12 Şubat 2014 Çarşamba

262. ŞUBAT 13,14,15 GÜNLERİ ORUÇ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(13 Şubat Perşembe), 14 Şubat Cuma ve 15 Şubat Cumartesi günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç utmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)

Hadiste geçen günler, Hicri Takvime göre Kameri ayların 13, 14 ve 15. günleridir. Sabah kılınan sünnet ise, sabah namazının sünnetidir.


Allah kabul etsin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Şubat 2014 Pazartesi

260.CENNET İLE MÜJDELENENLER-4 Hz ALİ (ra)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Babası, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in amcası olan Ebu Talib, annesi ise Fatıma binti Esed bin Hişam bin Abdi Menaf’tır. Annesi Müslüman olup sahabi kadınların büyükleri arasına girmiştir. Ali (Radiyallahu Anh) bilindiği gibi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in amcasının oğludur. Ebu’l-Hasan künyesiyle anılan Ali (Radiyallahu Anh), Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından Ebu Turab künyesiyle de künyelenmiştir.(Buhari 6153, Heysemi 9/101)

Ali (Radiyallahu Anh) rivayetlere göre Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in risaletinin ikinci günü 8 veya 12 yaşında olduğu halde Müslüman oldu. Kendisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in damadı, dördüncü halifesi ve kendisiyle beraber ilk namaz kılan kişidir.(Tirmizi 3979)

Rasulü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in hicret ettiği gece, hayati tehlikeyi göze alarak büyük bir cesaretle onun yatağında yatmış ve kendisine teslim edilen emanetleri sahiplerine iade ederek bir gün sonra Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in talimatı gereği hicret etmiştir. Tebuk Seferi hariç Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber gibi benzeri savaşlara katılarak üstün bir kahramanlıkla savaşmıştır.

Kendisi, savaş meydanlarında karşısına çıkanların hepsini yenmesi ve onunla karşı karşıya gelenlerin yaşamamasıyla ün yapmıştır. Hemen hemen her savaşta yara alan Ali (Radiyallahu Anh) bir rivayete göre Uhud savaşında 16 yara almıştır.

Öte yandan ilmi bir dehaya sahipti. Hatipliği ve edebiyatı müstesna bir derecede idi. Hikmetli sözleri, hutbe ve şiirleri meşhurdur. Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onu genç yaşta Yemen’e kadı olarak göndermiştir. Ali (Radiyallahu Anh):

−“Ya Rasulallah! Beni gönderiyorsun ama ben tecrübesizim, onların arasında nasıl hüküm vereceğimi bilmiyorum” deyince Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mübarek elini göğsüne vurmuş ve:

−“Allah’ım! Bunun kalbine hidayetini ver ve dilini sabit kıl” diye dua etmişti. Ali (Radiyallahu Anh) bu duadan sonra iki kişi arasında hüküm vermek hususunda hiç tereddüt etmemiştir.(İbni Mace 2310)

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisini çok severdi.

Ali Radiyallahu Anh’ın Faziletine Dair Hadisler:

1) Ebu Bekir ve Ömer (Radiyallahu Anhuma) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in kızı Fatıma (Radiyallahu Anha) ile evlenmek istediler.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onlara:

“O daha küçüktür” dedi. Fatıma (Radiyallahu Anha)’yı Ali (Radiyallahu Anh) isteyince onun teklifini kabul etti.(Nesei 3207)

2) Hayber’de kuşatma uzun sürmüştü. Bir akşam Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

“Sancağı yarın öyle birine vereceğim ki, o Allah’ı ve Rasulü’nü sever, Allah ve Rasulü de onu sever. Ve Allah fethi ona nasip edecek”buyurdu. O geceyi herkes, o kişinin kim olduğunu merak eder ve kendisini umar halde geçirdi.

Sabah olunca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ali (Radiyallahu Anh)’ı çağırttı, o gözlerinden rahatsızdı. Gözlerine rukye yaparak tükürdü ve şifa için dua etti, müteakiben gözleri iyileşti. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sancağı ona teslim etti ve bazı nasihatlarda bulundu. Müteakiben Allah (Azze ve Celle) fethi ve zaferi ona nasip etti.(Buhari 3467, Müslim 2405/33)

3) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ümmetine, Kur’an’a ve Ehli Beyti’ne ehemmiyet göstermelerine emretmişti. Mübahele ayeti nazil olunca Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (Radiyallahu Anhum) çağırdı da:

“Ey Allah’ım! İşte bunlar benim Ehli Beyti’mdir” buyurdu.
(Müslim 2404/32)

4) Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mescitten Ali (Radiyallahu Anh)’ın kapısı hariç tüm kapıların kapatılmasını emretti.(Tirmizi 3977, Ahmed 1/75, Keşfu’l-Estar 2/195)

5) Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir başka hadisinde şöyle buyurdu:

“Ali’yi ancak mü’min sever ve ona ancak münafık buğzeder!”(Tirmizi 3981, İbni Mace 114)

6) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

“Kim Ali’ye söverse bana sövmüş olur!”(Ahmed 6/323, Hakim 3/121)

7) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Ali (Radiyallahu Anh) hakkında şöyle dua etti:

“Ey Allah’ım! Onu (Ali’yi) seveni sev, ona düşman olana da düşman ol!”(Ahmed 4/370, İbni Hibban 2205, Bezzar 2544, İbni Ebi Asım 1367)

8) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ashabıyla beraber Tebuk Seferi’ne giderken yerine vekil olarak Ali (Radiyallahu Anh)’ı Medine’de bıraktı. Bunun üzerine bazıları bu olay hakkında ileri geri konuşunca bunlar Ali (Radiyallahu Anh)’ın ağrına gitti ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e yetişerek:

−“Ey Allah’ın Rasulü! Beni Medine’de çocuk ve kadınlarla bıraktın. Nihayet onlar hakkımda konuşmaya başladılar” diye şikayetlenince Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona şöyle dedi:

−“Ey Ali! Benim katımda, Harun’un Musa’nın katındaki derecesindesin. Ne var ki benden sonra Nebi ve Rasul yoktur.”(Buhari 3472, Müslim 2404/30)

Şia mezhebine bağlı Rafizi ve İmamiye gibi bazı kollar hilafetin Ali (Radiyallahu Anh)’ın hakkı olduğuna ve Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in de bunu tavsiye ettiğine dair bu ve bunun gibi hadisleri delil getirmişlerdir. Hatta Rafiziler, Ali’yi ilk halife seçmedikleri için bütün sahabeyi tekfir etmişler, bir kısmı da hakkını aramadı diye Ali’nin kafir olduğuna hükmetmişlerdir. Bildiğimiz kadarıyla Şiilerin bir kolu olan Aleviler kendi içerisinde 20’nin üzerinde fırkaya ayrılmışlardır.

Bunlardan kimisi Ali (Radiyallahu Anh)’ın haşa Allah olduğuna, kimisi Nebi olduğuna ve Cebrail (Aleyhisselam)’ın nübüvvet görevini yanlış kişiye verdiğine, diğer bir kısmı ilk halife olduğuna dolayısıyla sahabenin hata ettiğine inandığı gibi, kimisi de Ehli Sünnet inancına yakın bir inancı paylaşmakta ve sadece ismen kendisini Alevi diye bilmekte ve tanıtmaktadır.

Sahabiler de Ali (Radiyallahu Anh)’ı severler ve hakkını korurlardı.

1) Muaviye, Sa’d bin Ebi Vakkas (Radiyallahu Anh)’a:

“Ebu Turab’a sövmekten seni alıkoyan nedir?” dediğinde Sa’d (Radiyallahu Anh):

“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in Ali’ye söylediği şu üç sözü hatırladığım müddetçe Ali’ye asla sövmem. Allah’a yemin ederim ki, o sözlerden bir tanesinin benim için olması bana kırmızı develerden ve Arapların en kıymetli mallarından daha sevgili olurdu.

−Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ali’yi Harun (Aleyhisselam)’a benzetmesi,

−Ehli Beytim diye tanıtması ve

−Hayber’de sancağı ona teslim etmesi” demişti.(Müslim 2404/32, Tirmizi 3970)

2) Abdullah ibni Ömer (Radiyallahu Anhuma)’ya bir adam Ali (Radiyallahu Anh) hakkında sorduğunda Ali’nin güzel amellerini zikretmiş ve:

“Ali budur, evi de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in evlerinin ortasındadır”demiştir.(Buhari 3474)

3) Yine Abdullah ibni Ömer (Radiyallahu Anhuma) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den şöyle rivayet etmiştir:

“Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin seyyidleridir. Babaları ise ikisinden daha hayırlıdır.”(İbni Mace 118)

Ali (Radiyallahu Anh)’ın hüküm ve fetvaları yayılmış ve meşhur olmuştur. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den 536 hadis rivayet etmiştir.(Cevamiu’s-Sire 258)

Kendisinden hadis rivayet edenler de başta oğulları Hasan ve Hüseyin olmak üzere İbni Mes’ud, Ebu Musa, İbni Ömer, İbni Abbas, Ebu Rafi, Ebu Said, Süheyb, Zeyd bin Erkam, Cerir bin Abdullah, Ebu Umame, Bera bin Azib, Ebu Cuhayfe, Ebu’t-Tufeyl ve başkalarıdır.

Küçük yaştan itibaren İslamiyete sarılarak bütün gücü ile dine yaptığı büyük hizmet ve fedakarlığı ile bilinen bu değerli zatın halifeliği 4 sene 9 ay 10 gün sürmüştür.
(Cevamiu’s-Sire 337)

Bilindiği gibi bu dönem çok olaylı geçmiştir. Kendisine ısrarla yapılan halifelik teklifini kabul etmemiş, bu sebeple ümmet sekiz gün başsız kalmıştı. Bundan dolayı halk arasında huzursuzluk ve tedirginlik baş göstermiş, neticede kendisine yapılan baskılara dayanamayarak teklifi kabul etmiştir.

Bu dönemde Osman (Radiyallahu Anh)’ın katillerini muhafaza etmekle suçlanmış, Müslümanların karşı karşıya geldiği Cemel ve Sıffin vak’alarına muhatap olmuştur ki, Cemel Vak’ası’nda Talha bin Ubeydullah ile Zübeyr bin Avvam (Radiyallahu Anhuma) haince şehit edilmişlerdi.

Sıffin Vak’ası’nda hakem seçimine mecbur bırakılmış, yaptığı vaade bağlı kaldığı için Hariciler diye adlandırılan grup kendisinden ayrılmış ve o da, dinden okun yaydan çıktığı gibi çıkan bu grupla Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in önceden bildirdiği gibi Nehravan’da savaşmıştır.

Hariciler buna rağmen boş durmamış, ümmeti Ali (Radiyallahu Anh)’a karşı kışkırtmaya devam etmiş ve neticede kendisini ‘Fitnenin başı’ diye nitelendirip onu, Muaviye’yi ve Amr bin As’ı öldürenin cennete gireceğini dile getirerek onların katlini teşvik etmiş ve planlamışlardı.

Neticede bu suikasttan Muaviye ve Amr bin As kurtulmuş, ancak İbni Mülcem isimli Harici tarafından hicretin 40. yılı Ramazan ayının 27. günü sabah namazında hançerlenen Emir’ul-Mü’minin Ali (Radiyallahu Anh), 2 gün sonra 63 yaşındayken Kufe’de şehit olmuştur.

Allah ondan razı olsun ve bizi kendisine komşu kılsın.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

9 Şubat 2014 Pazar

259.CENNETLE MÜJDELENENLER-3 Hz OSMAN (ra)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Babası Affan, dedesi Ebu’l-As’dır. Annesi Erva binti Ku­rey­zî olup Müslüman olanlardandır. Lakabı ise Ebu Amr’dır. Hicretten 47 yıl önce milâdî 577 yılında dünyaya gelmiştir. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) in teşvikiyle Müslüman olmuştur. İman eden erkeklerin dördüncüsüdür (Zeyd, Ali, Ebu Bekir ve Osman). Beşinci atası Abdi Menaf’ta Rasûlü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile nesepleri birleşir. Kendisi Rasûlullah’ın üçüncü halifesi, damadı ve Ebubekir ile Ömer’den ra sonra ümmetin en üstün simasıdır.

Rasûlü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in kızı Rukayye (Radıyallahu Anha) ile evlenmiş, ailesi ile önce Habeşistan’a, sonra da oradan Medine’ye hicret etmiştir. Bedir savaşı esnasında hanımı Rukayye (Radıyallahu Anha) hasta olduğu için Rasûlullah tarafından bu savaşa katılanların sevabı ve ganimet payı ile vaat olunarak Medine’de bırakılmış,
[Buhârî 3456] ordu savaştayken Rukayye (Radıyallahu Anha) vefat etmiş ve savaş dönüşünde Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), diğer kızı Ümmü 

Gülsüm (Radıyallahu Anha) ü Osman (Radıyallahu Anh) a nikahlamıştı. Bu yüzden kendisine Zu’nNûreyn (İki nûr sahibi) lakabı verilmiştir. Osman (Radıyallahu Anh) bu savaş hariç diğer savaşlara katılmıştır. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından birçok kere cennetliklerden olduğu üzere müjdelenmiştir.

İlmi, ameli, cihadı, malının çokluğuyla beraber İslâm uğrunda büyük maddî fedakarlığı ve benzeri birçok meziyetleri ile üstün bir şahsiyete ve mevkiye sahip idi. Yaptığı en önemli işlerden birisi Kur’an’ı çoğaltarak İslâm ülkelerinin sayılı şehirlerine birer adet göndermesidir.

Osman (Radıyallahu Anh) hayâsıyla nam yapmıştı: Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir gün Aişe (Radıyal­lahu Anha) validemizin hücresinde iki baldırını açmış uzanır olduğu hâlde yanına önce Ebu Bekir (Radıyallahu Anh), biraz sonra da Ömer (Radıyallahu Anh) gelmiş, onların ge­lişi sebebiyle hâlinde bir değişiklik yapmamıştı. Ancak Osman (Radıyallahu Anh) yanına girmek için izin istediğinde hemen doğrulup baldırını örtmüş ve onu karşılamıştı. Buna hayret eden Aişe (Radıyallahu Anha) misafirler çıktıktan sonra bunun sebebini sorunca Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kendisinden meleklerin bile hayâ ettiği kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?” diye cevap vermiştir.
[Müslim 2401/26 Ahmed 1/74]

Osman (Radıyallahu Anh) servetinden İslâm uğruna cömertçe harcayan bahtiyar zenginlerdendir:

1. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve sahâbîleri Medine’ye hicret ettiklerinde burada Kuba civarındaki Rûme kuyusundan başka tatlı (içilecek) su bulunmuyordu ve insanlar o kuyunun suyundan ücretle su alabiliyorlardı. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kim Rûme kuyusunu satın alıp kazdırır ve vakfederse cennette o kuyudan daha hayırlısı onundur.” buyurmuş, bunun üzerine Osman (Radıyallahu Anh) bu kuyuyu satın alarak vakfetmiştir.
[Buhârî 2626 Tirmizî 39453949]

2. Tebuk Seferi, kıtlığın şiddetli olduğu bir seneye ve yazın en sıcak olduğu bir zamana tesadüf ettiğinden bu sefere ‘Sıkıntı Seferi’, bu sefer için hazırlanan orduya da ‘Sıkıntı Ordusu’ denilmiştir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Sıkıntı Ordusu’nu kim donatır, teçhiz ederse onun için cen­net vardır.” buyurmuş, müteakiben Osman (Radıyallahu Anh) bu orduyu ticaret kervanı olan develerinden 950 deve ve 50 at ile teçhiz etmiş, ayrıca Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) nin yanına girerek 1000 dinar para vermiştir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o paraları eliyle altüst eder olduğu hâlde: “Bugünden sonra Osman ne yaparsa yapsın, kendisine zarar vermez.”buyurmuştur.
[Buhârî 2626 Tirmizî 3947 3949]

3. Mescid-i Nebevî, insanlara dar gelmeye başlayınca Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kim, falan ailesinin arsasını cennetten daha hayırlısı karşılığında satın almak ve mescide katmak ister?” buyurmuş, müteakiben Osman (Radıyallahu Anh) o arsayı almış ve mescide dahil etmiştir.
[Tirmizî 3949 Nesâî 3590]

Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir gün bir bostanın içinde, bir kuyunun başında Ebu Bekir ve Ömer (Radıyallahu Anhuma) ile beraber otururken yanlarına girmek için müsaade isteyen Osman (Radıyallahu Anh) için: “Ona giriş için izin ver ve kendisine isabet edecek bela ve musibet karşılığında onu cennetle müjdele!” 
[Buhârî 3451 Müslim 2403/28] buyurarak ve bir defasında da bir fitneden bahsedip: “Osman, o fitnede mazlum olarak öldürülecektir.”[ Tirmizî 3953] buyurarak bir mucize olmak üzere Osman (Radıyallahu Anh) ın bir musibet netice­sinde şehit edileceğini ve cennetliklerden olduğunu bildirmiş­tir.

Osman (Radıyallahu Anh) sahâbîler arasında da sevilir ve saygı duyulurdu: İbni Ömer (Radıyallahu Anhuma) şöyle demektedir: “Bizler Rasûlullah’ın hayatı zamanında sahâbeden hiçbirini fazilette Ebubekir ve Ömer hariç Osman (Radıyallahu Anh) a denk tutmazdık. O üçünden sonra diğer sahâbîleri getirir ve onların arasında fazilet farkı aramazdık.”
[Buhârî 3454 Tirmizî 3952]

Osman (Radıyallahu Anh), sahâbîler arasında sözü dinlenir biri olduğu gibi Mekke müşrikleri arasında da hürmet edilen birisiydi. Hudeybiye Gazvesi’nde Mekke müşrikleri ile görüşmesi için Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından şeref ve nüfuz sahibi olarak Osman (Radıyallahu Anh) gönderilmişti. Onun dönüşü biraz gecikince de Rasûlullah (Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem) 1400 veya 1500 sahâbîsinden[
Buhârî 3892] asla geri dönmemek şartıyla savaşmak üzere söz almış ve sahâbîler de bey’at etmiştir. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) en son olarak sağ elini işaret ederek: “Bu Osman’ın elidir.”demiş, onunla sol eli üzerine vurup: “İşte bu Osman için bey’attır.” buyurarak onun da bu Rıdvan Bey’at’ı sebebiyle sevap elde etmesini ve Fetih sûresi 18. ayette beyan edilen Allah’ ın rızasını kazanmasını sağlamıştır.[Buhârî 3456]

Osman (Radıyallahu Anh), Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tan 146 hadis rivayet etmiştir.
[Cevâmîu’s-Sîre 259]

Kendisinden de çocukları Ömer, Ebban ve Said ile amcaoğlu Mervan bin Hakem, İbni Mes’ud, İbni Ömer, İbni Abbas, İmran bin Husayn, Ebu Hureyre, Ahnef, Said bin Müseyyeb ve başkaları rivayet etmişlerdir.

Ömer (Radıyallahu Anh) in vefatı neticesinde hicrî 23 yılında halife seçilen Osman (Radıyallahu Anh) ın hilafeti toplam 11 yıl 11 ay 20 gün sürdü.
[Cevâmîu’s-Sîre 336] Onun döneminde Kıbrıs, Afrika kıtası, Afganistan, Horasan, Azerbeycan ve Türkistan İslâm topraklarına katıldı. Hilafetinin ilk 5 yılı ahlâkının yumuşaklığı sebebiyle sorunsuz olarak devam etti.

Osman (Radıyallahu Anh) ın rahatsız olanları ikna etme çalışmaları netice vermeye başladığı anda çalınan mührü ile kendisinden habersiz olarak ağzından yazılan bir mektup sebebiyle iş çığırından çıktı. Halifelikten çekilmesi tekliflerini, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ın: “Ey Osman! Eğer Allah sana bir gün bu işi (halifeliği) verir de, münafıklar Allah’ın sana giydirdiği bu gömleği soymaya kalkışırlarsa sakın sen o gömleği soyma!”
[Tirmizî 3951 İbni Mace 112] talimatı sebebiyle kabul etmeyerek reddetmiştir. Evini muhasara altına alan Mısırlıları engelleme girişimleri boşa çıkmış ve bir kısım bâğî (azgın) tarafından evinde Kur’an okurken hicrî 35 yılı 18 Zil­hicce Cuma günü 80 küsûr yaşında iken şehit edilmiş ve Cennetü’l-Bâki’ye defnedilmiştir.

Allah ondan razı olsun ve bizi kendisine komşu kılsın.Amin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Şubat 2014 Perşembe

258.CENNETLE MÜJDELENENLER-2 Hz ÖMER (ra)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Fil olayından 13 yıl sonra miladî 584 yılında Mekke’de doğdu. Babası Hattab, annesi Ebu Cehil’in kız kardeşi Hanseme binti Hişam’dır. Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendir. Baba tarafından nesebi Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Ka’b bin Lüey’de birleşir.

Ömer (Radıyallahu Anh) de, Ebu Bekir gibi Rasûlü Ek­rem’ in kayın babası ve ikinci halifesidir. Cesareti, kahraman­lığı, adaleti ve dirayetiyle dünyaya nam salmıştır. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından hak ile batılı birbirinden ayırt eden manasına gelen ‘Fâruk’ lakabı ile lakaplandırıldı. Ömer (Radıyallahu Anh) in hak dini seçme­siyle Müslümanların sayısı 40’ı buldu ve o gün Müslümanlar dışarı çıkarak İslâmiyetlerini ilan ettiler. İbni Mes’ud (Radıyallahu Anh): “Ömer Müslüman olduğundan beri hep izzetli olmuşuzdur.” 
(Buhârî 3615) demiştir.

Müslümanlığını ilk açığa vuran kişi de, ‘Emîr’ ul-Mü’minîn’ diye vasıflanan ilk halife de Ömer (Radıyallahu Anh) dir.Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sel­lem) o Müslüman olmadan önce: “Allah’ım! Ebu Cehil ve Ömer bin el-Hattab’dan sana en sevgili olanı ile İslâm’ı aziz kıl!” 
(Tirmizî 3926, Heysemî 9/61) diye dua etmiştir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) daha hayatta iken birçok kereler onun cennetliklerden olduğu müjdesini vermiştir. (Buhârî 3439,3449) Kendisi Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) a Ebu Bekir’den sonra insanların en sevgilisi idi.(İbni Mace 102) “Allah, hakkı Ömer (Radıyallahu Anh) in dilinde ve kalbinde kılmıştır.” (İbni Mace 108, Tirmizî 3927) buyurarak onun Allah katındaki değerine işaret etmiştir. Her ne zaman bir hâdise olmuş ve halk onun hakkında ihtilaf etmişse Allahu Teâlâ o hâdisede Ömer’in beyan ettiği görüşe uygun ayet indirmiştir.(Tirmizî 3927) Bunlardan bazılarını zikredelim:

1. Ömer (Radıyallahu Anh): “Ya Rasûlallah! Makam-ı İbra­him’i namazgah edinsek.”demiş, Allah (Azze ve Celle): (…Makam-ı İbrahim’den bir namazgah edinin.)
( Bakara 125)
ayetini indirmiştir.

2. Ömer’ul-Fâruk (Radıyallahu Anh): ‘‘Ya Rasûlallah! Emretsen de eşlerin perde gerisinde bulunsalar. Çünkü onlarla iyi kişiler de konuşabilir, kötüler de.’’ demiş, akabinde (…(Nebi’nin) eşlerinden bir şey istediğinizde perde gerisinden isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır…)
( Ahzab 53.) ayeti nazil olmuştur.

3. Bedir savaşında Müslümanlar 70 kafiri esir almışlardı. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onlar hakkında yapılacak işleme dair sahâbesiyle istişare yaptı. Ömer (Radıyal­la­hu Anh) öldürülmeleri, diğer sahâbîler fidye karşılığı serbest bırakılmaları görüşünü ileri sürdüler. Neticede serbest bırakıldılar. Bunun üzerine: (Yeryüzünde ağır basıncaya kadar hiçbir Nebi’ye esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti istiyor… Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.)
( Enfâl 67-68) ayetleri nazil oldu.

4. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ın zevcelerinin ikisinden kaynaklanan bir kıskançlık sebebiyle bazı tatsızlıklar olmuş ve bu olaylar sebebiyle Tahrîm sûresinin ilk ayetleri inmişti. Ömer (Radıyallahu Anh) onlara bu mesele için kızıp: “Eğer Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sizi boşarsa yerinize Rabbinin sizden daha hayırlılarını vermesi ümit edilir.” demiş, akabinde: (Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dul ve bâkire eşler verebilir.)
( Tahrîm 5
)ayetleri nazil oldu.

5. Münafıkların lideri Abdullah bin Ubeyy bin Selûl vefat ettiğinde, değerli bir sahâbî olan oğlu Abdullah (Radıyallahu Anh) babasının kefeni olmak üzere Rasûlullah’ın gömleğini istedi ve babasına cenaze namazı kılmasını talep etti. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gömleğini verdi, n­a­maz için davrandığında ise Ömer (Radıyallahu Anh) buna razı olmayarak: “Allah seni münafıklara namaz kılmaktan nehyet­tiği halde ona namaz mı kılacaksın?” dedi. Rasûlullah (Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem): “Allah beni bu hususta muhayyer bıraktı.
(Tevbe 80) Ben istiğfarımı 70 seferin üzerine çıkaracağım.” dedi ve namaz kıldı. Aziz ve Celil olan Allah da: (Onlardan ölen hiçbir kimseye namaz kılma ve onun kabri başında da durma! Onlar Allah ve Rasûlü’nü inkar ettiler ve fasık olarak öldüler.)(Tevbe 84) ayetini indirdi. Bunun gibi ayetleri İbni Hacer 15, Suyutî 21’e çıkarmaktadır.

Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ömer (Radıyallahu Anh)i çeşitli cihetlerden övmüş ve faziletini bildirmiştir:

1. Bir defasında “Ben uyurken süt içtim. O kadar içtim ki, şimdi bile onun kanıklığının tırnaklarımdan sızdığını duyuyorum. İçtikten sonra artığımı Ömer’e verdim.” demiş, sahâbîlerin: “Bunu neye yordun ya Rasûlallah?” sorusuna: “İlme yordum.” buyurarak 
(Buhârî 3440, Müslim 2391/16), Ömer (Radıyallahu Anh) in ilmî seviyesine işaret etmiştir.

2. Gene Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir defasında: “İsrailoğullarının içinde öyle kimseler vardı ki, Nebiler derecesinde olmadıkları halde kendilerine ilham olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa şüphesiz ki o Ömer’dir.” 
(Buhârî 3445, Müslim 2398/23)
 buyurmuştur.

3. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) başka bir rüyasını şöyle anlatmıştır: “Bana rüyamda birtakım insanlar arz olundu. Üzerlerinde gömlekler vardı. Gömlekler kiminin memesine, kiminin ise bundan daha az yerine ulaşıyordu. Ömer’in üzerinde ise (eteklerini) yerde sürüdüğü bir gömlek vardı.” Sahâbîlerin: “Bunu nasıl tevil ettin?” sorusuna cevaben: “Din ile tevil ettim.” 
(Buhârî 3447, Müslim 2390/15) buyurmuştur.

4. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Eğer benden sonra Nebi olsaydı, o muhakkak Ömer olurdu.”
(Tirmizî 3931) buyurarak onun faziletini, ilmini ve dirayetini izhar etmiştir.

5. Gene ona hitaben: “Ey Ömer! Nefsim elinde olana (Allah’a) yemin ederim ki, sen bir yolda giderken şeytan seninle asla karşılaşmaz, o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelip gider.”
( Buhârî 3442, Müslim 2396/22, Tirmizî 3935,3936)
 buyurarak insan ve cin şeytanlarının ondan kaçtığını bildirmiştir.

Ömer (Radıyallahu Anh), mal varlığının yarısını Allah için tasadduktan çekinmeyecek kadar cömert bir insandı. 
( Ebu Dâvud 1678, Tirmizî 3919)
 Oğlu Abdullah (Radıyallahu Anhuma) onun için şöyle demektedir: “Rasûlullah hariç, Ömer derecesinde güzel huylu hiçbir kimseyi katiyyen görmedim. Rasûlullah’ın vefatından Ömer’in hayatının son bulmasına kadar Ömer (Radıyallahu Anh) insanların en ciddisi ve en cömerdiydi.’’( Buhârî 3444)

Ömer (Radıyallahu Anh) e Hayber ganimetlerinden çok de­ğerli bir arazi düşmüştü. O, bu araziyi Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile istişare etti ve orayı; mülkiyetinin satılamayacağını, hediye edilemeyeceğini ve miras olarak payla­şılamayacağını belirterek ürününün fakirlere, yakın akrabalara, kölelere, Allah yolunda cihat edenlere, yolda kalmışlara ve yolculara tahsis edilmesi üzere vakfetti.(Buhârî 2579, Müslim 1632/15)

Ömer (Radıyallahu Anh), “Kıyamet günü bütün nesepler ve sebepler kopmuş olacaktır. Sadece benim nesebim ve sebebim kesilmez.”(Heysemî 4/27) hadisi sebebiyle Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile nesepçe bağ kurmak için Ali bin Ebi Talib (Radıyallahu Anh) in kızı Ümmü Külsüm ile nikahlanmıştır.

Sahâbîler Ömer (Radıyallahu Anh) den çok çekinirler, bir o kadar da severler ve saygı gösterirlerdi: Ali (Radıyallahu Anh): “Rasûlullah ve Ebu Bekir’den sonra insanların en hayırlısı Ömer’dir.” (İbni Mace 106) demektedir.Gene Ali (Radıyallahu Anh), Ömer vefat ettiğinde onun için gıyaben: “Yaptığın işlerin benzeriyle Allah’a kavuşmak istediğim senden daha sevgili birini arkanda bırakmadın. Allah’a yemin ederim ki, ben Allah’ın muhakkak seni iki dostunla beraber bulunduracağını kuvvetle zannediyorum…” (Buhârî 3443, Müslim 2389/14) demiştir.

Kendisinden 537 hadis rivayet edilen (Cevâmîu’s-Sîre s.258) Ömer (Radıyallahu Anh) in hilafeti 10 yıl 6 ay 15 gün sürdü. Onun zamanında Şam, Ürdün, Irak, Batı Trablus, Ermenistan, Kudüs ve Mısır İslâm topraklarına dahil edildi ve insanların lehine İslâm hükümleri benzeri vâki olmayacak şekilde kararlaştı. Bunlara paralel olarak ganimet ve servet de çoğaldı.

Ömer (Radıyallahu Anh) hicrî 23. yılın Zilhicce ayının 26. günü sabah namazında iken Mugîre bin Şu’be (Radıyallahu Anh) nin İranlı Mecûsî kölesi tarafından hançerlendi.

Bu köle safları yara yara kaçarken on üç kişiyi daha hançerledi ve bunlardan yedisi öldü. Kafir köle yakalanınca intihar ederek kendini öldürdü.

Ömer (Radıyallahu Anh) namazı Abdurrahman bin Avf’a kıldırttı, namazın bitiminde evine taşındı. Yaraları tedaviye başlanınca önce nebiz, sonra süt içirildi, her ikisi de yaralı olan karnından dışarı çıktı. Bu esnada oğlu Abdullah’a borçlarını hesaplattırdı. Borçlarının ödenmesini vasiyet etti. Aişe (Radıyallahu Anha) validemize haber gönderterek iki arkadaşının yanına gömülmek için izin istedi. Aişe validemiz ise: “Ben burayı kendim için düşünüyordum ama bugün Ömer’i kendi nefsime tercih ediyorum.”diyerek izin verdi. Kendisinden son­raki halifeyi tayin etmesi istenince bundan imtina etti ve halife tayini için 6 kişilik bir heyet tayin etti. Onlar Ali, Osman, Zü­beyr, Talha, Sa’d bin Ebi Vakkas ve Abdurrahman bin Avf (Radıyallahu Anhum) idi. Gıyabında yeni halifeye nasihat etti ve kuvvetli rivayete göre 63 yaşında vefat etti.(Buhârî 3460)

Allah ondan razı olsun ve bizi kendisine komşu kılsın.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

5 Şubat 2014 Çarşamba

257.CENNETLE MÜJDELENENLER-1(Hz EBUBEKİR ra)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


 Kutsal topraklardan yeni dönmüş biri olarak ruh halim gereği kalbim ancak Peygamber Efendimiz sas ve sahabelerle ilgili  bir yazı yayınlarsam mutmain olacaktı. Ben de bu sebepten  ölmeden Cennetle müjdelenen 10 sahabeden bahsetmek istedim. 

Kur'ân insanlara yarışırcasına cennete koşmalarını emretmektedir. "Rabbiniz tarafından bir mağfirete genişliği göklerle yer kadar olan ve müttakiler için hazırlanmış olan bir cennete doğru yarışırcasına koşuşun." (Al-i İmran 3/133) 

Kimin cennetlik olduğu ahirette belli olacaktır. Fakat Allah cc sahabeye daha bu dünyada iken cenneti vaad etmiştir.
"Sizden fetihten önce infak eden ve savaşan kimse ile fetihten sonra infak edip savaşan elbette bir olmaz. İşte onlar bundan sonra infak edip savaşanlardan derece bakımından daha yüksektirler. Bununla beraber Allah herbirine cennet vaadeder. Allah yaptığınız herşeyden haberdardır." (Hadid 57/10) 

Bu âyettte açıkça görüldüğü gibi Allah cc sahabenin hepsine cenneti vaad etmektedir. Pek çok güzel haslete sahip sahabe-i kiram genel olarak cennetle müjdelendiği gibi dünya hayatında iken fert fert kendilerine cennet vaad edilenler de vardır. el-Aşeretü'l-mübeşşere (müjdelenlen on) terkibi ile bu müjdeyi Rasûlullah'tan dünyada iken alan sahabiler anlaşılır. Aşere-i mübeşşere tabirinin yanı sıra aynı manaya gelen el-mübeşşirun bi'l-cenne terkibi de kullanılmıştır.
Bunlar: Ebû Bekir (634), Ömer (643), Osman (655), Ali (660), Talha (656) ,Zübeyr (656), Avf oğlu Abdurrahman (652) ,Sa'd (674), Zeyd oğlu Said (671) ,Ebû Ubeyde (639) (ra) hazretleridir. Bu sahabilerin isimleri hadiste zikredilmiş ve bu şekilde sabit olmuştur.

Aşere-i mübeşşerenin bazı ortak özellikleri vardır:

  • Hepsi İslam'ın ilk yıllarında Müslüman olmuşlardır.
  • Peygamber'e ve İslam davasına büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
  • Hicret etmişlerdir.
  • Bedir gazvesine katılmışlardır.
  • Hudeybiye de Rasûlullah'a beyat etmişlerdir.
  • Hadis kaynaklarında faziletleri ile alakalı pek çok rivayet vardır.
  • Müsned türündeki hadis kaynakları bu sahabilerin rivayetleri ile başlar.

Ölmeden Cennetle müjdelenen sahabelerin ilki Hz.Ebubekir ile başlayalım inşallah.


Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tan 2 yıl sonra 573 yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir. Adı Abdullah, babası Ebu Kuhafe lakaplı Osman’dır. Annesi ise, Ümmü’l Hayr lakaplı Selma’dır. Baba ve anne tarafından, Arap kabileleri arasındaki kutsallığı, asâlet ve yüceliğiyle şanı büyük olan ‘Ku­reyş’ kabilesinden olup nesebi Mürre bin Ka’b’da Rasûlü Ekrem’in nesebiyle birleşir.

Rasûlullah’ın nesebi: İsmail (Aleyhi’sselam) in soyundan olan Adnan’ın oğlu, Ma’ad’ın oğlu, Nizar’ın oğlu, Mudar’ın oğlu, İlyas’ın oğlu, Mudrike’nin oğlu, Huzeyme’nin oğlu, Kinane’nin oğlu, Nadir’in oğlu, Malik’in oğlu, Fihr’in oğlu, Galip’in oğlu, Lüy’in oğlu, Ka’b’ın oğlu, Mürre’nin oğlu, Kilab’ın oğlu, Kusay’ın oğlu, Abdi Menaf’ın oğlu, Hişam’ın oğlu, Abdulmuttalip’in oğlu, Abdullah’ın oğlu, Muhammed.

Ebu Bekir’in babası Mekke’nin şereflilerindendir. Kendisi ilk Müslüman erkek iken babası Mekke’nin fethi günü Müslüman olmuştur. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) in babası, annesi ve aile fertleri sahâbîlik şerefine erişmişlerdir. Bu yüce şeref başka kimseye nasip olmamıştır.

Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) Müslüman olmadan önce yaşadığı 38 yıl boyunca içki içmemiş, putlara tapmamış, hurafelerden nefret etmiş, dürüstlüğü, fazileti ve insanlığı ile tanınmış bir şahsiyetti. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ın kayınbabası ve ilk halifesidir. Seferde ve mukimken Rasûlü Ekrem’in en sadık ve fedai arkadaşı, en samimi müşaviriydi. Arkadaşlığı Kur’an ile tescil edilmiştir. Ra­sûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vefat ettiği hastalığında son na­mazını onun arkasında kılmıştır.

Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) seferde ve hazarda münferit meseleler hariç Rasûlullah’ın yanından hiç ayrılmazdı. En tehlikeli yerde onun yanıbaşındaydı ve yardımcısıydı. Elindeki servetinin tamamını İslâm uğruna harcamaktan çekinmez, bu durumda iken “Ailene ne bıraktın?” sorusuna: “Allah ve Rasûlü’nü bıraktım.” diye cevap verirdi. Daha hayatta iken birçok defa cennetle müjdelenmiştir. Sırf Müslüman oldukla­rı için işkence gören 6 yahut 7 köleyi satın alarak hürriyetlerine kavuşturmuştur ki, Bilal (Radıyallahu Anh) onlardan biridir. Hakkında birçok Kur’an ayeti inmiştir. Rasûlullah’ın ona: “Sen Allah’ın cehennemden âzâtlısısın.” buyurmasından sonra âzâtlı manasına ‘Atîk’ adını aldı.

Rasûlullah (Sal­lallahu Aleyhi ve Sellem) bir gün beraberinde Ebu Bekir, Ömer ve Osman (Radıyallahu Anhum) olduğu halde Uhud’a çıkmıştı. Bu esnada dağ onları salladı. Bunun üzerine Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Ey Uhud, sabit ol! Bil ki senin üstünde bir Rasûl, bir sıddîk (çok dürüst) ve iki de şehit bulunuyor.” buyurdu.


Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Mekke’de iken İslâm’ ın ilk dönemlerinde Hicri İsmail’de namaz kılıyor olduğu halde Ukbe bin Ebi Muayt onu ridası ile boğarken Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) kurtardı. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onun hakkında: “Beni Ebu Bekir’in malının faydalandırdığı kadar hiç kimsenin malı faydalandırmamıştır. Bir dost edinmiş olsaydım mutlaka Ebu Bekir’i edinirdim. Lakin (kendini kastederek) sahibiniz Halilullah’tır.” buyurmuştur.

Ammar bin Yasir (Radıyallahu Anhuma) onun hakkında: “Rasûlullah’a vardığımda (ilk Müslümanlardan olarak) beş köle (Bilal, Zeyd bin Harise, Amir bin Fuhayre, Ubeyd bin Zeyd, Ebu Fukeyhe), iki kadın (Hatice, Ümmü Eymen) ve bir de Ebu Bekir’den başka kimse yoktu.” demiştir.Rasûlulah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir konuda kendisine başvuran kadına, yanından ayrılırken kendisine tekrar müracaat etmesini söylemiş, kadın: “Seni bulamazsam ne yapayım?” deyince ‘‘Ebu Bekir’e müracat et.’’ buyurmuş ve yine: “Benden sonra şu iki zâta uyunuz: Ebu Bekir ve Ömer’e.”gibi hadislerde; ölümüyle neticelenen hastalığında Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) i imam tayin etmesinde;“Mescitte Ebu Bekir’in kapısından başka bütün kapıları kapatın.” ve “Allah ve mü’minler Ebu Bekir’den başkasına razı olmazlar.” buyurmasında kendisinden sonraki halifeye işaret etmiş; kendisine en sevgili olanın sorulmasına “Aişe’dir.” diye cevap vermiş, “Erkeklerden kimdir?” denildiğinde “Babasıdır.” buyurmuş; “Allah beni Rasûl olarak gönderdiğinde hepiniz beni yalanladınız, Ebu Bekir ise beni tasdik etti, malı ve canı ile bana yâr ve yardımcı oldu.” diyerek onu taltif etmiş; “Ebu Bekir ve Ömer, Nebi ve Rasûllerden başka önceki ve sonrakilerden cennet ehlinin orta yaşlılarının efendileridir.” buyurarak onun Allah indindeki değerini bildirmiş; ayrıca onun cennete cihat edenler, sadaka verenler ve oruç tutanlar kapılarından çağrılacağını haber vermiştir.

Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ın İsrâ ve Mi’raç hâdiselerini anlatmasını garipseyen Mekke müşrikleri, bu anlatılanları Ebu Bekir’e anlatınca: “Muhammed söylediyse doğru söylemiştir.” diyerek onu kayıtsız şartsız tasdik etmiştir. Yine Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) çobanla konuşan kurt ile sırtına binen sahibine:‘Ben bunun için yaratılmadım.’diyen öküzün kıssalarını anlatınca sahâbîler hayret etmişler, bunun üzerine Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendileri yanında olmadığı halde: “Ben, Ebu Bekir ve Ömer bu hayvanların böyle söylediğine inanıyoruz.” diyerek her hâl­de Ebu Bekir’in kendisini doğrula­dığını beyan etmiştir.

Ebu Bekir es-Sıddîk (Radıyallahu Anh) ın sahâbîler nezdinde de değeri makbuldü: İbni Ömer (Radıyallahu Anhu­ma): “Biz Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında insanlar arasında ‘Falan falandan, filan filandan hayırlı.’ diye konuşurduk. Neticede Ebu Bekir’i, sonra Ömer’i, sonra Osman’ı hayırlı bulurduk.” demiştir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vefat edince Ensar, Sa’d bin Ubade’yi halife yapmayı konuşurken beraberinde Ömer ve Ebu Ubeyde (Radıyallahu Anhuma) olduğu halde Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) yanlarına gelmiş, onlara hilafe­tin Kureyş’ten olması gerektiğini izah etmiş ve yanındaki iki kişiden birine biat edilmesini istemişti. Bunun üzerine Ömer (Radıyallahu Anh): “Hayır, biz sana bey’at ediyoruz. Çünkü sen seyyidimiz, en hayırlımız ve Rasûlullah’a en sevgili olanımız­sın.” demiştir.

Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ın vefat haberi geldiğinde insanlar inanamamış, şuurlarını kaybetmiş ve ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Hatta Ömer (Radıyallahu Anh) Allah’a yemin ederek “Muhammed ölmedi.” diye bağırıyor, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ın öldüğünü söyleyen­leri öldüreceğini haykırıyor olduğu bir hâlde, metanet sahibi Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) insanlara bir hutbe irad ederek: “Her kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o ölmüştür ve her kim Allah’a ibadet ediyorsa bilsin ki Allah ölmez. Allah, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hakkında: (Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler) ve (Muhammed ancak bir rasûldür. Ondan evvel daha nice rasûller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse ökçelerinizin üzerinde (geriye) mi döneceksiniz? Kim böyle yaparsa elbette Allah’a hiçbir şeyle zarar veremez…) buyurdu.” deyince Ömer ve halk teskin olmuş, onun vefatına inanmış ve sessizce ağlama­ya başlamışlardır.

Zekatın dindeki yeri, onun hilafeti döneminde zekatı verme­yenlerle savaşması ve onları öldürüp esir yapmasıyla daha iyi anlaşılmıştır. Kendisinden 142 hadis rivayet edilen Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) in hilafeti 2 yıl 3 ay 8 gün sürdü. Bu süre zarfında irtidat eden kabilelere ve yalancı Nebilere karşı mücadele ederek hepsini alt etmiş ve İslâm’a eski saygınlığını kazandırmıştır. Irak’ı cizyeye bağladı, İran’ı İslâm topraklarına kattı. Rumlara karşı görevlendirdiği orduya şu mesajı göndermişti: “Siz Allah’ın savaşçılarısınız, O size yardım edecek, kafirleri yenilgiye uğratacaktır. Hiçbir ordu azlığından dolayı yenilmez, ancak günahları sebebiyle yenilir. Günahlardan sakının, namazlarınıza dikkat edin.” Bu savaşta Rumlar 120.000, Müslümanlar ise 24.000 kişi idiler. Gerçekten de Müslümanlar 3.000 şehit ile bu orduyu dize getirmişti.

Ebu Bekir (Radıyallahu Anh), Ömer’in savaşlarda şehit olan hafızlardan endişelenerek yaptığı tavsiye ile Zeyd bin Sabit (Radıyallahu Anh) i görevlendirerek Kur’an sahifelerini ilk defa toplatıp bir araya getirdi.

Sıtmaya yakalanarak yatağa düştü. Bu hastalığı 15 gün sürdü. Cemaate Ömer (Radıyallahu Anh) i imam tayin etmişti. Osman (Radıyallahu Anh) a bir vasiyet yazdırdı. Bu vasiyette kendinden sonra halife olarak Ömer’i atamıştı. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ın yanına gömülmeyi vasiyet ederek hicrî 13. yılda Cemaziyelahir ayının 8. günü vefat etti.

Allah ondan razı olsun ve bizi kendisine komşu kılsın. Amin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

27 Ocak 2014 Pazartesi

256.UMRE

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Umre, Allah’ın davetini kabul edip yola çıkmaktır; Onun ‘’evim’’dediği Kâbe’yi ziyaret etmektir. Allah Teâlâ, ‘’evim’’ dediği Kâbe’nin ziyaret edilmesini, insanların hepsinden gitme imkânı bulabildikleri takdirde istemektedir.Bu ibadetle onların bütün günahlarını arındırmayı da vaat etmiştir.Bir müminin evinden ayrılıp, mübarek beldeleri hac veya umre için ziyaret etmesi, insanın Yaratıcısı’na olan sevgisine işarettir. Müminin sevdiği her şeyini, vatanını, evini, ailesini, ana-babasını,onun için değer taşıyan her şeyi bir mukaddes gaye için terk edip, bu kudsi yolculuğa çıkabilmesi, ancak ondaki muhabbetullah duygusunu ifade eder.

Umre, aynı zamanda mübarek yerleri ziyaret ederek eğitilmektir. Başta Kâbe olmak üzere yeryüzünün en kutsal topraklarına doğru bir soylu yürüyüşün adıdır. Bu ziyaret Hz. İbrahim’den (a.s) beri devam eden bir ziyarettir. Hz. İbrahim oğlu Hz. İsmail’le birlikte Kâbe’yi tamamladıklarında Mevlamız “Ey İbrahim, insanları bu evi ziyaret için çağır’ buyurmuştu. Hz. İbrahim (a.s.) de: “Yâ Rab, bu çölün ortasına kim gelir, hem benim sesimi bu ıssız yerlerde kim duyar” demişti. Rabbimiz de: “Ey İbrahim, sana düşen insanları buraya davet etmek; senin sesini ve davetini insanlara duyurmak bizim işimiz, fevç, fevç insanların burayı ziyarete geldiklerini göreceksin” buyuruyordu. İşte bugün müminlerin akın akın o mübarek beldeye yaptığı yürüyüş, İbrahim (a.s.) den gelen sese “lebbeyk” diyerek asırların ardından ses vermektir.

“Buyur Yâ Rabbi, işte buradayım, senin emrine geldim, bazı ayetlere şahit ve bazı sembollerin mânâsını yerinde bizzat görmeye geldim”, demektir. Umre, tavaf ve say’ın ardından tıraş olarak tamamlanan bir ibadettir. Ama tüm sembollerin yüklendiği manalar ve mesajlar vardır. Esas olan da zaten her müminin bu sır örtüsünün gizlediği manaya yönelmesidir. Zira hem hac hem de umre ibadetinde ziyaret edilen her yer bir mânâ denizidir.

Tavaf; insanın içine doğru, kendi özüne doğru gerçekleştirdiği soylu bir yürüyüştür. Hayat insanı çok çeşitli meşgalelerle savurur durur.İşte umre bizleri tam da bu anlam boşluğunda tavafla yeniden kendimize, özümüze dönmemizi sağlar. Tavafın her şavtında müslüman kainatın merkezi olan Kâbe’deki o muazzam ahenge katılarak İslâm ümmetinin bir ferdi olmanın muhteşem hazzını tüm hücrelerinde hisseder. Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz “Hacer-ül Esved Cenab-ı Hakk’ın eli gibidir” buyurarak bizleri tavafın her şavtında onu selamlamamızı tavsiye eder. Bu tavsiye bizim için Rabbimizle olan sözleşmemizi her şavtta yenilediğimiz şuurunu aşılar. Her tavaf kulun Allah aşkıyla sonsuza kadar sadakatle yürüyüşe hazır ve razı olduğunun en berrak ve net resmidir.Tavaf alanının bir daire şeklinde oluşu da zaten bu ibadetin sonsuzluğu ifade ettiğini gösterir.

Seven sevdiğine sadakat gösterir ve göstermelidir. İşte kulun başı önünde büyük bir tevazu ve edeble “sana geldim Allahım, işte buradayım” dercesine yavaş yavaş ve emin adımlarla seyri sadakatidir. Tavafın ilk üç şavtında erkeklerin sağ omuzları açık olarak yürümeleri gücümüzü yitirmediğimizin, her şeye rağmen, bütün günahlarımıza rağmen bitmediğimizin, yılmadığımızın, yıkılmadığımızın tüm kainata açık bir ilanıdır. Tavaf Hz. İsmail’in yürüdüğü yerde yürümektir. Yani İsmail’in rolüne soyunmaktır. İsmail’in kundağıyla bırakıldığı yer senin tavaf ettiğin yerdir. İsmail kadar fedakâr olmayı Kâbe’de sen de öğreneceksin. Çığlıklarının sonunda ödül olarak zemzem suyunu Rabbinden alan İsmail gibi ödülünü almak için ağlayacak, inleyecek hıçkırıklarla feryad edeceksin. Her tavafın seni bir kez daha, biraz daha İsmailleştirecek ve oradan Hacer’in Safa ile Merve’sine fedakârlık sınıfını geçmiş olarak geleceksin.

Say;Bu yürüyüş Hz. Hacer annemizin oğlu İsmail’in feryadına dayanamayan bir annenin merhamet ve İbrahim’in emanetine sadakat dolu yürüyüşünün adıdır. Bir kadının asırlar evvel yaptığı bu asil yürüyüş bize niçin vacip olmuştur dersiniz? Rabbimizin o kadar hoşuna gitmiştir ki bu vefa dolu yürüyüş, o gün bugün hepimizi Hacerce bir yürüyüş halinde görmek ister Mevlâmız.

*** Ve peygamberimiz sav:

“Umre diğer umreyle aradaki günahları siler” buyuruyor.

Bu mekânların ziyaretçilerini “Allâh’ın misafirleri” diye tanımlıyor Efendimiz (sav). Nasıl ki ev sahibi misafirine evinde bulunanın en iyisini ikram ederse umre için yola düşmüş bir mümine de ev sahibi olan Rabbimiz ikramların en büyüğünü vermez mi?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kim Allah yolunda hac, umre ve gaza için çıkar da bu uğurda can verirse Allah’u Teâlâ o kişiye kıyamete kadar gaza, hac ve umre yapmış sevabı verir.” ( Beyhaki)

İbn Mace’deki rivayet şöyledir: Hz. Aişe (r.a) der ki:“Ey Allah’ın Resulü, kadınlara da cihad var mı?”“Evet, içinde savaş olmayan bir cihad var ki Hac ve umredir” (İbn Mace)

Resulullah (s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki: “Küçüğün, büyüğün, zayıfın, kadının cihadı hac ve umredir.” (Nesâî,)
Hz. Ömer (r.a) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:‘’Ey insanlar! Sizin üzerinize, yolculuğa çıkılarak yapılan üç ibadet yazılmıştır:
Sizin üzerinize hac ve umre yazılmıştır. Sizin üzerinize cihad yazılmıştır.
Sizin üzerinize, kişinin, malını Allah yolunda harcamanın yollarını araması yazılmıştır.Nefsimi kudret elinde tutan Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Allah yolunda nefsim ve malımla bu işlerden birini yapmak isterken ölmem, bana yatağımda ölmekten daha sevimlidir. Bu uğurda ölmenin şehitlik (mertebesinde bir ölüm) olduğunu söylemiş olsaydım, bunun şehitlik (mertebesine çıkaran bir ölüm) olduğunu düşündüğüm için söylerdim.


Rabbimiz cc hepimize mebrur ve makbul bir umre lutfeylesin ve buradan arınarak, korunarak, durularak dönmeyi nasib eylesin. Amin sonsuz kere amin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

26 Ocak 2014 Pazar

255.KABE'NİN İÇİ-Video

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Kabenin İçi İç Görünümü Video İzle İndir - Dailymotion video



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Ocak 2014 Cuma

254.KÜÇÜK NOTLARIM(15):iftira-vazifeler-İslam'a hizmet

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim
Bismillahirrahmanirrahim

*Velilerden birine iftira etmişler.Demişki: “Amel defterimdeki günahları kendi amel defterine alma lütfunda bulunmuşlar.” O halde başkasının hakareti veya bizi aşağılaması ,bizim aşağılanmamıza sebep olmaz.O Allah’tan bize bir ihtardır.Belki bir hatamızı ödüyoruzdur,ya da O’nun indinde derece alıyoruzdur.

*Birinden sana bir itiraz ,kötü muamele geliyorsa da memnun ol;bir hatamı ödüyorum de.

*Doğru davran,yalan söyleme,hak yeme,sana yanlış yapıldığında veya bir müsibetten kurtulmak için dua et ama beklenti içine girme ,emin olma ama ümitsizliğe de düşme.

*Acizliğini Allah’a cc itiraf et.O’na göster,insanlara bunu gösterme.İzzetli ol.

*Ne yaparsan yap ancak O’nun emriyle yaparsan hayır olur.Kötünün-iyinin ne olduğunu belirlemek ,çirkin-güzeli ayırt etmek,hayır ve şerri belirlemek insanın keyfine bırakılmış değildir.

*Şu vazifelerle meşgul ol:
Farzları yerine getir,masiyetleri,günahları terk et.Kalbini dünyayı istemekten,makam sevgisinden,nefsin arzu ve isteklerinden koru.Allah’ın cc sana verdiğine kanaat et,O’nun beğendiği bir şeye kavuşursan şükret.

*Arzu ve isteklerine meylettiğin zaman onu tevbe ile düzelt.

*Rabbine asi olduğun zaman hemen tevbe et ve nadim (pişman) ol.İnsanlara özür beyan etme. Çünkü kendini insanlara karşı mazur göstermeye çalışman,işlemiş olduğun günahtan daha büyüktür.

*Kırık kalp ile yapılan amel Hak indinde makbul olur.

*İslam’a hizmet için 3 şart vardır:
1.Güler yüzlü ,tatlı dilli olmak,
2.cömertlik,
3.tam ihlaslı olmak.

*Günahlarımıza bir tevbe etmeli,iyi işlerimize bin tevbe etmelidir.Çünkü iyi işlere riya karışabilir.

*İhlaslı müslümanı methetseler ,hiç sevinmez.Çünkü onun insanlarla işi yoktur.Onun işi Allah cc iledir.Yalnız Allah’ın cc rızasını düşünür,onu kazanmaya bakar.Her işini Allah cc emrettiği için yapar ve sevabını da O’ndan bekler.

*3 şey bir kimsede bulunursa , o kimse kırk evliyadan biridir:Kazaya razı olan,haram işlememeye sabreden ve Allah cc için öfkelenen.

*Allah cc bize nasıl teşekkür ve nasıl ibadet edeceğimizi bildirdi.İnsanların kendi beğendiği şekilde yaptıkları ibadeti ve şükrü kabul etmez.

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

23 Ocak 2014 Perşembe

253.KIBLE EHLİ ve TEKFİR MESELESİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yine uzun zamandır araştırdığım bir konuyu mümkün olduğunca anlaşılabilir bir şekilde detaylara girmeden özetle aktarıyorum.

Kıble ehli kime denir? Tekfir nedir? Kıble ehlini tekfir edebilir miyiz? 

Tekfir;bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek; küfre girdiğini söylemek demektir.

Kıble Ehli; Kıblemize yönelen ve Rasulullah’ın sas getirdiği dini esasları onayladığı, bildirdiklerini doğruladığı müddetçe müslüman olarak kabul edilen mü’minlerdir.
 
Müslümanlar arasında görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın kabul edilen bir gerçek şudur: Kişi açık ve mütevatir farzları, açık ve mütevatir haramları ve buna benzer kat’î hükümleri açıktan açığa inkâr edecek olursa,hafife alırsa,alay konusu ederse tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse kabul edilir, aksi takdirde kâfir ve mürted  kabul edilir.

Kişi zahiren ve batınen mü’min olmakla birlikte ya içtihad ederek yahut kusurlu davranıp günaha girmek suretiyle hataya düştüğü bir te’vilde bulunursa böyle bir kimse hakkında sırf bundan ötürü imanı boşa çıkmıştır, denilemez. Ancak buna (küfrüne) dair şer’î bir delilin bulunması hali müstesnadır.Bizler bununla birlikte böyle bir kimse kâfir olmaz da demeyiz. 

Ehli kıble olmak Kabe'ye dönüp namaz kılmak değil Peygamberimizin sas getirdiği temel hükümleri tasdik etmek demektir.

Daha kolay anlayabilelim diye şöyle söyleyebiliriz:

Tekfirde ölçü şudur:Kişi neyi tasdik ederek mü'min oluyorsa ,onu red etmesiyle de kafir olur.

 İman:tasdik, küfür:yalanlamaktır.

Peygamberimizin sas getirdiği ve getirdiğine dair hemen her müslümanın bildiği konular "zaruret-i diniye" dir. Bunlar, Allah cc birdir, eşi benzeri yoktur; Zina, hırsızlık, faiz vb. haramdır, tesettür farzdır gibi meselelerdir.

"Dinde böyle hükümler vardır bilgisi" zaruret düzeyinde insanları bağlayıcı olduğu için bu konuları ayrıca araştırmaya gerek yoktur. Bu hususlardan birini reddeden, inkar eden kafir olur, mü'min sayılmaz.

Müslüman büyük günah işlediğinde onu helal saymadıkça islamdan çıkmaz. Kıblemize yönelen, müslüman olduğunu söyleyen namaz kıldığında kabeye yönelen kişi ister bidatçi veya büyük günah işleyenlerden olsun, bu ehli kıbledir. Ancak Rasulullah’ın getirdiklerinin hiç bir tanesini yalanlamadığı müddetçe, bir günahı helal saymadıkça kıblemize yönelenleri tekfir etmeyiz. İslam ve iman birdir. Temelleri aynıdır.

 Diyelim ki bir söz söyledik ucu küfre gitti ama bilinçli söylenmedi.("Allah baba" veya "Allah-u Teala göktedir" demek gibi) O kişi uyarıldığında 'ne var bunda canım ' diyerek onaylamadığı sürece sorun yok. O sözü alışkanlık edinmiş veya senin kadar hassas düşünmüyor olabilir. Bu kişiye kafir demek doğru değildir. Onu ikaz ederek sözünün dolaylı olarak küfre çıktığını ve bunun tehlikeli bir durum olduğunu söyledikten sonra o da "bundan sonra dikkat ederim" derse kafir olmaz. Pişman olur, tevbe eder.

Ancak tekfir etmenin riskli bir boyutu var: O kişiye kafir dendiğinde  Allah katında da kafirse söz yerini bulmuştur; değilse bu itham döner söyleyeni bulur. Bu sebepten İmam Gazali "ben tekfir yaparak hata etmektense bin tane kafire hüsnü zan ederek mü'min olduğunu söylemeyi tercih ederim" demiştir. 

Tekfir ederek içine düştüğümüz hata mü'min olduğunu söyleyerek düştüğümüz hatadan çok daha ağırdır.

Sonuç olarak tekfir ederek kendimizi riske atmaktansa şöyle bir denge kurabiliriz:

Salih bir insanın kesin cennetlik olduğuna şahitlik etmeyiz. Bize naslarla bildirilenler dışında kimseye cennetlik demeyiz. Günahkar olanlar için af dileriz , küfre düştüğünü düşündüklerimize Allah-u Teala'dan hidayet ister O'nun cc rahmetinden  ümitsiz olmayız ve onlar için kesin cehennemliktir demeyiz.Hüsn-ü zan besleriz. 

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

22 Ocak 2014 Çarşamba

252.KÜÇÜK NOTLARIM (14)Gıybet-Hakk'a yakınlık

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Hak Teâlâ hem yüce, hem de celallidir. O’nu iyi iste. İyi dilemeyi bilmiyorsun. İraden, O’na karşı sıhhatini yitirmiş. Hakk’ı arayan başka davayı bırakmalı. İki davayı bir arada yürütmek kolay olmaz. “Hakk’ı istiyorum” deyip başkasının peşinden koşan, isteğini iptal etmiş olur.

Halk arasında dünyayı isteyen çoğaldı. Bu âlemin ötesini isteyen azdır. Tam ve doğru olarak Hakk’ı talep eden azdan daha azdır.

Yalnız kaldığın zaman ülfetin kiminle? Tek olduğun zaman kim yoldaşın? Bunları iyi tanı, bilmiyorsan öğren. Yalan deme, sonra yü­züne vururlar.

 Şeytanlıktan başka ne düşünebiliyorsun? Şahsî ve tabiî, sefil arzularından başka neyi biliyorsun ki? Düşündüğün dünyalık. Konuştukların hep in­sancıl şeytanlar ve kötü arkadaşlar. Dedikodudan başka ne yapar­sınız? Hep sağa sola söz atmakla meşgulsünüz.

Hak önünde sakin ol. Ken­dini iç âleme ver. Yanlış edebi bırak. Hele anlattığımız mesele üzerin­de hiç konuşma. Konuşman gerektiği zaman teberrüken bu yolun yolcularını ve hâllerini anlat. Kendinden bahsetme, iç âlemin karan­lık olduğu hâlde dıştan mamur görünmek olmaz. Bir söz ki, iç hâle uymaz, dıştan konuşulur, işte o hezeyandır. Bu durumu Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in, “İnsanların etini yiyerek gölgelenen oruç tutmadı.” hadîs-i şerifi güzel anlatır. Sonra Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu hadîs-i şerifi de önemlidir: “Oruç tutmak yalnız yemeyi, içmeyi terk değildir.” Yalnız bu yetmez. Buna yanlış hareketleri, iç hâlle işlenen hata­ların terkini de eklemek gerektir. “Gıybetten sakınınız, o odunu kül eden ateş gibi, bütün iyi­liklerinizi kül eder.” hadîs-i şerifleri, iç âleme yapılacak ihtimamı pekâlâ anlatır.

Gıybeti âdet edinen, iflah olmaz. Bir kimse, bu kötü huyla meş­hur olsa, kimse yüzüne bakmaz. Kötü niyetle kimseye bakmayınız. Hele şehevî bir arzu olunca. O bakışlar, kalbinize, isyan tohumu eker. Elbette ki, sonu iyi olmaz. Dünya ve âhirette saadet getirmez.

Yalan yere yemin etmekten kendinizi koruyunuz. Bu âdet, ülke­leri yıkar, harabeye çevirir. Malın bereketini götürür. Bunu âdet edi­nen, davasızlar ve dinsizler gibi olur.

Yazık sana, yalan yeminle mal satmaktasın. İmanın çürüyor, haberin yok. Aklın bu durumu çabuk kavramıyor. Allah ismi üzerine yemin ediyorsun. Üzerine yemin ettiğin şeyin değeri var mı ki? Şu ülken ve cümle cihan, o yüce isme nasıl karşılık olabilir? Bütün söy­lediklerin hata ile dolu. “Şu, şundan iyidir” derken bir de yalancı şahitlik yükleniyorsun.

Bu, doğruca iflastır. Hâlbuki kendini doğru sanıyorsun. Yakında gözlerine körlük gelir. Yerinden kalkamaz, kötürüm olursun.


 Edepli olunuz. Hak katında edepli ve terbiyeli olanlar kurtulur. Hakikî terbiyeyi bu âlemde bu­lunuz, öbür âlemde ateşe atıldıktan sonra her şey faydasız olur. Say­makta olduğumuz şeyler, ahlâk kaidelerinin çok azıdır. Bunların en az beşte birini yapmaya hazırlanmayan için ne oruç fayda verir, ne de öbürleri. Oruç ve namazın aslı bozulmaz, fakat ecri ve mükâfatı olmaz, esas gaye ele geçmez.

 Belki de yarın yeryüzünden ismin silinir, cismin ze­mine geçer. Ve sen, eli boş olursun. Bu bir an meselesidir. Belki hemen, belki de biraz sonra olur, yarına kalmaz. O hâlde bu gaflet niye? Niçin bu gaflet uykusu? Kalpleriniz nasıl böyle kararmış? Sanki birer taş kesilmişsiniz.

 Kur’an si­ze okunuyor. Peygamber Efendimiz’in sözleri ve geçmişteki büyüklerin âdetleri size anlatılıyor. Fakat sizde bir vurdum duymazlık devam edip gidiyor. Hiçbirinden ibret almıyorsunuz. Yaptığınız hatalardan uzak durmak aklınıza gelmiyor. İşleriniz şeklini değiştirmiyor. Vaaz yapılan her ülke mübarektir; fakat öğüt tutmayan halkı en kötü insanlardır.

 Allah dostlarına ihanet nazarı ile bakma. Allah’ı az biliyorsun. Bu az bilgi, Hak dostlarını gözünde küçültüyor. Onlar da seni bırakıp gidiyorlar. “Bizden niçin ayrı duruyorlar?” diye kızıyorsun. Ama bilmiyorsun ki, onlar seninle duramazlar. Nefsini bilmiyorsun. Bilsen bile çok az. Bu az bilgi, insanların kadrini bilmekten de seni mahrum kılıyor. İnsanları bilemiyorsun. Âhireti ne kadar az bilsen, Hak bilgisi de sana o kadar uzak olur.

Ey dünya ile uğraşan, yakında hüsran başlıyor. Pişman olacak­sın. Bu pişmanlık, önce dünyada başlayacak. Sonra öbür âlemde. Burada birse, öbür âlemde birkaç. Her şeyin kaybolur. Utanırsın.

Utanırsın ve nihayet iflas fermanını alır gidersin. Öbür âlem başla­madan nefsini hesaba çek. Allah’ın hilmine aldanma. O’nun kerem sofrası seni azdırmasın. O’nun hilmi ve keremi seni kapladı. Onun, yâni verilen nimetin hakikî manasını ve niçin verildiğini öğrenmedin. Kötülük üzere kaldın. İsyan, hata, zulüm aldı yürüdü. İsyan, küfrün habercisidir. Ev­velâ Hakk’a isyan, peşinden küfür gelir. Nasıl ki, ateşli hastalık da ölümün habercisidir. Hayat parlak devam eder. Peşinden sıcak has­talık, hararet kırkı aşar, sonra ölüm! Ölmeden önce dön. Ölüm me­leği gelmeden hatalarına pişman ol.

Gençler! Tevbe ediniz. Hak Azîz ve Celîl’dir. O’nun kuvvetini gör­müyorsunuz, hâlbuki O, her an sizi tecrübe etmekte ve ayılmanız için size ufak yollu belâlar göndermekte. Bu, tevbe etmeniz ve O’na dön­meniz içindir. Hâlbuki aklınızı başınıza almıyor, hata üzerinde ısrar ediyorsunuz.

İptilâ bir imtihandır, herkese nasip olmaz. Herkes iptilânın ne­den ve nereden geldiğini fark edemez, ancak binde bir kişi anlar. An­layınca Hakk’a döner.

İptilâ(düşkünlük,çok sevme), zamanımızda yanlış anlaşılıyor gibi. Hataları yapanlara da müptela diyorlar. Bu yanlıştır. Bu büyük bir hata sayılır. Meselâ; yalan söylemeye alışık olanlar için müptela denir mi? Büyük girda­bın içine yuvarlanmış, felâket çukuruna düşmüş denir. İptilâ insanı uyandırmak için gelir. Anlayan için iyi olur. Yalan gibi kötü itiyat, felâket getirir. Nimet ve iyilik getirmez. Derece arttırıp şerefli kılmaz. İptilâ bazı tatlılıklar doğurur. Bunları duyan büyük insanlardır.

Allah yolunda toplu duran, iptilâya uğrar; sabrettikleri için şah­ları yanında dereceleri artar. Her an ayrılıklarında yüce duygular beslerler. Her uğradıkları felâket, onların derecelerini arttırır. Başla­rına gelecek ne olursa olsun, hep Hakk’ı isterler. O yüce varlık onlara yüz gösterdikten sonra başka ne isterler? Onlar bu inancı kalplerinde saklarlar. Bu inanç özünü kaybettiği an, her şey iflâs eder. Onların gayesi, o yüce varlığa ermekten başka değildir. Şaştıkları an, helak içinde olduklarına kanidirler.

Allah’ım, bizden helaki kaldır. Sana yakınlık ver. Dünyada kalplerimiz Sen’den yana olsun. Öbür âlemde ise, gözlerimizle varlığını görmeyi bize nasip eyle.

Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. O’nun genişlik kapısı açılır. O’nun uzağı olmaz. O’nun iyilik kapısına az zamanda varırsınız.

Ümitsizliğe kapılma. Yapan Allah’tır. Bir darlık gelir, az sonra geçip gider. Sen sabırlı olmaya bak. Belâdan kaçma. Sabırlı ol, ufak tefek sıkıntılar temel kaideler arasındadır. Her şeyin kökünde bunlar çıkar. Peygamberlik hâlini ele al; içinde bela ve sabır vardır. Velayet hâlini al; içinde darlık, yanında da sabır mevcuttur. Belalar da onun­la def olur. Belanın olmadığı yerde sabır da bulunmaz. Beladan ka­çan sabrı bir yana atar. Sabrı bırakan, cümle manevî hâllerden mah­rum yaşar. Sabrı bırakıp kaçman, velayet, marifet, Hakk’a yakınlık hâllerinden uzak olmayı arzu etmen demek olur.

Sabra yapış ve çalış. Sırrın ve kalbinle Rabb’ine yönelmek isti­yorsan böyle yap. 


İman sahibi, yalnız Allah’tan korkar. Başkasından ne korkar, ne de bir şeyler bekler. Onun kalbine Hak tarafından kuvvet ve kudret konmuştur. O kuvvet sayesinde Hakk’a yaklaşır. Kalbi Hak’ta, kalı­bı ise yerdedir. Allah Teâlâ onları haber verirken şöyle buyurdu: “Onlar, katımızda sevilmiş ve seçilmişlerdir.” (Sâd, 38/47)

 Dünyada her şey lazım. Tatlının yeri var. Acı da ge­rek. İyiliğin ve fesadın da bir gereği bulunur. Dert olur, safa vardır. Tam safa hâlini istiyorsan kalbinden halkı çıkar. Her varlığını Hakk’a bağla. Dünyadan kalbini çek. Çocuklarını Rabb’ine emanet et, ona teslim et. Kalbini her şeyden temiz olarak çıkar. Âhiret kapı­sına yönel, yönel ve içeri girmeye gayret et.

Her şey bir gayeye matuftur, onun için yapılır. Bu dünyayı bı­rakıp öbür âleme yönelmek, Hak Teâlâ’yı bulmak içindir. Âhiret âle­mine geçtiğinde aradığını bulamazsan hemen kaç, O’na yakınlığı ara. O’nu bulduğun takdirde her şeyi bulmuş sayılırsın. Allah Teâlâ’yı seven, gayrini neyler? Cennet, derece ve makam arayanlar için­dir. Manevî tüccarlar onu ararlar. İşte bunun için dünyayı bir yana atan öbür âlemde arzusunu bulur.

Allah’a arif olanlar, her işlerini Hak için yaparlar. Başlarında demir dövülse, ses etmeden vazifelerine devam ederler. Yerde gezer­ler. Yeryüzü her an değişir, başka şekle bürünür, ama onlar buna aldırış etmezler.

Hak ehli, yalnız Allah’ı bilir, başkasını görmez. Başkasının sözünü işitmez.

Onların kalbi vardır. Dilleri konuşmaz. Onlar kendilerini yok et­mişlerdir, başkaları da onlara göre yok gibidir.

Allah, dilerse güçlüğü olmayan rahatlık verir. Gariplik bilmeyen ünsiyet verir. O’nun verdiği nimette yokluk yoktur. Öfkesiz ferahlık vardır. Acısız tatlı bulunur. Yokluğa varmayan mülk bulunur. Allah dilerse her şey olur. “İşte bu makamda (ve bu hâlde) nusret ve hâki­miyet hak olan Allah’ındır. O, sevapça da hayırlı, akıbetçe de hayır­lıdır.” (el-Kehf, 18/44)

Bulunduğun dünya hâlinde rahatlığı pek bulamazsın. Çünkü orası keder ve üzüntü yuvasıdır. Ondan oldukça uzak ol. Derhal kal­bini ondan çek. Mânevi elini ondan uzak tut. Gücün yetmezse yalnız öz varlığına nüfuz edeni bırak, kuvvet bulunca da hepsini.

Evet, neyin varsa ihtiyaç sahiplerine dağıt. Zavallılara ver. Kim­sesizlere yağma et. Senin için olan, seni bırakıp bir yana gitmez, üzül­me.

Daireyi, kalbin ve sırrın sıhhati için çevir. Onların temizliği için bir sınır kur. Unutma ki, onlar bilgi ve amelle düzelir. Amelde ihlâs şarttır. Hakk’ı aramakta doğru olmak başta gelir. Aziz ve Celil olan Hak, doğrulukla aranır.

İlk başta dış hâline gerekenleri öğren; sonra onu bırak. İç âle­mine lazım olanları belle. Dış emirleri yerine getir, Hakk’a yakın olursun. Zahirde beyan olunan emirleri yapmak dış âleme nur verir. İç âlemine ait olanı yapmak ise ruhu aydınlatır. Teferruatı öğrenme­ye hacet yoktur. Bir temel kurulunca gerekenler onu takip eder.

İç âlemini süsle, dış hâlinde yaptığın ibadet, içini aydınlık kılar. Bu aydınlık Rabb’inle senin aranda olur. Her ne zaman bildiğinle amel edersen, hak yola girmiş olursun. Seninle O’nun arasında kapı­lar açılır, perdeler kalkar. Çünkü seni zatına seçmiştir.

“Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, âhirette iyilik ver. Ateş aza­bından cümlemizi koru.” (el-Bakara, 2/201)

A.Geylani
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Ocak 2014 Cumartesi

250.ALLAH cc KENDİNİ ANLATIYOR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir önceki yazıda İhlas süresinin nüzul sebebini belirtmiştik ;Bu yazıda bu sürenin içine girip Rabbimiz cc bize Kendisini nasıl anlatmış idrak etmeye çalışalım inşallah.

Biz O'nu ancak Kendisini bize tanıttığı ölçüde tanıyabiliriz. Zira Kendisini en iyi tanıyan ve en iyi anlatacak olan yine Kendisidir.

İhlâs sûresi Allah'ın varlığını, birliğini ve benzersizliğini anlatan son derece veciz ve harika bir ifadeye sahiptir. Her bir ayet birbirini netice verecek ve birbirlerine delil olacak özelliktedir.

Dinin temel esası olan tevhidi en halis ve en güzel bir şekilde ifade ettiği için bu sûreye "ihlas"denilmiştir. Bu sure bize, Allah'ın varlığı ve birliği konusunda -O'nun uluhiyetine yakışmayan her karışık ve yanlış düşünceden uzak - halis (saf, dupduru) bilgileri vermektedir. Sûrenin meali şöyledir: 

De ki, O Allah;
Ehad'dir: Tektir.
Samed'dir: Hiçbir şeye muhtaç değildir.
Doğurmamıştır.
Doğrulmamıştır.
Hiçbir şey de O'nun dengi değildir.

Şimdi sûrenin veciz ifadelerini biraz açalım:
1. O Allah, Ehaddir: Bu ayette geçen 'ehad' ifadesi, O'nun bir ve tek oluşunu bize anlatmaktadır. Birliği bulunan birçok varlık, sayı olarak birse de, hepsi yaratıklar cümlesindendir. Allah ise, 'yegane' Bir'dir; 'tek' olan Bir'dir, 'eşsiz' olan Bir'dir, yaratıklar hakkında düşünülebilen, hayalde canlandırılabilen, tasavvur ve tevehhüm edilebilen her türlü özelliklerden uzak olan Bir'dir. Bütün mükemmel sıfatlara sahip olan Bir'dir. Bundan ötürü de ibadete lâyık olan Bir'dir.

2. O Allah Sameddir: Her şey O'na muhtaçtır, O ise, hiçbir şeye muhtaç değildir. Kâinatta harika bir düzen vardır ve bu düzenin kendiliğinden olması mümkün değildir. Canlı cansız her bir şey, gerek yokluktan varlık sahasına çıkma, gerekse, varlıklarını devam ettirmelerinde O'na muhtaçtırlar. O, kâinatı muhtaç olduğu için değil, kendini bildirmek, büyüklüğünü göstermek, ihsan ve lütufta bulunmak için yaratmıştır. Her şey O'nun sayesinde ayakta durur, ama O hiçbir şeye muhtaç değildir (sameddir), kendi kendine kaimdir/vardır.

3. Doğurmamıştır:
Bu ayetle şirkin ve küfrün her çeşidi kökünden silinip süpürülmüştür. 'Doğurmamıştır' cümlesi, şirkle alâkalı birçok yanlış düşünceye cevaptır. Evvela bu ayetin akla gelen ilk anlamıyla, insanlara, 'Allah'ın asla insanlar gibi çocuk ve eş sahibi bir varlık olmadığı bildirilir.' İşarî olarak ise, varlığın/kâinatın, -bir kısım filozofların ileri sürdüğü gibi- O'ndan ayrılmış veya O'ndan taşmış bir şey olmadığı anlatılır. Böylece 'doğuran, bölünen, taşan ve değişikliğe uğrayanlar'ın ilah olamayacakları hatırlatılır.

4. Doğrulmamıştır: Allah doğurmadığı gibi O'nu doğuran da yoktur. Daha genel bir ifadeyle, -varlık O'nun zatının bir parçası ve O'ndan sudur etmiş bir şey olmadığı gibi- O'nun varlığına sebep olan başka bir varlık, başka bir irade ve kudret de yoktur. Çünkü O Vacibu'l-Vücud'dur; varlığı kendindendir. O, sonradan doğrulmuş veya sonradan meydana getirilmiş bir varlık değildir. O'nun varlığı ezelidir. Olmadığı bir an yoktur.

5. Hiçbir şey de O'nun dengi değildir: Onun ne zatında, ne sıfatlarında ne de fiillerinde bir benzeri yoktur. Ne arkadaşı vardır, ne yardımcısı, ne eşi, ne dengi ne zıddı ne de benzeri vardır. Sonradan olanların hepsi O'nun eseridir ve bu eserler ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar, O'nun gibi olamazlar.
O, hiçbir şeye benzemez. Hayale gelen, zihinde canlanan her şeyden uzaktır. Çünkü bunların hepsi yaratıktır. Sahip oldukları özellikler de yaratılmıştır, Allah ise, zatıyla, sıfatlarıyla ve fiilleriyle ezelî ve ebedidir.
Yaratıklarına benzeyen Allah olamaz. Yaratıklar ancak birer ayna gibi, O'nun isim ve sıfatlarını gösterirler. Nasıl ki, harika bir robot sanatkarının/mucidinin bilgisini, plânını, hünerini ve gücünü gösteriyorsa, şu âlemdeki her bir yaratık da, üstün yaratılış ve eşsiz sanatlarıyla, Allah'ın sonsuz ilim, kudret, hikmet ve iradesini gösterirler.
O Allah ki, kıyaslanamayacak derecede her şeyden üstündür. Kudreti sonsuzdur; bir atomu yarattığı kolaylıkla bir galaksiyi yaratır. Baharı bir çiçek kolaylığında var eder. Bir işi diğer bir işine, bir fiili diğer bir fiiline engel olmaz. Aynı anda sayısız işi birbirine karıştırmadan yapar. Hiçbir şey O'nun tasarruf ve düzenlemesi dışında kalamaz. Her şey O'ndan sonsuz derecede uzak olduğu halde, O, her şeye sonsuz derece yakındır.  Allah'ın cc eşi, benzeri ve dengi yoktur. Hiçbir yaratık bu özelliklere sahip olamaz. Bu özelliklere sahip olamayanlar, yani eşi, benzeri ve dengi olanlar ilah olamazlar.

İhlâs Suresinin, uluhiyet konusundaki vermiş olduğu mesajlar:
Allah'ı (c.c.) anlatan âyetlerin özeti mahiyetinde olan İhlâs sûresi her türlü şirk anlayışına bir cevaptır.
1. Burada Allah'ın 'Ehad' olduğunun belirtilmesiyle, kâinatta hayrı ve şerri yaratan ayrı ayrı ilahlar bulunduğunu söyleyen ve bunlara Hürmüz ve Ehriman adını veren Mecusî ve benzeri anlayışlar peşinen reddedilmektedir.
2. Bu surede Allah'ın 'Samed' olduğu hatırlatılarak, Allah ile kullar arasında görülen putlar reddedilmiştir. Bilerek veya bilmeyerek sebepleri, Allah'ın icraatında ihtiyaç duyduğu ortaklar olarak gören her bir şirk kokan anlayışa, şiddetli bir tokat indirilmektedir.
3. Yine bu surede, Hz. Üzeyr'i Allah'ın oğlu olarak gören Yahudilere, Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak kabullenen Hıristiyanlara ve melekleri Allah'ın kızları olarak düşünen putperest müşriklere, 'lem yelid ve lem yûled' denilerek, onların tevhid inancından bir hayli uzaklaştıkları hatırlatılmaktadır.

İhlâs Suresi'nin, her bir ayetinin, birbirini gerektirmesi açısından yorumu 
 "İhlâs"kelimesi sözlük anlamı itibariyle, bir şeye halis, katıksız bir şekilde muhatap olma anlamını taşır. Özel kullanımı itibariyle ise ihlâs; insanın, kulluğunda, ibadetinde, Cenab-ı Hakk'ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması  vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O'nun hoşnutluğunu hedeflemesi demektir. Nitekim Kur'ân'da bu husus şu şekilde ifade edilmiştir; "Siz, ibadeti gönülden ve yalnız Allah'a yaparak O'na dua edin.""Ğafir, 40/14, 65; Beyyine, 98/5."Bu noktada kula yakışan, Allah'ın, zamanın ve mekânın her bir an ve noktasında hâzır ve nâzır olduğunu düşünüp O'nun huzurunda O'ndan başkasının teveccühünü aramamasıdır. Zira O'nun huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak, o huzurun edebine muhaliftir. 

Bu anlatılanlar ışığında bakılırsa, ihlâs'ın zıddının şirk olduğu görülür. Çünkü ihlâs ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarını sadece onların hakiki sahibi olan Allah'a teslim etmeyi gerektirir. Şirkte ise bu rubûbiyet ve ulûhiyete başka ortaklar koşulmaktadır. Şöyle ki, ihlâs yalnızca Allah'ın rızasını gaye edinmeyi gerektirir; şirk ise, riya, menfaat gibi görüntüler altında başkalarının rızasını arattırır. İhlâs, yalnızca O'nu sevmeyi, başka her şeyi ise O'nun namına sevmeyi gerektirir. O'nun namına olmaksızın fanî ve zail şeylerin bizatihi kendilerinden ötürü sevilmesi, bu kudsî sevgiyi bulandırır. Bu bakımdan insan ya ihlâs halinde bulunur, veya, belki farkında bile olmadığı gizli-açık şirklere bulaşır. Şirk ki, iman etmiş bir insanın karşısındaki en tehlikeli bir hâldir; küfre, isyana, inkâra uzanan tüm yolculuklar şirk durağından başlar. İşte İhlâs suresi zahiren ihlâsa dair tek bir kelime veya ima taşımıyor olsa bile, bize ihlâsın reçetesini sunmaktadır. Öyle ki, Resul-i Ekrem (aleyhissalatu vesselâm), surenin bu önemine binaen, onu üç kez okuyanın, bütünüyle Kur'ân'ı okumuş gibi sevaba erişeceğini bildirmiştir. (Buharî, Fezâilu'l-Kur'ân 13.) Böylelikle Peygamber Efendimiz, bir bakıma bu surenin, Kur'ân'ın arz ettiği umumî dersin çekirdeği hükmünde olduğuna dikkat çekmiştir.

Surenin içerdiği isim ve cümlelerin birbirlerini gerektirmesi açısından yorumu:
De ki 'O Allah' diye başlayan sûrede, yüce Allah ilk önce Ehad ismiyle tanıtılır. Ehad (Tek Olan) ismi, zahiren Vâhid (Bir Olan) ismi ile aynı anlamı taşıyormuş gibi gözükür. Ama ikisinin arasında ince bir nüans vardır. Vâhid ismi her şeyi yaratanın Allah olduğunu ifade ederken, Ehad ismi her bir şeyi onda gözüken tüm özelliklerle birlikte yaratanın O olduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan Ehad ismi can alıcı bir öneme sahiptir. Çünkü, 'Her şeyi yaratan Allah'tır.' diyen insan aklı, bütün o şeyleri birden kuşatamaz. O genel hüküm içerisinde gözünden ve dikkatinden kaçan şeyler olur. İşte dikkatten kaçan bu şeylerin, belki farkında bile olmaksızın, -insanın kendisi de buna dahil olmak üzere- sebeplere, tabiata, tesadüfe havale edilmesi mümkündür. Bu imkânı kullanan şeytan, bizi nefsin de işbirliğiyle, nefis yahut esbab (sebepler) şirkine düşürür. Oysa Ehad ismi, her bir şeye doğrudan doğruya Allah adına bakmayı gerektirir. Tabir yerindeyse, sadece kâinat fuarının girişine 'Burası Allah'ın mülküdür.' diye yazmakla yetinmeyip, kâinat isimli fuarın/serginin içindeki her bir şeyin üzerine tek tek O'nun mührünü, damgasını vurur, her bir şeyi O'nun namına okutturur ve kullandırır. Birinci durumda, yani, sadece genel anlamda varlığı yaratanın Allah olduğunu bilme durumunda, bu ilahî fuarın içinden, şeytanın, nefis ve esbab hesabına hırsızlık yapması mümkündür. Allah'ın mülkü, icraatı sebeplere veya başka bir şeye verilerek farkında olunmadan tevhidden sapılabilir. İkincisinde bu imkânsızdır.
Bu yüzden şirkten uzak olmanın ve dolayısıyla ihlâsa yaklaşmanın yegane yolu, her şeye Ehad ismiyle bakmaktan geçer. İşte yüce Yaratıcı bu sûrenin ilk ayetinde kendisi için 'O Allah Ehaddir.' buyurarak bize ihlâsın ilk şartını öğretir. Yani, 'Her şeyi yaratan Allah'tır' gibi genel bir kabulün şirkten uzak durmak için yeterli olmadığını açıkça belirtir. Şu halde, ihlâsın elde edilmesi ehadiyetin gerektirdiği şuuru yakalamakla mümkündür. Yani, varlığın yaratılışının O'ndan olduğunu bilme yanında, bunların idare, işleyiş ve terbiyesinin de -başka hiçbir eli karıştırmaksızın- yalnızca O'nunla olabileceğini kabul etmekle mümkündür.

2. Sûrenin ikinci ayetinde ise Allah (cc.), Samed ismiyle tanıtılır. Bilindiği gibi bu isim, 'Her şey O'na muhtaç ama O hiçbir şeye muhtaç değil.' anlamındadır. Samed ismi bir bakıma Ehad isminin kaçınılmaz bir sonucudur. Şöyle ki, Ehad isminin penceresiyle her bir şeydeki tüm özelliklerin O'nun isimlerinin bir tecellisi olduğunu; O'na ait olduğunu, O'ndan geldiğini ve O'nu tanıttığını gören biri, ister istemez Samed ismine ulaşacaktır. Mademki her bir şey ancak O'nun ile vardır; o halde her şey O'na muhtaçtır.
Bu bakımdan 'Allah Ehad'dir.' diyen biri, katî surette 'Allah Samed'dir.' diyecektir. Bunu derken, Allah'ı mutlak isim ve sıfatları ile tanımanın yanı sıra, kendisinin ve bütün eşyanın temelde/zatında âciz ve muhtaç olduğunu da kabul etmiş olacaktır. İşte ene (benlik) ve esbab (sebepler) şirkinden uzak durmanın ve tam bir ihlâs içinde olabilmenin vazgeçilmez ikinci bir şartı da budur.

3. Üçüncü ayet ise Allah için 'lem yelid ve lem yûled' der. Yani, O doğmamış ve doğurmamıştır. Daha genel bir ifadeyle, Allah, ne başka bir şeyden doğmuş (kopmuş, ayrılmış) bir varlıktır ne de şu görünen mevcudat, O'ndan doğmuş/ayrılmış bir şeydir. Demek ki, doğurmuş ve doğurulmuş olanlar, ilah olamazlar. Nasıl ikinci ayet, ilk ayetin zorunlu bir sonucu ise, bu ayet de ikinci ayetin zorunlu bir sonucudur. Çünkü 'doğma ve doğurma' özelliği, ancak kendinden başkasına muhtaç olanlara özgüdür.
Doğan ve doğuran varlıklar hem bir şeyin sonucu olur, hem de başka bir şeyin sebebi. Şu halde 'sonuçlar' hakikî anlamda hiçbir zaman sebeplere mal edilemez. Zira -sonucu doğurduğu zannedilen- her bir sebep, başka bir sebebin sonucudur. Bu ise, kendisine izafe edilmek istenen özelliklerin, onun malı ve zatî bir özelliğinin olmadığının bir delilidir. Yani sebepler âleminde yaşayan her bir varlığın, kendinde, kendine mal edebileceği bir var etme gücü yoktur. Şu halde hem doğuran hem de doğurulan bir varlık ilah olamaz. Zira mutlak ve zatî özelliklere sahip olan bir ilah, bütün bunların üstünde olandır; doğmayan ve doğurmayandır.
Ayrıca doğan ve doğuran bir şeyin öncesi ve sonrası vardır. Doğmayan ve doğurmayanın ise ne öncesi ne de sonrası vardır. O hem Evvel'dir hem de Ahir'dir. Dolayısıyla zaman ve mekan O'nun elindedir. Bir diğer ifadeyle, zaman ve mekan içinde belirli bir yeri ve ömrü olan, öncesi ve sonrası olan her şey varoluşunu doğrudan doğruya O'na borçludur. Zira her bir mevcudun varoluşu, bütün kâinata sözü geçer bir kudret ve bütün mahlukatın hareket ve düzenini bilecek bir ilmi gerektirmektedir. Doğan ve doğuran, yani cüz'î, sınırlı ve ölümlü olan şeylerin ise bu mutlak kudret ve ilmin sahibi olduğu düşünülemez. Bunların sahibi ancak Ehadiyet ve ve Samediyet sıfatlarının sahibi olan Allah'tır.
Kısaca, 'lem yelid ve lem yûled' lafzı, doğan ve doğuran bütün sebepleri, sonuç üzerinde 'hakikî tesir ve sahiplenme' iddiasından azletmekte ve her şeyin -sebebi ve sonucuyla birlikte- doğrudan doğruya O'nun eseri ve mülkünden ibaret olduğunu bilmeyi gerekli kılmaktadır.
Sebeplere riayet etmeyi Allah emretmektedir. Bir işin olması için gereken sebeplere başvurmak, istenilen neticenin icadı için bir duadır. Sebeplerin bir araya getirilmesi neticenin yaratılması adına onların Allah'a bir çeşit dua ve talep etmeleri demektir. Meselâ bir çekirdeğin filizini çıkarıp ağaç olması için sebeplere riayet edilerek su, hararet, toprak ve ziyanın (ışık), bir araya getirilmesi bir duadır. Sebepler "Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız."derler. Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın kudretinin mucizelerinden olan ağaç, o şuursuz, câmid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek, sebeplerin bir araya gelmesi bir çeşit duadır. Yaratan Allah'tır. Sebeplere hakiki tesir vermek şirktir. Sebeplere hakiki tesir vermeme ise, şirk kapılarını kapatır. Şirk kapıları kapanınca, tevhid ve ihlâs kapısı ardına dek açılır.

4. Surenin son ayetinde ise Allah (cc.) kendisini bize 've lem yekun lehu küfuven Ehad/hiçbir şey de O'nun dengi değildir' şeklinde tanıtır.
Nasıl ilk üç ayetin her biri, bir öncekinin zorunlu sonucu ise, dördüncü ayet de, üçüncünün zorunlu sonucudur. Ehad olan, elbette Sameddir. Samed olan elbete doğmamış ve doğurmamış olandır. Doğmamış ve doğurulmamış olanın elbette eşi, benzeri, dengi yoktur. Başka bir ifadeyle, yaratılan, yani öncesi ve sonrası olan Yaratan cinsinden olamaz. Fanî olan Ezelî olanla aynı niteliği taşıyamaz. Aciz olan Kadir olanın dengi olamaz.
Bu son ayet bizi, hâlikıyet-mahlûkıyet, kudret-acziyet, rubûbiyet-ubûdiyet ve mâlikiyet-memlûkiyet denklemini doğru kurmaya çağırır. Bu denklemi düzgün biçimde kurabilen bir insan artık,
- Hiçbir yaratılana 'yaratan' imiş gibi davranmaz,
- Hiçbir âcize zatî bir kudret sahibiymiş gibi el açmaz
- Kendisi gibi kul olan hiçbir kimseye rab gibi teveccüh etmez,
- Başka birinin mülkü olan hiçbir şey üzerinde, kendini hakikî mâlik ve efendi görme gibi bir yanlışa düşmez. Özetle ifade etmek gerekirse, hâlikıyet, kudret, rubûbiyet ve mâlikiyet gibi bütün sıfatları yalnızca yüce Allah'a tevdi eder ve yalnızca O'na kul olur. İhlâs da bu değil midir?
Hasılı, bu kısacık sure, başta Kur'ân'ın, zihinlerimize yerleştirmek istediği 'tevhid' gerçeği olmak üzere, diğer mesajlarını da özetleyen bir çekirdek sure olup, bize tevhid ve ihlâsın esasını ve ona ulaşmanın yollarını öğretir.


hikmet.net

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR