13 Mart 2020 Cuma

Had cezalarının uygulanma şartları nelerdir?


Soru Detayı

- İslam'da hırsızlık yapanın ceza olarak eli kesiliyor.
1) Mesela bir mağazaya girip bilgisayar çalan bir hırsıza verilen ceza nedir?
2) Bir bankanın milyonlarca dolar parasını çalan kişinin cezası nedir?

Cevap

İslâm ceza hukuku (ukûbat) terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslâm'ın tayin ettiği cezalar" dır. Bu cezayı gerektiren suçlar beş tanedir: zina, hırsızlık, içki içmek, kazf (namuslu kadına zina iftirası) ve yol kesme (hırâbe).

İslâm ceza hukukunda "had"ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir. Yani haddi (İslâm'ın tesbit ettiği cezayı) gerektiren suçlar amme hukukuna tecavüz anlamı taşımaktadır. Kısas kul hakkı olduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani Kur'an ve Sünnetle tayin edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezalara ta'zir cezaları denir. Hapis, teşhir, sürgün vb. (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, IV, 284 vd.).

İçki içme cezası dışındaki hadler Kur'an'la, içki içme cezası ise Sünnetle sabittir.

1. Zina cezası (hadd-i zina): Evli erkek ve kadın için recm (taşlayarak öldürme), bekâr erkek ve kadın için yüz sopa (celde) vurmaktır:

"Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanan (insan) lar iseniz Allah'ın dini (ni uygulama hususu)nda sizi, onlara karşı acıma duygusu tut (up engelle) mesin. Mü'minlerden bir grup da onlara yapılan, uygulanan cezaya şahid olsun." (Nûr. 24/2).

Recm cezası Hz. Peygamber (asm)'in uygulamasıyla sabittir:

"Cüheyne'den bir kadın zinadan gebe olduğu halde Rasûlullah (s.a.s)'e gelerek:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Haddi icap eden bir iş yaptım, bana hadd(i şer'îyi) icra et."dedi. Peygamber (s.a.s) kadının velisini çağırdı:

"Buna iyi bak, çocuğu doğurduğunda bana getir." buyurdu. (Velisi denileni) yaptı. Peygamber (s.a.s) emretti. Kadının elbisesi sıkıca bağlandı, sonra emir verdi, kadın taşlandı. Daha sonra (cenazesi) üzerine namaz kıldı. Bunun üzerine Hz. Ömer;

"Ey Allah'ın Rasûlü, onun üzerine namaz kıldınız, halbuki o zina etmişti." dedi. Rasûlullah (s.a.s):

"O öyle bir tövbe etti ki Medine halkından yetmiş kişiye taksim olunsa hepsine kâfı gelirdi. Allah için canını vermesinden daha faziletli bir şey biliyor musun?' " buyurdu (Müslim Hudûd 28; İbn Mâce, Diyet, 36' Malik, Müslim, Muvatta" Hudûd, 11).

Zina cezasının tatbik edilebilmesi için dört âdil erkek şahidin hakim huzurunda açıkça şahitlikte bulunması ve zina eden kişinin zinanın haram olduğunu bilmesi gerekir.

2. Hırsızlık cezası (hadd-i sirkat):


"Akıllı ve ergin (baliğ) bir kimsenin nisab miktarı bir malı bulunduğu yerden çalması"na hırsızlık denir. Cezası Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiştir:

"Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir." (Mâide, 5/38).

El kesme cezasının tatbik edilebilmesi için iki âdil şahidin şahitlik yapması ve hakimin de sorgulaması (muhakemesi) neticesinde suçun sabit olduğuna kanaat getirmesi gerekir. Hakim şahitlere sırasıyla:

Hırsızlığın mahiyetini, çalınan malın cinsini, kıymetini, nasıl çalındığını, hırsızlık yerini, hırsızlığın ne zaman yapıldığım, malı çalan şahsın kim olduğunu sorar.

Hırsızlığın nisabı (el kesme cezasını gerektirecek en az miktarı) Hanefi mezhebine göre on dirhemdir. Cezanın tatbik edildiği dönemdeki dirhemin değeri esas alınır (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî', VI, 67; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr; IV, 220, 230; Nesaî, Sârık, 10; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 359, 360).

El kesme cezası tatbikatına örnek olarak ve Allah hakkı olan bu cezada herhangi bir şefaatçının kabul edilemeyeceği konusunda şu hadisi zikredebiliriz:

" Mahzum kabilesine mensub bir kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü. Onlar:

Kim Rasûlullah'a (gidip de) bu kadın (a şefaat) için konuşacak' dediler. Bir kısmı da:

"Bu işe Rasûlullah'ın sevgili (sahabî)si Üsâme b. Zeyd'den başkası cesaret edemez' dediler. Üsâme (kadına şefaat için) Resûl-i Ekrem'le konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki:

"Yüce Allah'ın hadlerinden bir hadd(in yapılmaması) hususunda şefaat mı ediyorsun?" Sonra kalkıp bize bir hutbe irad etti. Daha sonra buyurdu:

"Sizden evvelkilerden (şerefli bir kimse hırsızlık yaptığında (suçluyu) bırakırlardı. (Şeref itibariyle) zayıf olan kimse çaldığında haddi tatbik ederlerdi. Allah'a and olsun ki, Muhammed'in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun elini de keserdim " (Eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 131, 136).

Hırsızlık cezasının şartları hakkında detaylı bilgi için tıklayınız: HIRSIZLIK

3. İçki İçme Cezası (hadd-i şürb): İçki içmek Mâide suresi 90. âyetle kesin olarak yasaklanmıştır. Fakat cezası Hz. Peygamber (asm)'in sünneti ve uygulamasıyla sabittir. Hz. Peygamber (asm) ve Hz. Ebû Bekir (ra), içki içene 40 sopa (celde) vurdular. Hz. Ömer (ra) zamanında içki içenler çoğalınca o, arkadaşlarıyla istişare etti. Haddin en az miktarı olan 80 değnek vurulmasını kararlaştırdılar. (bk. Dârimî, Hudûd,10; A. b. Hanbel, IV, 389).

İçki içme cezası uygulanabilmesi için içen kimsenin akıllı, ergin müslüman ve konuşabilen bir kimse olması lâzımdır. Sarhoş olarak yakalanan ve içki içtiği şahidler vasıtasıyla tesbit edilen kimseye bu ceza uygulanır.

"Rasûlullah (s.a.s)'a şarab içmiş bir adam getirdiler. Rasûl-i Ekrem: "Ona hadd vurunuz." buyurdu. Ebu Hüreyre demiştir ki: Bizden bir kısmı eliyle, (bazıları da) ayakkabısı ve elbisesiyle dövdüler. (Dayaktan sonra) çekilip gidince: 'Allah seni rüsvay etsin!' dediler. Peygamber (s.a.s): 'Böyle söylemeyiniz, ona karşı şeytana yardım etmeyiniz' buyurdu" (Buhârî, Hudûd, 4; Müslim, Hudûd, 35; Ebû Dâvud, 35, 36; Tirmizî, Hudûd,14,. 15).

4. Zina iftirası cezası (hadd-i kazf): Namuslu (muhsan) kadınlara zina iftirasında bulunmanın cezası Nûr suresinde açıklanmıştır:

"Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şahid getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir." (Nûr, 24/4).

Namuslu bir erkeğe yapılan zina iftirası da 80 değnekle cezalandırılır. Namuslu olmanın şartları şunlardır.

Hür olmak, akıllı ve ergin olmak, Müslüman olmak, iffetli olmak.

5. Yol kesme cezası: Yoldan geçenlerin önünü kesmek, kuvvet kullanarak geçişi engellemek ve yolcuları soymak. Yol kesme suç, tek kişi veya topluluk, silah veya silahsız, meskun alanda veya kırda yahut şehir içinde ya da şehir dışında işlenmiş olabilir. Bütün bu durumlarda suç işlenmiş sayılır ve şu âyette belirlenen ceza uygulanabilir:

"Allah ve Rasûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları, yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu dünyada onlar için bir zillettir. Âhirette ise, onlar için büyük bir azap vardır. Ancak kendilerini yakalamanızdan önce tövbe edenler olursa, bilin ki, Allah, Gafûr'dur, Rahîmdir, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (Mâide, 5/33, 34).

Bu âyete ve İslâm hukukçularının bundan çıkardığı hükümlere göre, yol kesenin cezası şu şekilde belirlenmiştir.

a) Soygun yapıp, adam öldürmüşse, yol kesici öldürülür ve ibret için asılır.

b) Yalnız adam öldürmüş olup, soyguna katılmamış bulunursa, asılmaksızın öldürülür.

c) Adam öldürmeksizin, yalnız soygun yapmışsa, çapraz bir şekilde eli ve ayağı kesilir.

d) Adam öldürmeden ve soygun da yapmaksızın, yalnız yolda korku ve terör meydana getirenlere "sürgün cezası" uygulanır. Mâlikîlere göre ise; yalnız soygun yapılmışsa Devlet başkanı öldürme, asma ve çapraz kesim konusunda seçimlik hakka sahiptir. Yolda öldürme soygun yapmaksızın yalnız korku ve terör olursa, Devlet başkanı, öldürme, asma, çapraz kesim ve sürgün için seçimlik hakka sahip olur. (İbn Teymiyye es-Siyâsetü'ş-Şer'iyye, Mısır 1951, s. 82, 83; İbn Kudâme, el-Muğnî,1367, y.y. VIII, 228).

İslâm'ın koyduğu bu cezaları uygulamakta titiz davranılması ve kesinlikle taviz verilmemesi gerektiği birçok hadis-i şerifle bildirilmiştir. Bu konuda acıma duygusuna kapılınmaması uyarısı da yukarıda ilgili âyet meâlinde geçmiştir.

Hadlerin uygulanması konusunda bazı hadisler:

"Allah'ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz. Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın. "

"Allah'ın yasaklarına uyan kimseyle o yasakları (hududu) ihlâl eden kimse, bir gemiye binip, kur'a çekerek bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşen topluluk gibidir. Aşağı katta olanlar su almak istedikleri zaman yukarı katta olanlara gidip: "Sizi zarara sokmadan biz kendi katımızda bir delik açsak!.." derler. Eğer yukarıdakiler onları serbest bırakırsa hepsi helâk olur, mani olursa hepsi kurtulur." (et-Terğib ve't-Terhib, 4/25, 27).

Şer'î hadlerin tatbiki konusunda gözden uzak tutulmaması gereken bazı hususlar vardır: Her şeyden önce had cezaları bütün müessese ve kurumlarıyla işleyen İslâm devletinde ve devletin hakiminin kararlarıyla uygulanır. Toplumda suça sebeb olabilecek bütün unsurların ortadan kaldırılmış olması, insanların islâmî eğitimle yetiştirilmiş olması, fertlerin maddî manevî ihtiyaçlarını devlet tarafından eksiksiz giderilmiş olması gerekir.

Suça götüren yolların tamamen kapatılamaması, şüphelerden sanığın faydalanması, suçun sübut bulması için gerekli şartların tam teşekkül etmemesi gibi sebeplerle geçmişte had cezaları nadir olarak uygulanmıştır. Buna, yöneticilerin bu cezaları uygulamakta gösterdikleri ihmal, acz ve gevşekliği, kayıtsızlığı da eklemek gerekir.

Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)." (Ebû Dâvud, Salât,14; Tirmizî, Hudûd, 2) buyurulmuştur. İslâm ceza hukukunda bu önemli bir prensiptir. Bu prensibe göre, Hz. Ömer (ra)'in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkı olabileceği şüphesiyle, bu had uygulanmamıştır. Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir:

- Dört kişi bir şahsın zina ettiğine şehâdette bulunur; ancak bunlardan ikisi gönüllü diğer ikisi ise gönülsüz olarak şahitlik yaparlarsa Ebû Hanife'ye göre, bunların hiçbirine yani erkeğe, kadına ve şahitlere had tatbik edilmez.

- Suçluya celde (dayak cezası) uygulanırken, şahitlerden birisi şehadetinden dönse, kalan kırbaçlar vurulmaz.

- İki kişiden birisi bir şahsın "içki içtiğine", diğeri ise, o şahsın "içki içtiğini ikrar ettiğine" şehadette bulunurlarsa yine sarhoşluk haddi uygulanmaz.

- Bir kimse önce hırsızlık yaptığını ikrar eder; sonra bu ikrarından döner ve daha sonra da bu malın bir kısmını çaldığını tekrar ederse eli kesilmez (Geniş bilgi iç in bk. Cevat Akşit, İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, İst. 1987.).

(Halit ÜNAL, Şamil İslam Ansiklopedisi, III/103)


12 Mart 2020 Perşembe

İlim Yolcularının 12 Engeli


Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim görevlisi olan Doçent Doktor Soner Duman, kendi gibi ilim yolcusu olanlar için tecrübesini süzmüş ve bir liste çıkarmış. “Eski âlimlerimiz “her şeyin bir engeli vardır, ilmin ise birçok engeli vardır” diyerek ilim öğrenmenin sabır, gayret ve emek isteyen bir süreç olduğunu ve ilim tâlibini bekleyen pek çok engelin olduğunu belirtmişlerdir. Yazının devamında bazı engellerden söz edeceğim” diyerek paylaştığı listeyi bizde sizin için tekrarlayalım:

1. Merak

Merak (dert) sahibi olmayanlar ilim öğrenemezler. Merak ilmin anahtarıdır. Kişiyi bir şeyin ardına düşürecek olan meraktır. Eğer merakınız yoksa daha fazlasını istemezsiniz, elinizdeki ile yetinirsiniz. “De ki: Rabbim benim ilmimi artır.” (Taha, 114)

2. Arayış

Nasıl ki acıktığınızda oturup yemeğin size gelmesini beklemiyorsanız, karnınızı doyurmak için “acaba ne yesem” diyerek düşünüp açlığınızı giderecek şeylerin peşinde koşuyorsanız işte öyle de zihniniz, aklınız acıktığında da aklınızı doyuracak bilginin peşinden gideceksiniz.

3. Çeşitlilik


İlim öğrenmek, arının yaptığı gibi binlerce çiçeği dolaşarak hepsinden öz elde edip bunları bal yapmaya benzer. Eğer arı farklı çiçekleri dolaşmasa o özleri elde edemez ve bal yapamaz. Hazır şeker yiyen arının balı sağlıklı olmaz.

4. Öğretmen

Hz. Musa, bir peygamber olduğu halde Allah ona bir takım bilgileri doğrudan vahiy aracılığıyla vermeyip kendi katından ilim verdiği bir kuluna yönlendirdi. Hz. Musa ve yeğeni uzun ve meşakkatli bir yolculuk sonrasında Hızır’a ulaşabildiler.

5. Özgünlük


Taklid edenler ilim öğrenemezler. Taklid, herhangi bir şahsın görüşünü “delilini bilmeksizin” kabul etmek demektir. Delilleri anlama ve araştırma imkânı olmayanların başkalarını taklid etmesi caiz görülse de bu durum söz konusu şahısların ilim sahibi olmalarına engeldir.

6. Ön yargı

Ön yargılı olanlar ilim öğrenemezler. Herhangi bir kişi, grup, görüş lehine ya da aleyhine herhangi bir bilgi ya da belgeye dayanmaksızın ön yargıyla hareket edenler ilim öğrenemezler. Çünkü ön yargı taassuba götürür. Taassup sahibi ise kendisini dış dünyaya kapatır.

7. Saygı

Taklid ve taassup ayrı, hocaya ve âlime saygı ayrıdır. Kur’an’da “kendilerine ilim verilenlerin derecelerle üstün kılındığı” [Mücadele, 11] belirtildiğine göre âlimin ve kitabın kıymeti bilinmeli. Saygıda kusur edilmemeli.

8. Araştırma


Bir konuyu öğrenmek istediğimizde o konuda tek bir görüşü okumak bizi doğruya götürmez. Lehte ve aleyhteki görüşleri okumak, araştırmak gerekir. Yüce Rabbimiz, müslümanların bir özelliğini anlatırken “onlar ki sözü dinleyip en güzeline tabi olurlar” [Zümer, 18] buyurmaktadır.

9. Kibir

Kibirli olanlar ilim öğrenemez. İlim öğrenmek zahmete katlanmayı, âlime ve kitaba hürmet etmeyi gerektirdiğinden kendi benlikleri tavan yapmış olanlar, başkasından öğrenecek bir şeyi olmadığını düşünürler. Böyleleri nasipsiz kimselerdir.

10. Çaba

İlim öğrenmek çalışıp çabalamayı, uykusuz kalmayı gerektirir. Nice geceler başkaları rahat döşeğinde uyurken bir meseleye kafa yormayı, şakakların zonklamasını gerektirir. Rahata, konfora, keyfine düşkün olanlar bu sıkıntıları göze alamayacakları için ilim öğrenemezler.

11. Uygulama


İlmini amele yansıtmayanlar ilim öğrenemezler. İlim kuru kuruya malumat yığmak değildir. Nefsinden başlayarak Allah’ın sözünün, hükmünün hakim olması için çalışmaktır. Bunu yapmadıkça kuru kuruya bilgileri yığmak insanı olsa olsa “bilgisayar” yapar.

12. Dua

İlim konusunda Allah’a dua etmeyenler ilim öğrenemezler. Allah Resûlü (s.a.v.) faydasız ilimden Allah’a sığınmış, faydalı ilim talebinde bulunmuş, ilminin arttırılması için dua etmiştir. Şu halde müslüman, ilim konusunda dâima Rabbi ile irtibat halinde olmalıdır.

13. Bitirken;


Bu saydıklarımız, “ilim tâlibinin kendisinden kaynaklanan engeller” arasında en önde zikredilmesi gerekenlerdir. Rabbimiz hayırlı ilimler öğrenmeyi, öğrendiklerimizi uygulamayı ve başkalarına da öğretmeyi cümlemize nasip eylesin. Amin


11 Mart 2020 Çarşamba

KÜÇÜK NOTLARIM (42) :ameller niyetlere göredir



-Bir işin ne için yapıldığı önemli değil, kimin için yapıldığı önemlidir ve ameller niyetlere göredir.

-Allah-u Teala için yapılmayan her iş sıfır ile çarpılır ne kadar büyük olursa olsun yine sıfırdır. Allah için yapılan bir iş ise bir ile çarpılır.

-
Allah-u Teala'yı tanımayan biriyle ancak hakkı anlatmak icin birarada olunabilir; yoksa arkadaşlık yapmak ya da sevgi için olunamaz.

-Birin iyi ya da kötü biri olduğunu şöyle anlarız: İyi bir kimse olsaydı Allah ona hidayet verirdi.

7 Mart 2020 Cumartesi

Allah'a hüsnüzan etmek ne demektir?


Allah’a güvenmek, Allah’ın rahmetine, hikmetine güvenmek demektir.
Kur’an’daki surelerin başında kendini Rahman ve Rahim olarak bize takdim eden Allah’ın, bizi perişan etmek için işler yapacağını düşünmek, Allah’ı gereği gibi tanımamak anlamına gelir. Allah kullarına öyle şefkatlidir ki, bütün isyanlarına, nankörlüklerine, inkârlarına rağmen onlara bin bir türlü nimetler veriyor ve bu nimetlerini kesmiyor.
İnsanların başına gelen sıkıntıların büyük çoğunluğu, insanın kendi su-i istimalinden, kâinat çapında yürürlükte olan ilahî kanunlara riayet etmemekten kaynaklanıyor. Hastalıkların çoğunluğunun insanların yanlışlarından kaynaklandığını bugün modern tıp da itiraf ediyor.
Unutmamak gerekir ki, insanlar Allah tarafından imtihana tabi tutulmuşlar. Bu imtihanın gereği olarak lezzetler yanında elemler, acılar da vardır. Nimetlere karşı şükür, sıkıntılara karşı sabır bu imtihanda başarılı olup olmanın en önemli kriteridir.
Allah’a tevekkül ederken, hem bu dünyayı hem de öbür dünyayı göz önünde bulundurmak durumundayız. Burada bir sıkıntı varsa, karşılığında bize mutlaka sevap verir diyerek Allah’a güveneceğiz. Efendimiz (a.s.m) bu konuyu meal olarak şu ifadelerle özetlemiştir.
“Müminin bulunduğu her durumu güzeldir. Şayet bir nimet içinde olursa, ona şükreder ve sevap kazanır. Şayet bir musibetle karşılaşsa, sabreder yine sevap kazanır.” (Müsned, 1/173)
Bundan da anlaşılıyor ki, Allah’a tevekkül edip güvenmek, onun insanlara olan merhametine ve hikmetine itimat etmek demektir. Mesela, hastalıklar insanın günah kirlerini sabunlu su gibi yıkar temizler. Ebedi bir hayatı kazandıran geçici bir sıkıntı karşısında sabırlı olmak, kalbini bozmamak ne kadar kârlı bir ticaret olduğu iman şuuru olan herkesin anladığı bir husustur.
En büyük bir perişanlık hâlinde bile Allah’a karşı kalbini bozup bozmaması bir müminin önemli imtihanlarından biridir.
“Öyle insanlar vardır ki Allah’a, sırf bir hesaba binaen, imanla küfrün arasında bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur.”(Hac, 22/11)
mealindeki ayette, bu imtihanın ince detaylarından birine işaret edilmiştir.
“Babamıza güvenmek böyle değildir. Bir konuda babamıza itimat etsek, bizi elinden geliyorsa perişan etmeyeceğini biliriz.” ifadesinin bir doğrusu daha vardır ki o da şudur; Allah dilemediği sürece hiçbir baba hiçbir şey yapamaz. Onun için babaya gerçek manada güvenmek sadece bir oyalamaktan ibarettir.
“Elinden geliyorsa...” deniliyor, zaten gerçek anlamda elinden ne geliyor ki?.. Deyim yerindeyse, binlerce babanın şefkatinin toplamından daha fazla bir şefkate sahip olan ve üstelik her dilediğini yapabilecek güçte olan Allah’a güvenmeyip de şefkatinin gereğini yerine getirmekten âciz olan bir babaya -Allah’a güvenir gibi- güvenmek, hataların en büyüklerinden biridir.
İlave bilgi için tıklayınız:

6 Mart 2020 Cuma

İslâmiyet nasıl aklın kullanılmasını ister?


İslâm literatüründe, bilimde ne kadar çok terakki edilse, yani varlıklar hakkında ne kadar geniş bilgi sahibi olunsa, O’nun kâinattaki tasarrufunun, hikmet ve hâkimiyetinin bilinmesini sağlayacağı, dolayısıyla Allah’ın o kadar daha iyi tanınmış olacağı vurgulanır. Cisimlerdeki bu ölçülü, bir maksat ve gayeye göre plânlı yaratılışın
düşünülmesi de “Tefekkür” fikir ve akıl yürütme, yorumlama olarak ifade edilir. Böyle bir saatlik akıl yürütme ve düşünmeyi, İslâmiyet birsene nafile ibadetten üstün görmektedir
Kur’an; “Düşünmüyor musunuz Aklınızı kullanmıyor musunuz diyerek akla havale eder. Akıllı düşünmeye teşvik eder; Bu inceliği, ancak aklı selim sahipleri düşünüp anlar” der.
Allah’tan ilmimizin arttırılmasını istememizi öğütler:''Rabbim, ilmimi arttır'' de Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığına dikkat çekilir.
Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”Düşünesiniz diye gerçekten size âyetleri açıkladık. Bilinmeyen bir şeyin sorulup araştırılarak öğrenilmesi istenmektedir.
Eğer bilmiyorsanız, bilenlerden sorun denmektedir Hadislerde de ilme teşvik vardır: İlim talebi için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır.
Kim ilim öğrenmeyi talep ederse, bu onun geçmişteki günahlarına kefaret olur. Hikmetli söz mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa, hemen almaya ehaktır.
İlmin azalması, cehaletin artması dünyanın sonu olarak belirtilmiştir. İslâmiyet’te âlimin mürekkebi, şehidin kanından üstün tutulmuştur.
 Böyle bir din, ilme karşı olabilir mi? Zaten bütün ilimler, Allah’ınkâinat kitabının tefsiri ve açıklaması değil midir? Kur’an da O’nun kitabı, kâinat da. Kur’an’a ters düşen, ilim değil, ancak bir takım teori ve hipotezler veya ideolojik yaklaşımlar olabilir.

5 Mart 2020 Perşembe

Kıyamet kopmadan meydana gelecek altı şey nedir?


Avf b. Malik anlatıyor: Tebük Savaşı esnasında Resulullah aleyhissalatü vesselamın yanına gittim. Deriden yapılmış bir çadırdaydı. Bana şunları söyledi:
“Kıyametten önce şu altı şeyi say:
- Benim vefatım.
- Beytü’l-Makdisin (Kudüs’ün) fethi.
- Sonra Koyunların sere serpe ölmelerine sebep olan hastalık gibi taun hastalığı başınıza musallat olur.
- Sonra mallarınız çoğalır öyle ki kişiye yüz dinar/altın verildiği zaman (bunu az bularak) küsmeye başlar.
- Sonra Arapların hiçbir evini bırakmayacak şekilde bir fitne ortaya çıkar.
- Sonra Benu Asfer/Rumlarla aranızda bir barış süreci ortaya çıkar. Ancak onlar bu süreci istismar ederek barışı bozup –her bir sancağı altında on iki bin kişinin bulunduğu 80 sancak halinde- size saldırırlar.
 (Buhari, Cizye 15)
Bu gibi hadislerin manası müteşabihtir. Zaman içerisinde meydana gelen değişik olaylara bakabilir.
Dolayısıyla bu gibi rivayetler birçok manaya gelebilir, birçok zamana işaret edebilir, birçok olaya delalet edebilir.
Mesela Beytu’l-Makdis’in fethi hem Hz. Ömer döneminde, hem Selahaddin-i Eyyübi döneminde tahakkuk etmiştir. Bundan sonra da tahakkuk edecektir, inşallah.
Bununla beraber bu konuda verilen bilgileri şöyle özetlemek mümkündür:
Hz. Peygamber (asm)’in hadiste sözünü ettiği bu altı olay, kıyamet alameti olarak değerlendirilmiştir.
Bu olaylardan Kudüs’ün fethi, hicretin on altıncı yılında Hz. Ömer döneminde gerçekleşmiştir.
Kudüs’ün fethinden sonra yine Hz. Ömer döneminde yaşanan ve 25.000 kişinin ölümüne neden olan salgın hastalığın, bu altı olay içerisinde sayılan hastalık olduğu kabul edilmektedir.
Hz. Ömer döneminde gerçekleştirilen önemli fetihlerle Müslümanların zenginleştiği ve dolayısıyla hadiste zikredilen malın çoğalması olayının da gerçekleştiği belirtilmektedir.
Hz. Osman’ın katledilmesi ile fitne olaylarının başladığı ve bu andan itibaren devam ettiği bilinmektedir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 7/471; Aynî, Umdetü’l-Kari, 15/137)
Rumlarla da daha Hz. Ebu Bekir döneminde savaşılmıştır. Müslümanları dünya sahnesinden silmek amacıyla başlatılan ve tarihte kara bir sayfa olarak yerini alan Haçlı Seferleri de Rumlarla savaşın önde gelen örneklerindendir.
İlave bilgi için tıklayınız:

4 Mart 2020 Çarşamba

Komşum çok gürültü yapıyor, ne yapabilirim?


“Ev alma komşu al!” diye bir darb-ı meselimiz vardır ve çok da doğrudur.

Bir Müslüman bir ev alırken veya bir eve taşınırken evvela Müslümanların bulunduğu bir muhiti ve gene Müslümanların bulunduğu bir apartmanı veya siteyi tercih etmelidir.

Her şeyden önce Müslümanlar zamanlarını namaz vakitlerine göre 5’e bölmüşlerdir ve hayatlarını da buna göre yaşarlar. Bunun tatili, hafta sonusu, bayramı yoktur; her gün böyle olmalıdır.

Örneğin sabah namazına kalkmak mecburiyetinde olan bir Müslüman istese de geç yatamaz, geç yatsa dahi o kıymetli vakti zikir yapmak, Kuran okumak, tefekkür etmek veya nafile namaz kılmakla geçirecektir.

Bir Müslüman komşusunu rahatsız etmekten kaçınır, çünkü bunun kul hakkı olduğunu bilir. Gaflet anında bir gürültü yapsa, farkına varır varmaz özür diler ve halini düzeltir.

İkamet ettiğiniz yerde durumun farklı olduğunu tahmin ediyoruz. Madem bir şekilde oradasınız bu da sizin üzerinize bir imtihandır.

Öncelikle komşularınızı normal bir zamanda evinize mesela bir çay içmeye davet etmenizi tavsiye ederiz.

Amacınız bir şekliyle gürültüden rahatsız olduğunuzu uygun bir lisanda ifade etmek olmakla beraber, bunu fırsat bilip onlara İslam’ı tebliğ etmeniz, güzelliklerinden bahsetmeniz, kul haklarını hatırlatmanız ve onları hak olana davet etmeniz için bu bir fırsattır ve her Müslüman gibi sizin de vazifenizdir.

Akabinde de “Belki farkında değilsinizdir ama binamızın duvarları çok ses geçiriyor….” tarzında yumuşak bir girişle, kabahati karşıdakinin nefsine değil de binaya yükleyerek şikayetinizi münasip bir lisanla anlatmanız ve yardımcı olmalarını istemeniz gerekir.

Gürültüler devam ederse bir iki hatırlatma daha yaparsınız.

Fayda vermezse;

Evvela asla sinirlenip, ters ve bir Müslümana asla yakışmayacak bir davranışta bulunmamalısınız, şeytanın istediği de bu zaten; papaza kızıp oruç bozmanızı ister.

Sonra site veya apartman yönetiminden yardım isteyebilirsiniz.

Bu arada her aşamada da mutlaka sabır ve tevekkül ile Allah’tan da yardım istemeyi sakın unutmayın.

Bütün bu çabalar sonuç vermezse elbette hukuki bazı adımlar atabilirsiniz ancak kanaatimizce bu işi yaptığınız takdirde ilişkiler kopacak ve hukuk davasını kazansanız dahi orası sizin için yaşanması zor olan bir yer haline gelecektir.

En sonunda işler istediğiniz gibi gitmezse bu durumda iki yol görünüyor:

1. Müslümana yakışacak şekilde, numune ve rol model olarak ve bunun bir imtihan ve ibadet olduğunu bilip sabrederek orada oturmaya devam edebilirsiniz.

2. Aile huzurunuz için bu yaşadıklarınızın bir imtihan vesilesi olduğunu unutmadan, Allah’ın razı olacağı, Müslümanca yaşayan kişilerin olduğu yerlere taşınmayı düşünüp değerlendirebilirsiniz.

Müslümanca huzur içinde yaşamak için taşınmak da Allah yolunda bir hicrettir. Kuran-ı Kerim’de ise bu şekilde hicret edenlere çok güzel dünyevi ve uhrevi mükafatlar vaad edilmiştir.

3 Mart 2020 Salı

"Deccal" ve "Süfyan"


Âhir zamanla alakalı rivayetlerde geçen önemli şahıslar: Deccal, Mehdî ve Hz. İsa... Birincisi din, îman, ahlâk, fazilet ve insanlık namına ne varsa tahrip eden, istibdat, zulüm ve terör estiren, diğerleri de ona karşı çetin bir mücadele veren üç insan... İşte Deccalın icraatını ortaya döktüğü böyle korkunç bir dönemde Mehdî ve İsa (a.s.) iştiyakla beklenmeye başlar. Bu mânevî kurtarıcılar inançsızlığa büyük darbeler indirerek inananlar için en büyük dayanak; güç, moral ve ümit kaynağı olurlar.
Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) hem Büyük Deccal, hem de İslâm Deccalı Süfyan'dan bahsetmiştir. Halbuki bunların özellikleri, sıfatları ayrı ayrıdır. Rivayetlerde bir sınırlama olmadığı, mutlak bırakıldığı için birkısım râvî ve âlimler birini diğerine karıştırmış, birini öteki zannetmişlerdir. Bu bakımdan müteşabih hadis hükmüne geçmektedir.
Deccal
Rivayetlerde Deccalın çıkışı, kâinatın en korkunç hadiselerinden birisi olarak gösterilmiştir. Bundan dolayıdır ki Peygamberimiz (a.s.m.), ümmetine özellikle onu haber vermiş, fitnesinden sakınmış ve ümmetini de sakındırmıştır.
"Hz. Âdem'in yaratılışından itibaren kıyamete kadar geçen süre içerisinde Deccaldan daha büyük bir hadise (diğer bir rivayette daha büyük bir fitne) yoktur."(1)
buyurmakla da, onun tahribatının dehşet ve büyüklüğünü nazara vermiştir. Başka bir hadis-i şeriflerinde ise onun şerrinin şeytandan daha etkili olduğunu bildirirler.(2) Sadece Resûl-i Ekremin (a.s.m.) değil, istisnasız bütün peygamberlerin ümmetlerini ondan sakındırması,(3) Firavunların, Nemrudların fitnesinin onun fitnesi yanında küçük kalacağına dikkatleri çekmek içindir.
Deccalın şerri öylesine büyüktür ki, Peygamberimiz (asm)'in bildirdiğine göre o çıktığında, korkudan, onun şerrinden kurtulmak için insanlar dağlara kaçma zorunda kalacaklardır.(4)
Şer ve fitnesinin büyüklüğü, dehşeti sebebiyledir ki, Allah Resûlü çoğu zaman olduğu gibi, ana hatlarıyla İslâm'ın bir özetini verdiği Veda Haccında okuduğu Veda Hutbesinde de Deccaldan bahsetmeyi gerekli görmüş, diğer peygamberler gibi, o da ümmetini uyarmıştır.(5)
Deccal, Arapça bir kelimedir, "decl" kökünden gelir. Sözlüklerde verilen mânâya göre Deccal, "yalancı, hîlekâr; zihinleri, gönülleri, iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı karıştıran, bir şeyi yaldızlayıp gerçek yüzünü gizleyen, bucak bucak her yeri dolaşan müfsid ve mel'ûn bir kişidir."
Bir hadis-i şerifte, özellikle onun, “yalancı, dalâlete sürükleyici"(6) özelliğine dikkat çekilmiştir.
Deccal, aldatıcı ve inkârcı, dehşetli fitne dolaplarını döndüren bir kimsedir. Fitnesinin en dehşetli tarafı, dinsizliğe dayalı bir sistem kurup insanları îmansız yaparak hem dünya, hem de ebedî hayatlarını mahvetmeye çalışmasıdır. O, ateizme, ahlâksızlığa, yalana dayanan saltanatını tek başına değil, kendisine gönül veren komitesiyle, temsil ettiği kâfirane ve münafıkâne sistemiyle birlikte yürütür.
Deccala, “Mesih” kelimesi eklenerek Mesih-i Deccal da denilir. Onun bu ünvanla anılmasının sebebi, gözlerinden birinin silik olmasıdır. Sözlüklerde Mesihe değişik bir çok mânâlar verilmiştir. Deccala sıfat olabilecek tarzdaki bu mânâlardan bir kısmı şöyledir: Yüzünün bir tarafında kaşı ve gözü olmayan, yaratılıştan bozuk, kötü, uğursuz, yalancı, çok öldüren.
Bir hadis-i şerifte ondan, “Mesihü'd-Dalâle," “Sapıklık Mesihi” diye söz edilir.(7)
Süfyan
Bir hadis-i şerifte,
Âhir zamanda bir adam çıkacak ve ona Süfyan denilecek”(8)
buyurulmaktadır. Mahiyeti ise:
"Sahih hadislerde bildirildiğine göre âhir zamanda gelecek ve ümmete karanlık günler yaşatacak, şeâir-i İslâmiyeyi tahribe çalışacak dehşetli ve münafık bir şahıstır."(9)
Çoğu kere onun harikalıklarından bahsedilir. Bu arada komutanlığına da dikkat çekilir.(10)
Büyük Deccal, dinsizliği program edinip daha çok Hristiyanlığa savaş açarken, İslâm Deccalı Süfyan, Allah katında yegâne hak din olan İslâma hem de açıkça savaş açmaktadır. Onun için de daha dehşetli görülmüştür. Elbette, yürürlükten kalkmış ve tahrif edilmiş bir dini terk etmek hak, ebedî ve hükmü devam eden bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmayacaktır.(11)
Deccal hakkında tevatür var
İlim adamlarının çoğu Deccal hakkında tevatür bulunduğunu, inkârının mümkün olmadığını söylerler.(12) Hatta bu konuda Allame Şevkanî, "Beklenen Mehdî, Deccal ve Mesih Hakkında Gelen Rivayetlerin Tevatür Derecesine Ulaştığının Açıklanması" adında bir kitap bile yazmıştır. Şevkanî, bu eserinde Mehdî ve İsa Aleyhisselâmın inişi hakkındaki hadislerin olduğu gibi Deccal hakkında rivayet edilen hadislerin de tevatüre ulaştığını anlatır.(13)
İbni Mende, Deccalın çıkışına inanmanın vacip olduğunu söyler.(14) Onun geleceğini inkâr etmek ise en azından dalâlettir.
Süfyanla ilgili hadis var mıdır?
Şüphesiz. Hem de pek çok vardır. Yoktur demek ya cehaletten, ya da kasıttan kaynaklanır. Bediüzzaman, mahkemede savcının, "Süfyan'la ilgili hadis yoktur" şeklindeki iddiâsını cevaplandırırken bu gerçeğe dikkat çekmişti:
"'Süfyan'a dâir hiçbir hadis yoktur; varsa mevzûdur' diyen müddeî, hiç hadis kitaplarını okumadığı, belki Kur'ân'ın sûrelerinin ne kadar olduğunu bilmediği halde, biri bir milyon, diğeri beş yüz bin hadisi hıfzına alan İmam-ı Ahmed İbni Hanbel ve İmam-ı Buharî gibi müçtehidlerin, böyle küllî ve umûmî bir tarzda cesaret edemedikleri halde, o müddeî, küllî bir sûrette ve umûmî bir tarzda 'Süfyan hakkında hiçbir hadis yoktur, varsa mevzûdur' demesiyle, haddinden binler defa tecavüz edip, büyük bir hatayı irtikâb etmiş. Farz-ı muhal olarak, hadis de olmasa, ümmet-i İslâmiyede bir hakikat-i içtimâiye ve müteaddit defalar eseri görülmüş, vâkî ve hak bir hâdise-i istikbaliyedir."(15)
Deccalların sayısı çoktur. Her asrın deccalları vardır. Bir hadis-i şeriften bunların sayısının otuzu bulacağını öğreniyoruz.(16)
Bunlar arasında âhir zaman deccallarının apayrı yeri vardır. Çünkü daha dehşetlidirler. Bunlar da iki tanedir. Biri, büyük Deccal'dır, dünya çapında çıkar; diğeri de İslâm Deccalıdır. Buna —ki Hz. Ali(17) ve bir kısım ehl-i tahkik Süfyan demişlerdir(18) ve Hz. Ali hep bu Deccalden bahsetmiştir.(19) Süfyan Müslümanlar içinde çıkacak ve aldatmakla iş görecektir.
Deccalla ilgili Buharî ve Müslim dahil birçok hadis kitabında çokça sahih hadis bulunmaktadır. Doğrusu Deccalın vasıfları ve icraatı hariç geleceğiyle ilgili hiçbir tartışma bulunmamaktadır.
Öyleyse Deccalın geleceği ne kadar kesinse Mehdî'nin gelişi de o ölçüde kaçınılmazdır. Çünkü zehir panzehirsiz düşünülemez. Nemrudu Hz. İbrahim'siz, Firavunu Hz. Musa'sız düşünemeyeceğimiz gibi, Deccalı da Mehdîsiz düşünemeyiz. Deccal varsa Mehdî de vardır.
Hiç akıl kabul eder mi ki, Deccal meydanı boş bulup alabildiğine at oynatsın, maddî ve mânevî istediği her türlü tahribatı yapsın, bâtılları yerleştirmeye çalışsın da onun karşısında duracak, onunla mücadele edecek, tahribatını engelleyip hakkın yerleşmesini sağlayacak kimseler bulunmasın. Bunu akılla, mantıkla, ilimle, dinle bağdaştırmak mümkün değil, âdetullaha da ters düşer. Bediüzzaman'ın dediği gibi,
"Cenab-ı Hak kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddit veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevî Mehdî hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesadı izâle edip, milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor; âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem Mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât–ı nurânîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.”(20)
Dipnotlar:

(1) Müslim, Fiten: 126.
(2) Ramûzü’l-Ehadis, s. 518.
(3) Buharî, Fiten: 26; Müslim, Fiten: 101.
(4) Müslim, Fiten: 125; Tirmizî, Kitabü'l-Menakıb: 70.
(5) Buharî, Kitabü'l-Meğazî: 64.
(6) Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I-VI (Kahire: 1313), 5:372.
(7) el-Heytemî, Mecmaü'z-Zevâid-I-VIII (Beyrut: 1403/1982), 7:348.
(8) Hakim en-Nisaburî, Ebû Abdullah Muhammed, Müstedrek, I-IV (Beyrut: Dâru’l-Marife, ts.), 4:520; Kenzü’l-Ummal, 14:272.
(9) Alâeddin el-Müttekì bin Hüsameddin bin İsmail el-Hindî, Kenzü'l-Ummal (Beyrut: 1989), 11:125; Bursalı İsmail Hakkı, Ruhu'l-Beyan fî Tefsîri’l-Kur’ân, I-X (İstanbul: 1330), 8:197.
(10) Müslim, Fiten: 125.
(11) Nursî, Sözler, s. 158.
(12) el-Münavî, Feyzü'l-Kadîr (Beyrut: 972), 3:537; Said Havva. el-Essas fi's-Sünne-İslâm Akàidi. çev. M. Ahmed Varol, Orhan Aktepe v.d. (İstanbul: Aksa Yayın-Pazarlama, 1992), 9:335.
(13) Sıddık Hasan Han, el-İzaa, s. 114; Said Havva, el-Essas fi's-Sünne, 9:335-336.
(14) Sarıtoprak, A.g.e., s. 67.
(15) Şuâlar, s. 360.
(16) Buharî, Fiten: 25; Menakıb: 25; Müslim, Fiten, 84; Ebû Davud, Fiten: 1.
(17) Gazalî, İhyâü Ulûmiddin, 1:59
(18) Berzencî, el-İşâa fî Eşrâti's-Sâa, s. 95-99; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî, s. 133-134; Şuâlar, s. 501, 504.
(19) Şuâlar, s. 501.
(20) Mektûbât, s. 425.

2 Mart 2020 Pazartesi

Sâdık rüya hangisidir?


“Gördüğümüz rüyanın sâdık olup olmadığını nasıl bileceğiz?' Kur'ân'ın açık biçimde öğrettiğine, Peygamberimizin de bildirdiğine göre, rüya üç türlüdür.

 Birisi: Allah'tan bir müjde olan meleklerin telkin ettiği sâdık rüyalar.

 İkincisi: Uyanıkken hayalde kalan şeylerin uykuya dalınca karmakarışık ve anlamsız bir şekilde görülen rüyalar.

 Üçüncüsü de, şeytanın uykuda iken insanın kalbine attığı korkular ve kâbuslardır.

 Üzerinde durulan, dikkate ve ciddiye alınan, tabire ve yoruma değer görülen rüyalar, sâdık rüyalardır. Bunun dışında kalan rüyalar, 'rüya' olarak bile kabul edilmiyor.

Sâdık rüyaların aslı ise şöyle tanımlanıyor: Ruh, insanın özünde bulunan ilâhî bir latife olduğu için, dünya ile ilgimiz kesilir kesilmez, gayb âlemiyle bir bağlantı kurar, oradan bir pencere açar, o pencereden görülen olaylara bakar. Ruh daha sonra bizim ve kâinatın kader programının da yer aldığı ve Allah'ın ilminin tecelli ettiği bir âlem olan Levh-i Mahfuzun bir cilvesi ve kader mektubunun bir numunesi türünden birtakım gerçek olayları görür. Bu gördüğü sadık rüyadır.

* * *

Sâdık rüyalar, hadisin ifadesiyle bir müjde, mü'min ruhlara bir ferah ve sevinç kaynağı, ayrıca peygamberlik nurundan kalan bir parçadır. Bu konuyu Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem anlatırken der ki: 'Ey insanlar! Peygamberliğin belirtilerinden yalnız güzel rüya kaldı.' (İbni Mâce, Tabirü'r-rü'yâ: 1) 

Ubade bin Samit, Resûlullah'a, 'Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır' (Yunus, 64) âyetindeki 'müjde'yi sorunca Resûlullah (a.s.m.) âyeti şöyle tefsir eder: 'O güzel rüyadır. Onu Müslüman kişi görür veya onun için görülür.' (İbn Mâce, Tabirü'r- rü'yâ: 1) 

'Salih bir kişi (veya salih bir kadın) tarafından görülen güzel rüya peygamberliğin kırkaltı parçasından bir parçadır.' (Tecrid-i Sarih Tercemesi, 12:272).

* * *

Efendimizin sallallahu aleyhi ve sellem peygamberlik süresi 23 sene sürmüş, vahyin ilk altı ayı sâdık rüyalar şeklinde geldiği için sâdık rüyalar peygamberliğin nurundan bir parça olarak sayılmıştır.

 En sâdık rüyanın sabaha karşı seher vaktinde görülen rüyalar olduğunu (Tirmizi, Rü'yâ: 3) bildiren Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, hadis kitaplarında bildirildiğine göre, her gün sabah namazından sonra sahabileriyle sohbet ederdi.

'Bu gece içinizden rüya gören var mı?' diye sorar, çoğu zaman da kendisi görmüş olduğu rüyaları anlatır ve tabir ederdi. Sâdık rüyalar nasıl görülmüşse görüldüğü gibi aynen çıkar. Bir kısmı ince bir perdeye bürünmüş olarak belirir, bazıları da çok kalın bir perdeye sarılır. Perdeli olanlar ise ancak doğru bir biçimde yorumlanınca anlaşılır. Peygamberimiz özellikle vahyin ilk aylarında gördüğü rüyalar olduğu gibi aynen çıkardı, bu rüyalar için hiçbir biçimde yoruma ihtiyaç duymazdı.

* * *

Sâdık rüyayı görünce kime anlatılacağı noktasında da, Yakub aleyhisselâmın, oğlu Yûsuf aleyhisselâma tembih ettiği, 'Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma yavrum, yoksa sana bir tuzak kurarlar' (Yûsuf, 12:5) ölçüsüne bakılarak, rüyanın dost kimselere anlatılmasının gereğine işaret ediliyor.

Zaten, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de, 'Biriniz hoşuna giden bir rüyayı görürse, onu sevdiği birisinden başkasına anlatmasın' (Müslim, Rü'ya: 5) ve 'Rüya yorumlanmadıkça bir kuşun ayağı üzerindedir. Yorumlanınca çıkar. Rüyayı gören onu sevdiği kimseden, bilgi ve dirayet sahibi olandan başkasına anlatmasın' (İbni Mâce, Tabirü'r-rü'yâ: 7) buyurarak rüyayı gördükten sonra kime anlatılacağını bildirmiş oluyor.

Mehmet Paksu

1 Mart 2020 Pazar

İlahi Bir İkram Rüya Ve Rüya Fıkhı (Rüya Ahlakı)


Muhteşem Ahlak dersinde Muhammed Emin Yıldırım Hoca, rüya ahlakını anlattı. Rüya meselesine yaklaşım farkları, muhteva açısından rüya, Rahmânî rüya ve bunun nereden anlaşılacağı, rüya konusunda dikkat edilmesi gerekenler ve bunun en temel fıkhı bu  dersin konularından bazılarıydı.

Dersten Cümleler

Rüya bahsi gündeme gelince, hemen birbirinden faklı üç tavır ortaya çıkıyor.

1. İfrat tavrı
2. Tefrit tavrı
3. İtidal tavrı

İfrat tavrı: Gereğinden fazla abartmak
Tefrit tavrı: Değerinden aşağıya düşürmek
İtidal tavrı: Değerinin hakkını teslim etmek
İtidal tavrı, Sünnet tavrıdır.

Rüya gibi bir nimetin, nikmete dönüşme tehlikesi vardır.

Sünnet-i Muhammed ile kaim olacak, Ümmet-i Muhammed…

Sözlükte “görmek” anlamındaki rü’yet kökünden türeyen rü’yâ kelimesi, uyku sırasında zihinde beliren görüntülerin bütününü ifade eder. Türkçe’de buna ‘düş’ deniyor.

“Rüya Allah’tan, hulm ise şeytandandır.” (Buhârî, Tabîr, 3; Müslim, Rüyâ, 2; Tirmizî, Rüyâ, 5)

“…Rüya üç çeşittir; salih rüya ki bu, Allah’tan kuluna bir müjdedir. Şeytanın üzüntü vermesi şeklindeki kâbuslu rüya ve insanın günlük yaşantısında zihnini meşgul eden şeylerden kaynaklanan rüyadır.” (Buhârî, Tabîr, 3; Müslim, Rüyâ, 1)

Efendimiz’in (sas) burada beyan ettiği üç çeşit rüyayı âlimlerimiz şöyle isimlendirmişlerdir:

1. Rahmânî rüya
2. Şeytânî rüya
3. Nefsânî rüya

Rahmânî rüya, “rü’yâ-yı sâdıka yada rü’yâ-yı sâliha” dır.

Nefsânî rüya, insanın hayal ve kuruntuları, uyku esnasındaki dış etkiler ve günlük meşgalelere ilişkin rüyalardır.

“Sizden biriniz hoşlanmadığı bir rüya görürse kalksın, sol tarafına tükürsün (üç kez) ve o rüyayı insanlara anlatmasın./Kalksın abdest alsın ve iki rekât namaz kılsın.”

“Rüyada ayaklara vurulan zinciri severim; boyunlara geçirilen zincirden ise hoşlanmam.” (Buhârî, Tabîr, 3; Müslim, Rüyâ, 1)

Ayaklara vurulan zincir; dinde sebat, boyunlara geçirilen zincir ise Şeytanın aldatmacasıdır.

Şeytânî ve Nefsânî rüyalara karşı müminin tavrı nasıl olmalı?

1. Kimselere anlatmamalı
2. Tesiri altında kalmamalı

“Rüyanı kimselere anlatma! Şeytanın, rüya yoluyla seninle eğlenmesine de fırsat verme!” (Müslim, Rüya, 12)

Cevaplanması gereken üç soru:

1. Rahmânî rüyanın değeri nedir?
2. Bir rüyanın Rahmânî rüya olduğu nereden anlaşılır?
3. Rahmânî rüyanın fıkhı nedir?

Rahmânî rüyanın değeri nedir?

1. Rahmânî rüya, nübüvvet kurumunun bir parçasıdır.
2. Rahmânî rüya, Allah’ın (cc) kullarına bir ikram-ı ilahiyyesidir.
3. Rahmânî rüya, Allah’ın (cc) kullarına bir mübeşşirat-ı Rabbanisidir.
4. Rahmânî rüya, Allah’ın (cc) kullarına bir ikâz-ı Rahmânîyesidir.
5. Rahmânî rüya, Kıyamet’e yaklaştıkça, müminin en önemli teselli kaynağıdır.

“Mü’minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür. Peygamberlikten cüz olan şey yalan olamaz.” (Buharî, Tabîr, 26; Müslim, Rüya, 8)

Peygamberlerin nübüvvet öncesi rüyaları o ağır vazifeye bir hazırlık, nübüvvet sonrası rüyaları ise ya vahiy, yada ilahî bir işarettir.

“Benden sonra, peygamberlikten sâdece mübeşşirat kalacaktır!” Yanındakiler sordu: “Ya Resulullah!Mübeşşirât da nedir`?” Buyurdular ki: “Sâlih rüyadır!” (Buharî, Tabir, 5; Muvatta, Rüya, 3; Ebû Davud, Edeb, 96)

“Kıyamet yaklaşınca (ahir zamanda) mü’minin rüyası yalan çıkmaz!” (İbn Mâce, Rüya, 9)

Rüyada şefkat tokadı, ikazlar şeklinde gelir.

Bir rüyanın Rahmânî rüya olduğu nereden anlaşılır?1. Görenden
2. Görülenden
3. Görülen zamandan
4. Görülen mekândan
5. Görüleni tabir edenden

“Sâlih rüyayı, sâlih kişi görür veya ona gösterilir.” (Muvatta, Rüya, 3)

“En sâdık rüya, seher vakitlerinde görülen rüyadır.” (Tirmizî, Rüya, 3)

Rahmâni rüyanın fıkhı nedir?

1. Doğru anlatılmalı, mübalağadan kaçınmalı, zihinde ne kalmışsa, onunla yetinilmelidir.

“Sizin en doğru rüya görenleriniz, en doğru söyleyenlerinizdir.” (Müslim, Rüya, 6)

“En büyük iftiralardan birisi görmediği bir rüyayı görmüş gibi anlatan insanın iftirasıdır.” (Buhari, Menakıb, 5)

“Yalandan rüya gördüğünü söyleyen kimse kıyamet günü iki arpa tanesini birbirine bağlamakla mükellef olacak fakat asla onları birbirine bağlayamayacaktır.” (Buhârî, Tabîr, 45)

2. Herkese anlatılmamalı, bir reklam malzemesine dönüştürülmemeli, onun üzerinden farklı hesaplara girilmemelidir.
3. Başkalarını o rüya ile amel etmeye zorlamamalı, görülen rüyanın asla başkasını bağlamadığını iyice bilmelidir.
4. Kendisi gördüğü rüya ile amel edebileceği gibi etmeyeceğini de hatırından çıkarmamalı, bunun bir tercih meselesi olduğunu iyice bellemelidir.
5. Kimi görürse görsün, nasıl görürse görsün; eğer rüyada söylenenler, İslam’ın temel esaslarına aykırı ise, o rüya dikkate alınmamalıdır.

29 Şubat 2020 Cumartesi

Namazda Kur'an'ı yüzünden bakarak okumak olur mu?


Soru:
Uzun okumayı sevdiğim için namazlarımda, Mushafı uygun bir yere koyup yüzünden okusam caiz olur mu?

Cevap:
Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre farz olsun nafile olsun namazlarda kıraati (Kur'an okumayı) Mushaf'a veya okunacak sure ve âyetlerin yazılı olduğu bir yere bakarak yapmak caizdir.
Mâlikîlere göre farz namazlarda Mushaf ve kâğıt gibi bir yerden okumak mekruh, nafile namazların baş tarafında okumak ise caizdir.
Ebû Hanîfe'ye göre Mushaf'a bakarak okumak namazı bozar.
Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre Ehl-i kitab'a benzemek kastı varsa mekruhtur.

Mezhepler arasındaki bu farklı görüşlerin gerekçeleri şöyledir:
Caiz diyenler, ashab ve tabiun zamanında böyle uygulamaların bulunduğuna dayanmışlardır.
Caiz değil diyenler ise "namazda bir başka şeyle fazlaca meşgul olma"nın namazı bozacağı kuralını uygulamışlardır.
Buna göre fazla meşgul olmadan okuyacak şekilde tedbir alınır, ona göre okunacak kısım uygun yere yeleştirilir veya yansıtılırsa namazda böyle bir yere bakarak okumak caiz olur.

(Aynı konuda farklı birinin sorusu:)


Soru:

Ben 4-5 gündür namaz kılmaya çalışıyorum ama dualar daha ezberimde değil, ayrıca yanlış olmasın diye kelimesi kelimesine okumak lazım, bu yüzden hep kitaba bakarak kılıyordum, ama bu namazı bozarmış, şimdi ben ne yapacağım, böyle alıştırmak için kabul olmayacağını bile bile öğrenmek için kılmalı mıyım, yoksa tam olarak ezberleyince mi kılmalıyım.

Cevap:

Öğreninceye kadar kitaba bakarak okuyabilirsin ve bu bakma fiili namazını bozmaz. Kesin olarak namazına devam et, "önce tam olarak okuyayım, sonra kılarım" deme.

28 Şubat 2020 Cuma

İstihare ve kader


İstihare rüya değil, duadır. Rüyada görülen önemli değildir. Kaderimizi bilmeyiz ve biz iyi olsun diye dua ederiz; bu dua da kaderin bir parçası -olacağın ezelde konmuş ve bizim irademize bırakılmış şartı- olabilir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00405.htm

22 Şubat 2020 Cumartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (41) :Doğru ve hak olduğuna tanık olmak- Prof. Dr. Halis AYDEMİR


-Allah’ın emirlerine olan çağrısına cevap vermemek ciddiye almamak yeterince kötüdür ve kişiyi felakete götüren bir süreçtir.

-Bazı ritüelleri(ibadetleri) sorgulamadan yapan hakikatinden kopuk taklit üzere yapan kişi, tahkike yaklaşmamış böyle kişi 
demek ki bir başka toplumda olsaydı oradaki ritüelleri yapıyor olabilirdi . 

-Eğer bazı amellerimiz olduğu halde Rabbimiz bize ağır musibetler veriyorsa ve ardı arkası kesilmiyorsa o zaman daha güçlü bir şekilde bizi kendine çağırıyor demektir. İlim boyutunu ihmal etmişizdir. Önce bilmek sonra amel etmek. Ben bilmeyeyim amel edeyim olmaz. Doğru ve hak olduğuna tanık olmamız lazım. "eşhedu" demeden ibadetlerini yapsa olmaz; çünkü bunu hak bir din üzere yaptığının bilincinde değil bu kişi.

-İlim öğrendiği halde Rabbimiz hala sert şekilde sınıyorsa o zaman amel etmede problem var demektir.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


TEFSİR DERSLERİ- ENBİYA Suresi 1.,2.,3 ayetlerin Tefsirinden kısa notlar

21 Şubat 2020 Cuma

KÜÇÜK NOTLARIM (40) : Mezhepler


-Mezhep imamları sünneti sahabe ve tabiin yoluyla alıp doğru ve sistematik şekilde aktaranlardır.

-Onlar bunu sistematik şekilde aktarmasalardı bu dini yaşayamazdık ve anlayamazdık.

-Bazen aralarında ihtilaf olmuştur ama aslında bu sahabenin ihtilafıdır. 


Örneğin İmam Hanife rahmetullahi aleyh Abdullah Bin Mesud radıyallahu anh'ın görüşünü, İmam Şafi rahmetullahi aleyh Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh'ın görüşünü almıştır.

 İkisi de doğru, ikisi de sünneti aktarır; işte buradan mezhepler doğmuştur. 

-Bu dört mezhep olmasaydı ümmet binlerce parçaya ayrılmış olacaktı. Mezhep ümmeti tutuyor bu sahih dindir ve sahih sünnettir.

20 Şubat 2020 Perşembe

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-8-


SUFFA


 *SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISINI İYİCE ÖĞREN Kİ, O GÜN VERİLEN MÜCADELEYİ DOĞRU ANLAYASIN, BUGÜN YAPILMASI GEREKENİ DOĞRU KAVRAYASIN.

* TEVHİDİ HAYATINA HAKİM KILMA KONUSUNDA OLDUKÇA HASSAS OL Kİ, AFFEDİLMEZ SUÇ OLAN ŞİRKE, ASLA KAPI AÇMAYASIN. 

*TEVHİDİ SELİM BİR ŞEKİLDE MUHAFAZA ETME MESELESİNDE TİTİZ OL Kİ, UFACIK BİR SAPMA İLE TAHMİN EDEMEYECEĞİN NOKTALARA SAVRULMAYASIN. 

*PUTLARLA BAŞLAYAN KAVGANIN SADECE O GÜNE HAS OLDUĞUNU ZANNETME Kİ, BUGÜN ADI VE MUHTEVASI DEĞİŞEN PUTLARA ALDANMAYASIN.

* RABBİNİN SANA ŞAH DAMARINDAN DAHA YAKIN OLDUĞUNU UNUTMA Kİ, YANLIŞ VESİLE ANLAYIŞINA, RABBİNİ ŞAHISLAŞTIRMAYA VE KAVRAYAMAMA SAPKINLIĞINA DÜŞMEYESİN.


Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

19 Şubat 2020 Çarşamba

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-7-


...Uzak bir Allah inancı insanda şu üç temel problemi oluşturuyor: Yanlış vesile anlayışı, şahıslaştırma ve kavrayamama... Biraz açalım:

 YANLIŞ VESİLE ANLAYIŞI 
İnsanın yaratanını uzak ve ulaşılamaz olarak görmesi aracıları ihtiyaç olarak ortaya çıkardı. Allah katında kendisine şefaatçi olacak, Allah ile –hâşâ- arasını bulacak vesilelere kapılar açıldı. Bazen yardım görme ve şefaat umudu ile, bazen korku ve dünyevi menfaatler adına böyle bir sapma başlamış oldu. Uzaklarda olan Allah’ın bu putları kendilerine tanınmış bir imkan olarak görmeye başladılar ve bunları birer tapınma araçları olarak ittihaz ettiler. Onlara göre çok çok yücelerde olan ve ulaşma imkanı oldukça zor olan Allah, bazılarına uluhiyetinden pay vermiştir. Yani ikinci dereceden ilahlaştırmıştır. Bu ikinci dereceden aracı tanrılara kulluk etmedikçe ne Allah’a tam anlamı ile kulluk edilebilir, ne de Allah onların ibadetlerini kabul ederdi. İşte sapmanın temeli uzak bir Allah tasavvuru olunca, başka vesile, aracı ve şefaatçilere böyle ihtiyaç duyuldu. 

  ŞAHISLAŞTIRMA
 Uzak Allah tasavvuru, insanı büyük bir sapma olan Allah’ın (cc) müşahhaslaştırılmaya başlanması gibi tehlikeli bir noktaya da vardırdı. Bu sapmayı bazı bilginler, mukaddesin müşahhasa dönüşü 36 şeklinde de ifade etmişlerdir. Yani bazı eşya ve suretlerde, Allah’ın ruhunun varlığının olduğu zehabına kapıların açılmasıdır. Müşrik zihniyet, işin başında aslında taştan, topraktan, hatta acıkınca yedikleri helvadan yaptıkları cansız suretlerde bir üstünlüğün olmadığını çok iyi biliyorlardı. Dinler tarihi uzmanlarının ortaya koydukları temel ilke niteliğinde olan bir tespit vardır. Bu tespite göre; “Kainatta hiçbir varlığa sırf kendisi olduğu için tapılmaz.” 37 Şimdi ineği, buzağıyı kutsal sayanlar, aslında bir ineğe tapmıyor, inekte kendilerine göre mana bulan ruha tapıyorlar. İşte puta tapanlarda böyleydi. Önce o putu elleri ile yapar, sonra ona belli bir görev, misyon biçer ve Allah’ın bu putlarda muşahhaslaştığına/kişileştiğine inanır ve o putlarla olan münasebetlerinden sanki Allah ile iletişim kuruyormuş gibi olur ve onların sayesinde Allah’a daha yakın olacaklarına inanırlardı. 

  KAVRAYAMAMA 
Uzak Allah inancına sahip olanlar, kainattaki düzeni, nizamı, intizamı, işlerin çokluğuna rağmen her şeyin oldukça muntazam ve büyük bir ahenk ile yürümesi, kendilerini hayrete düşürüyor ve bu işi bir tek ilah yapamaz gibi, büyük bir sapmanın eşiğine onları getiriyordu. Bu düşünceye Kur’an bizzat değinmektedir. Müşrikler, Allah Resulü’ne (sas) şöyle karşı geliyorlardı: “Muhammed tanrıları bir tek tanrı mı yapmış! Doğrusu bu şaşılacak bir şey” diyorlardı. 38 Rabbimiz ise onların bu kuruntusuna şöyle cevap veriyordu: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” 39 

İşte son vahyin ilk muhatapları uzak bir Allah tasavvurundan kaynaklanan böyle sapmaların kurbanları olmuşlardı. Bunun neticesinde de putlar hayatlarını kaplamış ve kendi uydurdukları kuruntularla bir din oluşturmaya başlamışlardı. İslam’ın dirilten sesi Mekke sokaklarında çağlamaya başladığı zaman, Rabbimiz bu muhatapların şahsında kıyamete kadar gelecek tüm muhatapların ortak hastalığı olan uzak Allah tasavvurunu gidermek için, kendisinin kullarına çok yakın olduğunu farklı ifadelerle beyan edecek, el-Karib şeklinde bir isminin bulunduğunu söyleyecek olduğunu 40 ve: “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını çok iyi bilmekteyiz ve biz insana şah damarından daha yakınız.”41 diye buyuracaktı...

Devamı bir sonraki yazıda.

36 Yıldırım, Suat; Kur’an’da Ulûhiyet, s. 4
37 Yıldırım, Suat; Kur’an’da Ulûhiyet, s. 5
38 Sâd Sûresi, 38/5 
39 Enbiya Sûresi, 21/ 22 
40 Bakara Sûresi, 2/ 186; Hûd Sûresi, 11/ 61; Sebe Sûresi, 34/51 
41 Kaf Sûresi, 50/16

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

18 Şubat 2020 Salı

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-6-


...Görüldüğü gibi Cahiliye Arapları kız çocuklarına değer atfetmezken, onları yararsız ve yük olarak görürlerken, bundan dolayı da diri diri gömdükleri vaki iken; taptıkları, kutsal gördükleri putlarına dişi isimler koyar, melekleri dişi suretinde görür ve bunları Allah’ın kızları diye nitelendirirlerdi. Biraz önce Necm Sûresi’ndeki ayette de geçtiği üzere; “Bu insafsızca bir taksim” değil miydi? Hem kız çocuklarını bir utanç vesilesi kabul edecekler, onlara yaşam hakkı vermeyecekler, hem de tanrı diye taptıklarının dişi olduğuna inanacaklar ve tanrılarını tanrıça olarak edineceklerdi. Bu büyük bir çelişki idi ve ne yazık ki Cahiliye Arabı pek de bu çelişkiyi izaha yanaşmadığı gibi, anlama noktasında da bir çaba ortaya koymazlardı. En azından Kur’an’ın birkaç yerde sorduğu bu soruları müşrikler cevapsız bırakacaklardı.30 


Peki, neden böyle bir mantık vardı müşriklerde? Aslında bunun cevabı çevre kültürlerde yatmaktaydı. Çünkü tanrıları dişi görme geleneği, kadim bir gelenekti. Gerek eski Mısır’da, gerek eski Mezopotamya’da, gerekse Babil’de tüm tanrılar dişi idi. Bunun sebebi ise, dişinin genellikle doğum, üreme, verimlilik, şehvet, güzellik, aşk vs. gibi şeyleri bünyesinde barındırmasıdır. Tüm bu dinlerde tanrılar müşahhaslaştırıldığı, yani kişileştirildiği için özellikle bir tanrının yaratabilmesini, birini var edebilmesini doğum yapabilme özelliğinde olmasına bağlamışlardı.31 Şimdi daha iyi anlıyoruz, Kur’an’ın “lem yelid velem yûled” ifadesini... 32 Yani ne O (cc) biri tarafından doğrulmuştur, ne de O (cc) doğurmuştur. Böyle bir ifade daha işin başında muhataplarına bu yanlış düşünceyi ve çarpık zihniyeti düzetme amacını taşıyordu.

 İşte Cahiliye Arabı aslında Hz. İbrahim’den beri özünde olmayan putçuluğu coğrafyasına ithal edince eski dinlerde var olan bu geleneği hiçbir sorguya tabi tutmadan aldı ve tanrılarını, tanrıçalaştırdı. Allah’tan bağımsız, işin içinde Allah’ın olmadığı akıl işte insanı böyle çıkmaza götürüyor; insanı gülünç duruma düşürüyor. Bu sapmaya farklı bir örnek daha verebiliriz. Kaynaklarımız, bize İsâf ve Nâile adında iki put ile alakalı bilgi verirler. Hz. Aişe’nin rivayetine göre; İsâf b. Bağy ile Nâile bint Dik, Cürhümiler kabilesinde iki gençtiler.

 Birbirlerini seven bu iki genç, bir gün şeytana uyarak Kâbe’nin yakınlarında zina ettiler. Allah da Beyti’nin mukaddesatını koruma adına bu iki genci taşa dönüştürdü. Daha sonra taştan heykeller Safa ile Merve tepelerine yakın bir yere konarak, kutsanmaya başlandı. Derken tapılan, vesileleri istenen iki puta dönüştü.33 İşte müşrik aklın vardığı nokta böyle sahibini gülünç duruma düşürüyordu.

 Bu putların, İslam bölgede hakim olduktan sonra ne olduğuna gelince, Hz. İbrahim’in soyundan gelen Efendimiz’in (sas) atası gibi, elindeki asa ile tüm bu sahte tanrıları yerle bir ettiğini görmekteyiz. Hicretin 8. yılında Mekke’nin fethi olunca Efendimiz, “Hak geldi, batıl zail oldu. Muhakkak ki batıl yok olmaya mahkûmdur”34 ayetini okuyarak, Kâbe ve Mekke içerisindeki tüm putları yerle bir etti. Allah Resulu istiyordu ki, bölgede tamamen tevhid hakim olsun ve şirk namına hiçbir şey kalmasın. Bunun içinde vakit kaybetmeden Huneyn savaşının hemen akabinde ashâbının arasından altı ismi seçti ve o gün için bölgede bulunan altı büyük putu kırmaları için onları görevlendirdi.

 Halid b. Velid’i Uzzâ putunu, Said b. Zeyd’i Menât putunu, Amr b. As’ı Süvâ putunu, Tüfeyl b. Amr’ı Zülkeffeyn putunu, Halid b. Said’i Urane bölgesindeki putu, Hişam b. As’ı Yelemlem bölgesindeki putu yok etmeleri için görevlendirdi. 35 Bu sahâbîler yanlarına bir grup asker alarak görev bölgelerine gittiler ve kendilerine verilen bu vazifeyi yerine getirerek, şirkin sembolleri olan bu sahte ilahları yerle bir ederek, Arap yarımadasını şirkten tevhide taşıdılar ve yıllardır tevhide hasret olan Hz. İbrahim’in topraklarını yeniden tevhide kavuşturdular. 

Burada önemli bir soruya cevap arayarak dersimizi toparlayalım. Nasıl olur da genelde tüm insanlık, özelde ise onlarca peygambere ve ilahi mesaja muhatap olan bölge insanı akla ve mantığa tamamen ters böyle bir putçuluğa kapı açar? Allah’ın ikramlar üzere yarattığı insan, nasıl cansız, kendisine bile fayda ve zararı olmayan taştan ve topraktan kendi elleri ile yaptıkları tabir caiz ise oyuncaklara taparlar? Bu önemli soruya doğru cevaplar bulmamız bize, şirkin tabiatını biraz daha tanımamızı sağlayacak ve aslında o zaman bizler Kur’an’da ister adı açıkça beyan edilen, ister beyan edilmeyen putlarla olan kavgasını daha iyi anlamış olacağız. İnsanlığın neden böyle bir yanlışa kapı araladığını
anlamamız için Kur’an’ın bu sapma ile mücadele ederken kullandığı üslup ve muhtevaya iyice dikkat etmemiz gerekmektedir. Kur’an’ın genel üslubu bu meseleyi anlamamızı sağlayacaktır. Bu nazarla ilgili ayetlere baktığımızda, sapmanın temelinde yatan etkenin uzak bir Allah tasavvuru olduğu anlaşılmaktadır. Yaratıcısı olan Allah’ı (cc) uzak görmek, O’na (cc) ulaşmanın mümkün olmadığını zannetmek, O’nun (cc) hayata müdahalesini imkansız görmek, böyle bir sapmaya insanı vardırıyor. İnsan böyle bir yanlış temelden hareket edince de, sapmalar ortaya çıkıyor. 

Uzak bir Allah inancı insanda şu üç temel problemi oluşturuyor: Yanlış vesile anlayışı, şahıslaştırma ve kavrayamama... Biraz açalım:... 

Devamı bir sonraki yazıda.

29 Cevâd, Ali, el-Mufassal, c. 6, s. 247
30 Nahl Sûresi, 16/57; İsra Sûresi, 17/40; Enbiya Sûresi, 21/26; Saffat Sûresi, 37/150-157; Zümer Sûresi, 39/4; Zuhruf Sûresi, 43/19, 20
31 Yıldırım, Suat; Kur’an’da Uluhiyet, s. 350,351
32 İhlâs Sûresi, 112/3
33 İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 123
34 İsra Sûresi, 17/81
35 İbnü’l-Kelbi, Kitâbu’l-Asnâm, s. 14, 16; Taberi, Tarih, c. 3, s. 307, 308

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

17 Şubat 2020 Pazartesi

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-5-


....Kur’an’ın isimlerini açıkça belirterek üzerlerinde durduğu üç putu biraz daha yakından tanımaya çalışalım: 


LÂT: Kureyş’in tazim edip, kutsallık atfettikleri tanrıçalardan biriydi ama Taif’te olduğu için Taifliler, buna daha fazla önem atfederlerdi. Taif’te bulunan bu puta Benî Sakif kabilesi bakardı. Dört köşe bir kaya parçasından ibaretti. Bu putun bölge Araplarının hayatlarında ne kadar önemli bir yer edindiğini Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye doğru geldiğinde Taiflilelerin yaptıkları davranışta görüyoruz. Tüm Taif halkı Lât’ın önünde toplanmış ve ondan yardım talebinde bulunmuşlardı.19 Lât isminin ne anlama geldiği konusunda alimlerimiz oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerden bir tanesi Lât’ın Allah lafzı celalinden ya da ilah isminden türetilmiş ve sonra dişilik verilmiş bir isim olduğu yönündedir.20 

UZZÂ: Kureyş kabilesinin en büyük tanrıçasıydı. Taif ile Nahle vadisi arasında Hüraz denen bir mıntıkada tapınakvari bir yapı içerisinde idi. Aslı üç küme dikenli dallardan oluşan ağaçtı. Kureyş bu puta büyük bir tazim ile yaklaşır ve bu putta gücün, izzetin, şerefin ve cesaretin kaynağı olduğunu vehmederlerdi. 21 Zaten Uzzâ ismi, aslında Esmâü’l-Hüsna içerisinde geçen elAziz isminin müennesleştirilmiş/dişil hali idi. Dolayısı ile Kureyş, Kur’an’ın elAziz ismine yüklediği manayı Uzza tanrıçasına yüklemişti.22 

MENÂT: Menat tanrıçası Mekke ile Medine arasında bulunan meşhur savaşçı Süreka b. Malik’in kabilesinin yaşadığı Kudeyd (Müşelşel) mevkiindeydi. Bölge ahalisi ve hususen Medineliler Menat’a çok saygı duyar, onun etrafında tavaf yapar ve ona kurbanlar adarlardı. Özellikle Hac mevsimlerinde onu ziyaret ederler, başlarını onun yanında traş ederek haclarını tamamlarlardı.23 Menat isminin de yine Allah’ın yüce isimlerinden biri olan Mennan isminin müennesleştirilmiş/dişil hali olduğunu görmekteyiz.24 Kur’an’da menne şeklinde mazi fiil olarak Allah’a izafe edilerek kullanılan,25 ama çeşitli hadislerde Efendimiz (sas) tarafından isim olarak Esmâü’l-Hüsna’dan sayılan Mennan ismi26 Allah’ın kullarına karşılıksız olarak bol bol nimet vermesi anlamını içermektedir. 27 Bu anlama uygun olarak bölge halkı Menat tanrıçasının bolluk tanrıçası olduklarına inanırlardı. Her ne kadar bazı kaynaklar Menat’a kader tanrıçası deseler de, 28 yaygın olan kanaate göre bir kader  tanrıçası yerine isminin anlamına uygun olarak bir bolluk tanrıçası şeklinde anlaşılmaktaydı.29

Devamı bir sonraki yazıda.

16 İbn Habib, el-Muhabber, s. 332 
17 İbnü’l-Kelbi, Kitâbu’l-Asnâm, s. 21 
18 Necm Sûresi, 53/19-23 
19 Ezrâkî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 126; Fakihî, Ahbâru Mekke, c. 5, s. 164 20 İbn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 3, s. 517
21 Ezrâkî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 126
22 İbn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 3, s. 517
23 Ezrâkî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 125
24 İbn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 3, s. 517
25 “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta (mennallâhu) bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” Âli İmran Sûresi, 3/164
26 Tirmizî, Duâ, 108
27 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, c. 13, s. 197
28 Yakût, Mu’cemü’l-Büldân, c. 5, s. 205

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

16 Şubat 2020 Pazar

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-4-


...Hubel’in Mekke’ye gelişi, bölge insanın dini yapısının bir çok açıdan değişime uğramasına sebep olmuştur. Mekkeliler tüm işlerini Hubel’in önünde ve güya onun vereceği karar doğrultusunda yapmaya başlamışlardı. Yani Hubel, isminin anlamına uygun olarak halkın hayatına müdahil olan bir Rab ve ilah olmuştu. Mekkeliler ezlam denen fal oklarını Hubel’in önünde ve onun adına çekerlerdi. Bu oklar yedi tane idi ve her birinin üstünde bir şey yazıyordu: Evet, hayır, diyet, sizden, başkasından, mulsak yani saf değil, nesebi belli değil, Rabbim emir etti ya da nehy etti. Görüldüğü gibi yedi ok yedi farklı sonuç veriyordu. Böyle olunca Araplar tüm işlerini bu fal okların sonuçlarına göre yapıyorlardı. Mesela; Yolculuğa çıkmak, ticaret yapmak, herhangi bir işe başlamak, evlenmek, nesebi şüpheli bir çocuğun babasını tespit etmek, öldürülen kimsenin diyetini belirlemek ve daha nice işleri yani hayatlarının tüm işlerini Hubel’in önündeki bu fal merasimi ile belirliyorlardı. Tabi bu işe bakan görevli bunu bedelsiz olarak sırf hayır adına yapmıyor, o devrin imkanları çerçevesinde oldukça yüklü miktarda bir para, putlar adına kesilen kurbanlar ve ona takdim edilen hediyelerle bu işi yapıyordu.14 Nübüvvetin mesajı Mekke’de yankılanmaya başladığı zaman bu işi Cumuhoğulları’ndan Ümeyye b. Halef yürütüyordu.15 Özellikle bu ailenin nübüvvetin ilk yıllarında İslam’a karşı düşmanca tavır takınmalarının altında elde ettikleri büyük rantların kesilme endişesi yatıyordu. “La ilahe ilah” demenin, “Yok olsun Hubel!” demek olduğunu gayet iyi bildiklerinden bu ilahi mesaj ile artık Hubel’in sırtından geçinemeyeceklerinden dolayı büyük bir endişe içindeydiler. Böyle olunca da elbette Ümeyye karşı çıkıyordu. Bedir Gazvesi’nde Ümeyye öldürülünce, bu işi oğlu Safvan b. Ümeyye üstlenecek, Müslüman olacağı güne kadar da yürütecekti.16


Bu büyük sapmadan sonrada artık putçuluğun önü bir türlü alınamadı ve derken, Hz. İbrahim’in tevhid üzere inşa ettiği Kâbe başta olmak üzere, tüm Mekke ve civarı putlarla dolup taşmaya başladı. Öyle ki Kâbe’de bir çok put olduğu gibi, her yerde, her evde, her şahsın kendi özel putları da olmaya başladı.17 İşte Kur’an nazil olmaya başladığı zaman böyle bir alt zemini olan bir muhatap kitlesine hitap etmeye başladı. Kur’an, endad, esnam, evsan, temâsil, şüreka, ilah, alihe, şüheda, şufa, erbab, evliya, emsal, tağut, cibt, ensab, veled, sahibe ve daha nice isimlerle adlandırılan bu sahte tanrılar ile savaştı, yüzlerce ayette bu tanrıların boş birer iddia olduklarını söyledi. Burada geçen ifadeler ve Müşriklerin genel dini yapılarının muhtevası bize gösteriyor ki, bunlar mutlak bir inkar içerisinde değillerdi. Bilakis Allah yanında başka ortaklar, şerikler, kendi deyimleri ile vesileler edinmişlerdi. Bu genel ifadelerin yanında, Kur’an bölge insanın çok kutsal saydıkları büyük putların isimlerini vererek de onlarla savaştı. Necm Sûresi’nde; “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, yani Menât’ı. Demek erkek size, dişi Allah’a öyle mi? Bu nasıl insafsızca bir taksim? Hayır, bu putlara taktığınız isimler ve onlara isnat ettiğiniz şeyler sizin kuruntularınızdır. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.”18 Kur’an’ın isimlerini açıkça belirterek üzerlerinde durduğu üç putu biraz daha yakından tanımaya çalışalım:....

Devamı bir sonraki yazıda.

14 İbnü’l-Kelbi, Kitâbu’l-Asnâm, s. 21
15 İbn Habib, el-Munammak, s. 331, 332
16 İbn Habib, el-Muhabber, s. 332 
17 İbnü’l-Kelbi, Kitâbu’l-Asnâm, s. 21 
18 Necm Sûresi, 53/19-23
Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

Her kişi kazandığının rehinesidir doğduğu ortamın mahkumu değildir