24 Mart 2014 Pazartesi

302."MEÂL YAZMAK VE OKUMAK!!"

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir çok mealin yazılması ve bunların bizler tarafından okunması ne kadar doğru? Bu yazıda çok önemli tespitler var mutlaka sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim:

Newsweek Dergisi’nde yazdığına göre 1950’lerden 60’lardan bu yana Türkiye’de yazılan ya da tercüme edilen meal sayısı 150’yi aşmış durumda. Neredeyse İslâm tarihi boyunca belkide bunun onda biri kadar tefsir yazılmıştır.bildiğimiz, hafızamızda bulunan tefsir sayısından çok çok daha fazla meal yazılmış ya da tercüme edilmiş. Bu sağlıklı bir şey değil elbette. Ümmetin Kur’ân’ı yeniden keşfetmesi, Kur’ân’la arasındaki irtibatı yeniden tesis etmesi, vahyi yeni bir şuurla algılaması, değerlendirmesi, dünyasında vahye bir yer açması gibi çok "janjanlı" söylemlerle bu iş takdim ediliyor. Ama gerçekten mesele çok ciddi.

Kur’ân merkezli bu vurgular aslında ümmetin 1400 yıllık müktesebatının, ilmi mirasının, tefsir mirasının, usûl mirasının bir şekilde devre dışı olmasına, devre dışı tutulmasına zemin hazırlıyor. Bu maksatla yapılsın ya da yapılmasın, böyle bir netice hâsıl ediyor.

"Niye 150-250 Kur’ân meali yazılsın, 1550 tane yazılsın, niye rahatsız oluyorsunuz bundan? Sonuçta Allah’ın kelâmıyla ilgili bir çalışma yapılıyor, bu iyi bir şeydir, Allah’ın kelâmının, Kur’ân’ın dünyamıza girmesidir, zihnimize girmesidir, kalbimize girmesidir" diyebilirsiniz... İnanan bir kişi bundan niye rahatsız olsun ki…

Evet, ilk bakışta gerçekten doğru gibi gelen önemli bir mesele ile karşı karşıyayız. Burada şu soruyu sormalıyız: Yapılan iş Allah kelâmının dünyamıza girmesi midir gerçekten, yoksa Allah kelâmı üzerinden bir takım görüşlerin, bir takım ideolojilerin, bir takım tespitlerin dünyamıza girmesi midir? Bu soru meselenin aydınlanmasını sağlayacak yegâne sorudur.

Burada Hz. Ali’nin (R.a.) tespiti,( o hayatî tespit hep önümüzü aydınlatan bir ışık olacaktır) çok önemli:


 Malum İbni Abbas’ı (R.a.) Haricilerle tartışmaya gönderirken ona bir tavsiyede bulunuyor Hz. Ali, diyor ki “Haricilerle münakaşa ederken Kur’ân’dan delil getirme.” İbni Abbas da şaşırıyor diyor ki; “Niye ey müminlerin emiri? Kur’ân bizim hanelerimizde nazil oldu, biz hangi âyet kimin hakkında inmiştir, mantuku nedir, mefhumu nedir, nüzul sebebi nedir, bunu herkesten iyi biliriz.”
 Hz. Ali “Doğru söylüyorsun, öyledir ama sen davanı desteklemek için bir âyet okursun onlar da kendi davalarını desteklemek için başka bir âyet okurlar.” diyor.

 Nitekim hatırlayın Haricilerin huruç etmesine sebep ya da gerekçe olarak ileri sürülen de bir âyettir. “La hükme illa lillah” derken onlar “İnil hükmü illa lillah” âyetini delil getiriyorlardı. Bu bir âyet, evet, bu âyet ile vücut bulmuş bir hareket var. Hz. Ali ise hayatî bir tespit yapıyor ve diyor ki; “Onlarla münakaşa ederken Kur’ân’dan âyet okuma. Sünnetten delil getir.” “Li ennel Kur’ane hammâlün zû vücûh.” Çünkü Kur’ân bünyesinde çok anlamlar barındıran, çok manalara ihtimal veren “zü vücûh” bir kitaptır. Çok vecihli bir kitaptır.

Bu hayatî tespit yolumuzu aydınlatan bir kandil gibi adeta. Nitekim görüyoruz ki, tarih boyunca ortaya çıkmış bütün bidat fırkalar Kur’ân’a dayanarak vücut bulmuşlar. Hepsinin Kur’ân’dan delilleri var. Kendisini Kur’ân’la refere etmeyen hiçbir bidat, akım, ideoloji, mezhep yok.


“Li ennel Kur’ane hammâlün zû vücûh.” Evet, Kur’ân bir hidâyet kitabıdır, bir hidâyet kaynağıdır; ama aynı zamanda bir imtihan kitabıdır. Allah Teala bizi Kur’ân’la imtihan ediyor. Kur’ân’a nasıl yaklaşıyorsak, nasıl bir zihinle, nasıl bir niyetle, nasıl bir kalple yaklaşıyorsak, bizde ona göre bir netice hâsıl ediyor. Biz aslında Kur’ân okurken kalbimize, niyetimize, ruhumuza bir ayna tutmuş oluyoruz. 

Orada kendimizi buluyoruz. Kur’ân’da ne bulmak üzere okuyorsanız onu bulursunuz. Her genelleme tehlikelidir. Bu cümle bile bir genellemedir ve tehlikelidir. Ama gerçekten Kur’ân’da ne aramak üzere okuyorsanız onu bulursunuz. Ehl-i kitap bile kendi dinlerinin, davalarının hak olduğunu ispat için Kur’ân âyetlerini kullanıyorlar. İncil’in tahrif olmamış bir kitap olduğunu ispat etmek için Hıristiyan misyonerler Kur’ân âyetlerini delil getiriyorlar. Onlar da davalarına Kur’ân’dan bir delil buluyorlar.

Dolayısıyla Kur’ân’ın mufassal
(Kur'ân'ın sonundaki kısa sûreler)
 âyetleri tafsil edilmiş(açıklanmış) bir kitap olduğunu söyleyerek dünyamıza meal olgusunu sokan insanlar, şunu da söylemekle mükelleftir: Kur’ân’ın bütün âyetleri mufassal değildir. Aynı ölçüde tafsil edilmiş, tavzih edilmiş, tebyin (izah)edilmiş, tefsir edilmiş değildir. Evet, Kur’ân’da tafsil edilmiş âyetler vardır, mufassal âyetler vardır ama mücmel âyetler de vardır, hatta müteşabih âyetler de vardır. Onlar kalbinde bir parça eğrilik bulunan, bir parça fısk-ı fücur bulunan, bir parça eğrilik bulunan insanların fıskını, fücurunu, zulmünü arttırıyor. Kâfirin küfrünü artırıyor, müminin imanını artırıyor, öyle bir kitap Kur’ân.

Şimdi o zaman elektrik faydalı bir şey. Ama bir çocuğun elini prize yaklaştırmasına müsaade etmek elektriğin ona fayda getirmesiyle sonuçlanmaz, çoğu zaman tehlikeyle sonuçlanır. Kur’ân bir hidâyet kitabıdır. Ama kime hidâyet ettiği, kime hidâyet etmeyi vaat ettiği meselesi unutulmamalıdır. Evet, Kur’ân “Hüdenli’l nas”tır, doğrudur, ama aynı zaman da “Hüden li’l müttakin”dir. Bu nedir; Kur’ân’ın hem “Hüdenli’l nas” hem “Hüden li’l müttakin” olması nedir ve nasıl anlaşılmalıdır? İç içe çerçeveler şeklinde anlaşılmalıdır. Bir takım insanlar Kur’ân’dan yola çıkarak mürted oldular mı bu ülkede? Evet oldular. 19 mucizesi sebebiyle irtidad eden insanlar oldu. 19 mucizesi adı altında “aleyha tis'ate aşer” âyetinden yola çıkarak irtidad etti bu ülkede insanlar. Kur’ân Müslümanlığı adına mürted oldular. 19 sistemine uymuyor diye Tevbe Sûresi’nin son âyetini “Kur’ân’a sonradan ilave edilmiştir.” şeklinde bir tespitle Kur’ân’dan ihraç etmek istediler ve mürted oldular. Kur’ân’dan hareketle yaptılar bunu.

Kalbinde bir parça eğrilik varsa, Kur’ân ona hidâyet etmiyor. Ne niyetle bakıyorsa Kur’ân’a, kalbine ayna tutmuş gibi, niyetine ayna tutmuş gibi kendisini görüyor ve irtidad ediyor.

Burada şöyle bir tespitte de bulunmamız lazım. Bu milletin bilinçaltı hâlâ ehl-i sünnettir, biz fark etmesek de bilinç üstünde aidiyetlerimizle ilgili operasyonlara fırsat versek de, göz yumsak da, zemin hazırlasak da, bilinçaltımız hâlâ Ehl-i sünnet’tir. Yani bir Şii’nin Kur’ân âyetlerini kullanarak, Kur’ân âyetleriyle istidlal ederek kendi davasını terviç etmesiyle karşılaşsak, böyle bir durum görsek buna itiraz ederiz. Çünkü bilinçaltımızdaki Ehl-i sünnet müktesebat orada Şii tandanslı bir operasyon olduğunu ihbar eder bize, “dur” deriz, “burada dur, bu Şii’lerin yaklaşımıdır, bu Ehl-i sünnet’in yaklaşımı değildir.” deriz.


Talak Sûresi’nin 10 ve 11. âyetlerinde Allah teala’nın müminlere “kad enzelellahu ileykum żikrân Rasûlen yetlû ‘aleykum âyâtillâh…” diye bir ifadesi var. “żikrân Rasûlen” ifadesi için Şiiler derler ki “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun”; bu bir emirdir. Peki zikir ehli kimdir? İlim ehlidir. Bizdeki Ehl-i sünnet müktesebat da bize derki; “Buradaki zikir ehli, ilim ehlidir. Evet, âyetin sebeb-i nüzulü hususidir. Tevrat ehline gönderme yapar. Bağlam da öyledir; ama sebebin hususiliği hükmün umumiliğine mani değildir, burada ilim ehli kast edilir. Tevrat ehli de ilim ehli olduğu için onlara sorun ifadesi yer almış burada.”

Bir Şii için bu ne ifade eder? “Fes'elu ehlez zikr”. Kimdir ehl-i zikir? İşte bu Talak Suresi 10. âyetin sonu ile 11. âyetin başındaki “żikrân Rasûlen” var ya, buradaki “żikrân Rasûlen” bir sıfattır. Zikir Resulün sıfatıdır. Dolayısıyla ehl-i resuldür ehl-i zikir. Ehl-i zikir kimdir, ehl-i resuldür. Peki ehl-i resul kimdir, yani Resulullah'ın ehli kimdir? Ehl-i beyt’tir. O halde “fes'elü ehle’l beyti in kuntum la ta'lemûn” (Bilmiyorsanız ehl-i beyte sorun).
Tamam mı? Ne diyebiliriz, nasıl itiraz edebiliriz? Bu bir Kur’ânî istidlâldir. Kaidesine kuralına da uygundur.

Burada sünnete müracaat etmeniz gerekiyor, başka şansınız da yoktur. Örneğini verdiğim bu operasyon kabilinden pek çok operasyon vardır. Şii tefsirlerine, Şii usul-i fıkıh kitaplarına bakarsanız orada bu örneği verilen kabilden pek çok operasyon mevcuttur. Bu bir operasyondur.

Peki, benzeri operasyonları A şahsı yapınca yanlıştır da B şahsı yapınca niye doğrudur? Şimdi Kur’ân zemininde bu tür operasyonların kolay olduğunu, mümkün olduğunu, vaki olduğunu biliyoruz ve görüyoruz. Bunu A şahsı yapınca niye yanlıştır da B şahsı yapınca doğrudur. Bunu mantığı yok, izahı yok.

“Li ennel Kur’ane hammalün zü vücuh”. Evet, Abdullah bin Abbas (R.a.) gitti, Haricilerle münakaşa etti. Onlara dedi ki “Allah’tan başka birisinin hakemliğine razı olan şirke düşmüş küfre düşmüş mü olur, böyle mi diyorsunuz?” “Evet, böyle diyoruz” dediler. Peki, “Efendimizin (sav) bizatihi kendisi hakem tayin etmiştir, hakemin tayinine razı olmuştur ve hakemin verdiği hükmü uygulamıştır.” desem ne dersiniz? “Beni Kurayza”yı Efendimiz (sav) muhasara etti, bir kaç gün o muhasara devam etti. Sonra Yahudiler dediler ki “sizinle bizim aramızda birisi hakem olsun” Efendimiz de (sav) “tamam” dedi, “hakemi de siz seçin” Bunun üzerine Saad bin Muaz’ı (r.a) hakem seçtiler. Efendimiz de razı oldu ve onun verdiği hükmü uyguladılar. Bu delil üzerine Haricilerden 2000 kişi kılıçlarını kınlarına soktular, tövbe ettiler ve Hz. Ali’nin safına intikal ettiler.

Hariciliğe vücut veren Kur’ân anlayışı, Kur’ân’ın kendisi değil. Bir Kur’ân anlayışı bu, bir Kur’ân tasavvuru. Bugün de maalesef başka başka huruç hareketlerine vücut veriyor. Hindistan’da Kadiyanilik diye bir hareket var ve Kur’ân’dan delilleri var. Bu bir irtidad hareketidir fakat kendisini Kur’ân’la refere edebilmiştir. Benzeri hareketler başka yerlerde de var. Türkiye’de de var. O zaman bu meal temelli Kur’ân anlayışının bize nereden, hangi vetirede ve ne maksatla nüfuz ettiğini, dünyamıza nasıl girdiğini iyi tespit etmemiz lazım.

Meal olgusunun bizatihi kendisi modern bir şeydir. İslâm dünyasında ilk meal çalışması Şah Veliyullah Dihlevî’ye aittir. Muhtasar bir tefsirdir aslında ve tarihi 18. asırdır. Öncesinde İslâm dünyasında meal olgusuna rastlamıyoruz. Öncesinde Kur’ân’ın farklı dillere tercüme edilmesinin cevazı tartışılmıştır.


 Farklı dillerde tefsirler de yazılmıştır, tarih boyunca yazılmıştır, yazılacaktır, yazılmalıdır. Buna hiç kimsenin itirazı yoktur. Burada mesele; usulü belirlenmemiş, usulü, metodolojisi ortaya konmamış ve tamamen meal yazarının kendisine çizdiği hareket alanı içerisinde cereyan eden bir tercüme faaliyetidir. Şimdi herhangi bir meal yazarı “Kur’ân’ı nasıl anlamalıyız?” sorusuna usulü tefsiri çağrıştıracak bir metodoloji koysa mealin başına bu mümkün müdür? Hayır, değildir. Çünkü öyle bir usül koysa mealin başına, yaptığı iş meal olmaktan çıkmak zorundadır. En azından muhtasar bir tefsir olmak zorundadır. Böyle bir usül koysa mealinin başına, “Kur’ân âyetlerini şöyle anlayacağız, âyetlerin birbiriyle ilişkisinde şu ilkeleri işleteceğiz, nasih mensuha şurda işaret edeceğiz, şu âyetler mücmeldir, şunlar müfesserdir, şunlar mutlaktır, şunlar mukayyettir” gibi usulü tefsiri çağrıştıran bir mukaddime koysa mealin başına, o yaptığı iş meal olmaktan çıkmak zorundadır, tefsir olmak zorundadır. Çünkü mealinde bunlara değinmek zorundadır. Bu bir.


Bundan daha önemlisi meal yazan insan yaptığı işin meşruiyetini, hatta kendilerine göre yaptığı işin zaruretini tatminkâr biçimde ortaya koymak zorundadır. Şimdi şu iki hususu birbirinden ayıralım; meal ve tefsir birbirinden yapı itibariyle farklıdır. Yani meal tefsir değildir, tefsir de meal değildir. Tarih boyunca ortaya konmuş binlerce tefsir açın, mukaddimelerine bakın, yazılış gerekçelerine bakın, müelliflerinin izahlarına bakın; “benim dışımdaki tefsirlerde şu ve şu arızalar olduğu için, ben bu arızaları gidermek için bu tefsiri yazıyorum.” gibi bir sunum yapmazlar. Herhangi bir müfessirde böyle bir takdim tarzı göremezsiniz. Ama meallerin hemen hepsinde bu vardır. “Benim dışımdaki meal yazarları şöyle şöyle yapmışlardır, yaptığı çalışmalar şu şu arızalarla maluldür, ben bu arızaları ortadan kaldırmak üzere yapıyorum bu çalışmayı.” Bu bir yapısal tespittir ve bir şeyleri ele veriyor. Bir de diyor ki “ benim dışımdaki meal yazarlarının size Kur’ân adına takdim ettiği şey ya da yaptığı bu takdim arızalıdır.” Bu tam, sağlıklı, yüzde yüz güvenilir, garanti edilmiş bir Kur’ân takdimi değildir. Bu kadar mealin hızlı bir şekilde dünyamıza girmiş olmasının temelinde de bu vardır. Bu ne demektir? “Benden önce şunların şunların meallerini okudunuz ya, aslında siz hata ettiniz, onlar size Allah kelâmını vermekten uzaktır, şu şu sebepler dolayısıyla en azından eksik yapmıştır bu işi, ben şimdi bu işi tamam yapacağım.”

Fakat gelin görün ki, bunu diyen meal yazarından birkaç sene sonra başka bir meal yazarı çıkıyor ve aynı şeyle onu itham ediyor. “Size şöyle şöyle demişti ya, kendisi de şu şu noktalarda arıza yaptı. Ben de şimdi onu ikmal edeceğim.” diyor. Peki din konusunda hassasiyet sahibi, Kelâmullah konusunda titiz, aidiyetleri, mensubiyetleri, imanı ve itikadı konusunda uyanık bir mümin şunu demeli değil midir? “Arkadaşlar ne yapıyorsunuz? Bu yüz elli küsur tane meal yazarı hep birbirlerini eksik ve yanlış yapmakla itham ediyor. Bu çalışmaların hepsinin muhatabı benim, bana yazıyorsunuz bunu. Bu kadar çok itham edilmeye, üzerinde bu kadar çok oynanmaya, çiğnenmeye, tepinilmeye benim rızam var mıdır? Ben bir okur olarak bunu kendime yapılmış bir aşağılama olarak görüyorum. Sizin böyle bir şey yapmaya hakkınız yok.”

Fakat bunu demiyor. Çünkü bunu deme dirâyetinden, kendimiz hakkında bile insiyatif kullanmaktan o kadar uzak durumdayız ki, zihnimiz öylesine teslim alınmış ki, bunu deme dirâyetini bile gösteremiyoruz. Yapılan iş bizatihi kendimize, bize, size, kamuoyuna ve bizim aidiyetlerimize yapılmış bir saldırıdır. Bir operasyondur, başka bir şey değil. Ama takdim, ama sunum, ama ambalaj; hiçbir diyeceğim yok, gâyet güzel. Yapılan işin aslı esası, özü budur. Onun için bizim tavsiyemiz şudur: Meal okumaya başlayacak bir insan “Niye meal okumaya başlıyorum?” sorusunu sormalıdır. Kendine bu soruyu sormalı, kendini bu sorgunun muhatabı kılmalıdır. Ben bu muhtevadaki konuşmalarımızın bazı kesimlerde şöyle bir kanaate yol açtığını gözlüyorum:
“Biz falan hoca efendinin mealini okuyoruz, o da çok muteber bir mealdir. Yani siz de zaman zaman “Hangi meali okuyalım?” gibi bir soruya bunalıp da cevap vermek zorunda kaldığınızda “Falan hocanın mealini okuyun.” diyorsunuz. Biz yanlış bir şey mi yapıyoruz?”

Bana göre yanlış bir şey yapıyoruz. “Bizden önceki nesillerin üç yüz sene, yedi yüz sene, bin sene önceki nesillerin içinde bizim bilgi seviyemizde bulunan insanlar ne yapardı? Bunların Kur’ân’la ilişkisi nasıldı, hangi vasıtalarla, hangi vasatlarda ve ne seviyede cereyan ederdi?”

Günümüzdeki bu meal furyası bize iki şeyden birini söylemek zorundadır: “Bir, bu furya başlamadan önce ümmet-i Muhammed’in Kur’ân’la irtibatı kopuktu, en azından sağlıksızdı. İki, bu yapılan iş yeni bir iştir, eskiden yapılan iş dönemini doldurmuştur. Şimdi artık onu tekrar etmek mümkün olmadığı için bu işi yapıyoruz.” Bu ikisinden birini söylemek zorundadırlar. Peki, şimdi şu sorunun cevabını arayalım “Gerçekten meal okumayan, hayatında meal olgusunu tanımamış bizden önceki bu nesillerin Kur’ân’la irtibatı en azından bize göre, bizim irtibatımıza göre daha zayıf mıydı, daha sağlıklı mıydı, daha kavi miydi, nasıldı? Dolayısıyla Müslümanlığı nasıldı, daha kavi miydi, daha sağlıklı mıydı, daha sağlam mıydı, daha zayıf mıydı?” Kendimize, tarihe, hakikate karşı dürüst olacaksak eğer, şunu söylememiz lazım; “Bizden önceki nesillerin dindarlığı, takvası, Kur’ân algısı, teslimiyeti bizimkimden fazlaydı.” Peki bu insanlar meal okumadıkları halde nasıl böyle bir seviye yakaladılar, neyle yaptılar bunu?

Bunu bir takım vasıtaları ve vasatları kullanarak yaptılar. O vasıtalar ve vasatlar neydi? 


Birincisi, bir insan hayatında ne kadar şeyle amel edecekse o kadar şey öğrenirdi, fazla değil. Ne kadarını amele dönüştürebileceksek, ne kadarıyla amel edebileceksek o kadarını öğrenelim, fazlası bize yüktür. Bu da sorumluluktur. Çünkü öğrenme sürecinin temelini bu teşkil ediyordu. 

İkincisi, doğru yerlerden öğreniliyordu. Bilgi doğru adreslerden alınıyordu. Yani kendi kendine okuyup bilgilenme yerine bir adresten bilgi almak... Bu öyle sağlıklı işleyen bir süreçti ki, isterse talebe-i ulûmdan olsun fark etmez, test etmediği hiçbir bilgiyi kullanmıyordu bizim insanımız. Kendi kendine tevafuken, tesadüfen doğruya ulaşsa bile bugün bizim yaptığımız gibi onu kullanmazdı, onu satmazdı. Gider hoca efendiye, onu bir sorardı, bir test ederdi. Hoca efendinin onayından, testinden geçerse kullanırdı onu. Yoksa “Ben bilmem kardeşim gidin hoca orada, âlim orada ona sorun öğrenin.” der, işin içinden sıyrılmaya bakardı. Hoca efendi de, âlim efendi de böyle bizim yaptığımız gibi her soruya anında takır takır cevap vermezdi, bu da ayrı bir mesele... İşte çok sık yapılır bu bahis, İmam Malik’in tavrı çok sık gündeme getirilir. Ama Hanefi ekolü böyle yapmamıştır. Oturmuş takır takır meseleleri tartışmış, farazî bir takım meseleler ortaya koymuş onları tartışmış, onların cevabını araştırmış. Ben bilmiyorum diye bir şey yoktur Hanefi fıkhında, fukahasında, ekolünde; öyle zannederiz ama öyle değildir. Kaynaklar bize naklediyor ki bu kadar çok mesele hükme bağlamış olan -ki Kevserî merhumun naklettiğine göre, İmam Ebu Hanife’nin hükme bağladığı çözümlediği meselelerin asgari adedi altmış bindir, azamisini bir milyona çıkaranlar olmuş- bir imamın bile “Bilmiyorum” dediği meseleler olmuş. Kaynaklar bize diyor ki İmam Ebu Hanife yedi tane meselede “Ben bunları bilmiyorum” demiş.

Bu tabir doğru mu bilmiyorum ama âlimliğin şanındandır “Ben bilmiyorum.” demek. Bilmiyorum demek, insanın ahreti için de en eslem yoldur. İnsan her şeyi bilmekle mükellef değil ki... Ama günümüzde bilgiyle ilgili, bilginin öğrenimiyle ilgili, kullanımıyla ilgili, bizde hâsıl edeceği neticenin ne olması gerektiği meselesiyle ilgili olarak tam bir tepe taklak durum yaşıyoruz. Her şey baş aşağı durumda, onun için meal meselesini tartışıyoruz, onun için bilgi meselesini tartışıyoruz, onun için fıkhı, hadisleri, usulleri, ahkâmı, içtihatları vesaireyi yenilemekten ve böyle bir zaruretten bahsediyoruz. Her şey tepe taklak olmuş durumda.

Evet, bizden önceki nesiller meal meselesini tanımadıkları halde, meal olgusuyla karşılaşmadıkları halde onların dindarlığı bizimkinden fazlaydı. Onların takvası, Allah korkusu, istikameti bizimkiyle gayri kabili kıyas bir kıvamdaydı. Peki, onlar bu olguyu tanımadıkları halde bunu nasıl yakaladılar? İşte yapmamız gereken, yapacağımız şey bu; biz bu süreçleri, bu mekanizmaları yeniden ihya etmek zorundayız.
Evet, onların hiç birisinin baştan sona açıp, okuyup, anlayıp üzerinde düşünüp tefekkür edip, hatta üzerinde bir tasavvur inşa edecekleri bir mealleri yoktu. Biz bugün böyle bir “imkân”a sahibiz. Elimizde istemediğimiz kadar meal var. Âyetler arasında kendimiz ilişkiler kuruyoruz. Tıkandığımız yerde o meali elimize tutuşturan insanın yönlendiriciliğinde, rehberliğinde kendimize bir çıkış yolu da buluyoruz. Fakat şunu itiraf edelim, yaptığımız iş müslümanlığımızın kalitesini artırmıyor. Bu bir yana, yaptığımız işin bize istikamet verdiğine dair de elimizde bir garanti yok.

Şimdi “Biz doğru bir iş mi yapıyoruz?” sorusunu nasıl cevaplandıracağız? Meal okumakla, müslümanlığını meal üzerine bina etmekle bir adam doğru bir iş mi yapıyor? Bunu kim cevaplandıracak? Bu soruyu cevaplandırmanın -- en emin yolu arızaları ortaya koymaktır. Arızaları ortaya koyarsak bu gidişin, önüne çıkan her şeyi önüne katıp götüren bu seyl-i huruşanın yanlış bir istikamette yanlış bir gidiş, yanlış bir akış olduğunu fark edebileceğiz. Temenni etmem, arzulamam ama, az önce bir tek örneğini verdiğim türden bir Şii, bir meal yazsa, dünyamıza bunu soksa, belki bu bizim için bir uyarı olacak, uyarı ateşi olacaktır. Diyeceğiz ki , “Durun, burada bir arıza var, burada bir yanlışlık var.”.


 İmam Şatibî’nin bir tespiti var:“Siz Hakk’ı tanıyın; kimin hak söylediğini, kimin doğru söylediğini bilirsiniz.” Bu Hz. Ali’den (r.a.) nakledilen bir söz. Fakat İmam Şatibî buna bir ekleme yapmış. Bu söz doğru ama biz hakkın ne olduğunu, nerede olduğunu da insanlar vasıtasıyla biliyoruz öğreniyoruz. Hakk’ı bize tanıtan, bizi Hakk’la tanıştıran da insanlardır sonuçta. Dolayısıyla özellikle günümüz Müslümanının şöyle bir ikinci problemi de var, eskiden bu yoktu: “Bizi Hakk’a götürecek olan kimdir?” Hakk vardır, Hakk diye bir şey var muallakta, soyut, perdeli bir şey, bilmiyoruz. Nasıl ulaşacağız bilmiyoruz. İnsanlara başvuruyoruz. Birileri bize kitap oku diyor, kitap okuyoruz. Fakat kafamız karışıyor, okudukça kafamız karışıyor. Bizi Hakk’a vasıl edecek ismi, kim olduğunu, neresi olduğunu tayin ve tespitte de sıkıntı var.  Böyle bir durumda yapılması gereken bir tane iş var. Eğer bu ümmetin selefi İslâm’ı Efendimiz (sav)’in tebliğ ettiği gibi anladı ve yaşadıysa, yapılacak iş bu ümmetin selefinin yaptığını yapmaktır. Eğer bu ümmetin selefi İslâm’ı doğru biçimde algılayıp yaşamadıysa bizim bugün İslâm diye bir şeyden bahsetmemiz zaten mümkün değil. Yani teorik olarak, mantıkî olarak mümkün değil. Kabul etmek zorundayız ki bu ümmetin selefi bu dini doğru biçimde anlamış ve yaşamıştır. En azından bütünü itibariyle dışarıda yaşanan hayat olmasa da, kitabî İslâm, kitaplara kayıtlara geçmiş olan İslâm, doğru İslâm’dır. Allah Teala’nın razı olduğu İslâm’dır. Bu bir ipucudur, bu ipucunu yakalamış olan insan asla elinden bırakmaz, bu bir garantidir. Bizim selefimiz İslâm’ı yanlış anlamıştır gibi bir tespitle yola çıkan modern hareketlerin, modern fikriyatların sonucunun nereye çıktığını hep birlikte görüyoruz. Sonuca bakarız, söyleyen insanın dindarlığına bakarız, yaşama tarzına bakarız, fikrini, fikriyatını takdim etme biçimine bakarız, bunun elimizdeki ölçülerle uyuşup uyuşmadığına bakarız, bütün bunlar önemlidir ama sonuç da önemlidir. Nereye gidiyor bu? Eskiyi kusurlarken, yanlışlarken, tahlil ederken nasıl bir zemin üzerinde hareket ediyoruz, bu önemli.

Bütün bunların hâsılası olarak günümüzde ümmet-i Muhammed devasa problemler yaşıyor. Tarihinde hiç yaşamadığı arızalar yaşıyor, hiç yaşamadığı haller yaşıyor ve bu hallere, bu arızalara çıkış yolu olarak da çok muhtelif, mütenevvi çözüm yolları, bakış açıları, teoriler, okumalar, tespitler, çareler öneriliyor. Bunların hepsini bütüncül bir gözle değerlendirmek, okumak; tarihle ve bugünle bağlantılarını kurmak ve buradan sağlıklı bir çıkış yolu tespit etmek, tayin etmek, düşünen ve okuyan herkesin işi değildir. Bazı insanların işi olmalıdır. Çünkü düşünmeye ve okumaya teşvik edilmiş milyonlarca insan kadar milyonlarca problemli algı var, tasavvur var, beyin var. Sağlıklı yolu bize gösterecek olan; selefimizle, geçmişimizle sağlıklı köprüler kurabilen insanlardır.

Neden bahsediyorum, aslında şundan bahsediyorum. Biz eğer burada yaptığımız iş hedefine ulaşırsa şu noktaya varacağız: Bizden bu ümmetin dertlerine, problemlerine, hastalıklarına çare üreten beyin çıkmaz, bu noktaya varırsak doğru bir yere varmış olacağız. Biz belki hastalığı doğru tespit edersek bizden sonraki nesiller içerisinde tıpkı selefimizin yaptığı gibi İslâm’ı bir bütün olarak anlayan, bütün ilimleriyle ihata eden ve yaşayan örnek insanlar çıkacak, örnek kadrolar çıkacak ve bu ümmete yolunu istikametini onlar gösterecek. Bizden Ebu Hanife olmayacağını, günümüze hâkim olan bilgi ve algı seviyesinin Ebu Hanife yetiştirmeye uygun olmadığını tespit edersek, doğru bir başlangıç yapmış olacağız. Ebu Hanife yetiştirmek için gerekli ortamın, müesseselerin, yapının, algı durumunun, feragatin, fedakârlığın vesairenin bu günkü ortamda mevcut olmadığını, ne zaman bunlar mevcut olursa o zaman bunların yetişmeye başlayacağını ve işte nasıl Ebu Hanife -eşitler arası bir adım önde birisiydi- işte öyle bir kadro, öyle bir nesil yetişecek. Onların arasından da böyle kişiler çıkacak ve bu ümmete istikametini gösterecek.

İmam Buharîlerin hocası durumunda olan Abdurrahman bin Mehdî diyor ki; “Eğer ben, konulu bir kitap yazsaydım, her konunun başına niyet hadisini koyardım.” Çok önemli, çok ehemmiyetli bir rivâyet. Dolayısıyla biz de niyetimizi bir kere daha gözden geçirelim ve varsa arızalar, varsa pürüzler, kıymıklar onları süpürelim temizleyelim, bu işin münhasıran ve münhasıran Allah Teala’nın rızası için yapılması gerektiğini onun rızasına ulaştırmayacaksa, başka niyetler varsa işin içinde bir netice hâsıl etmeyeceğini hep beraber bir kere daha hatırlayalım.

Efendimiz (sav)’e birisi sormuş: “Bir adam cihada gidiyor, Allah rızası için cihad ediyor, ila-yı kelimetullah için cihad ediyor fakat bir miktar şecaat gösterisi de var.” Efendimiz (sav) “Onun ameli makbul değildir.” buyuruyor. Yani dini Allah’a halis kılmak diyoruz ya, içinde başka hiçbir şey olmayacak, hiç, asla bir nokta kadar bile başka bir şey olmayacak, münhasıran Allah rızası olacak. Ben burada öğrendiğim şeyleri gider başka bir yerde başka birilerine satarım, ya da işte bir takım mevzular konuşulduğunda ben de yabancı kalmayayım, bir iki şey de ben söyleyeyim, ya da burada öğrendiğim mevzulardan habersiz insanlara bunu anlatırken bir miktar, hafif bir çalım satayım şeklinde… Bunların hepsi ameli alıp götürüyor. Dolayısıyla sadece ve münhasıran doğru bilgiyi bizi Allah rızasına ulaştıracak bir vasıta olarak görmek zorundayız. 


Efendimiz (sav)’in özellikle ilim öğrenimi konusunda çok vurucu ikazları var. Alimlere bir övünç vesilesi ya da cahillere hava atma vesilesi ya da birilerine riyakârlık, gösteriş yapma vesilesi kılınırsa bir ilim, bir insan bu gibi amaçlarla ilim öğrenirse, Efendimiz (sav) buyuruyor ki; “ O ilmin onu götüreceği yer ateştir, cehennemdir.” 

 Evet okuyalım da niye okuyalım?

Belki buradaki bir tashih-i niyet arızası dolayısıyla beklenen, umulan neticeyi göremiyoruz. Niyet çok önemlidir. Ulemadan birisi diyor ki “Efendimiz (sav)’in iki tane hadisi var ki, bütün dünya ve ahiret umurunu Efendimiz (sav) bu iki hadiste toplamıştır. Bunlardan dünya ile ilgili olan ‘Kim bizim dinimizde, emrimizde olmayan bir şey ihdas ederse o ihdas ettiği şey merduttur.’ hadisidir. Öbürü de niyet hadisidir. Şimdi bu iki rivâyet arasında gerçekten hayatî bir irtibat var. Yani bir insan bu dinde olmayan, selef-i salihînde görülmeyen bir yaklaşım tarzıyla size İslâmî ilimleri bile öğretse, o yaptığı iş merduttur, netice hâsıl etmez ve o doğrudan niyetle bağlantılı bir problem haline gelir. Bu ne demek? Bu şu demek: Allahü a'lem bir insan yanlış bir şeyi doğru bir niyetle yapamaz, yanlış bir şey doğru bir niyetle yapılmaz, yani bidat bir iş benim niyetim hâlis, ben münhasıran İslâm’a hizmet için yapıyorum bunu!.. Ama yaptığım iş bidat ise, bu, netice hâsıl etmez. Doğru biçimde yapmak zorundayız ve doğru niyetle yapmak zorundayız.


 Hatta Abdulgani en-Nablusî diyor ki “Bir insan bir sünneti yerine getireceğim derken hatta bir sünnet-i müekkedeyi yerine getireceğim derken bidate düşme tehlikesi olsa o sünnet-i müekkedeyi terk etmelidir.” Bu çok önemli bir tespit.

Bizim şu anda hayatımızda fikriyatımızda pek çok bidat aktif halde. Belki temel yönelimlerimizin bizatihi kendisi bidatlerle örülmüş durumda fakat bunu fark etmiyoruz, fark edemiyoruz. İslâm adına üretilmiş pek çok fikir, pek çok ideoloji, pek çok yaklaşım bizatihi bid'at. Fakat hayatımıza öyle bir girmiş ki, sorgusuz sualsiz onu kalbimize, bilincimize almışız!!

E. Sifil


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

23 Mart 2014 Pazar

301.SALİH KİMSELERİ SEVMEK,FASIKLARA BUĞZETMEK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu ilke imanın kemali ve ubudiyetin eksiksizliğinin bir neticesidir. Çünkü ibadet, hem muhabbetin kemalini ve en son derecesini, hem de boyun eğmenin kemalini ve en son derecesini içerir. Allah rasûllerini, peygamberlerini ve mü'min kullarını sevmek Allah'ı cc sevmenin bir parçasıdır. Her ne kadar Allah'a ait olan sevgiye, O'ndan başka hiçbir kimse layık değilse de Allah'tan başkaları , Allah için(Allah ile birlikte) sevilir.


Çünkü seven kimse, sevdiği kimsenin sevdiklerini de sever. Onun buğzettiklerine buğzeder, dost edindiklerini dost edinir, düşmanlık ettiklerine düşmanlık eder. O razı olduğu için o da razı olur, o gazablanırsa ondan dolayı o da gazablanır. Onun emirleri ile emreder, yasakladıklarını o da yasaklar. Kısacası her durumda o sevdiğine uygun tutum sergiler.

Allah cc iyilik sahiplerini sever, takva sahiplerini sever, tevbe edenleri sever, tertemiz olanları sever. Biz de Allah'ın sevdiklerini severiz.


Allah cc, hainleri sevmez, fesatçıları sevmez, kibirlenenleri sevmez. Yüce Allah'a uyarak biz de onları sevmeyiz ve onlara buğzederiz.


 Buharî ile Müslim'de, Peygamber –sav- şu hadisi kaydedilmektedir: "Üç özellik vardır ki, kimde bulunurlarsa o kimse imanın lezzetini alır: Allah ve Rasûlünü herkesten daha çok seven, sevdiği kimseyi yalnız Allah için seven ve Yüce Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten tıpkı cehennem ateşine atılmaktan hoşlanmadığı gibi hoşlanmayan."1 Buharı 16. 21, 6941; Müslim 43.

Tam ve eksiksiz bir sevgi, sevilen zatın sevdiği ve hoşlanmadığı bütün hususlarda, dostluklarında ve düşmanlıklarında ona eksiksiz bir uygunluğu gerektirir. Bilindiği gibi Allah'ı cc gereği gibi seven bir kimsenin, O'nun düşmanlarına buğzetmesi kaçınılmazdır;O, kendi yolunda cihad edenleri sevdiği gibi, onun da Allah'ın buğzettiği kimselere karşı cihad etmeyi sevmesi kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Gerçek şu kî Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (es-Saf, 61/4)


Sevgi ve buğz (nefret) ise o şeydeki hayır ve şer hasletlerine göredir. Kulda hem dostluğu gerektiren, hem düşmanlığı gerektiren sebebler, hem sevilmenin hem de buğzedilmenin sebebleri birlikte bulunabilir. Bundan dolayı aynı kişi, bir açıdan bakıldığında sevilen, bir başka açıdan bakıldığında buğzedilen bir kişi olur. Hüküm ise galib olana göre verilir. Kulun Allah nezdindeki hükmü de bu şekildedir. 


Şüphesiz Yüce Allah bir şeyi, bir açıdan sever, bir başka bakımdan ondan hoşlanmaz. Nitekim Peygamber -sav- Aziz ve Celil olan Rabbinin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Yapacağım hiçbir işte tereddüt etmiş değilim; ancak mü'min kulumun canını almakta tereddüt ederim. Zira o, ölümden hoşlanmaz, Ben de onun üzülmesini istemem. Ancak bu, onun için kaçınılmazdır."2Buharî 6502

Böylelikle Yüce Allah tereddüt ettiğini beyan etmektedir. Çünkü tereddüt iki iradenin birbiriyle çatışmasıdır. Yüce Allah mü'min kulunun sevdiğini sever, hoşlanmadığı şeyden de hoşlanmaz. Kul, ölümden hoşlanmıyorsa Yüce Allah da bundan dolayı onun ölümünden hoşlanmaz. Nitekim: "Ben de onun üzülmesini istemem.." buyurmaktadır. Halbuki Yüce Allah ölümü takdir etmiştir. Ölümün tahakkuk etmesini istemektedir.İşte bu hale tereddüt adı verilmiştir. Daha sonra da bu işin gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunu beyan etmektedir. Zira bu, mü'min kulu daha da sevdiği bir sonuca götürmektedir.

(el-Akidetü't Tahaviyye(İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

22 Mart 2014 Cumartesi

300.BİLGİSİZCE SÖZ SÖYLEMEK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bilgisizce konuşan ancak kendi hevasına uyar. Yüce ALLAH da şöyle buyurmaktadır: "ALLAH’tan bir hidayet olmaksızın, hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir ki?" (el-Kasas, 28/50);


"İnsanların bazısı ALLAH hakkında bilgisizce tartışır ve azgın her şeytana uyar. Onun hakkında şu yazılmıştır: ‘O, kendisini dost edinen herkesi mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür.’" (el-Hac, 22/3-4); 

"Onlar ki kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın ALLAH’ın âyetleri hakkında tartışırlar. Gerek ALLAH indinde, gerek mü’minler yanında (buna) öfke oldukça büyüktür. ALLAH büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler." (el-Mu’min, 40/35);

 "De ki: ‘Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açık olanını, gizli olanını, bununla beraber günahı, haksız isyanı, ALLAH’a -hakkında asla bir delil indirmediği- herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve ALLAH hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (el-A’raf, 7/33)

Yüce ALLAH, Peygamberi Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e bilmediği hususları kendisine havale etmesini emretmiştir. Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘ALLAH ne kadar kaldıklarını en iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı yalnız O’nundur.’" (el-Kehf, 18/26); "De ki: Rabbim onların sayısını en iyi bilendir." (el-Kehf, 18/22)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de müşriklerin çocukları hakkında soru sorulunca: "ALLAH (büyümüş olsalardı) ne şekilde amel edeceklerini en iyi bilendir."Buhârî 1384, 6599, 6600; Müslim 2659.

Ömer -Radıyallahu anh- da şöyle demiştir: Din hususunda re’yi itham altında biliniz. (Hudeybiye) günü Ebu Cendel hakkındaki kanaatimi bir bilseydiniz. Ben kendi görüşüme dayanarak Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in emrini reddediyordum. Ebu Cendel günü elimden geldiğince gayret ediyor, bütün gayretimi ortaya koyuyor, elimden geleni esirgemiyordum. O sırada antlaşma metni de yazılıyordu. (Rasûlullah): Bismillahirrahmanirrahiym, diye yaz, diye buyurdu. Ancak (Kureyş delegesi): Senin adınla ALLAH’ım yaz, dedi. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- razı oldu ve bu şekilde yazıldı. Bense karşı çıktım, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: "Ey Ömer! Sen benim razı olduğumu görüyorken, kendin nasıl yüz çevirirsin" dedi.Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, 82.

Yine Ömer -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Sünnet ALLAH ve Rasûlünün, sünnet olarak ortaya koyduğudur. Sizler hatalı görüşleri ümmete sünnet yapmayınız.

Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Eğer ben ALLAH’ın Kitabındaki bir âyet hakkında dahi olsa, kendi görüşümü yahut ta bilgi sahibi olmadığım şekilde bir söz söyleyecek olursam, hangi arz beni taşır ve hangi sema beni gölgelendirir.

el-Hasen b. Ali el-Hülvanî’nin naklettiğine göre: Bize Ârim anlattı, bize Hammad b. Zeyd anlattı. O Said b. Ebi Sadaka’dan, o İbn Sîrin’den şöyle dediğini rivayet eder: Bilmediği hususlardan Ebu Bekr kadar korkup çekinen hiçbir kimse yoktu. Ebu Bekr’den sonra da bilmedikleri hakkında söz söylemekten Ömer kadar korkan hiçbir kimse yoktu. Ebu Bekr bir mesele hakkında hüküm vermek zorunda kalmıştı. O mesele ile ilgili ALLAH’ın Kitabında asıl bir dayanak bulamamıştı, sünnet’de de bir rivayet tesbit edememişti. Kendi görüşüne dayanarak içtihad etti, sonra şöyle dedi: Bu benim görüşümdür. Şâyet doğru olursa ALLAH’tandır, eğer hata olursa bendendir. Bunun için de ALLAH’tan mağfiret dilerim.

el-Akidetü't Tahaviyye(İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

21 Mart 2014 Cuma

299.ÜMİT VE KORKU ARASINDA

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allah Tealâ’nın kullarına lütfu sonsuz. Her nefeste büyük rızıklarla nimetleniyoruz. Bu daimî rahmet hem dünya hem ahiret için ümit içerisinde olmamıza yol açıyor. O’nun mutlak rızk verici olduğunu biliyor, her tür rızkı karşımızda hazır buluyoruz. Bize düşen sadece vesileleri takip edip sebeplere sarılmak. Ondan sonrası da tevekkül. Fakat bilmemiz gereken bir husus daha var: Rabbimiz bunca ihsanına karşılık bize bazı vazifeler veriyor. Bu vazifeleri yerine getiren kullarını mükâfatla müjdeliyor, yapmayanları ise acı bir azapla uyarıyor. İşte bu durum bizde “havf” ve “recâ”ya sebep oluyor. Yani hem korkuyor hem ümit ediyoruz.

Reca ümit; havf da korku kelimesinin karşılığıdır. Reca, bir şeyde son derece istekli ve ümitli olmaktır. Bunun karşısında olan havf ise bir şeyden son derece çekinmektir.

Ümit ve korku hali, mümin için vazgeçilmez iki güzel denge ahlâkıdır. Bu sayede Hak yolunda yol alınır, amel yapılır, ameller korunur. Hak Tealâ şöyle buyurmuştur:

“Onlar, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler.” (Secde16)

“Onlar ahiretten çekinir ve Rabbinin rahmetini umarlar.” (Zümer, 9)

Mümin daima korku ve ümit arasında bulunmalıdır. Çünkü fazla korkudan ümitsizlik, korkusuz ümitten de gaflet doğar. Mümin, Rabbinin büyüklüğünü ve azabının çetinliğini bilerek O’ndan korkar. Yani Allah’tan en çok korkan, O’nu en çok bilendir. Bu sebeple Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz; “Allah’a yemin ederim ki, Allah’tan en çok korkanınız, O’ndan en fazla sakınanınız benim.” buyuruyor. (Buharî; Müslim vd.)

Cenab-ı Hak da buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Kulları içinde Allah’tan ancak alimler korkar.” (Fâtır, 28)

Görülüyor ki, ilahî bilgi arttıkça kalbe düşen korku da çoğalıyor. Fakat ümitle dengelenen Allah korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, geçmişi telafi için taat ve ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevk ve teşvik eder. Bunun için büyükler demişlerdir ki: “Herkes korktuğunda kaçar. Yalnız Allah’tan korkan O’na yaklaşır.”

Rasulullah s.a.v. Efendimiz, ölüm halinde bulunan bir gencin yanına gitti. Gence:

– Kendini nasıl buluyorsun, diye sordu. Genç:

– Allah Tealâ’nın rahmetini umuyorum. Günahlarımdan da korkuyorum, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:

– Bir kulun kalbinde bu ikisi bir araya gelirse, Allah Tealâ o kula umduğunu verir, korktuğundan emin kılar, buyurdu. (Tirmizî; İbn Mace)

Hz. Ali r.a. oğullarından birine şöyle nasihat etmiştir:

“Oğlum! Bütün hayır ve taatler senin olsa, bunların seni kurtaramayacağı korkusuyla Allah Tealâ’dan kork! Dünyadaki bütün günahlar senin olsa bile, Allah Tealâ’nın onları af ve mağfiret edeceği ümidiyle de Allah Tealâ’dan ümitli ol!”

Hz. Ömer r.a. şöyle derdi:

“Semadan birisi, ‘Ey insanlar, bir kişi hariç hepiniz cennete gireceksiniz!’ demiş olsaydı, o bir kişinin kendim olmasından korkardım. Yine semadan birisi, ‘Ey insanlar, bir kişi hariç hepiniz cehenneme gireceksiniz’ demiş olsaydı, cehenneme girmeyecek olan o tek kişinin ben olacağımı ümit ederdim.”

Ebu Ali Ruzbarî k.s. şöyle demiştir:

“Havf ve reca bir kuşun iki kanadı gibidir. İkisi birden bulunursa hem kuşun kendisi, hem de uçuşu düzgün olur. Kanatların birisi bulunmazsa, kuş da, uçması da eksik olur. Kanatların ikisi de bulunmayan kuş ölüme terk edilmiş olur.”

Rivayet edildiğine göre Lokman a.s. oğluna şöyle demiştir:

– İmtihanından emin olmayacak bir şekilde Allah’tan kork. Fakat Allah’ın rahmetine olan ümidin korkundan daha çok olsun.

Oğlu:

– Baba, bunları nasıl yapabilirim ki? Benim tek kalbim var, deyince Hz. Lokman:

– Sen müminin iki kalp sahibi olduğunu bilmiyor musun? Birisi ile Allah’tan korkar, diğeri ile O’na ümit bağlar, dedi.

Ebu Osman Mağribî k.s. da şöyle der:

“Kendini hep ümitle meşgul eden tembelleşir, amelsiz kalır. Kendini sürekli korku ile meşgul eden de ümitsizliğe düşer. Bu sebeple insan hem ümit hem korku ile meşgul olmalıdır.”
İbn Vefa k.s. şöyle derdi:

“Allah Tealâ’nın merhameti vardır diyerek isyana kalkışma. Kahrından korkarak da ümitsizliğe düşme.”

Ebu’l-Kasım Nasrabadî k.s., havf ve recanın kula menfaatini şöyle izah etmiştir:

“Ümit hali insanı ibadet ve taat yapmaya sevkeder. Korku hali de, insanı günah işlemekten uzaklaştırır.”

Ümit ve boş temenniler:

Reca, yani ümit halinde olmak, ebedi hayata dair amelsiz dilek ve beklenti içinde olmak değildir. Ümit ile dilek/temenni arasında fark vardır. Boş temenni ciddiyetsizliktir, bir şey sağlamaz, gayret yoluna sevk etmez. Ümit sahibi ise tam aksine hareket eder. Ulaşmak istediği şeyin gereği olan çaba ve gayreti gösterir.
Ümitle boş hayali de birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü ümit, işin gereğini ve elden geleni yaptıktan sonra güzel sonucu beklemek, hayırlara ulaşmayı ummaktır. Boş hayal ise lazım olan hiçbir şeyi yapmadan güzel sonuçlar elde edeceği düşüncesiyle avunmaktır. Elindeki buğdayı tarlaya ekmeden mahsul beklemeye benzer.

İbadet ve tövbeyi ileride yaparım, nasıl olsa Allah beni de affeder, cennette bana da bir yer bulunur diyerek Allah’a kullukta gevşek davranmak, nefsin keyfine göre yaşamak büyük bir aldanış, boş bir bekleyiştir. Bu şeytanın aldatmasıdır. Nitekim Allah Rasulü s.a.v., güzel işleri ileride yaparım diyenlerin pişman olacakları uyarısında bulunmuştur:

“Akıllı kimse, nefsine hakim olup ölümden sonrası için amel edendir. Aciz ve ahmak kimse ise nefsinin keyfine göre yaşayıp Allah’tan güzel şeyler bekleyendir.” (İbn Mace; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-Ummâl)

Gençlikte korku, yaşlılıkta ümit:

Ebu Talib el-Mekkî k.s. hazretleri şöyle buyurur: “Müminin yaşadığı sürece korku içinde bulunması, ölüm gelip çatınca ümit halinde olması daha faziletlidir.”

Fudayl b. İyaz k.s. demiştir ki: “İnsan sıhhatli olduğu zaman korku ümitten daha faziletlidir. Fakat kendisine ölüm geldiği zaman ise ümit korkudan daha faziletlidir.”

İmam Rabbanî k.s ise şöyle demiştir: “Korku, gençlikte, ümit ise ihtiyarlıkta daha fazla olmalıdır.”

Ümitli olmak gerektiğinin en büyük işareti tövbedir. Tövbe kapısı her zaman ve herkes için açıktır. Yüce Mevlâ tövbe kapısını açmış ve tövbe etmenin yolunu kullarına göstermiştir. Ve bu kapı son derece geniştir. Nitekim Rasulullah s.a.v. Efendimiz şöyle buyurur:

“Batı tarafında bir kapı vardır. Bu kapının genişliği – binekli bir kimsenin yürüyüşüyle- kırk veya yetmiş senedir. Allah o kapıyı yer ve gökleri yarattığı gün yarattı. İşte bu kapı, güneş batıdan doğuncaya kadar tövbe için açıktır.”

Kişi son nefesini verinceye veya kıyametin en büyük alameti olan güneşin battığı yerden doğmasına kadar hayatta kaldığı müddetçe Allah’ın tövbe kapıları açıktır.
Büyük sahabi Abdullah b. Mesud r.a. şöyle demiştir:

“Cennetin sekiz kapısı vardır. Tövbe kapısı hariç diğerleri bazen açılır bazen kapanır. Tövbe kapısının önünde görevli bir melek vardır, onun kapanmasına imkan vermez. Bu bakımdan umutsuzluğa kapılmayın, dua edin.”

Tövbe, Allah Tealâ’nın kullarına bir rahmetidir. Küfür ve şirk dahil her günahın tövbesi vardır. Kul hangi günahı işlerse işlesin, onun için tövbe kapısı açıktır. Hiç kimse bu kapıyı kapatamaz ve insanı tövbe nimetinden mahrum edemez. Bu kapıdan pişmanlık duyarak, Allah’tan korkarak, O’nun rızasını arayarak, kul olduğunu anlayarak kim girerse tövbesi kabul olur, günahları affedilir hatta sevaplara dönüştürülür.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, adam öldürmekten hırsızlığa varıncaya değin tüm günahlardan tövbenin geçerli olacağı hususunda söz birliği etmişlerdir. Nitekim Tabiîn’in büyüklerinden Mesruk rh.a.’e sorulur:

– Bir mümini öldüren tövbe edebilir mi?

Şöyle cevap vermiş,

– Allah’ın açtığı bir kapıyı ben kapatamam!

İmam Malik’e rh.a.’e soruldu:

– Kendisini öldüren, yani intihar eden kimse için kabul olan herhangi bir tövbe var mıdır?

O da benzer cevabı verdi:

– O Allah’ın açtığı bir kapıdır. Ben onu asla kapatamam!

Yer dolusu günahla gelse:

Bir kudsî hadiste Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Kulum yeryüzü dolusu günahla bana gelse, ben de yeryüzü dolusu afla onu karşılarım. Yeter ki bana hiçbir şeyi ortak koşma hali içinde gelmesin.” (Müslim; İbn Mâce; Ahmed b. Hanbel)

Bir diğer kudsî hadiste şöyle rivayet edilmiştir:

“Kul, birçok günah işlese ve günahları gök boşluğunu dolduracak dereceye varsa bile benden mağfiret dilediği ve affımı umduğu müddetçe onu affederim.” (Tirmizî; Ahmed b. Hanbel)

Bir diğer hadiste şöyle rivayet edilmiştir:

“Kul günahlarından tövbe ettiği zaman Allah meleklerine ve günahın işlendiği yerlere onun günahlarını unutturur ve günahlarını hasenata çevirir. Öyle ki kul kıyamete geldiğinde yaptığı kötülüklere şahitlik edecek hiçbir şahit kalmaz.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummal)

Allah’ın rahmeti sonsuz:

Ayet ve hadislerde yüce Allah’ın sonsuz rahmetine güvendiren, kalbi rahatlatan, imanı kuvvetlendiren ve insanı ümitlendiren pek çok müjde vardır:

“Allah kullarına bol ihsanda bulunandır, O dilediğini rızıklandırır.” (Şura, 19)

“Allah, müminlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzab, 43)

“De ki: Ey (günah işlemekte) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 53)

Allah Rasulü s.a.v. bu ayet-i kerimeyi okuduğunda; “O günahın çokluğuna aldırış etmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” buyurmuştur. (Tirmizî)

Efendimiz s.a.v. devamlı olarak ümmeti için dua ediyordu. Nihayet Allah Tealâ kendisine şöyle vahyetti:

“Hiç şüphesiz Rabbin insanların kötülüklerine karşı çok mağfiret sahibidir” (Ra’d, 6)

“Hiç şüphesiz Rabbin sana istediğini verecek ve sen razı olacaksın.” (Duhâ, 5) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir:

Allah Rasulü s.a.v., ümmetinden tek kişinin bile cehenneme gitmesine razı olmayacaktır.

O cömertlerin en cömerdi:


Enes b. Malik r.a. rivayet ediyor:

Bedevî bir adam, Hz. Peygamber s.a.v.’e gelerek;

– Ey Allah’ın Rasulü, mahlukatın hesabını kim görecek, diye sordu. Allah Rasulü s.a.v.:

– Allah Tealâ görecektir, buyurdu. Bedevî:

– Bizzat kendisi mi görecek, diye tekrar sordu. Allah Rasulü s.a.v.:

– Evet, kendisi görecek, buyurdu. Bunun üzerine adam tebessüm etti. Allah Rasulü s.a.v.:

– Niye güldün, diye sorunca bedevi:

– Kerim ve cömert olan zat gücü yettiğinde affeder; hesaba çektiğinde müsamaha gösterir, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:

– Bedevî doğru söyledi. Dikkat ediniz, Allah’tan daha çok kerem (cömertlik ve iyilik) sahibi yoktur. O cömertlerin en cömerdidir, buyurdu ve şunu ekledi: “Bedevi fakih oldu (meseleyi kavradı.)” (İbn Ebi’d-Dünya)

Bir diğer hadiste de şöyle buyrulmuştur:

“Eğer hiç günah işlemeseniz, Allah günah işleyen bir kavim yaratır, daha sonra kendilerini affeder.” (Tirmizî; Beyhakî)

‘Hakkında böyle düşünmüştüm’

Yahya b. Eksem hazretleri vefatından sonra rüyada görüldü ve Rabbi tarafından nasıl bir muamele ile karşılandığı sorulunca şunları anlattı:

“Allah beni huzuruna aldı ve:

– Ey kötü ahlâklı ihtiyar! Sen şunu, şunu yaptın, dedi. Bunun üzerine beni öyle bir korku sardı ki şiddetini ancak Allah bilir. Ben:

– Ya Rabbi, bana senin hakkında böyle bahsedilmedi, dedim.

– Peki, hakkımda nasıl bahsedildi, diye sordu. Ben:

– Bize Abdurrezzak Mamer’den, o Zührî’den o da Enes b. Malik’ten, o da Peygamberin Hz. Muhammed s.a.v.’den, o da Cebrail’den, o da yüce Zatınızın şöyle buyurduğu nakledildi: “Kulum benim hakkımda nasıl düşünürse ben kendisine ona göre muamele ederim. Artık hakkımda istediğini düşünsün.” Ben senin bana azap etmeyeceğini düşünmüştüm, dedim. Bunun üzerine Allah Tealâ:

– Cebrail doğru söyledi, Peygamberim doğru söyledi, Enes doğru söyledi, Zührî doğru söyledi, Mamer doğru söyledi, Abdurrezzak doğru söyledi, sen doğru söyledin, buyurdu.
Bunun üzerine bir örtü içine sarıldım, güzel elbiseler giydirildim, cennete doğru önümden hizmetçiler yürüdü. Ben bunu görünce:

– Allahım bu ne güzel sonuç, ne büyük sevinç, dedim.

Allah kendisinden korkmayı emrediyor:

Rahman ve Rahim olan, tövbeleri kabul eden, affeden Yüce Mevlâ, kullarının isyana kalkışmamaları için kendisinden korkulmasını emrederek şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Herkes yarın için önden ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr, 18)
Bu emir Kur’an’ın sayısız ayetinde yer alır. Bu ayetlerden birkaç tanesi şöyledir:

“… Allah’tan korkun ve bilin ki Allah, muhakkak cezası pek çetin olandır.” (Bakara, 196)

“…Allah’tan korkun ve bilin ki hepiniz O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Bakara, 203)

“… Allah’tan korkun. Bilin ki Allah her şeyi bilendir.” (Bakara, 231)

“… Allah’tan korkun. Bilin ki Allah yaptıklarınızı görendir.” (Bakara, 233)

Kalpte korku olunca:
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (Hucurat, 13)

İlahî korku, ilim makamından bir haldir. Yüce Allah müminlere ayrı ayrı verdiği vasıfları, havf sahiplerine bir arada vermiştir. Bunlar hidayet, rahmet, ilim ve ilahî rızadır. Bu sayılan şeyler cennet ehlinin makamlarıdır. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.” (A’raf, 54)

“Allah kendilerinden hoşnut olmuş, olanlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Bu müjde Rabbinden korkanlar içindir.” (Beyyine, 8)

“Kulları arasında Allah’tan (gereğince) ancak alimler korkar.” (Fâtır, 28)

Yüce Allah, müttakilere (Allah’tan korkanlara, sakınanlara) dünyada özel olarak tasdik ve hakka şahitlik makamını verdiği gibi, ahirette de kendilerine Refik-i Âlâ’yı verecektir. Bu anlattığımız nübüvvetten bir makamdır. Çünkü müttakiler ilim ehli olduklarından peygamberlere vâristirler. Bu sebeple de onlarla beraberdirler. Hak Tealâ bu beraberliği şöyle belirtmiştir:

“İşte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlih kişilerle beraberdir.” (Nisa, 69)

Allah’ın azabından korkmak:
Allah’ın tehdidi, kendisine iman etmeyen, itaat etmeyen, kendi rızasını gözetmeyen, emir ve yasaklarını tanımayanlar için vaad ettiği sonsuz bir azaptır. Bunun yeri de cehennemdir. Mümin, bu dünyada hiç kimsenin Allah’ın azabından emin olamayacağını çok iyi bilir. Bu yüzden Allah’ın, inkârcılara vaad ettiği cehennemdeki dayanılmaz ve sonsuz azaba düşmekten korkar. Müminlerin bu ruh hali Kur’an’da şöyle tarif edilir:

“Onlar ceza gününü tasdik eden kimselerdir. Onlar Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü Rablerinin azabından emin olunamaz.” (Mearic, 26-28)

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de insanları cehennemden sakındırmak için pek çok uyarı ve hatırlatmalarda bulunmuştur. Belki korkup sakınırlar diye inkârcıları ahirette karşılaşacakları azapla tehdit etmiştir:

“Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini, hem ailelerini hüsrana uğratanlardır. Dikkat edin, işte apaçık hüsran budur.Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da tabakalar vardır. İşte Allah kendi kullarını bununla tehdit edip korkutuyor. Ey kullarım, öyleyse benden sakının!” (Zümer, 15-16)

Hak Tealâ insanları gerek ayetleriyle, gerek elçileri aracılığıyla, gerekse yaşattıkları olaylarla kendisinden sakındırır. Onlara çağrıda bulunur, azabıyla korkutur. Müminler içleri titreyerek Allah’tan korkarlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor:

“Müminler Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal, 2)

Müminler Kur’an-ı Kerim’i okurken cehennemle ilgili ayetlerin hepsini tek tek kendileri için hissederek düşünürler. Zira Kur’an ayetlerinde Allah’ın sürekli müminlere hitap eden uyarı ve korkutmaları yer alır; inkârcılar ise zaten Allah’ın kitabını okumazlar, okusalar da gereği gibi kavrayamazlar.

Allah’ın affı ile aldanmak:

Bizlere dinimizi yaşamada birer örnek olan Allah dostları, hiçbir zaman Allah Tealâ’nın affına güvenip salih amelleri bırakmamış, aksine ibadet için bütün güçlerini seferber edip, ardından amellerine değil Allah’ın lütfuna güvenmiştirler.

Süfyan-ı Sevrî k.s. şöyle demiştir:

“Kurtuluşu en çok umulan kişi, nefsi hesabına en çok korkanlardır. Görmüyor musunuz? Yunus a.s. toplumu aleyhinde yaptığı bedduadan dolayı Allah’ın kendisine azap etmeyeceğini düşününce, Allah Tealâ derhal onu balığın karnına atmakla cezalandırdı.”

Said b. Cübeyr r.a.’a:

– Allah ile mağrur olmak ne demektir, diye sorarlar. Cevap verir:

– Kulun isyanını sürdürüp, ardından Allah’tan mağfiret beklemesidir.

Hasan-ı Basrî k.s. der ki:

“Bazı insanlar Allah’ın mağfiretine bel bağladıklarından, iyi amellerden mahrum olarak dünyadan ayrıldılar. Hatta bunlardan birisi, ‘Yüce Rabbim hakkında güzel zan sahibiyim, bu bakımdan amelim azmış, aldırmam.’ der. Bu kişi samimi değildir. Gerçekten bu kimse Rabbi hakkında güzel zan sahibi olsaydı güzel ameller yapardı.”

Meyseretü’l-Âbid çokça mücahedesinden dolayı bir deri bir kemik kalmış, kaburgaları çıkmıştı. Kendisine:

– Allah’ın rahmeti geniştir, denildiğinde bu sözü söyleyeni azarlar ve derdi ki:

– Bu doğrudur. Eğer O’nun rahmeti olmasaydı günahlarımızdan geçtik, ibadetlerimizdeki kusurlarımız yüzünden helak olurduk.

İmanın göstergesi:
Sonuç olarak havf ve reca, yani korku ve ümit hali, bir inanç meselesidir. Aynı zamanda imanın göstergesidir. Zira iman, ancak Allah’ın rahmetine güvenmek ve ilahî korku ile sahih olur. Hangisi kalpten çekilse küfre düşme tehlikesi belirir. Allah’tan korkmayan insan isyan yolunu tutar, bu yolun sonu ise küfre çıkar. Ümidin azalması da her şeyi anlamsızlaştırır, bu da imandan eder.

İnsan kendi varlığının şuuruna erer ermez Allah’ı arar. O’nu bulunca da hep Allah inancı ve bilinciyle yaşar. Bunun için iman bütün zorluklara karşı insanın tek gerçek güvencesi, umudu ve sevincidir.

İşte insan bu imanı sayesinde ve ölçüsünde Allah’tan ümit eder, O’nun rahmetine ve sonsuz nimetlerine kavuşmak için özlem duyar. Zira Allah, iman edenlere hem bu dünyada kalp huzuru, hem de ahirette çok büyük güzellikler vaad etmiştir. Mümin de Allah’a olan güveni, yakınlığı, teslimiyeti ve samimiyeti derecesinde bu nimetlere kavuşmayı ümit eder.


Korktu ve Kurtuldu:


Ebu Hüreyre r.a. anlatıyor:

Rasulullah s.a.v. şöyle buyurdu:

“Bir adam vardı, (günah işleyerek nefsine zulmetmekte) çok ileri gitti. Ölüm gelip çatınca oğullarına:

– Ben ölünce cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgâra saçın. Allah’a yemin olsun, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azabı verir, dedi.

Ölünce bu söylediği yapıldı. Allah da yere emrederek, ‘Sende ona dair ne varsa bana toplayıver!’ dedi. Yeryüzü de topladı. Allah Tealâ adama:

– Sen böyle bir vasiyeti niye yaptın, diye sordu. Adam:

– Senden korktuğum için ey Rabbim, cevabını verdi. Bunun üzerine Allah Tealâ onu affetti.”


‘Ümit Hadisleri Oku!’


Süleyman Teymî hazretleri vefat edeceği zaman oğluna: “Bana ilahî rahmeti ümitlendiren hadisler oku. Ki böylece Yüce Allah’a güzel zan içindeyken kavuşayım.” demiştir.

Aynı şekilde Süfyan-ı Sevrî hazretleri de ölüm döşeğinde yatarken etrafında toplanan alimler, kendisine Allah’ın rahmetini ve O’na güvenmesini anlatıyorlardı.

Ahmed b. Hanbel rh.a. de ölüm esnasında oğluna: “Bana Allah’ın rahmetine güvendiren ve Allah’a karşı güzel düşünmeyi öven hadisleri anlat.” demiştir.


Vah Günahlarım!


Rivayet edildiğine göre Hz. Ali r.a., günahlarından korkup ümitsizliğe düşen birine:

– Seni bu hale düşüren nedir, diye sordu. Adam:

– Büyük günahlarım, diye cevap verdi. Hz. Ali r.a.:

– Hay yazık sana! Allah’ın rahmeti senin günahlarından daha büyüktür, dedi. Adam:

– Benim günahlarım hiçbir şeyin temizlemeyeceği kadar büyük, dedi. Hz. Ali r.a.:

– Hayır! Asıl senin Allah’ın rahmetinden ümidini kesmen, işlediğin günahlarından daha büyük, dedi.

S. Önlüer

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Mart 2014 Perşembe

298.İCMALİ ve TAFSİLİ İMAN

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İmanla ilgili yazılar bitmedi,bitmeyecek. İman ve doğru itikad çok önemli bu yüzden bunu kendime sürekli hatırlatıyorum ve paylaşıyorum:


İman, inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî iman olmak üzere ikiye ayrılır:

a) İcmâlî İman

İman esaslarına (inanılması gereken şeylere) topluca inanmak. Kelime-i Tevhîd denilen, “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah” (Allah'tan başka ilâh yoktur, Hz. Muhammed (s.a.v.) O'nun Rasûlüdür) diyen kişi, “icmalî iman” ile inanmış demektir.

Yahut da Kelime-i şehâdet denilen “Eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammed abdühû ve Rasûluh” (Ben, Allah'tan başka bir ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik ederim) diyen ve buna gönülden, bütün samimiyeti ile inanan kişi “icmalî iman” ile mü'min olmuş olur.

Kelime-i Tevhîd veya Kelime-i Şahâdeti (yahut da her ikisini birden) dili ile söyleyen ve kalbi ile de tasdik eden kişi, imanın şartları (Âmentü esasları) olarak bildiğimiz altı esasa da inanmış demektir. İşte bu imana “icmalî iman” denilir.

Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için, ilk önce Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şahâdeti inanarak söylemesi gerekir. Çünkü bunlar, İslâm dininin temel direği sayılır. Gerçekten Allah Teala'nın birliğine ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna inanan bir kişi, hiç tereddütsüz diğer iman esaslarını da kabullenir. Zaten diğer iman esaslarını da, Yüce Rabbimiz Peygamber Efendimiz vasıtası ile bize bildirmiştir.

Buna göre, Allah'a ve Peygamberine inanıp da, peygamberinin getirdiği diğer esaslara inanmamak söz konusu olamaz. Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şahâdet, İslâm'ın anahtarı durumundadır. Bunları benimseyen yani icmalî îmanda bulunan kişi, eline anahtarı alıp İslâm'ın kapısını açmıştır. Nasıl ki binanın kapısından içeri giren kişinin daha sonra yapacağı iş, binayı tanımak olursa, İslâm'a icmalî imanla girmiş bir kişinin ondan sonra yapacağı iş de, gerek îmanın diğer esaslarını ve gerekse İslâm'ın şartlarını öğrenmek ve öğrendiği ile amel etmek olacaktır.


b) Tafsîlî İman

Mutlak iman'ın rükünleri ve temel esasları olduğu gibi, “Tafsilî İman”ın da rükünleri, temel esasları ve dereceleri vardır. Bunların her biri hakkındaki bilgiye ve tasdikin mahiyetine/niteliğine göre, Ehl-i Sünnet âlimleri, “Tafsilî İman”ın üç derecesi olduğunu söylemişler, herbirinin temel esaslarını ve özelliğini beyan etmişlerdir.

Tafsilî imanın birinci derecesi, şu üç büyük temel esasa inanmaktır:
1) Allah Teâlâ'nın varlığına-birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mâbud olduğuna, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna…

2) Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allah Teala'nın kulu ve son peygamberi (Hâtemü'l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere ve topyekün insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine…

3) Ölümden sonra dirilmenin (bâ'sü bâ'de'l-mevt), Ahiret’in, yani “ikinci hayat”ın, “Ahiret ahvâli” denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerın hak ve gerçek olduğuna yakînen (kesin olarak) inanmaktır.

Tafsilî imanın ikinci ve daha yüksek derecesi; “Âmentü”de ifadesini bulan ve her Müslümanın şeksiz-şüphesiz inanması gereken altı iman esasına inanmaktır. Bunlar; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kaza ve Kadere (hayır ve şerrin Allah'dan, O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar; Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok âyet-i kerimede bazen birkaçı, bazen hepsi bir arada beyan edilmiştir. “Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitab'a iman edin. Kim; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa düşmüştür.” [Nisâ suresi, 136] Ayrıca bkz. Bakara suresi, 177, 185. Kaza ve kadere iman ise, Allah'a ve mukaddes sıfatlarına (özellikle hayat, ilim, irade, kudret, kelâm ve tekvin sıfatlarına) imanın tabii bir neticesidir. [Bkz. Kamer suresi, 49; Furkan suresi, 2; Fussilet suresi, 12; Hadid suresi, 22; Tevbe suresi, 51] 

Hz. Ömer’in (r.a) Peygamberimiz’den (s.a.v.) naklettiği meşhur “İman, İslâm ve İhsan “ hakkındaki Cibrîl hadisinde, kaza ve kadere iman ayrıca zikredilmişti. Bu meşhur hadise göre “İman nedir?” sorusuna cevaben Peygamberimiz (s.a.v.) iman esaslarını; “Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın da, şerrin de Allah'dan olduğuna inanmaktır” diye açıklamıştır. Bu hadis, Sünen-i Ebî Dâvud hariç Kütübü Sitte'de (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce) mevcut olup, hadis ilminde tevâtür derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan İslâm âlimlerince kaza ve kadere iman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yer almıştır.

Kur'an'a, Sünnete göre ve İslâm âlimlerinin icmâına nazaran, İslâm'da iman esaslarının birincisi,Allah Teâlâ'ya imandır. Çünkü diğer esaslara iman, önce bu ana esasa inanmaya bağlıdır. Ancak, Allah'a iman etmek; yalnız Hak Teâlâ'nın yüce Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda o ilâhî varlığın Zâtı hakkında vâcip (zarûrî) olan Kemâl Sıfatları ile, yüce Zâtının vasfedilmesi imkânsız olan noksan sıfâtları ve Zât-ı İlâhisi hakkında inanılması câiz olan sıfatları icmalî veya tafsilî olarak bilmek ve onlara inanmakla olur. “Allah Teâlâ'ya İman” sözünden maksat işte budur.

İslâm'da iman esaslarından ikincisi; Allah Teâlâ'nın melekleri olduğuna inanmaktır. Melekler, Hak Teâlâ'nın kelâmı olan vahy-i ilâhiyi, Allah'ın peygamberlerine, semavî âlemden, insanlık âlemine nakleden Allah elçileri, bu âlemin nizamını sağlayan ilâhî vasıtalar, nuranî varlıklardır. O halde, vahy-i ilâhiye ve peygamberlere inanmak, ancak meleklere inanmakla olur. Diğer bir tabirle; peygamberlere inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına inanmak gerekir. Bu bakımdan, meleğin varlığına iman, peygamberliğe de iman demektir. Meleği inkâr ise, peygamberliği de inkâr manasına gelir. İşte bu sebepledir ki, meleklere iman, iman esasları sıralamasında Allah'a imandan sonra hemen ikinci sırada yer almış, daha sonra da, kitaplara ve peygamberlere iman etmek zikredilmiştir. “Peygamber, Rabbi tarafından indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar. Her biri, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar.” [Bakara suresi, 285]

Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde meleklerin, diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat canlı varlıklara mahsus olan yeme-içme, uyuma, evlenme gibi hallerden uzak, erkeklik ve dişilikle vasıflanmayan nuranî ve lâtif varlıklar olduğu… Kendilerine verilen büyük işleri yapmaya… En kısa zamanda, en uzak mesafeleri katetmeye… Diledikleri şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ'nın mükerrem kıldığı şerefli yaratıkları oldukları beyan olmuştur. Bu bakımdan melekler, itibarî birer varlık olmayıp, Hak Teâlâ'ya asla isyan etmeyen, O'nun emirlerini bıkmadan-usanmadan ve noksansız yerine getiren, nûranî, masum (günahsız) ve mükerrem kullardır: “...Onlar, Allah'ın emirlerine isyan edip karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar” [Tahrim suresi, 6; Enbiyâ suresi, 26]

Semavî kitapların hepsine inanmak, iman esaslarındandır. Cenab-ı Hakk’ın insanlar arasından seçtiği “Nebî ve Rasûl” lere, yalnız kendi milletlerine veya bütün insanlara tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ “İIâhî Kitaplar” indirmiştir. Bu kitaplar, lâfız ve mana bakımından Allah Kelâmı olup, her şeyden önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel yollara sevketmek suretiyle hakka ve ilâhi hidayet nuruna kavuşturmak için indirilmiştir. O halde “Mukaddes Kitapları” beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri onlara bildirmek için peygamberlere, peygamberlik iddiasında olan bir zâtı Allah'ın Rasûlü olarak kabul edebilmek için de, kendine vahyedilen ya da kendinden önceki peygambere indirilen bir kitap veya suhufa ihtiyaç vardır. Bu sebepledir ki; mü'min bir Müslüman olabilmek için, Allah'a ve meleklerine imandan sonra, ilâhî kitaplara ve peygamberlere iman etmek şarttır. Peygamberlere niçin bir kitap veya suhuf verildiği şu ayet-i kerimede beyan edilmektedir:

“...İnsanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hükmetmek için peygamberlerle beraber hak (ve gerçek) kitaplar da indirildi.” [Bakara suresi, 213] 

Kendisine müstakil bir kitap veya suhuf verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilen ilâhî kitap veya suhufa tabi olmuşlar, kendi milletlerine onun hükmünü talim ve telkin etmekle emredilmişlerdir. O bakımdan İslâm dini, yalnız Kur'an-ı Kerim’e değil, daha önce dünya milletlerine indirilen Mukaddes Kitaplar’ın hepsine (asıllarına) iman etmeyi emretmekte, bütün ilâhi kitap ve suhufa inanmayı, iman esaslarından saymaktadır. Ancak bu kitap ve suhufun tamamının isimleri ayrı-ayrı zikredilmediğinden, bunlardan, Kur'an'da isimleri zikredilen mukaddes kitaplara ayrı-ayrı inanmak, her birinin Allah kelâmı olduğunu kalp ile tasdik etmek lâzımdır. 

Bu kitaplar;

Musa aleyhisselâma indirilen Tevrat, Dâvud aleyhisselâma indirilen Zebur, İsâ aleyhisselâma verilen İncil ile, Peygamberimiz Hz. Muhammed ‘e (s.a.v.) indirilen en son ve en mükemmel ilâhi kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Ayrıca yüz Suhuf, sahifeler halinde indirilmiştir. Sahih hadislere göre bunlardan 10 adedi Hz. Âdem'e, 10 adedi Hz. İbrahim'e, 50 adedi Hz. Şit'e ve 30 adedi de Hz. İdris aleyhimüsselâm'a verilmiştir. Bu sebeple, tafsilî olarak, bütün peygamberlere indirilen “İlâhi Kitaplar'ın ve Suhuf”un tamamına inanmak her Müslümana farzdır.

Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok ayete ve Peygamberimizin (s.a.v.) hadislerine göre, İslâm'da İman esaslarından biri de; Allah Teâlâ tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlere iman etmektir. Hz. Âdem'den (a.s.), Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanmak, iman esasları arasında mühim bir rükündür. Çünkü, ilâhî kitapları insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygamberlere iman edilmeden, mukaddes kitaplara iman etmek mümkün değildir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere iman, onlara vahyolunan kitaplara imanla birlikte zikredilir. [Bkz. Bakara suresi, 177, 285; Nisâ suresi, 136]

Gerçek şudur ki; peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olamaz. Çünkü peygamberler Hak Teâlâ'nın, insanları irşad için gönderdiği birer Nebi ve Rasûl olarak, ilâhî hükümleri yalnız tebliğ etmekle kalmazlar, aynı zamanda bu hükümleri bizzat tatbik eder ve günlük hayatımızda nasıl uygulanacağını gösterirler. Peygamberler, özünde ve sözünde doğru/sadık; her zaman dürüst, emin, iyi ve güzel birer örnek oldukları için, insanlara tesir eder, onlara iman aşılar, peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklik yaparlar. Bu bakımdan manevî bir hediye ve ilahî bir mevhibe olan peygamberlikten hiçbir millet mahrum bırakılmamıştır.

 Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de: “...Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (yani bir peygamber) gelip geçmiş olmasın.” [Fâtır suresi, 24]

“Her milletin bir peygamberi vardır” [Yunus suresi, 47]buyurulmuştur.

 Kur'an-ı Kerîm Müslümanlara, yalnız ahir zaman nebîsi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) değil, dünya milletlerine gönderilen bütün peygamberlere de iman etmeyi emretmiştir. [Bkz. Bakara suresi, 136]

Bu esasa göre Müslümanların, Kur'an-ı Kerîm'de adları zikredilen peygamberlerin her birine ayrı-ayrı inanmaları, ayrıca adları bildirilmeyen diğer peygamberlere de toplu olarak iman etmeleri gerekir. Nitekim Allah Teâlâ: “Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik” [Nisâ suresi, 164; Mü'min suresi, 78] buyuruyor. Hz. Adem’den Peygamber Efendimize kadar bir rivayete göre 124 bin, diğer bir rivayete göre ise 224 bin peygamber gelmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de bunlardan yalnız 28 peygamberin adı geçmektedir ki, her birine iman gereklidir. Bunlar; Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, İlyesa, Zekeriyya, Yahya, İsâ, Üzeyir, Lokman, Zülkarneyn ve Hz. Muhammed Mustafa’dır (Salavâtallâhi ve selâmuhu aleyhim ecmaîn).

İslâm'a göre insanlara gönderilen ilk peygamber Âdem (a.s.), topyekün insanlık âlemine ve cinlere gönderilen peygamber ise, Rasûlümüz Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik” [Sebe suresi, 28] O “Hâtemü'l-Enbiyâ”dır, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur. Peygamberlik onunla son bulmuştur. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Ehl-i Sünnet’e göre peygamberlerin adedi şu kadardır diye sınırlamamak daha doğrudur. Aksi halde, peygamberlerin adedini artırmak veya eksiltmek gibi bir hataya düşmek ihtimali vardır. Bu ise asla doğru olmaz. [Bkz. Seyyid Ali el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III,182-190; Sadeddin et-Taftazanî, Şerhu'l-Makâsıd, II, 128-129]

Ahiret'e, ikinci hayata, bâ'sü bâ'de'l-mevte ve Ahiret ahvaline yakînen iman, İslâm'da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür. Ahiret; ölümden sonra başlayacak olan yeni ve sonsuz (ebedî) bir hayattır. Bu hayat, “Berzah hayatı” denilen kabir hayatı ile başlar. Yani kabir, Ahiretin ilk merhalesi ve ilk durağıdır. Sonra zamanı gelince, Allah Teâlâ'nın emir ve iradesiyle bu dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok edilecek, “Kıyâmet” kopacak, yeni ve sonsuz bir âlem kurulacaktır. Bütün ölüler o gün ruh ve cesetleriyle birlikte diriltilecek ve “Mahşer”de toplanarak Allah'a hesap vereceklerdir. Ameli iyi (salih) olanlar, “Sırat”ı geçerek “Cennet”e, kötü olanlar ise geçemeyerek “Cehennem”e gireceklerdir. Bütün bunlar ve din günündeki diğer hadiseler, Ahiret hayatını teşkil eder. Ahiretin bu safhası, ölümsüz ve sonsuz (ebed) bir hayattır. Dinî ıstılahta “Ahiret Günü” denince; “İsrâfil’in (a.s.) Allah Teâlâ'nın emriyle kıyâmeti ilan eden ‘Sûr’a üflediği ‘Birinci nefha’dan, ölülerin dirilmesini (Ba'su ba'del mevti) sağlayan ‘İkinci nefha’ya ve ‘Mahşer’de ‘Hesap ve Kitap’tan sonra, Cennet ehlinin Cennete, Cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman, diğer bir görüşe göre, İkinci nefha’dan başlayıp, sonsuz olarak devam edip giden zaman (ebedî hayat)” anlaşılır. O halde “Kıyâmet”, İsrafil (a.s.)'ın “Sûr'a üfürmesi”, bütün insanların yeniden (ruh ve cesetle) dirilmesi (bâ'sü bâ'de'l-mevt), “Mahşerde toplanması”, herkese “kitab”ının (yani dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlere ait “amel defteri”nin) verilmesi, amellerinin ilâhî “Mizan”da tartılması, herkesin dünyada yaptıgı işlerden “Hesab”a çekilmesi, “Şefaat”, Sırat”, “Cennet” ve “Cehennem”... Bunların hepsi, Ahiret gününün hadiseleridir. Bunlara; “Ahiret ve Ahiret Ahvali” denir. İslâm akâidine göre, “Ahiret Günü”ne, yani dünya hayatının kıyametle son bulmasıyla kurulacak olan yeni “Ebed Âlem”e ve oradaki “İkinci Hayat”a kesin olarak (yakînen) inanmak, İslâm'da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; “... Allah'a ve Ahiret gününe iman edip, salih (iyi ve güzel)amel işleyen kimselerin Rableri yanında büyük ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur. Ondan mahzun da olmazlar” [Bakara suresi, 62] buyrulmakta; takva sahibi müminler, “Ahiret'e yakînen iman etmek” [Bakara suresi, 8] ile, yani şek ve şüpheden uzak, kesin bir iman ile inanmakla övülmektedirler. Gerçekte; yalnız naklî delillerle, yani Kur'an ayetleri ve sahih hadislerle bilinen ve gözümüzle görülmeyen yeni bir âlemin (gayb âleminin), yani “Ahiret hayatı”nın hak ve vâki olduğuna inanmak, büyük bir teslimiyet, kâmil bir iman ister. Bu bakımdan, Ahirete, yani ikinci hayata, onun ilâhî oluşumundan sayılan, “Berzah hayatı”na, ölümden sonra dirilmeye “Haşir ve Neşir”e, “Mahşer”e, “Sual ve Hesab”a, “Mizan ve Sırat”a, “Cennet ve Cehennem”e iman, fert ve cemiyet hayatındaki yapıcı tesirleri yönünden İslâm'da “İman Esasları” arasında çok önemli bir yer işgal eder. Bu sebeple Ahiret inancı olmayan hiçbir şeriat yoktur.

Tafsîlî İman'ın Üçüncü ve en yüksek derecesi;
 Hâtemü’l-Enbiya ve Seyyidü’l-Mürselin Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.), Hak Teâlâ tarafından ahyedilen ve beşeriyete tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin (emir ve yasakların) tamamına ve her birine ayrı-ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir.

Daha açık bir tabirle; Allah Kelâmı olduğu kesin olarak bilinen Kur'an ayetlerinde ve Rasûlullah’ın (s.a.v.) hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri… Adam öldürmek, ana-babaya isyan etmek, yalan söylemek, alkollü içki içmek, zina etmek ve kumar oynamak gibi haramları… Hulâsa her türlü ilâhî emir ve yasakları, iman, İslâm ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili din hükümleri ve delillerini gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcib, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı-ayrı iman etmek; İslâm'da tafsilî iman derecelerinin en yükseğidir.

Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayılan “İcmalî İman”dır. Çünkü, İslâm binasına ancak bu ana kapıdan girilir. Fakat bununla yetinilmeyerek, İslâm akâidinin temel unsurları olan iman esaslarının tamamını bütün gücü ile öğrenmeye gayret etmek, onlara tereddütsüz ve kesin olarak inanarak iman derecelerinde yükselmek, onu kemâle erdirmek, her Müslümanın aslî vazifesidir. Bu şuur ve gayret içinde olan Müslümanlar takva yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, onu olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar.
[Bkz. Şerhu'l-Mevâkıf, III, 182- 190; Şerhu'l-Makâsıd, II, 128- 135; Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, 457; Salih Musa Şeref, Müzekkerati't-Tevhid, IV, 167-178, 185-196, Kahire 1952; İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, Fıkh-ı Ekber ve Aliyyü’l-Karî Şerhi, 76-80; İmamu'l-Harameyn el-Cüveynî, Kitabu'l-irşad, 396-398]

Özetlersek;
İman iki kısımdır:

(1) İman-ı icmâli: Mücerret Kelime-i Tevhidi söylemek ile olan imandır ki, bunun sahibinin âkıbetinden korkulur.

(2) İman-ı tafsîli: Bu da Kelime-i Tevhidi söyleyerek başlamak ve imanın bütün şubelerini mümkün mertebe işlemekle, yerine getirmekle olur; gerçek iman budur.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi (k.s.) hazretleri, “Tevhîd’in iki manası vardır” buyurarak şöyle izah ediyorlar:

“1. Tevhîd-i surî: Bu iman bu tevhîd, insanı Sırat köprüsünden değil, Galata köprüsünden bile geçiremez; çünki o surî’dir (icmâlîdir, görünüştedir, şeklîdir) ve yalnız dildedir.

2. Tevhîd-i hakiki: Ki, o kalpte tecelli eder ve insanı dünyada fenalıklardan korur, ahirette ise en ulvî makamlara kavuşturur. Buna Tevhîd-i ihlâs da denir.”

Cenab-ı Rabbi’l-âlemin cümlemize ve bilcümle Ümmet-i Muhammed’e ve evladına Tevhîd-i ihlâs nasip ve müyesser eylesin. Amin… 


H.Ece

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Mart 2014 Çarşamba

296.TEK SAHİH İSLAM ANLAYIŞI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bid'ât Mezhepler/Oluşumlar İslâm'ın marjinal yorumlarıdır, her ne kadar modern zamanlarda "İslâm'ın farklı yorumları" söylemiyle sunulup, Ehl-i Sünnet V'el-Cemaat'te bu farklı yorumlardan bir yorum" gibi sunulmaya çalışılsa da, Allah Resûlü(s.a.v.)'den Sahabeye, Sahabeden Tabiîn'e, ordan da Etbaî Tabiîn kanalıyla bu ümmete intikâl eden tek bir Sahih İslâm anlayışı vardır.
Bu Sahih İslâm anlayışı ise; İ'tikâdıyla, Usûlüyle, Fürûuyla, İlmî müktesebatıyla, ameliyle, ahlâkıyla, Sünnet'e ve Sahabeye olan hürmeti, bağlılığıyla ve kurduğu medeniyetlerle İslâm Tarihinde ana damarı oluşturan, Sırat-ı Müstakiym'den ayrılmayan "Ehl-i Sünnet V'el-Cemaat"tir. 


Ehl-i Sünnet dışındaki tüm farklı oluşumlar, fırkalar, mezhepler incelediğinde ya Sahabe ile ya da Sünnet ile bir (ya da birden fazla) problemi olduğu açıkça görülür.

E. Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Mart 2014 Salı

295.GÜNAHIN CEZASINI DÜŞÜREN 11 SEBEP

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Bu sebebler Kitap ve sünnetin incelenmesi ile tesbit edilmiş sebeblerdir.

1- Tevbe etmek:
Yüce ALLAH: "Tevbe eden müstesnâ" (Meryem, 19/60) ile (el-Furkan, 25/70); "Tevbe edenler müstesnâ..." diye buyurmaktadırlar. (el-Bakara, 2/160)

Nasûh tevbe katıksız ve halis tevbe demektir. Tevbe bir takım günahlara has değildir. (Bütün günahlardan tevbe mümkündür.) Tevbe dolayısıyla günahtan sorumlu olunmayacağı ümmet arasında görüş ayrılığı bulunmayan hususlardandır. Tevbe dışında bütün günahların bağışlanmasına sebep teşkil eden hiçbir şey yoktur.

Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! ALLAH’ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü ALLAH bütün günahları mağfiret eder.’ Muhakkak o çok mağfiret edendir, rahmet edendir." (ez-Zümer, 39/53) Bu, tevbe edenler hakkındadır, bundan dolayı Yüce ALLAH: "Ümit kesmeyin" diye buyurduktan sonra: "Rabbinize dönün..." (ez-Zümer, 39/54) diye buyurmaktadır.

 2- İstiğfâr: Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Onlar istiğfâr edip dururken de ALLAH onları azaplandıracak değildir." (el-Enfal, 8/33) Ancak kimi yerde istiğfar tek başına söz konusu edilirken bazen tevbe ile birlikte söz konusu edilmektedir. Tek başına söz konusu edildiği takdirde tevbe de onun kapsamı içerisindedir. Nitekim tek başına tevbe zikredildiği yerde, istiğfârı da kapsar ve tevbe istiğfârı da ihtivâ eder, istiğfâr da tevbeyi kapsar. Onların herbiri mutlak olarak kullanıldığı takdirde, diğerini de kapsamına alır. İki lafızdan biri diğeriyle birlikte kullanıldığı takdirde ise istiğfâr, geçmiş günahların kötülüklerinden korunmayı talep etmek demek olur, tevbe de günahtan dönüp gelecekte âmellerinin korktuğu kötülüklerinden korunmayı istemeyi ifade eder.

Bunun bir benzeri de "fakir" ve "miskin" kavramlarıdır. Bu iki lafızdan biri tek başına kullanılırsa, ötekini kapsar. Bir arada zikredilecek olurlarsa, herbirisinin kendine göre bir anlamı olur. Yüce ALLAH: "On fakiri (miskini) doyurmak..." (el-Maide, 5/89); "O zaman altmış yoksul (miskin) doyurmalıdır." (el-Mücadele, 58/4); "Şâyet onları gizler ve fakirlere (miskinlere) verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır." diye buyurmaktadır. (el-Bakara, 2/271)

Bu âyet-i kerîme’lerde her iki isimden birisinin tek başına kullanılması halinde, az bir şeye sahip olanı da, hiçbir varlığı olmayanı da kapsadığında görüş ayrılığı yoktur. Ancak Yüce ALLAH’ın: "Sadakalar (zekâtlar) ancak fakirlere ve miskinlere...dir." (et-Tevbe, 9/60) buyruğunda birlikte zikredildiklerinden; o zaman bu lafzın birisi ile -her ne kadar hangisiyle hangisi kastedildiği noktasında görüş ayrılığı varsa da- az malı bulunan, diğeri ile hiçbir malı bulunmayan kimse kastedilmektedir.

İsm ve udvân (günah); bir (iyilik) ve takvâ, fasıklık ve isyan kavramları da böyledir. Aradaki anlam benzerliği açısından küfür ve nifak da bu kabilden görülebilir. Küfür daha genel bir mana taşır, küfür tek başına zikredilecek olursa nifak’ı da kapsar. Hep birlikte zikredildikleri takdirde herbirisinin ayrı bir anlamı olur.

 3- Hasenât (iyilikler):
Çünkü bir hasenât on misli ile mükâfatlandırılır. Seyyie (günah) ise misliyle ceza görür. Birer birer kazandığı kötülükleri, onar onar kazandığı iyiliklerini bastıran kimsenin vay haline! Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Çünkü iyilikler kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de: "Kötülüğün arkasından iyiliği yetiştir ki onu silsin"(
Tirmizî 1987; Müsned, V, 153, 158.)diye buyurmaktadır.

4- Dünyevî musibetler: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Mü’mine isabet eden herhangi bir hastalık, yorgunluk, gam, keder, üzüntü hatta bir tarafına batan bir dikeni dahi, mutlaka ALLAH günahlarının keffareti kılar."(
Buhârî 5641, 5642; Müslim 2573.)Musibetlerin bizzat kendileri, günahların keffaretine sebebtir. Onlara sabr etmekle kul sevap kazanır. Musibetlere tahammülsüzlük gösterip öfkelenmekle kul günah kazanır. Sabretmek ve tahammülsüzlük göstermek ise, musibetten ayrı değerlendirilir.

Musibet kulun fiili değildir, ALLAH’ın fiilidir ve kulun günahına karşılık ALLAH’ın bir cezasıdır, onunla günahları keffaret olur. Kişi ancak yaptığı işler dolayısıyla mükâfat görür ya da günah kazanır. Sabır ve tahammülsüzlük ise kulun fiillerindendir. Bununla birlikte bazen kulun ameli olmaksızın sevap ve mükafat hasıl olabilir. Bunun başkasının hediyesi yahut ta sebebsiz olarak Yüce ALLAH’ın bir lütfu olarak elde edilmesi mümkündür. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Ve O, kendi nezdinden pek büyük bir ecir verir." (en-Nisâ, 4/40)

Hastalığın bizzat kendisi geçmişin bir cezası ve keffâretidir. Çoğu zaman ecir (mükâfat)den, günahların bağışlanması anlaşılmakla birlikte, onun manası bu değildir. Bu onun bir sonucudur.

 5- Kabir azabı.

 6- Mü’minlerin hayatta iken de, ölümden sonra da kişiye dua etmeleri ve mağfiret istemeleri.

 7- Ölümden sonra kişiye yapılan bağışlar. Bir sadakanın sevabı, okunan bir Kur’ân’ın yahut yapılan bir haccın ve buna benzer bir amelin sevabı gibi. Yüce ALLAH’ın izniyle buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.

8- Kıyamet gününün sıkıntılı halleri ve dehşetli durumları.



 9- Buharî ile Müslim’de sabit olan şu hadiste belirtildiği gibi: "Mü’minler Sırat’tan geçtikten sonra cennet ile cehennem arasındaki bir köprü üzerinde durdurulurlar. Birinin diğerindeki hakkı kısas yoluyla alınır. Nihayet tertemiz edilip, arındırıldıktan sonra cennete girmeleri için onlara izin verilir."(Buhârî 2440, 6535; Müsned, III, 13, 57, 63, 74.)

10- şefaatçilerin şefaati.

11- Şefaatsiz olarak da merhametliler merhametlisinin affetmesi. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Bunun dışında kalanları da dilediğine bağışlar." (en-Nisâ, 4/48 ve 116)

Eğer kişi Yüce ALLAH’ın -günahlarının büyüklüğü dolayısıyla- mağfiret etmeyi dilemediği kimselerden ise; artık tertemiz olan imanı, günahlarının pisliklerinden arınması için ateşe maruz kalmaktan başka yolu kalmaz. Ancak şu da var ki cehennem ateşinde kalbinde zerre ağırlığından çok çok daha küçük bir miktar imanı bulunan hiçbir kimse, hatta -daha önce Enes -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste belirtildiği üzere- la ilahe illallah diyen hiçbir kimse ebedi kalmayacaktır.

Durum böyle olduğuna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in cennetlik olduklarına dair şahitlik ettiği kimseler dışında ümmet arasında muayyen herhangi bir kimse için kat’î olarak cennetliktir, demeye imkan kalmaz. Ancak bizler iyilikte bulunanlar namına ümit besleriz ve (günahları dolayısıyla) da onlar için korkarız.


el-Akidetü't Tahaviyye(İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Mart 2014 Pazartesi

294.İTİKADİ KONULARDA SAPMANIN SEBEBİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Bu konuda genel olarak sapıtanlar yahut bu hususta hakkı bilmekten acze düşenlerin bu hallerinin sebebi, Rasûlün getirdiklerine tabi olmakta kusurlu hareket etmeleri ve bu yolu bilmeye ulaştıran dikkatli düşünmeyi ve istidlali terketmeleridir. Böyleleri ALLAH’ın Kitabından yüz çevirdiklerinden sapıtmışlardır.

Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Benden size bir hidayet geldiğinde kim Benim hidayetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz."Der ki: Rabbim niçin beni kör haşrettin, halbuki ben görüyordum."
"Buyurur ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun; bu günde sen böylece unutulursun."
(Tâhâ, 20/123-126)

İbn Abbas -Radıyallahu anh- dedi ki: Yüce ALLAH Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup, içindekiler gereğince amel eden kimselere dünya hayatında sapıtmamayı, âhiret hayatında da bedbaht olmamayı garantilemiştir. Daha sonra da bu âyet-i kerîme’yi okumuştur.

Nitekim Tirmizî ve başkaları tarafından kaydedilen Ali -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. Buna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:

 "Pek yakında bir takım fitneler baş gösterecektir." Ben: Bunlardan kurtuluş yolu nedir? Ey ALLAH’ın Rasûlü, dedim. Şöyle buyurdu: "ALLAH’ın Kitabı. Onda sizden öncekilerin bilgisi, sonrakilerin haberi, aranızdaki (anlaşmazlık)ların hükmü vardır. O hakkı batıldan ayırandır, o bir şaka, bir eğlence değildir. Herhangi bir zorba (zorbalıktan dolayı) onu terkedecek olursa ALLAH belini kırar. Kim ondan başkasında hidayet ararsa, ALLAH o kimseyi saptırır. O, ALLAH’ın kopması mümkün olmayan ipidir. O hikmet dolu zikir (öğüt)dir. O, dosdoğru yoldur. O, hevâların saptırmadığı, dillerin kendisi ile karışmadığı, hayret verici şeyleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. İlim adamları ondan doymaz. Ona dayanarak söz söyleyen doğru söyler, gereğince amel eden mükafat kazanır. Ona göre hükmeden adalet yapar, ona davet edip çağıran dosdoğru yola iletilmiş olur."Tirmizî, 2908;

Ve buna benzer manaları ifade eden daha bir çok âyet ve hadis-i şerif bu hususu dile getirmektedir.

Yüce ALLAH öncekilerden de, sonrakilerden de rasûlleri vasıtası ile teşrî buyurmuş olduğu dinine uygun olmayan, din diye kabul edip izledikleri hiçbir yolu kabul etmeyecektir.

Yüce ALLAH şu buyrukları ile göndermiş olduğu peygamberler dışında, kulların kendisini nitelendirdikleri her türlü nitelikten kendini tenzih etmiş bulunuyor:

"İzzet sahibi olan Rabbim onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun, âlemlerin Rabbi ALLAH’a da hamd olsun." (es-Saffat, 37/180-182)

 Yüce ALLAH kâfirlerin kendisini nitelendirmelerinden, zatını tenzih ettikten sonra gönderdiği peygamberlere de selâm olsun, diye buyurmuştur. Buna sebeb ise peygamberlerin kendisini nitelendirirken ortaya koydukları nitelendirmelerinin her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olmasıdır. Arkasından da kemal derecesinde hamde layık olduğunu ortaya koyan sıfatlara yalnızca kendisi sahip olduğundan dolayı, hamdin kendisine mahsus olduğunu belirtmektedir.

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yolunu en hayırlı olan nesiller de aynen takip etti. Bunlar da ashab-ı kiram ile güzel bir şekilde onlara tabi olanlardır. Onların önce olanları, sonra gelenlerine bunu tavsiye ediyor, sonra gelen de bu hususta kendisinden önce gelene uyuyordu. Bütün bunlarda kendileri de Peygamberleri Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e uyuyorlar, onun yolunu izliyorlardı. Nitekim Yüce ALLAH Kitab-ı Aziz’inde şöyle buyurmaktadır: "Deki: İşte bu benim yolumdur, ben ALLAH’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da." (Yusuf, 12/108)

Eğer "bana uyanlar da" buyruğu "davet ediyorum" buyruğundaki zamire atfedilmiş ise bu ona uyanların ALLAH’ın yoluna davet edenlerin ta kendileri olduğuna delildir. Şâyet ("ben" anlamındaki) munfasıl zamire atfedilmiş ise o takdirde ona uyan kimselerin peygamberlerinin getirdikleri hususunda herkes bir tarafa bizzat kendilerinin basiret sahibi oldukları noktasında açık bir ifadedir. Her iki anlam da doğrudur.

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- dini apaçık bir şekilde tebliğ etmiş, basiret sahibi olanlara delilleri açıkça bildirmiş, nesillerin en hayırlısı da onun yolunu izlemiştir. Fakat daha sonraları hevâlarına uyan, günahlar işleyen, iyi olmayan bir takım nesiller de gelmiştir. Ancak Yüce ALLAH bu ümmetin dininin esaslarını muhafaza eden kimseleri her zaman takdir buyurmuştur. Nitekim doğru sözlü yüce peygamber de şu buyruğuyla bunu böylece haber vermektedir:

"Ümmetimden bir taife (kesim) hak üzere ve kendilerini yardımsız bırakanların kendilerine zarar vermeleri söz konusu olmaksızın muzaffer olarak kalmaya devam edeceklerdir."Buhârî 3640, 7311, 7459; Müslim 1920, 1921; Tirmizî 2230; İbn Mâce 10; Müsned, IV, 244, 248, 252.


el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Mart 2014 Pazar

293.AMENERRASÜLÜ'NÜN TEFSİRİ ve FAZİLETİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bakara Suresi 285- 286. Ayetlerin Tefsiri:


285.(Peygamber ve müminler kendisine indirilene iman etti.) Allah-u Teala tarafından imanlarının sıhhati üzere şahittir. İmamı Hasen Mücahid ve Dahhak derler ki şu ayeti kerime miraç kıssası üzerine indi. Denildi ki Kur'anın tamamını Cebrail (Aleyhisselam) indirdi. Ancak bu ayeti miraç gecesi Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem) Mevla'dan işitti.

(Hepsi Allaha, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.)

(Onun elçilerinden hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz.) Yani Resullerden hiç birisinin arasını Yahudi ve Hıristiyanların yaptığı gibi ayırmayız. Hepsine inanırız.

(Dediler ki işittik ve itaat ettik.) Sana icabet ettik, emrine itaat ettik.

(Ey Rabbimiz! Bizi bağışla.) Bizi mağfiret etmeni dileriz.

(Dönüş ancak sanadır.) Dünya ve ahiret işlerinin tamamı sana dönecektir. Bu söz müminlerden iki dünyada bütün işlerin sahibinin Allah olduğunu ve her şeyin ona döneceğini ikrardır. Rivayet edildi ki, Cebrail (Aleyhisselam) Peygamberimize bu ayet indiği vakitte şöyle dedi "Muhakkak Allahu Teala senin ve ümmetin üzerine övgü yaptı. İste verileceksin." Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem)Allahın öğretmesini istedi. Mağfiretini isteriz dedi.

286.(Allah kimseye gücü, takatin üstünde bir şey teklif etmez.) Vüsu': İnsanın gücü yettiği, zorlanmadığı, meşakkatlenmediği şeydir. Yani cenabı hak ancak kudretinin yettiği şeyi ile ve takatinin kolayına gelen ile hükümlü tutar. Gayretini ve takatini aşan ile sorumlu tutmaz. Burası evvelki ümmetlere olan ağır yüklerin ve çetin hükümlerin kaldırıldığının haberidir. Süfyan’dan rivayet edildi ki peygamberler kavimlerine şu ayeti getirirler. "Nefsinizde olan şeyi açıklasanız veya gizleseniz de Allahu Teala sizi onunla hesaba çeker." Derler ki, “buna gücümüz yetmez bunu taşıyamayız.” Neticede onlar bunlardan sorumlu olurlardı. Vaktaki şu ümmete bu ayet arz edilince onu kabul ettiler. Allahu Teala'da onlardan yükleri indirdi. Ve buyurdu ki "Allah kişiye ancak takatinde olanı yükler." Böylece bu ümmete rahmetini ve yumuşaklığını bildirmiş oldu.

(Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, kötülükte kendi aleyhinedir.) Hayırdan kazanmış olduğu şeyin sevabı lehinedir, şerden kazandığının cezası da kendinedir.

(Ey Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma.) Unutmak ve hata etmekten dolayı ileri veya geri kalmak sebebiyle bizi muaheze etme. Bizi affet.

(Ey Rabbimiz bizim üzerimize ağır yük yükleme.)İsr: Taşınması ağır olan yük. Ağır olduğu için onu yerinden kaldırmaya güç yetiremez.

(Bizden evvelkilere yüklediğin gibi.) Yahudi ve Hıristiyanlara yüklenen meşakkatli hükümler gibi. Tevbelerinin kabulünde kendilerini öldürmek, ganimet malının yanması, mesh ve teyemmümün olmaması, necasetlenen yerin kesilip atılması gibi.

(Ey Rabbimiz! Bizim üzerimize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme.) Bizden evvelkilere inen azablar gibisini bize indirme. Evvelki talepte onlara yüklenen ağır hükümlerin kaldırılması istenmişti. Bu ayette evvelkilere indirilen azabların kaldırılması talep edilmektedir.

(Bizi affet.) Günahlarımızın izlerini sil.

(Bizi mağfiret et.) Ayıplarımızı ört. Mahşer yerinde halkın ortasında bizi rezil etme.

(Bize merhamet et.) Bize ihsan eyle, ikram eyle.

(Sen bizim Mevlamızsın.) Bizim seyyidimizsin, bizler senin köleleriniz. Bize yardım eyle, işlerimizi idare eyle.

(Kafirler kavmine karşı bize yardım eyle.) Onların şerlerini bizden def eyle, bize yardım eyle. Zira efendinin kullarına yardım etmesi, düşmanlardan onu kurtarması beklenir. Kâfirlere karşı yardım zafer ile olur.

Amenerresülü'nün Fazileti:

Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) miraç gecesi üç şey verildi. Beş vakit namaz, Bakara Suresinin sonu (amenerresulü). Ümmetinden şirk koşmayanların affedileceği.

Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivayet edildi ki, “Mevla Tealâ bu iki ayeti cennet hazinelerinden indirdi. Mahlûkatı yaratmadan bin sene evvel Rahman Teala bunları yazdı. Her kim bu iki ayeti yatsıdan sonra okursa, bu iki ayet ona gecenin tamamını ibadetle geçirmiş olur. (O kadar sevab alır.)”

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR