10 Temmuz 2017 Pazartesi

FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ-2-

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Beyan: Kesin bir dille diyebilir miyiz ki, Sünnet olmadan İslamiyeti yaşamamız mümkün değildir?

E.S: Elbette! Söyleyebilir miyiz değil, söylemek zorundayız. Neden? Çünkü Sünnet'i devre dışı bırakan, Sünnet'siz bir Kur'an, Peygambersiz bir din anlayışı İslamî bir anlayış olamaz. Kur'an'da Peygamber Efendimız Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e itaati emir buyuran pek çok ayete rağmen, Sünnet'in ve Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in devre dışı bırakılabileceğini gösteren bir tek ayetten bile söz edilemez.

Beyan: Malum çevreler Sünnet'i tamamen yok saymıyorlar, işlerine gelenleri kabul ediyorlar. Bu duruma ne diyebiliriz?

E.S: Sünnet'in tamamen devre dışı bırakılmasıyla, sözünü ettiğiniz bu anlayışın temelde bir farkı yoktur. Çünkü tıpkı Kur'an gibi Sünnet de, bizler uyalım, tabi olalım diye vardır. Nasıl Kur'an ayetleri içinden işimize gelene uyup, işimize gelmeyeni terk etmek gibi bir selahiyetin sahibi değilsek, aynı şey Sünnet için de geçerlidir. Allah Teala Celle Celaluhu  Kur'an'da, "Şu şu ayetlere uymak zorundasınız, ama şunlara uymak zorunda değilsiniz" gibi bir çerçeve çizmediği gibi, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de -özellikle dinin tebliği, Kur'an'ın beyanı ve ilahi emirlerin pratik hayata yansıması bağlamındaki- Sünnetler hakkında böyle bir ayrım yapmış değildir. Ümmet'in uymakla yükümlü olduğu Sünnetlerin diğerlerinden nasıl ayırdedileceği, bu konudaki kriterlerin neler olduğu, ulemamız tarafından yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur. Mesela Malikî mezhebi alimlerinden el-Karâfî'nin, "el-İhkâm" isimli eseri, bu konuda zikredilmesi gereken temel eserlerden birisidir. el-Karâfî bu eserinde, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in uygulamalarını, "Resul", "Devlet Başkanı", "Kadı" ve Müftü" sıfatlarıyla yapılmış tasarruflar olarak taksim ediyor ve bunlar içinde bağlayıcı olanların hangileri olduğunu gerekçeleriyle izah ediyor.

Dolayısıyla bahsettiğimiz "malum çevreler"in, hemen her konuda olduğu gibi, Sünnet üzerinde de ayrıntılara inildikçe bir araya getirilmesi mümkün olmayan görüşler ileri sürdüklerini görüyoruz. Müçtehid İmamlar'ın, fıkhî meselelerin 3'te 1'lik bölümünde bile -makul gerekçelerini yukarıda kısaca ortaya koyduğumuz tarzda- ihtilaf etmesini her fırsatta istismar ve karalama vesilesi yapanların, önce kendi aralarında sergiledikleri korkunç boyutlardaki görüş farklılıklarını izah etmeleri gerekir.

Beyan: Bütün bu ayrı görüşleri bir araya getirip, orta yolda ittifak etmek mümkün değil mi? Bu ayrılıkların kaynak noktası neresidir?

E.S: Şimdi aklıma bir olay geldi, onu nakledeyim:

 Hz. Ali Radıyallahu Anh , Haricîler'le münakaşa ve münazara etmesi için Abdullah b. Abbas Radıyallahu Anh'ı görevlendirir ve ona şöyle der:

- "Onlarla tartışırken Sünnetlerden delil getir." İbn Abbas Radıyallahu Anh der ki:

- "Ey Mü'minlerin Emiri! Biz, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'ın akrabalarıyız, amca çocuklarıyız. Kur'an bizim evlerimizde nazil oldu. Dolayısıyla hangi ayetin hangi olay hakkında nazil olduğunu ve hangi ayetin ne anlattığını iyi biliriz."

Hz. Ali'nin Radıyallahu Anh cevabı çok ilginçtir. Der ki:

- "Evet, doğru söylüyorsun; biz bunları herkesten daha iyi biliriz. Ama tartışmayı sadece Kur'an ile sınırlı tutarsan, bir netice alamazsın. Çünkü Kur'an "zû vücûh"tur." Yani Kur'an ayetleri pek çok manaya ihtimallidir. Yahut Kur'an'dan, onların da kendi görüşlerine delil olarak getirebilecekleri ayetler bulmaları kolaydır. Onun için Kur'an'ın beyanı olan ve murad-ı ilahîyi yakalamanın vazgeçilmez unsuru olan Sünnet'i delil getir."

Şimdi dikkat edin. Konuşmamızın başında adını zikrettiğimiz bütün o fırkaların her biri, görüşlerinde Kur'an ayetlerine dayanıyor. Yani Hz. Ali Radıyallahu Anh çok önemli bir noktanın altını çiziyor.

Hemen burada çok küçük bir örnek vereyim: Mesela İslam Tarihi'nde, Cebriyye diye bir fırka var. Yukarıda sözünü ettiğimiz Mu'tezile'nin tam karşısında yer alan bir fırka. Cebriyye diyor ki: "İnsanın elinde hiç bir şey yoktur. İnsanın iradesi diye bir şey söz konusu değildir. İnsan, Allah Teala'nın Celle Celaluhu kendisi için ezelde takdir ettiği şeyleri yapmaya mecburdur."

Bunu ileri sürerken de birtakım Kur'an ayetlerini delil getiriyor. Mesela diyor ki: Kur'an'da, "Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları." "(Ok) attığın zaman da sen atmadın, Allah attı onu" buyurulmaktadır. Demek ki, kulların fiili olarak Kur'an'da zikredilen hususların hepsi mecazen kullara isnat edilmiştir. Savaşta atılan oklar dahi insan tarafından atılmamıştır. Onları atan Allah Teala'dır. Allah Teala öyle dilediği için kul o oku atmaya mecburdur."

Oysa Kur'an'da bu bakış açısını çürüten onlarca ayet vardır. Burada bunların ayrıntısına girmemiz mümkün değil. Konuya dönecek olursak, ilk bakışta birbirine zıt gibi görünen Kur'an ayetlerinin mevcudiyeti bir vakıadır. İşte burada ortak bir metodolojide buluşabilmemiz için, Kur'an tarafından kendisine Kur'an ayetlerini beyan etme, açıklama vazifesi verilmiş olan Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in Sünneti'ni, Kur'an'ın doğru biçimde anlaşılabilmesi için mutlak surette bir merci olarak kabul etmek zorundayız.

Bundan sonra Sahabe'nin tefsirleri, nüzul sebeplerini anlatan rivayetler, Arap dilinin özellikleri vesaire gelir. Bütün bu noktalarda görüş birliğinin tesis edilmesi lazım.

Şimdi bakın, günümüzde şöyle bir anlayış var: Diyorlar ki: "Kur'an'dan başka bir kaynak ve delil tanımayız. Neden? Çünkü Allah Teala Celle Celaluhu Kur'an'ı koruyacağını bize vadetmiş. Ancak Sünnet için böyle bir vaat ve garanti yok. Sünnet'in naklinde işin içine beşer unsuru girmiştir. Tarih içinde uydurulduğu bilinen pek çok hadis vardır. Hadis ravileri, hadisleri naklederken bir takım tasarruflarda bulunmuşlardır. Dolayısıyla hadislere güvenmemiz mümkün değildir. Şu halde yapılması gereken şudur: Önce Kur'an ile doğrudan, aracısız bir şekilde yüz yüze gelelim. Onu anlayıp idrak edelim. Hadis külliyatı içerisinde de Kur'an'a uyanları alalım, Kur'an'a aykırı olan rivayetleri terk edelim."

İlk bakışta gayet olumlu ve mantıklı gibi görünen bu yaklaşımın altını biraz eşelediğimizde, ortaya çok ciddi problemlerin çıktığını görüyoruz.

Mesela bir hadisin Kur'an'a uygun olup olmadığını nasıl tespit edeceğiz? Günümüzde yaygın olarak yapılan şudur: Ben bir A şahsı olarak Kur'an'ı açıp okuyorum ve kendime göre bir Kur'an anlayışı geliştiriyorum. B şahsı da aynı şeyi yapıyor ve o da kendisine göre farklı bir Kur'an anlayışı geliştiriyor. Şüphesiz burada kişilerin ilmî seviyeleri, altyapıları, yetiştikleri kültürel ortam vs. gibi pek çok unsur belirleyici oluyor ve bunun neticesinde de farklı Kur'an anlayışları ortaya çıkıyor.

Sonra bu A şahsı veya B şahsı çıkıp diyor ki: Falanca hadis Kur'an'a aykırıdır.

Ama oturup düşünmüyoruz ki, acaba bizim Kur'an'dan anladığımız şeyin doğru olduğunu kim belirleyecek? Bunu bize kim garanti edebilir? Şu halde güvenilmez olan, Kur'an'a aykırı olduğu söylenen hadisler midir, yoksa Kur'an anlayışları mıdır? Bu, hayati önemi haiz bir sorudur ve cevabı henüz tatmin edici bir şekilde verilebilmiş değildir.

İşte bu "malum çevreler"e mensup bir kısım kimseler, başörtüsünün Kur'anî bir emir olduğunu, Mirac'ın hak ve gerçek olduğunu, kabir azabını, Mizan'ın, Sırat'ın hak olduğunu söylerken, diğer bir kısmı tam tersini iddia ediyor. Şimdi burada bir sakatlık var. Bu iki insan aynı noktadan hareket ediyor; yöntemleri, metotları aynı, yapmak istedikleri aynı, iddiaları aynı. Fakat biri sağ tarafa gidiyor, diğeri sol tarafa.

Şimdi bizler ne yapmalıyız? Oturup bu alanda kendimizi baştan sorgulamamız lazım. Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem  buyuruyor ki:

"Allah Teala Celle Celaluhu ilmi insanlardan zorla söküp almaz. Ancak alimlerin ölümüyle alır. Alimler ölür ve geriye cahiller kalır. İnsanlar da alim bildikleri o cahil kimselere gidip meselelerini arz ederler. Onlar da ilimleri olmadığı için yanlış fetvalar vermek suretiyle hem halkı saptırırlar, hem de kendileri sapıtırlar."

Günümüzde bu hadis-i şerifin anlattığı olay fiilen yaşanıyor. Adı "alim"e çıkmış bir takım insanlar var. Hele isminin başında Prof. Dr. yazıyorsa o kişi artık bu işin uzmanıdır. O her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilir. Bu anlayışı sorgulamamız lazım. Ciddî ilim adamı eksikliği mevcut.

Beyan: Eski ulema ile ilgili aklımızın almadığı bir konu da, bu insanların yazdığı eserler. Bir çoğunun yüzlerce cilt eser yazdığını görüyoruz. O zamanın şartlarını düşündüğümüzde bir insanın ömrünün bu eserleri yazmaya yeterli olmadığını görüyoruz. Bu insanlar bu eserleri nasıl meydana getirdi?

E.S: Geçmiş ulemaya bu kadar atıf yapıyoruz. Elbette bunun bir sebebi var. Onların himmetleri, gayretleri, sabırları, ilmî kapasiteleri, ihlas ve takvaları şimdiki insanlarla kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip. Geçmişte öyle çalışmalar yapılmış ki, bugün bunları bizim havsalamız almıyor.

Bakın size birkaç örnek vereyim: Yakın geçmişte yaşamış bir alım, Muhammed Zahid el-Kevserî (rh.a). Talebesi merhum Abdülfettâh Ebû Gudde'nin naklettiğine göre el-Kevserî merhum, el-Aynî'nin "Umdetu'l-Kaarî" isimli eserini 20 kere baştan sona mütalaa etmiştir. Burada yapılan iş, "okuyup geçmek" değil. İnceleyerek okumuş. el-Aynî'nın bu eseri, "Sahîh-i Buhârî"ye şerh olarak yazılmış ve bir kaç baskısı yapılmıştır. Bendeki baskısını esas alarak söylüyorum: Bu eser büyük boy 24 cilttir ve her sayfasında ortalama 30'dan fazla satır vardır. Üstelik küçük harflerle dizilmiştir.

Şimdi bırakalım el-Aynî'nin bu eserini, onun aslını teşkil eden "Sahîh-i Buhârî"yi bu insanların kaçı baştan sona okumuştur acaba? Bu kitaptan metni ile senedi ile kaç hadisi ezberden nakledebilirler? Buna ben de dahilim. O halde eğri oturup doğru konuşalım; biz bu ilim mirasının liyakatli evlatları değiliz.

Yeryüzünün en görkemli medeniyetlerini Müslümanlar kurmuştur. Bir Osmanlı medeniyeti, bir Endülüs medeniyeti böyledir. Osmanlı Devleti -kavram olarak Osmanlı devletine "imparatorluk" demek yanlıştır-, yeryüzünün en uzun ömürlü devletlidir. Bütün bunları yapan, şüphesiz ki ulemamızın, ilim, fikir, sanat ve devlet adamlarımızın olağan üstü gayret ve himmetleriydi.

Bakın, Hanbelî mezhebine mensup Ebu'l-Vefa b. Akîl isimli alimin, Bütün ilim dallarını ihtiva eden 400 ciltlik bir eseri bulunduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.

Hanefî mezhebinin ikinci imamı İmam Ebû Yusuf, bilindiği gibi Abbasî Devleti'nin baş kadısıdır. Bu resmî görevi yanında, pek çok talebe yetiştirmiş ve eserler yazmıştır. Onun, diğer eserlerini bir kenara bırakalım. Talebelerine söyleyerek yazdırmak suretiyle vücuda getirdiği "el-Emâlî" isimli eserinin 300 (üçyüz) cilt olduğu söylenmektedir.

Yine bu babda İmam es-Suyutî de enteresan bir örnektir. Yazdığı eserlerin sayısı 730 civarındadır. Üstelik İmam es-Suyutî, eserlerinin çoğunu, 40 yaşından sonra uzlete çekildiğinde yazmıştır.

Keza Ebu Ali Hüseyin b. Muhammed el-Mâsercisî, "el-Müsned" isimli 1300 (bin üçyüz) cüzlük bir eser yazmıştır. Yine Hadis ulemasından Ebu Hatim el-Abdevî'den, 10 kişi, 10.000 (on bin) cüzlük hadis yazmışlardır. Ebu'l-Fadl el-Felekî isimli alimin, 1000 (bin) cüzlük "et-Tabakât" isimli bir eseri vardır.

Son bir örnekle bitirelim: Hindistan'lı Rabbanî alim Muhammed Eşref Ali et-Tanevî merhum bu yüzyılın ortalarında vefat ettiğinde geriye, telif, imla, fetva ve vaz-u nasihatlerinin kaleme alınmasıyla vücuda getirilmiş 1000 (bin) ciltlik muazzam bir kütüphane bırakmıştı.

Bu doğrultuda daha pek çok örnek sayılabilir. Ama ibret almasını bilenlere bu kadarı bile fazladır.

Şüphesiz ki onlar da birer beşer idiler. Hastalık, yorgunluk, yaşlılık, uyku ve dinlenme ihtiyacı, günlük meşguliyetler, resmî vazifeler, talebe yetiştirme ve benzeri hususlar onlar için de geçerliydi. Üstelik onlar, ibadat-u taatlerini de hiç aksatmayan insanlardı. Hatta kendilerine vird edindikleri nafile namaz, Kur'an tilaveti gibi şeyler de vardı. Ama onlar, bütün bunlara ve değindiğiniz zor şartlara rağmen bu kadar eseri meydana getirebildiler. Bu, tabii ki onların ihlaslarından, samimiyetlerinden, sa'y-u gayretlerinden ve dolayısıyla Allah Teala'nın Celle Celaluhu onlara yardımından kaynaklanıyor.

Burada değinmemiz gereken bir nokta da şudur: Günümüzde artık branşlaşma söz konusudur. Mesela bir kimse Hadis ilmi alanında profesör olur, bu dalda uzmanlaşır. Ona, gel İbn Hacer'in, el-Aynî'nin, ez-Zehebî'nin veya es-Suyûtî'nin el attığı ilim dallarında tıpkı onlar gibi kaynak olarak kullanılabilecek değer ve ciddiyette eser yaz desen, "benim branşım değil" der. Haydi bunu kabul ettik; sadece Hadis konusunda o değer ve seviyede eser yaz desen, onu da yapamaz. Hasılı günümüzde alim olmak demek, eski alimlerin yazdıklarını öğrenmek demektir. Yani günümüzün alimleri, geçmiş ulemanın talebesi seviyesinde bile değil. Niyetimiz kimseyi karalamak ya da küçümsemek değil, ama vakıa bu.

Dolayısıyla bizler önce oturup kendi aczimizi idrak ve sahip olduğumuz kültür ve ilim mirasının eşsizliğini ikrar etmeliyiz.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

8 Temmuz 2017 Cumartesi

FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ-1-

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

EBUBEKİR SİFİL HOCA'NIN BEYAN DERGİSİNDEKİ "FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE" SÖYLEŞİSİ

Beyan: Bütün bu anlattıklarınız bilinçli bir organizasyonun sonucu mudur? İsminin evvelinde Prof.-Doç. gibi unsurlar olanların çok daha cahil ve akılsız oldukları söylenemez. Bunlar bilgi ve becerilerini yıkıcı yönde mi kullanıyor?


Ebubekir Sifil: Bu insanların ilmî bir bilgiye sahip olduklarını düşünsek bile, bilmek yeterli değil. O bilginin gereği olarak amel etmek gerekiyor. Kişinin bildiklerini önce hissetmesi, yaşaması ve tatbik etmesi lazım. Aksi halde bir kimsenin "alim" sıfatını hak etmesi mümkün değildir.


Takva, edep ve tevazu, ilim adamı olmanın vazgeçilmez şartlarıdır. İslam ilim tarihi bu hususun sayısız örneklerinin en canlı şahididir. Oysa günümüzde adı "ilim adamı"na çıkmış olan kimselere bakıyorsunuz, adeta bilmedikleri bir şey yok. Her şeyi biliyorlar. Hatta her şeyin en iyisini ve en doğrusunu onlar biliyorlar. Sadece adı "ilım adamı"na çıkmış olanlar mı? Sıradan bir öğrenci, esnaf ve iştigal sahası İslamî ilimler; olmayan söz gelimi bir mühendis, bir doktor dahi İslam ile ilgili konularda fütursuzca ahkâm kesmekten geri durmuyor.

Beyan: Bugün genel olarak Kur'an üzerinde bir ittifak var gibi. Kur'an üzerinde sağlanan bu ittifakı Sünnet'te nasıl sağlayabiliriz?

E.S: Evvela şunu ortaya koyalım: Kur'an ve Sünnet'e hakkıyla vakıf olma mertebesine erişmiş olan kimseler arasında birtakım içtihad farklılıkları bulunabilir.

Mesela "...ev lâmestumu'n-nisâe..." ayet-i kerimesinden İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri cinsel ilişkiyi anlamış. İmam eş-Şafiî hazretleri ise kadının sadece derisine, cildine dokunmayı anlamış. Çünkü ayet, "... kadınlara dokunduğunuz zaman..." diyor. Burada geçen ifade, her iki şekilde anlaşılmaya da müsaittir. Ehil kimseler arasında bu türden birtakım anlayış farklılıklarının olması normaldir.

Ancak bu durum, Kur'an ve özellikle de Sünnet'in delil olduğu noktasında bu imamlar arasında görüş farklılığı bulunduğu anlamına gelmez. Dikkat ederseniz, "Dört Hak Mezhep" tabirini kullanıyoruz. Niçin? Çünkü Dört Mezhep, Edille-i Şer'iyye dediğimiz dört delilin esas alınması noktasında ittifak halindedir. Tarih içinde bu dört mezhep ile bu konuda tavır birliği içinde olan diğer başka mezhepler de mevcut idi. Ancak bugün artık onların tabisi kalmamıştır.

Bu dört mezhep dışında kalan diğer mezheplerin bahsi geçen dört delile -ki bunlar Kur'an, Sünnet, İcma; ve Kıyas'tır- bakışlarında sakatlıklar vardır.

Demek ki, sadece Kur'an ve Sünnet üzerinde değil, İcma ve Kıyas delilleri üzerinde de keza görüş birliği sağlanmalıdır.

Kur'an üzerinde ittifak vardır dedik. Sünnet ve diğer iki delilin niçin esas alınması gerektiği hususu, Usul-i Fıkıh kitaplarında uzun uzadıya tartışılmış ve gerekçeler ortaya konmuştur.

Bugün bizim yapmamız gereken şey şudur: Benim kanaatime göre ilmî seviyelerine asla ulaşamayacağımız Müçtehid İmamlar nasıl böyle bir konsensüs [görüş ve tavır birliği] sağlamışlar? Bizler bu konsensüsün ruhuna nüfuz edebilmeliyiz. Neydi onların temel olarak bu dört delil etrafında birleştiren? Bu dört mezhep, bir aile gibidir ve fıkhî meselelerin 3'te 2'sinde ittifak halindedirler. Geriye kalan 3'te 1'lik ihtilaflı kısım ise, yukarıda bir örneğini verdiğimiz türden makul ve kaçınılmaz görüş ayrılıklarının bir sonucudur. Bu ihtilafların mantığını anlamak zor değildir.

Mesela bu ihtilaflara, "fetva" ve "takva" ölçüleri açısından bakılabilir. Nitekim Ebu'l-A'lâ Sâ'id b. Ahmed b. Ebî Bekr er-Râzî isimli alim, "el-Cem' Beyne'l-Fetvâ ve't-Takvâ fî Mühimmâti'd-Dîn ve'd-Dünyâ" isimli eserinde bunu yapmış, Müçtehid İmamlar arasındaki ihtilaflı meseleleri, "fetvaya uygunluk" ve "takvaya uygunluk" kriterlerine göre tasnif etmiştir.

Keza İmam eş-Şa'ranî de "el-Mîzânu'l-Kübrâ" isimli eserinde bu türlü ihtilaflı meseleleri "azimet" ve "ruhsat" bölümlemesi içinde tasnif etmiştir. Dolayısıyla bu türlü ihtilaflı meseleleri, "Mezhepleri birleştirme" sloganıyla ortaya çıkan 19. yüzyıl reformistlerinin iddia ettiği gibi, Ümmet'in parçalanması olarak düşünmek ve "Kur'an bir, Sünnet bir; öyleyse bu ihtilaflar nereden çıkıyor? Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in mezhebi var mıydı?" gibi basit ve yüzeysel sloganlarla bir problem gibi takdim etmek mümkün ve doğru değildir. 

Günümüzde bu delillerden nasıl hüküm çıkarılacağı konusunda bir tartışma var. Genellikle İcma ve Kıyas'ı bir delil olarak kabul etmeme eğiliminde olan bazı yaklaşımlara göre İcma bir delil değildir. Çünkü geçmişte bir dönemde yaşamış bütün Müçtehid İmamlar'ın bir meseledeki görüşlerinin bir noktada toplanıp toplanmadığını tesbit etmek çok zor idi. Yahut bunun gerçekleşmiş olduğunu kabul etsek bile, tarihin bir döneminde meydana gelmiş olan böyle bir görüş birliği bugün bizler için neden bağlayıcı olsun?

Oysa İcma konusunda gerek Kur'an ve Sünnet'teki deliller, gerekse bizzat Sahabe'nin ileri gelenlerinin tutumu, İcma'ın dinî bir delil olarak bağlayıcılığını ortaya koymaktadır. 

Kıyas'a gelince, günümüzde Kıyas'ın Şer'î bir delil olmadığını iddia edenlerin bir kısmı şöyle diyor: "Kıyas, münferit hüküm bildiren ayet ve hadislerin illetini tesbit edip, aynı illeti taşıyan, ama nasslarda açıkça bildirilmeyen durumlar hakkında da -aralarındaki illet birliğine dayanarak- aynı hükmü vermektir. Bu ise bizi parçacılığa ve lafızcılığa götürüyor. Şu halde yapılması gereken şey şudur: Mesela Kur'an ayetlerinin tümünün incelenmesi, yani tümevarım [istikra] metoduyla genel bir bakış açısı elde edildikten sonra, önümüze çıkan her probleme bu genel Kur'anî bakış açısıyla hüküm vermek. Bu durumda verilen hükümler, Kur'an'ın ruhuna uygun olarak verilmiş olacaktır."

Oysa burada gözden kaçırılan önemli bir nokta var:

Günümüzde bu türlü iddiaları ortaya atanlar her şeyden önce "Kur'an'ın ruhu" dedikleri şey üzerinde bir görüş birliği sağlayabilmiş değiller ki, bunun güvenilir bir metot olduğu konusunda ileri sürülenlerin ciddiye alınma şansı bulunabilsin! Mesela bu türlü iddialarda bulunan kimselerin, Sünnet'in hücciyyeti, şahitlik ve miras meselesi gibi kadınla ilgili hususlar, haddler ve daha bir çok noktada ileri sürdüğü ihtilaflı görüşleri ele alın. Bu konularda verilen birbirinden farklı hükümlerin hangisini "Kur'an'ın ruhuna uygun" olarak değerlendirmemiz gerekiyor?

Öte yandan Kur'an hakkındaki tartışmalar bağlamında oldukça önemli bir yer işgal eden "nesh" gibi meselelerde -ki biz kıymetli Beyan okuyucuları için bu meseleyi ilk iki sayıda ele almıştık- görüş birliği sağlamadan ortaya bütünlük arz eden bir Kur'an tasavvuru koymak da mümkün değildir.

Mesela birisi çıkıp, Kur'an'da Cehennem hakkında kullanılan bir kelimeyi, "sekar" kelimesini "bilgisayar" olarak yorumluyor. Kur'an'da "söz" anlamında kullanılan "hadis" kelimesinin, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in hadislerini anlattığını iddia ediyor. "Bu söylediklerinin, ne Kur'an'dan, ne de Sünnet'ten bir delili yoktur. Dolayısıyla bunların ilmî olarak kabul edilmesi ve de ciddiye alınması mümkün değildir" dediğiniz zaman da feveran ediyor, "Ben bunları böyle anlıyorum. Benim özgür bir şekilde yorumumu ve görüşümü ortaya koymama niçin engel oluyorsun?" diyor.

Böyle bir ortamda Kur'an üzerinde görüş birliği sağlamanın mümkün olduğunu söylemek oldukça zor görünüyor.

Dolayısıyla böyle son derece önemli meseleleri herkesin arzusuna ve keyfine göre şekillenen hususlar haline getirmeye kimsenin hakkı ve yetkisi olmamak lazım gelir diye düşünüyorum.

Bütün bunlardan sonra başa dönerek, sorunuzda yer alan husus hakkında şunu söylemeliyiz: Günümüzde yaşanan bu karmaşa ortamında Kur'an hakkında genel bir görüş birliği bulunduğunu dahi söylemek ne yazık ki mümkün değil.

Kur'an üzerinde sağlıklı bir anlayış edinme noktasında görüş birliğine varabilmemiz için Sünnet'e mutlak surette ihtiyacımız olduğunun herkes tarafından kabul edilmesi gereklidir. Esasen ulemamız, bağlayıcılık bakımından Kur'an ile Sünnet'i, meseleye kuşbakışı baktığımızda, hiç bir zaman keskin hatlarla birbirinden ayırmamışlardır. En azından dinin tebliği ile ilgili sünnetlere "gayri metluvv vahiy" ismini vererek bunların bağlayıcılığı üzerindeki doğru anlayışı ortaya koymuşlardır. Bu ne demektir? Bu, Sünnet'in de Allah Teala tarafından indirilmiş bir vahiy olduğunu söylemektir. Yani tilavet edilmeyen, namazda okunmayan vahiy.

Bizim, bu anlayışı benimsememizi mümkün kılan, hatta zaruri kılan pek çok nokta var. Bizzat Kur'an'da, Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e Kur'an ayetleri dışında da vahiy geldiğini bildiren Kur'an ayetleri bir yana -ki biz, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı seri çalışmamızın birinci cildinde bu ayetleri geniş bir şekilde ele almıştık- İslam'ın pratik hayata yansımalarının Sünnet olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir.

Mesela namazı ele alalım. Kur'an'da sadece namaz kılınması konusunda emir vardır. Ancak namazların ne zaman, ne miktarlarda ve nasıl kılınacağına dair Kur'an'da bir sarahat yoktur. Namazın şu şu vakitlerde, şu kadar rekât kılınacağı, kıyamda şöyle durulacağı ve şunların okunacağı, rükû ve secdeye şöyle gidilip, şunların söyleneceği Kur'an'da belirtilmiş şeyler değildir. Buna rağmen bu Ümmet 1400 küsür yıldır namaz kılıyor. Peki Kur'an'da yer almamış olan bu temel ibadeti Ümmet neye göre yapıyor? İşte ulemanın, hadis-i şeriflere dayanarak verdiği cevap:

Namazın şekli, miktarları ve vakitleri, gayrı metluvv vahiy ile belirlenmiştir. Cebrail Aleyhisselam Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e bir gün şu vakitte gelerek abdest almış ve O'na nasıl abdest alınacağını göstermiş, sonra öne geçip imam olmuş ve namaz kıldırmış. "İşte bu vaktin namazı böyle kılınacak" demiş. Sonra diğer bir vakitte gelmiş ve yine imamlık yaparak o vaktin namazının nasıl kılınacağını fiilen göstererek öğretmiş ve beş vakit namaz böylece Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e öğretilmiş. O da Ümmetine gösterip öğretmiş. Buna benzer pek çok husus var. İşte biz bütün bu noktaları Kur'an'da ayrıntılı bir biçimde bulamıyoruz. Ama Sünnet vasıtasıyla biliyoruz.

Devam edecek...

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

7 Temmuz 2017 Cuma

FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


 Günümüzdeki farklı İslam anlayışları nereden kaynaklanıyor? Bu farklı İslam anlayışlarının geldiği son nokta nedir?

İslam tarihindeki ilk farklılaşma Hz. Osman 
Radıyallahu Anh'ın şehit edilmesiyle kendisini gösteriyor. Daha sonra Hz. Aişe Radıyallahu Anha validemiz ile Hz. Ali Radıyallahu Anh arasındaki mücadeleler, Hz. Ali Radıyallahu Anh ile Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasındaki mücadelelerle büyüyüp devam ediyor.

Daha sonraları yoğun olarak işin içine birtakım siyasî unsurlar giriyor; bunlardan birtakım siyasî ve itikadî fırkalar zuhur ediyor. Bunların hepsi farklı bir İslam anlayışını temsil ediyor. Bu farklı İslam anlayışları bir yönüyle siyasî, bir yönüyle de itikadî bir mahiyet arz eder ve bunun tabii bir sonucu olarak da farklı fikrî uzanımlara sahiptirler. Her birinin, Kur'an'a ve Sünnet'e bakış açıları bakımından temel aldıkları farklı metodolojik yaklaşımları var.

Mesela Hz. Ali 
Radıyallahu Anh ile Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasındaki mücadelelerin doğurduğu bir fırka olan Haricîler şöyle dediler: "Biz, sadece Kur'an'a ve bizden olanların rivayetlerine güveniriz. Temel, Kur'an'dır. Onun yanında ikinci olarak güveneceğimiz unsur da, adalet sıfatını kaybetmemiş olan, yani bizden olan kimselerin naklettikleri rivayetlerdir."
Onları bunu söylemeye iten sebep, Hz. Ali 
Radıyallahu Anh ile Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasında yaşanan "Hakem olayı"ndan sonra, "Hüküm Allah'ındır. Dolayısıyla bu Hakem olayına karışan, bu olayı kabul eden herkes kâfir olmuştur" şeklindeki temel anlayışlarıdır. Kâfirin rivayetine güvenilemeyeceğine ve de söz konusu olaya karışan ve hakemlerin verdiği hükme razı olan Bütün Sahabîler kâfir olduğuna göre, onların rivayetlerine güvenilemeyeceğini söylemek kaçınılmaz olmaktadır.

Haricîler bu temel anlayış doğrultusunda toplumda bir terör havası estirerek, adeta önlerine geleni tekfir ettiler. Bu da toplumda büyük bir tepki ve infial meydana getirdi. Bir zaman sonra bunlara tepki olarak Mürcie dediğimiz fırka ortaya çıktı. Bunlar da şöyle dediler: "Bir kimse, Mü'min olduğunu söyledikten sonra artık işleyeceği hiç bir kötülük ve günah kendisine hiç bir zarar vermez. Biz, günahkâr mü'minlerin Cehennem'de azap göreceğini söyleyemeyiz."

Görüldüğü gibi bu iki fırkanın biri ifrat, diğeri tefrit görüşü temsil etmektedir.

Daha sonraları Mu'tezile dediğimiz fırka ortaya çıktı. Kadim Yunan ve Hint felsefesinden, Roma kültüründen ve tercüme faaliyetlerinden yoğun olarak etkilenen Mu'tezile ise, Kur'an ve Sünnet'i yorumlarken aklı merkeze koyuyor, insan aklına ve iradesine abartılı bir şekilde vurgu yapıyor. Bu temel tavrın bir neticesi olarak da akıl-nakil çatışmasında aklın esas alınacağı görüşünü benimsiyor. Yine Mu'tezile, büyük günah işleyen kimselerin ne mü'min, ne de kâfir olduğunu, böyle kimselerin "el-Menzile beyne'l-menzileteyn", yani bu ikisi arasında bir yerde bulunacağını söylüyor.

Keza Mu'tezile, Kur'an'da açıkça yer almayan hususlar Sünnet ile sabit olsa bile bunları kabul etmez. Mesela kabir azabı, Sırat, Mızan vs. gibi konular böyledir.

Bütün bu farklı İslam anlayışları karşısında Ehl-i Sünnet nerede duruyor? Burada Ehl-i Sünnet devamlı olarak merkezi ve itidali temsil etmiştir. Ancak bu durum, sırf itidal ve dengeyi yakalamak maksadıyla değil, Kur'an ve Sünnet öğretileri öyle tecelli ettiği için böyle olmuştur.

Sahabe'yi tekfir etmek şöyle dursun, onlar arasındaki mücadeleler hakkında Ehl-i Sünnet, bunların birer içtihad farklılaşması olduğunu söyleyerek Sahabe'ye hürmette kusur etmemeyi esas alıyor. Çünkü gerek Kur'an'da, gerekse Sünnet'te Sahabe'ye hürmet gösterilmesini gerektiren oldukça fazla sayıda ifade mevcuttur. Yine Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'a göre günahkâr mü'minin ahirette mutlak surette hiç azap görmeyeceğini söylemek doğru değildir. Allah Teala 
Celle Celaluhu  dilerse böyle mü'minlere azap eder, dilerse onları bağışlar.

Oysa Mürcie ne diyordu? "Günahkâr mü'mine günahları hiç bir zarar vermez." Mu'tezile ise böyle kimselerin ne mü'min, ne de kâfir sayılacağını söylüyordu. İşte Ehl-i Sünnet'in itidal görüşü burada kendisini ortaya koymaktadır.

Yine Ehl-i Sünnet, Kur'an'da açıkça yer almasa bile sahih Sünnet ile sabit olduğu için Sırat, Mizan gibi hususların hak ve gerçek olduğunu kabul eder.

Bütün bu farklı İslam anlayışları tarih içinde yaşanan yoğun fikrî ve zaman zaman fizikî mücadelelerden sonra Ehl-i Sünnet'in galibiyeti ile neticeleniyor. Oldukça uzun bir süre Ehl-i Sünnet, İslam Ümmeti'nin akaid ve inanç konusundaki tutumunu belirleyici bir biçimde varlığını sürdürüyor. Zira Ehl-i Sünnet'in gerek siyasî, gerekse itikadî görüşleri kaynağını, Kur'an ve Sünnet'ten ve reddedilmesi mümkün olmayan aklî gerçeklerden alıyor.

İslam dünyasında aydın geçinen bir takım kimseler, aynı Reformist anlayışın İslam'da da yaşanması gerektiğini savundular. Hındistan'da Seyyid Ahmed Han ve daha batıya gelindiğinde Cemaleddin Efgânî'nin temsil ettiği anlayış temelde bu noktada birleşmektedir.



Ne var ki, günümüzde müşahede edilen farklı İslam anlayışlarının, sözümüzün başında görüşlerini özetlemeye çalıştığımız fırkalardan ayrılan önemli bir özelliği var. O da şu: Bu anlayışların, İslam'ı anlama biçimleri konusunda oluşturdukları bütünlük arz den bir sistem yok. Yani "Biz Kur'an'ı yorumlarken şu şu ilkelerden hareket ediyoruz. Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarırken esas aldığımız unsurlar şunlardır" diyebilen kimse yok.


Daha kestirmeden söylersek, mesela bu kimselerin, ulemamızın ortaya koyduğu ciddiyet ve hacimde bir Usul-i Hadis'leri, Usul-i Fıkıh'ları, Usul-i Tefsir'leri ve Kelam/Akaid ilkeleri mevcut değil. Ele aldıkları her konuda bölük-pörçük, kırık-dökük bir şeyler söylüyorlar. Ama bunları bir araya getirip de bir sistem, bir metodoloji oluşturmak mümkün değil. Bu sebeple de çok sık olarak bir söyledikleri öbürünü tutmuyor, çelişkiden kurtulamıyorlar.

Bu kimselerin Kur'an'a yaptıkları abartılı vurgu bir anda insanlara cazip geliyor. Ama öte yanda Sünnet'in devre dışı bırakılmasının doğurduğu temel problemler, Kur'an'a yapılan vurguyu gölgede bırakıyor ve sakat bir İslam anlayışının oluşması ile neticeleniyor.

Ebubekir Sifil 

Devam edecek...

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Temmuz 2017 Perşembe

ALİMLERİN İHTİLAFI VE TAVRIMIZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
 
Tarihte birtakım alimler ve ekoller arasında ihtilaflar ve tartışmalar cereyan ettiğini hepimiz biliriz. Bu ihtilaf ve tartışmaları aynen devam ettirmek, bazı alimlerimizi bir konudaki görüşünden dolayı mahkûm etmek, ya da onlar arasında “hakemlik” yapmaya soyunmak doğru bir tavır olabilir mi? Bize muazzam bir irfan ve ilim mirası bırakan geçmiş alimlere karşı edebli olmak büyük bir vazife. Ve o mirası anlayacak, yaşatacak ve insanlığa anlatacak nesilleri yetiştirmemek de büyük bir vebal.

İslâm alimlerinin yüzyıllar süren kesintisiz bir çaba neticesinde oluşturup, bize “emanet” olarak intikal ettirdikleri devasa bir ilmî miras ile karşı karşıya bulunuyoruz. Kütüphanelerimiz, islâmî ilimlerin her dalında kaleme alınmış binlerce cilt eserle dolu. Böyle “muhteşem” ve bir o kadar da “ağır” bir yükün altından şu ana kadar alnımızın akıyla kalkabildiğimizi ileri sürmenin mümkün olmadığını söylesek, acaba meseleyi abarttığımızı düşünenler çıkar mı?

Böyle düşünenler için biz şimdiden tedbirimizi alalım ve niçin bu kanaatte olduğumuzu izah etmeye çalışalım:

Tarihte olduğu gibi günümüzde de islâmî anlayış ve “tarz” bakımından birbirinden farklılıklar arz eden kesimler bulunduğunu biliyoruz ve hemen hepimiz bu türlü kesimlerle bir şekilde temas etmişizdir. Gerek İslâm dünyasında, gerekse ülkemizde farklı isimlerle anılan bu kesimlerin, itikadî meselelerden fıkhî konulara, siyasetten gündelik hayatın çeşitli veçhelerine kadar pek çok konuda bir yöntem, tavır ve anlayış farklılığı içinde bulunduğunu inkâr edemiyorsak ve de bu kesimlerin hepsi anlayışlarını tarihten devraldığımız ilmî miras üzerine bina ettiğini söylüyorsa, yukarıda söylediklerimizde haksız sayılmamamız gerekiyor...

Bu nasıl bir mirastır ki, vârisleri, ona dayandırdıklarını söyledikleri bir ayrışmayı sonuna kadar yaşıyor ve onu böyle bir “hasımlaşma”nın gerekçesi olarak yaşatıyorlar? Ya bu miras bizatihi bir ayrışmanın ürünü, ya da biz onu yanlış okuyoruz. Üçüncü bir seçenek yok...

İHTİLAFLARLA ZENGİNLEŞEN İLİM

Bilindiği gibi İslâm ilim tarihi, büyük ölçüde bir “ihtilaflar” ve “reddiyeler” tarihidir. Bu cümledeki “büyük ölçüde” ifadesinin altını çizerek, yazıya girişi oluşturan paragrafın mutlak manada alınmaması gerektiğini peşinen belirtelim.

Kaynakların zikrettiğine göre İmam Ebu Hanife rh.a., Asr-ı Saadet döneminin gazalarından çıkarılan fıkhî hükümleri (ganimet dağıtımı, fethedilen toprakların ve ahalisinin fıkhî bakımdan tabi olacağı hükümler vs.) ihtiva eden ve erken dönemlerde “siyer” olarak adlandırılan bir eser yazmıştır. (Bu kelimenin “biyografi” ya da “kronolojik tarih” anlamında kullanılması nisbeten daha geç dönemlere ait bir olgudur.) Çağdaşı Şam fakihi İmam Evzaî bu eseri görünce ona bir reddiye yazmış ve meseleleri kendi bakış açısı doğrultusunda değerlendirmiş; ardından İmam Ebu Yusuf da onun bu yazdıklarına bir reddiye ile mukabele etmiş, nihayet ondan sonra İmam Şafiî rh.a. de her üç çalışmaya bir reddiye yazmıştır.

Keza İmam Şafiî’nin el-Ümm’ünün özellikle son kısımlarını oluşturan kitaplar hemen tamamen ihtilaflı görüşlerin zikri ve bunlar arasında yaptığı tercihlerden oluşmaktadır. (Kitâbu me’htelefe fîhi Ebû Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, İhtilâfu Alî ve Abdullah b. Mes’ûd, İhtilâfu Mâlik ve’ş-Şâfi’î, Hilâfu İbn Abbâs...)

Hatta bu durum sadece farklı mezhepler arasında yaşanmakla kalmamış, aynı mezhebe mensup ulema da birbirlerinin görüşlerini tenkit ederek, ilmî faaliyetin gerektirdiği geniş yüreklilik ve cesaretle kendi bakış açılarını ortaya koymuşlardır. Söz gelimi Hanefî mezhebinde “Tabakâtu’l-Fukaha” türünden eserler yazarak mezhep alimlerinin ilmî derecelerini tesbit etmeye çalışanlar, Mutlak Müctehid tabakasından başlayarak aşağıya doğru Mezhepte Müctehid, Meselede Müctehid, Ashab-ı Tahriç, Ashab-ı Temyiz, Ashab-ı Tercih... şeklinde hiyerarşik bir sıralama belirlemişlerdir.

Bunlar içinde özellikle son iki sırada zikrettiklerimiz, Müctehid sıfatını taşıyan alimlerin ihtilaflı görüşleri arasından muhtelif kriterlere göre tercihler yaparak mezhepte fetvaya esas olan görüşü (“müfta bih” kavli) ortaya koyarlar.

Bu durum, aynı mezhebe mensup ulemanın görüşleri arasında bile ihtilafların mevcut olduğunun en canlı şahididir.

Aynı şeyi, “Ehl-i Sünnet-i Âmme” dediğimiz, hicri 4. asırdan itibaren yaşamış olan Akaid/Kelam alimlerinin görüşleri için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Ehl-i Sünnet dediğimiz ana gövdeyi oluşturan iki büyük Kelam ekolünün (Maturidiler ve Eş’ariler) görüş ayrılığına düştüğü meselelerin adedi konusunda (alimlerin değişik itibarlarına göre) 15 ila 50 rakamları verilmektedir.

Öyleyse muhtelif mezhepler arasında ihtilaflı görüşler bulunması gayet tabiidir ve “Edebu’l-İhtilaf”, “Esbabu’l-İhtilaf” başlıklı kitaplarda bu türlü konularda nasıl bir bakış açısına sahip olmamız gerektiği uzun uzadıya anlatılmaktadır.

Esasen “müsademe-i efkârdan barika-i hakikat zuhur eder” (ihtilaflı fikirlerin çarpışmasından hakikat şimşeği çıkar) sözü, ihtilafın bizatihi “kötü” ve sakınılması gereken bir olgu olmadığını ifade etmektedir.

Burada temel mesele şudur: İhtilafı nereye kadar normal ve meşru görebiliriz?

MEŞRU İHTİLAF, SAKINDIRILAN “HİLAF”

İki önceki paragrafta zikrettiğimiz başlıklarla kaleme alınan kitapların bazılarında, her ikisi de aynı kökten türemiş olan “ihtilaf” ve “hilaf“ kavramlarının farklı anlamlara geldiği, birincinin “meşru” görüş ayrılıklarını, ikincinin ise “gayri meşru” görüş ayrılığını ifade ettiği söylenmiştir.

Bu ayrımı kabul ederek konuşacak olursak, söylememiz gereken şudur: İhtilaf, farklı görüşleri benimsemenin normal, hatta kimi durumlarda “kaçınılmaz” olduğu fıkhî alana ilişkindir. Gerek Usul-i Fıkıh bahislerinde, gerekse fer’î meselelerde müşahede ettiğimiz görüş ayrılıkları böyledir. Hilaf ise hakkında delalet ve sübut bakımından kesin nasslar bulunan, dolayısıyla üzerinde icma edilmiş olan fıkhî konularla, itikadî meselelerdeki görüş ayrılığını anlatır.

Küçük bir azınlığı istisna tutarak söylersek, ulema, hem Kur’an ve Sünnet’e dayanarak, hem de aklî delilleri kullanarak ilk gruba giren ihtilafların meşruiyetini ortaya koymuş, bu alandaki ihtilafın Ümmet için bir rahmet ve genişlik kaynağı olduğunu vurgulamıştır. İkinci gruba giren “hilaf” ise şiddetle men edilmiştir. Zira bir meselede bütün Ümmet’in alimlerinin yanıldığını ve sadece (icmaya muhalefet eden) bir tek kişinin doğruya isabet ettiğini söylemek aklen ve adeten mümkün değildir. Hele bu mesele itikadî alan ile ilgiliyse, burada daha bir hassas davranmak ve ahiretimizi riske düşürebilecek böyle bir noktada Sevad-ı Azam’dan (ana gövdeyi oluşturan büyük kitleden, Ehl-i Sünnet’ten) ayrılmamaya azami dikkat göstermek gerekir.

KIBLE EHLİ TEKFİR EDİLMEZ

Buraya kadar söylediklerimize herhalde itiraz edilmeyecektir.

Peki herhangi bir alim, itikadî bir konuda Ehl-i Sünnet’in iki büyük koluna aykırı düşen bir görüş benimserse ve üstelik Ehl-i Sünnet’in görüşü budur derse durum ne olacak?

İşte şimdi “mayınlı” bir alana girmiş bulunuyoruz.

Önce Ehl-i Sünnet’i diğer itikadî ve kelamî fırkalardan ayıran temel özelliklerden birisini hatırlayalım: “Ehl-i kıble tekfir edilmez.” Bu ilkenin açılımı, “zaruriyyat-ı diniyyeyi (dinin temel sabitelerini) inkâr etmedikçe ehl-i kıble küfürle suçlanamaz” şeklinde yapılır.

Bu kriteri bakış açımızın temeli yaparak tarihe baktığımızda, önümüze çıkan manzara şudur: Ehl-i Sünnet alimleri, itikadî konularda kendilerine muhalefet edenleri hemen tekfir etmemiş (küfre düşmekle suçlamamış), onlar hakkında “ehl-i bid’at” tabirini kullanmayı tercih etmiştir. Elbette ehl-i bid’at fırkalar içinde aşırı görüşleri sebebiyle küfre düşenler de olmuştur; ancak bunlar büyük bir özenle diğerlerinden ayıklanmıştır. Bir diğer deyişle, itikadî fırkaların durumu hakkında genellemeler yapmak yerine bu fırkalar içindeki fertlerin tek tek görüşleri üzerinde durulmuş ve küfre düşenlerle diğerlerinin birbirine karıştırılması böylece engellenmiştir.

Hadis alimlerinin, senet ve ravi kritiği yaparken benimsediği şu ilke de konumuz açısından son derece önemlidir: Ehl-i bid’at fırkalardan herhangi birisine mensup bir ravi eğer görüşlerinde küfre düşmemiş ve bid’at mezhebine, propagandasını yapacak derecede taassupla bağlanmamışsa, onun naklettiği rivayetler -Usul-i Hadis kitaplarında anlatılan diğer kıstaslara da uymak şartıyla- kabul edilir.

Bütün bunlar bize şunu göstermektedir: Bir kimse bazı görüşlerinde Ehl-i Sünnet’ten ayrılmış ise, o kimseyi hemen tekfir etmek doğru değildir. Eğer o görüşlerinde ayet ve hadislerden, Sahabe ve Selef’in tavırlarından, Arap dilinden... belli temellere (tevil yoluyla da olsa) dayanıyorsa, burada doğru olan şöyle düşünmektir: Bu kimse Ehl-i Sünnet yolundan ayrılmakla hata etmiş ve bid’at bir yola sapmıştır. Ancak bu görüşleri, dinin temel sabitelerini (zaruriyyat-ı diniyye) inkâr noktasına varmadıkça kendisini küfürle itham etmek doğru değildir.

Hele bir de bu kişi, Ehl-i Sünnet’e mensup olduğunu söylüyorsa ve doğru yolun bu yol olduğunu vurguluyorsa burada daha bir hassas davranmak zorundayız.

KİMİ NEREDEN KOVABİLİRİZ?


“Hatasız dost arayan dostsuz kalır” sözünün ifade ettiği gerçeği bu yazının ana fikrine rahatlıkla oturtabiliriz. Eğer hatasız bir alim arıyorsak enerjimizi boşa sarf ediyoruz demektir.

Tarih içinde alimler arasında cereyan etmiş olan anlaşmazlıklar ve görüş ayrılıkları bugünün müslümanına “tarafgirlik” olarak yansıyacak olursa, bunun doğuracağı (bölünme, parçalanma, hatta kin ve nefret gibi) olumsuz sonuçlar yine bize zarar verecektir.

Tarihte kalması gereken ayrışmaları bugün de yaşatacak olursak, sözgelimi imanın kavil ve amel olduğunu, dolayısıyla amelin imandan bir parça olduğunu ve amelin azlığına-çokluğuna göre artıp eksileceğini söyleyen Ehl-i Hadis’i hangi vadiye sürgün edeceğiz?! O Ehl-i Hadis ki, Allah Rasulü s.a.v.’in hadislerini kılı kırk yaran bir titizlikle derleyip toplamış ve bize kadar nebevî bir emanet olarak aktarmışlardır.

Bununla birlikte, imanın kalp ile tasdik ve dil ile ikrardan ibaret olduğu, dolayısıyla artıp eksilmesinin söz konusu olamayacağı görüşünü benimseyenlerden (yani, bilahare ağırlıklı olarak Ehl-i Sünnet’in Maturidiyye kolunun temsil ettiği görüşleri benimseyen ravilerden) gelen rivayetleri eserine almamayı bir iftihar vesilesi olarak söyleyen ve Hadis ilminde “İmamu’d-dünya” lakabını üzerinde hakkıyla taşımış olan İmam Buharî rh.a.’in, sıhhatin zirvesindeki el-Câmiu’s-Sahîh’ini yasaklayalım mı?

Yine o İmam Buhârî’dir ki, (Nesâî gibi başka birçok muhaddisin yaptığı gibi) yeryüzünde yaşayan müslümanlar’ın yarısının (bazı alimlere göre 3’te 2’sinin) benimsediği mezhebin imamı olan İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’yi (ve daha başka Hanefî imamları) cerhetmiş, hadiste güvenilir kimseler olmadıklarını söylemiştir!

Yine İmam-ı A’zam ve diğer birçok Hanefî imam hakkında pek ağır ifadeler kullanmış olan el-Hatîbu’l-Bağdâdî’yi, sırf bu tavrı yüzünden çizginin dışına itip, kıymetli eserlerinden istifadeden kendimizi mahrum etmek ne kadar doğrudur?

Hadis ilminin önemli bir alt disiplini olan cerh-ta’dil (ravilerin durumunu inceleyen ilim dalı) sahasının önemli isimlerinden Ebû Zür’a er-Râzî’yi, Tasavvuf yolunun önderlerinden el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî’yi cerhederek, kitapları hakkında “Bunlar bid’at ve dalalet kitaplarıdır” dediği için;

İmam Ahmed b. Hanbel rh.a’i, yanındakileri el-Muhasibî’nin meclisinde oturmaktan sakındırdığı için hangi cezaya çarptırmalıyız?

Ya da Mevlânâ Celaleddin-i Rumî’nin Mesnevî’sinde dinî hükümlere aykırı pek çok şey bulunduğunu söyleyen Hanefî mezhebinin büyük Fıkıh ve Hadis alimi Bedruddîn el-Aynî’nin; veya bazı eserlerinde, Sufiyye’den olduğu söylenen birtakım kimseler hakkında sert ifadeler kullandığı için Zehebî’nin kitaplarını yakalım mı?

İbn Teymiyye’nin ve talebesi İbnu’l-Kayyım’ın Muhyiddin b. Arabî k.s. ve Tasavvuf yolunun diğer bazı büyükleri konusundaki tutumları veya bazı itikadî konulardaki görüşleri de aynı zaviyeden değerlendirilmelidir.

İLMİN KIYMETİNİ BİLMEK  

Bu ve benzeri durumlarda takınılacak tavır şu iki şekilden birisi olabilir:

“Bu görüş yanlıştır. Ama bu, söz konusu kişinin diğer görüşlerini de terketmemizi gerektirmez” diyebiliriz;

Ya da “Madem ki bu konuda hayatî bir yanlış yapmıştır, öyleyse biz de bu sözün sahibini (başka hususlarda ne kadar doğru ve isabetli görüşlere sahip olursa olsun) terketmeliyiz” şeklinde bir tavır benimseyebiliriz.

Bize göre bu tavırlardan ilki doğrudur. Bu tavrı benimsememizin iki sebebi var:

1. Bir kimsenin herhangi bir konuda yanlışa düşmüş olması, diğer konularda söylediği şeylerin tümünün yanlış ya da değersiz olmasını gerektirmez. Bir konuda hata yapan bir kimse, başka konularda da otomatik olarak yanlış yapar diye düşünmeyi hatalı buluruz.

2. Eğer söz konusu kişinin ilmî seviyesi bizden kat kat fazla ise, sırf bir konuda yanlış yapmıştır diye kendimizi, onun başka konularda söylediği doğrulardan mahrum etmeyi yanlış bulur ve şöyle düşünürüz: Onun dile getirdiği doğrulara bizim ihtiyacımız var. İhlâs ve samimiyetle yürüttüğü ilmî faaliyetler meyanında içine düştüğü bir hata için onu bütünüyle dışlamak ne bize, ne de müslüman kardeşlerimize bir fayda sağlar.

Bunu söylerken, o şahsın muteber ulema tarafından yanlışlığı tescil edilmiş görüşlerine dikkat çekmeyi de bir görev biliriz. “Şu konulardaki kanaati ulema tarafından yanlış bulunmuştur. Bu görüşlere dikkat edin. Fakat diğer konulardaki değerli ilmî mesaisinden de istifadeden geri durmayın” deriz.

NETİCE-İ KELAM


Ümmet-i Muhammed’in alimleri arasında tarih boyunca süregelmiş birtakım ihtilaf ve anlaşmazlıklar bulunduğunu inkâr edemeyeceğimize ve esasen buna gerek de olmadığına göre yapmamız gereken şudur:

“Hikmet müminin yitiğidir; onu nerede bulursa alır” hükmü gereğince, doğruyu nerede bulursak almalıyız. Değil mi ki İmam Gazalî rh.a. felsefecilerin yanlış görüşlerini çürütmek için felsefî metotlar kullanmış ve Yunan felsefesinin mahsulü olan Mantık ilmini Usul-i Fıkıh ilmi ile mezcetmiştir?! (Onun, “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz” sözünü hatırlayalım.)

Öyleyse tarihte birtakım alimler ve ekoller arasında cereyan etmiş tartışmaları bugün aynen devam ettirmek ve hatta onlar arasında “hakemlik” yapmaya soyunmaktansa, bu tartışmalardan bugün bizim için hayırlı ve faydalı olan hususları seçip ayıklayarak, bunlardan alacağımız ilhamla İslâm dünyasının ve insanlık aleminin yaşamakta olduğu sancı ve buhranlara çözümler sunmalıyız.

Yukarıda bazılarının isimlerini vererek kimi görüşlerini aktardığım alimlerin hepsi “bizim”dir. Onların burada birkaçını zikrettiğimiz görüş ve tavırlarına katılmamakla birlikte, diğer pek çok hususta ortaya koydukları doğruları alıp yaşatmak da mümkün, sırf yukarıdaki görüşleri benimsemişlerdir diye kendilerini kökten dışlayıp hayatın ve hatta İslâm’ın dışına çıktıklarını ilan etmek de.

Bu tavırlardan ilkini benimsersek, hem kendimizi ve tüm insanlığı o doğrulardan mahrum etmemiş, hem de o alimlere karşı vefa borcumuzu ödemiş oluruz.

Kaldı ki, onları dışlama hakkına sahip olabilmek için, en azından onlardan kalan boşluğu dolduracak insanlar yetiştirmiş olmak gerekmez mi?


M. Hafızoğlu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Allah Kimin İçin Hayır Dilerse Onu Dinde Anlayış Sahibi Kılar

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

13. Allah Kimin İçin Hayır Dilerse Onu Dinde Anlayış Sahibi Kılar
71- Muaviye 
radıyallahu anh şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle dediğini işittim:

"Allah kimin için hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar. Ben yalnızca taksim eden bir kişiyim, veren Allah'tır. Allah'ın emri gelin­ceye (kıyamet kopuncaya) kadar bu ümmet Allah'ın emri üzere kala­cak, muhalefet edenler onlara zarar veremeyeceklerdir."
[Hadisin geçtiği diğer yerler:3116,3641,7312,7460]

Açıklama

Bu hadis üç hüküm içermektedir:

1. Dinde tefakkuhun (anlayış sahibi olmanın/fıkıhta derinleşmenin) fazileti

2. Mal ve mülkü verenin hakikatte Allah olduğu

3. Bu ümmetin bir bölümünün kıyamete kadar hak üzerinde sabit kalacağı

Birinci hakikat ilim konusuna, ikinci hakikat sadakalar (zekat vb.) konusuna, üçüncü hakikat kıyamet alametleri ile ilgili bölüme uygundur. "Allah'ın emri ge­linceye kadar" sözünde yer alan "Allah'ın emri" kalbinde imandan bir şey bulu­nanların ruhunu kabzedecek olan rüzgardır ki bundan sonra yeryüzünde insan­ların en kötüleri kalacak, kıyamet de onların üzerine kopacaktır.

Bunların üçü de diğer bir açıdan ilim konuları ile hatta bu başlık ile doğru­dan doğruya ilgilidir. Çünkü bu hadis; Allah'ın dininde anlayış sahibi/derin fıkhı bilgiye sahip kişiler için iyiliğin söz konusu olduğunu, bunun yalnızca kişisel çaba ile kazanılamayacağını, aksine Allah'ın nasip ettiği kişilerin buna sahip olacağını, buna sahip olanların kıyamete kadar mevcut olacağını belirtmektedir.

Buhârî bunlardan kasdedilenin hadis âlimleri olduğunu belirtmiştir.

Ahmed b. Hanbel "Burada kasdedilenler hadis âlimleri değil ise başka kim olabilir bilmiyorum!" demiştir.

Kadı Iyaz "Ahmed b. Hanbel bununla ehl-i sünnet ve hadis âlimleri gibi ina­nanları kasdetmiştir" demiştir.

Nevevî "Bunların mücâhid, fakîh, muhaddis, zâhid, iyiliği emreden vb. ha­yırları yapan müminlerden, Allah'ın emirlerini yerine getirenlerden bir grup ol­ması muhtemeldir. Bunların bir yerde toplanmış olması şart değildir. Ayrı ayrı olmaları da mümkündür" demiştir.

Bu hadisten şu hususlar anlaşılır: Dinde anlayış sahibi olmayan, yani İslâm­'ın temel kurallarını ve bunlara ilişkin fıkıh ve inanç ile ilgili detayları öğrenme­yen kişilerin hayırdan mahrum olduğunu gösterir. Ayrıca âlimlerin diğer insanlar üzerinde bariz bir şekilde üstünlüğünün bulunduğunu, dinde derin fıkhı bilgi sahibi olmanın da diğer ilimler üzerinde bir üstünlüğünün olduğunu göstermek­tedir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

4 Temmuz 2017 Salı

Allah'ı Rab Edinmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

İslâm, hayata ve topluma hakim olmak, onu yönetmek yönlendirmek ve insanların seyir ve hareketlerini Allah'ın emirlerine göre düzenlemek isteyen bir nizâmdır.

Allah, hükümlerini, uygulansın, insanların ilişkilerine hükmetsin, hayatın akışını O'nun emir ve yasaklarına ,Kendi koyduğu hüküm ve şeriatına uygun bir şekilde düzenlensin diye indirdi.

En kapsamlı şeriata sahip İslâm'da, Yaratan hükümlerini, mahlûkatının faydasına olan şeylerin nizâma sokulması için koymuştur.


 Rabbimiz, insanın, dünya ve ahiret mutluluğu elde edebilmesini, farklılıklarına rağmen bir arada kargaşadan, zulümden, huzursuzluktan uzak yaşayabilmesini, her canlının yeryüzünde can ve mal güvenliğine sahip bir şekilde yaşayabilmesini dilemiştir. Bu nedenle, yarattığını en iyi bilen olarak, kullara dokunacak zararların uzaklaştırılması, adâlet ve kâmil bir nizâmın yeryüzünde hâkim olması için hükümler bildirmiştir.

-İslâm, kâmil bir dünya görüşü verir. Fesada düşmeksizin, kâinatın tamamını izah eder.

"Sen ilâhi kanunlarda bir değişiklik bulamazsın. Sen ilâhi kanunlarda bir başkalaşma da bulamazsın."-Fâtır Suresi,43.Âyet-i Kerime-

-İslâm, insanın bütün tavırlarını kapsayan kurallar getirir.

-İslâmi nizâmda, aklî, bedenî, ahlâkî, askerî, sosyal, iktisâdi, siyâsi, ilmî, edebî, meslekî, fennî, cinsî gibi, hayatın tamamını kapsayan konu ve hallerle ilgili mûhkem hükümler vardır.

Allah'ı Rab olarak kabul etmemiz demek, yeryüzünde ki tüm işlerimizi, Allah ve -Allah'ın emri ile- Resûlü'nün hükmü üzere düzenlememiz ve yaşamamız demektir.

Allah'ı Rab edinmek, hayatımızı hükmüne uygun biçimlendirmek ,Yaradan'ımız tarafından mükerrem görülen insana ,lâyık olduğu kalitede bir hayatı yaşatır.

"Allah ve Resûl'ü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mümin erkek ve hiçbir mümin kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah a ve Resul'üne karşı gelirse şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapıtmıştır."-Ahzâb Suresi 36. Âyet-i Kerime-

Günlük bireysel ve toplumsal faaliyetleri -siyâsi,sosyal,ekonomik,iktisâdi,..- Allah'ın hükmünün dışında bırakmak cahiliye zihniyetine geri dönmek olur.

Oysa, yağmuru yağdıranın Allah olduğuna inanan ancak yeryüzünde kendi işlerimizin hükmünü bizler veririz diyerek dünya işlerine Yaradan'ı karıştırmayan, kısacası ; Allah'ı Rab edinmeyen müşrik toplum, cehennemle müjdelenmiştir.

"Andolsun, eğer onlara, 'gökten yağmuru kim indirip de onunla yeryüzünü ölümden sonra diriltti?' diye soracak olsan, mutlaka,

'Allah'diyeceklerdir. "-Ankebût Suresi,63. Âyet-i Kerime-

"Yüzlerin ateşte bir yandan bir yana döndürüleceği gün, 'Keşke Allah'a ve Resûl'e itâat etseydik' diyecekler."-Ahzâb Suresi,66. Âyet-i Kerime-

Hükmün olduğu yerde kendi akıl ve nefsimize uyarak, hayatımıza farklı sınırlar koymamız demek aklımızı ve nefsimizi Rab edinmemiz demektir!

Allah ve Resul'ünün hükmünün olduğu yerde, şeriata aykırı bir hükme gönül rızasıyla uymak, Allah'a rağmen başka ilahlar edinmek ve şirkin ateşine düşmek demektir!

Adiy b. Hattım radıyAllahu anh, Resûlullah aleyhisselâtu vesselâm'ın yanına girdiğinde Resûlullah,

"Haham'larını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ilah yoktur. O onların ortak koştukları şeyden münezzehtir." Tevbe suresi,31 Âyet'ini okuyordu.

Adiy,

"Ya Resûlullah,hahamlara ve rahiplere ibadet etmiyorlardı." dedi.

Resûlullah aleyhisselâtu vesselâm şöyle buyurdu;

"Hahamlar ve rahipler Allah'ın helal kıldığını haram kılıyorlar, onlar da bunu haram kabul etmiyorlar mıydı? Allah'ın haram kıldığını da helal sayıyorlar ve onlar da bunu helal saymıyorlar mıydı?"

Adiy,

"Evet" dedi.

Resulullah aleyhisselatu vesselam ise,

"İşte bu onlara ibadetleridir."buyurdu.-Tirmiz'i,Tefsir, IX/10;Alusi,4/84-

"Yoksa onlar cahiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’dan daha güzel kim vardır?” -Mâide, 50.Âyet-i Kerime-

Bizler, müminler olarak, geri dönüşün kaçınılmaz şekilde kendisine olunan Allah'a, -O bizden ,biz O'ndan razı olarak- kavuşmak maksadıyla, hayatın her alanına dâir tüm sınırlarımızı dinimizi referans alarak belirleriz.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

24 Mayıs 2017 Çarşamba

İkindi ve sabah namazından sonra nafile namaz kılınıp kılınmayacağına dair hadisler çelişkili mi?

(2932)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:

"İki namaz var ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları ne gizli ne de alenî olarak seferde ve hazerde hiç terketmedi: Sabahtan önce iki rek'at, ikindiden sonra iki rek'at."(1)


Hadisin Açıklaması:

Bu rivâyette, halihazır tatbikatımıza da uymayan bir hususa temas edilmektedir: 


"İkindiden sonra kılınan iki rek'at..." Müteakiben kaydedilen Hz. Ali radıyallahu anh rivâyeti de buna ters düşmektedir. Zîra orada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ikindi ve sabahtan sonra namaz kılmadığına dikkat çekmektedir.

Hemen şunu belirtelim ki bu husus bidâyetten beri selef alimleri arasında ihtilaflı bir mevzu olmuştur. Ebû Dâvud'un bir rivâyeti de bu hususu açık bir şekilde aksettirir:

İbnu Abbas'ın âzadlısı Kureyb anlatıyor: "İbnu Abbâs, Abdurrahman İbnu Ezher ve Misver İbnu Mahreme (radıyallahu anhüm) Kureyb'i Hz. Âişe (
radıyallahu anha)'ya göndererek:

"Bizden ona selam söyle ve ikindiden sonraki iki rek'at hakkında sor ve de ki:

"Bize gelen habere göre sen bu iki rek'ati kılıyormuşsun. Halbuki bize ulaştığına göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun kılınmasını yasaklamıştır!"

Bunun üzerine ben de gittim, benimle gönderdikleri mesajı tebliğ ettim. Hz. Âişe (
radıyallahu anha):

"Ümmü Seleme'ye git, ondan sor!" dedi. Ben geri döndüm ve Hz. Âişe (
radıyallahu anha)'nın söylediklerini kendilerine ulaştırdım. Onlar beni bu sefer Ümmü Seleme'ye gönderdiler. Hz. Âişe (radıyallahu anh
a)'ye sorduklarını aynıyla ondan soruyorlardı. Ümmü Seleme:

"Ben Resûlullah'ın o iki rek'ati yasakladığını işittim. Sonra kendisini, onları kılarken gördüm. İkindiyi kıldıktan sonra kıldığı iki rek'atin hikayesi şudur: (Bir keresinde) yanımda Ensâr'a mensup Beni Haram'dan bazı kadınlar olduğu halde içeri girdi, mezkur iki rek'ati kılmaya başladı. Ben kendisine hemen câriyemi gönderip dedim ki:

"Kızım kalk, yanında dur ve de ki: "Ümmü Seleme diyor ki: 'Ey Allah'ın Resulü! Şu iki rek'ati yasakladığını bizzat senden işittim, şimdi ise kıldığını görüyorum. (Dikkat et), eğer eliyle 'çekil!' işaretini yaparsa hemen dön!"

Ümmü Seleme der ki: "Cariye söylediğimi aynen yaptı. O (aleyhissalâtu vesselâm) eliyle işaret buyurdu, câriye de geri döndü. Resûlullah namazdan çıkınca:

"Ey Ebû Ümeyye'nin kızı, ikindiden sonraki iki rek'atten sordun. Bana Abdulkays kabilesinden Müslüman olmak üzere bir heyet geldi. Öğleden sonra kılmakta olduğum iki rek'ati onlarla meşguliyetim sebebiyle kılamadım. Bu iki rek'at o iki rek'attir." buyurdu.


Bu rivayet, Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)'ın ikindiden sonra kıldığı iki rek'atin ne olduğunu açıkladığı gibi, vaktinde kılınamayan râtib namazlarının bilahare kaza edilmelerinin müstehab olduğunu, namaz esnasında elle yapılan hafif bir işaretin namazı bozmadığını da gösterir. Âlimler, bu rivâyetten, sünnete dayanan bir sebebi bulunan nafilenin yasak vakitte kılınmasında kerahet olmadığı, sebepsiz kılınan namazın mekruh olduğu hükmünü çıkarmışlardır.

Bu halin Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)'a has olduğunu söyleyen olmuşsa da: "Dinde asıl Resûlullah'a ittibâdır, açık bir delil olmadıkça da fiil-i Nebî'nin hususîliği iddia edilemez." diye cevaplandırılmıştır. Ayrıca bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Bu bana ait bir ruhsattır." şeklinde tavzihte bulunmadığına dikkat çekilmiştir. (Nevevî).

İbnu Abdi'l-Berr, "Sabah ve ikindiden sonraki yasak, nafile ve tetavvu olarak kılınacaklarla ilgilidir. Farz namazlar, sünnet namazlar veya Resûlullah (
aleyhissalâtu vesselâm)'ın devam ettiği nafileler bu yasağa girmez." der.

(2933)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah ve ikindi hariç her namazın arkasında iki rek'at (nafile) namaz kılardı." [Ebû Dâvud, Salât 299, (1275).]

Hadisin Açıklaması:

Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ikindi ve sabah namazlarından sonra nafile namaz kılmadığını ifade eder. Bu manâyı teyîd eden başka rivâyetler de mevcuttur. Ancak güneş henüz yüksek ve parlakken kılınabileceğine dair ruhsat da gelmiştir.

İbnu Abdi'l-Berr der ki: "Âlimlerden bir grup, sabah ve ikindi namazlarından sonra nafile namazı kılmada bir beis olmadığını söylemiştir. Zîra, bu husustaki nehiy, güneşin tam doğma ve batma anlarında namazın terkedilmesini kasteder. Bu meselede, mezkûr vakitlerde namazı nehyeden hadisleri rivâyet eden ashabtan bir cemaatin hadisleriyle ihticac ederler." Keza Resûlullah'ın şu sözü de bu istidlâlde hüccet kılınmıştır:

"İkindi namazından sonra, güneş yüksekte değilse nafile kılmayın."

Keza şu hadis de hüccet kılınmıştır:


"Namazınızı güneşin doğuş ve batışında kılmayın."

Keza Müslümanlar, güneşin tam doğma ve batma anları dışında sabah ve ikindi namazlarından sonra cenaze namazı kılınacağı hususunda icma ederler. Derler ki: "Sabah ve ikindi namazlarından sonra namazın yasaklanmasının ma'nâsı ve hakikati işte budur."

Alimler bu hususta şunu da söylerler:

"Bu meselede gelen yasağın gayesi kat-ı zerî'a'dır. Yani zarara götüren sebebi de ortadan kaldırmak... Zîra, sabah ve ikindi namazlarından sonra namaz, mubah kılınsaydı, asıl yasaklanmış olan güneşin doğma ve batma anlarına kadar namaz kılmaya devam edileceğinden korkulurdu."

Bu söylediğimiz görüş, İbnu Ömer'e aittir. Ancak bir grup ulemâ bunu benimsemiştir. Abdurrezzâk'ın bir rivâyetine göre İbnu Ömer demiştir ki:

"Ben güneşin doğma ve batma anlarını araması dışında kimseyi gece ve gündüzün her vaktinde namaz kılmaktan men etmem. O iki vakitten men ederim, çünkü onlardan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da men etti."


Şunu da belirtelim ki, bu hususta İbnu Ömer'in görüşü babası Hz. Ömer (
radıyallahu anh)'in görüşüne zıddır. Hz. Âişe (radıyallahu anha) de İbnu Ömer gibi düşünmektedir. Zîra der ki:

"Ömer bu meselede yanılmıştır, çünkü Resûlullah'ın namaz yasağı güneşin doğma ve batma anlarında kılınanlarla ilgilidir."

İbnu Hacer der ki: "Ebû'l-Feth el-Ya'merî bir grup Selefin şöyle söylediğini nakleder: İkindi ve sabah namazlarından sonra namaz kılma yasağı şu hususu duyurmak içindir: "Bu iki namazdan sonra nafile kılınmaz. Bu nehiyle (ikindi ve sabah namazlarının kılındığından itibaren geçen bütün) vakit kastedilmemiş, güneşin doğuş ve batış ânları kastedilmiştir. Bu hususu Ebû Dâvud'un Hz. Ali (
radıyallahu anh)'den hasen senetle rivâyet ettiği şu hadis te'yîd eder:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ikindiden "sonra" güneş yüksekte değilse namaz kılmayı yasakladı."

Öyle ise hadiste geçen "sonra"lıkla kastedilen müddet umum vakte şâmil olmayıp, sadece doğuş ve batış anlarıyla, bu ânlara yakın olan vakitlere şâmildir."

(1) bk. Buhârî, Mevâkîtu's-Salât 33, 73; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 300, (835); Ebû Dâvud, Salât 290, (1253); Nesâî, Mevâkîtu's-Salât 36, (1, 281), Kıyâmu'l-Leyl 56, (3, 251, 252).

(bk. Prof. Dr. İbrahim Canan Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)