232) tarafından büyük törenlerle yeniden kutlanmaya başlamıştır.[19] Muzafferuddin Kökböri’nin bu kutlamaları yeniden başlatmasının ardında, Musullu sûfi Ömer b. Muhammed el-Mellâ’nın bulunduğu belirtilmektedir.[20] Peygamber Efendimizin doğum günü olan bu günün / gecenin faziletine dair de herhangi bir delil mevcut değildir.

Ebû Şâme el-Makdisî, Şehâbeddin el-Kastallânî, İbn Hacer el-Askalânî, Celâleddin es-Suyûti gibi bazı âlimler Peygamberimizin dünyaya gelmesi sebebi ile sevinmenin, bu gün münasebetiyle muhtaçlara yardım etmenin, Peygamberimize şiirler (mevlid gibi) okumanın güzel birer amel olduğu söyleyerek, bu gibi Mevlid kutlamalarının “bid’at-ı hasene” sayılması gerektiğini söylemişlerdir. Mâlikî fakihi İbnu’l-Hâc el-Abderî, Ömer b. Ali el-Lahmî el-Fâkihânî, İbn Teymiyye, Muhammed Abduh, Abdulaziz İbn Bâz ve Hammûd b. Abdillah et-Tuveycîrî gibi âlimler ise mevlid kutlamalarına “bid’at-i seyyie” gözüyle bakmış ve buna şiddetle karşı çıkmışlardır.[21]

Değerlendirme

Dinde sonradan ortaya çıkan ve hakkında herhangi bir delil bulunmayan bu gibi durumlar hakkında Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenler / ortaya çıkarılanlardır.”[22]

“Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir”[23]

“Her bidat dalalettir, her dalalet de ateştedir.”[24]

İmam Malik’in konuyla ilgili şu sözünü hatırlamakta da büyük fayda vardır:

“Kim, bu ümmet içerisinde (din adına) geçmişte olmayan bir şey ihdas ederse (ortaya çıkarırsa) bu kişi, Hz. Peygamber’in Allah tarafından kendisine verilen risalet (elçilik) görevine ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü Allah Teala “…Bugün dininizi olgunlaştırdım; size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm…” (Mâide, 5/3) buyurmuştur. Bu yüzden, o gün din olmayan (dine dâhil olmayan) şey bugün de din olamaz!”[25]

Sonuç olarak şu söylenebilir ki; ne Kur’an’da ve ne de sünnette bugün geniş halk kitleleri tarafından kutlanan kandil gecelerine işaret vardır. Mübarek kabul edilen bu geceler, Peygamber Efendimiz ve ashabından çok sonra Mısır ve Kudüs’te kutlanmaya başlamış, daha sonra İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu kutlamalar kesinlikle İslam’ın bir emri veya bir tavsiyesi değildir. Müslüman toplumlar tarafından ortaya çıkarılmış ve gelenek haline gelmiştir. Osmanlı padişahlarından II. Selim döneminden itibaren ‘kandil’ adını alan bu geceler miraciye, regaibiye, mevlüt gibi çeşitli etkinliklerle ihya edilmiştir. Kandil gecelerini kutlayan her toplum kendi kültüründen bir şeyler eklemiş ve böylece bu geceler gelenekselleşmiştir. Günümüzde de kandil geceleri halk camilere akın etmekte, kandil simidi ve tebrikleşmelerle son derece yoğun bir şekilde kutlanmaya devam etmektedir.

Ebubekir Sifil

1 Nebi Bozkurt, “Kandil”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 2001, c. 24, s. 300.

2 Buharî, Fadlu Leyleti’l-Kadr 5, Müslim, Îtikâf 8, (1175); Ebu Dâvud, Salât

3 18; Tirmizî, Savm 73; Nesâî, Kıyâmu’ l-Leyl 17.

3 Tirmizi, Daavât, 84.

4 Tirmizi, Sıyam, 39; İbn Mace, İkamet, 191

5 Bkz: Tirmizi’nin Sıyam, 39’da bu hadisten sonra yer alan açıklaması ile Muhammed Fuad Abdulbaki’nin İbn Mace, İkamet 191’de yer alan açıklamaları.

6 Bkz: Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 2. Bs., y.y., 1968, c. 4, s. 1678 (Duhân Sûresi, 2. ayetin tefsiri)

7 Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, a.g.e., c. 4, s. 1678.

8 Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, 1986, s. 188.

9 İhyâ, el-Mecmû ve el-Esrâru’l-Merfûa gibi kaynaklardan naklen; Halit Ünal, “Berat Gecesi”, DİA, c. 5, s. 475.

10 Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, İstanbul, 2007, c: 34, s: 535.

11 Bkz: Yusuf el-Kardâvî’nin Recep ayı ile ilgili bir fetvası: http://www.islamonline.net/servlet/Satellite?cid=1122528600570&pagename=IslamOnline-Arabic-Ask_Scholar%2FFatwaA%2FFatwaAAskTheScholar

12 İsmail b. Ömer İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, trs., c. 12, s. 16; Nebi Bozkurt, “Kandil”, DİA, c. 24, s. 301; Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, İstanbul, 2007, c: 34, s: 535.

13 Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, c: 34, s: 535.

14 Müslim, Sıyâm, 146 (1143).

15 Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”, DİA, c: 34, s: 535.

16 Buhari, Savm, 52; Müslim, Sıyâm, 176; Tirmizi, Savm, 36; İbn Mâce, Sıyâm,

17 Nesâî, Sıyâm, 70.

18 Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, c. 29, s. 475.

19 Ahmet Özel, a.g.e., aynı yer.

20 A.g.e. s. 476.

21 Ahmet Özel, a.g.e., s. 477-478; Ahmet Özel, “Mevlid: Tarihi ve Dini Hükmü”, Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul, 2002/1, sayı: 12, s. 243-246.

22 Müslim, Cuma, 43.

23 Nesâi, Îdeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7.

24 Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünnet, 6.

25 Ebu Muhammed İbn Hazm, el-İhkâm, fî Usûli’l-Ahkâm, Dâru’l-hadîs, Kahire, 1984, c: 6, s: 225.


https://www.akevler.org/AdilDuzenDergisi/38/814/Kandil-Uydurmacasi

***Recep ayı, olanlar ve olmayanlar - Faruk Beşer

Bazıları halkta yerleşen kanaatlerle uğraşılmasını uygun görmezler. Sosyolojik açıdan bunun doğruluk payı olabilir. Çünkü hayat boşluk kabul etmez. İnsanların alıştıkları hayatlarından bir şeyi çıkardığınızda onun yerini başkası doldurur. Mesela Regaib gecesi diye bir şey yok dediğinizde, o gecede camiye gitme alışkanlığı olanlar gitmeyiverir, onun yerine mesela televizyonda dizi izlemeye devam ederler. Katip Çelebi de o meşhur eserinde yerleşik bidatlere karşı savaş açmanın 'ahmaklık' olduğunu söyler, çünkü muvaffak olunamaz der.

Bunlar bir yönüyle doğrudur. Bizim yaptığımız ise halkın sosyolojik, ya da kültürel İslamına karışmak değil. Biz de bunu akıllıca bulmuyoruz. Ama meselenin bir de başka yönü yok mu? Artık İslam'ı bir alışkanlık olarak değil, bilinçli olarak yaşamak isteyen bir kesim var ve onlar neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrenerek yaşamak istiyorlar. İşte biz onlarla dertleşiyoruz.

Din ifratları ve tefritleri bilip dengeyi kurma, sıratı müstakimde olma meselesidir. Bir tarafta sevenlerine bol sevap vadeden sözler söyleyip onların bağlılıklarını canlı tutma adına ne kadar garip ifadeler varsa hepsini hadis diye anlatanlar, diğer tarafta böylelerine kızarak hadislerin sahih olanlarını dahi reddedip onların yerine kendi düşüncelerini koyanlar var. Bir tarafta Rasulüllah'tan günümüze yaşayan sahih bir birikimi reddenler, diğer tarafta geçmişte ne söylenmişse hepsini din sananlar, tasavvufu dahi 'metafizik yapma' diye anlatanlar var. 


Oysa bakın müteşerri bir sufi olan Sehl Tüsteri ne diyor: “Bizim yolumuzun esası şu yedi şeydir:

Kitaba tam bağlılık, sünnete ittiba, helal yemek, eziyet vermekten kaçınmak, günahlardan uzak durmak, tövbeye sarılmak, haklara riayet etmek”. Böyle bir tasavvufa karşı çıkmak da 'ahmaklık' değil midir? Tabi, derseniz, böyle olmayana karşı çıkmamakta 'ahmaklıktır' demeniz gerekmez mi? 

Bu işin önderlerinden olan Kuşeyri: “İmamlarımızın ortak kabulü şudur: Şeriat ilimlerinde (Kitabı ve Sünneti anlamada) deniz gibi derinleşmeyenler bu yolda yürüyemezler” der. O halde 'şeriat, tarikat, hakikat' ayırımını Kitap-Sünnet bilgisi olanların tekrar düşünmesi gerekir. Sanki hakikat şeriatin dışında, ondan başka bir şey, ya da şeriat hakikat değil.

Halkın kemikleşmiş kabullerine karışmayalım tamam, ama işin aslını bilme çabası da ehli ilmin bir görevi değil midir?
Biz de Receb ayının İslam'daki yerini, bu konuyu özel çalışan iki büyük alimin yazdıklarından özetleyelim dedik. İbn Receb el-Hanbeli (v. 795 H) ve bence hadisleri anlamanın henüz aşılamayan tek İmamı İbn Hacer (v. 852 H), ikisi de hemen hemen aynı şeyleri söylüyor. İbn Hacer bu konuya ayırdığı kitapçığına şöyle başlıyor:

“Ne Recep ayının, ne onda oruç tutmanın ne de onun belli bir gecesini kutlamanın faziletine dair delil olabilecek sahih bir hadis yoktur. Bunu benden önce Hafız Herevi de, başkaları da bu kesinlikte söylemiştir… Bu ay konusunda zikredilen hadislerin bir kısmı zayıftır, bir kısmı da uydurmadır…”

Burada şu kuralı da hatırlamalıyız: Sevaptan söz eden/fedail konularında zayıf hadisle de amel edilebilir. Doğru, ama bunun da şartlarını zikrederler: Hadis çok zayıf olmayacak, Kitaba ya da sahih bir hadise muhalif olmayacak, anlattığı şey için bu kesin böyledir diye itikat edilmeyecek. Bu ölçülerle düşünüldüğünde Recep ayı hakkında şu zayıf hadisten başka amel edilecek hadis kalmaz: “Allah'ım, Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan'a kavuştur”.

Recep ayının üstünlükleriyle ilgi çok geniş rivayet edebiyatının büyük bir kısmı muhtemelen Cahiliye'den kalmadır, bir kısmı da sonradan uydurmadır. Cahiliye müşrikleri ve özellikle de Mudar kabilesi için Recep, bizim Ramazanımız gibi mübarekti. Zaten 'Recep' saygın ve mübarek demekti.

Recep'le ilgi çok zayıf hadislerde onda oruç tutmanın faziletinden bahsedenler vardır. Bunun kaynağı da muhtemelen onun 'Haram Aylar'dan olmasıdır. Bilindiği gibi İslam takvimindeki dört Haram Ay'dan biri Recep'tir. 'Haram', saygın demektir, bu sebeple Haram Aylar'da bu saygının bir ifadesi olarak oruç tutmak da saygıdır. Bunun için onu diğer Haram Aylardan farklı bilmeden onda da oruç tutmanın faziletinden söz edilebilir.

Bununla birlikte Hz. Ömer'in Recep ayında oruçlu olduğu için elini sofraya uzatmayanların ellerine sopayla vurduğu ve 'onu Ramazan'a benzetmeye mi çalışıyorsunuz' diye azarladığı nakledilir. Bu yasaklama Hz. Ebubekir'den de rivayet edilir. Diğer aylardan bir farkı olmadan Receb'de de oruç tutmak yasak olmadığına göre, onun bu azarlaması muhtemelen onda sürekli oruç tutanlar için olmalıdır. Şaban ayında ise Efendimizin Ramazan'a bir hazırlık olarak daha çok oruç tuttuğu sabittir. Bununla birlikte Şaban'ın on beşinden sonra oruç tutmamayı tavsiye ettiği de bilinir. Ta ki, Ramazan'a yorgun girilmesin.


***Bİ'DAT İLE MÜCADELEM!



Zilhicce ayı, muharrem ayı duası,ibadetleri, namazları ....Kandil gecelerinde okunacak dualar,kılınacak namazlar...

Bugünlerde cep telefonlarınıza şu namazı şu gün kılarsanız şu kadar sevap kazanacaksınız türü yazılar gelmeye başlayacaktır. Aman dikkat! 

Her hangi bir ibadetin ibadet olması ancak onu, ashabın yapması ile yani Peygamber aleyhisselamdan görmesi ile mümkündür. 


Biri size bir hadis gönderdiğinde veya bir yerde okuduğunuzda onun sahih bir hadis olup olmadığını kolay bir şekilde kontrol edebilirsiniz. 

Kaynaklar belli; bir sahih-i Buhari , sahih-i Müslim ve Kütüb-ü sitte kitabı satın alın veya internette bu kitapları indirin ve yazın duyduğunuz hadisi . Eğer bulamıyorsanız öyle bir hadis yoktur. Mesela hemen Muharrem ayı ile ilgili duyduğunuz namazları, duaları yazarsanız bu ibadetlerin olup olmadığını kolayca bulabilirsiniz.

Bi'datlerin tehlikesini anlamanız açısından soru-cevapları ve onun altındaki açıklamayı okumanızı tavsiye ederim.


Nureddin Yıldız:Tarih : 03 Şubat 2011 tarihinde sorulan fetvalara verdiği cevaplardır. 


Soru 1:Muharrem ayının ilk onunda yapılması gerekenlerle ilgili sahih hadis var mıdır?

Cevap1:Muharrem ayına mahsus yapılacak tek şey, onuncu ve on birinci ya da dokuzuncu ve onuncu günlerini oruçlu geçirmektir. Bunun dışındakiler bid’attir.


Soru 2:Bid’at uygulamalarda insanları nasıl uyarmalıyım?
Fahri Kur’an kursu hocalığı yaptım iki yıl. Şimdi de etrafımda hoca olarak görülüp, Kur’an okumalarına, sohbetlere davet ediliyorum. Bayanlarda çok fazla bid’atçılık var ve nasıl, hangi dille uyaracağım konusunda sizden yardım istiyorum; cenaze sonrası 40’lar 52’ler, elden ele dolaşan teşbihler, aşure ile günah dökmeler, tefriciyeler, 41 Yasin’ler, sınav vakti Fetih’ler, okunan pirinç ve kalemler, sohbet ortamında tabağa konan tuz ve şekeri şifa niyetiyle yalamalar… Kalp kırmadan, kötü olmadan nasıl anlatabilirim doğruları?


Cevap2:Bid’atlerde kimse nihaî bir savaş zaferi elde edememiştir. Bid’atler bu ümmetin iç imtihanlarından biridir. Kesinlikle salıverilmeleri doğru olmaz. Mücadele ederken kendimizi helak etmemize de değmez. Üzerinize düşeni yapın; anlatın, ikaz edin, nasihat edin, doğru olanı gösterin ama abartmayın. Abarttığınızın altında kalabilirsiniz. Şunu da unutmayın: her bid’at ihmal edilmiş bir sünnet’in yerine çıkan mantar gibidir. Siz Sünneti yayın, bid’atler kendiliğinden erisin. Allah’a emanet olun.

Soru 3:Bid’atlerin yapıldığı bir ortamda ne yapmalıyız?
Cenaze olduğu zaman hanımlar evlerde akşamları 7 gün toplanıyor ve Yasin, Mülk suresi vs. okunduktan sonra belirli bir sayıda ‘la ilahe illallah’ çekip dua eşliğinde ölüye hediye edip ikram vs. aldıktan sonra dağılıyorlar. Bana da teklif ediliyor Kur’an okumam için fakat ben bu durumdan çok rahatsızım. Maalesef bid’atlere takılıp kalmışız ve hazır böyle bir topluluk bir aradayken bunu değerlendirmek isterim, ne önerirsiniz hocam, cenaze evinde ne tür bir sohbet verebilirim?


Cevap3:Bid’atlerle mücadele çetindir. Bu ümmetin en derin iç meselelerrinden biri olarak bid’atler pek çok önder şahsiyeti yıpratmıştır. Bu nedenle size, ‘ömrünüzü bid’atlerle mücadele ayırın’ dememiz yanlış olur. ‘Bid’ate teslim olmak’ da din açısından bir tehlikedir. İmanımızı bile silip götürebilir bir tehlike olarak görürüz onları. Örneğini verdiğiniz ortamlarda ÇOK KISA ZAMAN DİLİMLERİ olarak ve hiçbir tartışmaya girmeden, YİYİP İÇMEDEN konuşup çıkarak katılabilirsiniz. Bundan ötesi sizi tüketir.


Peki Haram aylarla ilgili hiç mi ayet,hadis yok ?

Evet var. Aşağıdaki
ayetlerden ve hadisten haram aylara hürmet edilmesi gerektiğini anlıyoruz. Ve muharrem ayı içinde aşure orucu ile ilgili sahih hadisleri görüyoruz. Bu hadisleri aşağıdaki linkteki yazıda bulabilirsiniz.


 Haram aylar hakkındaki ayetleri verdikten sonra bu bidatlerin işlenmesine göz yumulmasının nedenleri ve zararlarını açıklayan yazıyı okumanızı tavsiye ediyorum.
 Haram aylar hakkında Allah Teala şöyle buyurmuştur:

“Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte bu, doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin …”[24]

“Sana dokunulmaz ayı[25], o ayda yapılan savaşı soruyorlar. De ki: "O ayda savaş ağır bir suçtur. Ama Allah yoluna engel olmak, ona ve Mescid-i Haram'a karşı tanımazlık etmek, halkını oradan çıkarmak Allah katında daha ağır suçtur. Fitne, adam öldürmekten de ağırdır. Eğer onların gücü yetse, sizi dininizden çevirinceye kadar savaşa devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, yaptıkları işler dünyada ve Ahirette boşa gider. Onlar cehennemden ayrılamazlar. Orada sürekli kalırlar.”[26]

“Ey müminler! Allah'ın ibadet amaçlı sembollerine, (içinde savaşılması) haram olan aya, Kâbe'ye armağan edilen kurbanlığa, gerdanlıklı kurbanlık hayvanlara, Rabblerinin bağışını ve rızasını kazanmak amacı ile Kâbe’yi ziyaret etmeye gelenlere sakın saygısızlık etmeyiniz…”[27]

Bir başka ayette ise Allah Teala, şeâirullâh’a yani kendi koyduğu sembollere saygı gösterilmesinin, kalplerin takvâsına bağlı olduğunu bildirmektedir.[28] Muharrem ayının içinde bulunduğu haram ayların da bu sembollerden olduğu, bir önceki ayette Cenab-ı Allah tarafından açıklanmıştır.

Bu konudaki hadis-i şeriflerden bir tanesi ise şöyledir:

Ebû Bekre radıyallâhu anh, Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle rivayet etmiştir:

“Zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki (ilk) hey'etine dön­müştür. Sene, on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Üçü arka arkayadır ki bunlar; Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'dir. Dör­düncüsü de Cemaziye’l-âhir ile Şa’ban arasında olan Receb-i Mudar’dır.”[29]

Zikredilen bu ayetlerden ve hadisten anlaşıldığına göre, diğer haram aylara olduğu gibi Muharrem ayına da hürmet etmek gerekir. Fakat bu hürmet, dinimizin aslında olmayan bir takım ibadetler icat ederek olmamalıdır. Zira ibadetler ancak ve ancak ayet ve sahih hadislerle sabit olur.


 
Zilhicce ayı, muharrem ayı duası,ibadetleri, namazları ....Kandil gecelerinde okunacak dualar,kılınacak namazlar...ile ilgili “Bu hadisler, Müslümanları iyilik yapmaya teşvik (terğib) için söylenmiş sözlerdir. Normal zamanlarda caminin yolunu bilmeyen nice insan, bu gün ve gecelerde camilere akın etmekte, tevbe istiğfar edip namazlar kılmaktadırlar. Şimdi bu hadislerin mevzu olduğunu söyleyerek bu yaptıklarını da yapmamalarını mı söylüyorsunuz?” Şeklinde bazı düşünceler akla gelebilir. Hiç şüphesiz bir kimsenin Allah’a tevbe istiğfar etmesi, namaz kılıp oruç tutması küçümsenecek bir şey değildir. Bunun terkini de hiçbir Müslüman temenni edemez. Lakin sadece bu günlerin faziletine güvenip diğer günlerde dini, imanı, ameli unutan kişilerin varlığı da inkar edilemeyecek bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır. Bu kişileri böyle yanlış düşüncelere iten sebeplerin başında da bu uydurma hadisler gelmektedir. Bu konuda M. Yaşar Kandemir Hoca şunları söylemektedir:

“Tergîb hadisleri, Müslümanları “zannedildiği gibi- dünyayı ihmal ederek nâfile ibadetle meşgul olmaya her zaman sevk etmemiş, hatta çoğu defa -Hz. Peygamberin
sallallâhu aleyhi ve sellem  neticesinden korktuğu üzere- onların farz ibadetleri dahi ihmal etmelerine yol açmıştır.

“Bid'atlar İslâm'ın ruhuna aykırı, Allah ve Rasûlü 
sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından men edilmiş olmakla beraber bazı zamanlarda ve bazı içtimâî sınıflarda din duygusunun yaşamasını, dinin canlı kalmasını temin ediyor; bu bakımdan müsâmaha edilmesi gerekmez mi?” diyenlere ise Hayrettin Karaman Hoca şöyle cevap vermektedir:

“İslâm'ın iman, ibâdet, nizam ve ahlâk olarak terkedilip unutulması ve sadece bid'atlar vasıtasıyla varlığının hatırlanması onun hayatı değil, ölümüdür. Onu yaşatmak için bünyesine yabancı olan bid'atları değil, İslâm'ın esaslarını ihyâ etmek gerekir.

İslâm'ı değil de mücerred bir din duygusunu yaşatmak için bid'at tervicine lüzum yoktur, çünkü o duygu fıtrîdir.”[34]


Dr. Y. Şenol
[24] Tevbe, 9/36.
[25] Bunlara haram ayları denir. Bunlar, kameri aylardan Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Kameri aylar sırasıyla şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîu’l-Evvel, Rebîu’l-Âhir, Cemâziye’l-Evvel, Cemâziye’l-Âhir, Recep, Şa’ban, Ramazan, Şevvâl, Zilka’de ve Zilhicce.
[26] Bakara, 2/217.
[27] Maide, 5/2.
[28] Bkz: Hacc, 22/32.
[29] Buhari, Bed’ul-Halk, 2, Tefsir 9/8.
[34] Hayrettin Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, Yeni Şafak Gazetesi Armağanı, 3 cilt, İstanbul, 1996, c: 1, s: 97.


9 Ocak 2024 Salı

***BİD'AT ve YENİLİKLER-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Efendimiz den sonra ortaya çıkan fikir ve davranışları konumuz açısından üç gruba ayırabiliriz:

a. Kitap ve Sünnet in açık nasslarına aykırı olanlar. Bunlara daha çok isyan, fucûr, fısk.. denir.

b. İbadet ve iman sahalarına girmeyen, dünya hayatını ilgilendiren, yani serbest bırakılmış sahada cereyan eden âdet, alet ve davranışlardır. Bunların da bidatla alâkası yoktur.

c. Âyet ve hadislerin emir veya nehiy şeklinde temas etmediği, sonradan ortaya çıkarılan ve dindenmiş muamelesi gören düşünce ve davranışlardır ki, işte bid at kavramına dahil olan bunlardır. Bazılarınca bid at içinde mütalâa edilen tesbih kullanma, toplu zikir yapma, tarikatlardaki evrâd ü ezkâr gibi, dinde aslı olanlar bid at sayılmaz. Bu şıkta, mevlid gibi, bid at-ı hasene tabir edilenler de varsa da, eğer dinde aslı olmayan düşünce, inanış ve uygulamalar, İslâm ın itikad esaslarına zıt ise ve âdeta dinden bir parça, itikad veya ibadetten birer cüzmüş imiş gibi telâkki ediliyor ve sünnetleri unutturuyorsa, bunlar tam manâsıyla bid attır ve hepsi kabihtir, kötüdür, merduttur.

Bid atın Çeşitleri

Daha önce bid atın, biri sözlük anlamıyla, dolayısıyla her yeniyi kapsayan, diğeri de terim anlamıyla, yani efradını câmi ağyarını mani iki tarifinin yapıldığını belirtmiştik. Birinci tarifi yapanlar daha sonra bid atı ikiye ayırarak, bir kısmına bid ay-ı hasene diğer kısmına ise bid ay-ı seyyie adını vermek zorunda kalmışlardır. Bunlara dinî ve dünyevî bid at adını verenler de vardır. Bu konuda ilim adamlarının izahlarından bir kısmını kaydetmek istiyoruz.

Bidat-ı Hasene, Bidat-ı Seyyie

Bidat-ı hasene ve seyyie olarak ikiye ayıran alimlerin ilki, İmam Şafii dir (204/819). Harmele ibn Yahya, İmam Şafii den şunu nakleder: Bid at iki kısımdır: Övülen (mahmûd) ve yerilen (mezmûm). Sünnet e uygun olana övülen, sünnete muhâlif olana ise yerilen bid at denir. Beyhakî, İmam Şafii nin bu sözünü şöyle izah eder: Yerilen (kötü/seyyie) bid atın dinde dayanacağı bir aslı yoktur. Şer î ıstılahta buna mutlak bid at denir. Övülen (hasene/güzel) bid at ise Sünnet e uygundur. Yani Sünnet ten dayanacağı bir delil vardır. Bu şer î manâsıyla değil, sözlük manâsıyla bid attır. İmam Şafii den şöyle bir söz de nakledilmiştir: Sonradan ortaya çıkan (muhdesat) şeyler iki çeşittir. Bir kısmı, Kitap, Sünnet veya İcma dan birine muhâliftir ki, bu dalâlet olan bid attır. Hayır/iyilik olarak ortaya çıkarılan yenilikler ise, ihtilafsız bir şekilde, [iyidirler], tenkit edilemezler (Askalânî, 17:10).
İmam Şafii yi takip eden bir çok âlim de yaklaşık aynı taksimatı benimsemişlerdir. Bunlardan biri de meşhur Şafii alimi İz b. Abdiselam dır (260/874).


Ona göre bid at üç kısma ayrılır:
 1. Şeriat ın mendup veya vâcip olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet te yapılmayanlara bid at-ı hasene;
 2.Şeriat ın haram veya mekruh olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet te yapılmayanlara bid ay-ı kabihe/seyyie;
 3.Şeriat ın mubah olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet te yapılamayanlara ise mubah bid at denir (Abdüsselâm, 578).

İmam Gazalî (505/1111), bu konuda geniş bilgi vermemekle birlikte, İhya da, masa veya benzeri bir şey üzerinde yemek yeme konusunu işlerken şöyle diyor: Hz. Peygamber den sonra ortaya çıkan şeylere bid at denir ama, her bid at kötü değildir. Kötü bid at, bir sünnete zıt olan, şer î bir emri kaldıran ve illeti sabit olan şeydir. Oysa sebepler değiştiğinde, bazen yenilik yapmak (bid at) gereklidir
(Gazalî, 2:6).

Nihaye sahibi İbn Esir ise, konuyu şöyle açıklamaktadır: Bid at, bid at-ı hüda ve bid at-i dalâl olmak üzere iki çeşittir. Allah ve Resûlü nün emrettiğine muhâlif olan yenilik, tenkit ve reddedilir. Allah ın emir ve Resûlü nün yapılmasını teşvik ettiği genel kurallardan birinin kapsamına giren yenilikler ise övülür. Daha önce bir benzeri bulunmayan, bazı cömertlik çeşitleri gibi hususlar da övülen fiillerdir. Ancak bunlar, Şeriat a muhâlif olmamalıdır. Çünkü Hz. Peygamber, Kim İslam içinde güzel bir çığır açar ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiç bir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri kendi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiç bir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır
(Müslim, Zekât , 69; Nesaî, Zekât , 64) buyurmuştur. Hz. Ömer in teravih için söylediği "bu ne güzel bid at oldu" sözü de buna delâlet etmektedir. Yani övülen bid'atlardandır. Çünkü bid'at dedikten sonra, ne güzel sözüyle bunu övmüştür (İbn Esîr, 1:107).

Abdulhakk ed-Dehlevî de, Hz. Peygamber'den sonra ortaya çıkıp sünnetinin genel prensiplerine ve esaslarına uyan bid ata, hasene, uymayana ise seyyie denir. şeklinde görüşünü açıklar (Tahanevî, 1:133).
Bid atı kısımlara ayıranların tarifleri topluca değerlendirilirse, bid at-ı hasene, aslı dinde olup, faslı [ayrıntıları] formüle edilmeyen; bid at-ı seyyie ise, hem aslı hem de faslı dinde olmayan hususlar olduğu anlaşılır.
Bu düşüncede olanlar, bid ay-ı haseneye şu örnekleri verirler: Minare, ribat, medrese, han, vb. şeyler inşa etmek; her ilimde kitap yazmak, hadis toplamak ve bunları şerh etmek (Süyutî, 38).

Bidat bir Bütün müdür?


Bidatın hasenesinin, iyisinin, güzelinin olmayacağını; Her bidat dalâlettir .. hadisine dayanarak bid atın bir bütün olduğunu savunan âlimler de vardır. Mesela, Şatıbî (790/1388), Zerkeşî (794/1392), İbn Recep (795/1393), İbn Hacer el-Askalanî (852/1448), İbn Hacer el-Heytemî (974/1566), İmam Rabbanî (1563-1625), İmam Birgivî, (981/1573), Suyûtî, (911/1505), muasır alimlerden Muhammed Buhayt, Ali Mahfuz, Muhammed Abdusselam, Mevdudî, Ahmed Ferid, Muhammed b. el-Alevî, İzmirli İsmail Hakkı, Abdullah Draz bunlardandırlar.


Şatıbî, İz b.Abdisselam ın bid atı ikiye ayıran fikirlerini verdikten sonra şöyle der: Böyle bir taksimatı gerektirecek hiç bir şer î delil bulunmamaktadır. Zaten kendi içinde çelişki vardır. Çünkü bid at, nass veya genel kaide cinsinden şer î bir delili olmayan şeye denir. Eğer o işin vâcip, mendup veya mubah olduğuna delil olabilecek bir dayanak varsa, bid attan söz edilemez. O iş, ya emirler manzumesine dahildir ya da en azından yapılması serbest bırakılmıştır. Hem bid at olsun, hem de vâcip, mendup veya mubah olduğuna delil bulunsun; bu çelişkiden başka bir şey değildir. Haram veya mekruh sayılan bid atlara gelince, bunların haram veya mekruh olduklarına şer î bir delil varsa onlar da bid at olmazlar; günah ve isyan hükmünü alırlar. Adam öldürme, zina, hırsızlık vs.. bid at değiller, birer günahtırlar (İ tisam, 1:191-192). Başka bir yerde de, bid at çıkaranların bütünü, hasene, seyyie ayırımına sarılarak kendilerini savunurlar. Bu onların tek dayanağıdır (a.g.e. 1:144) der.


İmam Birgivî ise, görüşünü şöyle açıklar: Bid at kelimesi genel bir kelime olduğu için, aslında red edilmeyen âdet [mubah] cinsi yenilikleri de kapsamına alır. Değilse, şer î ıstılah olarak bid atın hasenesi yoktur. İbadet cinsinden, bid ay-ı hasene denilen hususlar araştırılsa, hepsinin, işaret veya delâlet yoluyla Şari tarafından serbest bırakılan cinsten oldukları görülür. İbadetlerdeki bid at, sünen-i hüdanın karşıtıdır. Âdetlerdeki yenilikler ise, sünen-ı zaidenin karşıtıdır. İnançtaki bid atların karşıtı da Ehl-i Sünnet ve l-Cemaat ın inançlarıdır. İlk dönemlerde bu tür şeylerin konuşulmaması ya ihtiyaç olmadığından ya da başka mühim işlerle uğraşıldığı için vakit bulunmadığındandır (Birgivî, 9-12). İbn Recep el-Hanbelî de (795/ 1393) aynı görüşü paylaşır (İbn Recep, 2:129).

Buharî şarihi İbn Hacer el-Askalanî, (852/1448), Aslında bid at, geçmişte [Asr-ı Saadet te] örneği görülmeyip yeni ortaya çıkarılan şeydir. Terim olarak, Sünnet in mukabili [zıddı] olana denir. Dolayısıyla bid at, mezmum yani seyyi edir. der (Askalânî, 17:9).
Reşit Rıza da, İ tisam a yazdığı tahkikte, sözlük anlamıyla bid atın hasene-seyyie kısımlarına ayrılabileceğini ama terim anlamıyla bütün bid atların seyyie olduğunu söyler.

Temel hizmetlerinden biri Sünnet i ihya ve bidatla mücadele olan İmam Rabbanî
de bid atın ikiye ayrılmasının uygun olmadığını şöyle açıklar: Bazı kimseler bid atı, hasene ve seyyie şeklinde ikiye ayırarak, hasene, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin zamanında olmayıp Sünnet i kaldırmayan, seyyie ise Sünnet i kaldıran her amel olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu fakir, bid at olup da güzel, nûranî, iyi olan hiç bir şeye rastlamadı. Onda karanlık, bulanıklık ve yanlışlıktan başka bir şey yoktur.

Bir kimse, basiretinin zayıflığından ötürü, ilk zamanlar bid atta bir tazelik, tatlılık, hoşluk görse bile, bir süre sonra o bid atın pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey olmadığını anlayacaktır. Hz. Peygamber, [dinde] yapılan her yeniliğin bid at, her bid atın da dalâlet olduğunu bildirmişlerdir. Öyle ise bid ata hasene (iyi) demek mümkün değildir.
Diğer bir hadiste (İbn Hanbel, 4:105) belirtildiği gibi, her bid at mutlaka bir sünnete engel olmaktadır. Meselâ, bazı âlimler namaza kalben niyetlenmenin yanı sıra, niyeti dille de söylemenin bid at-ı hasene olduğunu söylerler. Hâlbuki bize, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiinden, niyetin dille söylendiğine dair, ne sahih ne de zayıf hiç bir haber gelmemiştir. Onlar ayağa kalkınca, ihram (başlangıç) tekbiriyle hemen namaza girmişlerdir. Bu durumda dille söylemek bid at olur. Bazı âlimler buna bid at-ı hasene demişlerdir ama, fakire göre, bu bid at, sünnet bir yana farzı dahi kaldırmaktadır. Çünkü, insanların pek çoğu, sadece dille niyet getirmekle yetinecek, kalp, namazdan gafil olsa bile buna aldırış etmeyecektir. İşte o zaman, namazın farzlarından olan kalben niyet, bütünüyle terk edilmiş olacak ve namazın fesadına sebep olunacaktır. Diğer bid atları da buna kıyas edebilirsin (İ. Rabbani, 1:293).

Bu aktarılanlardan şöyle bir neticeye varıyoruz:

Hz. Peygamber in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Biliniz ki, sözün hayırlısı Allah ın kitabı, yolun hayırlısı da Muhammed in yoludur. Ve işlerin en kötüsü [dinde] sonradan çıkarılan şeylerdir. [Dinde sonradan çıkarılan] her bid at bir sapıklıktır. Ve her sapıklık ateştedir "(Buharî, İ tisam , 2; Müslim, Cum a , 43) hadisi, ıstılahî anlamda her bid atın seyyie olduğunun yeterli ve en güzel delili olmalıdır. Buna mukabil, yukarıda kaydettiğimiz "Kim İslam içinde güzel bir çığır açarsa..." hadisi ileri sürülerek bid at, hasene ve seyyie şeklinde ikiye ayrılmak istenmiştir. Burada tartışma, kanaat-i acizanemce biraz lafzî olmaktadır. Yukarıda da arz edildiği gibi, dine, onun iman, ibadet ve temel muamelat, ukubat esaslarına ait ve zıt, Sünnet e muhalif, bir itikat, ibadet, muamelat ve ukubat prensibi gibi dinden sayılan, ama dinde aslı olmayan her yenilik bid attır ve bunun asla iyisi olmaz. Buna mukabil, aslı dinde olan, tarikatlarda evrad ü ezkâr gibi, tesbih kullanma gibi uygulamalar ise bid atın içine girmemelidir. Eğer bunlar bid ata dahil edilmezse, o zaman bid at da hasene-seyyie diye ayrılmaz. Şu kadar ki, mevlid gibi, dinde olmamakla beraber, dine muhalif de olmayan uygulamalar, dinden sayılmamak, dinî bir ibadet gibi algılanmamak kaydıyla, dine de hizmet eden bir yanı varsa, bu takdirde seyyie bid at sayılmamalıdır.
Bid atı izafî ve hakikî bid at adıyla ikiye ayıranlar da olmuştur. Bunlara göre hakikî bid at ilim adamlarının araştırmaları neticesinde Kitap, Sünnet, İcma veya diğer geçerli bir delile, ne umumi kaide olarak ne de detaylarda dayanan bid attır. Zaten bundan ötürü buna hakikî bid at denilmiştir. Çünkü tamamıyla dayanaksız, uydurma bir şeydir; her ne kadar bunu ortaya çıkaran, bir yerlere yamamaya çalışsa bile.

İzafî bid at ise iki yönlüdür. Bir yönüyle şer î bir delile dayandığı için bid at denilemiyor. Diğer yönden ise hakikî bid at gibi sonradan ortaya çıkmış ve dayanağı da net değildir. Bu özelliğinden ötürü izafî bid at, hakikî bid ata düşmemek için kaçınılması gereken bir durumdur (Şatibî, İ tisam, 1:277) 


Nitekim şer î ahkam açısından net olmayan durumlardan kaçınmak gerektiği şu hadiste dile getirilmiştir:
"Helâl olan şeyler bellidir. Haram olanlar da bellidir. Fakat helâl ile haram arasında bir takım şüpheli şeyler vardır [ki, helâl veya haram olduklarını çok kimseler bilmezler.] Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, şerefini, haysiyetini ve dinini kurtarır. Kim de şüpheli şeylere dalarsa, yasak bölge [beylik koru] etrafında koyunlarını otlatan çoban gibi, koruya dalıvermeğe yaklaşmış demektir. İyi biliniz ki, her hükümdarın ilan ettiği bir yasak bölgesi olduğu gibi, Allah ın da yer yüzündeki koruluğu [yasak bölgesi], haram ettiği şeylerdir" (Buharî, İman , 39; Müslim, Müsakat , 107).

Prof. Dr. Abdulhakim Yüce

Kaynaklar
A. Muttakî el-Hindi, Kenzu'l- Ummal; el-Askalanî, İbn Hacer, Fethu'l- Barî; Atiyye, İzzet Ali, el-Bid'atu; Bediiüzzaman Said Nûrsî, Lem'alar; Beyhakî, Menakibu'ş-Şafii; Birgivî, Tarîkat-ı Muhammediyye; Buhayt, Muhammed, Ahsenu'l- Kelâm; Cessas, Usul; Draz Abdullah, el-Mizan Beynes'- Sünneti ve'l- Bid'ati; Erdoğan, Mehmet, Ahkâmın Değişmesi; eş-Şekirî, es-Sünenu ve'l- Mübtedi'at; Gazzalî, M, Düstûru'l-Vahdeti's- Sakafiyyeti Beyne'l-Müslimîn; Heysemî, Mecmeu'z- Zevaid; İbn Aşur, Makasıd; İbn Esir, el-Bidaye ven-Nihaye; İbn Kuteybe, Te'vil; İbn Manzur, Lisanu'l- Arap; en-Nevevî, Büstanu'l- Arifîn; İbn Recep, Câmiu'l- Ulûm ve'l- Hikem; İbn Sa'd, Tabakat; İmam Rabbanî, Mektubât; İz b. Abdusselam, Kitabu'l- Fetâvâ; Karaman, Hayrettin, İslam Işığında Günümüz Meseleleri; Kardavî, Hasâis; Maverdî, Ahkamu's- Sultaniyye; Pezdevî, Usul; Serahsî, Usul; Suyutî, el-Emru Bi'l- İttiba' ;. Şatıbî, Muvafakat; İ tisam; Tahanevî, Keşşafu Istılahatı'l- Funûn.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR