11 Nisan 2017 Salı

İslam dini inananlardan şu sıralamaya uymalarını ister:


1- İman: (Allaha, sıfatlarına, peygamberlere, kitaplara, meleklere, âhiret gününe, kadere, ayet ve hadislerde bildirilmiş emir ve yasaklara inanmak); 

2- İlim öğrenmek: (Neyi, nasıl yapacağını bilmek);

3- Haramlardan sakınmak: (içki, zina, rüşvet, yalan gibi);

4- Farzları yapmak: (namaz, oruç, zekât, anaya babaya itaat gibi);

5- Tahrimen (harama yakın) mekruhtan sakınmak: (vacip olan bir işi yapmamak tahrimen mekruhtur.

Fıtır sadakası, kurban kesme, vitir ve bayram namazları, namazda Fâtiha sûresini okumak vaciptir bunları yapmamak. erkeğin ipekli giymesi, altın takması gibi, anne-babayı isimleriyle çağırmak);

6- Vacibleri yapmak: (kurban kesmek, fıtra vermek gibi);

7- Tenzihen (helale yakın) mekruhtan sakınmak: (soğan-sarmısak yedikten sonra camiye gitmek, farza çok az kalmışken sünnet namaza başlamak gibi); 

* Bu tür fiilleri işlemek cezâ ve kınanmayı gerektirmez; ancak terk eden övülür.

8- Sünnetleri yapmak: (evlenmek, teravih namazı kılmak gibi);

9- Müstehapları yapmak: (sadaka vermek, akşam namazını kılmada acele etmek gibi) gelir.


5 Nisan 2017 Çarşamba

Dün, Bugün ve Yarın İslam’ındır



Rabbimiz buyuruyor:

"Allah, içinizden iman edip salih ameller yapanlara şu vaatlerde bulunmuştur: Kendilerinden öncekileri yeryüzüne hâkim kıldığı gibi, onları da mutlaka hâkim kılacak; onlara kendileri için razı olduğu dinlerini yaşama imkânı verecek ve korkularını güvene çevirecektir..." -Nûr Suresi, 55. ayet-

"Allah, "Ben ve peygamberlerim mutlaka üstün geleceğiz" diye yazmıştır. Gerçekten de Allah sonsuz kuvvet ve karşı konulmaz kudret sahibidir." -Mücâdele Suresi, 21. ayet-

"Mü’minler, düşman topluluklarını karşılarında gördüklerinde: “İşte Allah ile Resûlü’nün bize vadettiği zafer; Allah ve Resûlü doğru söyledi.” dediler; bu durum onların sadece iman ve teslimiyetini artırmıştır." -Ahzâb Suresi, 22.ayet-

Ashap olabilmek... 
Ashap; bir zorluk veya tehlike ile karşılaştıklarında sarsılıyorlardı. Ama, bu baş gösteren sarsıntıyı "gelecek yardımın müjdesi" olarak algılıyorlardı.  Çünkü onlar, daha önce yüce Allah’ın şu ayetine iman etmişlerdi “Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, Peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” dediler. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır” -Bakara Suresi, 214.ayet-

Bugün Ümmeti Muhammed’in dünya üzerindeki durumuna bakıp küfrün ve kâfirin daha güçlü olduğu zannedilebilir. Halbuki bu sıkıntılar Allah’ın kaderidir.

Hakkın varlığı da batılın varlığı da Allah’ın dilemesiyle olmuştur. Her şey zıddıyla kaimdir. Batılın varlığı, hakkın zaferini ortaya çıkarmak içindir. Hak ve batıl sürtüşmesi kıyamete kadar sürecektir.

Müslümanların üzerindeki zulmün her geçen gün artması, kâfirlerin İslam’ın zaferinden korktuğunun göstergesidir. Bugün İslam en karanlık dönemini yaşıyor gibi gözükse de İslam güneşi hiçbir zaman batmayacaktır. Bilakis bu karanlık, yarın doğacak olan güneşin habercisidir çünkü karanlık zifirileştikçe sabahın yaklaştığını anlarız.

Allah kıyamet gününe kadar kalmasını takdir buyurduğu bir din gönderdi. Hiçbir güç, bu dini yok edemeyecektir.

Bu Ümmet’in geleceği garantidedir. Çünkü garanti eden Allah’tır.

Allah’ın mağlubiyet yazmadığı bir dini kimse mağlup edemez.

İslam’a mağlubiyet yoktur.

Onların bir hesabı var.
Unutulmamalıdır ki Allah-u Teâlâ’nın hesabı, bütün hesapların üstündedir.
Kur'an ve hadisler o hesaptan söz ediyor.
Geleceği haber veriyor.
Ötelerden haberler var.
İslam'ın geleceğinden, Kur'an'ın hâkimiyetinden haberler var.
Yeni fetihlerden, tamamlanmamış fetihlerden haber var.
Her haberi dosdoğru olan Allah'tan ve O'nun elçisinden haberler var.
Levh-i Mahfuz'da yazılmış gelecek bilgilerini öğrenmek isteyenlere iyi haberler var.
Bu haberler, hasta ümmetin geleceğini bildiriyor.
Yarını, belki yarından da yakını bildiriyor.

“MUSA ALEYHİSSELAM TAVRI!”

"Mûsâ: "Hayır, korkmayın!" Çünkü Rabbim benimle beraberdir. Bana kurtuluş yolunu mutlaka gösterecektir" dedi." -Şuarâ Suresi,62.ayet-

İşte O Güneş Gibi Parlak Gerçekler

1- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, tarihin çizgilerini çizmiştir. O'nun tam da tarif ettiği gibi devam eden bir süreç geldi ve hâlâ sürmekte. Mucizevi bir haberi canlı canlı izliyoruz.

İnsanlığın yeniden doğduğu Peygamberli günler, yirmi üç yıl sürdü.

Tarihin nakşedildiği Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in izinden giden halifeler dönemi, otuz yıl sürdü.

Ardından, Osmanlı dönemi başladı. Osmanlı Hilafeti'nin yıkılması ile o da bitti.

Daha sonra Müslümanlardan olmayanların kararlar verdiği dönem başladı. Temeller oyulmak istendi. Bir yuvarlanıştır başladı.
Ne var ki bu, haber verilmiş bir dönemdi.
Günü, zamanı belli değildi ama ne olacağı belliydi; oldu.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
 "Allah’ın  dilediği zamana kadar aranızda peygamberlik kalır. Sonra gitmesini dilediğinde gider. Sonra peygamberlik izinde bir halifelik olur. Allah’ın kalmasını dilediği kadar o da kalır. Kalkmasını  dileyince de kalkar. Sonra zorlu krallıklar olur. Kalmasını dilediği kadar o da kalır. Kalkmasını  dileyince de kalkar. Sonra kötü dönem gelir. Kalmasını dilediği kadar o da kalır. Kalkmasını  dileyince de kalkar. Sonra tekrar peygamberlik izinde bir halifelik olur." Sonra sustu.”
-Ahmed bin Hanbel, Müs. Kufiyyin, 17680-

Ve şimdi peşinden gelecek dönem gözleniyor.

O da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin izinde olan "Hilafet" dönemidir.
Bugün değilse yarın. Ama muhakkak gelecek bir dönem.

Bütün gayretler o günün yakın olması için.
Emeller o güne ermek için.

Raşid Halifeler dönemi gelecek ve bu hilafetin merkezi de Kudüs olacaktır. Kıyamet kopmadan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin miraca çıktığı yerler, dininin hükümranlığını ilan ettiği yerler olacaktır. Bu bir Nebevi mucizedir.

2- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e dünyanın bütünü gösterildi. Ümmeti'nin o bütüne hâkim olacağı da bildirildi.

Sevban radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu bildirdi:
"Allah, yeryüzünü bana gösterdi. Doğusunu, batısını gördüm. Ümmet'im bana gösterilene sahip olacaktır. Kırmızı ve beyaz hazine bana verildi."  
-Müslim,Fiten 5/7187-

Ne O'nun döneminde ne de sonraki zamanlarda tüm dünya İslam’la buluşmadığı halde O, kıldan yapılmış çadır evlere bile İslam'ın gireceğini, gece ve gündüzün ulaştığı her yere İslam'ın sancağının dikileceğini haber vermiştir. O'nun haberi kesindir. Açıktır. Zan değildir. Kesin sonuçtur.

Temim ed-Dari radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden şöyle işittiğini söylemiştir:
"Bu din, gece ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacaktır. Kıl çadırdan veya yün çadırdan yapılmış olsa bile Allah, her eve bu dini sokacaktır. Onurlu veya onursuz, İslam'ın onuru ile onurlanarak veya küfrün zilleti ile zelil olarak..."  
-Ahmed,16344-

Bu da gösteriyor ki yayılma sürecinin dörtte üçü gelecek günlerdedir. Mevcut olumsuzluklar Allah'ın vaadinin, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in müjdesinin gerçekleşmesine engel olamaz.

3- Ebu Kubeyl anlatıyor: 

-Abdullah bin Amr bin As'ın yanında idik. "Önce hangisi fethedilecek, Konstantiniye mi Roma mı?" diye soruldu. Abdullah, bir sandık getirtti. Ondan bir yazı çıkardı ve dedi ki: 
-Biz  Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in etrafında oturuyor, söylediklerini yazıyorduk. Bu soru O'na soruldu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki:
"Önce Konstantiniye fethedilecek." -Ahmed,6358-

 "Önce Konstantiniye..." demişti. O fetih, sekiz asır sonra gerçekleşti. Öncesi sekiz asır sonra gerçekleştiğine göre sonraki Roma için geç kalınmış değildir.

Geç kalma veya atlama yok!
Fetihler yoldadır.
Sadece zamanın gelmesi gerekiyor.
Bütün işaretler fetihler dönemine doğru çevrilmiştir.

4- Allah-u Teâlâ Kuran-ı Kerim'de kâfirlerin İslam'ı ezmek için büyük bütçeler harcayacağını haber vermişti:

" Kâfirler, insanları Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar. Daha sonra da harcayacaklar. Ama bu harcanan mal onlara bir pişmanlık sebebi olacak. Çünkü hedeflerine varamadan mağlup olacaklar. Ve kâfirler toplanıp cehenneme sürülecekler." -Enfal Suresi,36.ayet-

Allah-u Teâlâ’yı onlardan öncekiler mağlup edemediler. Onlar da edemeyecektir. Galibi belli bir savaştır bu. Galip, Allah'tır. Dün de, bugün de yarın da hep O galiptir. O, Kendi bildiği sebeplerden ötürü kâfirlere mühlet verebilir. O'nun her işi hikmettir. Biz de O'nun hikmetine teslim oluruz.

"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa Allah nurunu mutlaka tamamlamak istiyor; kâfirler isterse hoşlanmasın." -Tevbe Suresi, 32.ayet-

"Birkaç sene içinde bu mağlubiyetten önce de, sonra da hüküm ve idâre bütünüyle Allah'a âittir. O gün mü'minler Allah'ın yardımıyla sevinecekler." -Rûm Suresi,4.ayet-

"Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş diye bakmadılar mı? Oysa öncekiler onlardan daha da güçlüydü. Ne göklerde ne de yerde Allah'ın elinden kaçıp kurtulacak ve Allah'ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur. O her şeyi bilir ve her şeye kâdirdir. -Fatır Suresi, 44.ayet- 

5- İslam yükseliyor. Üzerine gelindikçe, yasaklarla çevrildikçe güçleniyor. Budandıkça gürleşiyor.

Şüphesiz Allah’ın vaadi hak ve İslam yakındır. Bu vaadin gerçekleşebilmesi için Müslümanların bu uğurda gayret etmesi önemlidir ve bu gayretler önceki beş-on asırda benzeri görülmemiş bir şekilde arttı. Bütün sansürlere ve baskıya rağmen ezan sesleri yeryüzünde bir saniye susmuyor; namaz kılınmayan bir tek yer yok; cihad şuuru yayılıyor; dünyanın diğer ucundaki kardeşleri için vakıflar, kuruluşlar geliştiriyorlar.

Hesap ortadadır. Gelecek, hem de yakın gelecek İslam'ındır. Çünkü küfür, sırasını devirdi. Batıl sistemler bir bir çöktü, çökmeye de devam ediyor. Müslümanlar bir dönemlik gafletlerinin bedelini ödediler. Yükseliş sırası artık İslam'dadır.
Müslümanlar hatalarını anladılar, yeni hamlelerle açığı kapatmak için kollarını sıvadılar. Şimdi düşmanlarının yaptığı yatırımlar da İslam'a yarayacak.
Ümmet hastalandı ama ölmedi.

TARİHTEN BİR SATIR

Hülagü Han, İslam toprağına girdiğinde ölüm saçtı. Hilafeti düşürdü. Abbasi medeniyetini yıktı. Kütüphaneleri yaktı. Namaz kılmayı yasakladı. "Artık, İslam geri dönmez." dedirtecek kadar yaktı, yıktı. Her gün binlerce Müslüman öldürdü. Fırtına gibi esti. Artık, İslam yeşermez sanıldı. Ama kaderinde ölmek olmayan İslam'ı öldüremedi. Hasta edip yatağa düşürdü ama öldüremedi.
Sadece iki yıl sonra, Bağdat'ı ele geçirdikten iki yıl sonra ordusu İslam akidesinden etkilendi. Tek tek Müslüman oldular. İşgal için geldikleri yerden Müslüman mücahitler olarak ülkelerine geri döndüler!

6- Yarın, fetihler günüdür; her eve İslam'ın güneşinin gireceği gündür. Kader yazıldı, mürekkep kurudu. Bugüne bakıp kederlenmek yerine yarını düşünüp gayretlenmek daha akıllıca bir iştir. Bugünü gayretsiz geçirenler yarın esef edecektir.

Duamızla, kendimizi Allah'ın yardımına uygun hâle getirmekle, çalışıp çabalamakla, sabırla, takva ehli olmakla hazır olalım. Müjde kesindir. Müjde bir mucizedir.


Küfür kendi ocağında sönecek. 

Bu; yarın sabah namazı vaktinde de olabilir iki asır sonra da olabilir.

Mülk Allah’ın, hesap Allah’ındır.

Allah’ın vaadine inanan bir mü’min olarak İslam’ın yarınından endişe etmeden bekleriz biz.

Gerisini Allah’a bırakırız.

Çünkü Allah dinini üstün getirecektir.

Nureddin Yıldız Hocaefendi'nin  “Edep ve Amel” kitabı ve "İslam'ın Yarını" sohbetinden alıntı yapılmıştır.

28 Mart 2017 Salı

Zaman da Allah’ındır-Nureddin Yıldız

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
Mülk Allah’ındır. Göklerden yere kadar, dağlardan tek bir çakıl taşına kadar şu kâinatta ne varsa hepsi Allah’ındır. Her şey O’nun mülkündedir ve O’nundur. Kendisine ait bir şey var olduğunu zannedenler bile O’nun mülkünde O’na aittirler. Göklerde ve yerde bu kuralın dışında kalabilecek bir varlık olmadı, olmayacaktır da.

Böyle iman ediyoruz elhamdülillah. İmanımız bu olduğu için de ayağımız nereye basarsa bassın, elimiz neyi tutarsa tutsun hayaller kurup kendimizi bir şeyin sahibi zannetmiyoruz. Karun’un yanılgısına ibretle bakıp duruyoruz. Firavun’un çıldırışına şaşıp duruyoruz. Kim kimin mülkünde haddi aşabilir, yanlış düşünebilir diye hayretler ediyoruz. Mülk Allah’ın ise söz de Allah’ındır, uygun olan öyledir diyoruz. Mülkündeki tasarruflarını sadece tefekkür mantığı ile düşünme hakkımız olduğunu anlıyoruz. Mülk O’nun ise bize ne söz düşer diyoruz. İster diler Musa gönderir, ister diler İbrahim gönderir. Dilerse de Firavun gönderir, Nemrut gönderir. Mülk O’nun değil mi? Söz de O’nundur hüküm de.

Mekke’de de hüküm hakkı Allah’ındır Yemen’de de. Kuzeyde de güneyde de. Ne batı batıdır ne de doğu doğudur sahibine göre. Yukarısı veya aşağısı ne fark eder yaratanı için. Doğu da batı da O’nundur. Olduğu gibi mülkün sahibidir O.

Mü’min olarak namaz kılacağımız zaman yer seçmiyoruz. Mekke’de kıldığımız namazı Yemen’de, Basra’da, Bolu’da, Bitlis’te kılıyoruz. Kul olarak Rabbimizin rızası için kılacağımız namaz her yerde aynıdır. Alnımızı yeryüzünün hangi parçasında secdeye koysak namaz kılmış oluyoruz. Yeryüzü olduğu gibi Allah’ın olunca neresinde namaz kılınırsa kılınsın o namaz namazdır. Oruç da öyledir, zekât da öyledir.

İlk var edildiği andan itibaren bütün zamanların sahibi de Allah’tır. Babamız Âdem aleyhisselamın yaşadığı zamanı yaratıp ona kullandırtan Allah Teâlâ olduğu gibi onun son çocuğunun kullanacağı zaman dilimini de O yaratıp kulunun kullanımına vermiştir. Dün dedelerimizin kullandığı zaman ile bugün bizim kullandığımız zaman, sahibi itibariyle aynıdır. Mü’minlerin kullandığı zaman ile mü’min olmayanların kullandığı zaman da sahibi itibariyle aynıdır. Ne gündüz ile gece arasındaki fark ne de bir mevsim ile diğer mevsim arasındaki fark kul için Rabbine karşı özür nedeni olabilir. Kul için ‘iyi zaman’ ya da ‘kötü zaman’ olamaz. Kim ne zaman yaratıldı ise onun kulluğu da o zaman istenmiş demektir. Nasıl Mekke’deki namaz ile Yemen’deki namaz arasında yer farkından ötürü bir farklılık olmuyorsa kulların yaşadıkları zamanların değişik olması da kul için öne çıkarabileceği ve özür yerine geçecek bir farklılık oluşturmaz. Kim ne zaman yaratıldı ise onun için hayat da o zamandır, imtihan da o zamandır.

İnsanların kendilerinden önceki veya sonraki zamanlara bakarak kendilerini şanslı ya da şanssız görmeleri doğru değildir. Evvel zamanda veya ahir zamanda olmak kurtarıcı da değildir helak edici de. Biz, mülkü ihdas etmediğimiz gibi zamanı da ihdas etmedik. Edemezdik de zaten. Rabbimiz bizi ne zaman ve nerede yaratmayı dilediyse bizim için o yer ve o zaman en uygun olandır. Böyle iman eder ve bununla kazanmaya çalışırız. Nuh aleyhisselamın zamanında olsa idik gemide olur mu idik olmaz mı idik gibi hayali bir macera yerine bugünün gemisinde miyiz değil miyiz incelemesi yapmalıyız. Bu zaman bizim için yaratılmıştır. Bu zamanın sahibi de Allah’tır. Dilemiş ve yaratmıştır.

Bizi de zamanı da yaratmış ve kulluğumuzun sınanmasını dilemiştir. Ne yer ne de zaman bizim meselemiz değildir. Hesabımız bizim meselemizdir. Namaz vaktinde namaz kılıp kılmadığımız öncelikli meselemizdir. Nerede kıldığımız bizim ele almamız gereken bir incelik değildir. Çölde yaratılan orada kılacak, şehirde yaratılan da şehirde. Dün yaratılanlar dün kılacaklardı namazı. Bugünün yaratılmışları da bugün secdede olacak. Biz bugünün kullarıyız. Bugünün sınavı bizim sınavımızdır. Aynı Allah’ın kullarıyız. Aynı imanın erleriyiz. Aynı cennet için umut taşıyoruz. Mülkün de zamanın da sahibi Allah’tır. Biz de O’nun dünkü, bugünkü ve yarınki kullarıyız.


Nureddin Yıldız


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

Cübbeli Ahmet Hoca İle Ebu Bekir Sifil Hoca Arasındaki Münazaraya İnceleme


25 Mart 2017 Cumartesi

Mekke döneminin iki temel meselesi: Tevhit ve bölüşüm Faruk Beşer-2

Kuranı kerim'in bir anda değil de yirmi üç yılda inmiş olmasının elbette muhataplarını İslam'a hazırlama ve eğitme gibi bir hikmeti vardır. Bu sebeple Mekke'de inen ayetlerle, daha sonra Medine'de inen ayetler arasında muhteva açısından farklar vardır. Hukuki hükümler içeren ayetlerin hemen hepsi Medine'de inmiştir. Ama hukuki hükümlerin yanında akide ya da ahlaka dair hükümler de vardır ve bunlar Mekki ayetlerde de yer alır. Bunun bir anlamı da akide ve ahlakın, hukuktan önce geldiğidir. Çünkü İslam'da kanuni düzenlemeler anlamında hukuk amaç değil araçtır.

Mekke'de inen ayetlerin iki temel konusunun olduğunu görürüz: Tevhit ve bölüşme. Günde iki defa iki rekât namazın daha ilk vahiyle beraber var olduğunu da hesaba katarsak buna namaz ve zekât da diyebiliriz. Gerçi namaz son şekliyle henüz beş vakit değildir, zekât da yine son şekliyle hukuki olarak düzenlenmemiştir ama Mekke'de her ikisi de isim olarak vardır. Bu durum aynı zamanda şunu gösterir: Namaz ve zekât İslam'ın maddi ve manevi iki kanadıdır ve bunlar olmadan İslam olmaz. Şöyle de söyleyebiliriz: Namaz ve zekât dünyada var olmanın ve ahireti kazanmanın en temel iki yoludur. Bunlar olmadan ne dünya, ne de ukbâ olur.

Kuranı kerim'in anlattığı şekliyle bütün geçmiş dinlerde bu iki ibadet öyle ya da böyle vardır. Demek ki, bunlar Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e bütün dinlerin, daha doğrusu dinin esasıdır. Namaz dinin direği, zekât ise köprüsüdür. Direği olmayan çadır ayakta duramaz, köprü olmadan da karşıya geçilemez. O halde bu ikisi aynı zamanda tevhit ve bölüşüm demektir...

Bazılarının zannettiği gibi Hicretten bir yıl önce gerçekleşen Miraç olayında farz kılınan beş vakit namazdan önce yedi sekiz yıl namaz ibadeti yoktu, dolayısıyla ilk gelen ayetlerdeki 'salat' kelimesi, namaz değil, sözlük anlamıyla dua demekti diye düşünmek doğru değildir. Aksine Resulüllah Hira'da ilk vahyi alıp dağın eteklerine indiğinde Cebrail tekrar gelmiş ve ona abdesti ve iki rekât namaz kılmayı öğretmişti. Yedi sekiz yıl Müslümanlar, çoğu gizli olmak üzere böylece sabah akşam iki vakit namaz kıldılar. Böyle olmasaydı ilk gelen beş ayetten kısa bir süre sonra gelen ve aynı surede yer alan ayetlerde Resulüllah'ın Kâbe'de namaz kılmasına müdahale eden Ebucehil için 'namaz kılan bir kulu yasaklayan adamı gördün değil mi?' (Alak 9,10) diye söylenmezdi. Çünkü dua eden, içinden dua eder ve onun yasaklanması söz konusu olmaz.

Demek ki, namaz İslam'ın ilk gününden itibaren vardır. Bu da namazın imanla alakasını gösterir. Nitekim daha sonra Medine'de gelen ayetler namazdan iman diye söz edecektir. Namazı bile bile terk edenin küfre gireceğini söyleyen mezhepler de ondan iman diye söz edilmesini delil tutarlar.

Namaz tevhidin fiilen yaşanmasıdır. Onun için namaz İslam'ın daha ilk gününden itibaren vardır. Sebep yokken namazını kılmayan, nefsinin arzularını ya da başka şeyleri Allah'a tercih etmiş olacağından ilahı birlemiş olması, yani tevhidi zedelenmiş olur. Bu sebeple namazı terk etmenin şirkle ilişkisi kurulur.

İlk ayetlerde bir ilahın varlığına değil de birliğine, yani tevhide, vurgu yapılması da önemlidir. Çünkü insanoğlu hiç ilahsız olamaz, herkesin öyle ya da böyle bir ilahı vardır. Ateist olduğunu söyleyenler de böyledir. İlah, kayıtsız şartsız itaat edilen gücün adıdır. Adına ilah denmemiş olsa bile, böyle bir kabulle bir şey ilah edinilmiş olur. İnsanoğlunun akıl, bilim, para, haz/nefis, kişi, rejim gibi sayısız ilahları olabilir. Bu sebeple Allah (cc) 'siz hiç hazlarını ilah edinenleri görmüyor musunuz' buyurur. Oysa benim ilahım hazzımdır/nefsimdir diyen birisi bulunamaz. Resulüllah Efendimiz de (sa) 'yazıklar olsun dinarın kullarına, yazıklar olsun dirhemin kullarına' buyururken buna işaret eder.

Mekkî ayetlerde ilahın birliğinin yanında ahiret hayatına, cennete, cehenneme vurgu yapılır. Bu da asıl ve kalıcı olanın öbür âlem olduğunu anlatmak içindir. Kıbleniz ve hedefiniz dünya ve yığdığınız mallarınız olursa bu sizi Allah'ı anmaktan alıkoyabilir. Sonuçta geçici olan için ebedi olanı terk etmiş olursunuz. Bu elbette dünyayı terk etmeniz anlamına gelmez. Aksine onu 'sefihlere bırakmayın' buyuran da Allah'tır. Bu sebeple, her zaman söylediğimiz gibi, Kuranı kerim'de Allah'a imanın yanı başında çoğu zaman ahirete iman da zikredilir. Oysa Allah'a iman zaten onu da içerir.


Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/mekke-doneminin-iki-temel-meselesi-tevhit-ve-bolusum-2036583

23 Mart 2017 Perşembe

Kuranı kerim anlaşılmak zorunda mıdır? Faruk Beşer -1

Allah şöyle buyurur: 'Biz peygambere şiir öğretmedik, zaten ona yakışmaz da. Bu sadece bir hatırlamadır, apaçık bir Kur'an'dır. Canlı olanları uyarsın ve inkârcılar için söylenen söz de gerçekleşsin diye (Yâ-sîn: 69-70)'.

Demek ki, Kuranı kerim ölüleri değil, hayatta olanları uyarmak için gönderilmiştir. O bir zikirdir. Zikir anma ve hatırlama demektir. Yani olay, aslında insanın fıtratında var olan bilgileri Kuranıkerim'le duyup tekrar hatırlamasından ibarettir.

'Gerçekten biz Kuranı kerim'i hatırlamak için çok kolay kıldık. Yok mu bir düşünen?' (Kamer: 17).

Demek ki, eğer insan canlı ise, hayatta ise Kuranı kerim'i anlamak onun için bilineni hatırlamak kadar kolaydır. Ama duyguları ölmüş ise ve yanlış bilgileri iman ve ideoloji edinip onlarla şartlanmış ise anlaması zorlaşır...

...Yanlış bilgilerle şartlanmış ve önyargılı olmadıktan sonra mümin de kâfir de onu fıtratına uygun bulur ve kabulde zorlanmaz. Ama madem ki o Allah'ın, denizler ve bir o kadarı daha mürekkep olsa yazılıp bitirilemeyecek mübarek sözleridir o halde ona inanıp onunla amel ettikçe insan onu anlamaya devam edecektir.

Anlamanın ilk kademesi insan olmaktır.Aklını kullanan bir insan olmak, kâfir de olsa, onu anlamaya başlamaya yeter...

...İkinci kademede mümin olma vardır. Sadece ona iman bile mümini onu anlamada, ona inanmayan insanın önüne geçirir. Çünkü iman etme de onunla bir ameldir...

...Üçüncü kademede takva vardır. Takva kişinin, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmekle kendisini korumasıdır. Yani takva emir ve yasakların fiilen uygulanmasıdır...

 ..Kuranı kerim'in de bir adı Furkan'dır. Çünkü hakla batılı ayıran asıl ölçü odur. Bu ayetten anlaşıldığına göre eğer mümin takvalı olursa ona Furkan verilir yani o basiret ve daha derin bir anlayış kazanır..

...Anlamanın dördüncü kademesi ihsandır. İhsan amelden de öte yaptığı her işi Allah'ı görüyor gibi, O'nun nezaretinde, O'na beğendirmek için mükemmel ve en güzel şekliyle yapmaktır. Böyle olan insana muhsin denir. Bu noktaya ulaşan insan anlamada daha derinlere dalabilecek ve istinbat edebilenlerden, yani derin manaları çıkarabilenlerden olabilecektir...



Yazının tamamı için:

21 Mart 2017 Salı

Büyüklük Zamanı-Nureddin Yıldız

İnsan üzerinden verilebilecek en güzel örnek olarak ashab-ı kiramın en büyüğü, ümmetimizin en değerlisi Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ı görebiliriz. Büyük başladı, büyük bitirdi. Hep büyük kaldı. Allah ondan razı olsun. Yirmi beş yıl Müslüman olarak kaldı bu dünyada ve yirmi beş yılını da büyük olarak yaşadı.

Sadece o değil şüphesiz, onun gibi pek çok büyük olan var gözümüze sürmelediğimiz isimlerden. Büyük işler yaptılar, büyük sonuçlar elde ettiler. En büyük kazanç olan Allah’ın rızasını elde ettiler. Büyüklük onlara uydu, onlar büyüklüğe uydular. Ne mutlu onlara, ne mutlu onların izini sürmeye gayret edenlere.

Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ı örnek almaya devam edebiliriz; büyüklüğün ve büyüklük gayretinin adamı olarak onu aşmak mümkün değil. Kimsenin olmadığı zamanda o ‘ben varım’ dedi. Bu bir büyüklüktü. Mal gerektiğinde malını çıkardı, çıkardığına sınır koymadı. Bu da bir büyüklüktü. Dert paylaşmak için adam aranırken o dert paylaştı, tam bir büyüklük yaptı. Yol arkadaşı gerektiğinde yola koyuldu. Yol mağaraya dayanınca mağaraya girdi. İzlendi, mızrakları gözünün önüne uzattılar ama o geri adım atmadı, yılmadı, yorulmadı. Mağarada da büyüklük onunla beraberdi. Kur’an ayetlerinin önünde eriyecek kalpler aranırken de o büyüktü. Allah ondan razı olsun, büyük başladı büyük yaşadı ve büyüklerin en büyüğü olarak bitirdi hayatını. Peygamber aleyhisselamdan sonra bu büyük ümmetin en büyüğü oldu.


Büyük bir hayatın içinden hangi kesit alınırsa alınsın, parça hep büyüktür. Tıpkı birkaç damla kanın insan bedenindeki bütünü gösterdiği gibi onu gösterir.

İbadet ederken, bir mü’min kardeşi ile ilgilenirken, ailesine bakarken, elinde kılıç cihat ederken, dünya nimetlerine karşı zühdü ile öne çıkarken o büyüklük hep onunla idi. Büyük başlamak, büyük yaşamak ve büyük ölmek üzerine oturmuş bir insan olarak anılacaktır Allah’ın izni ile.

Büyüklüklerinin arasından hangisi daha büyüktü tarzında bir sorunun cevabını ancak Allah Teâlâ bilebilir. Birimiz onun mağaradaki büyüklüğünü en büyük tavrı görebiliriz. Bir başka mü’min de ilk iman eden erkek olma özelliğini en büyük yönü olarak görebilir. Veya mal infakındaki aşılamaz cömertliği dikkat çekebilir. Bunların hepsi bizim kanaatlerimiz olmaktan öteye geçemez. Hükmü verecek olan Allah’tır. Biz tahmin ederiz, kanaat kullanırız. Onun büyüklüğü olarak önümüzde duran büyük işlerini, onun zatında kalanlar ve etki olarak bize uzananlar diye iki gruba ayırabiliriz. Her ne kadar her işi bir yolla bize etkisi açısından uzandı ise de mesela ilk iman eden mü’min olması daha çok onun zatında kalır. Mağaradaki arkadaşlığı, orada Peygamber aleyhisselamı koruması açısından bize de etki eden yönü ile görülebilse de yine onunla alakalı gibi durmaktadır.

Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ın büyüklükleri arasında bir büyük işi vardır ki, onun o büyüklüğü zahirî sebepler açısından İslam’ı bugünlere taşıdı, Allah’ın inayetiyle. Belki de büyüklük için en uygun zamanıydı onun. O da büyük işleri ile büyüdü ve büyüklüğü zirveye taşıdı.

Hepimizin çok iyi bildiği, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin Rabbine kavuştuğu o gün. Nurlu Medine karanlıklara gömülmüştü adeta. Hüzün basmıştı herkesi. O büyük adamlardan biri olan Ömer bile yığılmış kalmıştı sanki. Allah onlardan razı olsun. Peygamberlerinin aralarında olmayışını bir yere sığdıramıyorlardı. Gökle yerin arasına sıkışıp kalmış gibi oldular. Birkaç dakikalık da olsa bir kaos ortamı oldu Medine’de. Büyük bir iş için en uygun zamandı.

Yine Ebu Bekir (radıyallahu anh)’ı, Allah ondan razı olsun, büyük başlayıp büyük yaşayan adam olarak bir büyüklük daha gösterdi. Her biri Kur’an neslinden olan ama o anda ağır kaybın etkisiyle hüzne boğulmuş ashab-ı kiramın ortasında büyük bir söz etti: ‘Kim Muhammed’e tapınıyordu ise bilsin ki Muhammed öldü. Allah ise Hayy ve Kayyûm’dur’ dedi. O anda gereken büyüklük bu cümleyi Medine’de yükseltmekti. O da onu yaptı. Hepsinin bildiği ve iman ettiği bu gerçeği hatırlattı. Akıllar başlara geldi. İslam’ın beşiğine şeytanın fitne sokma ihtimali gitti. Bu büyüklüktü. Ve onunla beraber ümmetini de büyüten bir büyüklüktü. En zor zamanda en zor cümleyi kullandı. Taşları yerine oturttu.

Sonra Peygamber aleyhisselamın bulunduğu liderlik makamının boş kalmaması için yaptığı çalışma bir başka büyüklüktü. Peygamber aleyhisselamın mübarek cenazesi ile ümmetin liderini seçmesi arasında tercih yapmak gerekince yine bir büyüklük daha yaptı, ümmete lider seçmeyi öne çıkardı. Böylece bugün bir arada bir ümmet olmamızın önündeki en ağır barajlardan birini kaldırdı o gün.

Ardından Allah’ın Şeriat’ına karşı başkaldırmalara gösterdiği tepkisi, onun meşhur sözü ‘beni Medine’de kurtlar parçalasa da’ diye başlayan sebat ve istikrarı bugün meyvesini yediğimiz İslam nimetinin zahir âlemdeki sebeplerindendir. Allah onu o büyüklük için seçti. O da o büyüklüğü yerine oturttu. Allah ondan razı olsun.

Bugün de bütün müminler için nice büyüklük zamanları ve mekânları gelip geçmektedir. Kıyamete kadar bütün zamanlar, büyüklerini arayan olaylarla dolu olacaktır. İmanımızın gereği olan ve önümüzde muhteşem örnekleri bulunan bu büyük olma ve büyük kalma zamanlarını değerlendirebildiğimiz kadar büyük olacağız ya da bücür kalacağız. Bütün dünyanın kıblemizin tersinde bize hücum ettiği bu zaman büyük yaşama ve büyük kalma zamanıdır.

Allah senden razı olsun Ey Ebu Bekir (radiyallahu anh).! Ne muhteşemne muhteşem büyüktün, ne muhteşem büyüklükler gösterdin. Bize de ışık oldun, örnek oldun.

http://www.nureddinyildiz.com/makaleler/buyukluk-zamani

19 Mart 2017 Pazar

FIRKALARA AYRILMAK-5 (Maddi ve manevi hayatımızda denge: İTİDAL)

Günümüz dünyasının çarpıklığının temelinde ahlâki değerlerde yozlaşma yatıyor.

Bu yozlaşma, kalbimizin meylettiği “güzel” anlayışına mesafeli durmamızın ürünü.

İnsan güzele meyilli yaratılmıştır. Güzel; meşrep ve nesep ayrımları önemli olmaksızın güzeldir.

Güzel insanın fıtratının meylettiği ve tüm insanlığın istisnasız güzel saydığı şeylerdir.

Bir kuşun uçuşu, lapa-lapa yağan kar, ırmaklar, bahçeler, cennet... bizim güzele olan temayülümüz yaratılışımızdan gelmekte. “Her insan İslâm fıtratı üzere doğar” sözü bu gerçeği söylüyor.

İslâm, doğru insan fıtratının dini ve yoludur.

Müslümanlar dengede yani “vasat”, yani “orta yol”da bir topluluk. Mukaddes Kitabımız bizi böyle tarif ediyor.

İtidal İslâm'ın temel düsturu ve İslâm itidalin dinidir. Çünkü fıtrat dinidir.

İfrat ve tefrit ise itidalden ayrılanların yolu. İfratta ve tefritte bulunanlar, itidalin ifratı ve tefritinde bulunur.

İslâm denge, denge de İslâm'dır.

İtidal Nedir? 

Adalet kelimesi ile aynı kökten gelen itidal, sözlükte, “bir şeyi yerli yerinde yapmak, iki uç arasında orta yolu tutturmak, kıvam ve denge hali” gibi anlamlara geliyor.

Namaz kılarken rükûlar arasında vücudumuzun aldığı şekle göre her azamız yerli yerine oturana kadar beklemeye, kısa veya uzun olmayıp orta boylu olmaya, vücudun sıhhi dengesine... itidal denmesi hep bu sözlük anlamının muhtelif yansımalarıdır.

İtidal, sadece yukarıda örnek olarak zikrettiğimiz durumlara özgü değildir. Hayatın her alanında itidal üzere olmak, herşeyin aşırısından sakınarak orta yolu tutturmak, müminlerin en temel özelliklerinden biri olarak dikkat çekmektedir.

Böyle olduğu içindir ki Efendimiz s.a.v., “İtidal, teenni, hal ve gidişi iyi olmak peygamberliğin yirmidört kısmından bir kısımdır” (Ebu Davud) buyurmuştur.

Kur'an'da müminlerin “vasat bir ümmet” kılındığı haber verilmektedir (Bakara, 143). Her ne kadar “vasat” kelimesi dilimizde “ne iyi, ne kötü; orta halli” anlamında kullanılmaktaysa da, burada bir anlam kayması mevcuttur. Zira Kur'an dilinde “vasat” kelimesi “her şeyin en hayırlısı ve efdali ” anlamına gelmektedir. (Lisânu'l-Arab, 7/428)

Nitekim bir diğer ayette yine biz müminler için “en hayırlı ümmet” (Âl-i İmran, 110) nitelemesinin kullanılmış olması da bu söylediğimizi en kesin biçimde doğrulamaktadır.

Yanlış üzerinde ittifak etmeyen topluluk 


Ehl-i Sünnet ulemasının, icma-ı ümmet'i dinî bir delil saymasının temel esprisi de burada yatmaktadır. Zira yukarıda işaret ettiğimiz Bakara Suresi'nin, 143. ayetinde, Ümmet-i Muhammed'in vasat bir ümmet kılınmakla bütün insanlık üzerine şahit tutulduğu haber verilmiştir. Şüphesiz bu durum, bu ümmetin vasat ümmet oluşundan, yani adalet sıfatına hakkıyla sahip oluşundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Kur'an'da bu şekilde zikredilmiş olan bir ümmetin, batıl ve yanlış bir konuda görüş birliği edebileceğinin düşünülmesi, adalet sıfatını kaybettiğinin söylenmesi ile aynı anlama gelecektir.

Böyle bir iddia, Kur'an'ın haber verdiği duruma ters düşeceğine göre, bu ümmetin, özellikle de “Şüphesiz ki Allah'tan ancak alimler hakkıyla korkar” (Fâtır, 28) ayeti gereğince bu ümmetin alimlerinin bir konudaki görüş birliğinin herkesi bağlayıcı bir delil olması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar...

Ilımlı olmak mı, itidal sahibi olmak mı? 


 Günümüzde özellikle Batılı çevrelerin, dünyada kurdukları sömürü dengesi için sakınca teşkil etmeyen fikir akımları ve hareketler hakkında kullandığı “ılımlı” kelimesiyle itidal birbirine karıştırılmamalıdır. Yani itidalli müslüman ifadesiyle, ılımlı müslüman ifadesi birbirinden farklıdır.

Ilımlı müslüman, adı müslüman olmakla birlikte, hiçbir haksız uygulamaya ve zulme ses çıkarmayan, her yapılanı onaylayan insan tipini anlatmaktadır.

İtidalli müslüman ise küçük düşürülmeye ve horlanmaya kesinlikle gönlü razı olmayan, İslâm'ın izzet ve mehabetine sahip çıkan, müslümanların menfaatlerini koruyan; ancak bunu yaparken asla ifrat ve terfide kaçmayan kişi demektir. 

Öyleyse itidalin, hangi sahalarda ve ne şekilde ortaya çıkan bir tutum olduğunu ayrıntılarıyla bilmek biz müminler için bir zarurettir.

İtikatta itidal 

En temel özelliği itidal olan müslümanlar, Sahabe döneminden hemen sonra yabancı din ve kültürlerle yoğun bir ilişki sürecine girilmesinin yanı sıra, birtakım siyasi mülahazalarla bazı ayrışmalar yaşadı. Kelâm ve Fırak kitaplarında ayrıntılarıyla açıklanmış olan bu fırkalaşma süreci içerisinde, Efendimiz s.a.v.'in tavsiye ettiği ve Sahabe'nin (Allah hepsinden razı olsun) fiilen yaşadığı itidal durumunu sadece Ehl-i Sünnet muhafaza etti. Bunun dışındaki gruplar, kimi ifrada, kimi de terfide düşmek suretiyle Nebevî çizgiden şu veya bu oranda sapmalar gösterdi.

Mesela Haricîler ve Mu'tezile, büyük günah işleyen müminlerin iman dairesinden çıktığını söylerken ifrada, Mürcie de günahın ve amelsizliğin kişiye hiçbir zarar vermeyeceğini söyleyerek tefride düştü. Ehl-i Sünnet ise Allah Tealâ'nın bağışlamaması durumunda amelsizliğin ve günahların kişiye zarar vereceğini ve ahirette azap görmesine sebep olacağını söyleyerek itidali muhafaza etti. Ehl-i Sünnet'e göre bir kimse kendisini iman dairesine sokan hususlardan birisini inkâr etmedikçe mümin sıfatını kaybetmez ve dinden çıkmaz. Bununla birlikte bu kişi eğer günahkâr bir kimse ise, Allah Tealâ'nın kendisini bağışlamaması halinde günahları oranında cehennemde azap görür ve azabı bittikten sonra içinde ebedi olarak kalmak üzere cennete gider.

Bir diğer örnek olarak Hz. Ali r.a. hakkındaki inanç etrafında oluşan fırkalaşmayı gösterebiliriz. Şiiler Hz . Ali r.a.'ı diğer sahabilerin hepsinden üstün görmek ve hilafetin ona vahiyle tevdi edildiğini, ilk üç halifenin bu hakkı gasbettiğini, onlara biat eden sahabilerin de bu gasba ortaklık ettiğini söyleyerek ifrada düşerken, Nasıbîler Hz. Ali r.a. düşmanlığıyla onların tam karşısında yer aldı. Ehl-i Sünnet ise bu konuda da itidalden ayrılmayarak Hz. Ali r.a.'ı layık olduğu mevkide gördü. Ona hürmette kusur etmemek, bununla birlikte hilafetin ona vahiyle verilmiş bir hak olduğunu anlatan uydurma rivayetlere bel bağlayarak diğer sahabîlerin kadrini küçültmemek Ehl-i Sünnet'in temel tavrı oldu.

Kur'an ve Sünnet yolu 


Öte yandan Cebriye, kulun işlediği her türlü fiilin tamamen Allah Tealâ'nın kudreti ile meydana geldiğini söylemiştir. Bu fırkaya göre kul, rüzgârın önündeki bir kuru yaprak gibi çaresiz, etkisiz ve tam anlamıyla edilgendir. Kendisi hiçbir şey yapmayı dileyemez ve hiçbir şeye karar veremez. Tefridi temsil eden bu inanışın tam karşısında yer ala Mu'tezile ise, kulun işlediği hiçbir fiilde ilâhi takdire yer olmadığını söylemiştir. Bu görüşe göre kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır.

İtidali temsil ve muhafaza eden Ehl-i Sünnet ise bu konuda şuna inanır: Kul herhangi bir şey yapmaya niyet eder, karar verir ve bunu fiiliyata geçirmeye teşebbüs eder. Bu güç kulda mevcuttur. Ancak niyet edip teşebbüse geçtiği fiilin meydana gelebilmesi için onu Allah Tealâ'nın da dilemesi gerekir. O dilemedikçe hiç kimse hiçbir şey yapamaz. İşte Allah Tealâ'nın dilemesi ile kulun niyet ve teşebbüsü bir araya geldiğinde, Allah Tealâ o işi yaratır, kul da işler. İnsan ne Cebriye'nin dediği gibi çaresiz ve mecbur, ne de Mu'tezile'nin dediği gibi kendi fiillerinin yaratıcısıdır. Kul da elbette irade sahibidir. Ancak onun iradesi cüz'î, Allah Tealâ'nın iradesi ise küllîdir.

Bütün bunları söylerken bir noktanın önemle altını çizmemiz gerekiyor: Ehl-i Sünnet hiçbir zaman “madem ki şu veya bu fırka ifrat veya tefride saptı; o halde ben de orta yolu benimseyeyim” düşüncesiyle hareket etmiş değildir. Hadise şudur: Kur'an ve Sünnet neyi nasıl öngörmüşse, Ehl-i Sünnet ona öylece inanma tavrını muhafaza etmiştir. Kur'an ve Sünnet'te yer alan emir, yasak ve hükümlere sarılmak bizatihi itidal demek olduğundan, Ehl-i Sünnet'in itidali temsil edişi, bu hüküm, emir ve yasaklara hakkıyla riayet edişi anlamına gelmektedir.

Amelde itidal 

Efendimiz s.a.v.'in, ümmetine her konuda olduğu gibi amel ve ibadetlerde de itidali emir/tavsiye ettiğine dair kaynaklarımızda pek çok rivayet mevcuttur. Örnek olarak birkaçını zikredelim:

Enes b. Mâlik r.a.'ın rivayet ettiğine göre bir grup sahabi, Efendimiz s.a.v.'in hane-i saadetlerine gelerek O'nun ibadet tarzının nasıl olduğunu sordular. Konu kendilerine açıklanınca, “ Rasul-i Ekrem s.a.v., geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış birisidir. Bu sebeple gece ibadetini az yapıyor olmalıdır. Oysa bizim durumumuz O'nunla kıyaslanamaz” diye düşündüler.

İçlerinden birisi, hayatı boyunca her gece namaz kılmaya, bir diğeri bütün hayatını oruçlu geçirmeye, bir diğeri de nikâhlı hanımına asla yaklaşmamaya karar verdi. Bilahare bu durumdan haberdar olan Efendimiz s.a.v. onları yanına çağırarak şöyle buyurdu: “Sizler şöyle şöyle söylemişsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun, Allah'tan en çok korkanınız ve O'nun yasaklarından en çok sakınanınız benim. Böyle olduğu halde ben bazan (nafile) oruç tutar, bazan tutmam. Gece namazı kıldığım da olur, uyuduğum da. Kadınlarla (eşlerimle) beraber de olurum. (Benim sünnetim budur.) Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir” (Buharî, Müslim, Nesaî) buyurdu.

Bu sahabiler, Fetih suresi 2. ayette de zikrolunduğu gibi Efendimiz s.a.v.'in geçmiş ve gelecek bütün günahlarının bağışlanmış olması dolayısıyla O'nun fazla ibadet etmesine gerek olmadığını, kendilerinin ise ancak çokça ibadet ederek bağışlanmaya erebileceklerini düşünerek böyle bir karar almışlardı. Ancak Efendimiz s.a.v. durumdan haberdar olur olmaz hemen müdahale etmiş ve iyi niyetle de olsa itidalden ayrılmak anlamına gelen bu tavrın doğru olmadığını belirtmiştir.

Hangisi muteber? 


Abdullah b. Amr b. As r.a. anlatıyor: Rasul-i Ekrem s.a.v.'e benim, “Vallahi yaşadığım sürece gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılacağım” dediğim haber verilmiş. Beni çağırtarak, “Böyle böyle söylemişsin, doğru mu?” diye sordu. “Evet böyle söyledim ey Allah'ın Rasulü ” dedim. “İyi ama sen buna güç yetiremezsin. Bazen oruç tut, bazen tutma. Gece namazına bazen kalk, bazen de uyu. Ayda üç gün (nafile oruç) tut. Zira Allah Tealâ hayırlı işleri on misli sevap vererek kabul eder. Bu üç gün aynen yıl orucu yerine geçer” buyurdu. Ben, “Söylediğinizden daha fazlasına güç yetirebilirim” dedim. “Öyleyse bir gün oruç tut, iki gün ara ver” buyurdu. Ben tekrar “Daha fazlasına güç yetirebilirim” dedim. “Öyleyse bir gün tut, bir gün ara ver. Bu, Davud aleyhisselamın orucudur. Bu en kıymetli oruçtur” buyurdu. Ben yine “Daha fazlasına güç yetirebilirim” deyince, “Bundan efdali yoktur” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî )

Burada Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in, zaman içinde bıkkınlık verecek ve ağır gelecek amelleri yapmayı nezretmiş olmayı doğru bulmadığı dikkat çekiyor. Muteber olan, az da olsa devamlı yapılan ameldir.

Hz. Aişe r.a. validemiz anlatıyor: “Rasulullah s.a.v., ruhsat ifade eden bir amelde bulunmuştu. Bazılarının bundan kaçındığını işitince bir hutbe irad etti. Adeti olduğu üzere Allah Tealâ'ya hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu: “Allah için söyleyin. Bazıları benim yaptığım şeyi beğenmeyip kaçınıyormuş, doğru mudur bu? Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allah'tan duyduğum korku da onların duyduğundan çok daha fazladır.” (Buharî, Müslim)

“Abartarak hedefe varamazsınız” 

Yine Hz. Aişe r.a. validemiz anlatıyor: “Rasulullah s.a.v.' ın bir hasırı vardı. Geceleri onu perde yapıp arkasında namaz kılar, gündüzleri de yere yayıp üzerinde otururdu. Halk Rasulullah s.a.v.' ın yanına gelip aynen O'nun gibi namaz kılmaya başladı. Derken sayıları gittikçe arttı. Bunun üzerine Rasulullah s.a.v. onlara yönelerek şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Takat getireceğiniz işleri yapın. Zira siz usanmadıkca Allah sevap yazmaktan usanmaz. (Bilesiniz ki) Allah'a en hoş gelen amel, az da olsa devamlı olandır” buyurdu.

Bu hadisin ravisi kendi gözlemi olarak diyor ki: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in ailesi bir iş yapınca onu sabit kılar (bir daha terk etmez, devamlı yapar) dı . (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî)

Bütün bu rivayetler bize şunu anlatıyor: Güzeli ve mükemmeli aramanın sonu yoktur. En iyisini yapacağım diye hareket eden bir kimsenin, zaman içinde bir kısım vesveselere boğulması, bıkkınlık hissine kapılması veya takatten düşmesi çok görülen bir durumdur. İşte bu gibi olumsuzluklara meydan vermemek için Efendimiz s.a.v. devamlı surette itidali tavsiye buyurmuş ve en efdal davranışın itidale riayet olduğunun altını çizmiştir. Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir rivayette “Sizler (mükemmeli yapmak için) mübalağa(lı davranış) ile hedefe ulaşamazsınız. Dini en iyi tatbik şekliniz, kolaylık tarafını tutmanızdır” buyurulmuş olması, amel ve ibadette ölçünün kolaylık ve itidalden ayrılmamak olduğunu tenbih etmektedir.

Nitekim Efendimiz s.a.v. bir gün mescide girdiğinde iki direk arasına gerilmiş bir ip gördü. Bunun ne olduğunu sorunca, “Bu, Zeyneb r.a.' nın ipidir. Namaz kılarken uykusu gelince buna takılıyor (ip onun düşmesini önlüyor)” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Hayır (böyle şey olmaz)! İpi derhal çözün. Şevkiniz varken namaz kılın, uykunuz gelince de yatın.” (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî)

Buradaki “Şevkiniz varken namaz kılın” ifadesi, namaza kendimizi verebildiğimiz süreyi aşmamaya dikkat etmemiz konusunda Nebevî bir uyarıdır. Zira uyku, hastalık, yorgunluk... gibi hallerde zaten kişi kendisini namaza tam anlamıyla veremez ve böyle bir durumdayken namaza devam etmekle kendisine bir anlamda işkence etmiş olur. Oysa farz namazlarda olduğu gibi nafile namazlarda da aslolan, kendimizi namaza verebilmemizdir.

Bu noktaya dikkat çeken rivayetlerden birisinde Efendimiz s.a.v.'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Her şeyin bir şevki ve her şevkin bittiği bir zaman vardır. (Yapacağı iş konusunda bu şevki) duyan kişi, işini yaparken itidalli hareket eder ve bu itidali devam ettirirse, muvaffak olacağını ümit ederim...” (Tirmizî)

Dünya işlerinde itidal 

İbadetler konusunda itidal, yukarıda örneklerini gördüğümüz tarzda ısrarla emir ve tavsiye buyurulduğuna göre, dünya işleri hakkında da aynı tavrın geçerli olması gerektiğini anlamak kolaydır. Öncelikle “Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma” (Kasas, 77) ayetini hatırlayalım. Dünyalık konusunda sorumluluk taşıdığımız kimselere (eşimiz, çocuklarımız, akraba ve arkadaşlarımız ve nihayet diğer müminlere) karşı görevlerimizi yerine getirmemize engel olacak umursamazlık, cimrilik veya savurganlık gibi tavırların müslümana yakışır şeyler olmadığı malumdur.

Burada konumuz açısından önemli olan nokta şudur: Bu türlü sorumluluklarımızı yerine getirirken, başkalarının hakkını zedeleyecek derecede büsbütün saçıp savurmak da, tamamen kısmak da yanlıştır.

Bilindiği gibi Efendimiz s.a.v., Medine'ye hicretten hemen sonra Muhacirler'den her birini, Ensar'dan bir kişiyle kardeş kılmıştı. Bu çerçevede Selman-ı Farisî r.a. ile Ebu'd-Derda r.a. kardeş kılınmıştı. Bir defasında Selman r.a., Ebu'd-Derda r.a.' nın ziyaretine gitmişti. Ebu'd-Derda r.a.' ın eşinin kıyafetinin perişanlığı dikkatini çekmişti. Kadına niçin bu kıyafet içinde bulunduğunu sorunca, “Kardeşin Ebu'd-Derda'nın dünya ile ilgisi kalmadı” cevabını aldı. Bir süre sonra Ebu'd-Derda r.a., yemek getirdi. Selman r.a. onu da yemeğe çağırınca oruçlu olduğunu söyledi. Ancak Selman r.a., “Sen yemezsen ben de yemem” diyerek ısrar edince birlikte yemek yediler. Akşam olunca Ebu'd - Derda r.a. gece namazı kılmak için Selman r.a.'dan izin istedi. Ancak o izin vermeyip, “uyu” dedi. Birlikte uyudular. Bir süre sonra Ebu'd-Derda namaza kalkmak istedi. Ancak Selman r.a. tekrar “uyu” dedi. Gecenin sonuna doğru Selman r.a. “Şimdi kalk” dedi. Kalkıp birlikte namaz kıldılar. Sonra Selman r.a. ona şöyle nasihat etti: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehl u ıyalinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.”

Ertesi gün Ebu'd-Derda, o geceki durumu Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e anlattı. Efendimiz s.a.v., “ Selman doğru söylemiş” buyurdu. (Buharî, Tirmizî )

Bu olay bize, dünya-ahiret dengesinin nasıl kurulacağı konusunda son derece önemli ipuçları vermektedir. Sorumluluğumuz altında bulunan insanların hak-hukuklarını gözetmeyi ihmal etmenin aynı zamanda kul hukukuna tecavüz olduğunu ve Yüce Rabbimiz'in de kul hukukuna ilişkin günahları bağışlamayacağını hatırdan çıkarmamalı.

Dünya-ahiret dengesi 

Dünyadan nasibimizi unutmamak ve başkalarına muhtaç olmamak için elbette çalışacağız ve kazanacağız. Ancak burada önemli olan, aldatıcı dünya sevgisinin kalbimize yerleşip orayı büsbütün işgal etmesine mani olmayı başarabilmektir. Dünya-ahiret dengesinin muhafazasında itidalden ayrılmamanın önemi de işte burada kendisini göstermektedir.

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in Hanzala isimli bir kâtibi vardı. Bir gün Hz. Ebu Bekir r.a. ile karşılaştılar. Hz. Ebu Bekir r.a. ona “Nasılsın?” diye sordu. “Hanzala münafık oldu” karşılığını alınca şaşırdı ve “Sübhanallah! Sen neler söylüyorsun böyle?” dedi. Hanzala r.a. böyle söylemesinin sebebini açıkladı: “Rasulullah s.a.v.' ın huzurunda olduğumuz anlarda bize cennet ve cehennem anlatılır. Onları sanki gözlerimizle görmüş gibi oluruz. Ancak oradan ayrılıp çoluk-çocuğumuza, bağ-bahçemize dönünce bu ruh hali bizden gidiyor.” Hz. Ebu Bekir “Vallahi ben de aynı şeyi hissediyorum” deyince, birlikte Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e gidip durumu açtılar. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:

“Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, benim yanımdaki hali dışarıda da devam ettirip koruyabilseniz, melekler sizinle yataklarınızda, yollarda musafaha ederdi. Fakat ey Hanzala , bazen öyle, bazen böyle olmasında şaşılacak bir şey yoktur (bu durum münafıklık değildir).” (Müslim, Tirmizî)

Efendimiz s.a.v.'in Hanzala r.a.' ya verdiği cevap bize şunu öğretiyor: Herkes her zaman Allah Tealâ'nın huzurunda olduğu hissini aynı yoğunlukla taşıyamaz. Bazan bu his yerini dünya meşguliyetlerine yoğunlaşmaya bırakır ve bu durum son derece normaldir. Ali el-Kârî'nin bu hadisi açıklarken söylediği gibi, kişi bazan huzur, bazan da fütur halinde olmakla münafık olmaz. Huzur halinde iken Rabbimiz'in hukukunu eda eder, fütur anlarında ise dünya işlerimizi görürüz. Bu durum, zaman içinde ibadetlerden gelebilecek bıkkınlık ve usanma hissine kapılmayı engellemek için başka şeylerle meşgul olmaya tanınan bir ruhsatı ifade eder aynı zamanda.

Giyim kuşamdan yeme-içmeye, başkalarıyla münasebetlerimizden dünya geçimliğimizin temin ve muhafazasına kadar hayatın her alanında müslümanca tavrın ancak itidale riayet ile ortaya konabileceğini unutmamalı ve yine hatırdan çıkarmamalı ki, herşeyin aşırısından, ifrat ve tefridinden sakınmak en efdal tutumdur.


 EBUBEKİR SİFİL 

16 Mart 2017 Perşembe

FIRKALARA AYRILMAK-4 (İtikad)

“İtikad”ı, Din’de inanılması ve reddedilmesi gerekenler olarak tarif ettiğimizde şunu söylemiş oluyoruz:

Din’in sahibi olan Allah Teala ve bu dini O’ndan aldığı yetki ve sorumluluk çerçevesinde insanlara tebliğ ve beyan eden Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), neye nasıl inanmamız gerektiğini bize kesin bir şekilde bildirmiştir. Temel inanç unsurlarında herhangi bir belirsizlik, kapalılık, ihtimallilik söz konusu değildir. “Amentü esasları” dediğimiz bu inanç umdeleri, kendisini “mü’min” olarak tarif eden herkes tarafından kesin bir şekilde bilinmesi ve inanılması gereken hususlardır. Bunlardan bir tekinin bile inkârı ya da tereddütle
karşılanması, kişiyi imanından eder. Ehl-i Sünnet’iyle Şia’sıyla bütün İslam fırkaları bu esaslara inanır ve inanılmasını zaruri görür.

İslam'ı bir tek âlimin anladıkları olarak görmek, bir âlime Peygamber vekilliği verme anlamına da gelebilir. Oysa peygamberin varisi bir âlim değil, âlimlerdir. Her birine mirastan farklı bir pay düşmüş olabilir. Biri onun daha çok cömertliğini, diğeri cesaretini, bir başkası zühdünü temsil edebilir. Ama hiç birisi bütünüyle peygamberin tek temsilcisi olamaz. İslam'ı bir tek âlimle tanıyan diğer mirasları reddetmiş ya da onlardan mahrum kalmış olur. Çünkü beşerin bilgisi tam olarak objektif olamaz. Birinin gördüğünü diğeri göremeyebilir. Bilgilenmede akıl, zekâ, önceden edinilmiş bilgiler, tecrübe, duygular, zaman ve mekân faktörleri etkilidir.

Tek âlimle oluşan gruplar onun İslam'ını yegâne İslam olarak göreceği için başka fikirlerin de bulunabileceğini kabul edemezler. Artık diğerlerini sapık sayar, hatta tekfir ederler.

Her grup kendi evradını, ezkarını, hatta özel ibadetlerini kendisi belirler. Böylece birbirlerinden uzaklaştıkça uzaklaşır ve artık birbirlerine tamamen yabancılaşırlar. İsmail Hakkı Bursevî Peygambere okunacak salavatın en güzelinin nasıl olacağı konusunda bile tarih boyunca farklı grupların iki binden fazla salavat kalıbı oluşturduklarını söyler.

Böyle bir anlayış insanların, âlim de olsalar, hatalarını hakikat görüp onları sabitler ve böylece dinde kaymalar başlar.

Ve en önemlisi, böyle gruplar kendi bilgi kuramlarını ve kaynaklarını kendileri belirler ve en mühim bilgi kaynağı olarak en başa kendi üstadının söylediklerini koyarlar.

Sonuçta din (anlayışı) tevhidi gerçekleştirmesi gerekirken tefrik/parçalanma sonucunu verir. Bireyleri farklı cemaatlerden olan aileler bile dağılıp parçalanır.

cemaat ayrı fırka ayrı dedik ve neden fırkalara ayrıldığımız üzerine konuşacağız:

Resulüllah'tan günümüze İslam'ın hep bir anadamarı, bir de yan yolları olagelmiştir. Tıpkı Resulüllah'ın 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi. Meşhurdur, o bir gün kumlar üzerine düz bir çizgi çizmiş, bir de ondan ayrılan yan çizgiler çizerek şöyle buyurmuştu: 'İşte bu doğru çizgi Allah'ın yoludur, bu yan çizgilerin her birinde ise oraya çağıran bir şeytan vardır'. Sonra da bu sözüne delil olarak şu anlamdaki ayeti kerimeyi okudu: “İşte benim dosdoğru yolum budur. Ona girin, başka yollara girmeyin, yoksa sizi O'nun yolundan ayırırlar, dağılırsınız.” (En'âm 6/153). Hadisi şeriften şöyle bir anlam çıkabilir: Ayeti kerimenin söylediği ve Resulüllah'ın tarif ettiği ana yoldan ayrılan yan yolların davetçileri, önderleri, imamları aslında birer şeytandırlar. Çünkü insanları sırat-ı müstakimden alıkoyuyorlar.

Bu doğru çizgi; sırat-ı müstakim, sevad-ı azam, ehlisünnet ve'lcemaat gibi isimlerle anılmış ve tam olarak bilinebilmesi için de Resulüllah Efendimiz'in  
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından 'benim ve ashabım gibi yaşayanlar' diye tarif edilmiş. Sonra da mezhepler ve fırkalar ortaya çıkmış. Mezhepler birer din gibi görülmediği ilk yüz yılda o anadamarı doğru anlama çabaları olarak görülmüşler ve mesela, fıkıh mezheplerinin hiçbiri öbürüne karşı olmamış, fırka oluşturmamış, diğerinin doğru gördüğü bir görüşünü alıp kendisininkinden vazgeçmekten gocunmamışlar. Hepsi birden anadamarı ya da Ehlisünnet'i oluşturup temsil etmişler. İlk üç nesil; sahabe, tabiin, tebeut-tabiin nesilleri böyle devam etmiş.

Bu üç nesle biz Selef-i salihîn, yani sağlam çizgide oldukları belli olan nesiller diyoruz. Dört büyük mezhep imamıyla beraber onlar gibi, ya da onlara yakın onlarca, belki yüzlerce müçtehit âlim hep bu nesilde yaşamış, hep birlikte cemaati oluşturmuşlar. Bu üç neslin salih olduğunu bizzat Resulüllah Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)haber vermiş: “Ümmetimin en hayırlıları benimle beraber olanlar, sonra onlara uyanlar, sonra da bu uyanlara uyanlardır” buyurmuş.

Bu saf ve salih olma elbette mutlak değildi, yanlış düşünenler, hata yapanlar da vardı ama bu üç nesilde hâkim olan, Resulüllah'ın 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ve onun yetiştirdiği insanların yaşadığı gibi yaşamaktı. Onlar bütün olarak bir cemaat idiler ve ortak özellikleri sünnet, yani Resulüllah'ın yaşama tarzı, örnekliği üzere hareket etmekti. Onun için onlara daha sonra örnek alınacak bir topluluk anlamında 'Ehlisünnet ve'lcemaat' dendi.

Gerçi  bu isimlendirme özellikle Şia'ya karşı tepkisel bir isimlendirme idi ve başlangıçta kimlik belirlemekten çok fırkalara karşı bir tavır alışı ve bir konum belirlemeyi ifade ediyordu. Aidiyeti kimliği ise İslam oluşturuyordu. Çünkü ümmet için bu aidiyeti bizzat Allah seçmişti: “De ki Allah'a çağıran, yapılması gerekenleri, yani salih amelleri yapan ve ben Müslümanım diyenden daha güzelini söyleyen biri olabilir mi?”.

Resulüllah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ise bu ana damarı sadece cemaat olarak isimlendirmişti. İşte en başta cemaat dendiğinde anlaşılan, ulemanın ittifak halinde temsil ettiği bu ana damardı. Geniş anlamdaki bu cemaati müminlerin emiri temsil ediyordu. Camide namaz için toplanan gruba da bunun küçük bir örneği olarak yine cemaat deniyordu. Mescitlerdeki bu küçük cemaatler birer damla gibi toplanıp o büyük cemaati oluşturuyordu.

Sonra fırkalar ortaya çıkmaya başladı. Fırkayı, farklı olma, ayrı olma özelliğiyle tanımlayabiliriz. Fırkada hedef, hakikati bulmaktan çok, doğrunun yegâne temsilcisi biziz, diğerleri yanlıştır, biz farklıyız, biz herkesten ayrıyız diye düşünmektir.

fırkanın cemaat olmadığını, adına cemaat denmekle fırka olmaktan çıkmayacağını gördük.

Aslında Âl-i İmran Suresi 102 ve 103. Ayetler bu cemaat ve fırka ayırımına dikkat çeker:

“Ey iman edenler! Allah'a karşı hakkıyla takvalı olun ve sakın ha, Müslüman olmaktan başka bir vasıfla ölmeyin. Allah'ın ipine cemaat olarak sarılın, fırkalara ayrılmayın, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz, O sizin kalplerinizi kaynaştırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Bir ateş çukurunun tam kıyısındaydınız da O sizi oraya düşmekten kurtardı. İşte Allah size ayetlerini böyle açık açık bildiriyor ki, hidayeti bulabilesiniz”. Demek ki, cemaatin olmadığı yerde fırkalar olur ve fırkalara ayrılmak Allah'ın yasakladığı bir şeydir. Ya da fırkaların olduğu yerde cemaat olmaz.

Bundan çıkan sonuçların bazıları şunlardır:

Allah'a iman etmeniz yetmez, takvalı olmaya da hakkıyla çaba göstermelisiniz. Takva, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmekle kulun kendisini korumasıdır. Müslüman olursunuz, ama Müslüman kalabilmeniz için bu da yeterli değildir. Allah'ın ipine, yani Kuranı kerim'e cemaat olarak sarılmanız gerekir.

Bireylerin İslam'dan anladığı farklı şeyler ve bu anlamda mezhebi olabilir, ama umumu ilgilendiren hususlarda son hükmü verecek olan merci Kuranı kerim'dir. bu da elbette bugün kendilerine 'Kurancılar' diyenler gibi herkesin onun dilediği yerinden ve gönlüne göre bir parça koparıp almasıyla, boşlukları da kendi görüşleriyle doldurmasıyla olmaz. Onun da bir anlaşılma usulü, ahlakı vardır. Rasulüllah'ın
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) anlayıp yaşadığı, yani Sünnet ve onu izleyenlerin, sonra da âlimlerin ondan ittifakla ya da çoğunlukla anlayageldikleri göz ardı edilerek Kuranı kerim anlaşılamaz. Onun için Kuranı kerim'e sadece bir âlimin değil, âlimlerin ittifakı, ya da çoğunlukla anladıkları ile tutunulabilir. Bunun için de âlimlerin fırkaların malı olmaması, ümmetin bütününe hitap etmesi ve birbirlerinden haberdar olmaları gerekir.


Peki neden fırkalara ayrılıyoruz?


Bunun cevabını anlayabilmek için önce çok ilginç iki hadisi şerifin anlamını okumalıyız:

Ebu Saîd el-Hudrî adlı sahabi anlatır: “Bir gün bir grup arkadaş mescitte oturuyorduk, Rasulüllah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çıkageldi. Pürdikkat söyleyeceklerine kulak kesildik. Buyurdular ki, “Kuranı kerim'in bana indirilmesi sebebiyle nasıl ben inkârcılarla savaştıysam, sizin içinizde de onun yanlış tevil edilmesi sebebiyle savaşanlarınız olacaktır. Bunu bir şeref sayarak Ebubekir, o ben olabilir miyim, diye sordu. Ömer, ben olabilir miyim, diye sordu. Ali ise bir köşede Rasulüllah'ın pabucunun kopan bağını tamirle meşguldü. Resulüllah da hayır, siz değil ama şu pabuç tamircisi olabilir dedi”.

Bu hadisi şerif şu gerçeklere işaret eder: Kuranı kerim'in indirilmesi küfrün işine gelmedi ve ona karşı Rasulüllah'la 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ve onun ashabıyla savaştılar. Rasulüllah'tan sonra ise Müslümanlar arasında onun kendi görüşlerine göre tevil edilmesi hastalığı ortaya çıkacak ve ümmeti temsil edenler bu hastalıkla savaşmak zorunda kalacaklar. Gerçekten de Hz. Ali (radıyallahu anh) teville ilk fırkayı oluşturan Haricilerle bu sebeple savaşmıştır. Tahavî'nin Müşkil'de naklettiğine göre, Haricilerin bir kolu olan Harurîler kâfirlerden söz eden “dünyada yaptıkları işler boşa gitmiş, ama onlar hala iyi bir iş yaptıklarını sanıyorlar” anlamındaki Kehf 18/104 ayetini teville Müslümanlara çevirmişlerdi, Hz. Ali (radıyallahu anh) de onlarla savaşmak zorunda kaldı.

İşin ilginç tarafı, Hz. Ali'ye 
(radıyallahu anh) tabi olduklarını söyledikleri halde Kuranı kerim'e uçuk ve batıni tevillerle istediklerini söylettiren Şia nezdinde bu hadisi şerif şu hale getirilmiştir:

“Ey Ali! Kuranıkerim bana indirildi, onun tevilini yapacak olan da sensin. Ben nasıl onun indirilmesi sebebiyle savaştıysam, sen de tevili sebebiyle, yani senin tevilini kabul etmeyenlerle savaşmak zorunda kalacaksın”. (Cafer b. Mansûr, eş-Şevâhid, 74.).

Gördünüz mü tevili yeren hadisi şerif nasıl tevile delil yapıldı ve tefrika nasıl başladı.


Faruk Beşer'in bir yazısından faydalanılmıştır.