7 Kasım 2021 Pazar

Kitle İletişim Araçları Vasıtasıyla Evde Cuma Namazı Kılınması

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2020 - Karar No: 10
Konusu: "Kitle İletişim Araçları Vasıtasıyla Evde Cuma Namazı Kılınması" konulu Kurul Kararı
   

Din İşleri Yüksek Kurulu, 01.04.2020 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Ekrem KELEŞ’in başkanlığında toplandı. “Cuma Namazlarının Evde Kılınması ve Başka Yerde Kılınan Cuma Namazına Televizyon ya da İnternet Aracılığıyla uyulmasının Hükmü” konulu metin müzakere edildi.
KARAR
İslam’ın şiarlarından sayılan Cuma namazı, cemaatle camide veya açık alanda kılınması gereken temel bir ibadettir. Bu namazın, özel hanelerde kılınması caiz değildir. Evlerde kılınan bir namaz Cuma namazı olarak geçerlilik kazanmaz.
Cuma namazı da dâhil olmak üzere cemaatle kılınan namazlarda imam ile ona uyanların hakikaten veya hükmen aynı mekânda bulunması şart olduğundan televizyon, internet vb araçlarla yayınlanan namazlara başka yerlerden uyulması da caiz değildir. Bu sebeple imamın namaz kıldırdığı mekânın hakikaten ya da hükmen dışında olan başka bir mahalde bulunan bir kimsenin o imama uyarak namaz kılması durumunda bu namaz geçerli olmaz.
GEREKÇE
Cuma namazı, akıl sağlığı yerinde ve ergenlik çağına erişmiş sağlıklı, hür ve mukim (misafir olmayan) erkeklere farz olan bir ibadettir. Bu namaz aynı zamanda İslam’ın şiarlarından yani saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve sembollerinden biridir. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” buyurmaktadır (Cuma, 62/9-10).
Bütün ibadetlerde olduğu gibi İslam dininin temel ibadetlerinden biri olan Cuma namazı da Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından uygulanıp öğretildiği biçimiyle eda edilir. Çünkü ibadetler gerek şartları ve rükünleri gerek eda ediliş şekilleri açısından aklın alanına girmeyen, hikmetleri hakkında bazı yorumlar yapılabilse de içerik ve gerekçeleri akıl ile tam olarak kavranamayan (taabbüdî) hükümlerdir.
Bu bağlamda yukarıdaki ayetin nüzulünden ve Hz. Peygamber’in kıldırdığı ilk Cuma namazından itibaren bu önemli dinî şiarla ilgili olarak şu noktaların öne çıktığı görülmektedir:
1. Yukarıda meâli verilen ayet-i kerimede bütün müminlere hitaben Cuma namazı için çağırılmaktan ve işi-gücü bırakıp çağrının yapıldığı yere sür’atle gidip Allah’ı anmaktan bahsedilmektedir ki, bu, söz konusu namazın evin dışında ve herkesin gelebileceği bir yerde kılınacağı anlamına gelmektedir.
2. Hz. Peygamber (s.a.s) bu namazı her zaman bir namazgâhta veya bir mescitte kıldırmıştır. Ondan sonraki sahabe-i kiram döneminde ve günümüze gelinceye kadar bütün tarih boyunca da camilerde ve namazgâhlarda kılınagelmiştir. (bkz. Şevkânî, Neylü’l-evtâr, Kahire 1993, III, 269-277).
3. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerek Hz. Peygamber’in sünnetinde diğer farz namazlarla ilgili olarak belli bir çağrıyı duyup hemen ona icabet etmekten bahsedilmemiş, aksine vakti girdiğinde kılınması gerektiği söylenilmekle yetinilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber “Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı. Onun için ümmetimden birine namaz vakti nerede gelirse hemen oracıkta namazını kılıversin!” (Buhârî, Teyemmüm, 1; Müslim, Mesâcid, 5) buyurarak beş vakit namazın her yerde kılınabileceğini açıkça ifade etmiştir. Fakat Cuma namazı böyle değildir. Bu, bir ezana/çağrıya bağlı olarak orada bulunup kendisine bu namazı kılmanın farz olduğu herkesin katılımıyla bir yerde ve topluca eda edilen bir namazdır.
4. Birçok hadis-i şerifte “cumaya gitmekten”, “cumaya iştirak etmek için evinden çıkmaktan”, “cemaate katılmaktan”, “Cuma günü olduğu zaman mescidin kapısı yanında meleklerin durup, gelenleri öncelik sırasıyla yazmalarından”, Cuma namazı için mescide girildiğinde “tahiyyetü’l-mescid namazı kılmaktan”, Cuma için çıkılacağında “güzel elbiseler giymekten”, “güzel kokular sürmekten”, “mescide erken gitmekten” bahsedilmektedir ki, bunların her biri bu sembol ibadetin evde değil herkese açık olan bir mekânda yani musallâ/namazgâh veya camide eda edileceğini göstermektedir.
Bu hükmü içeren hadis-i şeriflerden bir kısmı şöyledir:
Cuma günü olduğu zaman mescidin kapısı yanında melekler durur, gelenleri öncelik sırasıyla yazarlar. Erken gelenin konumu bir deve kurban eden kimse gibidir. Ondan sonraki bir sığır kurban eden gibi; ondan sonraki bir koç kurban eden gibi; ondan sonraki bir tavuk sonraki de bir yumurta tasadduk eden; gibidir. İmam hutbeye çıkınca melekler sayfaları kapatıp zikri dinlerler.” (Buhârî, Cuma, 31; Müslim, Cuma, 10, 24).
Bir kimse Cuma günü yıkanıp elinden geldiğince temizlenir, evinde bulunan kremden veya kokudan sürünür, sonra evinden çıkıp cemaate katılır ve camide yan yana oturan iki kimsenin arasını yarmaz, omuzuna basmaz daha sonra ona takdir olunduğu kadar namaz kılar, sonra da imam hutbeye başlayınca namaz sonuna kadar sükût ederse, kuşku yok ki, o Cuma ile öteki Cuma arasındaki günahları bağışlanır.” (Buhârî, Cuma, 6; Ebû Dâvûd, Taharet, 343; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât, 83).
5. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Cuma namazına gitmek ergenlik çağına ulaşan her kimseye farzdır” (Ebû Dâvûd, Taharet, 342; Nesâî, Cuma, 3) buyurup ardından “Ancak köle, kadın, çocuk ve hasta bundan müstesnadır” demesi (Ebû Dâvûd, Tefrî Ebvâbi’l-Cum’a, 9; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, No: 5578), bu ibadetin ev dışında yine umumi bir mekânda eda edileceğine ve evde bulunan kadın, çocuk, hizmetçi ve hastalara farz olmadığına delalet etmektedir.
6. Cuma namazı tarih boyunca hep camilerde veya musallalarda kılınmış, bütün mezhepleriyle İslam âlimlerinin baskın çoğunluğu bu hüküm üzerinde ittifak etmiştir. Bir başka ifadeyle İslam âlimleri Hz. Peygamber ve sahabe uygulamasından hareketle Cuma namazının, cemaatle ve herkese açık bir mekânda kılınması gerektiği sonucunu çıkarmışlardır (Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, II, 23; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire 2004, I, 167 vd.; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Beyrut 1992, II, 136-140; 151-152).
7. Tarih boyunca zaman zaman baş gösteren veba vb bulaşıcı hastalıkların yaygın olduğu ve adeta pandemik bir boyut kazandığı dönemlerde karantina uygulamaları sebebiyle sokaklar boşalmış ve camilerde cemaatle namaz kılınamaz duruma gelindiğinde fakihler evlerde Cuma namazı kılınabileceği fetvası vermemişlerdir. Mesela Hicretin 18. yılında Şam-Filistin bölgesinde Amvâs vebası denen bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkmış ve içlerinde o bölgede görev yapmakta olan büyük sahabîlerin de bulunduğu yirmi beş bin kişinin vefat etmesine sebep olmuştu. İşte bu vefatlardan sonra oraya tayin edilen Amr b. el-Âs (r.a.) hastalık riski taşıyanları toplumdan uzaklaştırarak dağlarda karantina tedbirleri almış ama Cuma namazlarının tek tek evlerde kılınabileceğinden söz etmemiştir (Taberî, Tarih, Beyrut 1387, IV, 101; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, Beyrut 1992, IV, 248). Aynı şekilde 827/1424 yılında Mekke-i Mükerreme’yi de kuşatan salgında camiler cemaatsiz kalmış, imamlar görev yapamamış ama evlerde Cuma kılınması gündeme gelmemiştir (İbn Hacer, İnbâü’l-ğumr, Beyrut 1986, III, 326). 1812 yılında İstanbul’da baş gösteren ve binlerce kişinin ölümüne sebep olan veba salgınından sonra pek çok konuda Şeyhulislâm Mekkîzâde Âsım Efendi’den (ö. 1262/1846) fetva alınmasına rağmen kılınamayan ya da karantina sebebiyle camide kılamayan kişiler için evlerde Cuma kılınmasına dair bir fetva söz konusu olmamıştır (“Karantina”, DİA, XXIV, 463-465). Zira Cuma namazının ancak genel mescidlerde veya bunun için belirlenmiş olan alanlarda herkesin iştirakiyle kılınması gerektiği yönündeki genel kanaat, zaten bunun gündeme gelmesine engel olmuştur (Cassas, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî, Medine 2010, II, 134; Merğînânî, el-Hidâye, Beyrut ts. (Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî), I, 82; Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, Beyrut 1994, I, 543; Karâfî, ez-Zehîra, Beyrut 1994, II, 335; Sâvî, Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağir, Kahire ts. (Dâru’l-Meârif), I, 499-500).
8. Cuma namazı için gerekli olan asgari cemaat sayısında ihtilaf edilmekle birlikte (ki bu sayı Hanefîlere göre imam dışında 3, Mâlikîlerde 12 ve Şâfiîler ile Hanbelîlerde 40 kişidir), bu sayının tamamının, kendilerine Cuma farz kılınan (Hanefilere göre en azından cemaate imamlık yapmaya elverişli) kişilerden oluşması gerektiği, aksi halde kılınan Cuma namazının geçerli olmayacağı hususunda ittifak bulunmaktadır (Merğînânî, el-Hidâye, I, 83; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 151; Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, I, 545-6; Sâvî, Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağîr, I, 497). İslam âlimlerinin bu ortak kanaati de bu namazın ancak herkese açık olan camilerde kılınabileceği sonucunu vermektedir.
9. Cuma namazının farz kılınış hikmetlerinden biri de bir mahalde meskûn olan müminlerin haftada bir kez bir araya gelip birbirlerinden ve kendilerini ilgilendiren meselelerden haberdar olmalarını ve sorunlarına çözüm üretmelerini sağlamaktır. Bu bağlamda sadece Cuma kelimesinin manası ve hikmeti düşünüldüğünde bile bunun evde kılınmasının caiz ve mümkün olmayacağı anlaşılmış olur.
Bütün bu delil ve yaklaşımlar, İslam’ın somut toplumsal sembollerinden biri olan Cuma namazının evlerde kılınamayacağını, aksine genel çağrıya binaen herkesin katılabileceği camilerde veya musallalarda ya da açık alanlarda kılınması gerektiğini göstermektedir.
Cuma ve cemaatle namazın internet, televizyon vb. iletişim araçları ile başka bir mekândaki imama uyularak kılınması meselesine gelince; fakihlerin yine Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe-i kiram (r.a.) uygulamalarına dayanarak ulaştıkları ortak kabule göre cemaatle namaz kılınabilmesi için imam ile cemaatin aynı mekânda bulunmaları gerekir. Asr-ı saadetten itibaren yerleşik uygulama bu yöndedir. Esasen “bir imama uyan cemaat” mefhumu da bunu yani mekân birlikteliğini ve birbirlerinden haberdar olmayı gerektirmektedir. Namazların cemaatle kılınmasının hikmeti, Müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, aralarında sevgi ve yardımlaşmanın yerleşmesini ve ibadetlerini birliktelik ruhuyla ve severek yapmalarını sağlama amacına yöneliktir. Hz. Peygamber bu sebeplerle namazların cemaatle kılınmasını teşvik etmiş ve cemaate gitmek için atılacak her adımın mükâfatlandırılacağını bildirmiştir (Buhârî, Ezan, 30; Mesacid, 53; Ebû Dâvûd, Salat, 47, 49). Diğer taraftan “cemaatin” ancak iki kişinin yan yana gelmesiyle oluşabileceği de yine Hz. Peygamber tarafından beyan edilmiştir (Buhârî, Ezân, 35; Nesâî, İmâmet, 43-45). Nitekim o “İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi, bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (Buhârî, Ezan, 9, 32; Müslim, Salat, 129) buyurarak da cemaatin, ona katılan herkesin bir arada imamla birlikte bulunması suretiyle oluştuğuna işaret etmiştir. Şu hadis-i şerif de aynı gerçeğe vurgu yapmaktadır: “Kişinin cemaat ile kıldığı namaz, evinde veya çarşıda kıldığı namazdan yirmi beş derece daha faziletlidir. Bu fazilet şu şekilde gerçekleşir: Biriniz güzelce abdest alır sırf namaz kılmak için camiye gelirse, camiye varıncaya kadar attığı her adım için bir sevap verilir ve bir günahı silinir. Camiye girdiği zaman namaz için beklediği sürece namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Melekler bu kimseye dua ederler. Kimseye eziyet etmediği ve abdesti bozulmadığı sürece; ‘Allah’ım! Bu kulunu bağışla, ona merhamet et ve tövbesini kabul et’ diye dua ederler.” (Ebû Dâvûd, Salât, 49).
İşte bu gerekçelerle, imamın namaz kıldırdığı mekân dışında bulunan bir kimse imama uymaya niyet ederek namazını kılsa bu namaz geçerli olmaz. Nitekim imam ile cemaat arasından geçen bir nehir veya genişçe bir yol da İslam âlimlerince cemaatin imama uymasına engel sayılmıştır (İbn Nüceym, el-Bahr, Kahire 1311, I, 384; II, 127; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, Bulak 1310, I, 87). Buna göre internet, televizyon ve radyo aracılığı ile başka bir mekândaki imama uymaya niyet etmekle mekân birliği gerçekleşmiş olmayacağından ve “cemaat” mefhumu oluşmayacağından bu şekilde kılınan namaz geçerli değildir.
Sonuç olarak, ibadetler eda edilirken Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de belirtilen bütün kural ve uygulamalara riayet etmek gerekir. İbadetlerde ekleme ve çıkarmanın yanında şekil ve eda etme biçimlerini değiştirmek de doğru değildir.

6 Kasım 2021 Cumartesi

Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2020 - Karar No: 30
Konusu: Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 25.11.2020 tarihinde Kurul Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplanarak “Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü” hususunda aşağıdaki kararı almıştır:
KARAR:
Cuma namazı, gerekli şartları taşıyan her mümin erkeğe farzdır. Bu namazla yükümlü olmanın şartlarından birisi, cemaate katılmaya mani bir mazeretin bulunmamasıdır. Zira meşru bir mazeretin varlığı, Cuma namazının farziyetini düşürmektedir. Hastalık, şiddetli yağış, aşırı soğuk ve sıcak gibi elverişsiz hava koşulları yanında salgın hastalık da kişiye cumanın farz olmasını düşüren bu mazeretler kapsamındadır.  Nitekim Kurulumuzun 18.03.2020 tarihli ve 9 sayılı kararında bu hüküm gerekçeleriyle birlikte ifade edilmiştir.
Salgın döneminde maske ve mesafe gibi tedbirlere riayet edilerek cemaatle namaza devam edilebilmektedir. Ancak bu tedbirler, kış mevsiminin getirdiği elverişsiz hava koşullarıyla birleştiğinde, ülkemizde, cemaatin bir kısmı camide yer bulamadığından dolayı Cuma namazını kılamamaktadır. Bu durumda, Cuma namazını kılamayan kişilere öğle namazını kılmak farz olur. Bu, Hz. Peygamber  (s.a.s.) döneminde sabit olduğu bilinen ve günümüze kadar ittifakla uygulanan bir hükümdür. 
Gerek yukarıda işaret ettiğimiz mazeretler nedeniyle Cuma namazının farziyetinin düşmesi gerekse Cuma kılamayanların öğle namazını kılmakla yükümlü olmaları nedeniyle, aynı camide ikinci kez Cuma namazı kılınmasını gerektiren bir zaruret oluşmamaktadır. Bu itibarla,  bir camide birden fazla Cuma namazının kılınması meşru değildir.
Diğer yandan bulaşıcı salgın hastalığa yakalananların ve temaslı olanların cemaate katılmamaları ve karantina şartlarına riayet etmeleri dinen zorunludur.
GEREKÇE:
Cuma namazı, farziyeti Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabit olan ve İslam’da şiar (sembol) olarak kabul edilen ibadetlerdendir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırılınca Allah'ı anmaya (namaza) koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfunu arayın. Allah'ı çok anın ki felah bulasınız." (Cum‘a, 62/9-10). Hz. Peygamber de (s.a.s.) Cuma namazının önemini vurgulamış ve bu namazı özürsüz olarak terk etmenin büyük günah olduğu konusunda uyarılarda bulunmuştur (Bkz. Müslim, “Cum‘a”, 40; Tirmizî, “Cum‘a”, 7; Ebû Dâvûd, “Salât”, 209; İbn Mâce, “İkametü's-salât”, 93; Nesâî, “Cum‘a”, 2).
Konuyla ilgili ayetlere ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına dayanılarak Cuma namazı ile yükümlü olmak için birtakım şartlar (vücûb şartları) belirlenmiştir. Bu şartlar; erkek, hür, mukim ve mazeretsiz olmaktır. Bunun yanında Cuma namazı yükümlülüğünü düşüren bir takım mazeretler de vardır. Hastalık, cana, mala ve namusa bir zarar gelme tehlikesi ve şiddetli yağış gibi sebepler bu mazeretlerden bir kaçıdır (Ebû Dâvûd, “Salât”, 215-217; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 550; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 246; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 216; Nevevî, el-Mecmû’, IV, 483-484; İbnü’lHümâm, Fethü’l-kadîr, II, 59). Bu bağlamda, salgın hastalıklar da Cuma namazı hususunda evleviyetle mazeret oluşturmaktadır.
Şiddetli yağmur durumunda cemaatle namaza ara verme uygulaması sahabe döneminde de söz konusu olmuş ve Abdullah b. Abbas, yağmurlu bir Cuma gününde müezzine “namazlarınızı evlerinizde kılın!” ilanını yapmasını emretmiştir. Bu uygulama insanlar tarafından yadırganır gibi olunca “bunu benden daha hayırlı olan Rasûlullah (s.a.s) yapmıştır…” cevabını vermiştir (bkz. Buhârî, “Cum‘a”, 14; Müslim, “Salâtu’l-Musâfirîn”, 26).
Salgın döneminde camilerimizde cemaatle kılınan namazlarda maske ve mesafe kuralına riayet edilmekte ve hava şartları elverdiği ölçüde dışarıda namaz kılınmaktadır. Elverişsiz hava koşulları nedeniyle dışarıda namaz kılma imkânı bulunmadığında cemaat için camilerin içi yetersiz kalabilmektedir. Bu durumda, bazı kimseler Cuma namazını edâ etme imkanı bulamamaktadır. Gerek salgın gerekse elverişsiz hava şartları nedeniyle camilerde Cuma namazını edâ etme imkanı bulamayanlar dinen mazeretli sayılırlar. Bu şekilde Cuma namazını kılamayan kişilere öğle namazını kılmak farzdır. Bu, Hz. Peygamber döneminden itibaren Müslümanların ittifakla kabul ettiği bir hükümdür.
Bunun yanında Cuma namazının, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından uygulanıp öğretildiği biçimiyle ve meşru kılınış amacına uygun olarak topluca ve bir arada eda edilmesinin zorunlu olduğu esası gözden kaçırılmamalıdır. Bu şekilde eda edilmesi Cuma namazının temel özelliğidir. Onun bu özelliğini muhafaza etmek ve cemaati bölmemek gerekir. İslam'ın şiarı ve ümmetin birlikteliğinin sembolü olan Cuma namazının aynı camide iki defa kılınması hem Hz. Peygamber’den günümüze kadar gelen hükme ve uygulamaya aykırı düşecek hem de cemaatin bölünmesi gibi birlik ve beraberlik ruhunu zedeleyici neticeler ortaya çıkarabilecektir. Öte yandan böyle bir uygulama, Müslümanların birliğine zarar vermek isteyenler için suistimale açık bir durum oluşturacaktır. 
Bütün bu delil ve gerekçelerden hareketle Din İşleri Yüksek Kurulu, Hz. Peygamber’den günümüze kadar uygulandığı gibi Cuma namazının aynı camide bir defa kılınması gerektiğine ve tekraren kılınmasının meşru olmadığına karar vermiştir.

5 Kasım 2021 Cuma

Piyango, Toto, Loto, İddia vb. Şans Oyunları Oynamanın Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2020 - Karar No: 33
Konusu: Piyango, Toto, Loto, İddia vb. Şans Oyunları Oynamanın Dini Hükmü
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 16.12.2020 tarihinde Kurul Başkanvekili Dr. Mustafa Bülent Dadaş başkanlığında toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan “Piyango, toto, loto, iddia vb. şans oyunları oynamanın hükmü nedir?” başlıklı metin görüşüldü. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabul edilmesine oy birliğiyle karar verildi:
“Taraflardan birisinin kazanıp diğerinin kaybetmesi esasına dayalı olan bütün şans oyunları kumar olduğundan haramdır. Zira bu tür oyunlarda bir taraf kaybederken diğer taraf haksız kazanç elde etmektedir (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, VIII, 554-555; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 194). Buna göre şans faktörüne dayalı olan piyango, toto, loto, iddia, müşterek bahis, ganyan gibi tertip ve oyunlar da kumardır ve haramdır.
Bu tür oyunların hâsılatından bazı kuruluş ve hayır kurumlarının yararlanması, onları meşru hale getirmez ve haramlık hükmünü değiştirmez. Müslümanların bu tür meşru olmayan kazanç yollarından uzak durması gerekir. Bu yollardan birisiyle kazanç elde edilmesi halinde bir an önce tövbe edilmeli ve elde edilen kazanç, sevap beklenmeyerek yoksullara verilmelidir.”

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38773/piyango--toto--loto--iddia-vb--sans-oyunlari-oynamanin-dini-hukmu

4 Kasım 2021 Perşembe

“Secde Ayetlerinin Mealini Okuyan Kişinin Tilavet Secdesi Yapması Gerekir mi?”

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 3
Konusu: “Secde Ayetlerinin Mealini Okuyan Kişinin Tilavet Secdesi Yapması Gerekir mi?” Başlıklı Fetva
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 20.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. Kur’an-ı Kerim Meallerini İnceleme Komisyonu tarafından hazırlanan “Secde ayetlerinin mealini okuyan kişinin tilavet secdesi yapması gerekir mi?” başlıklı fetva müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki soru ve cevabının Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Secde ayetlerinin mealini okuyan kişinin tilâvet secdesi yapması gerekir mi?
Secde ayetlerinin Arapça lafzını okuyan veya dinleyen kimsenin, tilâvet secdesi yapması Hanefî mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre ise sünnettir. Kur’ân-ı Kerîm’in meal ve tefsirleri, bizatihi Kur’ân hükmünde olmamakla birlikte secde ayetinin mealini okuyan kimsenin de ihtiyaten tilavet secdesi yapması gerekir (Bkz. Serahsi, Mebsut, II, 5; Bilmen, İlmihal, Secde-i Tilavete Müteallik Meseleler, md. 375).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38807/-secde-ayetlerinin-mealini-okuyan-kisinin-tilavet-secdesi-yapmasi-gerekir-mi---baslikli-fetva

3 Kasım 2021 Çarşamba

Meal okumak hatim yerine geçer mi?

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 2
Konusu: Meal okumak hatim yerine geçer mi?
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 20.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. Kur'an-ı Kerim Meallerini İnceleme Komisyonu tarafından hazırlanan "Meal okumak hatim yerine geçer mi?" başlıklı fetva metni müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabul edilmesine karar verildi:
Kur’ân-ı Kerîm, Allah katından hem lafız hem de mana olarak indirilmiş olan ilahî kelâmın adıdır. Bu itibarla Arapça olarak indirilmiş olan Kur’ân’ın (Yusuf 12/2; Taha 20/113) manasını aktarmak üzere herhangi bir dilde yazılmış olan hiçbir meal, bizatihi Kur’ân hükmünde değildir. Çünkü tilaveti de ibadet olan, Kur’ân-ı Kerîm’in bizatihi kendisidir. Bu doğrultuda hatim, Kur’ân’ın mealinden okunması değil, Kur’ân’ın tamamının, Arapça metni üzerinden Fatiha suresinden başlanarak Nas suresine kadar okunmasıdır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in meal ve tefsirlerinin okunması suretiyle hatim yapılmış olmaz.
Bununla birlikte bir Müslümanın, Yüce Allah’ın öğütleri ve buyruklarını öğrenmek maksadıyla Kur’ân-ı Kerîm’in mealini ve tefsirlerini okuması, Kur’ân’ın inzal sebebine muvafık (Nisa 4/82, Muhammed 47/24) ve sevaba vesile olacak bir durumdur. Bu vesileyle Kur’ân’ın hem Arapça lafzını hem de manasını aktaran meal ve tefsir türü eserleri okumaya gayret etmek de önemlidir.

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38804/meal-okumak-hatim-yerine-gecer-mi-

2 Kasım 2021 Salı

Dinden Çıkmayı Gerektiren Sözleri (Elfaz-ı Küfrü) Söylemenin Nikaha Etkisi Nedir?

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 4
Konusu: Dinden Çıkmayı Gerektiren Sözleri (Elfaz-ı Küfrü) Söylemenin Nikaha Etkisi Nedir? Başlıklı Fetva
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 27.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında  toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan, geçmişte “Kurul Fetvası” olarak Dini Bilgilendirme Platformuna yüklenen ve Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Fetvalar kitabında da yer alan “Dinden çıkmayı gerektiren sözleri (elfaz-ı küfrü) söylemenin nikaha etkisi nedir?” başlıklı fetvada bazı değişiklikler yapılmasını içeren komisyon teklifi görüşüldü. Yapılan müzakereler neticesinde ilgili fetvanın aşağıdaki şekilde değiştirilmesine ve Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Dinden çıkmayı gerektiren sözleri (elfaz-ı küfrü) söylemenin nikaha etkisi nedir?
İnançsızlık ya da dinî değerlere hakaret etmek amacıyla değil de sırf ağız alışkanlığıyla, dinden çıkmayı gerektiren sözlerin söylenmesi büyük günah olmakla birlikte tercih edilen görüşe göre bilgisizce söylenen bu sözlerle dinden çıkılmayacağı için nikâh da bozulmaz. Çünkü burada maksat dinî değerlere hakaret etmek veya bu değerleri hafife almak değildir. Şu kadar var ki bu tür söz ve davranışlarda bulunan kişinin tövbe ve istiğfarda bulunması ve tekrar böyle bir hataya düşmemeye gayret etmesi gerekir.
Dinin kesin esaslarından birisinin bilerek inkar edilmesi veya hafife ya da alaya alınması ise kişinin dinden çıkmasına sebep olur. Mesela Allah’a, Peygambere ve dinen mukaddes olan değerlere küfreden, namazı ve orucu inkar eden kişi İslam dininden çıkmış olur. Hanefi mezhebine göre, eşlerden birinin dinden çıkmasıyla, evlilik kendiliğinden sona erer. Tövbe ederek İslam’a dönse bile yeni bir nikah akdi olmaksızın evlilik hayatını devam ettiremez. Şafii mezhebine göre, dinden çıkan kimse tövbe eder de iddet müddeti içinde İslam’a dönerse yeni bir nikah akdine gerek kalmaksızın evlilik hayatını devam ettirebilir (Şafii, el-Ümm, I, 297; Şeyhizade, Mecme‘u’l-enhur, I, 546).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/39666/dinden-cikmayi-gerektiren-sozleri--elfaz-i-kufru--soylemenin-nikaha-etkisi-nedir--baslikli-fetva

1 Kasım 2021 Pazartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (64): Sabr-ı cemil


Sabr-ı cemîl, başa gelen belâ ve musîbetleri hiçbir şekilde başkasına şikâyet etmeden, onlara tahammül göstermektir. Çekilen sıkıntılar insanlara şikâyet edilirse, olaylar karşısında gösterilen sabır, önemini kaybeder.

Sabr-ı cemil

1-Allah öyle istedi ve oldu; onun muradı gerçekleşti. Kulun bunu sorgulamaması,

2- benim işim en hayırlının, en merhametlinin, en adil, en güvenli bir mercinin elinde

3-sabrın eninde sonunda güzele intikal edeceğini bilmek "sabrun cemil"yapıyor sabrı. Benim için en iyisi olacak

-ağlamak sabri cemile engel değil

-güzel sabır, Allah’a hüsnüzan etmeye devam etmek

-Özlem,acı, matem, üzüntü, ağlamak, sabıra engel değil. Sabredince bu acılar da gitmeyecek. Sabır şuna inanmaktır: Bunu Allah-u Teala bana takdir etti; merhameti ile takdir etti ve bunun sonu muhakkak güzel olacak. "Allah cc bana hayırdan başka bir şey murad etmez" demek güzel sabır. Güzel sabır, güzel imanı koruyor.  

-derdi dillendirmek sabırsızlık değil. Sadece acısını dillendirip, yükten kurtulup derttaş arayabilir. 

Katlanmak ve sabır farkı:
katlandığımızda öfke içerde sürekli kaynar,birikir, menfaat vardır.

Sabretmekte ise eylem vardır.  Sabretmekte rıza vardır. Allah'ın verdiği hükme memnuniyet ortaya çıkar.

Kişiye imtihan verildiyse onun sabrı da verilir. Üzülmen, nasıl dayanıyor demen doğru olmaz. Sen dışardan ateş görsen de o gül bahçesindedir.
Sabır eylemsizlik değil gayret etmektir. İçinde bulunduğu durumu devam ettirmesidir.

Psk.Reyhan Özyağlı

31 Ekim 2021 Pazar

KÜÇÜK NOTLARIM (63): İnsanların onayı mı, Rabbimizin rızası mı?


İnsanların onayını, Rabbimizin rızasının önüne geçirmenin bir sonucu da sürekli depresif bir haleti ruhiyedir.

Kendisini iyi hissetmesi hep diğerlerinin ona nasıl davrandığına bağlı olan birinin başka türlü olması nasıl beklenir?

Yüzümüzü, özümüzü var edene çevirip, ondan başkasına minnet etmediğimizde ulaşacağımız huzurun bir hediyesi de evvelce sürekli bizi kırdığını düşündüğümüz insanların aslında sadece kendi özlerinin gereğini yapıp durduklarını ve bunun bizimle hiçbir ilgisinin olmadığını görmek olacaktır.

Fatma Bayram

30 Ekim 2021 Cumartesi

67- El-Vâhid ism-i şerifi:


“Bir, yegâne, bir tek” anlamına gelen Vâhid ve Ehad kavramları Allah hakkında kullanıldığında, “bölünmesi (tecezzî, inkısâm), parçalanması ve sayısının artması (tekessür) mümkün olmayan yekpare, bir, tek, yegâne varlık” manasına gelir. Zıddı kesrettir. Vâhid ismi, ismi fail kalıbındadır ve bu kalıp süreklilik bildirir. Allah’ın birliğinin sonsuzluğu ile şirkin imkânsızlığı bu isimde bir arada ifade edilmiş olur.
Bu ism-i celîl, büyük ve derin bir teolojik değer taşır. Sayısal bir durumu değil, mutlak, benzersiz ve sonsuz bir varoluşu bildirir. Buradaki birlik, herhangi bir sayı dizisinin ilk basamağı anlamında değildir; Allah’ın, çeşitli parçaların bir araya gelmesiyle oluşan birleşik (mürekkeb) bir varlık olmadığı, benzeri ve dengi bulunmadığı manasını taşır. Parçaların bir araya gelip gelişmesi suretiyle oluşmama ve parçalara bölünmeme, Rabbimizin var oluşunun ezelî ve ebedî olduğunu da ifade etmiş olur. Varlığı, değişmez biçimde ve zamansızdır.


Vâhid-Ehad
Ehad ve Vâhid aynı kökten gelmekle beraber aralarında bazı farklar vardır. Temelde Vâhid, ortağı, Ehad de benzeri olmayan demek ise de Elmalılı Hamdi Yazır bu iki isim arasındaki farkları izah etmek için İhlas suresi tefsirinde yaklaşık otuz sayfa kadar yer ayırmıştır. Burada gramatik farklara ve ince nüanslara işaret ettikten sonra kısaca şöyle der: “Ehad, zatında ne kesir ne de maada hiçbir aded kabul etmeyen, hiçbir vechile iki olması ihtimali bulunmayan hakiki birdir. Hep bir, daima bir, maadası hiç olan birdir. Ehadiyet ile Allah Teala’dan başka bir şey tavsif olunmaz. Mesela ‘raculün ehadün, dirhemün ehadün’ denilmez, oysa ‘racülün vahidün, dirhemün vahidün’ denilir. Ehad daha kapsamlıdır. Öyle ki ehad denilmekle vahid denilmiş olur, vahid denilmekle ehad denilmiş olmaz. Ayrıca ‘filana ehad mukavemet edemez.’ denildiğinde sayısı kaç olursa olsun hiç kimse mukavemet edemez demek olur. ‘Vahid mukavemet edemez.’ denildiğinde ise bir kişi mukavemet edemez ama birden fazla olursa olabilir, demektir.”


Kur’an’da Vâhid
Bu isim Kur’an-ı Kerim’de yirmi iki yerde Allah’a isnat edilerek kullanılmıştır. Geldiği bölümlerin genellikle Mekki ayetler olması, bu ismin bir tevhit mücadelesi dönemi olan Mekke Dönemi için ifade ettiği merkezî konumu gösterir. Bu yirmi iki ayetin on altısında “İlah”, altısında ise “Kahhar” ismi ile birlikte gelmiştir. Bu da bize, ilahın biricik olmakla beraber zayıf ve güçsüz olmadığını, tam tersine tüm mahlukatı kahrı altında tutabilecek gücü haiz olduğunu gösterir.
Kur’an’da Vâhid ismi genellikle, şirkin reddedildiği ayetlerde Allah’ın birliğini vurgulamak üzere gelir. (Bakara, 2/163; En’am, 6/19; Tevbe, 9/31; Rad, 13/16; Nahl, 16/22, 51; Hac, 22/34; Saffat, 37/4; Sad, 38/5.) Hz. Yusuf da zindan arkadaşlarını şirkten sakındırıp tevhide çağırırken bu ismi zikretmiştir. (Yusuf, 12/39.) Şirkin her çeşidi reddedilirken Cenab-ı Hakk’a evlat isnad edenler üzerinde özellikle durulmuş ve bunun imkânsızlığı da bu isme işaret edilerek anlatılmıştır. (Nisa, 4/171; Maide, 5/73; Zümer, 39/4.) Ehli kitaba tebliğ yapılırken bir asgari müşterekte birleşme çağrısı yapılmış ve bu ortak noktanın Allah’ın birliği esası olduğu vurgulanmıştır. (Ankebut, 29/46.) Bazen de Yüce Allah’ın kendisini anlattığı bir paragrafta O’nun eşsiz kudretinin bu isimle anlatıldığını görürüz. (Sad, 38/65.) Kıyamet gününde bu eşsiz kudretin huzurunda toplanılacak ve sadece O’na hesap verilecektir. (İbrahim, 14/48; Mümin 40/16.)


Tevhit
Allah’ın zatında, sıfatlarında, mabut oluşunda bir ve tek olduğunu zihin ve kalp yoluyla kabul etmek anlamına gelir. Kur’an, Allah’ın varlığını benimsemenin insan fıtratının bir gereği olduğunu vurguladığı gibi aynı şekilde selim akıl ve kalbin, O’nun eşsiz birliğini kabul etmesinin de kaçınılmaz olduğunu söyler. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın varlığının gerekliliğinden çok birliği üzerinde durmuştur. Bütün peygamberlerin ortak tebliğ konusu da tevhittir. (Bakara, 2/133; İbrahim, 14/52; Kehf, 18/110; Enbiya, 21/25,108; Fussilet, 41/6.) Allah’tan başka bir varlığa yaratılmışlık üstü bir konum verilmesi, ona hayatında veya ölümünden sonra yaratılmışlık üstü saygı gösterilmesi tevhit ilkesini bozan davranışlardandır. (Şura, 42/13.)
Allah Teala’nın Vâhid oluşunun doğal sonucu, O’nu uluhiyette ve rububiyette birlemektir. O’nu uluhiyette birlemek demek, O’nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu kabul etmek demektir. Rububiyette birlemek de, bu inancın doğal sonucu olarak O’ndan başkasına kulluk etmemek, O’ndan başkasında tanrısal özellikler görerek el açmamak ve sığınmamaktır. Buna, ibadette tevhit veya amelî tevhit de denir. Uluhiyyette tevhit, zihnî bir fonksiyondur ve imanın teorik yanını oluşturur; rubûbiyyette tevhit de kalbin ameli olup imanın gönül hoşluğuyla kabulünü teşkil eder. İman, bu ikisinin birleşmesinden meydana gelir. Amelî tevhit, kişinin kalbiyle Allah’ı sevmesi, davranışlarıyla bu sevgisini ispat etmesidir. Ulûhiyyette tevhit, insanın fikir hürriyetini; ibadette tevhit ise duygu hürriyetini sağlar.


Vâhid tecelli ederse
Yaratılmış hiçbir şeyin, kendi türünden de olsa bir başka varlığa tam olarak benzememesi bu ism-i şerifin tecellilerindendir. Mahlukatın her ferdi bu anlamda bu ismin tecellisine mazhardır. Her birimizi “fert” kılan bu tecellidir. Her insan bu tecelli sayesinde orijinal, benzersiz bir şahsiyettir. Fertlerdeki bu farklılıkları ortadan kaldırıp onları fiziksel, sosyal ve manevi anlamda tek tip yapmaya çalışan her proje Allah’ın Vâhid ismine bir isyandır. Efendimizin (s.a.s.), ashabını kişilik farklarıyla birlikte kabul etmesi, onları tek bir karaktere dönüştürmeye çalışmaması Yüce Rabbimizin yaratılışta verdiği farklılıklara duyduğu saygıyı gösterir.
Vâhid isminin sayısız çokluk şeklinde görünen bu yaratılmışlar âleminin sebepler zincirinde geriye doğru gittiğimizde biricik yaratıcıya bağlanmadığında, yani zihinlerimiz tevhide ulaşmadığında kesretteki kaosta kaybolup gideceğini de hatırlatmış olalım. Özellikle insanı ilgilendiren tıp, psikoloji vb. bütün bilimler bu holistik bakışa ulaşamadıklarında, bir yeri yaparken bir yeri bozmaktan bir türlü kurtulamazlar. Çünkü vahdette huzur, kesrette kaos vardır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

29 Ekim 2021 Cuma

66- El-Macîd ism-i şerifi:


Sözlükte “şerefli ve seçkin olmak” anlamındaki “mecd” kökünden türeyen Mecîd “asil, şerefli, cömert olan” demektir. Aynı kökten türeyen Mâcid de bu manaya gelmekle birlikte mübalağa bildiren “Mecîd” kalıbının daha zengin içerikli olduğu kabul edilir. Mecîd ve Mâcid Allah’a nispet edildiğinde “yetkinliğin karşıtı olan her türlü nitelikten münezzeh, lütuf ve ikramı bol” anlamına gelir. Dilciler, mecd kökünün temel manasının bolluk ve genişlikten ibaret olduğunu söylerler. Buna göre Macîd/Mecîd isimleri Rabb’imizin şanının yüceliğini, sıfat ve fiillerinin güzelliğini, kadrinin ululuğunu ve cömertliğinin sınırsızlığını ifade eder. Mutlak manada sadece Allah için söylenebilecek, insanın gönlünü ilahi azamet ve muhabbetle dolduran zâtî isimlerdendir.


Genellikle âlimler, Mecîd ismini Allah Teâlâ’nın zatına ve sıfatlarına yönelik olmak üzere iki açıdan yorumlamışlardır. Zata yönelik yorum O’nu acz ve eksiklikten, yani yaratılmışlık özelliklerinden berî ve münezzeh tutmayı; fiillerine yönelik yorum da lütuf ve ihsanının çok olduğunu belirtmeyi amaçlamıştır. Bunların ikisi de zat-ı ilahiyyeyi yetkin sıfatlarla niteleme noktasında birleşir.
Zatın yüceliği ile fiilerin güzelliği bir araya geldiğinde mecd ortaya çıkar. Bu durumda mecd, zat ile fiilin en üst derecedeki uyumudur. Seçkin bir karakter her zaman seçkin davranışlara muvaffak olamadığı gibi seçkin görünen davranışlar da her zaman seçkin bir ruha dayanmayıp birtakım hesap ve çıkar kaygıları ile yapılmış olabilir. Bu ikisi bir arada mükemmel şekilde sadece Yüce Rabb’imizde bulunduğu için mâcid olan sadece O’dur. Biz kullar her namazımızda O’nu Hamîd ve Mecîd isimleriyle anarız.

Mecîd olan Allah’ın arşı da kelamı da mecîddir
Mecd kavramı Kur’an-ı Kerim’de sadece “mecîd” şeklinde dört ayette yer almaktadır. Bunların ikisi “çok şerefli” manasıyla Kur’an’ın sıfatı durumundadır. (Kâf 50/1; Burûc 85/21.) Hûd suresi 73. ayette ise Rabb’imize izafe edilmiş olarak gelen mecîd sıfatı, öncesinde anlatılan bir mucizevi hadiseden sonra meleklerin Hz. İbrahim’in eşine hitabı içerisinde şu şekilde geçer: “Melekler, ‘Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketi size olsun ey (peygamber ocağının) ev halkı! Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.’ dediler.” Konunun gelişinden anlaşıldığı üzere Mecîd ismi, içerdiği yücelik, kudret ve cömertlik nedeniyle bizleri, O’nun fevkalade ikramları karşısında, olamazmış gibi düşünmenin yanlışlığına düşmekten korur. Aslında bizim âdetin hilafı olarak gördüğümüz bu gibi harikalar da ilahi kanunlar çerçevesinde olup bitmektedir ama biz onların mahiyetini bilmediğimizden anlayamıyoruz. Mucizelerin oluşundan kuşkuya düşmek, uluhiyetin mecdinden kuşkuya düşmektir. Bu nedenle Allah’ın Mâcid ismine imanı tam olan, O’nun sıra dışı ve akıl üstü ikramlarını muhal görmez.

Mecîd ismi, Kur’an’da geçtiği dördüncü yerde ise kıraat imamlarının farklı anlayış ve okuyuşlarına bağlı olarak ya Yüce Rabb’imizin veya O’nun arşının sıfatı olmuştur. (Burûc, 85/15.) Arş, Cenab-ı Hakk’ın otorite ve hakimiyetinin sembolüdür. Arşın mecîd olması da arşın ve onun hükmü altındaki bütün mahlukatın üzerindeki hakimiyet ve otoritenin sadece Allah’a mahsus olduğunu gösterir.

Mâcid tecelli ederse
Allah Teâlâ’nın kullarına olan ikram ve cömertlikleri hiçbir insan kelamıyla tam olarak ifade edilemez, hiçbir ölçüyle ölçülemez. Rabb’imizin manevi ikramları sadedinde olarak mesela önce kullarını temiz ahlak sahibi olmaya, iyi işler yapmaya muvaffak kılıp sonra yaptıkları o güzel işleri, hâiz oldukları seçkin vasıfları sebebiyle onları övmesi sayılabilir. Buna ilaveten Rabb’imiz kusurlarımızı affeder, kötülüklerimizi yok eder. Fakat bunları devamlı hatırlatarak bizleri utandırmaz. Dar ve zor zamanlarda akla hayale gelmeyecek yollardan yardımını gönderir. Müşkülleri gidermenin, huzur ve afiyete kavuşmanın yollarını açar. İnsanın şerefli bir ömür sürmesi için ihtiyaç duyduğu her şey, bu ismin tecellisi ile vücuda gelir. Bu ikramlara mazhar olandan da aynı şekilde asil, onurlu ve cömert bir ahlak beklenir. Bilhassa, herhangi bir konuda insanların önüne düşenler bu isimle ahlaklanmaya daha da özen göstermelidir. İmtihan şuradadır ki güç ve imkânlar arttıkça bu güzel ahlakı korumak zorlaşır.
Hayatımızda kesbi veya vehbi ne kadar şeref ve itibarımız varsa hepsi Mâcid olan Allah’ın ikramıdır. Vehbi olanların O’nun ikramı olması açıktır. Bizim gayretimizle olanlar ise onu kazanma gücü ve isteği vermesi sebebiyle yine O’ndandır. Hasılı bütün bolluk ve refahlar, bütün haysiyet ve itibarlar hepsi Allah’ın mecdindendir.

Mecîd olan Allah’a dua
Mecîd ve Mâcid çok sayıda hadis rivayetinde zikredilmiş, özellikle namazlarda selamdan önce okunan ve “Hamîdün Mecîd” isimleriyle sona eren “Allahümme salli”, “Allahümme bârik” metinleri Kütüb-ü Sitte’nin tamamında rivayet edilmiştir. Cenâb-ı Hak bir kutsî hadiste zatını mecd kavramıyla nitelediği gibi mecd nitelemesi (temcîd) Hz. Peygamber’in dua ve niyazlarında birçok kez tekrarlanmıştır. Rasulullah’ın gece namazının arkasından okuduğu duanın tenzih nitelemeleriyle şekillenen son cümleleri şöyledir: “Allah’ım! Bizi, doğru yola kılavuzluk eden ve onu fiilen izleyen, hak yoldan sapmayan ve saptırmayan, dostlarınla barışık ve düşmanlarına dargın olan kimseler grubuna kat. Güç ve kudret ridâsına bürünüp bunu yaratıklara beyan eden, mecd ve şerefle vasıflanıp yücelen, tesbih ve tenzihe yegâne layık olan, lütuf, ihsan, mecd, kerem ve azamet sahibi Allah’ım! Seni yüceltir, seni her türlü eksiklikten tenzih ederim.” (Tirmizî, “Da’avât”, 30.)

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

28 Ekim 2021 Perşembe

65- El-Vâcid ism-i şerifi:


Vâcid ismi vecd/vücûd kökünden türemiştir. Bu kök, bulmak, bilmek ve her istediğine, hemen ulaşmak ve bunu sağlamak için kendisi dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymamak anlamlarına gelir. Bu durumda Vâcid ismi dilediğini dilediği zaman bulan, bu hususta bir yardıma ihtiyaç duymaktan müstağni olan demek olur. Zira Yüce Allah ilah olmak için lüzumlu olan ilim, kudret, yaratma, hakimiyet gibi vasıfların hiçbirinden mahrum değildir. Uluhiyet sıfatları ve bunların kemali hususunda kendisine gerekli olan her şey, şanı yüce olan Allah’ın zatında mevcuttur. Yarattığı hiçbir şey, hiçbir an O’nun bilgisi dışında kalamaz. Her şey O’nun gözü önünde olup bitmektedir. O’ndan kaçmak ve gizlenmek mümkün değildir.

Kısacası Yüce Allah her şeyi, istediği an ve zamanda hemen bulur. Herhangi bir şeyi ele geçirmek için zaman kollamaya, tedbir almaya, tuzak kurmaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir şey O’ndan kendini gizleyemez. İstediği şey, istediği zaman, derhâl huzurundadır; O’nun ulaşamayacağı, gücünün yetmeyeceği bir noktaya kaçıp kurtulamaz. Bu nedenle kul kendisini asla Allah’tan ayrı zannetmemeli, her an huzurda olduğu bilincinde yaşamaya bakmalıdır.

Vâcid kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmemekle birlikte sekiz ayette fiil kalıplarıyla zat-ı ilahiyyeye nispet edilmiştir. Bunlardan üçü Rasulüllah’ın hayatının ilk dönemlerine ait beyanlardır. (Duhâ, 93/6-8.) Bunun dışında Vâcid isminin “bulmak, sahip olmak, bilmek” şeklindeki içeriğine uygun birçok ayet vardır. Sebe’ suresinde (34/2) gaybı bilen Rabb’e yemin edilerek göklerde ve yerde zerre kadar, ondan daha küçük veya daha büyük hiçbir şeyin Allah’tan gizli kalmayacağı ifade edilmiş, aynı muhteva Yunus suresinde de (10/61) yer almıştır.

Vacibü’l-vücud
Bu isim, aynı zamanda vücud kökünden gelmesi sebebiyle Allah’ın zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve yokluğunun düşünülemeyeceğini de ifade eder. Yüce Allah’ın varlığının zorunlu olması (vacibü’l-vücud) insanların doğuştan Allah’ın varlığına dair bilgiye veya eğilime sahip kılındıkları anlamına gelir. Kur’an’a göre bu, selim fıtratın gereğidir. (A‘râf, 7/172; Rûm, 30/30.) Kur’an’ın beyanıyla, asil ve şerefli bir varlık olarak yaratılıp (İsrâ, 17/70.) imtihan dünyasında yaşatılan insan, içten gelen nefsani arzular ve dıştan gelen saptırıcı akımlarla temiz fıtratını köreltebilir. Bununla birlikte hayatta karşılaşılan beklenmedik olaylar, hastalık ve felâketler kişinin aslî yaratılışına dönmesini sağlar.

Aramak ve bulmak
Râgıb el-İsfahânî bu ismi açıklarken insanların bir şeyi bulma ve elde etme konusunda çaba göstermeleri, denemeler yapmaları gerektiğini ve buna rağmen yine de bir şeyin hakikatine vâkıf olabilmek için ilahi yardıma muhtaç olduklarını anlattıktan sonra Cenab-ı Hakk’ın her şeyi çabasız ve vasıtasız bir şekilde, bütün hakikati ve mahiyeti ile önünde hazır bulduğunu anlatır. İnsanlar ise bir şeyin mahiyetini bilebilmek için nesnelerde gözlem ve deneye, zihinsel hakikatlerde ise akıl yoluyla idrak edebilmeye, yani çaba göstermeye mecburdurlar. Bu çabalara rağmen yine de sonuç garanti değildir. Rabbimiz Vâcid ismi ile tecelli etmezse bir ömür arayış içinde geçer de hakikatin kırıntısına bile ulaşılamamış olabilir.

Vâcid ismi fâkıd kelimesinin zıddıdır. Fâkıd, yitiren, amaçlarına ulaşamayan, istediği şeyi elde edemeyen demektir. Bunu bilince Vâcid isminin bize tecelli etmesinin hayatımızın her alanı için ne demek olduğunu daha iyi anlarız. Hem tasavvufun hem de psikolojinin söylediğine göre bizim hayatlarımız baştan sona bir arayıştır. Annenin memesini aramakla başlayan hayat maddi ve manevi arayışlarla devam eder. Son nefesimizde aradığımız ise doğru kelimeyi söyleyebilmektir. Bu iki arayışın arasında daha neler neler ararız. Hayatın anlamını ve kendi özelimizde yaratılış gayemizi ararız. Her durumda ve her ilişkide gerçeği ararız. Hakiki dostlar ararız. Doğru okulu, doğru mesleği, doğru kişiyi ararız. “Bulmak” başlı başına büyük bir başarıdır.

Vâcid tecelli ederse

Vâcid isminden nasibi olan kullar seçkin insanlardır. Allah onlara dünyevi ve uhrevi amaçlarına ulaşmayı nasip etmiştir. Onlara da Cenab-ı Hakk’ın kendilerine verdiği ilim, irfan, hikmet, servet ve beceriden Allah’ın yarattığı tüm varlıkları faydalandırmak ve her bir yaratılmışın aradığını bulmasına rehberlik etmek yakışır. Bu insanlar hayvanların rızık yollarını kapatmaz, insanların arayışlarına, ihtiyaçlarına ulaşmalarına ve yükselmelerine engel çıkartmaz; engel olmak şöyle dursun, bedenlerin ve ruhların gıdasını bulmasına vasıta olmak onun mutluluk vesilesi olur.

Vâcid isminin tecelli ettiği insan ihtiyaç duyduğu şeyleri nerede bulacağını bilir, yolunu kaybetmez, hedefine ulaşır. Hem de kimseden bir şey istemeden Allah vergisi olarak bulur.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

27 Ekim 2021 Çarşamba

63- El-Hayy, 64- El-Kayyûm ism-i şerifleri:


İnsanın bütün endişe ve kaygılarının arkasında güven gereksinimi vardır. Dûnyevi - uhrevî bütün çabalarımız kendimize iki dünyada da sağlam dayanaklar bulabilmek içindir. Her devrin her düzeydeki insanı bu gaye ile çeşit çeşit inançlara sarılmış, çeşit çeşit tanrılar türetmiştir.

Bütün kaygı ve beklentilerimizi karşılayabilecek ve bize kusursuz bir güven vaat edebilecek varlığın, hayatın başlangıcını da, sürdürülmesini de her aşamasında kontrol edebilen bir güçte olması gerekir. Aynı zamanda kendi varlığı başkasının ona hayat bahşetmesine de bağlı olmamalıdır. İşte O, Hayy olan Allah’tır: “Ebediyyen ölmeyecek olan hayat kaynağı Allah’a güven!..” (Furkan, 25/58.) Ragıb el-İsfanani “Hayy” ismini “hakkında ölüm geçerli olmayan varlık” olarak tanımlarken bu sonsuz diriliğe işaret eder.

Hayy ismi “her şeyin varlığı kendisine bağlı olup bütün varlıkları ayakta tutan” anlamındaki Kayyûm ismi ile bir arada olunca hayatın başlatılmasını da sürdürülmesini de elinde tutan, yüceler yücesi bir gücü anlatır. Kayyûm, kâim’in mübalâğasıdır. "Her şey üzerinde kâim" demektir. Kayyûm olan Allah kendi varlığının kıvam ve kıyamı için kimseye muhtaç olmadığı gibi her şeyin kıvamı ve kıyamı O’na bağlıdır.

“Bütün varlıkları yaratan, denetleyen ve görüp gözeten…” anlamına geldiği için bu ismin tecellisi, bütün yaratılmışların ihtiyaçlarını nitelik ve nicelikleriyle bilmeye bağlıdır. Yüce Allah bütün varlığı yaratmakla kalmamış, daha yaratmazdan evvel onların her birinin var olması için gereken şartları hazırlamış ve varlıkları devam ettiği müddetçe ortaya çıkacak bütün ihtiyaçlarını karşılayacak yolları da var etmiştir. Gökleri, yeri ve içindekileri ayakta tutan O’dur. Onun için her şey Hak ile kâimdir. Öyle ki O, Kayyûm olmaya bir anlığına ara verse kâinat darmadağın olur.

Bu iki isim Rabbimizin bütün kemal sıfatlarını kapsar. O’nun eksiksiz güç ve kudretini ve kendi dışındaki her şeyden müstağni oluşunu vurgular. Bu yüzden sufiler bu iki isimle Allah’tan yardım dileyenin sanki O’na bütün isim ve sıfatlarıyla dua etmiş gibi olacağını söylemişlerdir. Bunu Efendimizin dualarında da görmek mümkündür.

Kur’an’da el-Hayyu’l-Kayyûm
Öncelikle Kur’an ayetlerinin zirvesi sayılan ve Rabbimizin biz kullarına kendisini özet olarak tanıttığı Ayete’l-kürsi’nin bu iki isimle başladığını hatırlayalım: “O’dur Allah. O’ndan başka ilah yoktur. Hayat kaynağı O’dur; koruyup gözeten de O’dur…” (Bakara, 2/255.)

Kur’an’da “yaşatmak, diriltmek” anlamındaki ihya mastarından türeyen fiil ve isimler elliye yakın ayette Allah’a nispet edilir. Bunların tamamında ana fikir yaşatanın da öldürenin de mutlak şekilde Allah olduğu, her şeye O’nun vâris bulunduğu ve herkesin önünde sonunda O’na varacağı bilgisidir. (mesela bk. Yunus, 10/56; Hicr, 15/23; Kāf, 50/43.)

Kayıtsız, şartsız, sınırsız hayat sahibi demek olan Hayy ismi üç ayette Kayyûm ile birlikte gelir. (Bakara, 2/255; Âl-i İmrân, 3/2; Tâhâ, 20/111.) Bu üç ayet de tema olarak tevhidi işler. Bu da gösterir ki sonsuz dirilik ilahlığın olmazsa olmaz bir gereğidir. Bu ayetlerden sonuncusunda kıyametin tasviri sırasında Kayyûm ismi hay ismiyle birlikte lafza-i celal yerine kullanılmıştır. (Tâhâ, 20/111.)

Müfessirlerin çoğunluğuna göre Âl-i İmran suresinde (3/18) Allah’ın birliğini vurgulayan ayetteki kaim kelimesi, “her fiil ve buyruğunda adaleti ayakta tutup hikmeti gerçekleştiren” manasıyla Allah’ı nitelemektedir. Ra‘d suresindeki ayette (13/33) yer alan ve “her canlının fiil ve davranışını sanki tepesinde duruyormuş gibi tespit edip canlının varlığını sürdüren” anlamına gelen kaim de tevhit ilkesini pekiştirmektedir. “Rabbin huzuruna çıkmak, huzurunda durmak” manasındaki makam kelimesi ise buna hazırlanmanın bilincini taşıyanlara dünya ve ahiret mutluluğunun sağlanacağını ifade eden kompozisyonlar içinde geçmektedir. (İbrahim, 14/14; Tâhâ, 20/111; Rahmân, 55/46.) Bunların dışında aynı kökten gelip sayısız ayette geçen kıyam, ikame, istikamet, kıvam, kavvâm, kavim, mukim, müstekîm, kıyamet kavramları ayakta durmak ve ayakta tutmak, yerleştirmek ve işleri dosdoğru yürütmek, düzgün ve dosdoğru olmak, dengeli ve ölçülü olmak, himaye edip gözetmek, topluluk olmak, daimi ve sürekli olmak, ölümden sonraki hesap için tekrar dirilip ayağa kalkmak anlamlarına gelir. (ms. Fatiha, 1/6; Âl-i İmran, 3/18; Nisa, 4/34, 102, 127; Maide, 5/37; Tevbe, 9/7, 108; Yunus, 10/105; Hud, 11/112; İsra, 17/35; Furkan, 25/67; Kıyame, 75/1-6.)

el-Hayyu’l-Kayyûm bir insanda tecelli ederse
İnsan başkalarının varlığını sürdürmesine ne kadar destek oluyor ve kendisi başkalarından ne kadar az şey bekliyorsa bu iki isim onda o kadar tecelli etmiş demektir. Sufilerin deyişiyle kulun bu isimlerden hazzı, Allah’tan başkasından müstağni olduğu kadardır. Güncel ifadelerle kendi kendine yetmek diyebileceğimiz bu kanaat hâli kendi imkân ve gücünün sınırları ile barışık olmayı, yani rıza mertebesini de içerir. İnsanın kendi sınırları ile barışık olması hedeflerini güçlerinin çok üstüne çıkararak kendisini yok edecek bir yola sokmaktan da korur.
Kuşeyri’ye göre Allah’ın bütün nesne ve olayları yönettiğini hakikatiyle kavrayan kimse kendini dünya işleri karşısında kaygı ve üzüntüye düşecek şekilde tek başına hissetmez. Kalbi Rabbine güven ve rıza ile dopdoludur. Bilir ki O’nun dışında hangi dalı tutarsa er geç elinde kalır. Bu nedenle O’ndan başkasının önünde iki büklüm olmaz. Bu hal, düşünce ve duyguların tam tevhide, yani tertemiz bir düzeye ulaşmış hâlidir. (Mü’min, 40/64-65.)

Sufiler, “Hayy olan bir tek Allah olduğuna göre, asıl hayat O’na kavuştuğumuz zamandır.” derler. Mademki öyledir, buradaki hayata çok sevinmek anlamsız olduğu gibi bizi O’na kavuşturacak olan ölüme aşırı üzülmek de yersizdir. Elbette bu gönül saflığına ulaşmış olanların başlarına da üzücü hadiseler gelir ve onlar da mahzun olurlar. Ama Sadrettin Konevi’nin deyişiyle bu durum onların kalplerinin saflığına zarar vermez. Çünkü cismani elemler ruhani nimetlerin karşısında silinip gider. Ona göre Allah dostlarına gelen bela ve üzüntüler sadece ehli olanın anlayabileceği bir nimet ve afiyettir.

Bu isimlerin tecelli ettiği kişi maddi ve manevi anlamda canlı ve dinamik bir hayata sahiptir. Kendisine verilmiş bulunan sağlık, vakit, makam gibi imkânları dünyevi ve uhrevi gelişimine en uygun olacak şekilde yönetmeyi becerir. Aynı zamanda muhatap olduğu herkesin maddi-manevi hayatını sürdürmesine yardım eder. İnsanların bedenlerine ve kalplerine zarar verecek kötü hallerden kurtulmaları için ellerinden tutar. Etrafına yaşama sevinci, şükür duygusu, hayatı sürdürme bilinci aşılar. Yeryüzünde hayatın sürmesine yardım edecek şekilde çevre bilincine sahip olduğu gibi, insan oluşumuzun ayırt edici unsuru olan kalplerimizi diri tutacak olan zikir ve kulluk bilincini de ayakta tutmaya ve yaymaya çalışır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

 

26 Ekim 2021 Salı

Kur’an-ı Kerim’i herkes anlar mı?


 Kur’an-ı Kerim’den herkes kendi bilgisi, ameli, anlayışı, ihsanı ve takvasına göre kendi muhatap olduğu kadarını anlar. Ama Kur’an-ı Kerim’i herkes anlar demek çok iddialı ve yanlış bir ifadedir. Çünkü bir müminde bu söylediğimiz özellikler arttıkça ondan anlaşılanlar da artar. Mesela benim anladıklarımla Razî’nin anladıkları bir olmaz. Hz. Ali’nin bir soruya verdiği cevap da buna işaret eder. Ona dediler ki, ‘Resulüllah’ın size özel olarak verdiği başka bir kitap var mıdır? Hayır, dedi. Sadece Allah’ın kitabı ve Müslümana verilen anlayış, bir de şu sahifede bulunanlar, bunun dışında bir şey yok. O sahifede neler var diye sordular. Diyetler ve esirlerin kurtarılmasına dair hadisler var dedi’ (Buhari).

Bu haberden anlaşılanlar şunlardır: Bir, Hz. Ali’ye ya da bir başkasına Kur’an-ı Kerim dışında din adına herkesi ilgilendirecek özel bilgiler verilmemiştir. Bu konuda Şia’nın iddialarının aslı yoktur. İki, derin anlayışı olan bir mümin Kur’an-ı Kerim’den daha ince mana ve işaretler çıkarabilir, o halde Kur’an-ı Kerim’in de daha derin manaları vardır. Mesela Hz. Ali ya da İbn Abbas ondan diğerlerine göre daha derin işaretler çıkarmışlardır. Üç, Hz. Ali ilgi duyduğu konulardaki hadisi şerifleri yazıp muhafaza etmiştir. Bu da gösterir ki, hadis yazılımı bizzat sahabe zamanında başlamıştır ve bunun daha pek çok örnekleri vardır. Bunun için konu hakkında çalışanlar, Mesela Fuat Sezgin ve Hamidullah hocalar Buhari gibi ilk muhaddislerin kaynaklarının pek çoğunun sahabe ya da tabiin tarafından yazılan böyle sahifeler olduğunu tespit etmişlerdir. Yani birilerinin zannettiği gibi hadisler Resulüllah’tan (sa) iki yüz sene sonra toplanmaya başlanmıştır o halde onlara güvenilmesi zordur demek meseleyi bilmeyenlerin işidir.

Kur’an-ı Kerim’in dışında sırlar ve batıni hikmetler bulunduğunu iddia etmek delilsiz zandan ibarettir. Kendisi de sufi-meşreb olan büyük müfessir Alusî der ki: ‘Bazı sufilerin Allah’ın kitabının dışında doğrudan O’ndan bilgi alabileceklerini sananlar vardır ki, böyleleri kesin bir dalalet içindedirler. Bazılarının şöyle dediklerini duyarsınız: Sizin ilminiz ölüden ölüye intikal ederken biz bilgilerimizi doğrudan Hay ve Kayyum olan Allah’tan almaktayız. Nauzü-billah’. (Alusî, Rûhu’l-meani, III, 357)

Kur’an-ı Kerim’den herkes kendi ölçülerine göre anlar. Ama o uçsuz bucaksız bir deniz gibidir, dalmayı bilenler ondan daha ne inci mercanlar çıkarırlar. Böyleleri için Kur’an-ı Kerim üç önemli kavram kullanır: ‘İstinbat edebilenler, ehli zikir ve ulü’l-elbâb’. Nabat, kuyu kazılırken ulaşılan ilk ıslaklıktır. Bu kökten olmak üzere istinbat etme, derinlerdeki manaları çıkarabilmedir. Zikir Allah’ın vahyidir ve onu bilip yaşayanlar ehli zikirdir. Ulü’l-elbâb da ön yargılardan, yanlış bilgilerden arındırılmış akıl sahipleridir. Bu da her şeyden önce ilim, tevazu ve teslimiyet ister. İşte Kur’an-ı Kerim’i anlamada böyle olanlara Allah özellikle dikkat çeker.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim herkese, her zamana ve her mekana hitap ettiğine göre herkesin onu bütünüyle anlayacağı iddiası havada kalır.

25 Ekim 2021 Pazartesi

61- El-Muhyî, 62- El-Mümît ism-i şerifleri:


Muhyî, ölü spermayı diriltip ondan canlı bir varlık çıkarandır. Öldükten sonra ruhları tekrar iade ederek çürümüş bedenleri yeniden dirilten O’dur. Kalpleri marifet nuru ile aydınlatıp dirilten, ölümünden sonra üzerine yağmur yağdırarak toprağı yeniden dirilten ve ondan bitkiler çıkaran da O’dur.

Mümît ise, yeni canlılara yol açmak üzere eceli gelen canlının hayatiyetini alan demektir. Allâh (c.c.) ölüm ile sağlıklı ve güçlü olanların gücünü yok eder. O, her şeyi yaşatan ve öldüren, her şeye kadir olandır. Kur’an’ın ifadesiyle yaratma ve öldürme, uluhiyetin tanımında en önemli unsurlardır. (Yasin, 36/33; Duhan, 44/7-8.) Allâh, Muhyî oluşuyla övündüğü gibi, Mümît oluşuyla da övünmektedir. (Enam, 6/95.) Bu, hayır ve şerrin, yarar ve zararın yalnız O’ndan geldiğini, mülkünde hiçbir ortağı bulunmadığını, yalnız kendisinin bâki ve ebedi olduğunu, kendisinin dışındaki bütün varlıkların fani olduğunu bilmemiz içindir. Bu bakımdan bu iki gücü elinde tutanın yalnızca Allah olduğunu bilmek tevhit inancı açısından büyük önem arz eder. (Mülk, 67/1-2.)

Her Müslümân, mutlak olarak yalnız Allâh’ın yaşatan ve öldüren olduğunu bilmeli ve inanmalıdır. İbrahim aleyhisselam Nemrut’a gelip: “Benim Rabb’im, dirilten ve öldürendir” (Bakara s. 258) deyince, Nemrut:

“Ben de diriltir ve öldürürüm” (Bakara s. 258) demiş, sonra da zindandan ölüme mahkûm edilmiş bir mahkûmu çağırtıp serbest bırakmış, suçu olmayan birini de tutup öldürmüş ve:

“İşte bak! Ben de diriltip öldürdüm” (Bakara s. 258) demişti.

Oysa Nemrut, bu iddiasında yanılmıştı. Çünkü O, gerçekte diriltmemiş ve öldürmemişti. Kendisinden başka kimselerin de yapabileceği, insanın iradesine bağlı öldürme ve affetme fiilini işlemişti.

Bu iki ismin bir arada zikredilmesi evrendeki hayat-ölüm döngüsüne bir işaret olduğu gibi, birini anlamadan diğerinin anlaşılamayacağını da gösterir. Rabbimizin Kur’an’da dirilişten şüphe edenleri hep yaratılışa bakmaya davet etmesi bu yüzdendir. (Rum, 30/50; Fussılet, 41/39.)

Hayat, bir nimet; ölüm, Allah’a dönüş imkânı

Kur’an’a göre hayat bir nimettir, ama kâfirler bu nimete nankörlük ederler. (Bakara, 2/28.) Oysa hayat bütün nimetlerin temel sebebidir; hayat varsa nimetler de vardır. Hatta manevi nimetler bile hayat nimetine bağlıdır. Çünkü dünya nimetleri hayat olmadıkça tadılamayacağı gibi, manevi tekâmül imkânı da hayat devam ettiği sürece vardır. Her ne kadar bazıları “beni yaratırken bana sormadı ki!” gerekçesiyle yaşamanın bir nimet olduğunu görmezden gelse de insanın en temel duygusu, varlığını koruma içgüdüsüdür. Yaratıcı’yı inkâr etmek isteyenler O’ndan gelen temel nimetleri yok sayarak O’na minnet duymaktan kurtulmayı ve böylece vicdanlarını rahatlatmak isterler.

İnsanın bu dünyadaki sorumluluklarının sona erip çabalarının karşılığını görmesi ölmesine bağlı olduğu için ölüm, inanan ve düzgün işler yapan kişi için bir nimettir. 

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in tanımına göre dünya müminin zindanıdır. Sufiler bu hadisi esas alarak dünyaya nazaran ana karnı nasıl zindan gibiyse, mümin için ahirete nazaran dünya da öyledir, demişlerdir. Bu nedenle aşk yolunu tutanlar, ölümü kişinin sevdiğine kavuştuğu ve ruhun beden hapishanesinden azat olduğu bir düğün gibi görmüşlerdir.

Diğer taraftan Casiye,24. ayette buyurulduğu üzere, " Müşrikler dediler ki: Bu dünya hayatımızdan başka bir şey yoktur.; yaşarız ve ölürüz, bizi helak eden "dehr"(zaman) den başkası değildir."  Bu bakış tarzı ölüm denilen olayın hayatta kazanılan her türlü başarıya son noktayı koyan bir felaket olarak algılanmasına, nihai olarak hiç bir şeyin anlam ve değeri bulunmadığı şeklindeki bir inancın doğmasına dolayısıyla karamsar bir hayat görüşünün oluşmasına sebep olmuştur.

Kur’an’da Muhyî ve Mumît


Kur’an’da diriltme anlamındaki ihya kavramı fiil kalıbında kırk yedi; Muhyî de isim olarak iki yerde geçer. (Rum, 30/50; Fussılet, 41/39.) Bu ayetlerde ihya, “Can vermek, öldükten sonra tekrar diriltmek, yağmur indirmek suretiyle yeryüzünü bitkilerle donatıp ihya etmek, manevi açıdan ölü durumunda bulunan kalpleri ilahî hidayet ve marifetle canlandırmak, iman edip yararlı işler görenleri dünyada ve ahirette mutlu kılmak.” gibi manalar taşır.

Kur’an’da “imate/öldürme” fiili, hayat verme anlamındaki ihya ile beraber Rabbimizi tanımlamak üzere yirmi üç ayette Allah’a nispet edilmiştir. Ayrıca, “Ruhunu kabzetmek, hayatına son vermek” manasındaki “teveffî” kavramı da aynı anlamda kullanılmıştır. Kur’an’da kavuşmak anlamına gelen “likâ” kelimesinin de ölüm yerine kullanılmış olması dinimizde ölümün aslının bir kavuşma olarak görüldüğünü gösterir. (Araf, 7/51; Kehf, 18/110; Ankebut, 29/5.)

Muhyî ve Mumît tecelli ederse

Mahlukatta canlılığın alametleri çeşitlidir. Yerin yeniden bitirmeye başlaması, bitkilerin aşağıya doğru kök salıp yukarıya doğru uzamaları, hayvanların içgüdüleri gereği avlanmaları, üremeleri, insanın rızkının peşinden koşması vs. hep canlılık alametidir. Maddi dünya böyle olduğu gibi beynin öğrenmek, ruhun yükselmek istemesi de iç dünyamızın canlılığıdır. Ne zaman ki bilginin yerini vehimler almaya; yükselmenin yerini düşük ahlak ve davranışlardan haz duyma tutmaya başlar, işte o zaman iç dünyada ölüm başlamıştır. Kalbin ölümü küfürle, dirilişi de imanladır. (Enam, 6/122.) İnsanı imana davet eden vahiy de Kur’an’da bu nedenle hayat sebebi olarak nitelenmiştir. (Enfal, 8/24.)

Sufiler insanda canlılığı avunmak ve teselli bulmak olarak tarif ederler. Onlara göre hayat bir avunmadır. Bildiğiniz üzere insanın avunma ve teselli yeteneğini kaybetmesi depresyon olarak ortaya çıkar. İnsanı dibe çeken majör depresyon bütün teselli yollarının tükenmesi demektir. İşte bunları dikkate aldığımızda avunmanın nasıl bir canlılık belirtisi olduğunu daha iyi anlarız. Manevi açıdan insanlar arasındaki derece farkı da kişinin ne ile avunduğuna bakarak anlaşılır. Dünya ehli dünya ile, ahiret ehli ise ancak Rabbin rızasını kazandıran işler ile avunur. (Hud, 11/15-16; Hicr, 15/3; Muhammed, 47/12.)

Rabbimizin Muhyî oluşunun tecellileri arasında, bilinenlere ilaveten kalplerin iman nuruyla ihya edilmesini, üzüntü ve keder yüzünden ölüm derecesine gelmiş gönüllerin neşe ve sevinçle hayata kavuşturulmasını ve iyi insanların hatırasının yaşatılması da zikredilir. Zira ihya kelimesinde bir şeyi anarak gündemde tutmak anlamı da vardır. Yine bu kökten türeyen hayâ/ar kavramı insandaki manevi hayatın bir belirtisidir. Belki de bu nedenle Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hayâsı olmayanın imanı da olmayacağını söylemiştir.

Bu isimlerin muhtevasına tam bir teslimiyetle inanmak bizi Yüce Allah’ın kapısından başka bir yerde çare aramaktan kurtardığı gibi varlığın dönüşümü ile uyum içinde olmamızı da sağlar. Gelenin gideceğini bilmek ve bunun doğallığına rıza göstermek, bizi aşırı üzüntülerden korur. Bilmeliyiz ki kalplerin de bedenler gibi yaşam ve ölüm sebepleri vardır. 

Ölüm hakkındaki yaklaşımımız iyimser ya da kötümser bir karaktere sahip olmamızı belirleyen en güçlü etkendir. Hatta felsefi anlamda iyimser ve kötümser dünya görüşlerinin oluşmasında ölümle ilgili inanç ve düşüncelerin büyük payı vardır. İslam dini ölümü Allah’tan gelen bir varlığın yine O’na dönmesi olarak kabul eder (Bakara, 2/156.), hayatın gerçek anlam ve değerinin ancak bu şekilde anlaşılabileceğini vurgular. Ölüm Allah’ın kaçınılmaz emridir. Ondan korkmak, kişiyi ona hazırlanmaya teşvik etmelidir. Aksi hâlde yapılacak bir şey bulamadan sadece korkmak insanı hasta eden bir saplantıdır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
  
(Kurtubî, el sena fi rehi esmail hüsna, c.1 s.383-385;

Râzî, Şerhü’l Esmâ’ül Hüsnâ, s. 290-291)

24 Ekim 2021 Pazar

59- El-Mübdi, 60- El-Muîd ism-i şerifleri:


Ezelde, yani zaman ve mekan mefhumları yokken, Allaha Teala vardı. Kendisiyle beraber başka bir şey yoktu. Kendi kendine herhangi bir şey yapabilecek hiçbir mevcut olmadığı gibi, bazıları tarafından bugün kendisinde bir tesir ve kudret bulunduğu sanılan tabiat da yoktu. Ortada hiçbir şeyin örneği ve vücudunun malzemesi, nizam, varlığının vasıtaları, sebepleri yokken yalnız Allah vardı. Sonra Allah Teala varlığını ve kemalini duyurmak, mahlukatını sonsuz rahmet ve lütfuna doyurmak hikmeti ile kainatı yaratmak istedi ve istediği şekil ve nizam üzerine yarattı. Her şeyin ilk örneğini meydana çıkardı ve her şeyin yaşamasını ve kendi cinsinin çoğalıp üremesini bir takım sebeplere, vasıtalara, nizamlara, kanunlara bağladı.

Arz küresi, yaratıldığından beri nice değişiklikler geçirmiştir. Orada en son insan yaratılmış olduğuna göre, dünyada hiç insan yokken Allah-u Teala onun ilk örneğini kupkuru topraktan meydana getirmiş ve sonra insan zürriyetinin devamını, erkek ve kadın nutfelerinin birleşmesine bağlamıştır. Yeryüzünde yaşayan henüz cinslerinin sayısını bilemediğimiz hayvanatın menşei de yine o topraklardır.

Yüce Allah, herhangi bir ilk malzeme ve örnek model olmadan, yaratmayı en baştan başlatan ve mahlukatı âleme salan, günü gelince de çekip huzurunda toplayandır. İşte Mübdi’ ismi yaratmayı başlatan anlamına gelirken Muîd de ölümü tadan her canlıyı vakti saati gelince dirilterek huzurunda toplayan, “yaratmayı tekrarlayan; tekrar yaratan” manasını taşır. 

Var olan her şeyin varlık âlemine çıkarken izlediği yolu geriye doğru takip ettiğimizde en temelde yokluktan varlığa çıkaran ilk sebep olarak Mübdi’ olan Allah vardır. Her şeyin ilk sebebi odur. Aslında bu isimler bir arada düşünüldüğünde şu da ortaya çıkar ki; her son yeni bir başlangıçtır.

Mastar halleri ile ibdâ’ ve iade, yani eşyayı yoktan var etme ve her şeyi geriye, başladığı yere döndürme ancak bütün âlemlerin sahibi olan eşsiz yaratıcının yapabileceği bir şeydir. Bu isimler bize der ki; Allah’tan geldin, O’na döneceksin. Bu dünyadaki varlığın ancak bir göz açıp kapama kadardır. Bu süre içinde sahip olduğunu sandığın her şey de geçicidir. İslam inanç sisteminde “başlangıç ve son” yani “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” konusunun işlendiği bölümlerin başlığı da bu isimlerin bir başka formu olan “mebde’ ve meâd” kelimeleri ile ifade edilir. Yani bu iki isim bize insanlığın en temel zihinsel sorunlarından biri olan “hayatın amacı” konusunu Yunus, 4.ayette açıklar: “Hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Allah, bunu bir gerçek olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra, iman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için onu (yaratmayı) tekrar eder. Kâfirlere gelince, inkâr etmekte olduklarından dolayı, onlar için kaynar sudan bir içki ve elem dolu bir azap vardır.” 

Muîd ismindeki “tekrar” anlamını dikkate alan sufiler yaratılışın sürekli tekrar edilişine dikkatimizi çeker. Ama bu tekrar aynı varlık için değildir. Çünkü bir kere var edilen, zaten artık vardır ve Yüce Allah’ın yaratma gücü sınırlı değildir. Bizim dirilme dediğimiz o varlığın âleme dağılmış olan parçalarının bir araya getirilmesinden ibarettir. İnsan bu dünyadan berzaha, berzahtan mahşere, mahşerden de cennet veya cehenneme giden bir yolcudur. Onlara göre Muîd ismindeki dönüş anlamı, Allah Teala’nın bir yaratmadan diğerine sürekli bir yaratma halinde olduğunu ifade eder. 

 Mâtürîdî’nin kanaatine göre ayetlerde yer alan bed’ ile iade kavramları hem tabiatı yönetmesi sırasında Cenab-ı Hakk’ın yaratmayı sürekli tekrar etmesi, hem de kıyametin kopacağı zamanda insanları tekrar canlandırması anlamına gelir. Tabiatta her şey sürekli bir değişim içindedir ve ilâhî sıfatların tecellileri sonucu daimi bir yaratma ve yok etme mekanizması çalışır. Böylece Muîd ismi bize, hücrelerimiz her an yeniden yaratılmasa kısa süre içinde yok olup gideceğimiz gerçeğini de hatırlatır. Hatta her uykudan uyandığımızda hayata kaldığımız yerden devam edebilmemizi dahi Muîd ismine borçlu olduğumuzu bildirir.

Kur’an-ı Kerim’de mübdi’ ve muîd kelimeleri geçmemektedir. Allah’a nispet edilişlerinde aynı manaya gelen bed’ ve ibdâ’ mastarlarından türemiş fiil kalıpları on bir ayette zat-ı ilahiyyeye izafe edilmiştir. Bunların dokuzunda ilk yaratmayı anlatan bed’ veya ibdâ’ kavramıyla birlikte iade kavramı da yer almıştır. Bu ayetler genellikle Allah’ın varlığını, birliğini, evreni yaratıp yönettiğini dile getirir, insana verilen nimetleri hatırlatıp onun tabiat içindeki üstün konumuna ve sorumluluğuna dikkat çeker. Hepsinden önemlisi de dirilişten şüphe içinde olanlara Rûm, 27.ayetle
 “Yaratmayı ilkin başlatan, sonra onu tekrar eden yalnızca O’dur. Bu O’nun için pek kolaydır.” 

Ayrıca Yâsîn, 77-79.ayetlerle "İnsan, bizim kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?’ De ki: Onları ilk defa var eden diriltecektir. O her yaratılmışı hakkıyla bilendir." buyurarak yaratılışı ilk başlatanın neden onu tekrar edemeyeceğini sorar Rabbimiz.

Bu iki isim insanda tecelli edip insan da onlarla ahlaklandığı zaman neler olur? Öncelikle Mübdi’ ismine bakalım: Bu ismin kökünde var olan “başlama” anlamı bir insanda tecelli ettiğinde o kişide yeni bir işe atılma, o güne kadar gidilmemiş bir yolu deneme, her zaman yeniden başlayabilme cesaret ve güveni olur. Psikoloji ilmi bize bu güveni kaybetmiş ve giriştiği bir işin sonunda üzülmekten/yorulmaktan korktuğu için yeni bir insanla tanışmaya dahi kendini kapatmış insanlardan bahseder. İşte Mübdi’ ismi bizi bu yorgunluk ve karamsarlıktan kurtaran bir isimdir. Biz Allah’a güvenir, adımımızı atarız; elbette sonucu O yaratır.

Muîd isminin kökünde var olan “iade ve tekrar” anlamı bir insanda tecelli ettiğinde ise kişi bir işi bitirdiğinde diğerine girişen bir çalışkanlık ve süreklilik gösterir. İstikrar dediğimiz devamlılık ancak sürekli tekrarla mümkündür ki bir insan karakterinde güvenilirliği sağlayan en temel özelliktir. İstikrarlı karakter, nerede, nasıl davranacağı önceden belli olan kişi demektir. Bu da ilişkilerdeki güvenin temelidir. Aynı zamanda bu isim ahirette huzura toplanıp, dünyanın neticesini ödül veya ceza olarak görmeyi ifade ettiğinden insan bu isimle ahlaklandığında çevresindekilere sadece kötü işlerin sonucunda sitem ve ceza yağdıran kişi değil, en küçük güzelliği dahi takdir eden bir kişiliğe ulaşır. 

Kuşeyrî rahmetullahi aleyh, ayrıca Cenab-ı Hakk’ın kullarına yönelik lütuf ve ihsanlarını tekrar tekrar yaratmasını da bu iki ismin muhtevası içinde mütalaa etmiştir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

23 Ekim 2021 Cumartesi

58- El-Muhsî ism-i şerifi:


Sözlükte “saymak, miktarını bilmek; ezberleyip kavramak” anlamındaki ihsâ masdarından sıfat olan muhsî kelimesi “sayıp ayrıntılarıyla tesbit eden” demektir. 

 Meşhur esma hadisinde de geçer "ihsa" kavramı biliyorsunuz. Şu halde ihsâ gerçekleşmesi için bu doksan dokuz ismi hem ezberlemek, hem saymak, hem ma'nâlarını bütün ayrıntıları ile bilmek gerektir. Yoksa bir papağan gi­bi sâdece ezber etmek veya saymak kâfi değildir. Öyleyse bu kelime “İslâm’ın ulûhiyyet inancını naslara başvurmak suretiyle tesbit edip anlamak, benimsemek ve bu inanca uygun bir ruhî yetkinlik kaydetmek” anlamını içermektedir.

Allah’a nispet edildiğinde “gizli-aşikâr her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilen, gerektiğinde de bir bir sayıp ortaya döken” manasına gelir. Daha çok sayısal detaylara hâkimiyeti ifade eder. Evrendeki matematiksel düzen bu ismin bir tecellisidir. Rabb’imizin ilminin her şeyi bütün detaylarıyla kuşattığını ifade eder. O’nun gözünden kaçan, duyamadığı, vâkıf olamadığı en ufak bir söz, bir yüz ifadesi, bir sır, bir niyet yoktur. O her ayrıntıyı bilir, kaydeder ve uygun gördüğü zamanda karşılığını vermek üzere beklemektedir.

Sonsuz sayıdaki varlığın her hâlini kuşatan bilgi ancak sonsuzluk kendisine mahsus olan Rabb’imiz için söz konusudur. Çünkü onların her birini ince ince planlayıp yaratan O’dur. (bkz: Halık, Bâri’ ve Musavvir isimleri) Hakk’ın yaratmasına bir sınır konamayacağından (Rahman, 55/29.) O’nun Muhsî isminin kapsamına da bir sınır konamaz.

Muhsî ismi de "Alîm”, “Habîr” ve “Şehîd” gibi diğer isimlerde olduğu üzere Allah yolunda olup çeşitli haksızlıklara maruz kalanlara bir müjde; gizli kapılar ardında O’na ve O’nun yolunda olanlara tuzaklar hazırlayanlara bir tehdittir. İmam Maturidi de Mücadele suresi 6. ayeti bu doğrultuda yorumlayarak ayetin kimilerini müjdelediğini, kimilerini de tehdit ettiğini söyler: "Allah’ın onları hep birden diriltip yaptıklarını kendilerine haber vereceği günü hatırla. Allah onları sayıp zaptetmiş, onlarsa bunları unutmuşlardır. Allah, her şeye şahittir." İnsanlar kendi yaptıklarını dahi unuturken Allah onları bütün sonuçları ile birlikte kaydetmiş, vakti saati geldiğinde de önlerine dökmüştür.

Allah’ın ilmi her şeyi kuşatır. Her şeyin miktarını bilip eksiksiz, tastamam sayabilen ancak Allah Teala’dır. (Meryem, 19/94.) Yüce Allah’ın her şeyi olduğu gibi görüp bilmesi, bütün mevcudatı cinslerini, sınıflarını, fertlerini, zerrelerini birer birer saymış gibi gayet açık görüp bilmesi demektir. Oysa insanlar miktarı fazla olan, peş peşe olup biten ve sürekli biçimde konumları değişen nesne ve olayların detaylarını kavrayıp tam bir sonuç çıkarmaktan acizdirler. İlla ki bir detayı gözden kaçırırlar. Çünkü her şey hareket hâlindedir ve evrende sürekli bir değişim söz konusudur. İnsan bilgisinin sürekli yenilenmeye ve gelişmeye muhtaç olması da bu yüzdendir. İşte ihsa, bu acizliğin Rabbimiz için söz konusu olmadığını, O’nun bilgisinin her detayı kuşattığını ifade eder Nebe, 29.ayette: “Biz her şeyi bir kitapta yazıp saydık.”  Bu ayet-i kerimede “ihsa”nın yazılmak suretiyle kayıt altına alınarak yapıldığının söylenmesi ayrıca manidardır. Çünkü yazı, bilginin muhafazası konusunda son noktadır.

Muhsî tecelli ederse
Muhsî isminde bizi Rabb’imizin kudretinin büyüklüğü konusunda hayret içinde bırakan husus şudur: varlık âlemi her an yeni bir oluş hâlindedir ve her bir üyesi sayılıp bilinir. Ayrıca Yüce Allah Muhsî ismi ile bu varlıkların her birine kendi iç evrenindeki bütün detaylarla birlikte vâkıftır. Bizi bu kadar yakından ve bu kadar detaylı hiç kimse bilemez. Hatta kendimiz bile kendi hakkımızdaki bütün detaylara vakıf olamayız. İşte bir müminin kalbine huzur veren teslimiyet, Rabb’imizin üzerimizdeki bu vukufiyetinden doğar. Çünkü O muhsîdir; bizim olmuş, olacak bütün hâllerimize vakıftır ve O madem her şeye vakıftır -diğer bütün esmasından bildiğimiz üzere- ne dilemiş ya da dilememişse bizim için hayırdır.

Abdülkerim el-Kuşeyri, Muhsî isminin insan üzerindeki etkisini şöyle anlatmıştır: Kişi, nefeslerinin Allah tarafından sayıldığını ve duyularının kontrol altında tutulduğunu bilirse Cenab-ı Hakk’ın kendisine yakınlığını ve her hâlinin O’nun gözetimi altında olduğunu kuvvetle hisseder. Yaşanan her anın bilincinde ve farkında olmak kişiyi şükran duygularıyla doldurur. Hayatındaki her bir detayın nasıl nimetler içerdiğini daha net olarak anlar. Neticede şükrün nimeti artırması kuralına göre (İbrahim, 14/7.) kişinin hayatında şükre vesile olacak nimetler de artmış olur. Bu kapıyı açan bilinç hâli Muhsî isminin bir tecellisidir.

Nebe suresi 29. ayette Rabb’imizin her şeyi bir bir sayıp yazılı olarak kaydettiğini söylemiştik. Vakti saati geldiğinde o kayıtlar açılır, kişinin önüne getirilir. O zaman kişi şöyle der: “Vay hâlimize! Bu nasıl kitap? Büyük küçük demeden her şeyi sayıp dökmüş!” (Kehf, 18/49.) işte Muhsî ismi bizi o gün gelmeden uyarır, her davranışımızın bir bir dikkate alındığını; hiçbir şeyin gözden kaçmadığını bildirir. 

O halde madem ki bütün istediklerimizi Allah Teala bir bir görüyor ve biliyor, o halde yapacaklarımızı yaparken bunu düşünmek, onun hayır veya şer, eğri veya doğru, iyi veya kötü olup olmadığını hesap etmek, hiçbir an gaflete düşmemek, her nefeste, her harekette kendini gözetip uyanık bulunmak gerekir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

22 Ekim 2021 Cuma

Sebe' Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 54 âyettir. Sûre, adını 15. âyette geçen “Sebe’ ” kelimesinden almıştır.  Sûre de başlıca müşriklerin ahireti inkâr etmeleri, Davûd ve Süleyman Peygamberlerin kıssaları ve müşriklerin Hz. Muhammed’in peygamberliğihakkındaki bazı şüpheleri konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz dördüncü, iniş sırasına göre elli sekizinci sûredir. Lokman sûresinden sonra, Zümer sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 6. âyetinin Medine’de nâzil olduğuna dair bir rivayet de vardır.

Konusu

Hamdin dünyada da âhirette de yalnız Allah’a mahsus olduğu belirtilerek başlayan sûrede, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin üstünlüğü ve ilminin kuşatıcılığı fikri işlenmekte, Allah’ın mutlak kemali, ilmi, hikmeti, rahmeti, bağışlaması gibi sıfatları hatırlatıldıktan sonra kıyamet vaktinin geleceğini ve insanların tekrar hayata kavuşturulup hesaba çekileceklerini kabul etmeyenlerin tutarsızlıklarına dikkat çekilmekte, böylelerinin Hz. Peygamber’i Allah hakkında asılsız sözler uydurmakla itham etmeleri veya onun aklını yitirdiğini iddiaya kalkışmaları üzerinde durulmakta, iman edip iyi işler yapanlarla Allah’a âsi olanların âkıbetleri karşılaştırılmakta, iki iyi örnek olarak Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman hakkında bazı bilgiler verilmekte, ardından kötü bir örnek olarak da Sebe’ ahalisinin başına gelenlere değinilmekte, şeytana uyanların ve şirk batağına saplananların âhiretteki halleri tasvir edilmektedir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/34-sebe-suresi

21 Ekim 2021 Perşembe

Neml Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 93 âyettir. Sûre, adını 18. âyette yer alan “enNeml” kelimesinden almaktadır. Neml, karınca demektir. Sûre de başlıca, Süleyman peygamber ve Sebe’ melikesi, Belkıs kıssası ile Salih ve Lût peygamberler konu edilmekte, ayrıca mü’minlerin kurtuluşa ereceği, İslâm karşıtlarının kötü akıbetleri, öldükten sonra dirilmek ve kıyamet dile getirilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi yedinci, iniş sırasına göre kırk sekizinci sûredir. Şuarâ sûresinden sonra, Kasas sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Bir önceki Şuarâ ve bir sonraki Kasas sûreleriyle bir bütünlük arzeden Neml sûresinde Allah’ın birliği, peygamberlik, vahiy ve âhiret hayatı gibi İslâm’ın inanç esasları ele alınmaktadır. Şuarâ sûresinde olduğu gibi bazı geçmiş milletlerin ve bunlara gönderilmiş olan peygamberlerin kıssalarından kesitler sunulmak suretiyle insanlara öğütler verilmekte ve anlatılan olaylardan ibret almaları istenmekte, Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı ve Sebe’ kraliçesiyle (Belkıs) olan öyküsüne genişçe yer verilmektedir. Kozmik deliller gösterilerek Allah’ın sonsuz ilmi ve kudreti ispat edilmekte, kalplerde gizlenenler dahil olmak üzere evrende var olan hiçbir şeyin Allah’a gizli kalmayacağı, müşriklerin yaptıklarının ise bâtıl olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca kıyamet alâmetlerinden biri olan dâbbetü’l-arzın çıkarılacağı haber verilmekte, mahşer gününde karşılaşılacak durumlar ve olaylar tasvir edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/27-neml-suresi

20 Ekim 2021 Çarşamba

57- El-Hamîd ism-i şerifi:

Hamîd ismi hamd mastarından türemiştir. Hamd “iyi ve güzel vasıflarla övmek” demektir. Zemmin zıddıdır. Bu durumda Hamîd “bütün iyilik ve güzelliklerle övülen, sayısız lütuf ve nimetlerine şükredilen” demektir. Şükür ve methin tüm unsurlarını bir araya toplayan “hamd” mastarının taşıdığı bu geniş anlamı Türkçede tam karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır.

Hamîd, övgüye değer olduğu için övülür. İnsanların onu övüp övmemesi bu durumu değiştirmez. Rabbimizin bu ismini doğru bir şekilde anlamak imanımızı selamette tutmak için çok büyük bir yardımcıdır. Çünkü önce Allah’ın varlığından şüphe duyup sonra da inkâr edenlerin pek çoğu bunu O’nun işlerine akıl erdiremedikleri ve dünyada bu kadar kötülük varsa, gücü her şeye yeten ve sonsuz iyi olan bir tanrının olamayacağına hükmettikleri için yapıyorlar. Hamîd ismi ise bize en baştan, Rabbimizin her işinin övgüye layık olduğunu, O’ndan bir eksiklik sadır olamayacağını hatırlatarak kötülük probleminde dikkatlerimizi başka bir yöne çeker. 

Kur’an’ın bize söylediğine göre aslında başımıza gelen aksiliklerin çoğu bizim kendi davranışlarımızın sonucudur ama biz bunu görmek istemeyiz, onun yerine suçu ya kadere ya da –haşa- doğrudan Allah’a havale ederiz. (Nisa, 4/79; Şura, 42/30; Rum, 30/41.) Oysa varlık âleminde zuhura gelmiş bir şey eğer insanların kendilerine (veya birbirlerine) yaptıklarının sonucu değil de sırf Allah’ın muradı ise o şey mutlak olarak hayırdır ve Allah’a “Allah” olarak inanan herkes O’nun her işini beğenir, razı olur. Çünkü bizim şer sandığımız hayır; hayır sandığımız şer olabilir. (Bakara, 2/216.) 

İşte hamd/rıza mertebesi de bu idrakteki bir insanın Rabbinin bütün işlerine razı olması ve O’nu her durumda övmesi demektir. Varlıkta da yoklukta da… Nimette de kahırda da… Hamdin şükürden farkı da bu noktadadır. Hamd mertebesindeki kişi Yüce Allah’ı övmek için O’nun nimetlerinin gelmesini beklemez. O’nu Allah olduğu için över; kendisine lütfettiği için değil. Hamd, beklentisiz ve karşılıksız bir övgü olduğundan olsa gerek Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “elhamdülillah” sözünün övgülerin en faziletlisi olduğunu söylemiştir.

Kur’an’da Hamîd
Kur’an-ı Kerim’de hamd kavramı altmış bir yerde Allah’a nispet edilmekte olup bunların on yedisini Hamîd ismi oluşturmaktadır. Bu on yedi ayetin on tanesinde Hamîd ismi “her şeyden müstağni ve her şey kendisine muhtaç” anlamındaki Ganî ismiyle birlikte gelir. (Bakara, 2/267; Nisa, 4/131; İbrahim, 14/8; Hac, 22/64; Lokman, 31/12, 26; Fatır, 35/15; Hadid, 57/24; Mümtehine, 60/6; Tegabün, 64/6.) Bu durum Allah’ın başkalarının övmesiyle “Hamîd” olmadığını, aslında O’nun her şeyden müstağni olduğu gibi kullarının övgüsüne de ihtiyacı olmadığını gösterir. Kullarının isyan ve inkârı O’na bir zarar vermediği gibi onların takvası ve övgüsü de O’nun şanını yüceltmez.

Kur’an’da sayısız ayette, çok çeşitli sebeplerle Allah’a hamd etmek tavsiye edilir. Hatta “Elhamdülillah de!” şeklinde Rabbimize sözle hamd etmemizi emreden ayetler vardır. (Neml, 27/59; İsra, 17/111; Mü’minun, 23/28.) Buna göre hamd sadece içimizde bir hayranlık ve takdir duygusu olarak kalmamalı; övgü ve şükür ifadesi olarak lisanımıza da yansımalıdır. Muhtemeldir ki bu emir, ağzımızdan çıkanların kalbimizdekini yansıttığı gibi dilin sürekli tekrar ettiği sözlerin de düşünce ve duyguları belirlediği hakikatinden ötürüdür.

Elmalılı Hamdi Yazır rahmetullahi aleyh Fatiha tefsirinde “elhamdülillah”ı açıklarken methetmek ile hamd etmek arasındaki ince farka dikkatlerimizi çeker ve der ki: “Hamd, methedilen şeyleri ihsan eden ve bu hususta İstediğini yapmakta tamamen özgür olan Cenab-ı Hak'ka yapılır. Bu yüzden, mesela güzel bir atı methederiz ama ona hamd etmeyiz. Medih sırf yağcılık olabileceği hâlde hamd ve şükür daima bir gerçekliğe dayalıdır ve bu nedenle de ahlakidir. Ayrıca hamdde tazim ve takdir manaları daha barizdir. Çünkü hamd eden henüz bir nimete vasıl olmadığından hamdine başka hiçbir amaç karışmamıştır. Saf bir tazimdir. O ihsanlara erişenlerin mutluluğuna gerçek bir kardeşlik duygusuyla iştirak ve sanki kendine verilmiş gibi sevinme vardır. Bu bakımdan “Hamdolsun!” diyebilen kişi gerçek bir mutluluk hissi yaşamış olur. Hamd, herkesin ermek istediği, ancak pek az kimsenin erebildiği bir mertebedir.”

Hamîd tecelli ederse
Hamîd isminin ilk ve en önemli tecellisi her durumda Rabbini öven kulun rıza makamına ulaşmış olmasıdır. Bu mertebeye ulaşan kul Rabbi ona verse de vermese de razıdır. Böyle olunca da hayat olayları karşısında tam bir sekinete/gönül huzuruna ulaşmış olur. Psikolojinin “kendinle barışık olmak” dediği bu ruh hâli aslında “Rabbinden razı olma”nın küçük bir alt başlığıdır. Kur’an’da bildirildiğine göre cennet ehli ahiretin şiddetli hâllerinden kurtulup cennete kavuştuklarında “Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun!”diyeceklerdir. (Fatır, 35/34.) Dünyada hamd makamına ulaşanlar da iç dünyalarındaki bütün tasaları gidermiş, takdir edilenle barışmış, dünyalarını cennet yapmış insanlardır. Tartışmalı olmakla beraber hamdin şükürden daha üstün bir mertebe olduğu söylenir. Çünkü şükür bir nimete karşılık yapılır; hamd ise o nimet size ulaşmasa da nimetin sahibini övmektir. Hamd kerim olanı zatından dolayı övmek iken, şükür kerim olanı kereminden dolayı övmektir. Efendimizin sıkıntılı anlarında “Elhamdü lillahi alâ külli hâl” (her hâlükârda Allah’a hamd olsun) demesi bu durumu teyit eder.

Hamîd ismiyle ahlaklanmak isteyen kişi, zatında bütün övülen davranışları toplamaya gayret eder ayrıca başkalarında gördüğü meziyetleri takdir etmede de cimrilik yapmaz. Çünkü bu isim övülen anlamına geldiği kadar öven anlamına da gelmektedir. İyiliklerin artmasının en etkin yollarından biri de iyiliğin yüceltilerek öne çıkarılması ve iyilerin övülüp takdir edilmesidir.

İnsanlar içinde bu ismin en yüksek düzeyde tecelli ettiği kişi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Zaten “Muhammed” ismi de sayısız güzel niteliği nedeniyle çok çok övülen demektir. Efendimize vaat edilen “Makam-ı mahmud” övülen makam, onun sancağının adı olan “livau’l-hamd” da övgü sancağı demektir. Kısaca Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, isim ve sıfatlarıyla, ahlak ve makamıyla âdeta hamd mertebesinin insanlık âlemindeki mücessem hâli gibidir.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram