18 Ekim 2019 Cuma

Zaruriyat,Haciyat,Tahsiniyat


"Celb-i Menfaat ve def'i mefsedet" Duruma ve ortama uygun olan iş, insanların yararına ve çıkarına olan davranış, hayra ve salaha vesile olan amellere "Menfaat,Maslahat" zıddını "mefsedet ve mazarrat" şeklinde iki başlık altında taksim edilmiştir.

"Celb-i Menfaat ve def'i mefsedet" bütün emir ve yasakların esasını teşkil eder. Hayrın şerle,salahın fesadla, menfaatın mazarratla, güzelliğin çirkinlikle,
iyiliğin kötülükle, faziletin reziletle yanyana bulunması hikmetin icabı olduğundan maslahat ve mefsedetlerin çeşitli dereceleri ve şekilleri vardır. 

Mefsedet zararları tümden yok etmek, bu mümkün olmadığı zaman en asgariye indirmek; bütün maslahatları ve faydaları tahsil etmek, bu mümkün olmadığı zaman "en fazlasını tahsil etmek, zarar faydaya eşit olunca zarara öncelik vermek" islamın şaşmaz kaidesidir.

İnsanların yararına ve çıkarına olan şeylerin hepsi farz,vacip, sünnet veya müstehap kılınarak emr ve tavsiye; zarar ve ziyan veren her şey ya haram veya mekruh kılınarak nehy ve men ediliyor.

Zaruriyyat-ı Diniyye; zaruriyat-haciyat-tahsiniyat(Kemaliyat,tahsinat ve tezyinat) Bu taksim ilk dönem usul alimleri tarafından yapılmıştır.

Tabii ve zaruri olan temel hususların beş tane olduğu ifade edilmiştir: 

Dinin Korunması, 
Hıfz-ı akl (aklın korunması), 
Hıfz-ı nesl (neslin korunması), 
Hıfz-ı mal (malın korunması), 
Hıfz-ı nefs (Nefsin korunması/ferdin korunması). 

Bu beş temel Zaruriyyat-ı Diniyye'yi oluşturmaktadır. Ve daha geniş bir şekilde tek tek başlık altında açıklanması gerekmektedir.

Zaruiyyat; Ferdi ve ictimai hayatın bekası ve mevcudiyeti için olması gereken şeylerdir. Bunların bulunması şarttır. Şayet bulunmazsa dünya hayatı felç olur,keşmekeş meydana gelir, ferd ve cemiyetlerin bozulmasına yol açar, din ve ahiret itibariyle ebedi saadetin ve daimi, nimetlerin yitirilip aralıksız bir azaba düçar olma bedbahtlığına yol açar. Bu çeşit şeyler de ya sadece akıl ve dünya itibariyle zaruri olur,yemek içmek gibi veya sadece ahiret ve din itibariyle zaruri olur, namaz kılmak gibi veyahut da hem dünya ve akıl, hem de ahiret ve din yönünden zaruri olur.

Haciyat; Bu başlık altında toplanan şeylerin mevcudiyeti şart ve zaruri değildir ama bulunmamaları meşakkate,zahmete, sıkıntıya ve darlığa sebep olur. İctima düzeni ve hayatı felç etmez. İslamda kolaylık esas olunduğundan bu çeşit ihtiyaçların giderilmesi önemli ve gerekli görülmüştür. Seferde iken namazın kısaltılması, orucu tutmamaya ruhsat verilmesi, borç para alınması ve verilmesi, helal olan hoş şeylerin yenmesi ve içilmesi, mesken ve binek edinilmesi bu kısma girer. Ancak haciyat ister umumi ister hususi olsun ekseriya zaruriyat hükmünde olur.

Kemaliyat,Tahsiniyat ; Lüks ve fantazi de denilen bu çeşit hüküm, mal ve hizmetlerin mevcudiyeti ne zaruri ne de lüzumludur. Sadece bir şeyin tam ve kemal olması noktasında bunlara ihtiyaç vardır. Yapıldıkları zaman yapılan ameli süsler, bezer ve donatır. Temizlik,nezafet, yeme ve içmenin adabı, nezaket derbederlikten ve kalabalıktan sakınmak gibi husular bu kısma girer.

Dini hükümler binasının alt katını beş zaruri , orta katını haciyat, en üst katını da tezyinat,tahsiniyat teşkil eder. İkinci katın mevcudiyeti birinci kata,üçüncü katın mevcudiyeti de hem birinci katın hemde ikinci katın mevcud olması şartına bağlıdır. Fakat bunun zıttı böyle değildir. Bu üç katı da bezeyen ve donatan, onları daha da güzelleştiren ve cazibesini artıran hususlara "tetümme ve tekmile" (lüks-fantezi-aksesuar) adı verilmektedir.

Kaynakça;

Hikmet-i Teşri. Kazım Baykal

Hukuk-u İslamiyet ve ıstılahat-ı fıkhiye kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen

Dairetü'l-Maarif, Bustani

Şah V.Dihlevi Hüccetu'l Baliğa


http://zulcenaheyn.blogcu.com/zaruriyat-haciyat-tahsiniyat/468278


17 Ekim 2019 Perşembe

Esabab-ı Nüzul nedir? Ayetlerin hepsinin iniş sebebi var mı?


Soru Detayı


- Peygamberimiz ayetlerin iniş sebebi hakkında bilgi vermiş midir?
- Nuzül sebepleri olarak gösterilen bütün rivayetler sahih midir?

Esbâb-ı nüzûl, Tefsir ilminin âyet veya sûrelerin iniş sebeplerini araştıran ilim dalıdır.

“Nüzûl sebepleri” anlamına gelen bu tabir, Hz. Peygamber (asm)’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya birkaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olayı, durumu ya da soruyu ifade etmek üzere kullanılır.

Esbâb-ı nüzûl (esbâbü’n-nüzûl) sadece âyetlerle ilgili bir tabir olup, Resûl-i Ekrem (asm)’in herhangi bir konuya dair açıklama yapmasına veya bir davranışta bulunmasına vesile olan özel sebeplere ise "esbâbü vürûdi’l-hadîs" denilmiştir.

Her şeyden önce esbâb-ı nüzûl tamamen rivayetle alâkalı bir disiplin olduğundan, hadis usulünde hadislerin sıhhati için aranan genel şartlar bu konuda da geçerlidir. Zira herhangi bir âyetin nüzûl sebebi, âyetin iniş hadisesine şahit olmuş ve buna sebep olan durumu tesbit etmiş bir veya bir kaç sahâbînin rivayetiyle bilinebilir.

Bu nedenle, ayetlerin iniş sebebi hakkında bilgi veren, Peygamberimiz (asm) değil, onun sahabileridir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetleri muayyen ve müşahhas sebeplere bağlı olarak inmemiştir. Âlimler sadece beş yüz kadar âyetin bu şekilde iniş sebeplerinin bulunduğunu tesbit etmişlerdir. İbn Teymiyye, bunların dışında kalan ve önemli bir kısmı geçmiş peygamberlerin kıssaları ile âhirete dair haberlerden oluşan çok sayıdaki âyetin iniş sebeplerini herhangi bir dış olayda değil doğrudan doğruya bu âyetlerin kendi muhteva ve mânalarında aramak gerektiğini belirtir. (Muķaddime fî uśûli’t-tefsîr, s. 10)

Buna göre âyetlerin büyük bir kısmı özel bir olaya, konuya, dolayısıyla belirli bir sebebe bağlı olarak inmeyip genellikle insanları muhtaç oldukları hususlarda bilgilendirmek, eğitmek, aydınlatmak, yönlendirmek veya uyarmak maksadıyla vahyedilmiştir. Böylece aslında Kur’an’ın herhangi bir âyetinin sebepsiz ve hikmetsiz şekilde indiği düşünülemezse de esbâb-ı nüzûl tabiri özellikle belirli bir sebebe bağlı olarak inmiş bulunan âyetler için kullanılır.

Bir olayın nüzûl sebebi kabul edilebilmesi için onun nakledildiği rivayette hadis usulü açısından aranan şartlar yanında olayın Hz. Peygamber (asm) döneminde vuku bulduğunun tesbit edilmiş olması ve ilgili âyet veya sûrenin muhtevası ile münasebetinin bulunması gerekir.

Şu rivayette bildirilen olay esbâb-ı nüzûl için bir örnek olarak zikredilebilir. Ashaptan âmâ bir zat olan İbn Ümmü Mektûm bir gün Hz. Peygamber (asm)’e gelerek ondan ısrarla kendisini irşat etmesini istemişti. Resûl-i Ekrem o sırada müşriklerin ileri gelenlerinden bazılarına İslâm’ı tebliğle meşgul olduğundan kendisiyle ilgilenmemiş, hatta ondan yüz çevirmişti. Bunun üzerine Abese sûresinin ilk âyetleri nâzil olmuş ve Hz. Peygamber (asm)’in bu davranışının Allah katında hoş karşılanmadığı bildirilmiştir. (Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 73)

Nüzûl sebeplerine dair rivayetlerin muteber sayılabilmesi için bunların muttasıl bir senedle rivayet edilmesi gerekir. Bu da söz konusu haberin ya doğrudan doğruya sahâbîlerden veya onlardan bizzat duyma ve işitme (semâ) yoluyla haberi alan tabiîlerden rivayet edilmesiyle gerçekleşir. Eğer bir âyetin nüzûlüne şahit olan sahâbî olayı anlatırken kaynak olarak kendini göstermişse bu haber kabul edilir. Rivayet tabiî vasıtasıyla geliyor ve bir sahâbîye nisbet ediliyorsa bu da sahih sayılır.

Ayrıca sebeb-i nüzûle ait bir haberin senedinde onu rivayet eden sahâbînin ismi zikredilmemişse, mürsel hadis diye adlandırılan bu rivayetin muteber sayılabilmesi için bunun ya Mücâhid b. Cebr, İkrime, Saîd b. Cübeyr gibi sahâbeden hadis rivayet etmekle tanınan müfessir imamlardan birinin rivayeti olması veya başka bir mürsel rivayetle takviye edilmesi gerekir.

Bir âyetin nüzûl sebebi hakkında birden fazla rivayetin bulunması halinde önce bu rivayetlerin sıhhat dereceleri sahih olanı alınır. Sahih rivayetin birden fazla olması durumunda olayı bizzat görmesi veya rivayetin daha sahih bir yolla gelmesi gibi hususlar tercih sebebi sayılır. Bu şekilde tercihe elverişli bir sebebin de tesbit edilememesi halinde anlatılan olayların zaman bakımından birbirine yakın olmaları şartıyla rivayetlerin cem‘ ve telifi yoluna gidilerek âyetin her iki olaydan sonra ve ikisiyle ilgili olarak nâzil olduğu kabul edilir. Bu da mümkün değilse söz konusu âyetin ayrı ayrı zamanlarda meydana gelen olaylardan sonra mükerrer olarak indiğine hükmedilir.

Nüzûl sebepleriyle ilgili rivayetlerde bazı hususi lafızlar kullanılmaktadır. Bunlardan bir kısmı o rivayetin nüzûl sebebine ait olduğu hususunda kesinlik ifade eder. Şöyle ki:

“Âyetin nüzûl sebebi şudur”;
“Falan hadise vuku buldu, bundan dolayı şu âyet indi”;
“Hz. Peygamber’e falan konuda bir soru yöneltilmişti, bunun üzerine şu âyet nâzil oldu.” şeklindeki ifadeler böyledir.

“Bu âyet şu konuda nâzil oldu” gibi ifadeler ise, sebeb-i nüzûle delâlet edebileceği gibi izahı yapılan âyetin tefsiriyle ilgili olup, âyetin alâkalı görüldüğü durum ve kimselere de işaret edebilmektedir.

Bir âyetin ne zaman, nerede, hangi şartlar içinde ve hangi olayla ilgili olarak indirildiğini bilmek âyetin ilâhî maksada uygun şekilde yorumlanması, fıkhî hükümlerin çıkarılması, teşrî‘ hikmetinin kavranması, mübhemâtın, âyet ve sûreler arasındaki tenâsübün bilinmesi, âyette hasr veya tahsis bulunup bulunmadığının anlaşılması bakımından önem arzeder.

Ancak, bir hükmün herkese ait olmasına engel olacak dinî veya aklî bir karine / bir delil yoksa, şu kaideyi unutmamak gerekir:

“Bir hükmün -ayet olarak- iniş veya -hadis olarak- vurud sebebinin hususî olması, onun herkes için geçerli umumi bir hüküm olmasına engel değildir.”

Âyetlerin daha doğru anlaşılmasında esbâb-ı nüzûlden yararlanma yolunun açık tutulmasında fayda bulunmakla birlikte, İslâm âlimlerinin esbâb-ı nüzûl meseleleriyle gereğinden fazla meşgul olmalarının mesailerini verimsizleştirebileceği, Kur’an’a bakış ufuklarını daraltacağı, ilâhî mesajı daha kapsamlı ve çözüm üretici bir şekilde ele alma imkânlarını kısıtlayacağı, yeni problemleri Kur’an perspektifinden değerlendirme ve çözüme kavuşturma yolunu tıkayabileceği gibi sakıncalar da gözden uzak tutulmamalıdır.

Konuyla ilgili bakılabilecek kaynaklardan bazıları:

- Süyûtî, Lübâbü’n-nukul fî esbâbi’n-nüzûl, Dımaşk, ts., s. 3 vd.
- Suyuti, el-İtkân (Beyrut), I, 61-73.
- İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1976, s. 115-121.
- Suat Yıldırım, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, İstanbul 1983, s. 90-94.
- Muhsin Demirci, Esbâbü’n-nüzûl ve Esbâbü’n-nüzûl’a Dair Müstakil Eserler (yüksek lisans tezi, 1984), MÜ İlâhiyat Fakültesi.
- Abdülfettâh el-Kâdî, Sahabe ve Müfessirlere Göre Esbâb-ı Nüzûl (trc. Salih Akdemir), Ankara 1986.
- Ahmed Nedim Serinsu, Kur’ân’ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzûl’ün Rolü, İstanbul 1994.
- Abdullah Aydemir, “Esbâbü’n-nüzûl”, Diyanet Dergisi, XI/1, Ankara 1972, s. 28-36.
- İshak Yazıcı, “Nüzûl Sebeplerini Bilmenin Kur’ân Tefsirindeki Önemi”, Ondokuzmayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, II, Samsun 1987, s. 117-128.
- Diyanet İslam Ansiklopedisi, Esbab-ı Nüzul md.

16 Ekim 2019 Çarşamba

Peygamberimiz Kur'an'ın tümünü tefsir etmiş midir?


Hz. Peygamber (asm)’in Kur’an’ın ne kadarını tefsir ettiği hususuyla ilgili iki görüş bulunmaktadır. Âlimlerden bir kısmı Resûl-i Ekrem (asm)’in Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını tefsir etmediğini belirtmişlerdir. Süyûtî’nin el-İtķān’da kendilerinden görüş naklettiği kişiler içerisinde yer alan Huveyyî de Resûlullah’ın tefsir ettiği âyetlerin az olduğunu söylemektedir. Hz. Âişe’den rivayet edilen,

“Peygamber, Cibrîl’in kendisine öğrettiği sayılı âyet dışında, Allah’ın kitabından herhangi bir şey tefsir etmezdi.”(Taberî, I, 79, 83; İbn Kesîr, I, 18)

şeklindeki rivayet de bu görüşü delil olarak gösterilmektedir.

İbn Teymiyye’nin dile getirdiği, kaynağı Taberî’ye (I, 82-83) ve öncesine kadar giden diğer görüşe göre Resûl-i Ekrem (asm), Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını veya tamamına yakınını ashabına açıklamıştır. Eğer böyle olmasaydı, Allah’ın kendisine verdiği tebyin görevinin (Nahl, 16/44, 64) bir anlamı kalmazdı (Muķaddime, s. 63).

Sahâbîlerin bir kısmından gelen, Kur’an’ın on âyetini Hz. Peygamber (asm)’den öğrenmedikçe diğer on âyete geçmedikleri yolundaki rivayetler ve onların, “Biz Kur’an’ı ilim ve amel olarak birlikte öğrendik.” şeklindeki ifadeleri (Müsned, V, 410; Hâkim, I, 557; Taberî, I, 74-75) bunun delilini oluşturmaktadır.

Kur’an’ın ilk müfessiri Hz. Peygamber (asm)'dir ve tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem (asm)’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazan da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir.

Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem (asm)’den intikal eden yorumları kullanarak, Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri (Taberi, I, 75) bilinmektedir.(Abdulhamit Birışık, DİA, "Tefsir Md." 40/283-284).

Sahabe vahyin ortamına şahitlik etmesi ve ayetlerin hangi olay ve kişiler hakkında nazil olduğunu bildiği için, bütün ayetleri Hz. Peygamber (asm)'e sormamış olsalar da büyük oranda ayetlerin tefsir edildiği söylenebilir...

15 Ekim 2019 Salı

"İsrailiyat'tan bazı şeyler alabilirsiniz." diye hadis var mıdır?


Soru Detayı

- "İsrâiliyat'tan bazı şeyler alabilirsiniz." anlamında bir hadis var mıdır? - Varsa ne demektir, nasıl anlamalıyız?

Konuyla ilgili hadisin manası şöyledir:

"Be­nim tarafımdan (teblîğ edilen Kur'ân'dan) bir âyet olsun halka ulaş­tırınız. İsrâîloğulları'ndan da (ibretli kıssalar) haber verebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur. Her kim (benim söylemediğim bir şeyi söyledi diye) bile bile bana yalan isnâd ederse, o da cehennemdeki yerine yer­leşmeye hazırlansın." (Buhari, Enbiya 50; Müslim, Zühd 72; Tirmizi, İlim 13; Müsned, 3/39)

İsrâiliyat, israiliyye kelimesinin çoğuludur ve bu kelime, israilî bir kaynaktan nakledilen kıssa veya olay anlamındadır. (Zehebi, Muhammed Huseyn; el-İsrailiyyat fı't-Tefsir ve'l-Hadis, Mısır-1986, s. 13)

İsrail, Hz. Yakub'un ismi veya lakabıdır. Yahudiler ona nisbet edilerek kendilerine Benu İsrail (İsrailoğulları) denilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de Yahudileri “Benu İsrail” diye isimlendirmektedir.

O halde İsrâiliyat, Yahudi kaynaklardan aktarılan bilgiler anlamındadır. Ne var ki tefsir ve hadis ilimleriyle uğraşanlar, “İsrâiliyat” kelimesini daha geniş bir anlamda kullanmışlardır. Yahudi ve Hristiyan kültürlerin yanı sıra geçmişlerin mitolojilerinden, tefsir ve hadis kitaplarında bulunan haberlerin tamamına "İsrâiliyat" demişlerdir.

Hemen şunu belirtelim ki; peygamberler, Hz. Âdem'den Peyamberimiz Hz. Muhammed'e kadar birbirlerinin izleyicisidirler. Hepsi aynı yolu savunmuşlardır. Kur'anî terminolojide bu yolun adı İslam'dır.

Peygamberlerin hepsi aynı yolun izleyicileri olduklarına göre birine indirilen her kitap, kendinden öncekine indirilen kitabın doğrulayıcısıdır. Ancak bir kitabın kendinden önceki kitabın doğrulayıcı olması, o kitabın bir fotokopisi olması anlamında değildir. Hepsinde itikat konuları aynıdır, ama pratik hayatla ilgili meselelerde bir takım farklılıklar vardır.

İşte bu gibi farklılık arzeden konularda bir sonraki kitap, bir önceki kitabı nesheder. Yani o farklı konulardaki hükümlerini iptal eder. Ayrıca eğitim üslupları açısından da aralarında bir takım farklılıklar söz konusu olabilir. Çünkü eğitimde takip edilecek metotlar, toplumların yapıları, kültürel birikimleri ve psikolojilerine göre tespit edilir.

İsrâiliyatı çeşitli açılardan kısımlara ayırmak mümkündür. Ancak bizi ilgilendiren, İslam'a uyma ve uymama, bir de onları nakletmenin caiz olup olmaması gibi hususlardır. İşte bu açıdan israiliyatı üç kısma ayırabiliriz:

1. İslam'a uygun olan İsrâiliyat.

2. İslam'a uygun olmayan İsrâiliyat.

3. Hakkında hüküm bulunmayan; doğrulanması ya da yalanlanması için elde bir kıstas bulunmayan İsrâiliyat.

Tevrat ve İncil, bütünüyle tahrif edilmiş kitaplar değildir. Bu nedenle hak ile batılı bir arada bulundururlar. Bunlardan Kur'an ve sahih sünnete uygun düşenler haktır. İslam'a uygun olan İsrâiliyattan maksat da, bu tür hususlardır. Peygamber (asm)'in, başta aktardığımız

"İsrâîloğulları'ndan da (ibretli kıssalar) haber verebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur."

anlamındaki hadisi bu tür İsrâiliyata yorumlanmıştır.

Kur'an ve sahih sünnetle bağdaşmayan İsrâiliyat ise, batıldır ve bu gibi İsrâiliyat, ancak reddedilmek ve eleştirilmek kaydıyla nakledilebilir. İsrâiliyatı nakletmeyi yasaklayan rivayetler de (bk. Ahmed b. Hanbel, III/387; Ibnu Kesir, V/329) bu tür İsrâiliyata yorumlanmıştır.

Bir kısım İsrâiliyat ise, dini hüküm taşımayan hususlarla, olması da olmaması da ihtimal dahilinde olan olayları nakleden İsrâiliyattır. Bu tür İsrâiliyat'ın nakledilmesini bazı alimler caiz görmüştür. Kimi de İsrâiliyat'tan olduklarının belirtilmesi kaydıyla caiz olduğunu söylemişlerdir.

14 Ekim 2019 Pazartesi

Kadir suresi birinci ayetteki "hu" zamiri ile kastedilen Kur'an-ı Kerim olduğu kesin midir, yoksa başka görüşler de var mıdır?


Müfessirler,

"Biz onu Kadir gecesinde indirdik."

ayetindeki "o" zamiriyle Kur'an'ın kastedildiği konusunda ittifak etmişlerdir.(bk. Taberî, XXX, 166; Râzî, XXXII, 27; Şevkânî, V, 554) İndirilenin ismi açıklanmıyarak "hu" zamiriyle işaret olunması da onun açıklanmasına lüzum olmayacak şekilde zihinlerde bilinmiş olduğuna işaret olmasındandır.(Elmalılı, İlgili ayetin tefsiri)


13 Ekim 2019 Pazar

Abese, 80/15-16. ayetlerinde "erdemli katipler"in Kur'an'ı yazmasından mı bahsedilmektedir?


Soru Detayı

- Bu ayetlerde kastedilen mana nedir?

Abese Suresi, Ayet 13 - 16:

"O, mukaddes sayfalarda var; yüce makamlara kaldırılmış, tertemiz sayfalarda. Seçkin ve erdemli elçilerin ellerinde­dir."

"Mukaddes sayfalar"dan maksat, Kur'an'ı içeren sayfalardır; Kur'an ilim ve hikmet ihtiva eden İlâhî bir kelâm olduğu için Allah katında şanı yüce ve değerlidir. Mukaddes sayfalardan maksadın "Levh-i mahfuz" veya "önceki pey­gamberlerin kitapları" olduğunu söyleyenler de vardır. (bk. Şevkânî, Neylü'l-evtâr, V, 444; ayrı­ca krş.A'lâ 87/18-19)

"Seçkin ve erdemli elçiler" diye tercüme ettiğimiz "sefere" (tekili: sefir) ke­limesini müfessirler "Yüce Allah'tan Hz. Peygamber'e vahiy getiren melekler, kulların amellerini yazan melekler (kiramen kâtibin), kitapları okuyanlar (kurrâ), Kur'an'ı yazan sahâbîler" gibi farklı anlamlarda yorumlamışlardır. (Şevkânî, V/444)

Kelimeyi, "Peygamberler, Kur'an'ı melekût âleminde kaydeden ve koruyan melekler" olarak anlamak da mümkündür.

(bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu:V/482.)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an'ın değiştiğini ya da Peygamber sözü olduğunu iddia edenlere ne dersiniz?

12 Ekim 2019 Cumartesi

Allah her şeyi bildiği hâlde, neden amellerimizi melekler yazmakta?


Allah, hiç kimseye muhtaç değildir. Kendisi tek ve yekta olup, Samed'dir. Yani her şey ona muhtaç, fakat o hiç kimseye muhtaç değildir. Bununla beraber, o Hakim'dir. Yarattığı her hadise ve mahluku bir sebebe bağlamıştır. Çünkü, izzet ve azameti böyle ister. Fakat insanların bu sebepleri aşıp, teşekkürü ve medhi kendisine yapmasını ister. Çünkü, tekliği onu gerektirir.

İşte, meyvelerin yaratılmasında ağaç ne ise, sütlerin yaratılmasında inek, balın yapılmasında arının tesiri ne ise, meleklerin vazifelerini ifa ederken tesiri o kadardır. Melekler Allah'ın onları vazifeli kıldığı konuda, Allah'ın büyüklüğünü görüp alkışlamak ve tebrik etmek vazifeleri var. Yoksa, mesela yağmur tanesini indiren meleği de elindeki yağmur tanesini de Allah indirmektedir.

Cenab-ı Allah'ın, insanların her birinin iyi ve kötü bütün işlerini yazmakla görevlendirmiş olduğu iki melek. Bu iki melek Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde anlatılır:

"Muhakkak sizin üzerinizde gözetici (hafız) çok şerefli yazıcılar vardır ki, bunlar yaptığınız amel ve işlerin hepsini bilirler." (İnfitâr Suresi, 82/10-12);

"Hatırla ki insanın hem sağında hem solunda oturan ve onun amellerini tesbit etmekte olan iki de (melek) vardır. O bir söz atmaya dursun, mutlaka onun yanında hazır olan gözcü(melek)vardır." (Kâf Suresi, 50/17-18).

Allah Teâla, amellerini yazmakla vazifelendirilmiş oldukları kullara şahidlik edecekleri için, yazdıkları defterlerin önemine dikkat çekerek bu şerefli meleklerin dört özelliğini belirtmektedir:

a. Kirâmen kâtibin melekleri, müvekkel oldukları kulun iyi ve kötü bütün amellerini hıfz ederler, unutmazlar. Çünkü unutmakla bir işe dair hüküm sabit olmaz.

b. Bu melekler kerîmdirler. Yani şerefli, doğru ve âdildirler. Çünkü hâin, şerefsiz ve yalancının şehadetiyle hüküm sabit olmaz.

c. Kâtiptirler. Kulların bütün işlerini yazarlar. Zira, insanın ömrünün başlangıcından sonuna kadar bütün işlerini ezberleyip bilmek mümkün olsa bile, bunları yazmakta daha fazla bir sağlamlık vardır. Yazı ile bir şeye dair şüphe ortadan kalkar ve ilim sağlamlaşır.

d. Kulların işlerini bilerek yazarlar. Bir işi resim ve yazı ile zaptetmek ilim değildir. İlimde şuurlu olarak idrak etmek şarttır. Şahidlik, şuurlu olarak bilmekle câiz olur. Kirâmen Kâtibîn kıyamet gününde şahitlik ederlerken, kulların yaptıklarını ve bunlara dair ne yazdıklarını gayet iyi bilirler.

Bazı âlimler, Kirâmen Kâtibin meleklerinin şu hadiste bildirilen melekler olduğunu söylemişlerdir:

"Gece bir takım melekler, gündüz bir takım melekler size gelirler. Bunlar, sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelip buluşurlar. Sonra sizinle kalmış bu meleklerden yukarıya çıkanlara, Rableri -onların hallerini en iyi bilen olduğu halde- 'Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye sorar. Onlar da namaz kılarlarken bıraktık; namaz kılarlarken kendilerine gittik derler." (Buhârî, Mevakid, 16; Bed'ül-Hakk, 6; Müslim Mesacid 210; Ahmed b. Hanbel, II, 257, 486; Nesâi, Salât, 21).

İnsan, meleklerin iyilik ve kötülüklerini yazdığına ve Allah'ın da her şeyi bildiğine inanınca, günahlardan vazgeçip iyilik yapmaya çalışır. Kişi mahşerde, günahını inkâra yeltenirse, Allah'ın bilmesi, meleklerin şahidliği ve defterlerin elde bulunması onu susturur. Biz bu defterlerin mahiyetini bu dünyada bilemeyiz. Allah'ın bu meleklerini kullarının yanında bulundurup bunlara amellerini yazdırması, O'nun tam adaletinin gereği ve tecellisi ve kıyamet kopunca, kurulacak büyük mahkemenin önemini belirtmek içindir.

Kiramen Katibin meleklerinin tuttuğu defterler mahkeme-i kübrâda sahiplerine verilecektir. Bu konuda Cenab-ı Allah şöyle buyurur:

"Biz her insanın amelini (amel defterini) boynuna doladık. Kıyamet gününde onun için (her bir insan için amelleri yazılmış) bir kitab çıkarınız ki, açılmış olduğu halde o (insan) buna kavuşur; kitabını oku, bu gün sana karşı bir hesab görücü olmak bakımından nefsin yeter (denilir)." (İsrâ Suresi, 17/13, 14).

İnsana, "Bu deftere senin işlediğin her şey yazıldı, hiç bir şey eksik bırakılıp unutulmadı." denilir. O gün herkes defterinde yazılanlara vakıf olacaktır. İnsanın yaptıkları, bütün iyi, kötü amelleri boynuna dolanmıştır. Hiç bir kimseye yaptığı amelinin sorumluluğundan kaçış ve kurtuluş yoktur.

11 Ekim 2019 Cuma

BASÎR


Allah'ın güzel isimlerinden biri. Her şeyi gören, çok iyi gören anlamına gelmektedir. Allah her şeyi, herkesin yaptığını görür. Onun görmesine hiçbir şey engel olamaz. Kâinatın herhangi bir noktasında hiçbir hâdise yoktur ki, Allah onu görmüş ve işitmiş olmasın. İbadette ihlâs, kulun Allah'ı görmemesine rağmen, Allah'ın onu gördüğünü bilmesi ve onu görür gibi ibadet etmesidir.

Allah, zatı ile basîrdir. "O, yegane hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyden hakkıyla haberdardır. " (el-En'am, 6/18) ayetinde, "Habîr, Basîr" şeklinde ifade edilmiştir. Allahü Teâlâ gizli veya açık her şeyi görür, gece veya gündüz, küçük veya büyük... Her şeyi hakkıyla bilir. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurur: "Kendinize hâkim olunuz. Siz, sağır ve gaib olan kimseye değil, işiten, gören ve çok yakında olan (Allah)'a dua ediyorsunuz. " (Buhârî, Tevhid, 9; Müslim, Zikr, 44-46...) Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği meşhur Cibril hadisinde, Cibril'in "İhsan nedir?" sorusuna Resulullah'ın şu cevabı verdiğini anlatır:

"(İhsan), Allah'a sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Allah'ı görmüyorsan da, şüphesiz O seni görür. " (bk. Cibril Hadisi)

Allah, kalpteki fısıltıları, beyindeki oluşumları, fikirdeki gizlilikleri, kalplerdekini, zifiri karanlık bir gecede kapkaranlık taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür, duyar, bilir.

Sorularla islamiyet

10 Ekim 2019 Perşembe

Ey şeytan Osman’ın göğsünden çık, hadisinin kaynağı?


Soru Detayı

- Ey şeytan Osman’ın göğsünden çık, rivayetinin tahric ve tahkiki nasıldır? Nasıl şerh edilmiştir?
- Cin fiziken Osman'ın vücuduna mı girmiştir?
- Nasıl şerh edilmiştir?
- Osman bin Ebi’l Âs radıyallahu anh diyor ki:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e Kuran’ı unutmam hakkında dert yandım. O, eliyle göğsüme vurarak şöyle dedi! “Ey şeytan Osman’ın göğsünden çık.” Osman diyor ki: “Ondan sonra hatırlamak istediğim hiçbir şeyi unutmadım.” (Taberani, Mu’cemu’l Kebir)

Cevap

Hadis sorudaki şekliyle Taberani’de geçmektedir. (bk. Mu’cemu’l Kebir, h. No: 8266)

Heysemi, bu hadisin senedinde geçen Osman b. Bişr hakkında bilgisi olmadığını, ancak diğer ravilerin sika/sağlam ve güvenilir olduğunu söylemiştir. (Mecmeu’z-zevaid, h. No: 14150)

Ancak bu rivayet başka yollarla da gelmiştir. Örneğin biri şöyledir:

“Ben Bakara Suresini okuyordum. 'Ya Rasûlallah! Kuran hafızamdan çıkıp gidiyor!?' dedim."

"Resûlullah elini göğsümün üzerine koydu ve: 'Ey şeytan! Osman'ın göğsünden çık!' buyurdu."

"Bundan sonra, ezberlemek istediğim hiçbir şeyi unutmadım.” (Ebu Nuaym, Delâilü'n-nübüvve, 2/466; Beyhakî, Delâilü'n-nübüwe, 5/307-308; İbn Kayyım, Zâdu'l-mead, 3/33; Kastalânf, Mevâhibü'l-ledünniye, 1/308)

Demek ki, imtihan gereği olarak şeytan insanın içine girmekte ve ona vesvese vermektedir.

Nitekim bir hadiste, “Şüphesiz şeytan insanın bedeninde kanın dolaştığı yere ulaşır.” (Buhari, B. Halk, 11; Müslim, Selam, 23-24) buyurulmuştur.

Yine Osman b. Ebi’l-As, namazda kendisine şeytanın vesvese verdiğini Hz. Peygamber’e haber verir ve Rasûlüllah’ın bu konudaki tavsiyelerini şöyle anlatır:

“Şeytan, benim ile namazım arasına giriyor ve kıraatimi karıştırıyor (beni şüpheye düşürüyor) der. Rasûlüllah (asm) da:

“Bu, Hınzıb denilen bir şeytandır. Onu hissettiğin zaman ondan hemen Allah’a sığın ve (namazdan sonra) sol tarafına üç kere üfür.” buyurur.

Osman: “Bu tavsiyeyi yaptım ve Allah o şeytanı benden giderdi.” der. (Müslim, Selâm, 68; Ahmed b. Hanbel, IV, 216)

Hadîste de görüldüğü gibi Osman b. Ebi’l-As, namazda kendisine vesvese veren durumdan Rasûlüllah’ı haberdar eder ve Rasûlüllah ona bu vesvesenin, namazda insana vesvese veren hınzıp adındaki şeytanın olduğunu ve bu şeytanın vesvesesinden kurtulmanın çaresinin de Allah’a sığınmak olduğunu bildirir.

Osman da Hz. Peygamber (asm)’in kendisine yaptığı tavsiyeyi yerine getirdiğini ve o şeytanın vesvesesinden kurtulduğunu söylemektedir.

Hz. Peygamber (asm), namazda şeytanın vesvesesine maruz kalanlara onun şerrinden Allah’a sığınmayı tavsiye ettiği gibi, kendisi de mescide girdiği zaman “Eûzü billâhi’l-Azîm ve bivechihi’l-Kerîm ve sultânihi’l-Kadîm mine’ş-şeytanirracîm.” şeklinde duâ etmiş” (Ebû Dâvud, Salat, 18) ve ümmetine bu konuda da örnek olmuştur.

Yine Hz. Peygamber (asm) “Her derdin bir devâsı vardır. Derdin devasına denk gelindiği zaman Allah’ın izni ile o dert iyi olur.” (Müslim, Selâm, 69) buyurmuştur.

Sorularla İslamiyet

9 Ekim 2019 Çarşamba

"Şeytan benimle kıraatım ara­sına girdi..." Resulullah: "Onu hissettiğin an Allah’a sığın ve sol tarafına üç defa tükür..." Burada, hadis okumakla ilgili vesveseler mi kastediliyor?


Soru Detayı
"Şeytan benimle namazım ve kıraatım ara­sına girdi, karıştırmama sebep oldu." Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Bu Hinzib denilen şey­tandır. Onu hissettiğin an Allah’a sığın ve sol tarafına üç defa tükür." Osman dedi ki: "Ben böyle yaptım; ALLAH da onu benden uzaklaştırdı." - Burada ne anlatılmak isteniyor?

Hadis Müslim'de geçmektedir. Osman İbnu Ebî'l-As (radıyallahu anh) anlatıyor:

"Ey Allah'ın Resûlü dedim, şeytan benimle namazımın ve kıraatimin arasına girip kıraatimi iltibas etmeme sebep oluyor, (ne yapayım?)"

Aleyhissalâtu vesselâm bana şu cevabı verdi:

"Bu Hınzeb denen bir şeytandır. Bunun geldiğini hissettin mi ondan Allah'a sığın. Sol tarafına üç kere tükür!"

(Osman İbnu Ebî'l-As) der ki: "Ben bunu yaptım, Allah Teâla Hazretleri onu benden giderdi."(Müslim, Selâm: 68)

Hınzeb kelimesi hanzeb, hunzeb şekillerinde de okunmuştur. Şeytanın namazdaki vesvesesi, kaç rek'at kıldığı, neleri okuyup okumadığı hususunda sebep olduğu yanılmalar, tereddütlerdir.

Araya girmekten murad da namazın huşu ve huzuruna, lezzetine mâni olmaktır. Bu durumlar kalbin huzurunu, huşûunu bozar. Şu hâlde, bu çeşit vesveselerde çare olarak Allah'a sığınılacaktır.(İbrahim CANAN, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: IX/415).

Namaz esnasında rekat ve kıraatte akla gelen tereddütler yanında, değişik vesveseler de insanın aklına gelebilir. Bütün bunlar için de Allah'a sığınmak gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Namazda huşu’ ne demektir? Huşu ile namaz kılmak ve gafletten kurtulmak için ne yapmak gerekir?..

Sorularla İslamiyet

8 Ekim 2019 Salı

Yüz defa okununca bütün günahları silen dua rivayeti sahih mi?


Soru Detayı

​1. Sabah namazının farzının son rekatında haşr suresinin son üç ayetinin okunmasının fazileti ve anlamı nedir?
2. Sabah namazının sünneti ile farzı arasında "subhanallahi vebihamdihi subhanallahilazim estağfirullah el-azim ve etubi ileyk" istiğfar duasını 100 kez okursak bunun sevabını kul hakkı dahil hiçbir günah götürmezmiş bu ahirette gizli sevab (gizli sandık) olurmuş böyle birşey var mı varsa ben bunu hem sabah hem de akşam veya herhangi bi zamanda okusam da aynı fazilete ulaşmış olur muyum?
Şimdiden Allah razı olsun.

Soru 1:
Sabah namazının farzının son rekatında haşr suresinin son üç ayetinin okunmasının fazileti ve anlamı nedir?

Cevap:

Kaynaklarda, Sabah namazının farzının son rekatında haşr suresinin son üç ayetinin okunmasının faziletine dair bir bilgiye rastlayamadık.

- Bu konuda şöyle bir hadis rivayeti vardır. Özeti şöyledir:

“Kim sabahladığı zaman, üç defa أعوذ بالله السميع العليم من الشيطان الرجيم okuduktan sonra, Haşr suresinin son üç ayetini okursa, sabahtan-akşama kadar 70 bin melek onun için dua ve istiğfarda bulunur…. Kim de akşam okursa, ona da akşamdan-sabaha kadar o kadar melek dua ve istiğfarda bulunur.” (Tirmizî, Fedâilü`l-Kur`ân 22, Mevakıt 65; Müsned, 5/26)

Bugün bu sünnetin devam etmesinin dayanağı bu hadistir.

Bununla beraber, Hadisin senedinde Halid b. Tahman adındaki bir ravi zayıf olduğundan (İbn Hacer, Takrib, 1644), hadis zayıf kabul edilmiştir.

Fakat bu gibi fezail-i amal ile ilgili zayıf hadisle de amel etmenin caiz ve güzel olduğu hususunda alimler müttefiktir.

Soru 2:
“Sabah namazının sünneti ile farzı arasında "subhanallahi ve bihamdihi subhanallahilazim estağfirullah el-azim ve etubi ileyk" istiğfar duasını 100 kez okursak bunun sevabını kul hakkı dahil hiçbir günah götürmezmiş bu ahirette gizli sevab (gizli sandık) olurmuş..”

Cevap:
Soruda geçtiği şekliyle bir hadis rivayeti bulamadık.

Ancak sadece buradaki duaya yakın sahih bir hadis rivayeti şöyledir:

Hz. Aişe radıyallahu anha’dan yapılan rivayete göre Peygamebrimiz aleyhissalatü vesselam sık sık şöyle derdi:

“Sübhânallahi ve bi-hamdihî, estağfirullâhe ve etûbü ileyh. Ben Allah’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim. Allah’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tövbe ederim.” (Buharî, Ezan 123, 139; Müslim, Salat 218-220)

Bununla beraber, görebildiğimiz kadarıyla konuyla ilgili benzer bir rivayet şöyledir:

Hz. Peygamber (asm), meleklerin namazı/tesbihleri gibi tesbih etmeyi tavsiye ederken -özetle- şöyle buyurmuştur:

“Kim imsak vaktinden sabah namazını kılacağı vakte kadar, ‘subhanallahi vebihamdihi subhanallahilazim (duası ile) 100 defa estağfirullah (el-azim ve etubu ileyk) duasını ukursa, dünya ona küçülerek, boyun eğerek gelir. Allah bu duaların herbir kelimesinden bir melek yaratır ve bu melek kıyamet gününe kadar tesbih eder ve bunun da sevabı bu adama yazılır.” (el-Yabadi, el-cüz, hno:16).

Darekutni’de de yer alan bu hadisin zayıf olduğu bildirilmiştir. (bk. Zehebi, Mizan, 3/434)

Ayrıca Cafer-i Sadık’tan mevkuf olarak, bir Şia kaynağında şöyle bir bilgi rivayet edilmiştir:

“Sabah namazının sünneti ile farzı arasında kim 100 defa ‘‘subhane Rabbiye’l-Azim ve bihamdihi, Estağfirullahe Rabbi ve etubu ileh’ duasını okuyan kimse için, Allah cennette bir köşk yapar.” (Cafer b. Ahmed el-Kummi, kitabu’l-Arus)

İlave bilgi için tıklayınız:

Okunan dualara verilecek mükafatların şartları nelerdir? | Sorularla ...

Sorularla İslamiyet

7 Ekim 2019 Pazartesi

Teheccüd namazından önce veya sonra okunacak dua var mı?


Teheccüd namazından önce veya sonra, Hz. Peygamber (asm) Efendimizin gece namazından önce veya sonra yaptığı dualar ya da ayet ve hadislerde geçen diğer dualar okunabileceği gibi, istenilen her dua istenildiği şekilde de yapılabilir.

Yatsı namazından sonra, daha uyumadan veya çok az bir miktar uyuduktan sonra kalkıp kılınacak nafile namaza “gece namazı (salatü’l-leyl)” denir. Bir süre uyuduktan sonra, gecenin yarısından imsak vaktine kadar kalkılıp kılınırsa, bu namaza “teheccüd” denir. Teheccüd namazı, iki, dört, altı ve sekiz rekat olarak kılınır. Her iki rekatta bir selâm verilmesi daha faziletlidir.

Teheccüd namazı, Peygamberimiz (asm) için farz idi. Farz oluşu şu ayete dayanır: “Ey Muhammed! Gecenin bir bölümünde uyanıp, sırf sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere, teheccüd namazı kıl. Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a göndereceğini ümit edebilirsin.” (İsrâ, 17/79)

Teheccüd namazına diğer müminler de teşvik edilmiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz, “Her kim geceleyin uyanır, hanımını da uyandırır ve iki rekat namaz kılarsa, Allah’ı çok zikreden erkekler ile kadınlardan yazılırlar.” buyurmuştur. (Ebu Davud, Salat, 307)

Peygamberimiz (asm), teheccüd namazı kılmak üzere geceleyin kalkınca şu duayı okumuştur:

Allah’ım sana hamdolsun sen göklerin ve yerin nurusun, tüm övgüler sana mahsustur. Gökleri ve yerleri ayakta tutan sensin, övülmeye layık olan sadece sensin. Sen göklerin ve yerin ve her ikisi arasındaki tüm şeylerin hayatlarını düzene koyansın. Sen gerçek ilahsın senin vadin de mutlaka gerçekleşecektir. Sana kavuşmak da mutlaka olacaktır. Cennet gerçektir. Cehennem gerçektir. Kıyamet muhakkak gerçekleşecektir. Allah’ım tüm irademi sana teslim ettim, sana inandım, sana güvenip dayandım ve daima sana yöneliyorum, senin verdiğin güç ve kuvvetle düşmanlarla mücadele ediyorum ve sadece senin hükmüne müracaat ediyorum. İşlediğim ve işleyeceğim gizli ve açık tüm günahlarımı bağışla. Benim kulluk yapacağım tek ilahım sensin senden başka ilah yoktur. (Tirmizî, Deavat 29; bk. Buhari, Teheccüd, 1)

Ubade b. Sâmit'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:

"Her kim geceleyin uyanır da uyandığı zaman: Lâ ilâhe illallâhü vehdehû lâ şerîke leh, lehülmülkü ve lehül hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadir, sübhanellahi vel hamdülillahi velâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh" (Allah'tan başka ilah yoktur, o tekdir ve ortağı yoktur. Mülk onundur, hamd onundur ve o her şeye gücü yetendir. Ben Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzih ederim Hamd, Allah'a mahsustur. Allah'tan başka ilah yoktur. Al­lah en büyüktür, (günahlardan) dönüş ve (kulluk görevine) güç (yetiriş) ancak Allah(ın izni ve inayeti) iledir) deyip sonra: "Rabbiğfirlî (Ey Al-lahım, Rabbim! Beni bağışla) diye dua ederse (o kimsenin günahları ba­ğışlanır.) (Ebu Davud, Edeb, 98-99 no: 5060)

Şerik el-Hevzenî dedi ki: (Bir gün) Aişe (radiyallahü anha)ya "Rasûlullah (asm) geceleyin uykudan uya­nınca (duaya) hangi dua ile başlardı?" diye sordum da:

Sen bana senden önce kimsenin sormadığı bir soru sordun, dedi.

“O gece uyandığı zaman on defa: "Allahu ekber (Allah en büyüktür)" derdi ve on defa "elhamdülillah (Hamd Allah'a mahsustur)", on de­fa: "Sübhanellahi ve bihamidih (Allah'ı hamd ile tesbih ederim)" on defa da, "Sübhanel melikil kuddûs (Her türlü noksanlıklardan) münezzeh (olan) Malik(-i Hakikiy)i tenzih ederim)" derdi. On defa (Allah'tan) af dilerdi, on defa: "Lâilâhe illallah" derdi. Sonra da on defa: "Allahümme innî eûzu bike min dîkıddünya ve dîkı yevmil kıyeme (Ey Allahım dünyanın ve kıyamet gününün sıkıntısından sana sığınırım) diye dua ederdi. Sonra (teheccüd) namaz(ın)a başlardı.” (Ebu Davud, Edeb, 99-100 no: 5085)

Sorularla İslamiyet

6 Ekim 2019 Pazar

Pos cihazından müşterilerin kredi kartındaki puanlarını kullanmam caiz mi?


Soru:
Kasiyerken pos cihazından müşterilerin kredi kartındaki puanlarını kullanmam caiz mi?

- Müşteri izin vermedikçe caiz değildir.

Soru:
Bir de alkol satan restoranların sadece yemek servisini yapmam caiz olur mu? Ben kurye olarak çalışmak istiyorum glovo diye bir uygulamada bu uygulamada kesinlikle alkol servisi sigara servisi yok yalnız alkol satan yemek yerlerinden yemek siparişini alıp müşteriye götürüyoruz, bu caiz mi? Alkol satan yerlerden yemek alıp götürmek caiz mi?

- Alkol satan restoranlarda helal yemek de pişiyor ve satılıyor. Bu yemekleri alıp dışarıdan isteyenlere taşımak veya satmak caizdir.

Soru:

Son olarak da markette çalışırsam bana kredi kartlarından puan kullanma mı istiyorlar ben bunu kullanırsam kasiyer olarak ücreti karşının kredi kartından puan olarak alırsam harama hizmet etmiş olur muyum? Çünkü puanlar faizli bankaların kredi kartı sahiplerine vermiş olduğu hediyeler olduğu için ben onu müşterinin isteği üzerine kullanırsam pos cihazında bana kullanırsam pos cihazında bana günah olur mu?

- Meşru ve caiz olan bir hizmet, bir iş, bir alış veriş sebebiyle hasıl olan alacağı ve ücreti, kazancı haram olan bir kimseden veya kurumdan almak caizdir. O para, kazanç yolu haram olduğu için kazanana haramdır, onunla meşru bir iş yapanın yaptığı iş meşru (kazanç yolu helal) olduğu için aldığı para da helaldir; çünkü paranın kendisi pis, murdar ve haram değildir, onu haram kılan şey kazanma yoludur.

Hayrettin Karaman (Prof. Dr.)

4 Ekim 2019 Cuma

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sayı ile ve sayısız tavsiye ettiği zikirler


***1-1413. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu söyledi:

“Bir kimse her gün yüz defa, lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l–mülkü ve lehü’l–hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr, derse, on köle âzâd etmiş kadar sevap kazanır; ona yüz iyilik sevabı yazılır; yüz günahı bağışlanır; bu zikir o gün akşama kadar o kimsenin şeytandan korunmasını sağlar. Bu zikri ondan daha fazla tekrarlayan kimse dışında hiç kimse daha faziletli bir iş yapmamış olur”. Resûl–i Ekrem sözüne şöyle devam etti: “Bir kimse günde yüz defa sübhânallâhi ve bi–hamdihî derse, onun günahları deniz köpüğü kadar bile olsa hepsi bağışlanır.”Buhârî, Bed’ü’l–halk 11; Daavât 64, 65; Müslim, Zikir 28. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 59, 62; İbni Mâce, Duâ 14. ]

***2-1414. Ebû Eyyûb el–Ensârî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bir kimse on defa, lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l–mülkü ve lehü’l–hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr,derse, İsmâil aleyhisselâm’ın soyundan dört kimseyi hürriyetine kavuşturmuş gibi sevap kazanır.”[  Buhârî, Daavât 64; Müslim, Zikir 30. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 103.]

***3-1434. Sa‘d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunuyorduk. Bize:

– “Sizden biri her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?” diye sordu. Yanında oturanlardan biri:

– Bir kimse her gün bin sevabı nasıl kazanır? diye sordu. Resûl–i Ekrem şöyle buyurdu:

– “Yüz defa sübhânallah der, ona bin iyilik yazılır veya bin günahı bağışlanır.”Müslim, Zikir 37. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 58.]

***4-1436. Mü’minlerin annesi Cüveyriye Binti’l–Hâris radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, Hazret–i Cüveyriye namaz kıldığı yerde oturmakta iken erkenden evden çıktı. Kuşluk vakti tekrar eve döndü. Cüveyriye radıyallahu anhâ’nın hâlâ yerinde oturmakta olduğunu görünce:

– “Yanından ayrıldığımdan beri hep burada oturup zikirle mi meşgul oldun?” diye sordu. O da:
– Evet, diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:

– “Senin yanından ayrıldıktan sonra üç defa söylediğim şu dört cümle, senin sabahtan beri söylediğin zikirlerle tartılacak olsa, sevap bakımından onlara eşit olur: Sübhânallâhi ve bi–hamdihî adede halkihî ve rızâ nefsihî ve zinete arşihî ve midâde kelimâtihî: Yarattıkları sayısınca, kendisinin hoşnut olduğunca, arşının ağırlığınca ve bitip tükenmeyen kelimeleri adedince ben Allah’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim.”Müslim, Zikir 79. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 24.]

***5- Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittiğini söylemiştir:

“Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’dan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim.” (Buhârî, Daavât 3)

* Müslim, Zikir 41'de geçen bir hadiste de: “Benim de kalbime gaflet çöküyor, ben de Allah’tan günde yüz sefer bağışlanma istiyorum.” buyuruluyor.


***6- Peygamberimiz (asm) Efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Ne ben, ne de benden evvelki nebîler 'Subhanallahi ve’l hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallahu vellahu ekber.' tesbîhinden daha efdal bir kelime ile tesbîh etmemişlerdir.” [ El-Câmiu’s-Sağîr.]

***7- Muâz radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun elinden tuttu ve:

“Muâz! Vallahi seni gerçekten seviyorum.” buyurdu. Sonra sözüne şöyle devam etti:

“Muâz! Her namazdan sonra şu duayı mutlaka okumanı tavsiye ediyorum: Allâhümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik: Allah'ım! Seni anıp zikretmek, nimetine şükretmek, sana lâyık ibadet etmek için bana yardım eyle!...”[ Ebû Dâvûd, Vitir 26. Ayrıca bk. Nesâî, Sehv 60.]

***8- Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona ve Fâtıma radıyallahu anhâ’ya:

“Yatağınıza girdiğiniz zaman veya istirahate çekildiğiniz zaman otuz üç defa sübhânallah, otuz üç defa  elhamdülillâh  
otuz dört defa Allahu ekber deyiniz.” buyurdu.[ Buhârî, Farzu’l–humüs 6, Fezâilü ashâbi’n–nebî 9, Nefekât 6, 7, Daavât 11; Müslim, Zikr 80. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 100.]
***9- Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sübhânallâhi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber demek, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetlidir.”
Müslim, Zikir 32.

                                                         *****

                SABAH VE AKŞAM ZİKİRLERİ
***10- 3 Kere İhlas, Felak ve Nas sureleri okunur.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Kim bunları (İhlas, Felak ve Nas) sabahladığı ve akşamladığı zaman üç kere okursa her şeye karşı onu korur.”
(Ebu Davud, Tirmizi)


***11- Bismillâhillezi lâ yedurru mea ismihi şey’un fi’l ardi ve lâ fi’s-semâi ve huve’s-semi’ul alim

Sabah ve akşam üç kere söyleyene hiç bir şey zarar vermez.” (Ebu Davud, Tirmizi)

***12- 7 Kere Hasbiyâllahû lâ ilâhe illâ huve aleyhi tevekkeltu ve huve rabbu’l arşi’l azim

Rasulullah (sav) Tevbe Suresinin 129. ayeti için şöyle buyurdu: “Kim bunu sabahladığı ve akşamladığı zaman yedi kere söylerse, onu üzen dünya ve ahiret işlerine Allah kafidir.” (Ebu Davud (4/321)

***13- 3 Kere Radîtu billâhi rabben ve bi’l islami dinen ve bimuhammedin sallâllahû aleyhi ve selleme nebiyyen
İbn Abbas (ra) Rasulullah’ı (sas) şöyle derken işittim:
-“Kim Rabb olarak Allah’dan, din olarak İslam’dan, Rasul olarakta Muhammed’den razı olursa imanın zevkini almış tadına bakmıştır.(Müslim(1/239) K. İman B. 11 Hds no: 56)

– Ebu Said el-Hudri radiyallahu anh şöyle dedi:
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
‘Ya Eba Said! Herkim Rab olarak Allah’tan din olarak İslam’dan ve Nebi olarak Muhammed’den razı olursa cennet onun için vaciptir’ buyurdu.
(Müslim 1884/116)

***14- 3 Kere (Eûzu bikelimâtillahi’t-temmâti min şerri ma halak)

“Kim akşamladığı zaman bunu 3 kere söylerse o gecenin humması ona zarar vermez.”
(Ahmed, Nesai)

                                                         *****

***15- Ebû Hureyre radîyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Dile hafif gelen terazide ağır basan Rahmân tarafından sevilen iki kelime vardır. Bunlar: Subhânallâhi ve Bihamdihi Subhânallâhi’l-Azîm Buhârî (6406); Müslim (2694)]


***16- Ebû Mûsâ radîyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, o, şöyle demiştir:

“Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu: Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh de. Çünkü o, cennet hazinelerinden bir hazinedir.” [Buhârî (7386); Müslim (2704)]

***17- Ebû Hureyre radîyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Her kim bana bir defa salât ederse, Allâh’u Teâlâ’da ona on salât eder.” [Müslim (408); Ebû Dâvûd (1530)]

Abdullâh bin Mes’ud radîyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Kıyâmet günü insânların bana en yakın olacak olanı, bana en çok salât edenidir.” [Tirmizî (484); İbn Ebî Şeybe (31787)]

28. Kıbleye Yönelmenin Fazileti

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   

8. BÖLÜM NAMAZ

28. Kıbleye Yönelmenin Fazileti

Namaz kılan parmak uçları kıbleye gelecek şekilde kıbleye yönelir. Ebu Humeyd, Hz. Peygamberin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu şekilde yöneldiğini nakletmiştir.

391- Enes İbn Mâlik'ten Allah Resûlü'nün 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Şöyle buyur­duğu nakledilmiştir: "Kim bizim gibi namaz kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yerse, Allah'ın ve Peygamberinin Sallallahü Aleyhi ve Sellem emanına kavuşan Müslüman odur. O halde ona verdiği emana zarar vere­rek Allah'a ihanet etmeyin!"

Açıklama

(Parmak uçları); Parmak uçlarının belirtilmesi, mümkün olduğu kadar bütün organlarla kıbleye yönelmenin dinî bakımdan uygun görüldüğünü beyan etmek içindir. (O halde ona verdiği emana zarar vererek Allah'a ihanet etmeyin!); Bu­radaki nehiy, aynı zamanda Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem de verdiği eman için geçerlidir. Cümlenin gelişi buna delalet ettiği için hazfedilmiştir. Na­maz kılmayanların öldürüleceği görüşünü benimseyen kimseler, bu hadisin ma­nasını esas almışlardır. Bu konu, yeri gelince ele alınacaktır.

Bu hadiste kıbleye değer verilmiştir. Namazdan sonra kıbleye yönelmenin zikredilmesi, onun önemine işaret etmek içindir. Yoksa kıble, namazın şartların­dan biri olduğu için zaten namazın bir parçasıdır.

Bu hadis, İnsanların dışa yansıyan davranışlarına göre anlaşılacağını göste­rir, Bu yüzden kim dinî sembollere riayet ederse, aksine bir davranış sergileme­diği sürece Müslümanlar gibi muamele görür.

392- Enes îbn Mâlik'ten Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

"İnsanlarla lâ ilahe İllallah deyinceye kadar savaşmam emredildi. Eğer bunu söyler, bizim gibi namazı kılar, kıblemize yönelir ve bizim gibi hayvan boğazlarlarsa, dinin ön gördüğü durumlar dışında, onların kanlarını akıtmamız ve mallarına el koymamız haram kılındı. Onları hesaba çekmek ise, Allah'a aittir."

Açıklama

(Lâ ilahe illallah deyinceye kadar); Bu hadiste Allah Resulü 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem kelime-i tevhidin ikinci kısmı olan nübüvveti zikretmeyip sadece tevhîd ilkesi ile yetinmiştir. Ancak burada, o da kasdedilmiştir. Şöyle ki; biri 'el-Hamd'ı okudum dediği zaman, Fatiha suresinin tamamını okuduğunu kast eder. Bir yoruma göre de, hadisin bu kısmı tevhidi inkar edenler hakkında varid olmuştur. İnkarcı biri, tevhidi kabul ederse, ehl-i kitabın muvahhidleri gibi olur. Yani, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem getirdiği diğer esaslara iman etmesi gerekir. Bundan dolayı yukarıda sayılan ameller tevhide atfedilmiştir. Allah Resulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem tevhitten hemen sonra bizim gibi namazı kılar buyurmuştur. Dinin ön gördüğü namaz, peygamberliği kabul etmeyi de gerektirir.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yukarıda sayılan amellerle yetinmesinin hikmeti şuna dayanmaktadır: Ehl-i kitaptan tevhidi kabul edenler, her ne kadar namaz kılıp, kıbleye yönelip hayvan boğazlasalar da, bizim gibi namaz kılmazlar, bizim kıblemize yönelmezler. Bazıları Allah'tan başkası için kurban keser. Bazıları da, kestiğimizi yemez. Bundan dolayı bir başka rivayette Allah Resulü  Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Bizim boğazladığımızı yiyen" şeklinde buyurmuştur. İlk dönemlerde dinin alanına giren diğer konuların aksine, insanların namaz ve yeme konusunda nasıl bir yaşantı sürdüklerini anlamak kolaydı. Ondan dolayı bu hususlar esas alınmıştır.

393- Humeyd'den şöyle nakledilmiştir: Meymûn İbn Siyah, Enes İbn Mâlik'e 'Ey Ebu Hamza! Hangi şey, insanın canını ve malını dokunulmaz kılar?' diye sordu. O da şöyle cevap verdi: "Kim Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet eder, kıblemize yönelir, bizim gibi namaz kılar ve bizim gibi hayvan boğazlarsa, o Müslümandır. Müslümanların kazandığı hakları elde eder ve onlarla aynı so­rumlulukları paylaşır.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

3 Ekim 2019 Perşembe

27. Secdede İken Pazuları Bedenden Ayrı Tutmak


Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.



"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

27. Secdede İken Pazuları Bedenden Ayrı Tutmak

390- İbn Hürmüz, Abdullah İbn Mâlik İbn Buhayne'den şöyle nakletmiştir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem namaz kıldığı zaman, koltuklarının beyazlığı görünecek şekilde kollarını ayırarak (secde ederdi).[Hadisin geçtiği diğer yerler:807,3564]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

30 Eylül 2019 Pazartesi

Elbise İle Namaz Kılmanın Farz Oluşu

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

2. Elbise İle Namaz Kılmanın Farz Oluşu

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemoğullan! Her secde edişinizde (güzel) elbiselerinizi giyin.[89]

Bir elbiseye dolanarak namaz kılmak. Anlatıldığına göre Seleme b. el-Ekva' Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Bir iğne ile de olsa izarını tutturur." Bu rivayetin senedi tenkide açıktır.

Necaset görmediği takdirde cima ettiği elbiseyle namaz kılan kimse. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem çıplak kimsenin Kabe'yi tavaf etmesini yasakla­mıştır,

Açıklama


(tutturur) Yani izarını bağlar. Avret mahallinin görünmesini önlemek için iki ucunu birleştirir. Eğer izarın iki ucunu ancak iğne ile tutturabiliyorsa, bu du­rumda iğne kullanır. İmam Buhârî, Seleme hadisini zikretmek suretiyle yukarı­daki Ayette geçen ziynetten maksadın, güzel giyinmek değil de, elbise giymek olduğuna işaret etmiştir.

(yasaklamıştır); İmam Buhârî bu İfadeyle, Ebu Bekir'in liderlik ettiği hac ka­filesine sonradan Hz. Ali'nin gönderilmesini anlatan hadise işaret etmiştir. Söz konusu hadiste Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hac kafilesine şu mesajı yolla­mıştı: "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac edemeyecek. Bundan böyle Kabe'yi çıplaklar tavaf edemeyecek" Bu hadisin bâbla ilişkisi şu şekilde izah edilir: Ta­vafta çıplak olmak yasaklandığına göre, namazda haydi haydi yasaklanır. Zira namazda, tavafta şart koşulanların yanında ilave şartlarda aranır. Zaten çoğun­luğa göre setr-i avret, namazın farzlarından biridir.

351- Ümmü Atiyye'den şöyle nakledilmiştir: "Bayram günlerinde hayızlı ka­dınlarla, yeni ergenlik çağına girmiş kızları dışarı çıkarmamız emredildi. Onlar, Müslümanların cemaatine ve dualarına iştirak ederlerdi. Yalnız hayızlı kadınlar namazgahlardan uzak dururlardı. Bir kadın Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Ey Allah'ın elçisi! Bazılarımızın cilbabı yok' diyerek (bayramlara iştiraklerinin nasıl sağlanacağını) sordu. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: 'O zaman, arkadaşı ona kendi cilbabını giydirsin."

Açıklama

Hadisin Bab Başlığı ile İlişkisi

Bu rivayette, bayram namazına katılmak için dışarı çıkmak isteyen fakat el­bisesi olmayan kimselerin örtünmesi pekiştirilerek emredilmiştir. O halde farz namazlarda örtünmek, daha evla olur.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

28 Eylül 2019 Cumartesi

Secdenin Tamamlanmaması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

26. Secdenin Tamamlanmaması


389- Ebu Vâil'den şöyle nakledilmiştir: "Huzeyfe, bir adamın rukûunu ve sücudunu eksik bıraktığını fark etti. Adam namazını bitirince ona, 'Namaz kılma­dın' dedi. Adam, 'Kanaatimce kıldım' diye karşılık verdi. Bunun üzerine ona şöyle dedi: 'Eğer ölürsen, Muhammed'in sünnetinden başka bir sünnet üzere ölürsün.'


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

27 Eylül 2019 Cuma

Mest İle Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

25. Mest İle Namaz Kılmak


387- Hemmâm İbnü'l-Hâris'ten şöyle nakledilmiştir: "Cerîr İbn Abdullah'ın idrarını yaptıktan sonra abdest alıp mestleri üzerine meshettiğini ve ardından da kalkıp namaz kıldığını gördüm. Ona neden bu şekilde abdest aldığı soruldu. O da şöyle cevap verdi; Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem böyle yaptığını gördüm. İbrahim, Cerîr'in bu sözünün sahabenin hoşuna gittiğini söylemiştir. Çün­kü o, en son Müslüman olanlardandı.

Açıklama

(kalkıp namaz kıldı); Hadisten ilk bakışta akla gelen manaya göre Cerîr, mestleriyle namaz kılmıştır. Eğer meshettikten sonra onları çıkarmış olsaydı, ayaklarını yıkaması gerekirdi. Yıkamış olsaydı, elbette nakledilirdi.

(Son Müslüman olanlardandı) Müslim'deki rivayet şöyledir: "Çünkü Cerîr'in Müslüman olması, el-Mâide suresinin nüzulünden sonra olmuştur." Ebu Dâvûd ise, Ebu Zür'a İbn Amr İbn Cerîr kanalıyla bu olay hakkında şu rivayeti nakletmiştir: "Bazıları Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem el-Mâide suresinin nüzulün­den önce mest üzerine meshettigini iddia etmektedirler. Ancak Cerîr 'Ben ancak el-Mâide suresinin nüzulünden sonra Müslüman oldum' demiştir." Tirmizî, bu hadisin müfessir olduğunu kaydeder. Çünkü mest üzerine meshetmeyi İnkâr eden bazı kimseler, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem mest üzerine meshetmesini, bunun el-Mâide süresindeki abdest âyetinin nüzulünden önce olduğunu, dolayısıyla neshedildiğini ileri sürerek tevil etmişlerdir. Cerîr, bu hadiste Allah Resûlü'nü Sallallahü Aleyhi ve Sellem el-Mâide sûresinin nüzulünden sonra meshederken gördüğünü açıklamıştır. Bu yüzden İbn Mes'ûd'un arkadaşları, Cerîr hadisini duymaktan hoşlanırlardı. Çünkü bu hadis, yukarıdaki şekilde mest üzerine meshi tevil edenlere cevap niteliğindedir.

388- Muğîre İbn Şu'be'nin şöyle dediği nakledilmiştir; "Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdest aldırdım (abdest alırken eline su döktüm), Mesti üze­rine meshedip namaz kıldı."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

26 Eylül 2019 Perşembe

Ayakkabı İle Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

24. Ayakkabı İle Namaz Kılmak

386- Ebu Mesleme Saîd b. Yezid el-Ezdî, Enes îbn Mâlik'e 'Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ayakkabı ile namaz kılar mıydı?' diye sormuş, o da, 'evet' cevabını vermiştir.[Hadisin geçtiği diğer yer:585]

Açıklama

(Ayakkabı ile Namaz Kılmak) Bu konuda İbn Battal şöyle demiştir: "Ayak­kabılarla namaz kılmak, onlarda necaset bulunmamasına bağlıdır. Kaldı ki, ayakkabıyla namaz kılmak, İbn Dakîku'l-'îyd'in de ifade ettiği gibi ruhsattır, müs­tehap değildir. Çünkü namazdan hedeflenen gayeye dahil değildir. Ayakkabı ziynet olarak kullanılan eşyalardan kabul edilebilir. Ancak necasetin çok olduğu yer ile temas halinde bulunması onu, ziynet kategorisinden çıkarır. Tahsi-niyyattan olan bir maslahat ile necaseti giderme gayesi çatışırsa ikincisi tercih edilir. Ayakkabıyla namaz kılmamak, mefsedeti def etme bâbındandır. Onunla namaz kılmak ise maslahatı celb babındandır. Şu kadarı var ki, ayakkabı İle namaz kılmanın, ibadet esnasında güzel giyinmeye dahil olduğuna dair bir delil varsa, bu durumda buna uyulur ve yukarıdaki bakış açısı terk edilir."

Ebu Dâvûd ve Hâkim Şeddâd b. Evs'ten merfu olarak şu hadisi nakletmişlerdir: 'Ayakkabı ve mestleri ile namaz kılmayan Yahudilere muhalefet edin!" Ayakkabıyla namaz kılmanın müstehap olması, söz konusu bu muhalefetten ileri gelir. Ayakkabı ile namaz kılmanın, âyette namaz kılarken kullanılması emre­dilen güzel eşyalardan olduğu konusunda son derece zayıf bir hadis nakledil­miştir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

24 Eylül 2019 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (35) :KALPLERİN MÜHÜRLENME NEDENİ


İç sıkıntısı, ilâhî bir îkazdır. Bu îkâzı duyabilmek de, aslında şükrü gerektiren ayrı bir nîmettir. Çünkü bu, hâlini ıslah ve hatâsını telâfî yolunda hâlâ bir ümit ışığı olduğunun bir göstergesidir. Kalbi katılaşıp mühürlenmiş gâfillerin zikirsizlikten dolayı böyle bir iç sıkıntısı duymamaları, onların ilâhî rahmetten nasiplerinin olmadığı mânâsına gelir. Onlar artık sefâletlerini saâdet zanneden şaşkınlar sürüsü hâlinde ömürlerini tüketirler.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 2, Erkam Yayınları, 2012

23 Eylül 2019 Pazartesi

Resulüllah’ı sevmede aşırılık olur mu?


İslam denge dinidir diyoruz. Her konuda işin orta çizgisi İslam’dır. Çünkü orta çizgi nısfettir, adalettir, dengedir.

İslam dinler arasında da orta yoldur, kendi içindeki temayüller arasında da orta yoldur. Sevgide de nefrette de orta yoldur. Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyururlar ki: ‘Sevdiğinizi öyle sevin ki, onun bir gün düşmanınız olabileceğini hesaba katın. Kızdığınıza da öyle kızın ki, onun da bir gün dostunuz olabileceğini hesaba katın’ (Tirmizî). Yani bütün köprüleri atmayın, dengenizi kaybetmeyin, sırf duygu ile değil akılla da sevin, nefret edecekseniz sırf duygu ile değil akılla da nefret edin. Hatta buna bir de bilgiyi eklemek gerekir; sevginin ve nefretin bilgi, akıl ve duygu birlikteliği ile olması gerekir. Aksi takdirde sevgi de nefret de marazi olur.

Mesela Hz. Ömer’in Resulüllah için ilk açıkladığı sevgisi duygularla olan bir sevgi idi. Resulüllah şöyle buyurmuştu: ‘Sizden biriniz beni annesinden babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe gerçek mümin olamaz’. O zaman Ömer, ‘evet, beni seni canım hariç herkesten çok seviyorum’ dedi, Resulüllah, hayır bu eksik bir sevgidir buyurdu. Bunun üzerine Ömer (ra), aklını da devreye soktu ve ‘evet, ben seni canımdan da çok seviyorum’ dedi. Resulüllah da işte şimdi oldu buyurdu. Buradan bir noktaya geliyoruz; demek ki, Resulüllah’ı bütün insanlardan daha çok sevmek, yani insanlar içinde en çok onu sevmek, onu sevmekte bir aşırılık değildir. Bunun böyle olduğunu Kuranıkerim’den de öğreniyoruz. Allah buyuruyor ki, ‘De ki eğer sizin babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, edindiğiniz mallar, kesat gitmesinden korktuğunuz ticaret ve o hoşunuza giden meskenleriniz size Allah’tan, O’nun Resulü’nden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevimli geliyorsa Allah’ın emrinin gelmesini bekleyin. Allah fasık bir topluluğa hidayet vermez’ (Tevbe 24).

Yani en değerli varlıklarınız söz konusu olduğunda bile Allah’ı ve O’nunResulü’nü onlara tercih edebilmelisiniz ki, gerçek mümin olduğunuzu ispat etmiş olabilesiniz. Allah’ın emrinin gelmesi, böyle olanlara ceza olarak bir musibetin dokunması demektir. Fasık Allah’a isyan edendir. Demek ki bu sayılanları Allah’a ve O’nun Resulü’ne tercih edenler fasık olmuş olurlar. Yine demek ki, müminler yeri geldiğinde Allah’ı, Resulüllah’ı ve Allah yolunda cihadı kendi varlıklarına tercih edemezlerse hem gerçek mümin olamazlar, hem de Allah’ın koruma alanından çıkıp, gazabına maruz kalmış olurlar.

Sevgi bir tercih meselesidir, sevdiğinizi kendinize ve en değerli varlıklarınıza tercih edebiliyorsanız onu gerçekten seviyorsunuz demektir ve İslam sevmekle başlayan bir dindir. Resulüllah’ı bu kadar çok sevemezseniz imanınızda problem, Kuranıkerim ifadesiyle maraz bulunmuş olur.

Peki, Resulüllah’ı sevmenin de bir ifratı, yani olmaması gereken aşırılığı var mıdır? Allah’a ait özellikleri onda görmedikçe, onu sevmenin Allah için ve Allah adına olduğunu akıldan çıkarmadıkça bunda bir aşırılık olmaz. Necip Fazıl’ın dediği gibi, onu ne kadar överseniz övün, onu ilah derecesine çıkarmadıkça onu övmede ve sevmede aşırı gitmiş olmazsınız. Çünkü beşeriyet dairesinde onun için hangi övgü ifadelerini kullanırsanız kullanın, yine de eksik söylemiş olursunuz.

O bir beşerdir, ama herhangi bir beşer değildir. Kaside-i Bürde sahibinin dediği gibi, ‘onun hakkında ilmin son noktası onun bir beşer olduğudur. Bununla beraber o Allah’ın yarattıklarının hepsinden üstündür’. Bu payeyi ona biz vermiş olsak hata etmiş, ya da ifrata düşmüş olabiliriz, ama bunu ona bizzat Allah vermiştir ve bizim de onu Allah’ın yücelttiği noktada, yani olduğu gibi görmemiz gerekir. ‘Sen çok yüce bir ahlaka sahipsin’ (Kalem 4). Yani sen daha doğduğunda Allah’ın verdiği böyle bir ahlakla doğmuşsun. ‘Resul’e birbirinize hitap ettiğiniz gibi hitap etmeyin (Nur 63). Bazıları ey Muhammed diye sesleniyorlardı, Allah bunu yasakladı.

İnsanın insanda kullanacağı sevginin de belli bir kapasitesi vardır, bundan Resulüllah’ın payını baştan ayırmayan bir insan onu artık yeteri kadar sevemez, ya da başkalarını sevmede aşırı gider. Sevgide Resulüllah’ı böyle ayrıcalıklı bir noktada görememek kişinin kendi enaniyetini ve had bilmezliğini gösterir. Kişi onu olduğu noktadan ne kadar aşağı indiriyorsa, kendini de bulunduğu noktadan o kadar yukarı çıkarıyor, öyle sanıyor demektir. Bu da ya cahilliktir, ya kibirdir ki, her ikisi de insanı küçültür.


22 Eylül 2019 Pazar

Davetin esasları, yeni Mutezile ve yeni Hariciler- Faruk Beşer


Davette esas olanın iyi bir temsil olduğunu söylemiştik. Buna önce iyi bir kul olma da diyebiliriz. Çünkü asıl hedef budur. Ancak burada da hassas bir çizgi vardır; söylediklerim kabul edilsin diye dediğimi önce kendim yaşamalıyım demek yanıltıcıdır.

Bu durum niyetin halis Allah rızası olmadığını gösterir. Yaşayayım ki, Allah’a iyi bir kul olayım demekle, yaşayayım ki, insanlar söylediklerimi kabul etsinler demek arasında çok fark vardır. Birincisinde

Allah’ın rızası, ikincisinde nefsin gıdası öncelenmiş olur.

Davet dinin bir parçası ise, din olarak yapılan her şeyin safi Allah için yapılmış olması da ayrıca bir emirdir. Bunun adı ihlastır. Allah bunu, ‘muhlisan lehü’d-dîn’ diye anlatır. Din adına her ne yapılıyorsa onu, başkası adına en ufak bir katkı olmaksızın sırf Allah için yapma. Yaptığı işte insanların onu bilmesi ile bilmemesinin, görmesi ile görmemesinin hiç farkının olmaması.

Davette ikinci önemli merhale, davetçinin kullandığı metottur. Burada psikolojiyi, hatta sosyolojiyi dahi hesaba katmak gerekir. Bu açıdan daveti en az ve en öz biçimde özetleyen ayeti kerimenin anlamı şöyledir: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. ‘Onlarla’ da en güzel yolla münazara yap. Rabbin, kimin kendi yolundan saptığını iyi bilir, kimlerin hidayette olduklarını da iyi bilir (Nahl 125).

Bundan açıkça anlaşılıyor ki, dine ve hakka davet ya hikmetle, ya güzel öğütle, ya da her ikisiyle birlikte olur, bir üçüncü yol yoktur. Hikmet, nassa aykırı olmayan muhkem ve aklın reddedemeyeceği kesin ve nihai bilgidir. Bu sebeple Kuranıkerim’e ve Sünnet’e de hikmet denir. Çünkü akla hitap ederler ve akılla yanlışlanamazlar, öyleyse aklın anlayacağı şekilde sunulmalıdırlar. Aklın delili burhandır. Ancak burada da aklın gönlü terk ederek yegâne ölçü haline gelmesi, rasyonalizme kayması ve naslardan uzaklaşması gibi bir tehlike vardır.

Yunan felsefesinin ağırlığını hissettirdiği ikinci ve Üçüncü Hicri Asır’da ortaya çıkan Mutezile’de bu durum görülmüştü. Onların gayesi de aklı kullanan felsefe karşısında yine akılla İslam’ı savunmaktı. Ama yer yer ifrata düştüler, akla tahammülünün üstünde yük yüklediler. Ardından nasları merkeze alan ama yine akılcı bir hareket olan Kelam düşüncesi doğdu. Eş’arî ve Matüridî, bir süre sonra da Gazali Mutezile ile aklın bocalamasını yine akılla önlediler.

Modern Batı’ya karşı İslam’ın yeniden diriliş zamanı olan on dokuzuncu ve yirminci yüz yılda ortaya çıkan yenilikçi İslam hareketleri de aklı öne çıkaran atılımlardır. Bunlar da yüzyıllardır Batı felsefesine cevap üretemeyen İslam düşüncesini savunma çabaları olarak ortaya çıktı. Bu dönemde akılcılık ilklerden sayılan Sör Ahmet Han’da sapkın derecede ifrata kaymış (Bk. DİA, Seyyid Ahmet Han md.), ama Afganî’de orta çizgiye doğru biraz yumuşamış, ardından Abduh’te daha da yumuşayarak, Mustafa Sabri Efendi’nin tazimle andığı Reşit Riza’da neredeyse tam rayına oturmuştu. Onlar da elbette Batı’dan etkilenmişlerdi, ama bilgi kaynakları İslam’dı. Şimdi bu süreci bu Müslüman düşünürlerin bıraktığı yerden değil de Batılı müsteşriklerden alarak yeniden başlatan Neo Mutezilemiz Sör Ahmet Han’ın hatalarını daha da ileri götürüyor ama bunu yine de İslam’ı savunma adına yapıyorlar. Ama işin ilginç yanı, karşılarında ne Eşari, Matüridi ve Gazali var, ne de Mustafa Sabri Efendi, Kevseri ve Elmalılı. Aksine onların konuşmalarını engellemeye çalışarak bu Neo Mutezile’yi tadlil ve tekfir etmekle,

aslında reklamlarını yapan

Neo Hariciler var. Fikre fikirle karşılık verme güçleri yok.

İslam sadece akla hitap etmiyor, onunla çatışmayacak şekilde gönle de hitap ediyor. Bütün mesele akıl gönül dengesini kurabilmek. Bu sebeple mealini verdiğimiz ayeti kerime bu ikisine birden işaret ediyor. Güzel öğüt, yani meviza-i hasene gönle ve duygulara hitap eden bilgidir. Bazı insanlar daha çok birinciden, yani hikmeti bulan akıldan, bazıları da öncelikle ikinciden, yani gönle hitap eden güzel öğütten anlar ve etkilenirler.

Bir üçüncü sınıf daha vardır ki, onlar yanlışa doğru diye inanmış ön yargılı insanlardır. Ayette ‘onlar’ denen bu sınıf genel olarak İslam karşıtlarıdır. Bunlara İslam’ın ötekisi de diyebiliriz, ancak başka bir ayetten (Ankebût 46) ‘onlar’dan maksadın özellikle Ehlikitap olduğunu anlıyoruz. İşte davet onlar için etkili olmayabilir, onları akılla susturabilmek yeterlidir. Bunun adı da cidaldir ve davetin bir yolu değil, davete karşı çıkanlarla sözle cihaddır. Buna cedel ya da münazara da diyebiliriz. Ancak Kuranıkerim bunun da ‘en güzel yolla’ olmasını emrediyor. ‘En güzel yol’un; hakaret içermeyen, aklın kesin yargılarıyla, nazik ifadelerle, sağlam ve müsellem delil ve mukaddimelerle olan tartışma olduğu söylenir.

21 Eylül 2019 Cumartesi

Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Faruk Beşer


İslam davet dinidir denir. Yani her mümin, İslam’la kazandığı güzellikleri yaymak ve insanları buna çağırmakla yükümlüdür. Davetle ilgili Kuranıkerim’de bile pek çok kavramın/ıstılahın bulunması meselenin önemine işaret eder. Davet, tebliğ, irşat, inzar, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker, tezkir gibi.


Kişi kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz anlamındaki hadisi şerifi duymayanımız yoktur. İşte Allah’a, Kitaba, İslam’a davet edebilmesi de aslında insanın kendisi için istediği Allah’ın rızasını, cenneti ve cehennemden kurtulmayı başkası için de istediğinin bir göstergesidir. Kişi bunu istemiyorsa iki sebeple istemiyor olabilir: Ya kendisi için istediğini de aslında candan ve içtenlikle istemiyordur, ne istediğini iyi bilmiyordur, olursa olur olmazsa olmaz gibi bir tereddüt noktasındadır, ya da başkalarının kendi istediği şeye ulaşmasını kıskanmaktadır. Bu her iki duygu da müslümana yakışmaz. Belki bir üçüncü sebep olarak bugün davet yaptığını sanan bazı insanların nefret ettirici tavırları ve kötü temsilleri de insanları davetten uzaklaştırıyor olabilir.

Evet, İslam bir davet dinidir ve bütün Müslümanlar davet yapmakla görevlidirler. Hatta Allah sadece bunu yapabilen müminlerin kurtulabileceğini söyler. Kıl namazını, tut orucunu kimseye karışma gibi bir söylem şeytani bir dürtünün sonucudur. Davetle meşgul olanlara neden bunu yapıyorsunuz denmez, belki neden daha güzel yollarla yapmıyorsunuz denebilir. Çünkü davet yaptığını sanan pek çok kesim, ya da pek çok insan Allah’a ve İslam’a değil aslında kendi fırkasına, düzensizliğe, cehalete, pejmürdeliğe, hatta düşmanlığa, tefrikaya ve şiddete davet ediyor da olabilir. Bu sebeple de davetten beklenen açılım gerçekleşmez, belki daha çok düşman kazanıyor olabiliriz.

Daveti hal ile davet, kal ile davet diye ikiye ayırabiliriz. Hal ile yani fiilen yaşayarak davet daha öncelikli ve daha etkili olandır. Çünkü insanın davet ettiği bir şeyi kendisi yapmadığı halde onun yapılmasına davet ediyorsa, o işin yapılmasını istediği için davet ediyor olamaz. Buna rağmen davet etmesinin sebebi ya riya ve gösteriştir, ya da dünyevi çıkarlardır. Bu sebeple Allah (cc) ‘yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Kişinin kendi yapmadığı bir şeyi başkasına yapın demesi Allah’ı çok kızdırır’ buyurur. Bu müthiş bir ölçüdür ve aynı zamanda davetçiye de Allah’ın bir davetidir. Yani bu beyanıyla Allah, önce kendin yap, sonra başkasına da söyle diye davette bulunmuştur. Kişi buna riayet etmiyorsa demek ki, davetini Allah için yapmıyordur. Bu sebeple ‘lisanu’l-hâl entaku min lisani’l-makâl, yani hâl dili kal dilinden daha iyi anlatır’ demişler.

Gerçekten davet söz konusu olduğunda anlaşılması ve aşılması gereken en önemli ve öncelikli geçit budur. Herkes bu noktada bir ölçüde zayiat veriyor olabilir. Bu sebeple Gazali buna bir çare aramış ve kişinin aslında kendisinin yapmadığı bir şeyi duyurmasının tek bir şartla caiz olabileceğini söylemiş. Diyor ki, davetçi bir yerde bir şeyleri duyurması gerekiyor ama kendi de bunları yapmıyorsa, nefsini de muhatapları arasına koyar ve ey kendim, bunları sen de yapmıyorsun, sen de bundan sonra yap diyebilir, kendine söz verebilirse o zaman yapmadığı bir şeyin yapılmasını istemesi caiz olabilir, aksi halde olmaz. Gazali’nin dediğine belki şunu da ekleyebiliriz: Kişi yapılmasını istediği şeylerin mükellefi kendisi olmayabilir, bunlar sadece belli makamların görevleridir ve onlara duyurulması gerektiği için duyurur. Kendisi orada olsaydı dediği gibi yapacağından emindir.

O halde davetin dayanması gereken birinci esas iyi bir temsildir. Temsil sağlam bir imana, ardından katıksız bir ihlasa ve güçlü bir iradeye dayalı ameldir. Bu da kolay değildir, hatta en zor olan budur, çünkü bu olduktan sonra gerisi gelir. Bu da bilgiye, böyle olanlarla beraber olmaya ve bu nitelikli birliktelikten doğacak aşka bağlıdır. Kişi tek başına müslüman olabilir, ama tek başına müslüman kalması zordur. ‘Aşk imiş her ne var âlemde’yi böyle anlamak gerekir. Peki, iyi bir temsil nasıl olur? Bunu tek kelime ile anlatabilir misiniz dense, ‘dürüstlük’ deriz. Kişinin kendine karşı, Allah’a karşı, insanlara ve bütün varlığa karşı dürüst olması, ‘emredildiği gibi dosdoğru olması’.