19 Temmuz 2016 Salı

SADAKA RESULULLAH(Allah Resûlu aleyhisselam doğru söyledi)

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

 Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu: 
"Size, kendilerine sımsıkı yapıştığınız zaman, asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve Resûlü'nün Sünneti." -Suyûtî, Camiu's-Sağîr, hadis no: 3282;

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu âlemden ayrılırken bize iki şey bıraktı. Biri Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim, diğeri de Kur'an'ı açıklayan hadisler yani O'na ait söz ve davranışlardır.

"Hadisler ve Sünnet" olmasa İslam'ın sadece hukuki yönü değil, ahlakî ve imanî yönü de anlaşılmamış olur ve Kur'an-ı Kerim'deki genel hükümler herkesin farklı anlayacağı göreceli talimatlar haline gelir. Din herkesin elinde farklı bir şekle dönüşür. 

"... Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yola iletiyorsun."- Şura Suresi, 52.ayet -

Ayette buyurulduğu üzere "doğru yola iletme" işi Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme isnad edilmiştir. Bu da gösteriyor ki Resûlullah'ın söz ve fiillerinin İslâm şeriatında önemli bir yeri vardır. Şayet Resûlullah'ın sözü dinlenmeyecek ve fiilleri işlenmeyecek olursa, onun insanlara doğru yolu göstermesi gerçekleşmiş olmazdı.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin görevi; Kur’an’ı insanlara getirmekle sınırlı değildir; aksine Kur’an-ı Kerim'i açıklamış ve fiilen uygulayarak ümmeti için canlı bir örnek olmuştur: 

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”  -İbrahim Suresi, 4.ayet-

 “Hadisler Kur’an’ın tefsiridir.”

Sahabe Efendilerimiz, hadis-i şerifleri Kur’an'ı anlamanın kaynağı olarak görmüşler ve bir kısım farzlar ve genel kaidelerin detayını ancak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin açıklamasıyla uygulayabilmişlerdir.

 Allah Teâlâ; "Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı..."-Bakara Suresi, 184.ayet"Namazı kılın, zekatı verin..."-Bakara Suresi, 43.ayet"Ey iman edenler! Sözleşmeleri yerine getirin..."-Maide Suresi, 1.ayet- buyuruyor. Allah Teâlâ bunların nasıl yapılacağını öğretmeyi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme bırakmıştır.


 Bu da gösteriyor ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnet'i olmadan bu emirlerin nasıl yapılacağını bilmek mümkün değildir.

 Nitekim Allah Teâlâ:"... Sana da Kur'an'ı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayasın..."-Nahl Suresi, 44.ayet - buyurmuştur.

“Sünnet İkinci Kaynağımızdır”

Kur’an-ı Kerim'de ikinci bir kaynak olarak devamlı şekilde Peygamberimiz sallallahu Aleyhi ve selleme  işaret eder: 

"Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi de yasakladıysa ondan da kaçının. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki, Allah azabı pek şiddetli olandır. "-Haşr Suresi,7.ayet- 

İbn Mesud, bu ayeti "umum ifade eden bir ayet" olarak genel anlamda tefsir etmiştir. Ve Resûlullah'ın buyurduğu veya yasakladığı her şeyin ayetle zikredilmiş gibi hüküm ifade edeceğini söylemiştir.

Bir gün Abdullah bin Mesud: "Allah Teâlâ dövme yapan, dövme yaptıran, tüylerini alan, güzellik için dişlerinin arasını törpületen ve Allah'ın yaratma şeklini değiştiren kadınlara lanet eder" demiştir. Onun bu sözü, Esedoğullarından Ummu Yakub isimli Kur'an'ı çok iyi okuyan ve anlayan bir kadına ulaşmış kadın da İbn Mesud'a gelerek: "İşittiğime göre sen şöyle ve şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun." demiştir. Abdullah bin Mesud da o kadına şu cevabı vermiştir:
"Niçin ben, Resûlullah tarafından lanetlenen ve Allah'ın Kitabı’nda da hükmü bulunan kimseleri lanetlemeyeyim?" Kadın: "Ben Kur'an'ın iki kapağının arasında bulunan bütün ayetleri okudum. Böyle bir lanetleme bulamadım." demiş, Abdullah bin Mesud da "Eğer okumuş olsaydın onu bulurdun. Sen Allah Teâlâ'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının!" ayetini okudun mu?” diye sormuş, kadın: "Evet, okudum." demiştir. Bunun üzerine Abdullah: "Kadınların bunları yapmalarını Resûlullah yasaklamıştır."
 demiştir.
-Buhari, Libas,  82,84,85,87;Müslim, 2125-

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Muaz bin Cebel radıyallahu anhı Yemen'e gönderdiğinde aralarında geçen bu karşılıklı konuşmada kendisi de Sünnet'ine dikkat çekerek, Sünnet'in ikinci kaynak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Muaz bin Cebel radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile aralarında şu konuşmanın geçtiğini rivayet eder:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:- "Bir mesele ile karşılaştığında ne yaparsın?" buyurdu.

Muaz:- 'Allah'ın Kitabı’nda olanlarla hüküm veririm." dedi.

Resûlullah:- "Şayet Allah'ın Kitabında bulunmazsa?"

Muaz:- "Allah Resûlü’nün Sünneti ile.." Resûlullah:- "Allah'ın Resûlü’nün Sünneti’nde de bulunmazsa?"

Muaz:- "Görüşümle ictihad ederim. Elimden gelen gayreti harcamadan geri kalmam."

Muaz der ki: Resûlullah göğsüme vurdu ve şunları söyledi: "Allah'ın Peygamberinin elçisini Allah ve Resûlü'nün razı olacağı şeylere muvaffak kılan Allah'a hamd olsun."
-Ebû Dâvûd, 3592; Tirmizî, 1327

 “Aşama Aşama Hadisler”

1- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yirmi üç yıllık nübüvveti süresince sürekli kendisine inen Kur’an ayetlerini ve o ayetleri açıklayacak nitelikteki hadisleri (ona ait sözleri) ashabına söylediği sabittir. Yirmi üç yıllık sürenin ardından büyük bir Kur’an ve Sünnet birikimi oluşmuştur.

2- Bizzat Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, kendisine inen ayetleri ‘vahiy kâtipleri’ olarak bilinen sahabiler aracılığı ile yazdırdığı da bilinen bir gerçektir. Ancak hadisler için yani Kur’an dışında Peygamber aleyhisselama ait sözler için ilk etapta bizzat kendisi hadislerin yazılmamasını emretmiştir.

3- Kur’an ayetlerinin yazılması, hadislerin ise yazılmaması daha sonraki dönemlerde Kur’an’ın tek bir kelimesine bile zarar gelmeden saklanmasını, hadislerin ise korunabildiği kadarıyla bir sonraki kuşağa intikal etmesini doğurmuştur.

4-Hadisler de ise şöyle bir süreç vardır:Peygamber aleyhisselam ilk önce ashabın hadisleri yazmasını yasaklamıştı.

Bir görüşe göre yasaklama; hadisin Kur'an'a karışmasından korkulduğu zaman için söz konusu idi. Bu husustan emin olununca hadis yazmaya izin verildi.
Bir diğer görüşe göre hadisin aynı sahifede Kur'an'ı Kerim ile birlikte yazılması yasaklanmıştır. Maksat birbirlerine karışmamalarıdır. Böylelikle aynı sahifede her ikisini okuyanın şüpheye düşmesi önlenmek istenmiştir.

 Daha sonra Peygamber aleyhisselam hadislerinin yazılmasına izin verdiğini söyledi.

Hadislerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivayetler çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadisler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbni Amr radıyallahu anha aittir. Der ki:
“Ben Peygamber aleyhisselatu vesselamdan işittiğim şeyleri, ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni menederek: 'Sen Resûlullah aleyhisselatu vesselamdan her duyduğunu yazıyorsun, hâlbuki Resûlullah aleyhisselatu vesselam bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur.' dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Peygamber aleyhisselatu vesselama arz ettim. Resûlullah aleyhisselatu vesselam parmağıyla mübarek ağızlarına işaret buyurarak:

'Yaz, Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz.' dedi."-Ebu Davud,İlm,3-

Şu ayet-i kerime de aynı mealdedir:

O, kendisine vahyedilenden başkasını söylemez. 
-Necm Suresi 3 ve 4. ayetler-

Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhın sistemli şekilde hadis yazdığını teyid eden bir rivayet de Ebu Hureyre radıyallahu anha aittir. Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle buyurur:
"Peygamber aleyhisselatu vesselamdan çok hadis (bilmede) Abdullah İbni Amr hariç, bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım."-Buhari,113-

"Benden hadis bildirin. Ama bana yalan isnat eden Cehenneme hazırlansın." 
-Müslim,7435-72/2; Tirmizi,2665-

"Burada olanlar, olmayanlara sözlerimi tebliği etsin, duyursun."
-Buhari,1741,4406-

Hadislerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivayetler bundan ibaret değildir. Hafızasından şikâyet edenlere Resûlullah aleyhisselatu vesselamın:"Sağ elinizi yardıma çağırın.", "İlmi yazı ile bağlayın." gibi tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi (Ebu Şâh'ın olayı-Buhari 112'de geçer), hepsi de hadisten ibaret olan uzunluğu birkaç satırdan birkaç sayfaya ulaşan ve sayısı üç yüzü bulan pek çok "mektup -yazılı vesika"ların varlığı Peygamber aleyhisselatu vesselamın, hadislerin yazılması hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir. Sadece mektuplar değerlendirilse bile Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselamın Kur'an'dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır.

5. Ashabı Kiram, hadisleri ezberlediler. Peygamber aleyhisselamdan duydukları tek bir hadisi öğretmek için yollara düştüler. Binlerce sahabi, bildiği hadisi on binlerce insana ulaştırdı. Bu ikinci nesil yani tabiin nesli, sahabiden öğrendikleri hadisleri ve onun paralelinde Kur’an’ı iyice hıfzettiler. Fakat bu nesilde de ciddi bir hadisleri Kur’an gibi yazma, kitaplaştırma hamlesi olmadı. Tek tük denecek gelişmeler oldu.

6. Hadislerin sadece dilden dile aktarılarak taşınması mü’minlerin endişelenmelerine neden oldu. Birinci sorun, hadis bilenlerden birinin ölmesi veya ihtiyarlaması bir kaynağın kaybolması sonucunu doğurdu. İkinci sorun da hadislerin yazılı bir belge hâline getirilmemiş olmasının tabi sonucu olarak ‘bu hadistir’ diyerek, hadis olmayan sözleri hadis gibi uyduran iyi niyetli veya kötü niyetli kimselerin yaptığı işler ortaya çıktı. Böylece uydurma hadis faciası korkuttu. Bunun yanında da, herhangi bir kasıt olmadan bir hadisin yanlış aktarılması ihtimali de sıkıntı veriyordu.

7. Müslümanların elindeki HADİS HAZİNESİ, Peygamber aleyhisselamın vefatından bir asır sonra ‘kaybolma ve içine hadis olmayanın karıştırılması’ tehlikesi ile karşı karşıya kalmış oldu. Kur’an için ise böyle bir tehlike yoktu. Çünkü Kur’an bir yandan yazılı nüshaları ile korunuyor bir yandan da Müslümanların büyük bölümü tarafından harflerine bile sadık kalınarak ezberleniyordu. Kimsenin bir harf ilave veya eksiltme yapamayacağı muazzam bir koruma altında idi.

8. Birinci asrın sonunda Raşid Halife Ömer bin Abdülaziz’in gayreti ile ilk HADİSLERİ YAZIP KORUMA ALTINA ALMA hamlesi başladı.

Ömer İbni Abdülaziz Medine valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderdiği mektupta şöyle demiştir:

“Beldende Peygamber aleyhisselatu vesselamla ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadislerin) yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece Resûlullah aleyhisselatu vesselamın sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz.''
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/113-115.)

 Bu tarihten önce de tek tük yazan bulundu ise de ilk defa yazma girişimi devlet eliyle başlatılmış oldu. Ömer bin Abdülaziz, bu işin sonunu göremeden vefat etti ama İslam topraklarında bir HADİSLERİ YAZMA SEFERBERLİĞİ başlamış oldu. On binlerce ilim mücahidi mü’min, üç asra yakın bir zaman adeta bütün dünyayı bir medreseye çevirdi. Binlerce kilometrelik yollar defalarca kat edildi. Buhara’dan Yemen’e, oradaki yirmi hadisi bilen birinden o bildiği hadisleri öğrenmek için insanlar, binekli bineksiz, aç tok seferlere çıktılar. Bilen bildiğini öğretti, bilmeyen bilmediğini öğrendi. İnsanlık tarih yazdığından beri bugüne kadar öyle bir ilim hamlesi gerçekleştirememiştir. Binlerce kitap çıktı ortaya. Bu kitaplarda on binlerce PEYGAMBERE İZAFE EDİLMİŞ HADİSLER yazılıydı. Hadisler kaybolmasın diye endişe edilirken, bir hadis kütüphanesi kurulmuş oldu.

9. Hicretin üçüncü asrından itibaren ise, Peygamber aleyhisselama aittir denerek kitaplara yazılan bu hadislerin hangisinin ne oranda gerçek olduğunun irdelenmesi ihtiyacı belirdi. Bu sefer de hadisler üzerinde, Peygamber aleyhisselama ait olup olmama oranına göre bir değerlendirme hamlesi başlamış oldu. Âlimlerin bir kısmı hadis derlemeye çalışırken bir kısmı da derlenenlerin niteliğini araştırmaya koyuldu. Râviden, hadisi kimden duyduğunu, ona öğretenin kimden duyduğunu belgelemesi istendi. Hadis ilmiyle meşgul olanların yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bidatle ilgilerinin bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı en ince ayrıntılarına kadar araştırıldı.

10. Muhaddisler, ilk asırlardan itibaren hadislerin korunması için ömür harcamış ve “isnad” ilmi sayesinde hadislerin “sahih”ini, “zayıf”ını, “mevzû”sunu ayırmışlardır.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hadisleri kayıt altına alınırken bu Ümmet'e mahsus bu sistem de ilk defa ilim dünyasına kazandırılmıştır. Bir söz, son nakledeninden itibaren Peygamber aleyhisselama ulaşıncaya kadar kimin kime söylediği belgelenecek şekilde kayıt altına alınmış, bu sisteme de “isnad”-hadis senedi-adı verilmiştir. Kimin kimden duyduğu, isimler olarak belirlendikten sonra asırlar süren muhteşem bir çalışmayla da hadisleri birbirlerine nakledenlerin üzerinde biyografi çalışması yapılmıştır. Her birinin ilmî birikimi, aralarındaki buluşma şekli ve süreci incelenmiş, neticede bu kişiler arasındaki bilgi alışverişinin mümkün olup olmadığı, nerede ve ne zaman olduğuna varıncaya kadar büyük bir inceleme sonuçlandırılmıştır. 

Abdullah b. Mübarek 
(radıyallahu anh); “İsnad dindendir. Şayet isnad olmasaydı dileyen dilediğini söylerdi” demiştir.-Müslim.Mukaddime,bap 5,I-.

Ancak, hadisi ilk rivayet eden sahabi için bir araştırma yapılmaz. Çünkü sahabinin sözü muteberdir. Diğer isimler içinse tam bir araştırma yapılmıştır. "Rical Kitabı" adı verilen bu biyografilerin bulunduğu kitaplara müracaat edildiğinde, bu isimlerin her biri için uzun uzun bilgiler yazıldığı görülecektir.

 11. Neticede hadis ilminde sivrilmiş bazı âlimler, oluşturdukları kıstaslarla rivayet edilen hadisleri toplayıp kitaplaştırdılar. Yüzlerce hadis âlimi, yazılan kitaplar üzerinde çalıştı. Yapılan çalışmalar onlarca yıl sürdü. Eldeki kitapların sağlamlığı hakkında ciddi kanaatler oluştu. Ümmet'in ortak kanaati olarak güvenilirlik sıralamasına göre şu kitaplar sahiplenildi:

*Buharî'nin Sahih'i
*Müslim'in Sahih'i
*Ebu Davud'un es-Sünen'i
*Tirmizî'nin es-Sünen'i
*Nesaî'nin es-Sünen'i
*İbni Mâce'nin es-Sünen'i

 Bu listeye ALTI KAYNAK anlamına KÜTÜBİ SİTTE adı verildi. Bunların dışındaki eserler ise dışlanmış olmadı ama ileriki zamanda araştırılmaya devam edilmesi gereken eserler olarak görüldü. Bu altı kaynağın içinden ikisi BUHARİ ve MÜSLİM en öne çıkan kaynaklar oldu.

12.Buharî ve Müslim’deki hadislerin TAMAMININ sahih olduğu kabul edildi. Hadisin sahih olması ise, Peygamber aleyhisselama ait olduğunda tereddüt bulunmaması anlamına kullanılan bir kavram olarak ortaya çıktı. Peygamber aleyhisselama ait olduğunda şüphe bulunulan hadislere ise ZAYIF hadis dendi. Hiçbir şekilde Peygamber aleyhisselama ait olmayacağı kararı verilene ise MEVZU dendi.

13.Bugün elimizde bulunan hadisler satır satır incelenerek her biri hakkında hükümler verilmiştir.
Bir hadisin SAHİH olması, onu okuyan Müslüman'ın önünde itiraz edilemez bir bilginin bulunması anlamına gelmektedir. Acaba denemeyecek bir bilgi olarak sahih hadisle her konuda uygulama yapılır. Eğer hadisin anlaşılmasında bir sıkıntı varsa-ki bu tabii bir durumdur, zira hadisler nihayetinde Peygamber aleyhisselamın ilmini ve ona gelen vahyi yansıtmaktadır- o takdirde hadisleri açıklayan HADİS ŞERHİ kitaplarına müracaat edilir.
O şerh de şerh edenin itikadını, ilmi birikimini yansıtmaktadır.

14.Hadis, hadis ulemasının ZAYIF gördüğü bir hadis ise o hadisle itikat ve muamelat konularında amel edilmez. Çünkü zayıf hadis, yüzde yüz seviyesinde bir katiyet göstermez. Peygamber aleyhisselama izafe edilen bir sözle de "inanmak, muamele yapmak ağır bir sorumluluk getirmektedir. Bu tür zayıf hadislerle, ahlaki konularda, zühde ait meselelerde ve bireyselliği geçmeyen fezail konularında amel edilebilir. Bir zayıf hadisin hadis kitaplarında bulunması onu belge olarak göstermeye yeterli değildir. Buharî ve Müslim'in dışında hiçbir kitap, zayıf hadis bulundurmama garantisi taşımaz. Bunun için hadisleri, hadis ehlinin yorumlarıyla aktaran kitaplardan okumak en doğru olanıdır.

15. MEVZU olduğu tespit edilmiş bir sözün içeriği ne denli güzel olursa olsun o, Peygamber Aleyhisselam'a ait bir söz niteliği taşımaz ve asla onunla dinî bir hüküm çıkarılamaz. Ulema o tür sözlerin mücerret nakledilmesini bile hoş karşılamamıştır.

16. Hadis kitaplarının bütün dinî konuları ihtiva edecek ağırlıkta olduğu muhakkaktır. Mesleği din ilimlerinde ihtisaslaşma olmayanların, o konu yoğunluğunda istifade edecek şeyleri gözden kaçırmaları, hatta iyi niyetle de olsa hataya düşme ihtimali vardır. Herkesin okuyabileceği düzeyde yazılmış "Riyazü’s Salihin" adlı kitap bu açıdan yararlı bir kitaptır. "Riyazü’s Salihin"de 1900 hadis vardır. Bu kitabın iki yılda hatmedilecek şekilde ailece okunması kesinlikle tavsiye edilir. Bir evde hadis okumak, o evde Peygamber aleyhisselamı konuşturmaktır. O'nu görmeden, sahabilerin yaşadığı hazzı yaşamaktır.

Rıhle-ilim yolculukları

Sahâbe Efendilerimiz İslâm’ın hükümlerini Allah Resûlü’nden öğrenip kabilelerine tebliğ etmek için meşakkatli ilim yolculukları yapmıştır. 

Cabir bin Abdillah, Abdullah bin Üneys radıyallahu anhumadan tek bir hadis almak için bir aylık mesafeyi kat etmiştir. -Sahih-i Buhari, İlim, 19-

Cabir bu durumun arka planıyla alakalı şöyle demektedir: “Allah Resûlü’nün ashabından birinin -ilgili olduğum- bir hadisi bildiği haberi bana ulaşınca hemen deve satın alıp yol hazırlığına koyuldum. Bir aylık seyahatten sonra Şam’a vardım. O sahâbenin Abdullah bin Üneys olduğunu öğrenince (evine gidip) kapıcısına: Abdullah’a “Cabir’in kapıda olduğunu iletmesini” söyledim. O, Abdullah’ın oğlu Cabir mi diye (sordurunca) “evet” dedim. Bunun üzerine kapıya gelip boynuma sarıldı. Kendisine: ‘Bir hadis var ki onu senin Allah Resûlü’nden işittiğin haberi bana geldi. Onu dinlemeden ikimizden birinin öleceğinden korktum, bu yüzden geldim, dedim.-Abdulfettah Ebû Ğudde, Sâfâhât min Sabri’l-Ulema, Beyrut, 1997, Sh: 44-

Ebû Eyyüb radıyallahu anh Mısır’da ikamet eden Ukbe bin Amir radıyallahu anha Allah Resûlü’nden duyduğu bir hadisi sormak için gittiğinde ilk olarak Mısır emiri Mesleme bin Muhalled radıyallahu anhın evine uğrar, Ukbe’ye Ebu Eyyüb’un geldiği haber verilince aceleyle çıkıp (eve varır) onunla kucaklaşır. Daha sonra: “Seni buraya kadar getiren sebep nedir?” diye sorar. Ebû Eyyüb: “Allah Resûlü’nden dinlediğim, yeryüzünde ikimizden başka işiten kimsenin kalmadığı “müminin kusurunu örtmeyle” alakalı hadisi te’kiden (dinlemek için) geldim” der. Ukbe: “Evet Allah Resûlü’nü şöyle derken işittim” deyip, hadisi rivayet eder: “Kim dünyada bir müminin günahını örterse, Allah da ahirette onun ayıbını örter.” Ebû Eyyüb: “Doğru söyledin!” deyip, hiç vakit kaybetmeden bineğine yönelir ve Medine’ye hareket eder.-Ahmed, Müsned, V, 923-4; Tercümede esas aldığımız rivayet ve benzerleri için bkz. Hatib el-Bağdadî, er-Rıhle fî Talebi’l-İlim, Beyrut, 2006, s. 50 vd.-


Kesir bin Kays şöyle rivayet etmektedir: Dımeşk Mescidi’nde Ebu’d Derdâ (radıyallahu anh) ile oturuyordum. Biri ona yaklaşıp şöyle dedi: “Ey Ebu’d Derdâ! Buraya senin Peygamberden rivayet ettiğini duyduğum bir hadis için O’nun şehri Medine’den geldim.”


Ebu’d Derdâ: Bir ihtiyaç için gelmedin mi?

-Hayır.

-Ticaret için de mi gelmedin?

-Sadece o hadis için geldim. Bunun üzerine Ebu’d Derdâ şu hadisi rivayet etti:

“Allah Resûlü’nden işittim: ‘Kim ilim için bir yola girerse cennet yollarından birine girmiş olur. Melekler ilim talebesinin yaptıklarından razı olduklarından kanatlarını onlar üzerine sererler. Denizdeki balıklar dâhil gökte ve yerdekiler âlim için istiğfar ederler. Âlimin, abide üstünlüğü ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Şüphesiz âlimler peygamberlerin varisleridirler. Peygamberler miras olarak altın ve gümüş bırakmadılar. İlmi bıraktılar. Her kim onu tahsil ederse büyük bir nasip elde etmiş olur.”-Sünen-i Tirmizî, İlim: 20; el-Bağdadî, er-Rıhle, Sh: 17 vd.-

“Hadisler hakkında ilkelerimiz”
a- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah'ın kullar arasında onlar için tuttuğu örnek bir kuldur. O, örnektir. Hadisler de örnek kula ait bilgilerdir. Kur'an'ın yaşanabilir bir kitap olması için hadisler şarttır. Hadisler, her kafadan bir ses çıkmaması, herkese göre bir din olmaması ve bunun da Kur'an adına yapılmaması için gereklidir.

b- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yirmi üç yıllık konuşmaları, olaylara tepkileri, örnekliğini oluşturduğu eğitimi olarak bize ulaştırılan kültürün bütününü aktaran hadisler, bizim açımızdan bir dindir. Dinimizin ayrıntılarını bu hadislerden öğrenmekteyiz. Zira Kur’an’ımız, bir Müslüman için yeterli olacak düzeyde ayrıntı ve izah getirmemiş, izah ve ayrıntıya Peygamber aleyhisselama yani onun hadislerine bırakmıştır.

Müslüman olarak hadisleri sahiplenmemiz bir anlamda Kur’an’ımızın anlaşılmasını, uygulanmasını kolaylaştırma demektir. Hadisler olmadan ele alınan bir Kur’an, onu ele alanın aklına göre şekillendirilmiş Kur’an’dır. Çünkü hadisler, Allah Teâlâ’nın ‘açıklayıcı’ kimliği ile gönderdiği Peygamberinin açıklamalarından oluşmaktadır. Eğer bir hadis bize, sorunsuz bir şekilde ulaşmış ise teslim olmamız, Müslüman kimliğimizin bir şartıdır.

c- Hadislerin bize ulaşması ile, Kur’an’ımızın bize ulaşması aynı olmamıştır. Kur’an, tek bir harfinde bile sıkıntı olamadan bize ulaşmıştır. Bütün mü’minlerin imanı böyledir.


VE SON SÖZ....

Peygamber sözünün anlamı

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendi adına ve kendi kültürünü yansıtarak konuşmamıştır. O, Allah adına konuşmaya yetkili bir ağızdır. Onun sözlerinin teyidi, Allah Teâlâ tarafından yapılmıştır.

Bunun için bir Müslüman, Peygamberi’nin sözlerine tereddütle yaklaşmaz. Müslüman, hadisi tam bir teslimiyetle karşılamadıkça iman açısından sıkıntının giderilmesi mümkün değildir. Hadisin işimize, menfaatimize uyması veya bizimle ters düşmesi,yaşadığımız çağa uzak kalması gibi gerekçeler bizim hadise karşı bakışımızı değiştirmemelidir.Yeter ki okuduğumuz veya duyduğumuz sözün ona aitliği konusunda bir tereddüt bulunmasın.

 Kur'an-ı Kerim'de Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme  itaat edilmesini, verdiği hükme rıza gösterilmesini, ona muhalefet edilmemesini isteyen, bunu yapmayanları tehdit eden yüzden fazla ayeti kerime vardır. 

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resûlüne davet edildiklerinde müminlerin sözü ancak «işittik ve itaat ettik» demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir."-Nur Suresi, 51.ayet-

“Allah ve Resûlü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” -Ahzab Suresi,36.ayet-

"De ki Allah'a ve Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez."-Ali İmran Suresi,32.ayet-

Allahu Teâlâ, Resûlü’nü kendi ile beraber bildirirken şu ayetlerde de sadece Resûlü’nü bildiriyor:

"Resûlüme uyun ki, doğru yolu bulasınız!" 
-Araf Suresi,158.ayet-

"Resûl’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur."
-Nisa Suresi,80.ayet- 

"İhtilaflarda seni hakem edip verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmeyen iman etmiş olmaz." -Nisa Suresi,65.ayet-

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Dua ihlasın ve şirkten arınmanın göstergesi olmalıdır- Faruk Beşer


Kul sadece Allah'tan istemek ve sadece Allah'a dua edip yakarmakla şirkten arınmış olur.

Allah'ın, bizim günde en az on yedi kez “sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz” dememizi istemesi tesadüf olabilir mi? Kulunun, kendisinden başka güç kaynakları vehmedeceğini O çok iyi bilir. Onun için kulunun bu sözü günde bu kadar tekrarlayıp ahdini hatırlamasını ve sözünde durmasını ister...


...Nankörlük insanın hamurunda vardır,Allah'ın dışında ilahlar edinip onları kutsar, ama tam sıkıştığı anda yine de Allah, diye yakarır. Bu durum bile Allah'tan başka ilah olmadığını anlatmaya yeter...



Tefriciye ve Bürde Duası


Sünni gelenekte ve kaynaklarda hiç bulunmayan Salat-ı tefriciyye'yi 4444 kez okuyarak dua etmenin, ya da hastalara Kaside-i Bürde okuyarak dua etmenin hükmü kişinin niyetine ve inancına göre değişir ve sakıncalı olabilir. Eğer birisi bu sayıda ya da bu kasidede böyle bir sihir ve bir hikmet ararsa duanın kıblesini değiştirmiş olur...

...Resulüllah'a salat ve selam okuyarak dua etmenin duanın kabulünde vesile anlamında bir etkisinin olacağı açıktır. Çünkü dualarımızda ona salat ve selam okumamızı, böylece dualarımızın daha çabuk kabul edileceğini onun bizzat kendisi söylüyor. Salatı Tefriciye konusunda da işte birisi bu cümlelerle ona içinden gelerek saatlerce salat ve selam okuyup Allah'tan bir istekte bulunmuş, Allah da onun duasını ihlası ve saf duyguları sebebiyle kabul etmiş olabilir. Sonra da çokluktan kinaye, siz de 4444 defa onun okuduğu salat ve selamı okursanız sizin duanız da kabul olur diye düşünülmüş ve söylenmiş olabilir. Oysa burada önemli olan aynen o cümleler, ya da aynen o sayı değildir.

Kaside-i Bürde (ya da bür'e) olayı da bunun gibidir. Onun sahibi olan zat, Busırî, yaşama ümidi bittiği bir hastalığı halinde ve Allah'a kavuşuyor olmaktan başka bir şey düşünmediği bir anda ihlasla ve aşkla O'nun resulünü öven bir kaside yazmış, Allah da onun bu sevgi ve samimiyetini ona şifa vermekle ödüllendirmiş olabilir. Bunun anlamı o kasidenin şifa kaynağı olması değil, onun samimiyetle Resulüllah'ı övmesini Allah'ın ödüllendirmesidir.

Duada talebi yüksek tutmak


Resulüllah (sa), 'Allah'tan istediğinizde Firdevs cennetini isteyin' buyurur. Firdevs, cennetin en yüksek mertebesidir. Demek ki, kul Allah'tan isterken kendi küçüklüğüne göre değil, O'nun büyüklüğüne göre düşünüp talebini yüksek tutmalıdır.

Yazının tamamı için:

Sünnete olan ihtiyaç


Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu alemden ayrılırken bize 2 şey bıraktı.Biri yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm diğeri de Sünneti’dir. Ashâb–ı kirâm bu 2 emaneti aldı, korudu ve bize ulaştırdı.Onlar ayetleri duyduklarındaki heyecanı sünneti işittiklerinde de hissettiler.Onlar sünnete öyle sımsıkı sarılmışlardı ki Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir konuda birşey dediyse buyurulan emirleri anında kabul ediyorlardı.

Allah-u Teala bize yol haritamızı verdi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  Kur'an ahlakını önce kendi üzerine geçirdi. mümin nasıl olmalı ortaya koydu. Ashap hiçbir boşluk bırakmadan uyguladı. Üzerlerinde var olan kötü huy ve davranışları Kur'an ve sünnete göre şekillendirdiler. Ahlaklarını İslamla terbiye ettiler.

İslâm dinini, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in şahsı ve onun sözlü veya fiilî tebliğ ve tâlimâtı demek olan sünnetinden meydana gelen bir bütün olarak tanıdı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm dini, Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde anlaşıldı ve yaşanmaya çalışıldı. Daha ilk halîfe Hz. Ebûbekir radıyallahu anh zamanında Kur’an âyetleri bir araya toplandı. Bizzat Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in izniyle kendi devrinde başlayan sünneti ezberleme ve yazarak derleme çalışmaları ise, zaman içinde giderek hız ve yaygınlık kazandı. İlk bir buçuk asırda tamamen yazılı hale getirilmiş olan sünnet bilgi ve belgeleri, ikinci ve özellikle üçüncü hicrî yüzyılda büyük hadis kitaplarında toplandı. Bugün bizim hadis kitaplarında gördüğümüz bu yazılı metinler, birer sünnet belgesi olarak hadis adıyla anılageldi.

A. Tarifler
l. Hadis
Hadisin terim anlamı, Hz. Peygamber’in sözü, fiili, ashâbının yaptığını görüp de reddetmediği davranışlar (takrir) ve onun yaratılışı veya huyu ile ilgili her türlü bilgi demektir. Hadis, Hz. Peygamber’i dinleyen sahâbîden başlayarak onu rivâyet edenlerin adlarının yazılı olduğu sened ile Hz. Peygamber’in söz, fiil veya takrîrinin yazıldığı metin’den meydana gelir. Yani hadis deyince, sened ve metinden oluşan bir yazılı yapı anlaşılır.

Hadis İlmi iki ana bölüme ayrılır:

a. Rivâyetü’l-hadîs ilmi. Hz.Peygamber’in sözü, fiili, takriri, halleri ve bunların rivayet ve zabt edilişi (ravinin, hadisi başkasına rivayet edeceği zamana kadar aldığı gibi koruması) ile alâkalı bir bilim dalıdır. Hadis metinlerini ihtiva eden kitaplar, bu dala ait kaynaklardır. Bu ilim dalı “hadis naklinde hatadan uzak kalma” temeli üzerinde yapılmış çalışmaları yansıtır.

b. Dirâyetü’l-hadîs ilmi. Hadis Istılahları İlmi diye de anılır. Hadisin yapısını meydana getiren sened ve metni anlamaya imkân veren birtakım kaideler ilmidir. Bu kaideler yardımıyla bir hadisi kabul veya reddetmek mümkün olur. Hadis usûlü ile ilgili eserler bu ilmin kaynaklarıdır. Bu ilmin hedefi, Hz. Peygamber’in hadislerini başka sözlerle karıştırılmaktan, değiştirilmekten, bozulmaktan ve iftiraya uğramaktan ilmî yollarla korumaktır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen sözün gerçekten ona ait olup olmadığı bu ilmin kurallarıyla anlaşılır. Hadis ilminin gayesi, rivayetlerin sahih ve doğru olanlarını sahih ve doğru olmayanlarından ayırmaktır.

Her iki dalıyla birlikte hadis ilminin gelişmesi, “Hz. Peygamber’e yalan isnad etmeme dikkati” ve “tebliğ görevi”nin yerine getirilmesi sâyesinde gerçekleşmiştir. Bu konuda ilk gayret, ashâb-ı kirâm’a aittir. Bu 2 ilminin kurucularıdır. Allah kendilerinden razı olsun.

2. Sünnet
Terim olarak sünnet, söz, fiil ve takrirleri ile Hz. Peygamber’in İslâm’ı yaşayarak yorumlaması demektir. Bu anlamda sünnet, hadisten daha kapsamlıdır.

**Nitekim “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti..”(Mâlik, Muvatta’, Kader 3) hadisinde bu anlam açıkca görülmektedir.

Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’den hemen sonraki ikinci delildir.
**Kur’an, okunan vahiy; sünnet, rivayet olunan vahiy (Şâfiî, Risâle, s. 91-92); hadis ise, “rivayet edilen sünnet” (Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, s. 35-38; Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar, s. 2) demektir.

Fıkıhtaki anlamı: yapmasak günah olmayan şeyler.

Sünnete sarılmak,amel etmek, iman etmek zorundayız.Sünnet olmadığında din olmaz,zarar görür. farz değil ama iman etmek zorundayız.

1. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in hareketleri
2.Ona sorulan sorular. Aişe (radıyallahu anha) "Medineli kadınlar olmasaydı din eksik kalırdı", demiş.
Esma (radıyallahu anha) "biz şehit olamıyoruz haksızlık değil mi demiş O'da (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) eşini razı et demiştir.
3. Yapmış olduğu uyarılar. Sahabe tahiyetül mescid namazı kılıyor namazın olmadı diyor 3 defa abdest alırken bir uzvunu kuru bıraktın diyor. net söylemiyor ,uyarıyor. hemen fıkıh çıkıyor buradan.
4. Gördüğü rüyalar. Allah-u Teala'nın bir mesajı.
5.aile yaşantısı.Aişe (radıyallahu anha) ve Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) birbirlerine bağırıyorlar. demek ki karı-koca tartışabilir bunu anlıyoruz.
Enes radıyallahu anh birgün tek olan çömleği kırıyor. Aişe radıyallahu anha ne yaptın diyor. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "herşeyin eceli olduğu gibi bununda eceli vardır " diyor.

Ali radıyallahu anh halife iken Kufe'ye gidecek, konuşma yapacak büyük kalabalıklar oluyor onu dinlemek için. Konuşma yapacağı yüksek bir yere çıkıyor "bana bir ibrik ve su getirin" diyor. Abdest alıyor ve diyor ki "ben Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)i böyle abdest alırken gördüm ve aldım siz de benden alın" diyor ve kürsüden iniyor. Sahabe için basit zor ya da ben bunu biliyorum bilmiyorum ayrımları yok. sünnetlerde ayrım yapmıyorlar. ilk defa duymuş gibi davranıyorlar.gurur yok. belki aramızdan bir kişi bilmiyordur o öğrenir diye düşünüyorlar.

Sünnete ittiba zorunlu mu?

Sahabenin içinde sünnete uyulmadığı olmuştur. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tepki vermiştir.

Nasıl tepki veriyordu?

sözlü tepkisi:
1. uyarı. "benden değildir" en ağır sözü.
2.azarlama. sahabe üstlerindeki kılıçları ağaca asmak istemişler İsrailoğulları da asarmış diyor ve nasıl böyle birşey istersiniz diye kızıyor.
3. affetmeyi geciktirmesi. Kab bin Malik radıyallahu anh 50 gün affedilmeyi beklemiştir. bilerek tepkisini görmek için geciktiriyor.
4. duasını geciktirmesi. saçını traş etmediği
5. beddua etmiştir. sol eliyle yiyen sahabiye 3 defa söylüyor. en sonunda "yemeyesin" diyor. kibrinden yaptığı için.
yaratılışını değiştirenler için. dövme, kaş.
6. beri olmak."ölüsü için arkasından çığıranlar benden beridir."

fiili tepkisi:
1. kızması. ruhsat verdiği bir işte yavaş yaptığında. örn.selamı geciktirdiğinde.
2. müsaade etmemesi. sahabenin gündüzleri oruç geceleri namaz kılması ailesini ihmal etmesi.
3. cenaze namazı kılmaması.münafıksa ve sevmiyorsa kılmazmış.
4. ortamı terketmesi. Ebubekir ve Ömer radıyallahu anhum vali gönderecekler anlaşamıyorlar öfkeleniyorlar. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)kalkıyor.
5. müdahele etmesi.altın yüzük takan sahabinin yüzüğünü yere atmış.

Niyeti sünnete uymak olduğu halde geciktirene dahi kızmıştır. Sahabe Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in duasını alabilmek için hiç geciktirmeden sünneti yaparmış. hacda saçı kazıtmak ve az kesmek

sünneti bırakmak geciktirmekle başlar.
sünnete uyanlar havuzun kenarında buluşacağız .
sünneti hayatlarında pratiğe dökmeyince batıya yöneliniyor.Başka dinlere uymaya ,özenmeye başlar.

B. Peygamber ve Sünnete Olan İhtiyaç

**Peygamberlerin iki temel görevi vardı: Tebliğ ve beyân.

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun” [Mâide sûresi (5), 67].
“İnsanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye sana da Kur’ân’ı inzâl ettik” [Nahl sûresi (16), 44].

Peygamber Efendimiz vahiy yoluyla Allah’tan aldığı Kur’an âyetlerini, insanlara sadece ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve anlatıyordu. Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak onun aslî göreviydi.

Gerçek şu ki, yüce kitabımızın yeterli, açık ve açıklayıcı oluşu elbette bir hakikattır. Ancak onun bu niteliklerine rağmen, muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farklı olduğu için onu tek tek doğru olarak anlayıp kavramaları mümkün değildir. Öte yandan sorumluluk için duymak değil, anlamak gerekmektedir. İnsanları anlamadıkları şeylerden sorumlu tutmak mümkün değildir. En doğru ve en doyurucu açıklamayı da elbette Peygamber yapacaktır. Peygamber’in açıklamaları, hiç bir zaman Kur’an’ın eksik, yetersiz ve kapalı olduğu anlamına gelmez. “Allah’a kul olmak”tan başka görevi bulunmayan insanlar, ancak bu açıklamalar sayesinde O’na nasıl kulluk edeceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bu sebeple sünnetsiz bir müslümanlık düşünmek mümkün değildir.

**Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:

“Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçının!” [Haşr sûresi (59), 7].

“Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları Allah’a ve Resûlü’ne arz ediniz!” [Nisâ sûresi (4), 59].

“Hayır Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü, içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan kabul edip teslim olmadıkları sürece tam mü’min olamazlar” [Nisâ sûresi (4), 65]. ِ

Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

“..Kim benim sünnetimden (yaşama tarzımdan) yüz çevirirse benden değildir” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5).

“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar” (Dârimî, Mukaddime 16).

Bütün bu âyet ve hadisler, müslümanların ancak sünnete sarılmak ve ondan ayrılmamaya çalışmak suretiyle İslâmî kimliklerini koruyabileceklerini ifade etmektedir.

Açık bir gerçektir ki, sünnetin terkedilmesiyle doğacak boşluk, sünnetin tam zıddı demek olan bid’atla doldurulacaktır. Sünnet, en kısa ve genel anlatımıyla “İslâm kültürü” demektir. Bid’at ise, İslâm kültürüne ters düşen, onda yeri olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılan yabancı unsur demektir.

C. Sünnetle İlgili Bazı Meseleler

1. Sünnetin Kaynağı

Kur’ân-ı Kerîm, hem lafzı hem de mânasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metlüv (okunan vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meâli olduğundan, dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona vahy-i gayr-i metlüv denilmektedir.

Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in sünneti de gerçekten Allah'tan cc mı gelmiştir bakalım: 

**"Allah’ın sana lutfu ve esirgemesi olmasaydı onlardan bir güruh seni yanıltmaya yeltenmişti; halbuki onlar ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini sana öğretmiştir. Sana Allah’ın lutfu gerçekten büyük olmuştur." Nisâ Suresi,113

Dinin doğru olarak ümmete ulaştırılması, öğretilmesi ve hayatlarında uygulanması konusunda Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in  –ilâhî koruma altında bulunduğunu ve bu yüzden yanılmasının mümkün olmadığı bildiriliyor  ve Allah Teâlâ ona kitabı ve hikmeti-sünneti göndermiştir. Kitap da sünnet de onun kendinden, beşerî bilgi kaynağından değil, Allah’tandır.

** "Rasûlüm! Sana vahyedilen âyetleri hemen ezberleyip bellemek için dilini kıpırdatma.
 Çünkü onu senin kalbinde toplayıp ezberletmek de, onu dilinde akıtıp okutmak da bize aittir.
 Biz onu sana okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu tâkip et.
 Sonra onu açıklamak da elbette bize ait bir iştir." Kıyamet Suresi,16-19

Bu ayetler bize şunu söylüyor: Açıklama gereken ayetler yine Allah cc tarafından beyan edilecek. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in bize beyan ettiği her ne varsa vahiy kaynaklıdır.


2. Sünnetin Dindeki Yeri

1-Sünnet Kur’an'ı onaylar. **yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur. Meselâ,”Namazı kılın ve zekâtı verin”, “Ey inananlar, oruç size farz kılındı”,“Kâbe’ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” âyetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan İslâm’ın şartlarını bir de “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” (Buhârî, Îmân,1, 2; Müslim, Îmân 19-22) hadisi, -uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından beyân etmektedir.

Yine “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin...” [Bakara sûresi (2), 188] âyeti ile “Hiç bir müslümanın malı, kendi gönül rızâsı bulunmadan helâl olmaz” (Ebû Dâvûd, Menâsik 56) hadisi tam bir uyum içinde aynı mânayı ifade etmektedirler.

2-Kur'an'ı Tefsir veya beyân için vardır : Sünnet, Kur’an’da bulunan herhangi bir hükmü herhangi bir yönden açıklar. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir.

**Meselâ namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” [Bakara sûresi ( 2),187] âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” [En‘am sûresi (6), 82] âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.

3-Kur'an'da zikredilmeyen konular sünnetle zikredilir.Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir.

**Meselâ "Bir de harb esiri olarak sahibi bulunduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı...Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı” [Nisâ sûresi (4), 24] âyetinden sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Kadının, halası ile aynı nikah altında birleştirilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram olur” (Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 33) buyurmuştur.

Burada hem âyetin hükmünü açıklar, hem de âyetin sükût ettiği noktanın hükmünü tek başına ortaya koyar.

Fıkıh kitaplarında görülen “Bu konunun meşrûiyeti sünnetle sâbittir” ifadeleri de sünnetin müstakil teşri kaynağı kabul edildiğini gösterir. Meselâ, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı,içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm ister vahy-i metlüv isterse vahy-i gayr-i metlüv ile indirilmiş olsun; ister müstakil hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun, hatadan korunmuşluk açısından farketmemektedir. Hatta şeriatın tamamı vahy-i gayr-i metlüv şeklinde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile, o yine hataya düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu.

Nitekim peygamber olarak gönderilmenin şartları arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı bulunmamaktadır.

3. Sünnetin Evrensel Bütünlüğü

Sünnetin tüm hayatı ya da hayatın tüm safhalarını bütün boyutlarıyla kucaklayıcı bir yapıya sahip olduğu açıktır. Bu durum, sünnetin evrensel bütünlüğü demektir.

Hz. Peygamber’in hayatını ve ondaki çeşitliliği ashâb-ı kirâm, “O bir peygamberdir, bizden farklıdır. Biz kendi işimize bakalım” yorumu ile değil, “Onun bütün hareketlerinin bize bakan bir yönü mutlaka bulunmaktadır. Biz onu örnek almalıyız” yaklaşımı içinde algılamışlardır.

sünnet, Hz. Peygamber’in, Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek maksadıyla seçip yaşadığı hayat, gittiği yol demektir.

Hz. Peygamber’in harb-sulh, ibadet-ticaret, hak ve adâlet, suç-cezâ gibi ciddî ve önemli konularla meşgul olduğu gibi, günlük insan hareketlerinin biçim ve şekilleriyle de meşgul olmuştur.

Hz. Peygamber ümmetine her konuyu öğretmiş, onların izzet ve şerefine yaraşır davranışları göstermiştir. “en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmemiştir.

**Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ da kendisine: — Biz hazar namazı (Barış ve muharebe zamanı) ile, korku (havf) namazını Kur’an’da buluyoruz. Fakat sefer (yolculuk) namazını Kur’an’da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni Abdullah İbni Hâlid’e; - Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i peygamber olarak gönderdi. Biz, Muhammed’i neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız” (Nesâî, Taksîru’s-salât 1) diyor, ashâbın bilgi kaynağının ve her sâhada örneğinin Hz. Peygamber olduğunu açıkca ifade ediyordu.

Kıyamete kadar geçerli olan Kur’an ve onun birinci dereceden açıklaması ve uygulama biçimi demek olan sünnet, her türlü şart altındaki insanların meselelerine çözüm getirmek ve müslümanlar arasında inanç ve davranış birliğini sağlamakla yükümlüdür.

Aynı konuda farklı bilgiler ve değişik uygulama imkânları sunan hadisler, ümmet için tam bir rahmet vesilesidir. Zira İslâm belli bir yöre veya şehir halkına gelmiş değildir. Eğer öyle olsaydı, daha net ve değişmeyen uygulamalar teklif ederdi. Halbuki İslâm, bütün insanlara gelmiş bir dindir.

4. Sünnetin Korunmuşluğu

**Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirler istemeseler de nûrunu tamamlayacağını açıklamaktadır [bk.Tevbe sûresi (9), 32]. “Allah’ın nuru”, kulları için seçtiği, şeriatıdır. Bu hem Kur’ân’ı hem de Sünnet’i içine alır.

Kur’ân’ın korunması, sünnetin korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfî yorumlara tâbi tutulmasını önler.

D. Sünnete Yöneltilen İtirazlar

İslâm tarihi içinde sünneti kaynak olarak kabul etmeyip inkâr eden herhangi bir mezhep mevcut olmamıştır.

Sünnetin şer’î delillerden olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. Ancak sünneti prensip olarak kabul etmekle beraber, onun yazılı belgeleri demek olan hadislere yer yer itiraz eden kişi ve gruplara rastlanagelmiştir. Bu itirazlara gerekçe olarak da Kur’ân-ı Kerîm’in ön plana çıkarıldığı görülmektedir.

**Meselâ ashâb-ı kirâmdan İmrân İbni Husayn radıyallahu anh, Hz. Peygamber’in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri: — Ey Ebû Nüceyd! Bize Kur’ân’dan bahset! demiştir. Bunun üzerine İmrân: — Sen ve senin gibiler Kur’ân’ı okuyorsunuz (değil mi?). Bana, namazdan, namazın içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana altının, sığırın, devenin ve diğer malların zekâtından bahsedebilir misin? Fakat sen yokken ben peygamberle beraberdim, diye çıkışmıştı. Daha sonra İmrân, adama Hz. Peygamber’in zekât konusundaki açıklamalarını anlattı. Adam bunun üzerine: — Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin! dedi. Olayı bize nakleden Hasan-ı Basrî demiştir ki “Bu adam daha sonra müslümanların fakihlerinden oldu” (Hâkim, el-Müstedrek, I, 109-110).

**Bu tür iddia ve tavır Hz. Peygamber tarafından önceden teşhis ve teşhir edilmiştir: “ Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, “biz onu bunu bilmeyiz, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar” derken bulmayayım!” (Ebû Davûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 10; İbni Mâce, Mukaddime 2).

Nasıl, içimizden seçtiği peygamberler aracılığı ile emir ve yasaklarını kullarına duyurması, Allah Teâlâ için bir âcizlik ve eksiklik değilse, sünnetin varlığı da Kur’ân-ı Kerîm’in eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Vahyi alıp öğrenmede peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyâcı varsa, Kur’ân’ı anlamakta da Peygamber’in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır.

âlimler, Buhârî ve Müslim’in her ikisinin birden kitabına aldığı (müttefakun aleyh) hadisleri, en güvenilir sahih hadisler olarak kabul etmişlerdir.


17 Temmuz 2016 Pazar

671.Duada puanlama sistemi- Faruk Beşer


Biz nasıl dua edeceğimizi de Kur'an-ı Kerim'den ve Resulüllah'tan öğreniyoruz. Elbette kul içinden geldiği gibi, istediği şeyi, istediği dilde Allah'tan isteyebilir. Ama ..


...Kur'an-ı Kerim'deki ve Resulüllah'ın mübarek sözlerindeki dualar bize ne zaman neyi isteyeceğimizi en az ve en öz ifadelerle öğretir. Onun için en güzeli menkul dualarla dua etmektir. Onlardaki ölçüye uyarak her türlü duayı da yapabiliriz.

Resulüllah'ın hayatına baktığımızda onun her münasebetle, her fırsatta dua ettiğini görürüz. Yeni bir elbise giydiğinde, aynaya bakarken, tuvalete girip çıkarken, bineğine binerken vb. Bu da duanın Allah'ı iyi tanıma ve aynı zamanda O'nu zikretme olduğunu gösterir. Çünkü bu her nimetin ve her oluşun Allah'tan olduğunu bilme ve hatırlamadır. Zikir de hatırlama demektir.

Bununla birlikte Resulüllah'ın aynı bir konuda farklı dualar yapmış olması gösteriyor ki, duada aslolan kelimeler değildir. Onun için zaman zaman, eşimin içki içmesini bıraktırabilmek için özel bir dua var mıdır gibi sorular anlamsızdır. Bunun cevabı, evet vardır, içten bir yakarışla bunu Allah'tan istemeniz olabilir. Yani sihri ve etkiyi kelimelerde değil, Allah'la samimi irtibatta aramak lazım. Bazen sıradan bir kul çok kırık dökük kelimelerle, ama çok içten duygularla bir şey ister ve istediğini anında alabilir. Sihri kelimelerde aramak Allah'ı olduğu gibi tanımamaktır. Hatta Allah'ın gücünü kelimelerde görme anlamına geleceğinden kulu bazen şirke kadar götürebilir.

Herkesin herkese ve özellikle de haberi yokken müslüman kardeşine onun gıyabında dua etmesi...

...Duaların kabulünde duanın gücü ve dozu önemlidir. Doğru bir şey istemek, bilinçle ve içten, zamanında ve yeteri kadar istemek gibi pek çok etken duanın puanını artırabilir...



..Duada vesile önemlidir. Yani kul bir iyilik yapmalı ve ona istinaden dua etmelidir ki, duası daha çabuk kabul olsun...


 ..Resulüllah da kendisinden dua isteyen birisine, 'git güzel bir abdest al, iki rekât namaz kıl ve sonra benim adıma Allah'tan iste' buyurmuştur. Onun için iyiliklerden ve ibadetlerden sonra yapılan duaların kabul şansı daha yüksektir. Biz farz namazların ardından bunun için dua ederiz.

..Ne yapılacağına mevcut delillerle karar verilemeyen bir konuda iki rekat namaz kılındıktan sonra yapılan istihare de böyle bir vesiledir. Anlık olaylarda, ya rabbi, ben bir türlü karar veremiyorum, sen doğru olanı benim kalbime koy diye yapılan dualar bile bir istihare sayılır ve çoğu zaman insan bu yolla doğru karar vermiş olabilir.

Dua aynı zamanda bir istiğfardır. Mesela yanılıp gıybetini ettiğiniz birisi için, Allah'ım, onu da beni de affet, diye dua ederseniz, samimiyetinize göre bu dua o gıybetin kefareti olur...


Yazının tamamı için:

16 Temmuz 2016 Cumartesi

670.Esmâ ile dua ve beddua-Faruk Beşer


Dua dini rasyonalizmin ve pozitivizmin üzerine çıkaran yegâne kanaldır. Aklın ve bilimin yapamadığını yapma, ulaşamadığına ulaşmadır.Din ancak dua ile sadece Allah'a has kılınmış olur.

Dua bilinen sebepleri aşma, Allah'tan adeta sebepler üstü yeni sebepler yaratmasını istemedir. O'nun her an bir iş gördüğüne, her an yaratmakta olduğuna inanmadır. O'nun kendi yarattığı kanunlara mecbur olmadığını, yeni kanunlar yaratabileceğini, isterse ateşi bile serinlik yapabileceğini itiraftır...


...Allah'a O'nun farklı isimleriyle dua etmenin kabulde etkili olmasının bir sebebi de, Allahualem, O'nun kendisinin iyi tanınmasını ödüllendirmesidir. Çünkü Allah ancak isimlerini ve onların anlamlarını bilmekle doğru tanınmış olur. Yoksa Allah, insanlardaki gururlanma duygusuna benzer bir şekilde kendisinin üstün özellikleriyle övülmesinden hoşlanıyor olamaz. Aksine arşının, ilminin, mağfiretinin, kudretinin iyi derecede bilinerek onlarla dua edilmesi, dua edenin Allah'ı olduğu gibi tanıdığının ve şirkten uzaklaştığının delili olmakla mükâfatın hak edilmesi anlamına gelir...

...Esma ile dua etmemizin istenmesi, duanın Allah'ı anmakla, zikirle, tespih ve tazimle de olabileceğini gösterir. Bunun için duayı; tazim duası ve talep duası diye ikiye ayırırlar...


... ibadetler de aynı zamanda birer duadırlar. Resulüllah'tan cennete girmesi için dua isteyen birisine o, “ben sana dua edeyim ama sen de çok secde ederek, yani namaz kılarak bana yardımcı ol” buyurmuştu. Yine bunun için ayeti kerimede “Allah'tan sabırla ve namazla yardım dileyin” denmektedir. Demek ki, Allah'tan bir şey bekleyerek sabretmek ve namaz kılmak bile başlı başına bir duadır. Kul Allah'ın istediklerini yerine getirecek ki, Allah da onun istediklerine cevap versin. Yoksa insan, Allah'ım ben sana isyan ediyorum ama sen bana ver deme küstahlığına düşmüş olur. O “siz beni hatırlayın ki, ben de sizi hatırlayım, siz ahdinizi yerine getirin ki, ben de ahdimi yerine getireyim, siz bana yardım edin ki, ben de size yardım edeyim” buyurmuyor mu?

... Resulüllah (sa) bazı zikirlerde ve tespihlerde ve de muhtemelen çoğu zaman çokluktan kinaye olarak bazı sayılar vermiştir. Ama Allah'a isimleriyle dua ederken falan ismini şu kadar, filan ismini bu kadar tekrarlarsanız şöyle olur böyle olur gibi açıklamaların İslam'da bir yerinin bulunmadığı ve bunun meşru olmadığı kanaatindeyim. Çünkü bu durum nihayet her bir ismin harflerinin Ebced Hesabıyla sayıya dökülmesinden ibarettir ve Ebced Hesabının İslam'a Yahudi Hurufiliğinden geldiğini daha önce birkaç yazıyla anlatmıştık. Dolayısıyla böyle düşünmenin bir zan ve vehimden ibaret olduğunu sanıyorum. Allah (cc) ise, “zan hakikat adına hiçbir şey ifade etmez” buyurur.

Yazının tamamı için:

15 Temmuz 2016 Cuma

669.Dua silahtır, talimdir- Faruk Beşer


“Dua müminin silahıdır, ibadetin temel direğidir, göklerin ve yerin nurudur”.

Duanın silah olması iki anlama gelebilir. Birincisi, dua sayesinde mümin şeytan ve nefis düşmanlarına karşı Allah'tan destek alır ve Allah'ın desteğini alınca artık mağlup olmaz. İkincisi, dua ile kul Allah'ı hatırlar, O'na bağlanır, sırtını adeta Allah'a dayadığı için kendini güçlü hisseder. Tıpkı korkulan bir mekânda insanın silahından güç aldığı gibi.

Dua ibadetin özüdür demiştik. Çünkü dua olmadıktan sonra ibadetler günlük birer görev gibi görülür ve kulun Allah'la iletişimini sağlamayabilir. Böyle olunca kulda, sen benim ibadet etmemi istedin, ben de yaptım, benim işim tamam gibi bir minnetsizlik duygusu oluşabilir. Allah'a yakarmadıkça kul O'nun yüceliğini, her şeyin maliki olduğunu, O istemedikçe hiçbir şeye sahip olamayacağını kavrayamaz. İşte bu sebeple dua aynı zamanda tefekkürdür.

Böyle olduğu için Allah; “De ki, sizin duanız olmasa rabbim size hiçbir değer vermez” buyurmuştur. Yani önemli olan, kulun ibadetlerine güvenmemesi, Allah'tan her vesile ile istemesidir.

Kur'an-ı Kerim'de yüzlerce dua ayeti vardır. Demek ki, Allah bizim dua etmemize bu kadar önem veriyor. Dua etmemizin istenmesi aynı zamanda cebri bir kader anlayışının yanlış olduğunu da gösterir. Eğer her şey yazıldığı için öyle olmak zorunda olsaydı o zaman dua etmenin bir anlamı kalmazdı. Çünkü ne yazılmışsa o olmak zorundaydı. Bununla birlikte dua kaderin mahv ve ispat dairesine de işaret eder. Yani kulun külli iradesine bağlı olarak potansiyel ve muhtemel geniş bir hareket alanı vardır. Kul cüzi iradesini bir noktaya yöneltip dua ederse o muhtemel sonuçlardan birini seçip istemiş olur ve istediği sabitlenir, diğer ihtimaller ise silinir, mahvedilir.

İnsanın ilmi arttıkça duası artmıyorsa, kibri ve gururu artar. Bunun için “ancak âlimler Allah'tan hakkıyla korkar” buyurulmuştur. İnsanı en çok kibre sevk eden varlık ilimdir....


Yazının tamamı için:

14 Temmuz 2016 Perşembe

Selamı Yaymak İmandandır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

20. Selamı Yaymak İmandandır

Ammar şöyle demiştir: "Üç şeyi bir arada bulunduran imanı elde etmiş, olur:

1- Kendi nefsine insaf etmek,

2- Selâmı tüm âleme yaymak,

3- Darlıkta infak etmek."

28- Abdullah b. Amr'dan 
(radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre bir adam Hz. Peygamber'e(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) gelerek "Ey Allah'ın elçisi İslâm'ın (İslâm'daki amellerin) hangisi en hayırlıdır? diye sordu. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

 "Yemek yedirmen ve tanıyıp tanımadığın kişilere selam vermendir.

"Selamı yaymak' ifadesinden kasıt, selamı gizli ve açık olarak yaymaktır. Bu "tanıyıp tanımadığın kişiye selam vermendir" şeklindeki merfu (Hz. Peygamber'e nisbet edilen) rivayete de uymaktadır.

Burada "âlem" sözcüğü ile bütün insanlar kasdedilmektedir.

Ebu'z-Zinâd b. Sirâc şöyle demiştir: Bu üç şartı bir arada bulunduran kişinin imanı tamamlamış olma sebebi şudur: İmanın üzerinde dönüp dolaştığı üç temel husus bunlardır. Çünkü kişi insaflı olduğunda, kendisi üzerinde Rabbi tarafından farz kılınan bütün hakları yerine getirir, O'nun yasakladığı şeylerin tümünden de kaçınır. Bu, imanın rükünlerini (şartlarını) kapsar. Selamı yaymak ise; güzel ah­lâk, alçak gönüllü olma ve başkalarını küçümsememeyi içerir. Bununla insanlar arasında kaynaşma ve sevgi gerçekleşir. Darlık halinde infak etmek cömertlikte son sınırı ifade eder. Çünkü ihtiyaç halinde iken de infak edebilen kişi bolluk anında daha çok infak eder. Buradaki infak farz veya mendup olarak aileye yahut misafirlere ve ziyaretçilere yapılan infaktan daha geneldir. Darlık anında infakın yapılması; Allah'a güvenmeyi, dünya hususunda zühd sahibi olmayı, emelini uzatmamayı (dünyada çok uzun yaşamayı arzulamamayı) vb. âhirete ilişkin önemli hususları içerir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

12 Temmuz 2016 Salı

667.Fıkhın değişenleri ve değişmeyenleri-Faruk Beşer

Faruk Beşer Hoca'dan Fıkhı nasıl anlamalıyız ile ilgili yine çok bilgilendirici bir yazı:


..İslam'ın hükümleri iki çeşittir; biri hiçbir zaman ve mekân için değişmeyen/sabite hükümler, diğeri de zamana ve mekâna göre değişen hükümler. Akide ve ibadetler konusundaki hükümler birinciye misaldir. Din deyince anlaşılan da budur. Böyle hükümlere taabbudî hükümler denir...


..Böyle konularda özü itibariyle zamanla bir değişiklik olmaz. Böyle taabbudî konularda sonradan ortaya çıkacak her türlü değiştirme, ekleme ve çıkarma, dinin özüne akılla müdahale sayılır. Dolayısıyla bu ekleme ve çıkarmalara bid'at denir. Bid'at, Allah'ın dininde kulun rötuş yapmaya kalkışmasıdır. Bu sebeple Resulüllah (sa), “Her bid'at dalalettir ve her dalalet de cehenneme götürür. Kim bizim işimizde, yani dinin esasatında yeni bir şey ihdas ederse onun yaptığı reddedilir” buyurmuştur.

...akide için diyemesek bile ibadetlerle ilgili hükümlerin uygulanmasında ve detaylarında da zamanla değişmeler olabilir. Aslında ibadetlerin özü de hiç değişmez ama onu kuşatan şartlar değiştiği için ibadette bu değişen şartlara ilişkin yeni hükümler ortaya çıkabilir. Mesela iğne ya da astım spreyi, göz damlası, insülin orucu bozar mı bozmaz mı tartışmaları yeni ortaya çıkan durumlardır. Bu ibadetin değişmeyen özü şudur: Orucu bozan şey sadece yeme içme ve cinsel ilişkidir. Yeni bir durum ortaya çıkınca fakih ancak, mesela iğne yaptırmanın yeme içme cinsinden olup olmayacağını tartışır ve ulaştığı sonuca göre hükmünü verir...

Böyle konularda meselenin püf noktası şurasıdır: Resulüllah (sa); “Kadın yanında bir mahremi yokken yolculuğa çıkmasın” buyururken bunu değişmeyen taabbudi bir hüküm olarak mı duyurdu, yoksa bunun akılla kavranabilen ve zamanla değişebilen bir sebebi/illeti var mıdır? Bu tespit edilebilirse hükmün değişip değişmeyeceği de tespit edilmiş olur. Nitekim fakihlerin kahir ekseriyeti, kadının tek başına uzun bir yola çıkamaması, onun kişiliğine ve kadınlığına gelebilecek muhtemel tehlikeler sebebiyle olduğunu söylemişlerdir. Eğer bu kanaate varırsa günümüzün fakihi şöyle diyebilir: Bugün bir kadının Almanya'dan uçağa binip Ankara'ya gelmesinde böyle bir tehlike yoktur, o halde bu yolculuğu caizdir.

...Bir başka fakih de aksini düşünebilir. Her biri diğerine saygı duyar ve doğru olanın, diğerinin söylediği olabileceğini de hesaba katar...

...Bu ilmi arayış sürdükçe fıkıh da gelişir ve değişmeyen öze göre değişen detaylar sürekli anlaşılmaya çalışılır. Ama aklın ve içtihadın ürünü olan bilgiler hiçbir zaman kesinlik kazanıp sabite/değişmez hale gelmez. Buna rağmen içtihatlarla amel etmek kaçınılmazdır. Çünkü hayatta yapılanların çok azı zorunlu/kesin bilgiye dayanır.


Yazının tamamı için:

4 Temmuz 2016 Pazartesi

***BU GECE TESPİH NAMAZI KILALIM İNŞALLAH!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim 


Bu akşam bayramımızın 1.gecesi. Rabbimiz cc orucumuzu ve tüm ibadetlerimizi makbul olarak kabul etsin. Amin. 

Bu akşam teravih namazı yok ama yeni ibadetlerden çıkan bizler gaflete düşmemek için bir tespih namazı kılabiliriz.

Yarın bayram alışverişi yaparken bile sadece alışveriş derdinde olmayıp bolca Allah'ımızı zikredip, şükrederek yapabiliriz.

Bu gece tespih namazını herkes gaflete meyletmişken bizler kılalım inşallah.

Peygamber Efendimiz(sav) buyuruyor ki;''her kim bayram gecelerini ihya ederse kalplerin öldüğü bir günde onun kalbi ölmez.'' 
Kalplerin öldüğü zaman derken; mesela heyecan ve saptırmaların yaşanacağı ölüm anı,kişinin dişi mi erkek mi olduğunu bilemeyeceği, farkında olamayacağı kıyamet ve diriliş anıdır. Bu zor vakitlerde emin ve ferah olunabilmesi için bu gece ihya edilmelidir.)

 Bayram gecesinde Kur'an-ı Kerim okunması , salavatı şerife getirilmesi, tespih namazı, teheccüd namazı kılınması ve bolca dua ve tevbe etmek müstehabtır.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"Kim Ramazan ayı içinde, hayırdan herhangi bir çeşidiyle bir hayır yaparsa, yahut Allah’a yakınlık sağlayacak fariza olan bir ibadeti yerine getirirse; (zekât gibi) bu ayın dışında yapmış olduğu yetmiş farizayı eda etmiş gibi olur.”


Tesbih Namazı 

Günahların afvına vesîle olan tesbih namazı 4 rek’atlı bir namazdır. Bu namazı kılabilmek için şu tesbihi bilmek gerekir.

"Sübhânallâhi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber."


Tesbih namazının kılınışı:

 Tesbih namazı kılmaya niyet edilir. "Allâhü Ekber“ diyerek namaza başlanır.

Yukarıdaki tesbih:

„Sübhâneke…“’den sonra 15 kere,

1 fatiha ,bir zammı sure sonra 10 kere,

Rükûda 10 kere,

Rükûdan doğrulunca 10 kere,

Secdede 10 kere,

Secdeden doğrulunca 10 kere,

İkinci secde de 10 kere,

okunur.


***Her 15 ve 10 kez tekrarın sonunda "Vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim"denir.

Böylece birinci rek’at kılınmış olur. İkinci rek’ate kalkılınca yine 15 kere, Fâtiha-i şerîfeden sonra ,bir zammı sure , sonra 10 kere aynı tespih okunur;

diğer yerlerde de, tarif edildiği gibi 10′ar kere okunarak 4 rek’at tamamlanır.

Tesbih namazının diğer tarafları aynen diğer namazlarda olduğu gibidir. Fark sadece okunan tesbihlerdir.


** 4 rekatı ikindinin ilk sünneti gibi yani İkinci rek’atte oturulduğunda, „Ettehiyyâtü…“’den sonra, „Allâhümme salli…“ ve „Allâhümme bârik…“, üçüncü rek’at için ayağa kalkıldığında da „Sübhâneke…“ okunarak yada 2x2 olarak sabah namazının sünneti gibi kılınabilir.

Tesbih namazında beher rek’atte okunan tesbih adedi 75′dir. Dört rek’atte 300 tesbih okunmuş olur.


Hayırlı bayramlar.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Haziran 2016 Cuma

***KEFFARETİ GEREKTİRMEYEN ORUÇLAR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ramazan orucundan başka hiç bir orucun bozulmasından dolayı bir ceza ve geçmişteki kusuru düzeltme olarak iki ay oruç tutmak gerekmez. Çünkü Kur'an'ın açık beyanı, yalnız tutulan Ramazan orucunun bozulması üzerine keffareti gerekli kılmaktadır.

*Ramazan orucunun bozulmasından dolayı keffaret gerekmesi için, hem şekil ve hem de mana bakımından iftar (orucu bozan bir şey) gerçekleşmelidir. Bu da, adet olarak gıdalanmak, tedavi olmak veya lezzetlenmek kasdi ile yenip içilen şeylerden birini kendi isteğiyle ve kasden yutmakla veya bir canlı kişiye kendi isteğiyle kasden iki yoldan biriyle cinsel ilişki kurmakla meydana gelir. Bunda inzal olması şart değildir.

Bunun için gıda sayılmayan, beden için elverişli olmayan, aslen murdar olup kendisinden tiksinilen bir şeyin rıza ile ve kasden yenip içilmesinden veya bir ilacın ağızdan başka bir yerden içeriye akıtılmasından dolayı keffaret gerekmez.
Yine, diri bir insana başka bir taraftan veya ölü insana normal yoldan, ölü veya diri bir hayvana herhangi bir taraftan isteyerek yapılan ve inzal bulunan temaslar da bu hükümdedir. Yalnız kazayı gerektirir. Dinde yasak ve haram olan işleri yapmak da ayrıca azaba sebeb olur.
(Şafîîlere göre, ölü veya hayvan hakkındaki cinsel ilişki keffareti gerektirir. Çünkü bu halde, oruca engel olan bir temas bulur.)

* Keffaret, oruç tutmamanın değil, orucu bozmanın bir cezasıdır. Bunun için bir kimse, Ramazanda oruca asla niyet etmediği gibi, asla iftar da etmeyip imsak etmiş bulunsa (oruç tutsa), üzerine yalnız kaza lazım gelir.
Fakat İmam Züfer'e göre, oruç için mutlak surette imsak yeterlidir. Bunun için, niyet bulunmasa da, yalnız imsak yapılsa oruç tutulmuş olur. Artık ne kaza, ne de keffaret lazım gelir. Bu durumda kasden yapılacak bir iftar hem kazayı, hem de keffareti gerektirir.

Yine; Oruca asla niyet etmediği halde, gündüzün kasden iftar edilse, yalnız kaza gerekir. Böyle bir yersiz davranıştan dolayı, ayrıca sorumluluk doğar. Tevbe edip mağfiret dilemek gerekir. Fakat keffaret gerekmez.
Yine, geceleyin niyet edilmeyip sabahleyin zevalden önce (nehar-i şer'înin yarısından önce) oruca niyet edilip de, ondan sonra kasden iftar edilecek olsa, yine yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez. Bu İmamı Azam'a göredir, iki İmama göre (İmam Muhammed - İmam Ebû Yusuf), niyet bulunmaksızın imsak edilse (oruç tutulsa) veya zevaldan sonra iftar edilse, kaza lazım gelir, keffaret gerekmez. Fakat zevalden önce iftar edilse, hem kaza, hem de keffaret gerekir, çünkü zevalden önce oruca niyet edilmesi mümkündür.

(İmam Malik'e göre, bir özrü bulunmadığı halde iftar eden her mükellef üzerine keffaret gerekir. İmam Şafiî'ye göre, yalnız cinsel ilişkiden dolayı keffaret gerekir ve bu iş tekrarlandıkça, keffaret de tekrarlanır. Çünkü keffaretlerde ibadet manası daha yüksektir, ibadetlerde tedahül (birkaç keffaretin bir sayılması) mümkün değildir.

* Ramazanda oruca niyet etmiş bir kimse için bilerek ve isteyerek yenilmesi ve içilmesi keffareti gerektiren şeylerden bir kısmı şunlardır:
Ekmek, yemek, yağ, peynir, buğday, kavrulmuş arpa, yağ ile yoğrulmuş darı otu, pişmiş veya çiğ et, su, kar, dolu, sebze suları, karpuz, kavun, yaş ve kuru meyveler, yaş olup temiz bulunan karpuz kabuğu, üzüm tanesi, taze küçük üzüm yaprağı, yenen diğer yapraklar, bitkiler, safran, misk, kafur, herhangi bir ilaç, yenmesi adet halinde olan çamur, kilermeni, gebenin canı isteyip yiyeceği çamur, bütün içkiler, tütün, nargile, enfiye, emilen bir şekerin boğaza giden tadı.
Bunlarda, yenip içilmek bakımından şeklen iftar bulunduğu gibi, bedenin yararına elverişli bulunmaları veya bunlarla lezzetlenilmesi bakımından da mana yönünden iftar vardır.

*Kasden yutulacak bir taş, bir demir, bir kurşun, bir çekirdek, kuru kabuklu bir fındık veya badem, orucu bozar. Kazayı gerektirirse de, keffaret icab etmez. Çünkü bunlarda şeklen iftar varsa da, yenilmeleri adet edinilmediğinden mana bakımından iftar yoktur.
Yine, yutulan bir kağıt parçası, bir pamuk, adi çamur, bir toprak, kuru bir ot, bir saman parçası, yetişmemiş ayva, tanesi kuru veya yaş kabuklu ceviz tanesi, kabuklu yumurta kazayı gerektirirse de, keffareti gerektirmez. Çünkü adet bakımından bunlarla gıdalanılmaz ve bunlarda tedavi kasdedilmez. Kuru fıstık ise, içi olduğu halde çiğnenirse, keffareti gerektirir. Çiğnenmeden yutulursa, keffareti gerektirmez. Fıstığın başı yarılmış olsa da, hüküm yine aynıdır.

*Kuru pirinç, kuru darı, mercimek, fiğ de keffareti gerektirmez. Çünkü bunlarla gıdalanmak adet değildir.
Buruna kaçan su veya akıtılan ilaç da böyledir. Çünkü bunlarda, rıza ile yutup iftar yapmak yoktur. Sadece bir yararlanma ise, yalnız kazayı gerektirir.

* Başkasının tükrüğünü, başkasının ağzından çıkmış olan lokmayı, kendi ağzından çıkıp da biraz dışarda kalmış olan lokmayı alıp yutmak da yalnız kaza gerektirir, keffaret gerekmez. Çünkü insan yaratılışı bakımından bunlardan tiksinir. Geçerli sayılan rivayete göre, kan da böyledir. Fakat dostun tükrüğünü alıp yutmak, Ramazan orucu için keffareti gerektirir. Çünkü bununla lezzetlenir. Afyon gibi sarhoşluk veren kuru otlar da böyledir.


Sonuç: Keffaret, insanları bazı işlerden engellemek içindir. Bu engelleme, yenip içilmesi adet olan ve yaratılış gereği kendilerine meyil duyulan şeylere karşı uygulanır, insanlar yaratılışı gereği tiksineceği şeylerden zaten kaçınacakları için bunlardan dolayı zorlamaya gerek yoktur.

* Yenilmesi adet halinde olan bir şeyi Ramazanda oruçlu iken unutarak ağzına alan kimse, oruçlu olduğunu hatırlayınca hemen onu ağzından çıkarıp atması gerekir. Fakat ağzındakini çıkarmayıp yutarsa, üzerine keffaret gerekir. Ancak ağzından çıkarır da onu soğuduktan sonra yutacak olursa, yalnız ona kaza gerekir. Çünkü böyle bir şeyi yutmak tiksinti veren bir şeydir.

* Bir kimse, fecir doğduğu halde, henüz doğmamıştır zannı ile sahur yemeğini yese veya güneş batmamış olduğu halde, battı sanarak iftar etse, üzerine kaza gerekir, keffaret lazım gelmez. Çünkü kasden iftar etmiş değildir.

* Bir kimse, Ramazanda zevcesine: "Bak, fecir doğmuş mu, doğmamış mı?" dedikten sonra, kadın bakıp henüz doğmadığını haber vermesi üzerine, o kimse oruca aykırı bir harekette bulunsa; fakat daha sonra fecrin doğmuş olduğu anlaşılsa, kendisine yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez. Fakat kadın fecrin doğmuş olduğunu bilerek böyle bir harekette bulunmuş ise, ona keffaret de lazım gelir.

* İki kimse güneşin battığına, iki kimse de güneşin henüz batmamış olduğuna şahidlik ettiği halde iftar edilecek olsa ve sonradan güneşin batmamış olduğu anlaşılsa, bundan dolayı ittifakla yalnız kaza gerekir. Keffaret gerekmez.

* İnsanların hukukunda iki kimsenin şahidliği isbata yeterli olduğu gibi, oruç hakkında da böyle şahidlik ettikleri halde, bir kimse yemek yeyip sonradan fecrin doğmuş olduğu anlaşılsa üzerine hem kaza, hem de keffaret gerekir. Bunda ittifak vardır. Bu konuda bir şeyin yokluğuna şehadet (fecrin doğmadığını söylemek) isbat hususundaki şehadete (fecrin doğmuş olmasına) karşı çıkamaz.
Fakat bu hadisede böyle şehadet edenler birer kimse olsa, yalnız kaza gerekir. Çünkü fecrin doğuşu hakkında bir kişinin şahidliği tam bir delil değildir.

* Unutarak bir şey yiyen veya fecir doğmuşken, henüz doğmamıştır sanarak veya uyku halinde oruca aykırı bir harekette bulunan kimse, artık orucunun bozulduğunu zannederek tekrar kasıdlı olarak yese, üzerine keffaret gerekmez. Bu unutma ile orucunun bozulmayacağını bildiği halde iftar etse, İmamı Azam'a göre yine keffaret gerekmez. Sahih olan da budur. Çünkü bunda orucun bozulma şüphesi vardır.

* Kendisine içten kusuntu gelen veya ağzına su verirken hata eseri boğazına su kaçan veya bir kadının güzelliğine bakan kimse, bununla orucun bozulduğunu sanarak Ramazanda kasden iftar edecek olsa, üzerine keffaret gerekmez. Fakat bununla orucun bozulmayacağını bildiği halde iftar etse, keffaret de gerekir. Çünkü burada şüpheye yer yoktur.

* Bir kimse Ramazanda gündüzün misvak kullansa veya gıybet etse de bu yüzden orucun bozulduğunu sanarak iftar etmekle üzerine keffaret gerekmez. Fakat bununla orucun bozulmayacağını öğrenmiş ise, keffaret gerekir.

* Ramazan günü ihtilam olan kimse, orucunu bozsa bakılır: Eğer bu ihtilamla orucunun bozulmuş olduğunu zannetmiş ise, üzerine keffaret gerekmez. Fakat bununla orucun bozulmayacağını biliyordu ise, keffaret gerekir.

* Ramazan ayında oruçlu olduğunu unutarak cinsel ilişkide bulunan kimse, oruçlu olduğunu hatırlar hatırlamaz, kendini geri çekse, orucu bozulmuş olmaz. Sonradan inzal zarar vermez. Bu, bir ihtilam gibi olmuş olur. Fakat hiç hareket etmeksizin inzal oluncaya kadar duracak olsa, kendisine yalnız kaza gerekir. Fakat kendisini tahrik ettiği takdirde, keffaret gerekir. Çünkü bu durumda cinayet tamamlanmış olur. Kendini geri alıp tekrar münasebette bulunmak da, böyle keffareti gerektirir. Böyle bir ilişkinin ikinci fecir zamanına raslaması halinde de hüküm aynen geçerlidir.

* Bir kadın oruca niyet ettikten sonra uyuduğu veya geçici olarak cinnet getirdiği halde, kocası onunla ilişki kursa, orucu bozulur, üzerine yalnız kaza gerekir, keffaret icab etmez.

* Ramazan günü zor kullanmak suretiyle yapılan cinsel ilişkiden dolayı, bu işe zorlanan kimseye yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez.
Zor kullanmak, can almak, bir azayı (organı) kesmek veya bunlardan birine sebebiyet verecek şekilde dövmekle yapılan zorlamadır. Yalnız üzüntü ve acı verecek derecede olan dövmek veya yalnız hapsetmek suretiyle yapılan bir zorlamadan dolayı orucu bozmak keffareti düşürmez.

* Bir yolcu zevaldan önce memleketine (ikamet vatanına) dönmekle bir şey yememiş olduğu halde oruca niyet edip ondan sonra kasden orucunu bozacak olsa, üzerine keffaret gerekmez.
Zevalden önce iyileşip kendine gelen bir mecnun niyet etmişken, sonra orucunu bozarsa, ona da keffaret gerekmez.

* Orucunu bozan kimseye, o gün oruç tutmamasını mubah kılacak bir hal gelirse, ondan keffaret düşer.
Misal: Sağlıklı bir kimse, Ramazanda oruca niyet etmişken, gündüzün orucunu bozsa da aynı günde bayılsa veya bir kadın adet görmeğe başlasa yahut oruç tutamayacak bir halde hastalansa, üzerine yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez. Doğru olan görüş budur. Bunlar birer semavi özürdür.
Fakat böyle bir kimse, kendini yaralayıp da oruç tutamaz hale gelse, sahih olan görüşe göre, üzerinden keffaret düşmez. Çünkü bu duruma düşmeye kendisi sebeb olmuştur.
Yine, orucu açtıktan sonra isteyerek veya zorlanarak yolculuğa çıksa, yine keffaret düşmez. Çünkü yolculuk semavî bir özür değildir.
Sefere (yolculuğa) çıktıktan sonra orucu bozmak ise, yalnız kazayı gerektirir. Çünkü o gün aslen oruç tutmakla mükellef değildi.

* Ramazanda oruçlu olarak yolculuğa başlamış bir kimse, unutmuş olduğu bir şeyi almak için evine dönüp de bir şey yedikten sonra tekrar yola çıksa, üzerine keffaret gerekir. Çünkü evine dönmekle yolculuktan çıkmış olduğundan yemek yediği sırada mukim sayılmıştır. Fakat beldenin evlerini geçtikten sonra bir şey yeyip de, ondan sonra evine dönüp yine bir şey yiyecek olsa, üzerine keffaret gerekmez. Böyle yedikten sonra yolculuktan tamamen vazgeçmiş olsa da yine keffaret gerekmez. Çünkü bu yemesi bir ruhsat (izin) haline rasgelmiştir.
(Zahirîye mezhebine göre, yolculuk halinde oruç tutmak nassa (Kur'anın hükmüne) aykırı olacağından aslen caiz değildir. Diğer mezheblere göre, yolcu serbesttir, dilerse orucunu tutar, dilerse tutmaz. Sonradan kaza eder. Öyle ki, kendisine zarar vermezse, orucunu tutması bizce daha iyidir.)

Ö.N.Bilmen(Tam ilmihal kitabı)


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Haziran 2016 Cumartesi

Kendisi İçin İstediğini Başkası İçin de İstemek İmandandır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

7. Kendisi İçin İstediğini Başkası İçin De İstemek İmandandır

13- Enes'ten 
(radıyallahu anh) rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

Hiçbiriniz kendisi için sevdiğini (istediğini) (Müslüman) kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olamaz".

Açıklama
Hadiste yer alan "îman etmiş olmaz" sözü ile kasdedilen imanın kâmil olma­masıdır. Bir şeyin mükemmel olmadığını belirtmek için o şeyin kendisinin yok olduğunu söylemek Araplar arasında yaygın bir kullanımdır. Nitekim "falanca, insan değildir" sözünü de bu anlamda kullanırlar.

Şöyle bir soru sorulabilir: "Bu hadiste yer alan özellik bir kimsede varsa, imana ait diğer özellikler olmasa bile o kişi olgun bir mümin olur mu?"

Buna şu şekilde cevap verilir: Bu hadiste mübalağa vardır. Yahut da diğer bir rivayette yer alan "Müslüman kardeşi" ifadesi müslümanın diğer sıfatlarını ifade etmektedir. İbn Hibbân, İbn Ebî Adiy yolu ile Hüseyin el-Muallim'den yap­tığı rivayette bundan ne kasdedildiğini açıklamıştır. Bu hadisin lafzı şöyledir: "Kul kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe imanın hakikatine ulaşamaz". Buradaki hakikatten kasıt, imanın olgunluğudur. Çünkü bu özelliğe sahip olma­yan kişi kâfir olmaz. Böylelikle Buhârî'nin, imanın farklı olabileceği ve bu özelli­ğin imanın şubelerinden olup tevazu kapsamına dahil olduğu şeklindeki görüşü ispat edilmiştir.

"Kendisi için sevdiği" ifadesindeki sevgi, kişinin iyi olduğuna inandığı şeyi is­temesidir. Nevevî şöyle demiştir: "Sevmek, seven kişinin kendisine uygun olan şeye meyletmesidir. Bu sevgi, güzel yüzlü birini sevme durumunda olduğu gibi duyu organlarına yönelik veya fazilet ve olgunluk gibi bir fiile ilişkin yahut yarar sağlamak, zararı def etmek türünden bir iyilik sebebiyle olabilir.

Buradaki meyil ile doğal meyil değil, isteğe bağlı meyil kasdedilmiştir. Yine burada kişinin kendisi için hasıl olan şeyin kendisini değil, benzerini arkadaşı için istemesi kasdedilmiştir. Bu, hem somut hem de soyut şeyler için geçerlidir. Bu­rada, kişinin kendi elinde olan şeyin ondan alınması veya ona ait kalmakla birlikte kardeşine verilmesi kasdedilmemiştir.

Ebu'z-Zinâd b. Sirâc şöyle demiştir: "Hadisin zahiri, kişinin başkası ile eşit olmayı talep etmesini ifade etmektedir. Gerçekte ise bu, başkasını daha üstün tutmak demektir. Çünkü herkes başkasından daha üstün olmayı ister. Kişi bu­nun benzerini kardeşi için istediğinde, kardeşini kendisinden üstün tutmuş olur". Kadı Iyaz da bunu kabul etmiştir. Oysa bu tartışmalıdır. Çünkü kasdedilen bu istekten uzak durmaktır. Hadisin amacı tevazuya teşvik etmek, başkasından daha üstün olmayı istememeye yönlendirmektir. Bu ise eşitliği gerektirir. Bu şu âyetten de anlaşılır: "İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz.[El-Kasas,83] Bu durum ancak; kıskançlık, öfke, kin ve hileyi terk etmekle gerçekleşir. Bunların tümü yerilen özelliklerdir.

Kirmanî şöyle demiştir: "Kendisi için nefret ettiği kötülükten kardeşi için de nefret etmek de imandandır." Hadiste bu zikredilmemistir. Çünkü bir şeyi sev­mek, zıddından nefret etmeyi gerektirir. Sevgi ile ilgili husus zikredildiğinden nef­ret zikredilmemiştir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

2 Haziran 2016 Perşembe

665.Şeyh mi, âlim mi?-Hayreddin Karaman


... İslâmî hayata uyum sağlayacak ve ümmet içinde sosyalleşecek her bir Müslümanın öğrenmek ve eğitilmek için yardımcılara (öğretmene, eğiticiye, rehbere...) ihtiyacı vardır. Öğrenme ve eğitilme ihtiyacı büyük ölçüde aile içinde karşılanırsa da yalnızca ailenin yeterli olmadığı ve olmayacağı âşikardır.

...Bize göre sahih İslâm (ilim yoluyla öğrenilmiş ve yaşanılan Müslümanlık) ile sahih tasavvuf (İslâm'ın yaşanılması ve bazı özel yetiştirme usûlleri ile elde edilen bilgi ve fazilet) arasında fark olamaz. Fark ve tutarsızlık görüntüsü varsa kusur, ilme dayalı İslâm anlayışında ve yaşantısında değil, tasavvufa dayalı İslâm anlayışı ve yaşayışındadır. Uyarak kendini düzeltme vazifesi de tasavvufa düşer. Tasavvuf ve tarikat erbabı, zahir denilen İslâm ilimleri ile elde edilen İslâm bilgisine (şeriata) ters düşen bilgi ve davranışlarını hemen terkedip kendilerini düzeltmekle yükümlüdürler, çünkü şeriat bilgisinin sahihliğini, Kur'ân'a, Sünnet'e, icmâ'a başvurarak kontrol etmek mümkündür, ona ters düşen tarikat bilgisinin sahihliğini ise ancak şeriat bilgisi ile kontrol edebiliriz...

...Eğer mü'min tasavvuf eğitimi almaya karar verirse rehberinde şu şartları aramalıdır: Âlim olması, ilmiyle amel ediyor olması, bu faaliyetten menfaat elde etmemesi ve eğittiği kişilerin bu sayede daha iyi birer Müslüman olduklarının sabit bulunması.

Bu şartları ve vasıfları taşıyan bir rehber hem şeyhtir, hem de hoca ve âlimdir; bu vasıfta rehberler çoğaldıkça da insanımız “şeyhe mi, hocaya mı?” ikileminden kurtulacaktır. Ancak tarikatsız âlim ile tarikatlı cahil arasında kalan Müslümana benim tavsiyem, “kesin olarak âlime gitmesi, âlimin dediğini tutmasıdır.”


Yazının tamamı için: