16 Mart 2019 Cumartesi

Meniyi Yıkamak Ve Ovalamak, Kadından Gelen Akıntıyı Yıkamak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

64. Meniyi Yıkamak Ve Ovalamak, Kadından Gelen Akıntıyı Yıkamak
229- Hz. Âişe 
radıyallahu anha şöyle demiştir: "Ben Resûlullah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) elbisesinden cünüplüğü yani meninin isabet ettiği yeri yıkardım, sonra elbi­sesinin yıkanan yerlerinde yıkama izi göründüğü halde namaza çıkardı. [Hadisin geçtiği diğer yerler:230,231,232]

230- Süleyman İbn Yesâr şöyle demiştir: Hz. Âişe'ye 
radıyallahu anha elbiseye bulaşan meni hakkında sordum. Bana şöyle dedi:

"Ben onu (meniyi) Resûlullah'ın 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) elbisesinden yıkardım. O, elbisesinin üzerinde yıkama izi, yani suyun ıslaklığı bulunduğu halde namaza çıkardı."

Açıklama

Buhari ovalama konusu ile ilgili hadis rivayet etmemiş, her zaman yaptığı gibi konu başlığında buna işaret etmekle yetinmiştir. Çünkü bununla ilgili Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha daha sonra zikredeceğimiz bir hadis rivayet edilmiştir.

Meni Necis midir, Temiz inidir?


Birinci görüş: Meni necis değildir.

Meni izinin yıkanması ve ovalanması ile ilgili hadisler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü meninin temiz olduğunu kabul ettiğimizde, "yıkama temizliği daha iyi sağladığından müstehaptır, ancak farz değildir" diyerek hadisleri ortak bir noktada birleştirebiliriz. Bu, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve hadisçilerin kabul ettiği hükümdür.

İkinci görüş: Meni necistir.

Meninin necis olduğu görüşünü kabul ettiğimizde de hadisleri şu şekilde bir­leştirmek mümkündür: Yıkama yaş olan menide, ovalama kurumuş olan meni­de söz konusudur. Hanefîler de hadisleri bu şekilde birleştirmişlerdir.

İki görüş arasında tercih 

Ancak İlk görüş tercihe daha layıktır. Çünkü bu görüşte, hem haber hem de kıyasa göre hareket edilmektedir. Zira necis olsaydı, kıyasa göre kan vb. neca­setlerde olduğu gibi ovalamak yeterli olmaz, yıkamak gerekli olurdu. Oysa me­ninin necis olduğunu kabul edenler kanın affedilmeyen miktarında ovalamayı yeterli görmemektedirler.

İkinci görüş şu şekilde de reddedilir: İbn Hüzeyme'nİn Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha bir baş­ka yolla rivayetinde şöyle denilmiştir: "Âişe radıyallahu anha , Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) elbisesindeki (yaş olan) meniyi ızhîr otunun kökü ile giderir sonra Hz. Pey­gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onunla namaz kılardı. Meni kuru İken eli ile ovalardı, sonra Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onunla namaz kılardı". Bu, her iki du­rumda da meninin yıkanmadığını göstermektedir.

İmam Mâlik ise ovalamayı kabul etmemiş ve şöyle demiştir: "Bizdeki uygu­lama, meninin diğer necasetler gibi yıkanmasıdır". Ancak ovalama ile iigili hadis, Mâlikîler aleyhine bir delildir.

Hz. Aişe'nin 
radıyallahu anha bu hadiste meniyi yıkadığını söylemesi, bunun farz olmasını ge­rektirmez.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

- Bu hadiste, hükümleri öğrenme maslahatı sebebiyle, kadınlara sorulmak­tan utanılan sorular sorulmasının caiz olduğu görülmektedir.

- Kadınlar kocalarına hizmet ederler.

- Buhârî bu hadisi, necasetin kendisi gittikten sonra izi vb.nin kalmasının za­rar vermeyeceğine delil olarak getirmiştir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

15 Mart 2019 Cuma

Kanın Yıkanması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

63. Kanın Yıkanması

227- Esma 
(radıyallahu anha) şöyle demiştir: Bir kadın Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ge­lerek: "Bizden birisinin elbisesi üzerine âdet kanı bulaşırsa ne yapsın?" diye sor­du.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Elbisesinin kan bula­şan yerini eliyle ovalasın, su dökerek tırnaklarıyla kazısın ve sonra su ile yıkayıp o elbiseyle namazını kılsın. [Hadisin geçtiği diğer yer:307]

Açıklama

Hattâbî ve Kurtubî burada kasdedilenin su serpmek olduğunu söylemişlerdir.

Kanaatime göre temiz olup olmadığında şüphe edilen bir şey üzerine su serpmenin hiçbir yararı yoktur. Çünkü şayet temiz ise zaten buna gerek yoktur, şayet necis ise su serpmekle temizlenmez. Bu konuda en güzeli Hattâbî'nin şu sözüdür: "Bu hadis, necasetlerin yalnızca su ile temizlenebileceğini, başka sıvı­larla temizlenemeyeceğini göstermektedir. Çünkü necasetlerin tümü kan hük­münde olup aralarında bir fark olmadığı konusunda icma vardır." Bu, yani necasetlerin yalnızca su ile temizlenebileceği hususu çoğunluğun görüşüdür. Bu konuda geniş açıklama Hayız bölümünde, "Kadın Âdet Gördüğü Elbise İçinde Namaz Kılabilir mi?" konusunda gelecektir.

228- Hişâm İbn Urve babasından o da Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şunu rivayet etmişlerdir:

Fâtıma binti Ebî Hubeyş 
radıyallahu anha Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! Ben istihazaya mübtela bir kadınım (kanım hiç durmaz), temizlenemem. Bu durumda namazı terk edeyim mi?" diye sordu.

Resûlullah 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: "Hayır (namazı bırakma). Bu yalnızca damar kanıdır, âdet kanı değildir. Âdet günlerine rastla­yan günlerde namaz kılma, fakat o günler bitince kanı yıka sonra na­maz kıl. Ondan sonra o vakit (yani âdet dönemin) gelinceye kadar her namaz için abdest al. [Hadisin geçtiği diğer yerler:306,320,325,331]

Açıklama

İstihâze, âdet dönemi bittiği halde kanın durmamasıdır. Böyle olan kadına "müstehâza" denir. Bu hadis, âdet gören kadının namaz kılmasını yasaklamak­tadır. Bu âdet döneminde namaz kılmasının haram ve kılması halinde de nama­zının geçersiz olması anlamına gelir. Bu konuda icma vardır.

Bu hadiste yer alan "kanı yıka" ifadesi başka hadislerde "gusül et" şeklinde gelmiştir. Bu konuda geniş açıklama Hayız bölümünde gelecektir.[320 nolu hadis]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

14 Mart 2019 Perşembe

EN'AM SÛRESİ 160.ayetin tefsiri


İyiliğin Mükâfatı Ve Kötülüğün Cezası

160- Kim bir iyilikle gelirse, ona onun on katı vardır; kim de bir kötülükle gelirse ancak misliyle cezalandırılır ve onlara haksızlık edilmez.

Açıklaması

Kıyamet gününde itaat türünden olan güzel haslet ve iyi amellerle gelen kimseye bu iyiliklerinin karşılığı olarak on misli verilecektir. Bu da Yüce Al­lah'ın adaleti, kullarına lütfü ve ihsanı kabilindendir. Fakat kimi zaman yapı­lan iyilik yedi yüz katına ve daha fazla pek çok katına katlanarak verilebilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda mallarını harcayanların misali her bir başakta yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tane gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah (bağışı) geniş olandır, en iyi bilendir." (Bakara, 2/261). Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a güzel bir ödünçle ödünç verecek kimdir? Allah da o ödüncü o kimseye pek çok misline katlayarak vere­cektir." (Bakara, 2/245); "Eğer Allah'a güzel bir ödünç ile ödünç verirseniz onu sizin için katlandırır." (Teğâbün, 61/17).

Bu farklılığın esas sebebi Yüce Allah'ın bu konudaki lütfü ile amelin Allah nezdinde yücelmesini sağlayacak şeylerle birlikte olmasıdır. Niyette ihlâs, amelin ecrini Allah'tan beklemek, iyi ve güzel davranışın gizli yapılması, kimi zaman da kendisine uyulsun diye açıktan yapılması, ümmetin menfaatinin araştırılması gibi.

Her kim bir kötülük işler yahut bir günaha irtikap ederse, onun için de kö­tülüğe benzer bir kötülükle ceza söz konusudur.

"Ve onlara haksızlık edilmez" yani bu durumda, ister iyilik yapanın ister kötülük işleyenin amelinden bir şey eksiltilmez. İyilik yapanların sevabından bir şey eksiltilmediği gibi, kötülük işleyenlerin de cezaları artırılmaz.

Nebevi hadis-i şerifte iyiliklerde farklılığın ölçüsü, kötülüklere de ceza yo­lu açıklanmış bulunmaktadır. Ahmed, Buharî, Müslim ve Nesaî'nin İbni Ab-bas (r.a.)'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Aziz ve Celil olan Rabbiniz çok merhametlidir. Her kim bir iyilik yapmak ister de sonra bunu yapmazsa ona bir iyilik olarak yazılır. Eğer onu işleyecek olursa bu sefer o iyilik ona ondan yedi yüze ve pek çok kat fazlasına kadar yazılır. Her kim bir kötülük işlemek ister de sonra bunu işlemezse ona bir iyilik olarak ya­zılır. İşleyecek olursa bu sefer ona bir (kötülük) olarak yazılır yahut Aziz ve Ce­lil olan Allah onu siler. Allah'ın bunca lütfuna rağmen bir kimse yine de helak olursa işte büyük bir hayırdan mahrum kalan kişi odur." [48] Amellerin yazıl­ması ise melekler aracılığıyla Allah'ın onlara emir vermesi suretiyle gerçekle­şir. [49]

[48] Son cümlenin hadis-i şerifteki kelime kelime manası şöyledir: "Ve Allah'a karşı ancak he­lak olmuş kişi helak olur." Bu şekliyle tercüme ise, bu hadisin yer aldığı Müslim, İman, 203 v.d. numaralı hadislerde Muhammed Fuâd Abdülbaki'nin neşrinde Kadı Iyâd'dan nakledi­len açıklamalardan yararlanılarak yapılmıştır (Çeviren).

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/416-417.

13 Mart 2019 Çarşamba

KÜÇÜK NOTLARIM (19) :Salih kişi


-* Salih kişi; Fesadın, fitnenin, günahın her türlüsünden sıyrılarak hayatını idame ettiren kimsedir.

-* Salihlerden olabilmek için; Allah'ın hakkını vermek, insanların hakkını vermek, içi-dışı bir olmak ve her an daha iyi amel yapmaya gayret etmek gerekmektedir.

-* Salihler, kadere razı kimselerdir. Hata yaptıklarında tevbe eden ve iyilik yapan insanlardır. Her an hayırda yarışırlar.

-* Ya şehid, ya sıddık ya da salihlerden olmalısın. Hiçbiri olamazsan onlara benzemeye çalışmalı ve onları çok çok sevip onlardan olmak için çabalamalısın.

-* Şöyle dua edin: Allah'ım Senin sevdiğin şeyleri ve kişileri bana sevdir.

12 Mart 2019 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (18)


-* Mü'min toplum algısıyla değil, Allah-u Teala'nın emriyle hareket eder.

-* Mü'min; Allah kendisini sevsin diye O'nun sevdiği işleri seven kişidir. 

-* Kimsenin kıyamet kopmadan kimseye üstünlüğü yoktur.

-* Hiçbir sistem Allah'ın bizim için seçtiği Kur'an'dan daha iyi değildir.

-* Allah'ın kanunları dışında hiçbir ceza caydırıcı değildir.. Çünkü Allah manaya da hükmeder. İslam dini vicdanlara da hükmeder. Benim gibi biri bana kanun koyamaz.

-* Allah seçer. Allah'ın seçtiği mekanlara (Mekke, Medine, Kudüs, mescitler.. vs.), günlere (cuma, Kadir gecesi.. vs), zamanlara (Ramazan ayı, Zilhicce ayının ilk 10 günü, teheccüd vakti.. vs) bağlılığımız kadar Allah'a yakın oluruz.

-* Sıradan olmak en büyük afetimizdir.

11 Mart 2019 Pazartesi

Kürtaj yaptırmak caiz midir?


Soru:
Dört aylık olan çocuğu aldırmak caiz değildir deniyor, fıkıh kitaplarında. Ama bugün ultrasonla yapılan tesbitte dört aylık değil ellibeş günde insan şekline geldiği tesbit ediliyor. Alınamaz duruma geldiği söyleniyor. Eski tesbit mi yerinde, yoksa yeni tesbit mi?

Cevap:
Erkeğin spermi ile kadının yumurtası birleştikten, embriyo oluştuktan ve ana rahminde tutunup beslenmeye başladıktan sonra -ki, bu aşılanmadan kısa bir süre sonra olmaktadır- bu varlık (cenîn) insandır, onun bütün özellikleri ceninde belli olmuş, belirlenmiştir; onu almak, kürtaj yapmak insan öldürmektir ve asla caiz değildir. Kırkbeş gün, 120 gün sonraki durumlar, rahimdeki varlığın değişim safhalarından bazılarıdır, bu değişim/gelişim safhaları olmadan da o canlıdır ve insandır. Mesela hadis ve fıkıh kitaplarında, bir rivayette kırk beş, diğerinde 120 gün sonra cenine "ruhun üflenmesi"nden söz edilmiştir; bu ruhtan maksat can değildir; çünkü cenin (rahimdeki çocuk) bundan önce de (baştan beri) canlıdır. Bu üflenen ruh, mahiyetini insanların bilmediği ilâhî bir katkıdır. İnsanı insan yapan ve öldükten sonra da varlığı devam edecek olan unsur "nefis"tir, bu nefis insanla beraber yaratılır ve devamlı gelişir; iyi olur, kötü olur. Ruha gelince, bu üfürülmeden önce de, ölüm ile vücudu terk ettikten sonra da -onun dışında kalan- varlık insandır ve ona (rahimde iken canlı, öldükten sonra ölü) insan olarak bakılır, böyle muamele edilir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00104.htm

10 Mart 2019 Pazar

Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine İslâm dininde neden izin verilmiştir?


Çok eşlilik teorik olarak ya karının veya kocanın birden fazla olması ile gerçekleşir. Ancak bir ailede karının tek, kocanın birden fazla olması uygulaması tarih boyunca çok nadir olmuş ve ilâhî dinlerin hiç birinde meşru görülmemiştir. Kocanın tek, karılarının birden fazla olması ise hem tarihte daha çok görülmüştür. İslam'ın geldiği coğrafyada sınırsız olarak çok karılı aileler vardı; hem de dinler tarafından, bazı kayıtlar ve sınırlarla onaylanmıştır.
Kur'an-ı Kerim'in, birden fazla kadınla evlenmenin meşruiyetine, doğrudan buna yönelik bir ifade ile değil, bir başka münasebetle (yetimlerin hakkını korumaktan söz ederken) temas etmiş olması düşündürücüdür. Şöyle buyuruluyor: "Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin; çünkü bu büyük bir günahtır. Yetimlerin hakkına riâyet edememekten korkarsanız (bunların yakasını bırakın da) beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın; haksızlık etmekten korkarsanız bir tane kadın veya mülkiyetinizde bulunan cariye (ile yetinin); bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olandır (Nisa: 4/2-3).
İnsanoğlunun dünya hayatında mutluluğu bulabilmesi ve yaratılış amacını gerçekleştirmesinin maddi şartlar içinden ikisinin önceliği vardır: 

a) Aile ve cemiyet içinde sağlıklı, dengeli ve düzenli "karşılıklı ilişkiler", 
b) Adil ve makul bir "insan-servet ilişkisi". Nisa suresinin ikinci âyetinden altıncı âyetin sonuna kadar -birinci âyette önemle tavsiye edilen aile ve akrabalık bağlarına riâyetin tabiî sonuçları olarak- geniş ailede yetimlerin haklarından söz edilmiş, velisi ile yetim arasındaki şahsî ve malî tasarruf ilişkisi kaidelere bağlanmıştır. Aradaki iki âyette evlilik ve mehir konularına temas edilmiştir; ancak bu temas, yetimlerin hukuku ile ilgili kaideler koyma ve tavsiyelerde bulunma iradesinden doğduğu için "dolaylı" olmuştur. Yani meşhur teaddüd-i zevcat (birden fazla kadınla evlenme) izni doğrudan hüküm konusu olmamış, yetimlerin haklarını korumak için bir araç olarak "dolaylı yoldan" zikredilmiştir.
Âyetin dolayısıyle temas ettiği birden fazla kadınla evlenme imkân ve âdeti, İslâmın geldiği çağdan çok öncelere kadar uzanmaktadır. İslâm öncesi çağlarda Mısır, Hindistan, Çin ve İran'da, eski Yunan ve Roma toplumlarında, yahûdîlerde ve araplarda ya nikahlamak, yahut da evde veya evin dışında bir yerde dost tutmak suretiyle erkekler, birden fazla kadınla evlilik yapıyorlar veya evliliğe benzer ilişkiler yaşıyorlardı. Bu çağlarda birden fazla kadınla evlenmenin birden fazla sebebi mevcuttu. İslâmın geldiği bölgede özellikle köylerde ve dağ başlarında yaşayan bedevilerin çok kadınla evlenmelerinin baş sebebi, hem korunma, hem de çevresi üzerinde hâkimiyet sağlamanın güçlü ve muharip nüfusa ihtiyaç göstermesidir. Diğer sebepler arasında kırsal hayatın güçlüğü ve birçok emekçiyi gerekli kılması, kabileler arasında sürüp giden savaşların, yağma, baskın ve talan hareketlerinin çok sayıda erkek ölümüne sebep olması, bunun sonucu olarak da kadın-erkek arasındaki sayıca eşitlik dengesinin erkek aleyhine bozulmasıdır.
Şu halde İslâm bunu (teaddüd-i zevcat, poligamiyi) getirmemiş, mevcut uygulamayı belli şartlara ve hukuka bağlayarak devam ettirmiştir. Devam ettirirken de iki durumu birbirinden ayırmış gibidir: 
a)Henüz evlenmemiş olanlara -bu âyette- bir kadınla yetinmelerini tavsiye etmiş, birden fazla kadınla evli olanlar için adalete riâyet edememe tehlikesinin bulunduğunu, bundan uzak kalmanın en uygun yolunun ise bir kadınla evlenmek olduğunu dile getirmiştir. 
b) 129. âyette ise birden fazla kadınla fiilen evli olanlara hitap etmiş, birden fazla kadın arasında adalete tam riâyetin mümkün olmadığını bir kere daha hatırlattıktan sonra hiç olmazsa adaletsizlikte, farklı ilgi ve muamelede ölçünün kaçırılmamasını istemiştir. 129. âyette şöyle buyurulmaktadır: "Ne kadar üzerine düşseniz de kadınlar arasında adil davranmaya güç yetiremezsiniz; bari birine tamamen kapılıp da diğerini askıda imiş gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah'a itaatsizlikten sakınırsanız bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, engin rahmet sahibidir." Burada ne kadar istense, üzerine düşülse, gayret edilse de birden fazla eş arasında adil davranmanın mümkün olmadığı açık ve kesin bir ifade ile dile getirilmiştir. Bu gerçeklik karşısında beklenirdi ki Allah Teâlâ birden fazla kadınla evlenmeyi yasaklasın; ancak O, zaruretleri, mübrem ihtiyaçlar, fevkalade halleri bildiği için bunu yasaklamadı, kulların uygulamada zorlanacakları bir yasak hükmü yerine ikili bir tavsiye ile yetindi: 
a) Tek hanımla evli olanlar -aksine bir zaruret bulunmadıkça bununla yetinmelidirler; çünkü birden fazla kadınla evlenmeleri halinde haksızlıklar olacak ve bundan dolayı günaha girebileceklerdir. 
b) Fiilen birden fazla kadınla evli bulunan erkekler ise gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılık gibi insanın elinde olmayan durumlar ve farklılıklar dışında, objektif, ölçülebilir, maddî konularda kadınlarına eşit davranacak, biri ile evlilik hayatın fiilen yaşarken diğerini askıda (yalnız, ilgi ve ilişkiden dışlanmış, ihtiyaç içinde veya maddî bakımdan diğerlerinden aşağı durumda) bırakmayacaklardır.
İslâmın tek veya çok eşlilik konusundaki bu tavrı, resmen bir kadınla evlenmeyi âdet edinmiş ve kanunlaştırmış başka kültür ve din mensupları tarafından ele alınmış, şu itirazlar ve tenkitler ileri sürülmüştür:
a) Bir kadının üzerine bir başka kadınla evlilik yapıldığında eşler arasındaki karşılıklı sevgi ve şefkatin yerini nefret, kıskançlık, kin ve intikam duyguları alır. Bu duyguların etkisi altında kalan kadın aile içi vazifelerini ihmal eder, kocasından intikam almaya kalkışır, bunun için israftan kocasını aldatmaya kadar birçok olumsuz davranışlara sapabilir.
b) Tarih boyunca yaşanan tecrübe, kadınla erkeğin yaklaşık olarak eşit sayıda olduklarını ortaya koymaktadır; bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi bu tabiî ve fıtrî eşitliği, dengeyi bozmaktadır, tabiî olana aykırıdır.
c) Birden fazla kadınla evlenmeye izin vermek erkeklerin şehvete ve doyumsuzluğa sevkedilmesi, cinsi tatmine öncelik verilmesi sonuçlarını doğurur.
d) Evlilikte bir erkeğe karşı dört kadın dengesi, kadının şeref ve haysiyeti bakımından küçük düşürücüdür; İslâm bile şahitlik, miras gibi konularda bir erkeğe karşı iki kadın dengesini getirdiğine göre evlilikte dört kadın dengeyi bozmaktadır.
Yabancıların başlattığı, giderek bazı müslümanların da katıldığı bu tenkit ve itirazlara şu cevaplar verilmiştir:
a) İslâm duyguyu dışlamamakla beraber aileyi, duygu temeli üzerine değil, mantık ve fayda temeli üzerine kurmuştur. Bu tercih insanların duygularını öldürmeye değil, ikinci plana itmeye, aklın ve inancın kontrolüne vermeye yöneliktir. Duygular, meyiller ve psikolojik tavırların çoğu telkin ve eğitim ile oluşur ve değişirler; birden fazla kadınla evliliğin yaygın olduğu bir toplumda İslâm kadınının duygular ile tek kadınla evliliğin geçerli olduğu toplumlardaki kadınların -bu konu ile ilgili duygu ve eğilimleri- aynı değildir. Bu olgunun delili, kadın ve erkeğin zinası konusunda İslâm ve Batı toplumları arasındaki farklı anlayış ve tavır alıştır. İslâm kadınlar meşru nikahla evlenmiş kadınlara ve birden fazla kadınla evli erkeklere karşı fazla olumsuz tepki göstermezken, gerek kadının ve gerekse erkeğin karşı cins ile veya hemcinsi ile yaptığı zinaya, fuhşa karşı olumsuz bir tavır takınmakta, bu fiili şiddetle kınamakta, ayıp ve günah saymaktadırlar. Bu sosyo-psikolojik vakanın tabii bir sonucu olarak Batı toplumlarında zinanın her çeşidi daha fazla yaygınlık kazanmış, hatta meşrulaştırılmak üzere kanun teklifleri, hukukî düzenlemeler yapılmıştır.
İslâm topluluklarında ikinci eşler, kendi serbest iradeleri ile ikinci eş olmayı istemektedirler, birinci eşler de ortak istememeleri halinde, evlenme akdini yaparken bunu şart olarak ortaya koyma hakkına sahiptirler. Tarihî tecrübe İslâm ailelerinde, birden fazla kadının bulunması halinde israf, intikam zinası, aileye ait vazifelerin ihmali gibi davranışların nadir olduğunu göstermiştir. Kadınların ikinci eşi istememeleri doğumdan gelme (fıtrî, tabiî) bir kıskançlık duygusu yanında, belki bundan daha etkili olarak sosyal, psikolojik ekonomik ve hukukî amillere bağlı olarak edinilmiş (ârızî) bir şuur ve irade halinden kaynaklanmaktadır.
b) Tabiatın kadınla erkeği eşit kıldığı, birden fazla kadınla evlenmeye izin verildiğinde bu eşitliğin bozulacağı iddiası da gerçeğe uymamaktadır. Fizyolojik ve psikolojik olarak evliliğe hazır hale gelme bakımından kadınların önceliği vardır; sıcak bölgelerde kızlar dokuz yaşında bu olgunluğa erişirken erkeklerin onaltı yaşlarını beklemeleri gerekmektedir. Medenî denilen ülkelerde kızların, kanunî evlenme çağına gelinceye kadar bekaretlerini korumaları gittikçe daha zor ve nadir hale gelmektedir, bu da onların evliliğe daha önceden hazır duruma geldiklerinin bir başka delilidir. Buradan hareketle bir hesap yapıldığında şu sonuç çıkacaktır: Belli bir yılda onaltı yaşına girmiş bin erkek ve dokuz yaşına girmiş bin kız olsa, kanuni evlenme çağı olan yirmi beş yaşa kadar erkeklerden on nesil, kızlardan ise onbeş nesil biyolojik olarak evlenmeye hazır hale gelmiş olacaklardır, bu takdirde biyolojik büluğ bakımından kızların sayısı -farazi olarak- erkeklerinkinin iki katına da çıkabilecektir; bu vaka, tabiat eliyle (sünnetullah gereği) bir erkeğe iki kızın hazırlanmasını ifade eder.
Kadınların ortalama ölüm yaşları erkeklerinkinden uzundur, buna karşılık erkeklerin de çocuk sahibi olma yaşları kadınlarınkinden daha uzundur. Bu iki yaş ortalaması fark bir arada düşünüldüğünde ortalama olarak çocuğu olabilecek yüz erkeğe karşı çocuk yapabilecek elli kadın bulunur.
Başta savaş olmak üzere ölüm getiren olaylar daha çok erkek ölümü getirmektedir. Bu sebeple bazı büyük savaşların sonunda toplumda, kadınların evlenecek erkek bulamadıkları ve hükümetlerinden iki kadınla evliliğe izin talep ettikleri olmuştur.
Kadınlar ile erkeklerin eşit sayıda olduklarından hareketle poligaminin sosyal sıkıntılara yol açacağı iddiası ancak bütün erkeklerin veya çoğunun birden fazla kadınla evlenmesi durumunda düşünülebilir. Halbuki İslâmın ikinci kadınla evlenebilmek için koştuğu şartlar erkelerin çoğunda değil, azında gerçekleşmektedir. Yaşanılan tecrübe de poligaminin uygulandığı yerlerde kadın kıtlığının değil, tek kadınla evlenmenin kanunlaştırıldığı yerlerde bekar erkek kıtlığının yaşandığını ortaya koymuştur.
c) İslâmın kadınlar için getirdiği edep kuralları ve terbiye tarzı onların cinsi duygu ve güçlerinin -erkeklere nisbetle- daha az gelişmesi ve tahrik edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Ayrıca tabiatlar icabı yaşadıkları ay hali, gebelik, lohusalık, emzirme gibi haller evlilik hayatlarının üçte birinde onları cinsi hayattan uzak tutmaktadır. Bunlara bir de İslâmın, ümmet sayısının çoğalmasına verdiği önem eklenince gerekli durumlarda bir erkeğin, birden fazla kadınla evlenebilmesinin câiz kılınması kaçınılmaz olmaktadır. İslâm da bunu yapmış, birden fazla kadınla evlenmeyi menetmediği gibi, farz, vacib, müstehab da kılmamıştır.
İnsanlar menedildikleri şeye karşı düşkünlük gösterirler. Müslüman erkek fiilen evlenmese bile bir başka kadınla daha evlenme imkânının bulunduğunu bilerek bu "yasaklılık" psikolojisinden kurtulmaktadır.
d) İslâmın kadına nasıl değer verdiği, onun haklarının korunmasına nasıl itina gösterdiği hem dinî metinlerde, hem de örnek devirlere ait uygulamalarda açıkça görülmektedir. Birden fazla kadınla şartlara bağlı evlenme izninin, kadınların hakları ve değerleri ile olumsuz bir ilgisi yoktur; bu iznin gerekçesi yukarıdaki maddelerde açıklandığı üzere dinî, ictimaî, iktisadî, ahlâkî zaruretlere dayanmaktadır.
Uygulamada çok kadınla evli erkeklerin adaletsizliği, kumalar arasındaki geçimsizlik, böyle ailelerde evlerin cehennem çukuruna dönüşmesi, insanlar arasındaki güzel ilişkilerin çirkinleşmesi bir vakadır. Ancak bu çirkinliklerin ve kötülüklerin âmili kanun (şeriat) değil, onu uygulayan -daha doğrusu uygulamayan- müslümanlardır. Demokrasiyi ele alalım, Batı'da güzel sonuçlar verdiği halde Doğu'da adı mevcut, kendisi mefkuddur (yoktur). Birçok yerde demokrasi terkedilmiş, komünizme geçilmiş, bu defa onda insanlık için huzur, adalet ve saadet aranmıştır, ancak uygulama teoriye uymamış, onda da aradığını bulamayanlar yeniden demokrasiye geçer olmuşlardır. Şu halde bir hukukî, ictimaî, siyasî sistem hakkında doğru değerlendirme yapabilmek için sistemin kendisi ile uygulamayı birbirinden ayırmak, birinin kusurunu diğerine yıkmamak gerekmektedir.
Beşerî sistemler köklü değişikliklere uğratılarak amaca uygun hale getirilirler. İslâmda köklü değişim söz konusu değildir, onda değişmez kurallar vardır, ancak hangi kural olursa olsun uygulandığında tabiî olmayan bir olumsuz sonuç doğuyorsa uygulamayı durdurma imkan da mevcuttur. Bu cümleden olarak bir cevazdan (izinden, serbest bırakmadan) ibaret olan çok kadınla evlilik, genellikle kötüye kullanıldığı ve olumsuz sonuçlar doğurduğu takdirde islâmî yönetim tarafından engellenebilir; bu kanunu (şeriat) değiştirmek mânasına gelmez; bu, tıpkı şartlarını yerine getirememekten korkan ferdin tek kadınla evli kalmayı yeğlemesine benzer. Günümüzde bizde ve bize benzer toplumlarda tek kadınla evlilik örf ve âdet haline geldiği için bir kimsenin karısına kuma alması, birinci kadını, ondan olma çocukları ve çevresini, başka çağ ve toplumlarda olandan daha ziyade etkilemekte, üzmekte, perişan etmektedir. Bir müminin, insanlar bu kadar üzüntüye sokacak bir davranışta bulunabilmesi için zevkten başka sebepleri olmalıdır.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00098.htm

9 Mart 2019 Cumartesi

EN'AM SÛRESİ 108.-110.ayetlerin tefsiri


Putperestlerin İlahlarına Sövmenin Yasaklanması

108- Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz. Sonra onlar da Allah'a haddi aşarak ve bilgisizce söverler. İş­te böylece her ümmete amellerini hoş gösterdik. Nihayet dönüşleri yalnız Rablerinedir. O kendilerine ne yapıyor olduklarını haber verecektir.

109- Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle ye­min ettiler: "Eğer kendilerine bir ayet gelirse andolsun ona mutlaka iman edecekler." De ki: "Ayetler ancak Allah'ın indindedir." O ayet geldiği za­man da ona yine iman etmeyecekleri­nin farkında değil misiniz?

110- Biz ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini ve yüzlerini çe­viririz ve kendilerini azgınlık içinde şaşırmış oldukları halde terk ederiz.


Nüzul Sebebi

"Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz..." mealindeki 108. ayetin nü­zulü ile ilgili olarak Abdürrezzak şöyle demektedir: Bize Ma'mer, Katâde'den haber vererek dedi ki: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Kâfirler de buna karşılık Allah'a sövüyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah'tan başka çağırdıklarına sövmeyiniz..." ayetini indirdi. Vâhîdî'nin Katâde'den nak­lettiği ibare ise şöyledir: Müslümanlar kâfirlerin putlarına sövüyorlardı. Bu se­fer onlar da Müslümanlara karşılık veriyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, Allah'ı tanımayan cahil bir topluluğun, rablerine küfretmelerine sebep teşkil etmelerini yasakladı.

İbni Abbas, el-Vâlibî'den gelen rivayete göre şöyle demektedir: Kâfirler de­diler ki: Ey Muhammed! Ya putlarımıza sövmekten vazgeçersin ya da biz de Rabbini hicvedeceğiz. Yüce Allah Müslümanlara onların putlarına sövmelerini yasaklayarak onların da bilgisizce ve hadlerini aşarak Allah'a sövmelerini ön­lemiş oldu.

"Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler..."
mealindeki 109. ayetin nü­zulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî de Muhammed b. KaTb, el-Kurazî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Kureyşlilerle konuştu, onlar da şöyle dediler: "Ey Muhammed! Sen bizlere Musa ile birlikte bir asanın bu­lunduğunu ve asayı taşa vurduğunu, İsa'nın ölüleri dirilttiğini, Semud kavmi­ne (Salih'in) dişi deveyi mucize olarak gösterdiğini söylüyorsun. Haydi sen de, seni tasdik edebilmemiz için bir takım mucizeler göster." Bunun üzerine Resu­lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizlere nasıl bir mucize göstermemi arzuluyorsu­nuz?" Onlar, "Safa'yı bize altına dönüştür" deyince, Resulullah (s.a.), "Peki, bu­nu yapacak olsam beni tasdik eder misiniz?" diye sordu. Onlar, "Allah'a yemin ederiz, evet" dediler. Resulullah (s.a) kalkıp dua etmeye koyuldu. Cebrail geldi, ona şöyle dedi: "Arzu ettiğin takdirde Safa altın oluverir, fakat o takdirde tas­dik etmeyecek olurlarsa şüphesiz biz de onları (toptan imha edecek şekilde) azaplandıracağız. Arzu ediyorsan aralarında tevbe edecek olanlar tevbe etsin diye, onları bırak." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) "Hayır, aralarından tevbe edecekler tevbe edinceye kadar onları terk ediyorum" dedi. Yüce Allah da, "Var kuvvetleriyle Allah'a şöyle yemin ettiler..." buyruğundan itibaren 115. ayetin so­nuna kadar inzal buyurdu. [2]

Açıklaması
Yüce Allah Rasulüne ve müminlere, müşriklerin ilâhlarına sövmeyi -bun­da maslahat olsa dahi- yasaklamaktadır. Çünkü onlara sövmekten, bu maslahattan daha büyük bir mefsedet ortaya çıkabilir. O da müşriklerin müminlerin ilâhına sövmek suretiyle karşılık vermeleridir. Halbuki O, "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır." Nitekim İbni Abbas da böyle demiştir.

Ey Müslümanlar! Müşriklerin Allah'ı bırakarak dua edip tapındıkları ilâhlarına sövmeyiniz. Çünkü belki bu müşriklerin, Yüce Allah'ın kadir ve aza­metini bilmediklerinden dolayı müminleri daha bir öfkelendirmek için sövmekte haddi aşarak, haksızlığa ve zulme saparak, Yüce Allah'a sövmelerine sebep teşkil edebilir. İşte bu şunu da göstermektedir ki, itaat yahut maslahat eğer bir masiyete veya mefsedete götürüyor ise terk olunur. Yüce Allah Musa ve Harun'a Firavun ile konuşmaları esnasında yumuşak olmalarını emretmiştir: "Siz ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki öğüt alır, yahut (Allah'tan) korkar." (Tâ-Hâ, 20/44).

Yüce Allah bu topluluğa putlara sevgi beslemeyi, onların yardımına koş­mayı süslü gösterdiği gibi, her bir ümmete de küfür ve sapıklık gibi kötü emel­lerini süslü göstermiştir. Yani bu, Yüce Allah'ın yarattıkları arasındaki sünne­tidir. Onlar taklit ve bilgisizlik üzre yahut bilgileri olduğu halde ve inattan do­layı izledikleri âdet ve geleneklerini güzel görürler. Allah da böylelerini kendi halleriyle başbaşa bırakır.

Bu süslü gösterme, herhangi bir zorlama veya cebr söz konusu olmaksızın onların tercihlerinin bir neticesidir. Yoksa Allah, diğer müminlerin kalplerinde imanı ve hayrı süslü gösterdiği gibi, bunların da kalplerinde küfür ve şerri süs­lü görmeyi yarattığından dolayı böyle değildir. Aksi takdirde iman, küfür, hayır ve şer doğuştan gelen kevnî bir durum olur. Artık böyle bir durumdan sonra müşrikleri düzeltmeye yapılacak çağrı bir çeşit abes iş olur ki, Allah böylesinden münezzehtir. Değilse, sevap, ceza, peygamberlerin gönderilmesi ve kitapla­rın indirilmesi de anlamsız bir iş olur, adaletin gereği bir şey olmaktan çıkardı.

Dünya hayatında onlar kendi halleriyle başbaşa bırakılmışlardır, ancak ölümün akabinde ve diriltilecekleri vakit rablerine ve işlerinin mutlak maliki­ne döndürüleceklerdir, başkasına değil. O da amellerinin karşılıklarını onlara verecektir; hayır ise hayır, şer ise şer. Bu ise bir uyarı ve tehdittir.

Bu müşrikler Allah'ın adıyla öyle tekit edilmiş yeminlerde bulundular ki, bundan daha güçlü yemin adeta olmaz: Andolsun ki eğer kendilerine maddî bir mucize ve kendilerinin teklif ettikleri kevnî ayetlerden harikulade bir mucize gelecek olursa, şüphesiz onun Allah tarafından geldiğini senin de Allah'ın rasulü olduğunu tasdik edeceklerdir. Bu, onların inatçı bir kavim olduklarına işa­rettir. Çünkü onlar bu Kur'an-ı Kerim'in mucize özellikli olduğunu hiç bir şekil­de görmüyorlardı. Onların hedefi ise ancak mucize talebinde bulunmak sure­tiyle tahakküm etmekten başka bir şey değildi.

Ey Muhammed! Doğru yolu bulmak ve bu yolun kendilerine gösterilmesi amacıyla değil de işi yokuşa sürmek, inat ve küfür maksadıyla senden mucize­ler isteyen şu kimselere de ki: Bu mucizeyi göstermek Allah'a aittir. Bunları göstermeye gücü yeten O'dur. Dilerse bu mucizeleri size gösterir, dilerse sizi halinize bırakır ve O, ancak hikmet gereği onları indirir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın izniyle olmadıkça hiç bir peygamberin kendili­ğinden bir ayet (mucize) getirmesi mümkün değildir." (Mü'min, 40/78)

Daha sonra Yüce Allah, peygamberine iman etmeleri için müşriklerin tek­lif ettiklerinden bir mucizenin getirilmesini temenni eden müminlere şöyle hi­tap etmektedir: Onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz? Yani bu muci­zelerin onlara gösterildiğini var saysak dahi, bunlar yine de kendilerine mucize geldiğinde iman etmeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah ezelden beri onların iman etmeyeceklerini bilmektedir: Ben biliyorum ki, onlara bu ayetler geldiği takdir­de onlar iman etmeyeceklerdir, siz ise bilmiyorsunuz.

"Biz ona ilk defa iman etmedikleri gibi onların kalplerini çeviririz." Kalple­rini hakkı idrak etmekten, imanı kavramaktan, gözlerini de O'nu görmekten çevireceğiz. Kendileriyle o hak arasına engel olacağız, onlar da onu idrak ede­meyecekler. Onlara her türlü ayet (mucize) gelecek olsa dahi yine iman etme­yeceklerdir. Nitekim ilk defa kendilerine Kur"an-ı Kerim ve daha başka, karşı koymakta acze düştükleri bir çok mucizeler geldiği vakit de kendileriyle iman arasına engel koymuştuk. Buna sebep ise onların gerçekleri idrak etmekten büsbütün yüz çevirmiş olmalarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz onlara gökten bir kapı açsak ve ondan yukarı çıksalar elbette "Şüphe­siz bizim gözlerimiz döndürüldü. Hatta biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyecek­lerdir" Hicr, 15/14-15).

Gerçek şu ki, Kur'an-ı Kerim'de yer alan aklî ve ilmî delillerin ikna etme­diği bir kimseyi gözüyle göreceği maddî mucizelerde ikna etmeyecektir.

Aynı şekilde siz, onları azgınlıkları içerisinde bırakmayacağımızı nereden biliyorsunuz? Yani biz onları kendi hallerine bırakacağız. Tuğyandan, azgınlık etmekten yani hadlerini aşmaktan onları alıkoymayacağız. Onları işittikleri ve gördükleri ayetler hususunda, taşkınlıkları içerisinde şaşkın ve tereddüt içeri­sinde bırakacağız. Acaba bu apaçık bir gerçek midir, yoksa aldatıcı büyü mü­dür diye karar veremeyecekler. [3]


[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/307-308.


[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/308-310.

7 Mart 2019 Perşembe

Her yiğidin bir sürçmesi olur


..İnsanlar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, Resulüllah dışında hiç kimsenin söyledikleri tartışmasız din değildir ve önemli olan insanlara bizim verdiğimiz büyüklük değil onların Allah katındaki gerçek büyüklüğüdür. Onu da biz bilemeyiz. O halde biz Allah’ın dininden aldığımız ölçülerle hareket etmek zorundayız. 

..Onlara Hz. Ali’nin şu çok meşhur sözünü de ekleyelim: ‘Hakikati insanlarla tanımayın, önce hakikati tanıyın ki, insanları onunla tanıyabilesiniz’. Yani hiç kimse tek başına hakikatin her bakımdan ölçüsü olamaz. O şöyle söylüyor, şöyle düşünüyor, şöyle yaşıyor, şöyle giyiniyor, o halde doğru olan budur denemez. En nihayet o böyle diyorsa düşünmeye değer diyebiliriz o kadar.

Resulüllah dışındaki insanları konuşuyoruz. Diyelim bunların Allah katında en büyüğünün filan zat olduğunu bilmiş olalım. Bu çok büyük özellik bile onun bütün söylediklerinin doğru olmasını gerekli kılmaz. Dediğimiz gibi o bir referans olabilir ama hakikatin yegâne ölçüsü olamaz. Bu kanunu Allah elbette bilerek böyle koymuştur. Dolayısıyla mesela, Gazali diyorsa doğrudur diyemeyiz ama Gazali diyorsa doğru olma ihtimali fazladır diyebiliriz. Eğer hakikat arayıcısı isek söz onun da olsa, Kitaptan ve Sünnetten delilini bilmeliyiz. Ben bunu yapabilecek güçte değilim diyenlerimiz olabilir, ama hepimiz bunun böyle olması gerektiğini bilmek zorundayız. Avam, Gazali bunu böyle söylüyorsa ben artık bunu tartışmam da diyebilir, bunda bir sakınca olmaz, ama ilimden behresi olanlar böyle söyleyemezler. Çünkü Allah (cc) ‘Yaşayan da bir delille yaşasın, ölen de bir delille ölsün’ buyurur.

Herkesin kendine göre büyük saydığı mesela mezhep imamları, büyük müfessirler, İbn Arabi, İmam Rabbani, Mevlana, Said Nursi ve benzerleri hep böyledir. İslam’ı anlamak için bunlardan biri merkeze alınarak İslam sadece onun anlattıkları ile yeniden anlaşılıp anlatılamaya kalkışılamaz. Kişiler üzerinden İslam oluşturma fırkalaşmaya, dinin şaftının kaymasına, beşerîleştirilmesine, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi mecrasından çıkarılmasına sebep olur. Genel manzaranın da böyle olduğunu görüyoruz. Anlamak ve anlatmak için büyük zatların bize sundukları hazır bilgilerden yararlanırız, bunlar birer nimettir, rahmettir ama onların tarihsel, ya da hakikate uygun olmayan görüşlerinin olabileceği varsayımı, diğerlerine göre daha az olsa da, hep hesaba katılmalıdır.

Aslında gerçekten büyük olan zatlar da bunun böyle olması gerektiğini hep dile getirmişlerdir, ama onları sevenler onların bu kabil ifadelerinin bir tevazudan kaynaklandığını söyler, aslında onların her şeyi bildiğini sanır ve onları hep dinin merkezine koyarlar. Tabii ki, bu aynı zamanda Resulüllah’ın merkezden çıkarılması anlamına gelir. Onların kendi şartları için doğru olan bazı görüşlerinin, bizim şartlarımızda doğru olamayabileceği de ayrı bir husustur.

Ne kadar büyük âlim olursa olsun, her insanın özel eğilimleri, ihtisas alanı, duygu dünyası, bilgi ve tefekkür kapasitesi, hatta zaafları vardır. Birisi düşüncelerinde hep mantık ve tefekkür örgüsünü merkeze alırken, bir diğeri gönül bağlarını, takvayı, hatta veraı, bir başkası daveti, cihadı ve eylemi, ya da infakı ve yardımı, bir diğeri sufiyane bir işrakı, ya da şairane bir marifeti yahut bunun tam aksine hiç esnetilemez fıkıh kurallarını ilminin, eyleminin ve hayatının kıstası haline getirmiş olabilir. Bu ve benzeri eğilimlerden birinde olan bir âlimi seven ve ona tabi olan bir mümin, İslam’ı onun söylediğinden ve yaşadığından ibaret sanırsa, diğerlerini reddeder ve onun dışındakilerin hep yanlış olduklarını düşünür. Oysa İslam bütününde bunların hepsinin yeri vardır, olmalıdır ve bunların her birinden yerinde yararlanılmalıdır..

..Bu gerçek kavrandığında bazı kardeşlerimizin her fırsatta fıkhın katı kurallarıyla bu iş olmaz, gönül gerekir, metafizik gerekir, estetik zevk gerekir demelerinin, işte o bir noktada durup düşünmekten kaynaklandığını anlamış oluruz. Bu iş cihat çığırtkanlığı ile olmaz, oturup zikir çekmekle olmaz deyip, kategorik olarak bunları reddedenlerin durumu da bundan farklı değildir. Resulüllah’ın toplumunda ilmin, tefekkürün, cihadın, zikir ve zühdün temsilcileri hep vardı. Önemli olan İslam binasının yeniden kurulması için neye ne kadar yer vermemiz gerektiğinin bilinmesi meselesidir. Bizim duvarcıya da, sıvacıya da, marangoza da, mimara ve mühendise de ihtiyacımız vardır.

O halde büyüklerin sözlerine böyle bakmalıyız.

6 Mart 2019 Çarşamba

Büyük zatların söylediklerinin dini değeri


Bazen bize İslam büyüklerinin sözleri nakledilir ve bunların bağlayıcılığı konusunda kafalar karışabilir..

Dinin sahibi Allah’tır. Allah dinini vahiy ile Resulüllah’a bildirmiş ve onun vasıtası ile bize de öğretmiştir. Resulüllah sıradan bir insan değildir, vahyi anlayıp doğru uygulayacak özelliklerde yaratılmış ve onun uygulaması sürekli Allah’ın kontrolünde gerçekleştirmiştir. Buna onun ontolojik farklılığı diyebilirsiniz. Böylece Resulüllah’ın bu hatasız uygulaması da dinin, Kuranıkerim’e bağlı/mecazen bir kaynağıdır. O halde bu ikisi esastır ve din budur.

Bu iki kaynakta bulunmayıp, ulemanın onlardan anladıkları ise, her zaman bağlayıcı olmasa da yine de dindir. Çünkü bizim bu iki asıl kaynağı uygulayabilmemiz onları doğru anlamamıza bağlıdır. Bunu da ancak bilenler, yani âlimler yapabilir.

Âlimlerin görüşlerinin bu iki kaynaktakinden farkı şudur: Başka âlimler onların görüşlerine itiraz edip doğrusu öyle değil böyledir diyebilirler. Yine de onların anlamaları sıradan görüşler olmadığı için onlara ‘içtihat’ diyoruz. İçtihat denen anlama belli bir bilgi ve amel seviyesinin, cehdin, dikkatin, gayretin ve mücadelenin ürünüdür. Bu sebeple içtihat büyük bir seviyedir, çok az kişiye nasip olur, ancak ilke olarak buna kadın erkek her mümin ulaşabilir, yani müçtehidin ontolojik bir farklılığı yoktur.

Kuranıkerim’in bize olduğu gibi ulaştığı konusunda tereddüt yoktur. Onunla ilgili mesele sadece doğru anlaşılması meselesidir. Sünnetin ise bize olduğu gibi ulaşıp ulaşmadığı da ayrı bir anlama meselesidir ve âlimlerin öncelikli görevlerinden biri bunu tespit etmektir. Resulüllah’a nispetinin sıhhati tespit edilmeyen ve hadis diye nakledilen sözler zaten din olarak görülmez. Dolayısıyla bazı işi bilmezlerin, ‘bu kadar zayıf ve uydurma hadis var, bunları nasıl din kabul edebiliriz’ demeleri anlamsızdır. Çünkü dinin kaynağı Kitap ve Sünnettir derken kastedilen zaten onlar değildir.

Resulüllah’tan sonra, sahabe dâhil bütün insanlar hata edebilir. Ne var ki, dini kaynaklarıyla bilen ve yaşayan bir âlimin hata nispeti ile bizimki aynı olmaz. Biz yüz görüşümüzden yirmisinde hata edersek, öyle bir âlim belki sadece birinde hata eder. Varsa onun hatasını da başka âlimler düzeltir.

Bunun anlamı şudur; Resulüllah’ın dışında hiç kimsenin söyledikleri bizi mutlak olarak, yani kesinkes ve hiçbir şart aranmaksızın bağlamaz. İmam Malik’in Resulüllah’ın kabr-i şerifine işaret ederek söylediği gibi; ‘şu kabrin sahibinden başka söylediklerinin hepsine uyulması gereken bir insan yoktur’. Ancak en başta sahabenin âlim olanları olmak üzere, müçtehit âlimlerin anlayıp söyledikleri, doğruya isabet bakımından zannın üzerine çıkıp kesine yakın bilgi oluşturduğu için, dini olanı anlamada onların söylediklerine itibar etmek de yine dinin ve aklın gereğidir.

Diğer yönden bu ümmet Resulüllah’ın sünnetini olduğu gibi tespite verdiği önemi, başka hiç kimsenin söz ve davranışlarını tespite vermemiştir. Tarihi olaylar ise sünnetle ilgileri ölçüsünde değerli görülmüş ve Sünnete uygulanan tespit kıstasları ancak bu sebeple onlara da uygulanmıştır. Bu konuda İslamî ilimler geleneğinde şu kurallar meşhurdur:

SAHİH OLMAYAN SÜNNET BİZİ BAĞLAMAZ

Siyer, tarih ve tefsir kitaplarından hadis alınmaz. Tabii ki bu, onlardaki hadisler reddedilir anlamında değildir, hadisin sırf onlarda olması delil olması için yeterli olamaz, ayrıca sıhhatine bakılmalıdır demektir.
Elbette bir söz değerini, söylenen kadar söyleyenden de alır. Aynı bir sözü bizim söylememizle, mesela Hz. Ömer’in söylemiş olması aynı şey değildir. Bu yüzden bazı sözlerin, onlara dikkati artırmak için bazen büyük zatlara nispet edilmiş olduğunu da hesaba katmamız gerekir.

Bu sebeple; Hz. Ömer şöyle der, Ebu Hanife, Şafii, Gazali vb şöyle söyler diye duyduğumuz bilgileri değerlendirmede tavrımız şu olmalıdır: Önce bu zatlar kendilerine nispet edilen bu sözleri gerçekten söylemişler midir? Eğer söz kendi yazdıkları kitaplarda varsa bu, onu söylediklerine dair önemli bir delildir. Yine de imla hatası yapılmış olabilir, kitaplarının farklı nüshalarına da bakmak gerekebilir. Kitaplarında yok, ama hadis nakli kıstaslarına denk bir senetle kendilerine ulaştırılıyorsa sözü yine onların söylediğini kabul ederiz. Bu durumda söz hata ihtimali bize göre çok az olan birisinden sadır olma özelliği taşır ve sıradan sözlere göre değer kazanır. Ancak bu değer Kuranıkerim’e ve Sünnete aykırı olmaması şartına bağlıdır. Onların sözlerinde de bu ihtimal, diğerlerininkine göre az da olsa vardır. Bu sebeple yine de onu şaşmaz din olarak göremeyiz..

5 Mart 2019 Salı

Su içme adabı ve ayakta su içmek


Soru Detayı
- Ayakta su içmenin hükmü nedir?
- Bazı hadislere kendi yorumumla bakacak olursam, çok kaçınılması hatta haram denecek tarzda. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?

Cevap
Değerli kardeşimiz,
Suyu içerken imkânlar ölçüsünde kıbleye yönelip, oturarak besmele çekip su bardağı sağ ele alınarak içmelidir. Her hususta olduğu gibi su içerken de itidal üzere hareket etmeli, aşırı derecede su içmemeli, çok soğuk ve çok sıcak olanlardan da sakınmalıdır.

Peygamber Efendimiz (asm) zaman zaman ayakta su içmiş ve bu şekilde su içmenin günah olmadığını göstermek istemiştir. Böylece Efendimiz ayakta su içerek ruhsat yönünü göstermiştir.

Konuyla ilgili rivayetleri beraber değerlendirdiğimizde, ayakta su içilebileceği, ancak oturarak içmenin ise daha uygun olduğu söylenebilir.

İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Ali radıyallahu anh ayakta su içti. Sonra da:

"Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin benim içtiğimi gördüğünüz gibi su içtiğini gördüm."
dedi. (Buhârî, Eşribe 16)

İbni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

"Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında, yürürken bir şey yer, ayakta iken de su içerdik."
(Tirmizî, Eşribe 12. Ayrıca bk. İbni Mâce, Et`ime 25)

Abdullah İbni Amr şöyle dedi:

"Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ayaktayken de otururken de su içtiğini gördüm." (Tirmizî, Eşribe 12. Ayrıca bk. Nesâî, Sehv 100)

Enes radıyallahu anhın rivayetine göre Resûli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir kimsenin ayakta su içmesini yasaklamıştır. Râvi Katâde şöyle dedi: Biz Enese, "Ya ayakta yemek nasıldır?" diye sorduk. Enes: "Ayakta yemek daha beter (veya kötüdür)", dedi. (Müslim, Eşribe 113. Ayrıca bk. Tirmizî Eşribe 11)

Resûli Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Ayakta su içmeyi yasaklamıştır.” ifadesi, Müslimin bir başka rivayetinde “Ayakta su içmekten men etmiştir.”(zecere) şeklinde geçmektedir. (Müslim, Eşribe 112, 114)

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Hiçbiriniz ayakta su içmesin. Unutarak içen de kussun!” (Müslim, Eşribe 116)

Ayakta su içmenin lehinde ve aleyhindeki hadisler dikkate alındığı zaman, Peygamber Efendimiz (asm)’in ayakta su içtiğine dair rivayetlerin, ayakta su içmeyi yasakladığını belirten hadislerden daha fazla olduğu anlaşılmaktadır.

İmâm Buhârî’nin de Kâmil Miras’ın dediği gibi (Tecrid Tercemesi, XII/53), ayakta su içmekte bir sakınca olmadığı sonucuna vardığı anlaşılmaktadır.

Demek oluyor ki, Peygamber Efendimiz (asm), kendisi de zaman zaman ayakta su içmek suretiyle bunun yasak olmadığını göstermiş, belki de sağlık açısından uygun görmediği için bunun alışkanlık haline getirilmesini istememiştir. Suyu oturarak içmenin daha uygun olduğunu belirtmek, insanları buna yönlendirmek ve tercihinin bu yönde olduğunu daha açık bir şekilde anlatmak için de ayakta su içmenin aleyhinde bulunmuştur.

Peygamberimiz (asm)'in “Ayakta su içen kussun!” tehdidi kesin bir emir (yani vücup için) değildir. Bazı âlimler, “Ayakta su içen kussun!” sözünü Resûl-i Ekrem (asm)’in değil, Ebû Hüreyre’nin söylediği kanaatindedir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Çarşıda pazarda ayakta bir şey içmek gerektiğinde ve oturacak bir yer bulunmadığında, mutlaka oturacak yer aramamalı; bununla beraber oturarak içmenin sağlığa daha elverişli olduğu unutulmamalıdır.

1. Peygamber Efendimiz (asm) ile ondan gören bazı sahâbîler ayakta su içmişlerdir Bu sebeple ayakta su içmek günah değildir.

2. Peygamber Efendimiz (asm)’in ayakta su içmeyi yasaklaması, oturarak içmeyi daha uygun gördüğünü belirtmektedir.

3. Resûl-i Ekrem (asm)’in, ayakta su içenin içtiğini kusmasını söylemesi, mutlaka böyle yapılmasını istediği anlamına gelmez. Zira Efendimiz (asm) Müslümanları eğitmek için bazen bu üslûbu kullanmıştır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


4 Mart 2019 Pazartesi

Tıbbın zararlı dediği her şeyin yenilmesi haram mı?


Soru Detayı:

Bu devirde yediklerimize nasıl dikkat edebiliriz helal haram konusunda?
Mesela tıbbın insan vücuduna zararlı dediği her şeyin yenilmesi haram diye bir şey duydum. O zaman hayatımızda şu an yemekte olduğumuz her şeyi çıkarmamız gerekiyor, çünkü hemen hemen her şeyde katkı maddesi var, buna nasıl bir çözüm getirebiliriz? Cips olsun ve buna benzer kıraker gibi birçok şey tüketiyorum, onları hayatımdan çıkarmam mı gerekiyor? Bu devirde yeme içme konusunda bir müslümanın yapması gereken nedir?

Cevap

Tıbbın zararlı dediği her şey haram olmaz, böyle bir genel hüküm isabetli değildir.

Zarar ne kadar, az mı çok mu, zarar az ise zararsızı onun yerine koymak kolayca mümkün mü, zararı başka tedbirlerle önlemek mümkün mü, hiç zararı olmayan yiyecek ve içeceklere herkesin normal bir çaba ile ulaşması mümkün mü?

İşte bu sorulara alacağımız cevaplar hükmü etkiler ve değiştirir.

Vücudun tahammül edebileceği, başka yollardan giderilmesi mümkün olan zararlara katlanılır; yeter ki bu gıdalar ismen haram kılınmış veya bunlara kıyasen yasaklanmış olmasın.

Ayrıca hemen hasta eden veya öldüren yahut başka şekilde kötü etkisi olan gıdaların yerine iyilerini koymak ve bulmak mümkün olmazsa bunlar da yenir ve içilir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Hayrettin Karaman 

3 Mart 2019 Pazar

"Şefâat yâ Resûlallah" demek şirk midir?


Dinî bir terim olarak şefâat, 'günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için, Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O'na dua etmesi, dilekte bulunması' ve daha çok 'bu yüksek mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vukû bulacak aracılık ve dilekleri' demektir.

Mu'tezile bilginleri, âhirette günahkârlara şefâat edilmesinin sözkonusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefâat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Ehl-i sünnet âlimleri ise haklı ve isabetli olarak her iki durumda da şefâatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan diğer seçkin insanlar tarafından şefâat edilebileceğini savunurlar. Ancak Allah'ın izin vermediği hiçbir kimse şefâat edemeyecektir (meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109).

Allah'a ortak koşan kâfirlerin bir kısmı, bu ortakların O'na denk olduğuna değil, O'nun nezdinde reddedilemez şefâat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar. Âyetü'l-kürsî içinde yer alan 'Allah katında, O izin vermedikçe hiçbir kimse şefâat edemez' meâlindeki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta, şefâatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkâna sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında şefâatlerine izin verilecek olanlar da Allah'a yakın ve sevgili kullar olacaktır. Ayrıca bunların başkaları hakkında istediklerinin Allah tarafından kabûl şansı daha fazladır.

Kur'ân'ın ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefâat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefâate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah'a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir.

Çünkü gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerekse hadîslerde içtenlikle yapılacak tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır. Kur'ân'ın şefâat konusundaki -2/48. âyette olduğu gibi- ümit kırıcı üslûbu, şefâat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesini engellemek içindir; yine Kur'ân'ın tövbelerin kabûl buyurulacağına dair çok net ifadeleri ise tövbenin kişiye hatâlı inanç ve davranışlarını terkettirmesinden, böylece düzeltici ve ıslâh edici bir fonksiyon icrâ etmesinden ileri gelmektedir.

Buhârî, Müslim gibi sahîh hadîsleri toplayan müelliflerin kitaplarında yer alan birçok hadîs, bütün insanların mahşerde, korku içinde bekleşirken işlemin bir an önce başlaması konusunda Peygamberimiz'e (s.a.v.) mahsus şefâatten ve bunun yanında gerek O'nun ve gerekse diğer peygamberlerin, salih kulların, hocaların, talebelerin, dostların şefâatlerinden söz etmekte, bu şefâatlerin hak ve gerçek olduğunu söylemektedir.

Dünyada insanların Hz. Peygamber'in (s.a.v.) kabrini ziyaret etmek, O'na salât ve selâm okumak, ezan okunduktan sonra vesîle duasını yapmak, iyi insanlarla beraber olmak, onların sevgisini kazanmak, iyi evlât ve öğrenci yetiştirmek gibi amellerinin (iş, hizmet ve eserlerinin) ilgililerin şefâatlerini hak etme bakımından tesirleri olduğunu ifade eden sahîh hadîsler de mevcûttur.

Bütün bu delîller karşısında bir kimse, diğerine 'bana şefâat et' derse bunda bir yanlışlık olmaz. 'Şefâat yâ Resûlallah!' demek de böyledir. Bunu diyen kimse, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) şefâatini istemektedir. Bunu isterken de Allah'ın O'na şefâat selâhiyet ve izni verdiği bilgisine dayanmaktadır. 'Allah izin versin vermesin sen bunu yapabilirsin' diyen yoktur ve bu talebin açık veya gizli bir şirkle alâkası bulunamaz.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Hayrettin Karaman (Prof. Dr.)


2 Mart 2019 Cumartesi

Sıla-ı rahim


Akraba ve yakınları ziyaret etme, hallerini ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma.

İslam'da insanlar arası ilişkilere önem verildiği gibi özellikle yakınlardan başlayarak anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilip gözetilmesi prensibi son derece önemlidir.

Sıla-i rahmin birkaç derecesi vardır. En aşağı derecesi akrabalarımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak; karşılaştığımızda selâmlaşmayı, hal hâtır sormayı ihmâl etmemek; dâima kendileri hakkında iyi şeyler düşünmek ve hayır dilemektir. 

İkinci derece de ziyâretlerine gitmek ve yardımlarına koşmaktır. Bunlar daha çok bedenî hizmetlerdir. Özellikle yaşlıları zaman zaman yoklayarak, yapılacak işleri varsa onları takib etmek kendilerini sevindirecektir.

Sıla-i rahmin üçüncü ve en önemli derecesi akrabalara malî yardım ve destek sağlamaktır.

üç derecedeki yardımdan hangisine güç yetiniyorsa, onun yapılması anlaşılmalıdır. Yapabileceği görevi yapmamak müslümanı bu konuda sorumlu kılar.

İyilik, karşılık bekleyerek yapılmamalı, sadece görüp gözeten yakınlara karşı sıla-i rahimde bulunulmamalı; aksine, unutan, akrabalık bağlarını koparanlara karşı da bu görev yerine getirilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:

"İyiliğe benzeri ile karşılık veren kişi, tam anlamıyla akrabasını görüp gözetmiş olmaz. Hakiki sıla, kişinin kendisi ile ilgiyi kesenleri görüp gözetmesidir" (Buharî, Edeb, 15).


İtikadında sıkıntı olan, haramlar içinde olan, kötülük yapanlara karşı tavrımız nasıl olmalı?


Selamı kesme,


Acil vakalarda seyirci kalma, 

Hastalıkla ve cenaze ile ilgilenin.

Menfi konuşmalar yapmayın. Gıybet etmeyin, ettirmeyin.

Oturup kalkmayı sıklaştırma, mesafeli ve seviyeli ilişki içinde ol,

Şahsiyetini de yıpratma.

Böylece seviyeni de korumuş olursun, onların hak ettiğini de vermiş olursun.

Rabbinin rızasını da kaybetmezsin. 

Gerginliği zamana yayarak azaltın… Bunlar yeter. Bunlardan sonra da belli bir seviyede mesafeli davranmanız hakkınızdır. Durumun düzeldiğini hissettiğinizde siz de mesafeyi yeniden ayarlarsınız. 

şahsiyetimizi eritecek, bizi zorluklara itecek bir ilişki de mecburi değildir. 

bizi kulluğumuzda sıkıntılı duruma düşüren şahsiyetlere karşı ise seviyeli bir tavır göstermemizde sakınca yoktur. 

sılayırahim, zoraki sevmek, haftada bir ziyarete gitmek değildir. Sılayırahim, bağın kopmaması için asgari gerekleri yapmaktır. 

itikadi problemi olan biri ile sılayırahim yapabilmeniz için size bir zararının olmaması gerekir. İmanınıza ve şahsiyetinize zarar verdikleri sürece sılayırahim yapmanız gerekmez.

Amca, birinci dereceden sayılacak bir akrabadır. Sılayırahim açısından sizin amcanızı ziyaret etmeniz görevinizidir. Onun kendi görevini ihmal etmesi sizin onu ihmal etme nedeniniz olmamalıdır. Mesafeli de olsa siz en az yılda bir kere bağlantı kurun. Onun yaptığını yapmanız seviyesine düşmeniz demektir. Allah için yapılan işlere ‘şu veya bu gerekçe’ getirilmez.

Kuralımız şudur:
 Bir işi yaparken, o iş bir emir bile olsa açık bir haram işleyeceksek onu yapmayız (Örn.Gıybet). Sılayı rahim bizi bir harama kaydıracak ve biz de onu önleyemeyeceksek, sılayı rahimi terk ederiz. Yeter ki başka bir bahaneye bunu alet etmiş olmayalım. Bir de, haramları önlemek için mücadele etmemiz de gerekir. Önleme imkânımız yoksa yapacağımız budur.



1 Mart 2019 Cuma

"Siz otururken yanınıza birisi gelirse ayağa kalkmayın." anlamında bir hadis var mıdır?


Soru: Babama, misafire, büyüklere kalmak günah mıdır?

Cevap: Ebu Ümame anlatıyor: Hz. peygamber elinde bastonu olduğu halde yanımıza geldi. Biz de onu karşılamak üzere ayağa kalktık. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“Acemlerin / Arap olmayanların birbirine karşı -saygı göstermek için- kalktıkları gibi kalkmayın.” (Ebu Davud, Edeb,165)

- İbn Hacer, Taberi’den naklen bu hadisin zayıf olduğunu belirtmiştir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 11/49-50)

Bu konuda başka hadis rivayetleri de vardır:

"Kim bir zengine eğilir, onu yücelttiği ve elindekilere göz diktiği için kendini küçültürse, şahsiyetinin üçte ikisi ve dinin yarısı gider." (Beyhakî, es-Sünenü’l Kübrâ; Alâuddin Abidin, el-Hediyye'l-Alâiyye, 249; Benzer bir hadis ve açıklaması için bk. Fetâvay-i Ibn Salah,18)

"Kim insanların kendisi için hazırola geçmesinden (el-pençe divan durmasından) hoşlanırsa, ateşten yerine hazırlansın." buyurdular. (el-Beyan vet-ta'rif, 2/205)

Ayrıca birisinin önünde ayağa kalkmanın caiz olduğunu gösteren hadisler de vardır:

a. Ebu Said el-Hudrî anlatıyor: Beni Kureyza Yahudileri Hz. Sad b. Muaz’ın hükmünü kabul ettikleri zaman, kendisi (hasta haliyle) bir merkebin sırtında geldi. Peygamberimiz onu görünce oradakilere,

“Efendinizin / reisinizin önünde kalkın.” buyurdu. (Buharî, Atk,17; İstizan, 26)

b. Hz. Aişe anlatıyor:

"Hz. Peygamber, kızı Fatıma’nın geldiğini gördüğü zaman, 'hoş geldin' der ve hemen yerinden kalkar, onu öper ve kendi yerine oturturdu.” (İbn Hacer, 11/50)

c. Hz. Kab’ın tövbesinin kabul edilmesi üzerine ilk defa camiye geldiğinde, Hz. Talha önünden kalkmış ve onu ayakta karşılamıştır. Hz. Peygamber ise bu davranışına bir şey dememiştir. (İbn Hacer, 11/52)

İmam Nevevî ve Hattabî gibi bazı alimlerin de ifade ettikleri gibi, önünden kalktığımız kişi gerçekten faziletiyle buna layık ise, bu kalkmak bir saygının ifadesi olduğu için müstehaptır. (İbn Haceri, 11/51). Çünkü,

“Büyüklerimize saygı, küçüklerimize şefkat göstermeyen bizden değildir.” (Câmiu's-sağîr, 5/388)

hadisi de bunu emretmektedir.

Şayet bu kalkma işi, bir saygıdan çok, gelen adama aşırı bir büyüklük atfetmekten kaynaklanıyorsa bu caiz değildir. Kalkmayı uygun görmeyen hadisleri bu manaya yorumlamak daha uygun görülmektedir.

Bazı fıkıh kitaplarında; "Mescidde oturanın ve Kur'ân okuyanın da yanlarına giren için -eğer kalkılmağa layık birisi ise- saygı için kalkmaları mekruh olmaz." denir. (en-Nemenkanî, el-Fethur'-Rahmani, 2/256)

Tahavî, "Ayağa kalkmanın kendisi (liaynihi) mekruh değildir. Mekruh (haram) olan ayağa kalkılmasından hoşlanmak ve kalkılmayacak kimse için kalkmaktır." derken, İbn Vehbân: "Bana göre günümüzde ayağa kalkılması güzel (müstehap) olmalıdır. Çünkü kalkılmaması kin, nefret ve düşmanlığa -özellikle de kalkma adeti olan yerlerde- sebep olabilmektedir." der. (en-Nemenkanî, a.g.e., 2/257)

Ezraî ise; "Hatta günümüzde, İbn Abdisselam'ın da işaret ettiği gibi, düşmanlığı ve ilişkilerin kesilmesini önlemek için kalkmak vacip bile olmuştur, mefsedetleri önleme cümlesine dahil olmuştur." görüşünü bildirir. (bk., İbn Hacer el-Mekkî, ez-Zevacîr, 2/171) Ama onun bu görüşünü el-Mekkî, büyük günahları saydığı kitabında "üç yüz doksan yedinci büyük günah, halkın kendisine saygı ve hürmetle kalkmasını insanın sevmesidir" başlığı altında verir. Sonra şu açıklamayı yapar: "Demek ki, ilim, şeref, ahlâk, evlat-baba ilişkisi, arkadaşlık vb. duygularla kalkmanın sakıncası yoktur. Hatta Nevevî'nin bunu kabul etmeyenlere cevap olarak yazdığı bir risalesi vardır." der. (el-Mekkî, a.y.)

Asr-ı saadette müminlerin Hz. Peygamberi (asm) gördüklerinde ayağa kalkma adetleri yoktu. Hatta Enes b. Malik der ki:

"İnsanların Hz. Peygamber (asm)’den daha çok sevdikleri bir kimse yoktu. Buna rağmen onu gördüklerinde ayağa kalkmazlardı. Çünkü onun bundan hoşlanmadığını bilirlerdi. Fakat uzaktan gelen birisini karşılamak üzere ayağa kalkarlardı." (Fetavây-ı Hindiyye, 5/325, 369; Bezzâziye, 6/354; Nevevî, el-Fetâva, 79)

Sonuç olarak:

1. İnsanların kendileri için ayağa kalkılmasını ve el pençe divan durulmasını sevmeleri ve istemeleri haramdır.

2. İlim ehli, edepli, ahlâklı kimseler, baba, dede gibi yakınlar, yolculuktan gelenler için bir gönül alma ve ikram için kalkmak güzeldir, (müstehaptır).

3. İnsanlara zenginliklerinden ötürü ayağa kalkmak haramdır.

4. Kalkılmadığı takdirde, bu hareketin saygısızlık sayılacağı, kine, nefrete ve düşmanlığa ya da kalkmayanın başka bir zarar görmesine sebep olacağı yerlerde ayağa kalkmak, kalkan için günah değildir, ama kalkılan için haramdır. (krş İbn Hacer,11/51-52; Aynî, Umdetü'l-kârî, 20/252; Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nun Yayıncılık, İstanbul 1997, s.476-479)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
https://sorularlaislamiyet.com/siz-otururken-yaniniza-birisi-gelirse-ayag-kalkmayin-anlaminda-bir-hadis-var-midir-babama-misafire

28 Şubat 2019 Perşembe

Erkeklerin, akraba veya yabancı bayan ve erkeklere karşı mahrem yerleri nerelerdir?


Kadın ve erkekte örtünmesi gereken yerlere avret denir. Dört çeşit avret vardır:

1. Erkeğin erkeğe nisbetle avreti: Diz ile göbeğin arasıdır. Diz ile göbeğin arasındaki yerlere bakmak haramdır. Cumhuru ulemaya göre böyledir. Malikîlerin bazılarına göre baldır avret değildir.

2. Kadının kadına nisbetle avreti: Kadının kadına nisbetle avreti, yine diz ile göbeğin arasıdır. Ne hamamda ne başka yerde diz ile göbeğin arasındaki kısma bakmak caiz değildir.

3. Erkeğin kadına nisbetle avreti: Erkeğin, hem erkeklere, hem de kadınlara göre avreti, göbeği ile diz kapağı arasıdır. Ancak bedeninin belden yukarısını (karnını ve sırtını) da kadınların yanında açması mekruhtur.

4. Kadının erkeğe nisbetle avreti: Şafiî ve Hanbeli'ye göre "yüz ve el dahil bütün vücut avrettir." Hanefi ve Malikî mezheblerine göre ise yüz ve el müstesna bütün vücut avrettir.

Avret olan yerlere bakmak haram olduğu gibi mes etmek, yani dokunmak da haramdır. Doğum ve tedavi gibi bir zaruret varsa, ihtiyaç nisbetinde müsamaha edilir.

(Geniş bilgi için bk. Prof. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Âile İlmihâli, Erkam Yayınları, sh. 50-70; Dr. Faruk Beşer, Hanımlara Özel ilmihâl, Nûn Yayıncılık, sh. 221-246)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Halil Günenç


27 Şubat 2019 Çarşamba

Özel hayat sigortası caiz midir?


Sigorta, bir takım risk (tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için "Sosyal sigortalar" ve "Özel sigortalar" diye ikiye ayrılır. Sosyal Sigortalar Emekli Sandığı, İşçi Sigortası ve Bağ-Kur olmak üzere üç birimden oluşur ve resmi bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma (sosyal dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı hedefler. İslâm`da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur, ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için birçok çagdaş İslâm alimince caiz görülmüştür.

Soruda sözü edilen özel hayat, yangın, araba vb. sigortalar ise, bünyelerinde haram unsur taşıyorsa caiz olmaz. Örneğin, bu sigortalar "garar" (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içeriyorsa, kumar, faiz, başkasının malını bedelsiz alma, lûzumlu olmayanı lûzumlu kılma, borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ... gibi durumlar ihtiva ederse, sigorta işlemi de haram olur. (bk. Dr. Muhammed Biltacî, Ukûdût-Te`min min Vicheti`l-Fıkhıl1-İsâmî, 150)

Eğer bu sayılanlar veya başka haram yollar yoksa, sigortalar da caiz olur. Özellikle yardımlaşma maksatlı kurulan sigortaların caiz olduğunu söyleyebiliriz.

Günümüzde, özellikle Türkiye'de, sigorta öncelikle zorunlu ya da sosyal sigortalar, özel ticari sigortalar, özel dayanışma sigortaları (mütüel sigortalar, tekâfül sigortaları) diye üçe ayrılır.

Üçüncüsü tamamen bir yardımlaşama ve dayanışma örgütlenmesi olduğu için caizdir ve bunda pek farklı düşünen de yoktur.

Birincisi de aslında bundan farklı bir şey değildir ve bu nevi sigortaların amacı vatandaşın aralarında dayanışmalarını sağlayarak hayatın risklerini aralarında bölüşmelerinden ibarettir. Diğerinden farkı, sadece bunun zorunlu olmasıdır.

Tartışmanın olduğu sigorta türü ise ikincisi, yani özel ticari sigortalardır. Aslında işleyiş olarak diğerlerinden farklı olmayan bu sigorta türünde iki olumsuz yön vardır. Birincisi bu sigortaların, bankada bloke etmek zorunda oldukları meblağ sebebiyle, genellikle bir bankanın yan kuruluşu olup, topladıkları parayı faizde kullanmaları, ikincisi ise bazı hayat sigortası türlerini faizli bir özellikte uygulamalarıdır. Bunun dışında bu sigortaların mesela sosyal sigortalardan farkı sadece birini devletin, diğerini ise ticari bir şirketin organize etmesinden ibarettir. Bu ise hükmü değiştirmez.

Bu iki olumsuzluğun birincisi, akdin dışında bir durum olduğu için akdi fasit ya da batıl kılmaz. Sadece benim alışveriş yaptığım, mesela bir bakkalın kazandığı para ile haram işler de çevirmesi gibi bir şeydir. Böyle bir alışveriş haram olmaz, ama kötülüğe dolaylı destek anlamı taşıdığı için sakıncasız da değildir. Çünkü Allah (cc): “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” buyurmaktadır. Öyleyse bu kabil sigortaların, bu olumsuzluğu içermeyen alternatifleri varsa onlarla çalışmalı, bunlarla çalışmamalıdır. Ancak yoksa bunlarla çalışılabilir.

İkinci olumsuzluk ise doğrudan faiz işlemidir ve bu akdin bizzat kendisi haramdır. Sigortalı belli bir süre primini yatırır, bu sürenin sonunda, reel faiziyle birlikte parasını geri alır. Bu elbette faizdir. Bizce bu iki olumsuzluğu giderme imkânı bulunduktan sonra özel sigortaların da caiz olduğu söylenebilir. (bk. Faruk Beşer, Sosyal Riskler Sigorta ve İslam)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


26 Şubat 2019 Salı

Kadın sesi erkeğe haram mıdır? Kadının konuşma adabı nasıl olmalıdır?


Soru: Bir bayan yanında çocuğu olsa aynı anda tanıdığı bir erkekle konuşabilir mi ya da böyle bir durumda tanıdığı erkekle konuşmanın hükmü nedir?

Cevap:İslâmiyet kişiyi fitne ve fesada sürükleyen görüntü, davranış ve hâllere karşı koruyucu tedbirler alır. Çünkü İslâm'da insanın safiyet ve vakarının muhafazası ve bozulmaması esastır. Bu tedbir ve koruma hem erkek için, hem de kadın için eşit seviyede düşünülür.

Diğer yandan insana verilmiş olan özellik, kabiliyet ve farklılıklar bir başkasının vebal altına girmesine sebep olmamalı, yanlış duygulara kapılmasına meydan vermemeli, nefsini azdırmamalıdır. Yaratıcı tarafından kadına ihsan edilen sesi de bu çerçeve içinde düşünmek gerekir. Esas itibariyle başta insan olmak üzere hiçbir varlığın sesi mutlak olarak haram ve günah sınıfına sokulmaz. Çünkü yaratılışında bir haramlık mevcut değildir. Bunun içindir ki, hiçbir âyet ve hadis kadının sesini haram kılıcı bir hüküm bildirmez.

Başta Hanefi ve Şâfiî imamları olmak üzere, mezhep sahibi müçtehid imamlarımızın kanaatleri de bu merkezdedir. Hattâ bütün fıkıh kitaplarında şu hükmü görüyoruz:

"Cumhura göre kadının sesi avret değildir. Yani bütün müçtehidlere göre kadının sesi haram değildir."

Şâfiî mezhebi âlimleri ve diğer müçtehidler şöyle derler:

“Kadının sesi avret değildir. Çünkü kadın alışveriş yapar, mahkemede şahitlikte bulunur. Bunun için sesini yükselterek konuşmak zorunda kalır."1

Kadının sesinin avret olmadığının gerekçesi, İslâm'ın ilk uygulamalı devri olan Saadet Asrıdır. Yani Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabilerin uygulayış biçimidir. Bu uygulanış biçimi üç şekilde görülüyor:

Birincisi: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sahabi hanımlarla konuşması, onların sorularına cevap vermesi, şikâyetlerini dinlemesi, ihtiyaç ve taleplerini karşılamasıdır.

Bir örnek olması bakımından şu hadis-i şerifi nakledelim:

Amr bin Şuayb rivayet ediyor:

Bir kadın yanında kızı ile birlikte Resulullaha (a.s.m.) geldi. Kızın kolunda iki altın bilezik vardı. Resulullah (a.s.m.) kadına sordu:

“Bu bileziklerin zekâtını veriyor musun?”

Kadın, “Hayır, vermiyorum.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) tekrar sordu:

“Peki, kıyamette bu iki bilezik yerine Allah’ın sana ateşten iki bilezik taktırması hoşuna gider mi?”

Kadın iki bileziği hemen çıkarıp Resulullaha (a.s.m.) uzattı ve “Bunlar artık Allah ve Resulüne aittir.” dedi.2

İkincisi: Sahabiler gerek Peygamberimiz (asm)'in hanımlarına, gerekse diğer hanım sahabilere hadis ve benzeri durumlarda soru sorarlar, konuşurlar ve bazı konularda bilgi alırlardı.

Üçüncüsü: Yine Sahabe döneminde kadınlar, halifelere şikâyetlerini dile getirirler veya dinî meselelerde diğer sahabilere bilmediklerini sorup öğrenirlerdi.

Bu mesele için de bir örnek verelim:

Kadının biri Hazret-i Ömer’e gelerek,
“Yâ Emîrelmü’minîn! Kocam geceleri ibadet eder, gündüzleri de oruç tutar.” şeklinde şikâyette bulundu.
Hazret-i Ömer,
“Ne demek istiyorsun? Kocanı geceleri ibadet etmekten ve gündüzleri oruç tutmaktan alıkoymamı mı istiyorsun?”
Bunun üzerine kadın başka bir şey söylemeden çıkıp gitti ve biraz sonra bir daha gelip aynı şikâyetini dile getirdi. Hazret-i Ömer, kadına yine aynı cevabı verdi. Bu durumu gören Kâ’b bin Sûr söze karıştı ve
“Yâ Emîrelmü’minîn, kadının hakkı var. Cenab-ı Hak erkeğe dört kadınla evlenebileceğine müsaade ettiğine göre, dördüncü gün kadının hakkıdır.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer (ra) kadının kocasını çağırtıp dört günde bir oruç tutmamasını ve her dört gecede bir kadının yanında yatmasını emretti.3

Ancak diğer bütün mübah meselelerin mahiyet değiştirip mahzurlu bir hal almasında olduğu gibi, kadının sesi meselesinde de aynı durum söz konusudur. Kadının sesi mübah, masum ve meşru olmasına karşılık hangi sebeplerden dolayı “avret” olur, nasıl olursa yasak sınıfına girer, yabancı erkeklerin dinlemesi haram olur?

Kadının sesi yaratılışı icabı dikkat çekicidir. Özellikle ses normalin dışında bir tonda çıkarsa birtakım mahzurları beraberinde getirmektedir ve dinî tabiriyle “fitneye” sebep olmaktadır. Demek ki, haram olan sesin kendisi değil de, kontrol dışı bir mahiyet taşımasıdır.

Ahzab Sûresinin 32. âyet-i kerimesi bu husustaki ölçüyü Peygamber (a.s.m.) hanımlarının şahsında şöyle veriyor:

“Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, yabancılarla câzibeli bir şekilde konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan kimse bir ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin.”

Müfessir Vehbi Efendi bu âyeti tefsir ederken, şöyle izah getirmektedir:

“Söylediğiniz söz fitneye sebep olmasın. Yani cazibeli ve ecânibi şüpheye düşürecek bir halde edalı ve naz ü istiğna ile söylemeyin.”

Elmalılı’nın ifadesiyle “Yayılarak, kırıtarak, sınık, yılışık” olduğunda “kalbi çürük, kötülüğe meyilli kimseler” bir ümide kapılırlar. Bundan dolayı da günaha girilmiş olur.

Vehbe Zühaylî bunu normal konuşmalardan ziyade dinî muhtevada da olsa aynı gerekçe ile mahzurlu görür:

“Kadının, Kur’ân şeklinde de olsa, coşkulu ve nağmeli olarak okumakta iken seslerini işitmek haramdır. Çünkü bunda fitneye sebep olma korkusu vardır.”4

İbni Âbidîn ise meseleye şu şekilde bir açıklık getirir:

“Tercih edilen görüşe göre kadının sesi avret değildir. Yalnız zekâsı kıt olanlar zannetmesinler ki, ‘biz kadının sesi avrettir demekle konuşmasını kasdetmiyoruz. İhtiyaç halinde ve benzeri durumlarda kadının yabancı erkeklerle konuşmasına cevaz veriyoruz. Yalnız kadınların yüksek sesle konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve nağmeli bir şekilde okumalarını caiz görmüyoruz. Çünkü bunlarda erkekleri kendilerine meylettirmek ve şehvetlerini tahrik etmek vardır. Kadının ezan okuması da bundan dolayı caiz olmamıştır.”5

Bizim de katıldığımız hükmü Faruk Beşer Hoca veciz bir şekilde şöyle dile getirir:

“Kadın her şeyiyle olduğu gibi sesiyle de çekici, büyüleyici ve tahrik edicidir ve aslında bu onun çirkin olduğunu değil, güzel olduğunu gösterir. Birer nimet demek olan çekici yönlerini, bu arada sesini fitneye sebep olmak ve tahrik etmek için kullanırsa, yani konuşmasını kırıla döküle ve kadınsı biçimde yaparsa, ya da nağmeli sözlerle normal konuşurken zaten tahrik edici olan sesini daha da etkileyici hale getirirse, sesi avret olduğundan değil de, fitneye sebep olacağından haram olur. Vakarlı ve karşısındakine ümit kestirici edayla konuşursa haram olmaz."6

Son olarak zamanımızın müfessirlerinden Muhammed Ali es-Sabûnî’nin yorumuna yer verelim:

“Açıkça görüldüğü gibi, eğer fitneden emin ise kadının sesi haram olmaz. Ancak, erkeklerin, kadınları fitne ve fesada götüren hallerden uzak tutmaları gerekir.”7

Sorudaki unsurlara gelince, şiir ve ilahide ses incelip kalınlaştığı, nağmeli olduğu ve câzip bir mahiyete büründüğü için, yabancı erkeklerin duyacağı şekilde söylemek beraberinde mahzurları taşımaktadır.

Hanımların sesli olarak zikretmeleri de şayet yabancı erkekler duyacaksa, yine aynı kategoriye girmekte ve birtakım yanlış duyguların uyanmasına sebebiyet vereceğinden, ezanda olduğu gibi müsaade edilmemektedir. Ancak kendi aralarında sesli olarak Kur’ân okumalarında ilâhi söylemelerinde ve zikretmelerinde haliyle mahzur olmaz.


Dipnotlar:

1 Tefsîrü Âyâti’l-Ahkâm, 2: 167.
2 Tirmizî, Zekât: 12.
3 Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 349.
4 İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 1: 467.
5 Reddü’l-Muhtar, 1: 272.
6 Hanımlara özel ilmihal, 314.
7 Tefsîrü Âyâti’l-Ahkâm, 2: 167.

(bk. Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet