14 Ağustos 2016 Pazar

İSLAMİ YAŞAYIŞA YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN TAVSİYELER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim   


Bugün yaşanan hayatın akışı içerisinde maalesef, babadan devralınmış, inceliklerine inilmeyen bir din yaşayışı hâkimdir. O kadar ki, daha titiz bir din yaşamaya çalışan veya sünnetlere dikkat ederek yaşamak isteyenler, Müslümanların arasında bile istihza konusu olabilmektedirler. İbadetler neredeyse şartlarımıza uygun olanlar ve olmayanlar şeklinde tasnif edilecek hale geldi. İş maksadını aştı, mecrasını değiştirdi de diyebiliriz.

Biz böyle bir gidişatı kökten değiştirmeye muktedir olamayabiliriz. Ancak iki şeyi yapmazsak Allah katındaki sorumluluğumuzdan kurtulamayız.

Birincisi, böyle bir gidişatı değiştirme gayret ve samimiyeti içinde olmaktır.

İkincisi de, hiç olmazsa kendi eksenimizdeki alanda daha samimi ve aslına uygun bir dini hayatı hâkim kılma gayretidir.

Bu değerlendirmeden sonra mevcut şartlarımıza göre, yeni başlayanı ile yenilenmek isteyeni ile hepimiz için ibadetleri ve kulluğu şekillendirecek bir program çizebiliriz. Herkesin kendi şartlarını da dikkate alarak uygulayabileceği kalıcı ve bıktırmayan, feyizli bir ibadet programı tavsiyesi şudur:

1- Önce haramlardan arınma ve haramsız bir hayat yaşama samimiyeti göstermeliyiz. Haram bünyeye girdikten sonra feyiz kalkar. En önemli haram çeşitlerinden biri olarak da kul haklarına dikkat edilmelidir.

2- İbadetin kabul edilmesinin iki ana şartı vardır: İhlâs ve Peygamber aleyhisselama uygunluk. Yaptığımız iş riyasız olmalı ve bidat olmamalıdır.

3- Adım adım yürümek zorundayız. Bulunduğumuz ortamı ve bizim özel şartlarımızı tamamen yok saymak gibi bir hataya düşersek ibadetlerden erken bıkar ve kulluğu terk ederiz. Elbette tembelliğe ve baştan savmaya kaymayacağız. Ancak, şartları gözetmekle, şartlardan ötürü kaytarmak arasındaki dengede Rabbimizin bizi imtihan ettiğini bilip ona göre davranacağız. Başımızı kuma sokmakla elde edebileceğimiz bir şey yoktur.

4- En önemli silah olarak sabrı kuşanmak mecburiyetindeyiz. Sabırsız alınabilecek bir karış yol yoktur. Sabrın sınırını da biz belirlemeyeceğiz. Sabrın kendisi bir sabır konusu olacak kadar sabra aşina olmalıyız. Ne elde edeceksek o muhakkak sabrın sonunda olacaktır. Allah’ın yardımı da sabredenleredir. Bu direncimiz, yılmadan, usanmadan ayakta kalışımız bizim sebatımızdır.

5- İbadet ve kulluk ortamının oluşmasına dikkat etmeliyiz. Salih bir cemaatin varlığı, aynı düşünen kardeşler arasında bulunmak büyük bir nasiptir. Eğer böyle bir ortamı yakalayamadı isek tırmanacağımız yokuş dikleşmiş demektir.

Ortam oluşturmanın bir başka yolu da bilgi edinmektir. Taşımalı bilgilerle kulluk daha zor ve pürüzlüdür. Fıkıh, hadis ve benzeri bilgileri mezara kadar sürecek bir programda almaya devam etmeliyiz.

6- Allah’ın salih kullarına ait örnekleri, abartmadan ve uydurmadan incelemek bizim için iyi bir heyecan oluşturur.

7- Şeytanın en önemli taktiklerinden olan, kendini yetersiz ve değersiz görme bataklığına batmadan düşünmek ve çalışmak şarttır. Evet. Zayıfız, âciziz, Rabbimizin huzurunda boynu büküğüz; ama himmetimiz büyüktür. O’nun yardımı ile biz de Ebubekir, Ömer olabiliriz.

8- En mükemmelini yapmayı isteriz; ama ona takılıp kalmayız.

9- Yalnızlığı tehlikeli görmeliyiz. Bir şeyh, ağabey, hoca, mürşid… biri önümüzde ve yanımızda durmalıdır. Ama önümüzde dururken Allah ve Nebi’si ile aramızda durmadan önümüzde olmalıdır.

10- Sürekli olan az, ara sıra olan çoktan hayırlıdır.

11- Kur’an okumayı vazgeçilmez nafile bir ibadet görüp devam etmeliyiz. Kur’an bizim hızımız, aşkımız, enerjimizdir. Belirli bir Kur’an hatmi takvimini hiç aksatmadan sürdürmek zorundayız. Hava ve su gibi sürekli Kur’an’a muhtacız.

12- Namazı kılmayı Müslüman olmanın gereği, hatta olmazsa olmazı görmeliyiz. Önce farzlar, ardından nafileler amellerimiz arasında yerini almalıdır.

13- Zikir dilimizin suyu olsun.

14- İstişaresiz hayat eksiktir. Kimsenin aklı tek başına yeterli olmaz. Bilhassa din konusunda ehlini bulup danışmak kulluk için elzemdir.


Nureddin Yıldız'ın "Fetva Meclisi"nde bir soruya verdiği cevaptan 
alınmıştır.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Evlilik kader midir? Kaderimizde kim varsa onunla mı evlenmek zorundayız?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Kader, Allah’ın ilminin bir unvanıdır. Evliliğin kader olmaması için, Allah’ın evlenen o iki kişiden habersiz olması gerekir. Bu ise ilmi her şeyi, her mekânı ve her zamanı kuşatan Allah hakkında düşünülemez. O hâlde sorumuzun cevabı, “Evlenmek elbette kaderdir.” olacaktır. Ancak burada iki farklı durum söz konusu olabilir:

1. Allah, ezelî ilmi ile evlenecek kadın ve erkeğin, kendi cüz-i iradelerini kullanarak birbirleriyle evlenmek isteyeceklerini bilmiş ve zamanı geldiğinde onların bu arzularını külli iradesiyle yaratacak olduğundan dolayı, ezelde kader defterlerine birbirleriyle evleneceklerini yazmıştır. “İlim maluma tabidir.” kaidesiyle bu yazı onların arzu ve iradelerine tabidir. Yani kader defterinde şunlar birbiriyle evlensin değil, şunlar birbiriyle evlenecek diye yazılmıştır. Elbette böyle bir yazı insanı zorlayıcı değildir.

2. Bazen de ya bir şükür ya da sabırla imtihan olmaları için, kulun cüz-i iradesi karışmaksızın Allah iki kişiyi karşılaştırır ve onları birbirleriyle evlendirir. Eğer bu evlilik güzel bir evlilik olmuşsa bu, kadın ve erkekten şükrün istenildiği bir nimettir. Eğer bu evlilik kötü bir evlilik olmuşsa bu evlilik, sabrın istendiği bir imtihan olur. Erkek kadınla, kadında erkek ile imtihan edilir. Demek ki, yapılan bütün evliliklerde kulların cüz-i iradeleri esas alınmamaktadır. Başka bir ifadeyle, ihtiyâri fiillerden olan evlilik, bazen ıztırâri fiiller gibi kulun müdahalesi ve seçmesi olmaksızın meydana gelir. O hâlde şu hükümleri birer kaide olarak bilmeliyiz.

- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, ancak Allah onun olmasını murad etmezse, o fiil vücuda gelmez ve meydana çıkmaz. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu, bir hayır ise kul niyetinin mükâfatını görür.

- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, Allah da onun olmasını murad ederse, o fiil vücuda gelir ve yaratılır. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüz-i iradesi sebep olduğundan dolayı, kul bu fiilinden mesuldür. Hayırlı bir iş ise mükâfat, kötü bir iş ise ceza görür.

- Kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah’ın dilemesiyle yaratılan fiiller: Bu tür fiillerde kulun cüz-i iradesi işe karışmaz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi şükürle veya sabırla imtihan olmaları için Allah onu icad eder.

İşte evlilik bazen ikinci gruba giren bir fiildir. Kulların cüz-i iradelerini kullanmaları neticesinde Allah istediklerini yaratır. Bazen ise üçüncü gruba giren bir fiil olur. Allah kullarının iradelerini karıştırmaksızın onları birbirleriyle evlendirir. Ancak her iki durumda da evlilik kaderdir.


Sorularla İslamiyet

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

12 Ağustos 2016 Cuma

Hadislerin Kur'an'a arz meselesi

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Bu görüş sahipleri, hadislerin tamamını reddetmeyip Kur’an’a sunan ve muhaddislerin belirlediği usûl kaidelerini önemsemeyip, Kur’an’a zıt görünenleri, muhaddislerce “sahih” hükmü dahi verilse “mevzû” ya da “zayıf” sayan bir anlayıştadırlar. 

Hatta, buna dayanak olarak muhaddislerce uydurma olduğunda ittifak edilen 'arz hadisi' diye meşhur bir hadise tutunurlar.

“Benden size gelen şeyi, Allah'ın Kitab'ına arzedin. Ona uygunsa, onu ben söylemişimdir. Ona uygun değilse, ben onu söylemedim” (Taberânî).

el-Beyhakî, “el-Medhal ilâ Delâili'n Nübüvve” adlı eserinde şöyle der:

“Hadisin Kur'an'a arz edilmesi hadisi, sahîh değildir, batıldır. Batıl olduğu, hadisin kendisinden ortaya çıkmaktadır. Çünkü, Kur'an'da, sünnetin Kur'an'a arz edilmesine dair bir âyet yoktur.”

Şeyh Muhaddis el-Fîrûzâbâdî “Sifru's Seâde” kitabının sonunda, şöyle der:

“Bu şekilde nakledilen sahih ve sabit olmuş bir rivayet yoktur. Bu, mevzu hadislerin en kötülerindendir. Bilakis bu hadisin hilafına olan bir hadîs sahihtir: Dikkat edin! Bana Kur'an ve onunla beraber bir misli verildi.” (1)

İmam el-Evzaî radıyallahu anh şöyle der:

"Hadis Kur’an’a arz edilmez, yine hadise arz edilebilir ancak. Zira; şayet bir hadis zayıf ya da uydurma ise, onun karşısında mutlaka sahih bir hadis zaten vardır."

İmam eş-Şafiî radıyallahu anh'de, yukarıdaki hadisi, şu hadise zıt görmüş ve reddetmiştir: “Sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış ve benim kendisiyle emrettiğim veya nehyettiğim bir emrim geldiğinde, 'biz Allah'ın Kitab'ında bulduğumuza uyarız', derken bulmayayım.” (2)


Bu görüştekilerin bir dayanağı da Hanefi mezhebinin de hadisleri Kur'an'a arz etmesidir. Gerçekten de bu mezhepte hadislerin Kur’an’a arzı diye bir "usul" kriteri vardır. Ancak Hanefîlerin hadislerin Kur’an’a arzından anladığı ile günümüz anlayışı birbirinden farklı şeylerdir.

Mesela, arz meselesini kabul edenler, sünnet, Kur’an’a aykırı olamayacağından onun hükmünü de kayıtlamayacak ve tebliğ etmeyecektir. Halbuki, Hanefi Mezhebi imamı başta olmak üzere(3), sünnetin Kur’an’a göre konumu şöyle açıklanır:

a) Sünnet, Kur’an’ı takviye eder;

b) Sünnet, Kur'an’ı tefsir edip açıklar;

c) Sünnet, Kur’an’ın bir hükmünü tahsis eder.( 4).

Ancak Sünnet'in Kur'an’ı neshi veya tahsisi için "mütevatir" veya "meşhur" olması lazımdır. Kur'an’ın hükmüne muhalif olan "haber-i vahid"ler ise onun hükmünü değiştiremez. İşte "Hanefilerin sünneti Kur'an’a arz ediyor" dedikleri hadisler bu çeşit hadislerdir. Buna Hanefi usulcüleri "manevi inkıta" diyorlar(5). 

Şu halde Hanefi uleması sünnetin Kur'an’ı takviye ve tefsirinde bir sınır getirmeksizin hadislerle amel ediyorlar, ancak Kur'an’ın hükmünü değiştirecek veya tahsis edecek bir hadis olursa, bu durumda onun "mütevatir" veya "meşhur" olmasını şart koşuyorlar(6). Bu açıdan hemen Hanefiler de sünneti Kur’an’a arz ediyorlardı, deyip geçmek doğru değildir.

İmam Malik de Sünnet'in üç fonksiyonunu aynen benimser(7). O’na göre haberi vahidler bile bazen Kur’an’ın umumunu tahsis eder, mutlakını takyid edebilir. Hele -Medine Ameli- ile desteklenirse daha da kuvvetlilik arzeder. Hatta rü’yet ile ilgili hadisleri Kur'an da geçen “O gün bir takım yüzler, Rablerine bakıp parlayacaktır.” ayetine uygun görerek, söz konusu hadisleri reddedenleri Kur’an’a uymamakla itham etmiştir(8). Eğer haberi vahidlerin bazı durumlarda Kur’an’a muhalefeti nedeniyle reddedilmesine arz denilirse, bu manada bir arzın İmam A’zam ve İmam Malik’te varlığını söyleyebiliriz.

Hadislerin Kur’an’a arz edilmesini gösteren rivayete "mevzu" diyen İmam Şafi ise(9), sahih hadislerle amel etmenin Allah’ın emri olduğunu, böyle bir hadisle amel etmeyenin aklını kaçırmış olacağını belirtir(10). Bu sebeple sünnet, Kur’an’ı tefsir ve takyid etmekle beraber, Kur’an’ın bir nas getirmediği konularında da müstakil hüküm koyar. Sünnet'in koyduğu hükümler zahiren Kur'an’a muhalif görünse bile bu durum maksadın tayinine delalet eden karinelerin bilinmeyişindendir,(11)der.

İmam Şafii’nin, Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in Sünnet'ini, Kur'an’dan anladıklarıdır, diye açıklaması son derece önemlidir. Bu sebeple Sünnet'in Kur'an’a olan zıtlığını bahane ederek reddetmeyi cahillik saymıştır(12).


Ancak bütün bu değerlendirmeleri sahih hadis hakkındadır. Şayet hadis şaz olursa bu durumda onun Kur'an’a zıt olması durumda onunla amel edilmez(13). Bu durumda sahih hadislerin Kur'an’a muhalif gibi görünen hükümleri, karineleri bilindiği zaman onların birbirine zıt olmayacağı anlaşılır; ancak rivayet şaz ise bu durumda muhalefet dikkate alınarak onunla amel edilmez. Öyleyse İmam Şafii’nin şaz rivayetlerin Kur’an’a ziyade hüküm getirmesi durumunda O’na hükmen arzettiğini söyleyebiliriz.

İmam Şafii gibi düşünen Ahmed b. Hanbel’de "Kur’anın zahiri ile Sünnet reddedilmez. Zira Kur’anın manasını ve delaletini Sünnet tayin eder. Bu yüzden Kur’anın umumuna muhalif diyerek hadis reddedilmez. Böyle bir hadis, aslında Kur'an’ı beyan ve tefsir etmiştir",(14)der. Şu halde O’na göre Sünnet-Kur’an bir bütündür. Görülen muhalefet zahiridir; izah edilebilir. Bu sebeple Kur’an’a muhalif bahanesiyle hadis terk edilemez.

Sünneti Kur’an a arz bahanesiyle reddetmenin doğru olamayacağını, Sünnet'in Kur’an’ı açıkladığı, tefsir ettiği gibi onda bulunmayan bazı hükümler koyabileceği, bu sebeple zahiri muhalefet sebebiyle hadislerin reddedilmeyeceğini, zira her ikisinin de kaynağının vahiy olduğundan birbirine zıt olmayacağını, zahiri zıtlıkların ise mutlaka bir izahının olduğunu söyleyen başka alimler de vardır. İbn Hazm, İbn Ebi Şeybe, Suyuti, İbn Abdi’l-Berr, Kurtubi, Şevkâni, Sağani, Fettani, İbnü’l-Arrak, Alilyyü’l-Kâri(15) bunlardan bazılarıdır. Özellikle,mevzuat yazarları, arz rivayetine mevzu diyerek sünnetin Kur’an’a arzedilmesine temelden karşıdırlar.

Ancak, özellikle şaz ve zayıf rivayetlerin hükme medar olduğu durumlarda, Kur’an’a ve sahih Sünnet'e arz edilmesi uygundur. Zaten arz olayına temelden karşı çıkan alimlerimizin de kastı bu olsa gerek. Onlar, Kur’an’a muhalif bahanesiyle sahih Sünnet'in terk edilme endişesini dile getirmişlerdir.

Her ilim, o ilmin alimlerinden öğrenilmelidir. Rabbimizin bu ümmete has kıldığı bir ilim vardır ki, bu ilim “isnad” ilmidir.

Hadis terimi olarak isnad, bir hadis veya haberi söyleyenine nisbet etmeye denir. Bir hadisi başkasına nakleden ravi, onun kimden işittiğini veya kimden aldığını, aldığı kimsenin kimden naklettiğini bazı özel tabirler kullanarak muhakkak belirtir. Böylece hadisin ilk kaynağı olan Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e ulaşıncaya kadar kesiksiz bir nakil zinciri kurulur. Böyle bir nakil zinciri kurmaya "isnad" adı verilir.

Muhaddisler, ilk asırlardan itibaren hadislerin korunması için ömür harcamış ve bu “isnad” ilmi sayesinde hadislerin “sahih”ini, “zayıf”ını, “mevzû”sunu ayırmışlardır.

Abdullah b. Mübarek
(radıyallahu anh); “İsnad dindendir. Şayet isnad olmasaydı dileyen dilediğini söylerdi” demiştir. -Tirmizî, İlel, s:47- 

İşte bu ilim, dileyenin dilediğini söyleyebileceği bir ilim değildir!

Hadisler genel olarak iki kısma ayrılır; “Mütevatir” ve “Ahad” haberler olarak. Mütevatir haberler, hadis usûlü kapsamında değerlendirmeye tabi tutulmazlar bile. Zira onların kesinliğinden şüphe yoktur. Mesele ahad haberlerdedir ve ahad haberler de genel olarak “makbul” ve “merdud” olarak iki kısımda mütalaa edilirler. İşte muhaddisler ömürlerini “makbul-sahih, hasen gibi-” ve “merdud-zayıf, mevzû gibi-” haberleri ayırmakla geçirmişlerdir.

Günümüzde, her ağızdan hadis diye sözlerin çıkması, eserlerde muteber kaynaklar belirtilmeden hadis rivayetinin yapılıyor olması, karşı psikoloji olarak(ifrat-tefrit) birçok hadisi inkar etme sorununa dönüşerek; bu hadislerin hiçbir usûl kaidesi gözetilmeksizin tenkide tabi tutulup reddedilmesi sonucunu doğurmuştur. 

Hadislerin tamamını, sil baştan Kur’an’a arz edip onun süzgecinden geçirme bahanesiyle bir çok sahih hadisin yok edilmesi (16) doğru değildir. Bu bizi Sünnetsiz Kur’an anlayışına götürür. O zaman Kur’an’ın canlı tefsiri olan ve Hz. Peygamber  Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in hayatını yansıtan Sünnet'in yerini başka anlayış ve sistemlerin doldurması kaçınılmaz olacaktır.

Hadislerin Kur’an’a arz edilmesi, bu sebeple de bazı rivayetlerin O’na muarız olmasından dolayı reddedilmesi ve bunun daha da ileri götürülerek, bütün rivayetlerin Kur’an’ın süzgecinden geçirilmesi gerekir anlayışıyla Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem adına bize intikal eden her şeye bir şüphe iras edilmesi durumu, doğrudan doğruya bin dört yüz yıllık geçmişi itham etmek manasını taşır. Başta sahabe olarak bize bu rivayeti nakledenleri bir tarafa itip, onların yerine kendimizi koymak anlamına gelir.

Allah-u Teala bizi Peygamber Efendimiz  Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in yolunundan ayırmasın. Amin.

[1]- Abdulfettah Ebû Gudde, Lemehât min Târîhi's Sünne ve Ulûmi'l Hadis, s:17(Hadisin geçtiği kaynaklar:Ebu Davud, Sünnet, 5; İmare, 33; Tirmizi, İlim, 10; Ahmed, 2/367, 4/132)
[2]- İmam eş-Şâfiî, Risale, 89. Bu ve benzer hadisler için bkz: Tirmizî, İlim, 2663-2664; Ebû Davud, Sünnet, 4605; Ebu Davud, İmare, 3050; İbn Mace, Mukaddime, 12-13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/367, 4/131-132, 6/8; Darimî, Mukaddime, 592
(3) İmam-ı A’zam şöyle der: Ben Allah’ın Kitabını alırım. Onda bulamaz isem Rasulullah’ın 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sünnetini alırım..” İbn Hacer, Askalani, Tehzibu’t-Tehzib, Beyrut, ts, X. 451.
(4) Ebu Zehra, Ebu Hanife, 292-294.
(5) Buhari, Keşf, III, 19,29; Bkz, Serahsi, Usul, I,364; Ünal, İmam Ebu Hanife, s.84-88,141; Apaydın, a.g.m., Subuti kati olan bir metnin, subuti zanni olanla nesh ve tebdil edilemeyeceği anlayışından bir neticesidir.
(6) Bununla beraber bazan haber-i vahidlerin bile Kur’an’a ziyade yaptığı uygulamaları için bkz. Ayni, el-Binâye fi Şerhi’l-Hidaye, Beyrut, 1988, VI,261-262, 274-381; Ünal, Ebu Hanife, 141-142; Hadisler, için bk. Buhari, Hudud, 13; Müslim, Hudud, 7; Müsned, III, 253.
(7) Yani sünnet, Kur’an’ı takrir eder, tefsir eder. Kur’an'da olmayan bir hüküm koyar. Sünnet olmadan Kur’an anlaşılamaz. Ebu Zehra, İmam Malik, 260-267.
(8) Bazı durumlarda da haberi vahidlerle Kur’an'a muhalefeti dolayısiyle amel etmezdi. Ebu Zehra, İmam Malik, 283-86,296; Ayet, Kıyame, 22-23; İmam Malik’in yaklaşımı İmam A’zam’ın anlayışıyle paralellik arzediyor.
(9) Şafii, Risale, 80; "Buna karşılık, bana Kur’an ve onun bir misli verildi. Bende emrederim, nehyederim", mealindeki hadisi zikrederek sünnetin müstakil teşri değerini söyler.
(10) Zehebi, Tezkiretü’l-Huffaz, Beyrut, ts, I, 362; Hadis, Cebrail (a.s) tarafından Peygamber Efendimiz
Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in kalbine ilka edilmiştir. Bu sebepten Sünnet Kur’an’a muhalif olmaz, Şafii, Risale, 76-89.
(11) Şafii, el-Ümm, Beyrut, ts. VII, 273,286; Bkz, Gazali, Mustasfa, I,179.
(12) Şafii, Risale, 85,103; Kasımi, Kavaid, s.58.
(13) Şafii, Ümm, VII, 307-308.
(14) Ebu Zehra, Ahmed b. Hanbel, 239.
(15) Sırasıyla bk. İbn Hazm, İhkam, I,114-117; İbn Kayyım, İ’lamu’l-Muvakkıin, Beyrut, 1994, II, 220 vd.; İbn Ebi Şeybe, Musannef, Beyrut, 1989, VIII, 363 vd.; Suyuti, Miftah, 2 vd.; İbn Abdi’l-Berr, Câmi, II, 190; Kurtubi, Tefsir, I, 38; Bazı yazarların kanaatleri ve arz meselesine bakışı için krş. Akseki, Riyazu’s-Salihin Tercümesi, I, XX-XXI; Ebu Zehv, Mukanetu’s-Sünne, 32-36; Ebu Şehbe, Sünnet, I, 58; Accâc, es-Sünne, 49-50; Sıbâi, es-Sünne, 81-83,98-100; Keleş, Arz, 90 vd.
(16) Mesela bu maksatla Hilafetin Kureyşiliği hadisinin reddiyle ilgili olarak bk. Hatiboğlu, Hilafetin Kureyşiliği, AUİFD XIII, Ank, 1979; Atay, Öztürkün ve Reşit Rıza’nın görüşleri için bkz. Keleş, Arz, 53-58.




Kur'an-ı Kerim ve yüce Meâli - Elmalılı Hamdi Yazır;
Sahîh-i Buhârî Şerhi - ibn Hacer el-Askalânî;
Sahîh-i Müslim Şerhi - İmam Muhyiddin En-Nevevi;
sorularlaislamiyet.com ve Bilal Oduncu'nun 
"Hadis’i, Kur’an’a Arz Etmek mi?" makalesi(bilalhattab.com) kaynak olarak kullanılmıştır. 

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

9 Ağustos 2016 Salı

692.Bizden değildirler-Faruk Beşer


...Bizden değildir ifadesinin anlamı konusunda şunları da söyleyerek başlayalım. Bu ifade bulunduğu hadisin bağlamına ve konusuna göre'davranışı bizim gibi değildir, ahlakı mümin ahlakı değildir, tam bir mümin değildir...' anlamına gelebileceği gibi, zaten mümin değildir, ya da böyle giderse sonuçta bizden olmaktan, yani mümin olmaktan çıkar anlamına da gelebilir...


... İslam toplumunun, bugün kültür denen zeminini oluşturması gereken şey sünnettir. Yani en küçük detaylarına kadar İslam'ı Resulüllah'ın yaşama tarzıdır. Bu zemin boşluk kabul etmeyen bir bütündür. Ondan bir sünnet ögesinin, yani Müslümanca yaşama parçacığının çıkarılması durumunda yerine gelecek olan şey, başka kültüre ait bir uygulama olacaktır. İşte bu yer değiştirme, Sünnetten oluşan zeminin bir gün tamamen kaymasını ve toplumun Müslüman olmaktan çıkmasıyla sonuçlanabilir. “Kim hangi millete benzemeye çalışırsa ondandır” hadisi şerifi de bunu anlatır. Çünkü benzeme, senden olanın yerine ötekininkini koymaktır. Bu da sonuçta seni onun gibi olmaya kadar götürebilir. Kimliğini/aidiyetini tamamen değiştirmiş olabilirsin.


...*'Büyüklerimize saygı, küçüklerimize merhamet göstermeyen, iyiliği emretmeyen, kötülüğü yasaklamayan bizden değildir'...

...*'Musibet anında yanaklarına vuran, yakasını çekip yırtan, bağırıp çağıran ve cahiliye işi kavmiyetçilik güden, kavmiyetçilik için savaşan, böyle bir savaşta ölen bizden değildir'.

*'Kadınsı görünmeye çalışan erkekler, erkeksi olmaya çalışan kadınlar bizden değildir'. Bugün üçüncü cinsin kendilerine meşruiyet aramaları bundandır. Çünkü insan ya kadındır ya erkektir. Üçüncü bir cins yoktur.

*'Bizden olmayanlara benzemeye çalışan bizden değildir'.

*'Bir şeyde ya da bir kişide uğursuzluk arayan, kâhine inanan, büyü yapan, bunun için düğümler atan bizden değildir. Bir kâhine gidip onun dediğine inanan, Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olur'.

Kâhin, fal gibi bir yöntemle, gelecekten haber verdiğini sandıran şarlatan insandır.

'Bize silah çeken bizden değildir'

*'Kendi babası olmayan bir adamı babası, kendi çocuğu olmayanı çocuğu gösteren, bunu iddia eden bizden değildir'.

*'Fırsattan istifade yağmacılık yapan bizden değildir'.

*'Bıyıklarından almayan, kasık tıraşı olmayan bizden değildir'

*'Evlenme imkânı olup da evlenmeyen bizden değildir'.

*'Allah'tan başkası adına yemin eden bizden değildir'.

*'Yılanların öç alacağına inanan bizden değildir'.

*'Selamımızı almayan bizden değildir'...


Yazının tamamı için:

7 Ağustos 2016 Pazar

691. Cihad İmandandır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN   

26. Cihad İmandandır

36- Ebû Zür'a b. Amr b. Cerîr şöyle demiştir. Ebû Hureyre'nin 
(radıyallahu anh) şöyle dediğini duydum. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

"Allah kendi yolunda cihada çıkan kişi için kefil olarak şöyle bu­yurmuştur: Bu kişiyi yalnızca bana olan imanı ve elçilerimi tasdik et­mesi cihada çıkarmıştır. Ben onu kazanacağı ecir veya ganimetle geri döndürme yahut cennete koymaya kefilim'. (Hz, Peygamber şöyle bu­yurdu:) Ümmetime zorluk çıkartmayacak olsaydım savaşa çıkan hiçbir seriyyenin arkasında kalmazdım. Allah yolunda öldürülmeyi, sonra diriltilmeyi sonra tekrar öldürülmeyi sonra tekrar diriltilmeyi sonra yine öldürülmeyi isterdim.[Hadisin geçtiği diğer yerler:2787,2797,2972,3123,7226,7227,7457,7463]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

6 Ağustos 2016 Cumartesi

690.Zulümden Zulüme Fark Vardır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

23. Zulümden Zulüme Fark Vardır

32- Abdullah'tan rivayet edilmiştir:

"İman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya..." [En'am,82] ayeti indiri­lince Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ashabı: "Hangimiz zulüm etmemiştir ki!" [Hadisin geçtiği diğer yerler:3360,3428,4629,4776,6918,6937] dediler. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: "Şüphesiz ki şirk büyük bir zulümdür."[Lokman,13]

Açıklama

"Zulümden zulüme fark vardır" ifadesi biri diğerinden daha hafif olan zulüm anlamına gelir. Bu konunun delil olma yönü şudur: Sahabe ilk âyetteki zulüm ifadesini genel anlamda bütün günahlar şeklinde anlamışlardır. Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onların bu anlayışını yadırgamamıştır. Âyet ise onlara zulüm türlerinin en büyüğünün şirk olduğunu açıklamıştır.

Hattâbî şöyle demiştir: "Sahabenin anlayışına göre "şirk" zulüm olarak adlandırılamayacak kadar büyük bir günahtı. Dolayısıyla ilk âyetteki zulüm kelime­sini şirk dışındaki diğer günahlara yordular. Bunun üzerine ikinci âyet indi". Bu tartışılır. Bana göre sahabe zulüm kelimesini genel anlamda anladılar. Buna şirk ve diğer günahlar da dahildir. Buhârî'nin âyeti delil getirme tarzı da bunu gös­termektedir.

Muhammed b. İsmail et-Teymî hadisin şerhinde şunları söylemiştir: İmanın şirkle karıştırılması düşünülemez. Bu durumda âyetin anlamı "iman ettikten sonra inkâra düşmeyenler" yani irtidat etmeyenler şeklinde olur. Bu âyette "iman ve küfrü, zahir ve batın olarak bir araya getirmeyenler" yani münafık olmayanlar kasdedilmiş de olabilir. Bu en güçlü görüştür. Bu sebeple Buhârî bu konudan sonra "münafıkların alâmetleri" konusunu getirmiştir. Bu, onun kitabı tertibindeki ustalığını ortaya koymaktadır.

Hadisten Çıkarılan Sonuçlar

*Tahsis delili ortaya çıkıncaya kadar âyet ve hadislerin genel anlamını esas almak gerekir.

*Olumsuz cümlede kullanılan belirsiz isim, genellik ifade eder. 
Hass âmmı tahsis eder, mübeyyen mücmeli beyan eder.

*Çelişkiyi giderme maslahatı sebebiyle âyet-hadislerde geçen sözcükler za­hir anlamının dışındaki anlamlara yorulabilir.

*Zulmün çeşitli dereceleri vardır.

*Günahlara şirk denmez.

*Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayanlar güven içinde olurlar, doğru yolda olanlar da onlardır.

Şu sorulabilir: İsyankâr kişiye de azap edilebilir. Bu durumda güven ve doğru yolda olmak nasıl söz konusu olabilir?

Bunun cevabı şudur: Bu kişi cehennemde ebedî olarak kalmaktan güven içinde, cennete gitme konusunda da doğru yoldadır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

5 Ağustos 2016 Cuma

689.İslam neden farklı anlaşılıyor?-Faruk Beşer



Faruk Beşer Hoca'nın sade ve anlaşılabilir yazılarını çok faydalı buluyorum. Birçok sorunun cevabını bulabildiğim yazılarından kendime notlar düşüyorum . Benim yararlandığın yazılarını da paylaşıyorum. Yine okumanızı tavsiye edebileceğim yazılarından bir tanesi daha:


...İdeal bir insan bedeni düşünelim. Her uzuv yerli yerinde ve ideal ölçülerde olsun. İslam'ı da böyle bir beden olarak görelim. Mesela kalp İslam'daki zikri ve ibadeti temsil etsin. Askerin gözetleme görevinden hareketlegözler cihadı, eller eylemleri, baş ve beyin tefekkürü ve bilgiyi ilah, temsil etsin. Bütün bu organlar birbiriyle iletişim halinde ve dengeli olursa insan, insan olarak fonksiyonlarını istenen düzeyde yerine getirebilir. Bunlardan birine ölçüsüz ağırlık verilir, diğerleri dumura uğratılırsa marazi bir görüntü doğar.Mesela cihad cihad deyip gözleri çok büyütürsek karşımıza gulyabani gibi bir heyula çıkar. İnsanlar bunu gördüklerinde ödlek görmüş gibi korkarlar. Yine dengesiz biçimde ve zikrin ne olduğunu da anlamadan zikir zikir deyip diğer organlarla iletişim halinde olmayacak şekilde kalbe ağırlık verirsek kalp şiştikçe şişer ve artık nefes darlığından gideriz...

...İslam'ın ne olduğunu bilen bilir. İslam Allah'ın bütüninsanlığa duyurulmak üzere Resulü'ne gönderdiği vahyin, yani Kur'an-ı Kerim'in Resulü tarafından kusursuz yaşanmasından ibarettir. Kur'an-ı Kerim İslam'ın yegâne kaynağıdır, Sünnet o kaynağın uygulanabilme çerçevedir. Bu bakımdan mecazen Sünnet'e de kaynak denir ve böylece İslam'ın Kur'an ve Sünnet diye iki temel kaynağı olmuş olur. Diğer anlama usulleri ise bunlara bağlıdır.

Şimdi hayatın değişkenliği içerisinde İslami olan düşünceyi ve eylemi anlamak isteyenler bu iki kaynaktaki ilgili talimatı bilir ve hesaba katarlarsa onu doğru anlamış olurlar. Aksi takdirde kendi çizdikleri sınırları İslam zannetmekten başka çareleri yoktur...

Ulaşabilen insanlar çerçeveyi bu iki kaynaktaki bilgilerle kurup aradaki boşlukları akılla doldururlarsa çerçevenin dışına çıkmamış ve İslami olanı anlamış ve yaşamış olurlar. Günümüzdeki Selefilik buraya kadar doğru bir çizgidedir. Ama onların da aralardaki boşlukları doldurmada problemleri vardır. Yani onların problemi çerçeveyi kurma problemi değil, farklı zamanın ve mekânın bulunduğu araları anlama ve doldurma problemidir....


Yazının tamamı için:

4 Ağustos 2016 Perşembe

688.Hiç ölmeyecekmiş gibi nasıl çalışılır?-Faruk Beşer

Faruk Beşer Hoca'nın "Orta yol üzere olmak" ile ilgili yazılarının devamı:

....Bu iki ucun belirginleşmesinden sonra ortayol bulundu ve Allah'ın kelam sıfatı olarak Kur'an-ı Kerim'in O'nun zatından ayrı olmayan aslının mahlûk olmadığı, ama onun indirilmesinin, okunmasının hatta Arapçalığının hâdis/mahlûk olduğu anlaşıldı. Bütün bunlar elbette ümmetin ana gövdesinde oluşan fikirler değildi, uçlarda tartışılıyordu, sonra tekrar ana gövdeye dönülüyordu.

Sünnet konusunda ifrat-tefrit
Sünneti ve onun yazılı hale gelmiş formu olan hadisleri anlamada da ana gövde hiç hata yapmadı. Ulema ve müçtehitler meseleyi hep doğru anladılar. Ama bir tarihten sonra bazılarınca hadislerin Kur'an-ı Kerimden bağımsız ve başlı başına bir kaynak ve norm imişler gibi görülmesi, kendi mezhebi meşrebi ve ideolojisini destekleme adına çok zayıf hadislere, hatta uydurma olanlara bile tutunulması şeklindeki ifrat, sünneti hepten reddetme tefritini doğurdu, en nihayet 1850'lerde Hindistan'da Kuraniyyun/Kur'ancılar diye bir akım ortaya çıktı. Allah'tan İslam dünyası buna çok fazla itibar etmedi. Bugünlerde, muhtemelen iyi niyetlerle yeniden kendini gösteren 'Kur'an İslamı' söylemi onun 'abdate' edilmesinden başka bir şey değildir, bu da geçer. Yeter ki, bunun doğmasına sebep olan marazi anlayış da düzeltilmiş olsun...

...İbadetlerde bile ifrat ve tefrit olabilir.Kendinin ve diğer insanların hukukunun çiğnenmesine sebep olan bir ibadet anlayışı ruhbanlığa götürür. Ama Kur'an-ı Kerim ifadesiyle, kenarın ucunda ibadet etmek, çıkarı olursa devam etmek, olmazsa bırakmak da ibadeti anlamada bir tefrittir. Böyle olunca bazıları dünya ahiret dengesini yanlış kurmuş ve şu söze hadis diye sarılmışlar: “Hiç ölmeyecekmişsin gibi dünyan için, yarın ölecekmişsin gibi ahiretin için çalış”. Oysa orta yol ancak iki üç iyi bilindikten sonra anlaşılabilir. Ahiretin kalıcılığı ile dünyanın geçiciliği iyi kavrandığında ortayolun ikisi için de aynı derecede çalışmak olduğu söylenemez....


.. 'Allah'ın sana verdiği her şeyde ahiret yurdunu ara' demek, her şeyi bırak ahiret için çalış demek değildir, her yaptığını orayı hesaba katarak yap demektir...

Yazının tamamı için:

2 Ağustos 2016 Salı

687.Dinini Koruyan Kişinin Üstünlüğü

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
 "Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

39. Dinini Koruyan Kişinin Üstünlüğü

52- Numan b. Beşîr'den 
(radıyallahu anh) rivayet edilmiştir: Allah Resûlü'nün (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu işittim:

"Helal de bellidir, haram da. Bu ikisi arasında insanlardan çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Kim şüphelilerden korunursa di­nini ve ırzını (şahsiyetini) korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşer. Bu kişi bir koruluğun etrafında koyun güden ve koyunların her an koruluğa girme ihtimali bulunan bir çoban gibidir, dikkat edin! Her kralın bir koruluğu vardır. Dikkat edin! Allah'ın yeryüzündeki koruluğu haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o düzgün olursa bütün vücut düzgün olur, o bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. Dikkat edin! Bu et parçası kalptir."(Hadisin geçtiği diğer bir yer:2051)

Açıklama
"Dinini koruyan kişinin üstünlüğü": Buhârî bu ifade ile vera'ın (şüpheli şey­lerden kaçınmanın) imanın tamamlayıcı unsurlarından biri olduğunu açıklamak istemiştir.

"Helal de bellidir, haram da": Apaçık deliller sebebiyle bunların hem kendi­leri hem de nitelikleri bellidir.

"Bu ikisi arasında. ..şüpheli şeyler vardır": Yani hükmü bizzat belirli olmayan şeyler içinde diğerlerine benzeyenler vardır. Yani bunlar her iki yöne de benze­mektedirler.

"İnsanlardan pek çoğunun bilmediği...": Yani hükmünü bilmediği. Bu Tirmizî'nin rivayetinde şu şekilde açık olarak gelmiştir: "insanlardan pek çoğu bunun helalden mi yoksa haramdan mı olduğunu bilmez". Pek çok insanın bunu bilmemesi insanlardan az bir kısmının bunu bildiğini göstermektedir ki bunlar da müctehidlerdir. Buna göre şüpheli olmak, müctehidler dışındaki in­sanlar için söz konusudur. İki delilden birini tercih edememe durumunda müctehidler için de söz konusu olabilir.

"Dinini ve ırzını korumuş olur": Yani dini eksiklikten, şahsiyeti eleştiriden korunmuş olur. Çünkü şüpheli şeylerden kaçınma özelliği ile tanınmayan kişi insanların bu konudaki eleştirilerinden kurtulamaz. Bu ifâde dinle ilgili emir ve yasakları korumaya ve şahsiyete riayet etmeye işaret etmektedir.

Dinde Şüpheli Şeylerin Hükmü
"Kim de şüpheli şeylere düşerse" : Şüpheli şeylerin hükmü konusunda ihtilaf edilmiştir. Bunun haram olduğu söylenmişse de bu görüş reddedilmiştir. Diğer bir görüşe göre mekruhtur. Bir başka görüşe göre de bu konuda (görüş belir­tilmeksizin) tevakkuf edilir.[menfi veya müspet,lehte veya aleyhte bir görüş belirtmemektir.] Bu meseledeki görüş ayrılığı, din bu konuda hü­küm belirtmeden önce eşya ve fiillerin hükümlerindeki görüş ayrılığına benze­mektedir.

Alimlerin "şüpheli şeyler" konusundaki yorumları şu dört görüş ile özetlenebilir:


1. Delillerin birbiri ile çelişmesi,

2. Alimlerin bir konuda farklı görüşler ileri sürmesi -ki bu görüş ilkinden alınmıştır,

3. Burada "mekruh" denilen şey kasdedilmektedir. Çünkü mekruh, hem yapma hem de terk etmeye elverişlidir,

4. Bununla mubah kasdedilmektedir.

İbnü'l-Müneyyir, hocası Kubârî'nin menkıbeleri arasında onun şöyle söyle­diğini nakletmiştir: "Mekruh, kişi ile haram arasında bir geçittir. Sürekli mekruh­ları yapan kişi harama gider. Mubah da kişi ile mekruh arasında bir geçittir. Sü­rekli mubahlardan yararlanan kişi mekruha doğru kayar". Bu güzel bir çıkarımdır.

Müslim'in senedini zikrettiği ancak lafzını belirtmediği, fakat İbn Hibbân'ın rivayet ettiği şu hadis de bunu desteklemektedir: "Haramla aranıza helalden perde çekiniz. Kim bunu yaparsa şahsiyetini ve dinini korumuş olur. Bunun etrafında dolaşan kişi, koruluk etrafında hayvan otlatana ben­zer, onun oraya düşmesi yakındır". Bu şu anlama gelir: Helalin mutlak olarak işlenmesinin mekruha götüreceğinden korkulduğunda ondan kaçınmak ge­rekir. Bu durum helal yiyecekleri sürekli ve bolca yemeğe benzer. Bu da çokça kazanç sağlamaya mecbur bırakır. Çokça kazanç sağlamak ise kişinin hak etme­diği şeyi almasına veya insanları küçümsemesine yol açar. En azından kullukla uğraşmaktan alıkoyar. Bu herkesçe bilinen, gözle de görülen bir durumdur.

Bana göre birinci görüş daha güçlüdür. Bu görüşlerin her birinin kasdedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu, kişilere göre değişir. Zeki bir alim için hükmü ayırt edebilmek zor bir şey değildir. O, mubah ve mekruha düşme konusunda şüpheye düşebilir. Böyle bir âlimin dışındakiler için zikrettiğimiz hu­susların tümünde durumuna göre şüphe söz konusu olur. Mekruh bir ameli çok işleyen kimsenin yasak amelleri işlemeye de cüret edeceği açıktır. Haram olma­yan yasağı işlemek, aynı cinsten haram olan yasağı işlemeye alıştırır. Bu durum söz konusu şey hakkındaki bir şüpheden kaynaklanır. Çünkü yasaklanan şeyi yapmak vera' nurunun kaybolmasından dolayı kalbi karartır, kişi harama düş­meyi tercih etmese bile harama düşmeye başlar.

"Bir koruluğun etrafında koyun güden çoban gibi": Benzetmede özel olarak bunun seçilmesinde şöyle bir nükte vardır: Arap hükümdarları koyunlarının otlaması için özel yerleri koruluk yaparlar ve bunun etrafında hayvanını izinsiz olarak otlatanları şiddetli bir ceza ile tehdit ederlerdi. Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de insanlara, aralarında yaygın olan durumu örnek olarak verdi. Ceza­dan korkan ve hükümdarın rızasını gözeten kişi, koyunlarının oraya girmesinden de korkarak koruluktan uzak durur. Oradan uzak durmak zor gelse bile en gü­venilir yol budur. Kralın tehdidinden korkmayan ve onun rızasını gözetmeyen kişi ise koyunlarını koruluğun yakınında otlatır. İstemeden, sürüden ayrılan bir koyunun oraya girmesinden emin olamaz. Yahut da koyunlarını otlattığı yer verimsiz, koruluk ise verimli olur. Sürü sahibi kendisine hakim olamaz ve koyunlarını oraya sokar. Yüce Allah gerçek meliktir (kraldır), onun koruluğu da haram kıldığı şeylerdir.

Kalbin Önemi

"İnsan vücudunda bir et parçası vardır": Yani bir çiğnem et parçası vardır. Burada kalbin gözle görünen miktarı bu şekilde ifade edilmiştir. Kalbe bu ismin verilmesi işler içinde değişip durması sebebiyledir. Hadiste yalnızca kalp zikre­dilmiştir. Çünkü kalp vücudun yöneticisidir. Yöneticinin düzgün olması ile yöne­tilenler de düzgün olur, yöneticinin bozulması ile yönetilenler de bozulur.

Bu hadis kalbin değerinin büyüklüğüne işaret etmekte, onu düzeltmeye teş­vik etmekte, helal kazancın bunun üzerinde etkisi bulunduğunu göstermektedir. Burada kalp ile kasdedilen, Allah'ın kalpte oluşturduğu anlayıştır. Bu, aklın kalp­te bulunduğunu gösterir. Nitekim şu âyetler de bunu ifade etmektedir: "Kendileri ile aklettikleri kalpleri olsun [Hacc,46] "Kendisinde kalp bulunan kişi için bunda gerçek­ten bir öğüt vardır [Kaf,37] Tefsirciler buradaki kalp kelimesinin akıl anlamına geldiğini söylemişlerdir. Akıl kalpte yerleşik bulunduğu için akla kalp denilmiştir.

Hadisin Önemi

Âlimler bu hadise büyük bir önem vermişler, Ebû Dâvud'dan da nakledil­diği gibi bu hadisi, dinin temelini oluşturan dört hadisten biri olarak kabul et­mişlerdir. Bu dört hadis bir beyitte şu şekilde toplanmıştır:

Dört sözde yer alır dinin temeli,

Bunlar en hayırlı kişinin sözleri, 
Şüpheliyi terk et, zâhid ol, boş şeyi bırak, Amelini mutlaka bir niyetle yap! 

[Dinin temeli olarak adlandırılan ve bu beyitte kısaca temas edilen hadisler şunlardır:
1.Ameller niyetlere göredir ve herkes için niyetinin karşılığı vardır.(Buhari'nin ilk hadisi)
2.Dünyada zühd sahibi ol Allah seni sevsin,insanların elindekine karşı zühd sahibi ol insanlar seni sevsin.
3.Kişinin güzel Müslüman olduğunun delili kendisini ilgilendirmeyen şeyi terk etmesidir.
4.Helal bellidir,haram da bellidir. Bu ikisi arasında insanların çoğunun(hükmünü) bilmediği şüpheli durumlar vardır.(Çev.) ]

İbnü'l-Arabî tek başına bu hadisten bütün hükümlerin çıkarılabileceğine işaret etmiştir. Kurtubî de bunun gerekçesini şu şekilde açıklamıştır: "Çünkü bu hadis helal, haram ve diğerlerini birbirinden ayırmakta, bütün amellerin kalbe bağlı olduğunu ifade etmektedir. İşte bu açıdan bütün hükümlerin bu hadise bağlanması mümkündür."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

1 Ağustos 2016 Pazartesi

686.İslam Terör Dini Değildir

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Kur’an, terörü lanetlemiş, anarşiyi ve fitneyi en dehşetli bir olay olarak nitelemiştir. İslamiyet, her türlü terör, zulüm ve ihaneti yasaklar; her türlü anarşiye, bozgunculuğa şiddetle karşı çıkar. İslamiyet, zarara zararla karşılık vermez. İslam dini, adaleti tesis etmek, azgın nefislerin tahakküm ve istibdadını kırmak ve insan vicdanını itidal haline getirmek için taraf-ı ilahiden gönderilmiştir. Bu nedenle İslam bu konuda çok hassastır. Öyle ki, Kur’an, haksız olarak bir cana kıymayı, kan akıtmayı bütün insanlık alemine karşı işlenmiş en dehşetli bir cinayet olarak nitelendirmektedir.

Nitekim, Cenab-ı Hak :
“Kim ki, bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık (ceza) olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa BÜTÜN İNSANLARI ÖLDÜRMÜŞ GİBİ OLUR. Her kim de bir hayatı kurtarırsa BÜTÜN İNSANLIĞI KURTARMIŞ GİBİ OLUR” (Mâide Sûresi, 32)buyurmaktadır. Kur’an, terör ile birlikte her türlü fitne ve fesadı da lanetlemiştir. Kur’an-ı Kerim, fitne çıkartan, toplum hayatında fitneye vesile olan ve yönetime geçtiği zaman fitne tohumları ekenlerin ifsat ve şerlerine dikkati çekmiş, bozgunculuğun dehşetini, fitnenin vahametini açık bir biçimde ortaya koymuştur : “ O yeryüzünde iş başına geçti mi, orada fesat çıkarmaya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez” (Bakara Sûresi 2/205)

Kur’an, fitneyi yasaklamıştır. Bir Ayet-i Kerimede Cenab-ı Hak :“Fitne, zulüm ve baskı adam öldürmekten daha korkunçtur” (Bakara Sûresi, 217 ) buyurmaktadır.

Kur’an’ın bu gibi ayetlerinden tam istifade eden bir Müslüman’ın ruhunda düşmanlık, kin, vahşet yoktur. En büyük düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Mümin, “Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü” hakikatini kabullenir. Mümin, muhabbet fedaisidir.Husumete vakti yoktur. .Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim de, bir kısım insanların zararlarının diğer bir kısım insanlar tarafından engellenmesi neticesinde mabetlerinin zararlardan korunduğunu ifade ederek, inanların dikkatlerini zararların önlenmesine çekmektedir: “.... Çünkü, Allah insanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı, şüphesiz o zaman, içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler (çoktan) yıkılıp gitmiş olurdu” (Hac Sûresi, 40).

Hz. Muhammed 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), rahmet ve şefkat peygamberidir. Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hak : “(Resulüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”(Enbiya Sûresi,107 ) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) , güzel ahlakın bütün kısımlarını hayatında en güzel bir şekilde fiilen sergilemiş, hayatı boyunca ashabını fitneden sakındırmıştır. Fevkalade bir ciddiyet ve hassasiyet ile fitneden kaçınmayı emretmiştir:
“Fitneden kaçının ! Çünkü o esnada dil, kılıç darbesi gibidir.” (İbn-i Mace, Fiten,24 ) “Şurası muhakkak ki, bir fitne, bir ayrılık ve bir ihtilaf olacak.Bu durum gelince Uhud’a kılıcınla git! Kırılıncaya kadar onu taşa çal. Sonra evinde otur. Hatta sana günahkar bir el veya ölüm gelinceye kadar (evinden çıkma)” (İbn-i Mace, Fiten, 24) “Kıyametten hemen önce karanlık gecelerin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabaha erer, akşama kafir olur ; mümin olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı olsun(ölen olsun, öldüren değil ) ( Ebu Davut, Fiten 2, Tirmizi, Fiten 33)


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

31 Temmuz 2016 Pazar

685.Terör Saldırıları ve İslamiyet

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Müslüman Terörist Olamaz, Terörist de Gerçek bir Müslüman Olamaz.

İslam hoşgörü dinidir; insanı en kıymetli varlık olarak kabul eder; ma’sum insanlara karşı yapılan tecavüz ve hücumları büyük günahlar arasında sayar. Nitekim bahsini ettiğimiz Kur’an ayeti bunu haykırmaktadır:

"Kim bir başka canı öldürmek veya yeryüzünde anarşi çıkarmak gibi bir suçu bulunmadan haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim bir canının kurtuluşuna vesile olursa, bütün insanlığı ihya etmiş gibi olur. Bizim peygamberlerimiz, onlara çok açık deliller getirdiler. Ancak bütün bunlardan sonra insanlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmiş ve zulm etmişlerdir."
(Maide, 5/32).

Gerçek şu ki, Müslüman ölüme değil, sadece hayata hizmet eder. Bu hadise sebebiyle İslam'ın koyduğu iki temel hukuk prensibini asla unutmamalıyız:

Birincisi: Kur’an’ın "Bir suçlu bir başka suçlunun yükünü yüklenemez." (En'am, 6/164). Yani bir cani yüzünden bir başka insan asla cezalandırılamaz. Hukukta cezalar ve suçlar şahsîdir.

İkincisi ise, "berâat-i zimmat esastır." Yani suçluluğu isbat edilinceye kadar kimse suçlanamaz. Delil olmadan kimseyi cezalandırmak adalet değildir. Aksi isbat edilmedikçe insanlar masum kabul edilirler. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

"Bir mü’min, ma’sum bir insanı gayr-i meşru bir yolla öldürmediği müddetçe din dairesi içinde kendini koruyabilir."

İslam selm ve müsâlemet yani barış demektir. Bu da göstermektedir ki, beden ve aklın gerçek barışı, ancak Allah’a itaat ve teslimiyetle mümkün olur. Bir Müslüman da ancak toplum içinde uyum ve barış içinde yaşarsa mükemmel bir Müslüman olur. Allah’a itaat ve kulluk içindeki bir hayat, kalb huzurunu doğurur ve toplum hayatında gerçek barışı temin eder (Ra'd, 13/28-29).

Allah’ın bütün peygamberleri, insanlığı doğru yola davet ederken bu hakikatı tebliğ etmişlerdir. Hz. Peygamber’in şu hadisini burada hatırlatmalıyız:

"Şu üç şey vardır ki, iman dahil temel unsurlardır:
- Ekonomik sıkıntıda olsalar dahi insanlara yardım etmek;
- Bütün şevkıyle insanlığın barışı için dua etmek;
- İnsanın kendisine istediği adaleti herkese karşı icra etmek."


Hz. Peygamber yine buyurdu:

"Bütün insanlar bir sürü gibidir; bu sürünün her bir ferdi diğerlerinin bekçisi ve çobanı gibi olmalı ve bütün sürünün sorumluluğunu üstlenmelidir."

"Birlikte yaşayın, ittifak edin; ihtilafa düşmeyin; kolaylaştırın; biribirinize engel ve zorluk çıkarmayın."

"Komşusu aç iken tok yatan hakiki mü’min değildir."

"Allah’a iman eden Müslüman bir kişi, başkasının canına ve malına zarar vermeyen kişidir."


Kısaca ifade etmek gerekirse, İslam ne fertleri ve ne de toplumu ihmal etmemiştir. Bilakis her ikisi arasında tam bir uyum ve dengeyi kurmayı hedeflemiştir. İslam'ın mesajı, bütün insanlık içindir. İslam’a göre Allah, bütün âlemlerin Rabbidir(Fatiha, 1/1). Hz. Peygamber de bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir.

"Ey insanlar! Ben sadece Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği bir peygamberim..." (Â'raf, 7/158).

"Biz seni sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiya, 21/107).

İslam’da, bütün insanlar, renk, dil, ırk ve vatan farklılığı gözetilmeksizin, eşit kabul edilmişlerdir. Bugün aydınlanma çağı denen çağımızda dahi, insanlar arasında zikredilen sebeplerle hâlâ engellerin, ayırımcılığın ve farklı muamelelerin bulunduğunu inkâr edemeyiz. İslamiyet, bütün bu ayırımcılıkları ve imtiyazları ortadan kaldırmakta, herkesin Allah’ın mahluku olmak hasebiyle eşit olduğunu aleme ilan etmektedir.

İslamiyet gerçek manada beynelmilel bir bakışa sahiptir ve renge, kabileye, ırka, kana ve bölgeye dayalı imtiyazları şiddetle reddeder. İnsanlığa karşı yapılan her hücumu kınıyoruz. Masum insanları hedef alan bütün tecavüzlerden dolayı müteessiriz. Zalimlerin yanında mazlumların öldürüldüğü toplu katliamları, İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. İslama göre, hiç bir kimse başkasının hatası sebebiyle mesul tutulamaz.

İslamiyet masum ve korumasız insanların öldürülmesine asla müsaade etmez.Şayet, bu tür katliamlar, taraflı basının ve haber kaynaklarının iddia ettikleri gibi, bazı Müslüman fertlerden sadır olursa, İslam namına ve din namına bu zalim insanları suçlu ve günahkâr ilan ederiz. Zulm edenlerin, din, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin, mutlaka caydırıcı bir ceza ile cezalandırılması gerektiğini de önemle belirtmek isteriz.

Bu hadiseler karşısında, devletler ve fertler olarak şu hakikati unutmamalıyız: Siz bir gemide veya bir evde bulunsanız, sizinle beraber dokuz masum ile beraber bir cani olsa, bu gemiyi batırmaya veya o haneyi yakmaya çalışan bir adamın ne derece zulm ettiğini tahmin edersiniz. Onun zalimliğini semavata işittirecek derecede bağıracaksınız. Hatta, bir tek masum ve onun yanında dokuz cani de olsa, yine o gemi ve ev, hiçbir adalet kanunuyla batırılamaz ve yakılamaz. Aynı şey bu hadiseler için de geçerlidir.

Biz bu kanlı ve vicdansız eylemleri kınarken, benzerlerini yapmanın da daha tehlikeli olduğunu hatırlatmak istiyoruz.


Sorularla İslamiyet

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

30 Temmuz 2016 Cumartesi

684.İslam hukukuna göre, kalkışma ve isyanın cezası nedir?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

- İslam hukukuna göre, kalkışma ve isyanın cezası nedir?
- İsyancıya verilecek ceza ile ilgili hadis var mıdır?
- Ele geçirilenler öldürülebilir mi?
- Kaçanların yakalanması gerekir mi?

Meşru devlet başkanına silâhla karşı koymaya, isyan etmeye, fıkıh dilinde "bağy" denir.

Sözlükte “haktan ayrılmak, zulmetmek, haddi aşmak” anlamına gelen bağy, fıkıh terimi olarak ifade ettiği siyasî anlamın yanı sıra “Allah’a karşı gelme, dinin çizdiği sınırları aşma” manasında dinî-ahlâkî bir terim olarak da kullanılmaktadır.

Kelime Kur'an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde hem sözlük hem de terim manalarında geçmektedir.
(Meselâ bk. Kasas, 28/76; Şûrâ, 42/27; En‘âm, 6/164; Hucurât, 49/9; hadislerdeki kullanışları için bk. Buhârî, Cihâd, 108, Ahkâm, 4; Müslim, Fiten, 70-73)

"Bağy" suçu sabit olan isyancılarla savaşmak ve bu sırada onları öldürmek helâl kabul edilmiştir.
İslâm devletinin isyancılara karşı, işin başında kesin tavır koyması bazı hadislerde öngörülmüştür. Allah Resulünün şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“İşiniz toplu ve düzenli iken size biri gelir de topluluğunuzu dağıtmak isterse, onu hemen öldürün.”(Müslim, İmare, 59)

Müslim aynı hadisi şu ifadelerle rivayet etmiştir:

“Nice fitne ve fesatlar olacaktır. Bu ümmet toplu iken bir kimse onun hâlini perişan etmek ve onları dağıtmak isterse, kim olursa olsun onu, hemen kılıçla öldürün.”(Müslim, İmare, 60)

Bu hadisler, bir ülkede Müslümanların bir kimseyi emirü'l-mü'minîn seçerek etrafında toplamalarına rağmen, bazılarının isyan edip bu seçilen zatın aleyhine baş kaldırmaları halinde, bunların ölüm cezasını hak ettiklerini gösterir.

Yalnız, onların Müslüman olduğu ve suçlarının siyasî bir suç teşkil ettiği gözden uzak tutulmamalıdır. Bunun sonucu olarak sadece zaruret halinde ve isyanı bastıracak ölçüde bir şiddete izin verilmiştir.

Ele geçenlerin yaralıları öldürülmez, malları ganimet olarak dağıtılmaz ve telef edilmez, aile fertleri esir alınmaz.

İmam Şâfi ve Ahmed b. Hanbel’e göre kaçan asiler takip edilmez; nitekim Hz. Ali Cemel Olayında kaçanları takip etmemiştir.

Ancak Ebu Hanîfe ise, bu kaçış diğer isyancılara katılmayı sonuçlandıracak ve yeni bir isyana yol açacaksa, onların takip edilip yakalanması görüşünü benimsemiştir.

İsyanın bastırılmasından sonra, harp hukuku hükümleri uyarınca asilerin isyan sırasındaki öldürme ve yaralama gibi suçları ayrıca cezalandırılmaz; yine bu esnada yaptıkları zararlar tazmin ettirilmez. Sadece isyanlarıyla ilgili olarak ta‘zir cezasına çarptırılırlar.

İmam Azam Ebu Hanife’ye göre ise, ta‘zir olarak ölüm cezası da verilebilir.

Hukukçuların bir kısmı isyan başlamadan asilerle savaşılamayacağı kanaatindedir. Onlar bu görüşlerini Hâricîlere hitaben,

“Siz başlamadıkça biz sizinle savaşa girmeyiz.” (Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 73) 
diyen Hz. Ali’nin uygulamasına dayandırmaktadırlar.

Çoğunluğu teşkil eden hukukçulara göre ise, asiler hazırlık yapmakta ve isyan edeceklerine muhakkak nazarıyla bakılmakta ise savaşa başlamak için fiilen isyan etmeleri beklenmez, çünkü bu durum fitnenin büyümesine sebep olur. Ancak barış yoluyla kendilerine engel olunabileceği umuluyorsa, bu yol tercih edilmelidir.

Devlete isyan ve bu isyanın bastırılması İslâm hukukunda bir iç mesele olarak kabul edilmektedir. Bu bakımdan yabancı bir devletin asilere yardım etmesi düşmanca davranışa teşebbüs kabul edilir.
Kaynaklar:

- Lisânü’l-aArab, “bgy” md.
- Kāmus Tercümesi, “bgy” md.
- Müsned, V, 66.
- Buhârî, “Ahkâm”, 4, “Cihâd”, 108.
- Müslim, “İmâre”, 3940, “Fiten”, 70-73.
- Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 73-77.
- İbn Kudâme, el-Mugnî, Kahire 1367, X, 48 vd.
- İbn Receb, Câmiu’l-ulûm, Kahire 1393/1973, s. 243 vd.
- İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, Kahire 1356, IV, 498.
- Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, Kahire 1386/1967, VIII, 382 vd.
- İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Kahire 1307, III, 428 vd.
- Elmalılı, Hak Dini, II, 1375-1378; VI, 4462 vd.
- Abdülkadir Ûdeh, et-Teşrîu’l-cinâǿî, Kahire 1959, I, 102, 661 vd.
- Muhammed Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire 1976, s. 160-168.
- Hâlid Reşîd el-Cümeylî, Ahkâmü’l-bugāt ve’l-muhâribîn fi’ş-şerîati’l-İslâmiyye ve’l-kānûn, Bağdad 1979.
- Muhammed Selîm el-Avvâ, Fî Usûli’n-nizâmi’l-cinaǿiyyi’l-İslâmî, Kahire 1983, s. 130-133.
- Ahmet Özel, İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul 1988, s. 135-139.
- Abdürrezzâk es-Senhûrî, Fıkhu’l-hilâfe ve tetavvüruhâ, Kahire 1989, s. 219.
- Joel L. Kraemer, “Apostates, Rebels and Brigands”, IOS, X (1980), s. 48-59.
- TDV İslam Ansiklopedisi, Ali Şafak, Bağy md.

Sorularla İslamiyet

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

683.Müslüman gençlerle problemlerimizi konuştuk-Faruk Beşer


... Dünyanın asıl amaç olmadığını kula hissettiren en önemli ibadet, dosdoğru kılınan namazdır. Allah düşünülüp anılmadan, yani zikredilmeden dünyanın değeri ne kadardır anlaşılamaz. Onun için Allah (cc) kuluna, 'beni zikretmek/anmak için namaz kıl' buyurur. Ve 'en büyük iş Allah'ın zikredilip anılmasıdır' der. İşte bunu sağlayan da namazdır ve Resulüllah'ın ifadeleriyle 'kişinin kıldığı namazdan nasibi, anlayarak kıldığı kadardır'. Namaz aynı zamanda fiili bir duadır...

... Kişi tek başına müslüman olabilir, ama tek başına müslüman kalabilmesi zordur. Bilgi, tefekkür, eylem ve heyecan olmadan hiçbir düşünce varlığını sürdüremez. Bunlar da birinci derecede birlikteliklerle sağlanabilir. Özellikle heyecanı canlı tutabilmek için her bilinçli müslümanın haftada asgari bir Kuranı kerim yada Siyer dersi olmalıdır. Aksi halde hayatın akışı insanı farkına varmadan yoldan çıkarır. Kuranı kerim'de, “Allah'a itaat edin, resule itaat edin ve sizden olan ulü'l-emre de” itaat edin buyrulur. Bu durum bize merci olarak Kitabı ve Sünneti ve onları bilen ve uygulayan âlimleri gösterir....

... Allah (cc) kurtulmayı başarabilecek müminlerin temel özelliklerinden birisinin marufu emredip, münkeri yasaklama olduğunu söyler. Bizce bu aynı zamanda müslüman oluşumuzun canlılık ölçütüdür. Anlatabilme heyecanı duyuyor ve bunu yapabiliyorsanız imanınız ve islamınız canlıdır, bulamıyorsanız, ne kadar ibadet ediyor olursanız olun, bitiş sürecindesiniz demektir....


29 Temmuz 2016 Cuma

682. Günahlar, Câhiliye İşlerindendir

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

22. Günahlar, Câhiliye İşlerindendir
Şirk dışındaki bu günahları işleyenler tekfir edilmezler. Çünkü Hz. Pey­gamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur; "Sen, kendisinde câhiliye olan bir adamsın". Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Allah kendisine ortak ko­şulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için bağış­lar.[Nisa,48]

30- Ma'rûr'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Ebû Zer ile Rebeze'de karşılaştık. Kendisinin ve kölesinin üzerinde bir hulle vardı. Ona bu­nun sebebini sorduğumda şöyle dedi: Bir adama sövdüm, onu anasından dolayı ayıpladım. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bana şöyle dedi: "Ebû Zer! Onu anasından dolayı ayıplıyor musun? Gerçekten sen ken­disinde câhiliye (ahlâkı) olan birisin. Kardeşleriniz sizin hizmetçilerinizdir. Allah onları sizin elinizin altına (idarenize) verdi. Kimin elinin altında kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara yapamayacakları şeyler yüklemeyin. Şayet onlara bir iş yükler­seniz kendilerine yardımcı olunuz.[Hadisin geçtiği yerler:2545,6050]


Şayet Mü Minlerden İki Grup Birbiri İle Savaşırlarsa Aralarını Düzeltin [el-Hucurât,9]

31- Ahnef b. Kays'tan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

Şu adama (Hz. Ali'ye) yardım etme niyeti ile çıktım. Ebû Bekre ile karşılaş­tım. Bana: "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. "Şu adama yardım etmeye gidiyo­rum" dedim. O "Geri dön. Çünkü ben Allah Resulü'nün şöyle dediğini duydum: iki Müslüman kılıç kılıca karşılaştıklarında öldüren de öldürülen de ateştedir.

Hz. Peygamber'e sordum: 'Öldüreni anladım da ya şu öl­dürülen niçin ateştedir ey Allah'ın elçisi?'
Allah Resulü şöyle buyurdu: "Çünkü o da arkadaşını öldürmek isti­yordu.[Hadisin geçtiği yerler:6875,7083]

Açıklama

"Şirk dışında" yani, bir farzı terk etmek veya haramı işlemekten kaynaklanan her günah cahiliye ahlâkındandır. Şirk en büyük günah olduğundan Hz. Pey­gamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onu istisna etmiştir.

Konudan anlaşılan şudur: Buhârî, inkâr anlamında değil de nimete karşı nankörlük etmek anlamında, günahlara da mecazen küfür denilebileceği konu­sunu önceki bölümde ele almış, daha sonra günah işleyenleri tekfir eden haricî­lerin görüşünün aksine, bunların insanı dinden çıkarmadığını açıklamak istemiş­tir. Kur'an'ın şu açık ifadesi de onların görüşünü reddetmektedir: "Bunun dışındakileri dilediği kimse için bağışlar". Yüce Allah, şirk dışındaki günahların ba­ğışlanmasının mümkün olduğunu beyan etmiştir. Bu âyetteki şirkten kasıt, inkarcılıktır. Çünkü mesela Hz. Muhammed'in peygamberliğini in­kâr eden kişi, Allah'tan başka ilah edinmemiş olsa bile kâfir olur. Onun bağış­lanmayacağı konusunda görüş ayrılığı yoktur. Bazen şirk kelimesi inkârdan daha özel anlamda kullanılır. Nitekim "Kitap ehli ve müşriklerden kâfir olanlar, ken­dilerine apaçık delil gelinceye kadar üzerinde bulundukları yolu terk edecek de­ğillerdi [el-Beyyine,1] âyetindeki şirk bu anlamdadır.

İbn Battal şöyle demiştir: Buhârî'nin amacı, Haricîler gibi günah işlemenin insanı küfre düşürdüğünü ve bu şekilde ölenin sonsuza kadar cehennemde kala­cağını savunanları reddetmektir. Oysa konu başında verilen âyet de bunu red­detmektedir. Çünkü âyetteki "bunun dışındakileri dilediği kimse için bağışlar" ifa­desinin anlamı, şirk dışındaki tüm günahları işleyenleri kapsar.

Kirmanı şöyle demiştir: "Buhârî'nin Ebû Zer'in rivayet ettiği 'Onu anasından dolayı ayıplıyor musun?' sözünü buna delil olarak getirmesi tartışılır. Çünkü ayıplamak büyük günah değildir. Haricîler küçük günahlar sebebiyle insanları tekfir etmemektedirler." Ben (İbn Hacer) derim ki: "Buhârî'nin âyeti onlar aleyhine delil getirmesi açıktır. Bu sebeple İbn Battal da bununla yetinmiştir. Ebû Zer olayı ise, kendisinde şirk dışında küçük olsun büyük olsun cahiliye özelliklerin­den biri bulunan kişinin bu özellik sebebiyle imandan çıkmamasına delil olarak zikredilmiştir. Bu olayın delil getirilmesi açıktır."

Buhârî bunu şunun için de delil getirmiştir: Mümin bir günah işlediğinde kâfir olmaz, çünkü Allah ona şu âyette mümin adı ile hitap etmiştir: "Müminler­den iki grup birbirleriyle savaşırsa..." Daha sonra ise şöyle demiştir: "Müminler ancak kardeştirler. O halde kardeşlerinizin arasını düzeltin..." Yine şu hadisi de delil getirmiştir: "İki Müslüman kılıç kılıca karşılaştıklarında". Bu hadiste Hz. Pey­gamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu iki kişiyi cehennem tehdidi ile korkuttuğu halde onlara Müslüman demiştir. Burada savaşın, savaşmanın caiz olduğunu gösteren bir yoruma da­yanmaması durumu kasdedilmiştir. Buhârî Ebû Zer'in hadisindeki "Sen kendi­sinde cahiliye bulunan bir adamsın" sözünü de delil getirmiştir. Oysa Ebû Zer'in imanı zirvedeydi. Derecesinin yüceliğine rağmen onu kınaması böyle bir olayı tekrarlamaktan sakındırmak içindir. Çünkü bir açıdan mazur sayılsa bile, böyle bir şeyin onun gibi yüksek dereceye sahip birinden meydana gelmesi önemsenir.

Ahnef, kavmini Cemel savaşında Hz. Ali 
(radıyallahu anh) ile birlikte savaşmak için götürmek istiyordu. Ebu Bekre (radıyallahu anh) ise onu bundan caydırmış, o da görüşünden dönmüştür.Ebû Bekre Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hadisini genel anlamda anlayarak bunu birbiri ile savaşan tüm Müslümanlara uygulamıştır. Oysa gerçekte ha­diste kasdedilen savaş, daha önce belirttiğimiz gibi savaşmayı caiz kılacak bir yoruma dayanmayan savaştır. Bu, azgınlık edenlerle savaşma konusundaki özel delil ile yukarıdaki hadisin genel anlamını sınırlandırır. Nitekim Ahnef, görüşün­den dönerek Hz. Ali'nin (radıyallahu anh) daha sonraki savaşlarına katılmıştır.

"Rebeze" Medine'ye üç merhale mesafede çölde bir bölgedir.

"Onu anasından dolayı ayıpladım" sözünde anlatılan durum bana göre Ebû Zer'in bu fiilin haramlığını bilmesinden öncedir. Bu özellik kendisinde cahiliye özelliklerinden biri olarak kaldı. Bu sebeple Buhârî'nin Edeb konusunda rivayet ettiği üzere Ebû Zer şöyle demiştir: "Bu yaşta bende halâ cahiliye ahlâkı mı var?" Bu sözünde bu yaşa kadar kendisinde cahiliye ahlâkı oluşunun gizli kalmasına şaşırdığı anlaşılmaktadır. Kendisine bu özelliğin dinen yerilen bir özellik oldu­ğunu Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bildirmiştir. Hadisin lafzı köle sahibinin malından kölesini de yararlandırmasını gerektirmektedir, kölesini kendisine eşit tutmasını değil. Bununla birlikte bu olaydan sonra Ebû Zer ihtiyaten giyim vb. konularda kölesini kendisine eşit tutardı.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

28 Temmuz 2016 Perşembe

681.Dini tartışmak -Hayrettin Karaman


Dârimî'nin kitabına aldığı bir rivayette, ikinci Ömer diye anılan Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz şöyle diyor:

“İlimsiz kulluğa soyunanların bozdukları, yaptıklarından çok olur. Sözünü yaptıklarından (amelinden) sayan kişi, kendini ilgilendiren konular dışında konuşmadığı için söyledikleri az olur, dinini tartışma konusu edinenlerin fikirden fikire taşınıp durmaları ise çok olur.”...

...imandan ve amelden önce ilim gelir. Sahih bir kulluk için gerekli olan bilgi kadın erkek bütün Müslümanlara farzdır. Bu ilimden sonra kişinin özel iştiğal alanı ile cemiyet hayatının muhtaç olduğu ilimler vardır ki, bunlar herkese değil, ilgili olanlara farzdır. İşte bu farz ve gerekli olan bilgiler edinilmeden din ve dünya hayatını yaşamak isteyenler yanlış yapmaya, yapayım derken yıkmaya adaydırlar...

...Dine iman edilir ve iman eden, Müslüman aklı ile dinde tefekkür eder ki, bu tefekkür de önemli bir ibadettir. Din tebliğ edilir, açıklanır, ama tartılışılmaz...

...Din hizmeti, öncelikle onu yaşamak, sonra başkalarına güzel örnek olarak, en uygun yol ve yöntemi kullanarak insanları ona davet etmek, onun doğru anlaşılması için gereken açıklamaları yapmakla gerçekleşir; aklını ve iradesini ters yönde kullanmayı seçenlerle dini tartışmaktan fayda gelmez. Onlar için dua edilir.


Yazının tamamı için: