19 Aralık 2018 Çarşamba

Âlime İnsanların En Bilgilisi Kimdir?" Diye Sorulduğunda Bunu Allah'ın Bilebileceğini Söylemesi Müstehaptır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

44. Âlime İnsanların En Bilgilisi Kimdir?" Diye Sorulduğunda Bunu Allah'ın Bilebileceğini Söylemesi Müstehaptır

122- Said İbn Cübeyr 
radıyallahu anh şöyle demiştir:

İbn Abbas'a: "Nevf el-Bekkâlî, bilge adamla buluşan Musa'nın İsrailoğullarının peygamberi olan Hz. Musa 
Aleyhisselam değil başka bir Musa olduğunu iddia ediyor" dedim:

İbn Abbas 
radıyallahu anh Nevf el-Bekkâlî için: "Allah düşmanı yalan söylemiş. Übey İbn Kâ'b radıyallahu anh bize Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem şunu aktarmıştır: "Hz. Musa İsrailoğullarına konuşma yapmak üzere ayağa kalktı. Kendisine: "En bilgili insan kimdir?" diye soruldu. O da "En bilgili benim" dedi. Allah, bu konudaki bilgiyi kendisine bırakmadığı için Musa'yı azarladı ve ona:"îki denizin birleştiği yerde (bulunan) kullarımdan bir kul senden daha bilgili" diye vahyetti.

Hz. Musa "Ya Rab! Ona nasıl gidebilirim?" diye sordu. Kendisine "bir zenbil içinde bir balık taşı. Onu kaybettiğin yerde o kulu bulacaksın" denildi.

Hz. Musa yanına hizmetçisi Yûşa İbn Nûn'u alarak yola düştü. Yanlarında zenbil içinde bir balık taşıyorlardı. Kayanın yanına varınca başlarını koydular ve uyuyakaldılar. Balık zenbilden çıkarak kurtuldu ve denizde iz bırakarak gitti. Denizde böyle bir izin bulunmasına Musa ve hizmetçisi şaşırdılar. Uyandıktan sonra o gecenin kalan kısmında ve gündüz yollarına devam ettiler. Sabah olunca Hz. Musa hizmetçisine "Öğle yemeğimizi getir. Gerçekten bu yolculuğumuzda bir hayli yorulduk" dedi. Hz. Musa, gitmesinin emredildiği yeri geçmeden önce yorgunluk duymamıştı. Hizmetçisi "Gördün mü, kayanın dibinde barındığımız zaman balığı unutmuşum" dedi. Hz. Musa "İşte aradığımız da buydu" dedi. Bunun üzerine kendi izlerine baka baka geriye döndüler. Kayanın yannıa geri gelince orada elbisesine bürünmüş bir adam gördüler. Musa selâm verdi.

Hızır: "Hayret! Senin bulunduğun bu yerde selâm ne gezer?" dedi.

Musa: "Ben Musa'yım" dedi.

Hızır: "İsrailoğullarının Musa'sı mı?" diye sordu.

Musa: "Evet" dedi. Daha sonra "Sana öğretilen üstün ilimden bana öğret­men için sana tabi olayım mı?" diye sordu.

Hızır: "Sen benimle birlikte sabredemezsin. Musa! Bende Allah'ın kendi ilminden verdiği Öyle bir ilim var ki sen onu bilemezsin. Sende de Allah'ın verdiği öyle bir ilim var ki onu da ben bilmem" dedi.

Musa: "Sen inşallah beni sabırlı bulacaksın. Ben senin hiçbir emrine isyan etmeyeceğim" dedi.

Bunun üzerine ikisi deniz sahilinde yürüdüler. Gemileri yoktu. Bir gemi yanlarına uğradı. Onları taşıması için gemicilerle konuştular. Gemiciler Hızır'ı tanıdılar ve onları ücretsiz olarak gemiye aldılar. O sırada bir serçe gelerek geminin kenarına konup denizden bir iki damla su aldı.

Hızır: "Musa! Benim ilmim ve senin ilmin, bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile Allah'ın ilmini eksiltmez" dedi.

Sonra Hızır gemi tahtalarından birini söktü.

Musa: "Adamlar ücretsiz olarak bizi gemiye aldıkları halde sen, içindekileri boğmak için gemilerini mi deliyorsun?" dedi.

Hızır: "Sen benimle birlikte sabredemezsin demedim mi?" dedi.

Musa: "Dalgınlığımdan dolayı beni sorumlu tutup, bana güçlük çıkarma" dedi.

Musa'nın bu ilk itirazı gerçekten de dalgınlık eseri idi. İkisi yolculuklarına devam ettiler. Bir de baktılar ki bir çocuk başka çocuklarla oynuyor. Hızır çocu­ğun başını eliyle kopardı.

Musa: "Bir cana karşılık olmaksızın günahsız bir canı mı öldürdün?" dedi.

Hızır: "Ben sana benimle birlikte edemezsin demedim mi?" dedi.
[Hadisi rivayet eden İbn Uyeyne Hızır'ın bu ikinci sözünün ilkinden daha güçlü olduğunu söylemiştir.]

İkisi yine yolculuklarına devam ettiler. Nihayet bir köye varınca köy halkın­dan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındı. Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır eliyle işaret ederek duvarı düzeltti.

Musâ: "İstesen bu iş için ücret alabilirdin" dedi. 


Hızır: "İşte bu, ikimizin ayrılacağı zamandır" dedi.
 Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Allah Musa'ya merhamet etsin, isterdik ki biraz daha sabretseydi de ikisinin arasında geçen başka olaylar bize antatılsaydı".

Açıklama

"Allah düşmanı yalan söylemiş" sözü hakkında İbnü't-Tîn şöyle demiştir: "İbn Abbas bu sözü ile Nevf'i Allah'ın korumasından çıkarmak istememiştir. An­cak ilim adamları hak olmayan bir şey duyduklarında kalpleri bundan nefret eder ve insanları bundan engellemek ve sakındırmak için bu tür sözler ederler. Yoksa bu sözün hakikati kasdedilmemiştir".

Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya 
Aleyhisselam söylediği "O (Hızır) senden daha bilgilidir" sö­zünden ilk anda Hızır'ın nebi olduğu, hatta risalet ile görevlendirilmiş bir nebi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü böyle olmasa üst seviyedeki bir kimse, kendisin­den daha üst seviyedekine üstün kılınmış olur ki bu, batıl bir görüştür. Hızır'ın peygamber olduğunu gösteren en açık delillerden biri onun yaptığı şeyler hak­kında "Ben bunu kendiliğimden yapmadım" sözüdür. Onun peygamber oldu­ğuna inanmak gerekir, ta ki batıl yolda olanlar bunu "Veli, peygamberden üs­tündür" şeklindeki İddialarına dayanak yapmasınlar. Hâşâ ve kellâ.

Hızırın "Senin bulunduğun bu yerde selâm ne gezer?" sözü "selâmın bilin­mediği bu yerde selam ne gezer?" anlamına gelir. Burası küfür ülkesi idi veya onların selamlaşmaları "selâm" sözcüğü İle yapılmıyordu.

Bu, peygamberler ve onlardan daha alt seviyedeki velilerin, Allah'ın kendi­lerine bildirdiği dışında gaybı bilmediklerini gösterir. Çünkü Hızır tüm gaybı bilseydi, Musa'yı kendisine sormadan bilirdi.

Hızır'ın "Benim ilmim ve senin ilmin, bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile Allah'ın ilmini eksiltmez" sözü, Allah'ın ilminden hiçbir şeyi eksiltmez anlamına gelir. Bu güzel bir yorum olmakla birlikte daha güzel bir yorum şudur: Şurada Allah'ın ilmi ile kasdedilen Allah'ın bildiği varlıklardır. Çünkü buradaki ilim kelimesinin başına, bir şeyin bir kısmını ifade eden "min" harfi gelmiştir. Allah'ın zatında bulunan İlim, ezelî bir sıfat olup parçalanamaz, Allah'ın bilgisine konu olan şeyler (nesneler ve olaylar) İse bölünebilir.

Kurtubî şöyle demiştir: İbn Cüreyc rivayetinde bu hadis bağlam olarak daha güzel bir anlatım ile ve şüpheden daha uzak bir ifade ile gelmiştir. O rivayette "Allah'ın ilmi yanında benim ve senin ilmin ancak şu serçenin gagası ile denizden aldığı su kadardır" denilmiştir.

Hz. Hızır Ve Hz. Musa'nın Kıssasından Çıkarılacak Sonuçlar

Kurtubî şöyle demiştir:

Hz. Musa ile Hızır'ın kıssasından çıkarılacak önemli sonuçlar vardır. Şöyle ki:

Allah kendi mülkünde dilediğini yapar, mahlûkâtı hakkında onlara yarar ve zarar verecek şekilde dilediği gibi hükmeder. O'nun fiillerini anlama ve hükümlerine itiraz etme konusunda aklın bir fonksiyonu yoktur. Mahlûkâtın (insanların) onun hükmüne rıza göstermesi ve teslim olması gerekir. Akıllar, rubûbiyetin sırlarını keşfedecek güçte değildir. Onun verdiği hüküm hakkında "niçin" ve "na­sıl" soruları sorulamaz.

Bu kıssa ile ilgili olarak iki çarpıtmaya da işaret edelim:

1. Bazı cahiller bu kıssaya dayanarak Hızır'ın Hz. Musa'dan daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Bu sözü ancak bu kıssayı anlayacak kadar düşüncesi gelişmemiş ve Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği; risalet, onunla doğrudan konuşma, içinde her şeyin hükmü bulunan Tevrat'ı indirme, Hz. İsa da dahil olmak üzere İsrailoğullarına gönderilen bütün peygamberlerin onun şeriatı ve nübüvvetinin hükmü ile yükümlü olmaları konularını anlayamayanlar söyler. Kur'an, Hz. Musa'nın bu üstünlüklerinin pek çok delilini sunmaktadır. Bu konuda şu âyet yeterlidir: "Ey Musa! Ben risaletimle (sana elçilik vermemle) ve seninle konuşmakla seni insanlar arasından seçerek üstün kıldım.[El-A'raf,7/144.]

Peygamberler bölümünde Hz. Musa'nın fazileti ile ilgili yeterli açıklama ge­lecektir.[3394 nolu hadis]

Hızır, nebi olsa bile, resul olmadığında görüş birliği vardır. Resul, nebiden daha üstündür. Hızır'ın resul olduğunu kabul etsek bile, Hz. Musa'nın risaleti daha büyük, ümmeti de daha çok olduğundan o daha üstündür. Hızır, olsa olsa İsrailoğullarının peygamberlerinden biri ile aynı konumda olabilir ki Hz. Musa onların en üstünüdür.

Hızır'ın nebi değil velî olduğunu kabul edersek, nebi veliden daha üstündür. Bu, aklen de naklen de kesin olan hususlardandır. Bunun aksini kabul eden kişi küfre girer, çünkü bu husus dinde zaruri olarak bilinen (herkesin bilip inanması gereken) hususlardandır.

Hızır ile Musa kıssası yalnızca Musa'nın ibret alması için bir imtihan idi.

2. Zındıklardan bazıları, İslam şeriatının hükümlerini yıkacak bir yöntem be­nimseyerek şöyle demişlerdir: "Musa ile Hızır kıssasından anlaşıldığına göre di­nin genel hükümleri, zeka seviyesi düşük genel halk kitleleri hakkında geçerlidir. Evliya ve seçkinlerin ise bu nasslara (âyet ve hadislerdeki hükümlere) İhtiyaçları yoktur. Onlardan istenen yalnızca kalplerine gelene uymalarıdır. Onlar hak­kında, kalplerine doğan şeye göre hüküm verilir. Çünkü onların kalpleri kirler­den temizlenmiş ve şer'î hükümleri anlatan kelimelerden boşalmıştır. Nitekim Hızır hakkında da böyle olmuş, o kalbine doğan ilimler sayesinde Musa'nın sa­hip olduğu şeriattan müstağni olmuştur. "İnsanlar sana fetva verse de sen fetvayı kalbinden al" şeklindeki meşhur hadis de bunu desteklemektedir".

Bu söz zındıklığa ve küfre götürür. Çünkü bu, dinden olduğu kesin olarak bilinen bir şeyi inkar etmektir. Zira Allah'ın kanunu ve yürürlüğe koyduğu sö­züne göre; Allah'ın hükümleri ancak O'nunla halk arasında elçilik yapan pey­gamberler aracılığı ile bilinebilir. Bu peygamberler Allah'ın dinini ve hükümlerini İnsanlara açıklar. Nitekim Yüce Allah "Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer [El-Hac,22/75] "Allah peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir [El-En'am,6/124.] buyurmuştur. İnsanlara, peygamberlerin getirdiği bütün hükümlere itaat etmelerini emretmiş, onlara İtaat etmeye ve emrettikleri hükümlere yapışmaya teşvik etmiştir. Çünkü doğru yol ondadır. Bu konuda kesin bilgi ve İlk dönem âlimlerinin görüş birliği vardır. Peygamberlerin Allah'ın hükümlerini getirdiği yollar dışında, hükümleri bilmenin başka bir yolu bulunduğunu ve bu yolun peygamberlerin yoluna ihtiyaç bırakmadığını iddia eden kişi kâfirdir, öldürülür, kendisinden tevbe etmesi istenmez (yani tevbe etmesine müsaade edilmez).

Hızır'ın yaptığı şeyin din ile çelişen hiçbir tarafı yoktur. Zalim bir kimsenin gemiyi gasp etmesini önlemek için geminin tahtalarından birinin sökülmesi, zalim kimsenin gasp tehlikesi geçince tahtanın yerine çakılması hem din hem akıl bakımından caizdir. Ancak Musa ilk anda görünen durumu dikkate alarak bunu yadırgamakta acele etmiştir. Müslim'in Ebû İshak'tan rivayetindeki şu ifade bunu açık olarak göstermektedir: "Gemiyi çalıştıran kişi tahtasının kırık olduğunu görünce onu tamir etti".

Farklı şekillerde anlaşılmaya müsait olan durumları yadırgamakta acele et­memek gerekir.

Hızır'ın çocuğu öldürmesine gelince bunun, onun dininde caiz olması muhtemeldir.

Duvarı onarma ise kötülüğe iyilikle karşılık verme cinsinden bir fiildir. Bu hadisle ilgili diğer meseleleri tefsir bölümünde ele alacağız.[4762 nolu hadis]


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

18 Aralık 2018 Salı

YASİN SÛRESİ 28-32. ayetlerin tefsiri


"Şehir Halkı" Kıssasının Devamı, Peygamberleri Yalanlayanların Cezalandırılması:

28- Ondan sonra kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik, in­diriciler de değildik.

29- Sadece bir tek sayha, o kadar. Hemen sönüp gittiler.

30- Ey kulların üzerine çöken bü­yük hasret ve pişmanlık, hazır ol! Onlar kendilerine hangi elçi gelse onu alaya alıyorlardı.

31- Kendilerinden önce nice nesille­ri helak ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmediklerini gör­mezler mi?

32- Onların hepsi toptan huzurumu­za muhakkak getirileceklerdir.


Açıklaması:


"Ondan sonra kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik, indiri­ciler de değildik." Yani mümin olan Habîbu'n-Neccâr'ın kavmi üzerine onu öldürmelerinden sonra kendilerini Allah'a imana davet için meleklerden bir ordu indirmedik; buna ihtiyacımız da yoktu. Bilakis bizim için bu mese­le, böyle bir ordu indirmekten daha hafif ve basitti; onları orduyla değil, sayha ile helak etmek suretiyle takdirimiz gerçekleşmişti.

Onların bu şekilde helak edilmesi, kendilerini tahkir içindir. Zira gök­ten melekler indirmek, çok önemli işlere mahsustur. Onları helak etmek için ise gökten indirilecek bir orduya hacet yoktu. Bilakis biz onları bir tek sayha ile helak ettik.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sadece bir tek sayha, o ka­dar. Hemen sönüp gittiler." Yani onların helak edilmesi, sadece Cebrail'in bir sayhası ile oldu. O sayha ile helak oldular. Onların yakalanması yahut cezası sadece bir tek sayha ile olmuştu.

Buradaki "bir tek" ifadesi tekit içindir. Çünkü söz konusu azap Allah indinde basittir. "Hemen sönüp gittiler" ifadesinde, helakin süratli bir şe­kilde gerçekleştiğine işaret vardır.

"Ey kulların üzerine çöken büyük hasret ve pişmanlık, hazır ol! Onlar kendilerine hangi elçi gelse onu alaya alıyorlardı." Yani Ey peygamberleri yalanlayan kimseler! Tevhide, hakka ve hayra çağıran hiçbir peygamber gelmemiştir ki kendisiyle alay edilmesin, söyledikleri yalanlanmasın ve getirdiği hak din inkâr edilmesin. İşte bu sebeple acıklı bir hasret çekin ve yaptıklarınıza pişman olun!

"Ey kulların üzerine çöken büyük hasret ve pişmanlık, hazır ol!" Yani şimdi peygamberleri yalanlayanlar için hasret vaktidir. Onların hasret çekmelerinin sebebi, kendileriyle aynı tavır içinde olan geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret almamalarıdır. Esasen burada gerçek manada hasret çekme söz konusu değildir. Zira burada zamanın, hasreti isteme za­manı olduğu beyan edilmek istenmektedir. Çünkü azapla karşı karşıya kalındığında pişmanlık duygusu ortaya çıkmıştır. Buradaki hasretin, kâfir­ler tarafından peygamberler yalanlandığında meleklerin, kâfirlerin bu du­rumuna hayıflanıp ah-vah etmesi olduğu da söylenmiştir.

Daha sonra Yüce Allah hal-i hazırdaki ve gelecekteki nesilleri uyar­makta ve şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmediklerini görmezler mi?" Yani kendilerinden önce yaşa­mış olan ve peygamberleri yalanlayan Âd ve Semûd gibi, Allah'ın helak et­tiği kavimlerin durumundan ve onların artık dünyaya dönemeyecek olma­sından ibret almazlar mı? Burada, öldükten sonra dünyaya, daha önce ya­şadıkları gibi tekrar döneceklerine bilgisizce inanan Dehrî (yani tanrıtanı­maz, ateist)'lerin iddiaları da reddedilmektedir. Nitekim Yüce Allah onla­rın şöyle dediklerini hikâye etmektedir: "Dediler ki: Ne varsa dünya haya­tımızdır. Başka birşey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası he­lak etmiyor." (Câsiye, 45/24).

Daha sonra Yüce Allah yine onlara, dünya azabından sonra ahirette de hesap ve ceza olduğunu öğretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onların hepsi toptan huzurumuza muhakkak getirileceklerdir." Yani geçmiş ve gele­cek ümmetlerin tümü kıyamet günü hesap için Yüce Allah'ın huzuruna ge­tirilecekler ve Yüce Allah onlara, hayrıyla şerriyle bütün amellerinin karşı­lığını verecektir. Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Şüphesiz Rabbin, herbirinin amellerinin karşılığını tam olarak verecektir." (Hûd, 11/111).

Bu ayet, Allah'ın bu dünyada helak ettiği kimselerin yakasını bırak­mayacağının, dünya hayatından sonra da onların Yüce Allah'ın huzurunda toplanıp hesap vereceklerinin ve cezaya çarptırılacaklarının delilidir. Şayet Yüce Allah bu dünyada helak ettiği kimselerin yakasını bıraksaydı, şairin de dediği gibi ölüm onlar için bir rahatlık ve kurtuluş olurdu:

"Kurtulsaydı yakamız öldüğümüzde şayet Öldüğü an ererdi rahata her zî-hayat. Gel gör ki öleceğiz, tekrar dirileceğiz Ve sonra her şey için bir hesap vereceğiz." [3]


[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/8-10.

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

17 Aralık 2018 Pazartesi

YASİN SÛRESİ 13-27. ayetlerin tefsiri


Kasaba (Antakya) Halkının Kıssası:


13- Sen insanlara o kasaba halkının kıssasını misal ver: Bir zaman onlara elçiler gelmişti.

14- Biz onlara iki elçi göndermiştikte onlar elçileri yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de onları bir üçüncüsüyle desteklemiştik. Elçiler kasaba halkına: "Şüphesiz bizler size gönderilen elçileriz." demişlerdi.

15- Onlara şöyle cevap vermişlerdi: "Siz de ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman olan Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz."

16- Elçiler de şöyle demişlerdi: "Rabbimiz biliyor ki, gerçekten bizler size gönderilmiş elçileriz.

17- Bizim üzerimize düşen açıkça tebliğ etmektir."

18- Kasaba halkı şöyle demişlerdi: Biz sizinle uğursuzluğa düştük. Yemin olsun ki eğer vazgeçmezsen taşlarız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunur."

19
"Elçiler de şöyle demişlerdi: Uğursuzluk sizin kendinizdedir. Siz hak hatırlatıldığı için mi bize tehditler savuruyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz."

20- Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gelmiş ve şöyle demişti: "Ey kavmim! Size gönderilen elçilere uyun."

21- "Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda olanlara uyun."

22- "Ben beni yoktan varedene nasıl ibadet etmeyeyim? Oysa siz de O'na dön­dürüleceksiniz."

23- "Allah'tan başka ilahlar mı edineyim? Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilediğinde o ilahların yardımları bana bir fayda vermez. Onlar beni kurtaramazlar da."

24- "O takdirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum."

25- "Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Beni dinleyin."

26-27- (Davetinin mükâfatı olarak) Ona: Gir Cennet'e, denildi. O da: "Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bil­se." dedi.


Açıklaması:

"Sen insanlara o kasaba halkının kıssasını misal ver: Bir zaman on­lara elçiler gelmişti."

Ya Muhammed! Seni yalanlayan kavmine aşırılık, inatçılık ve inkar­cılıkta Antakya kasabası halkının kıssasını örnek ver.

Allah, Antakya kasabasında Hz. İsa (a.s.)'ın ashabı olan havarilerden üçünü göndermiş, Kureyş'in inat ederek yalanlamaları gibi Antakya halkı bu elçileri yalanlamışlar, bu her iki grup da yalanlamakta ısrar etmişlerdi.

Ayette geçen kasaba (karye) bütün müfessirlerin görüşüne göre An­takya'dır. Elçiler (mürselûn) ise İbni Abbas ve pek çok müfessirin görüşüne göre Hz. İsa (a.s.)'ın ashabı olup Cenab-ı Hak onları dini uygulamak üzere göndermiştir.

Cenab-ı Hak daha sonra bu elçilerin sayısını belirtmek üzere şöyle buyurdu: "Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar o elçileri yalanlamışlar­dı. Bunun üzerine biz de onları bir üçüncüsüyle desteklemiştik. Elçiler kasaba halkına: Şüphesiz bizler size gönderilen elçileriz, demişlerdi." Yani biz onlara iki elçi göndermiştik. Onları Hz. İsa (a.s.), Allah Tealâ'nın emriyle göndermişti. Kavmi risalet konusunda bu iki elçiyi derhal yalan­ladılar. Biz de bunları üçüncü bir elçiyle te'yid edip takviye etmiştik. Onlar bu kasaba halkına: Şüphesiz bizler size, sizi yaratan Rabbiniz tarafından, sadece hiçbir ortağı olmayan Allah'a ibadet etmeniz ve putlara tapınmayı terketmeniz için gönderilen elçileriz, dediler.

Bu ilk iki elçi Yuhanna ve Polus olup üçüncü elçi ve Şem'un idi. Bir görüşe göre üçüncü elçinin ismi Polus idi.

Antakya kasabası halkı diğer ümmetler gibi elçilerin beşer oluşu bahanesine sarıldılar. Cenab-ı Hak bu durumu şöyle beyan etmektedir:

"Onlar da şöyle demişlerdi: Siz de, ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman olan Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyor­sunuz. "

Kasaba halkı üç elçiye şöyle dediler: Siz de bizim gibi beşersiniz, yemek yiyorsunuz, çarşılarda dolaşıyorsunuz. Sizin bizden farklı bir özel­liğiniz yok. Rahman olan Allah size iddia ettiğiniz gibi ne bir risalet, ne de kitap indirmiştir. Bunu sizden başka rasuller ve onlara tâbi olanlar da id­dia etmektedir. Siz bu iddia ettiğiniz risalette sadece yalancısınız.

Onların "Rahman olan Allah hiçbir şey indirmemiştir." ifadeleri Al­lah'ın varlığını itiraf ettiklerinin delilidir. Fakat onlar risaleti inkâr etmekte ve putlara, Allah'la arasında vasıta -şefaat vesilesi- olarak tapmaktadırlar.

Bu şüphe, Hakk'ı yalanlayan pek çok ümmetin şüphesidir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette onların durumunu şöyle bildirmektedir: "Bunun sebebi şudur: Onlara peygamberleri apaçık mucizeler getiriyordu. Onlar da: Bizi bir insan mı doğru yola iletecek? diyorlardı." (Tegabün, 64/6). Yani buna hayret etmiş ve bunu inkâr etmişlerdi. Bu konuda bir baş­ka ayet de şu şekildedir: "Kavimleri peygamberlerine şöyle dediler: Siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. Davet ettiğiniz şeylerle bizi atalarımızın taptıklarından uzaklaştırmak istiyorsunuz. Bize apaçık bir delil getirin." (İbrahim, 14/10).

Elçiler de: "Rabbimiz biliyor ki, gerçekten bizler size gönderilmiş el­çileriz, dediler." Yani üç elçi kasaba halkına şöyle cevap verdiler: Allah biliyor ki biz Allah'ın size gönderdiği elçileriyiz. Biz onun adına yalan söy­leyen kişiler olsaydık, O bizden son derece şiddetli bir şekilde intikam alır­dı. Halbuki Allah bizi üstün kılacak ve bize destek verecektir. Ve siz en güzel akıbetin kimin olacağını gayet iyi bileceksiniz.

Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Sen onlara şöyle de: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O göklerde ve yerdekileri bilir. Batıla inanıp Allah'ı inkâr edenler, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir." (Ankebut, 29/52).

Elçiler daha sonra görevlerini şöyle belirttiler: "Bizim üzerimize düşen açıkça tebliğ etmektir." Yani bizim üzerimize düşen görev, sizi gönderil­memizin sebebi olan ilahî mesajı tebliğ etmektir. Bizim üzerimize ilahî mesajı açık bir şekilde tebliğ etmek vaciptir. Siz buna icabet ederseniz, iki cihanın saadetine nail olursunuz. Eğer icabet etmezseniz, yalanlamanızın sonucunu öğreneceksiniz.

Bunun üzerine "kasaba halkı şöyle demişlerdi: Biz sizinle uğursuzluğa düştük. Yemin olsun ki eğer vazgeçmezseniz sizi taşlarız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunur." Kasaba halkı elçilere: Biz sizin sebebinizle uğur­suzluk bulduk. Hayatımızda sizin yüzünüzden hayır bulamadık. Siz bizi böldünüz ve aramızda ihtilâf çıkardınız. Eğer bu daveti terketmez ve bu sözden yüzçevirmezseniz, sizi taşlarız. Bizden size acıklı bir azap ve şiddet­li bir ceza isabet eder.

"Ve-leyemessenneküm" ifadesi taşlamanın durumunu beyan etmek­tedir. Yani bu taşlama bir-iki taşla yapılan bir taşlama olmayacaktır, bilakis biz öldürünceye kadar buna devam edeceğiz. Bu can yakıcı bir iş­kencedir. Bazıları buradaki "Vav"ın "veyahut" anlamında olduğu görüşün­dedir. Bundan murad şudur: Ya sizi öldüreceğiz, yahut hapsedeceğiz ve hapishanelerde size işkence yapacağız.

"Elçiler de şöyle demişlerdi: Uğursuzluk sizin kendinizdedir. Siz hak hatırlatıldığı için mi bize tehditler savuruyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz."

Yani elçiler kasaba halkına şöyle demişlerdi: Sizin uğursuzluğunuz, kendinizden dolayıdır. Dolayısıyla uğursuzluğun sebebi sizin yalanlamanız ve inkâr etmenizdir, yoksa biz değiliz. Size uyarıda bulunduğumuz ve size Allah'ın birliğini ve sadece Allah'a kullukta bulunmayı emrettiğimiz için mi bizim sizin için uğursuz olduğumuzu iddia ettiniz, bizi tehdit ettiniz. Hayır, gerçek şudur ki siz hakka aykırı davranmakta haddi aşan, sapıklık­ta ileri giden bir kavimsiniz. Sapıklık ve inatçılıkta devam ettiniz.

Bu tavır Firavun kavminin tavrına benzemektedir: "Onlara iyilik ve bolluk geldiği zaman: Bu bize aittir, derler. Bir kötülüğe uğradıkları zaman da, bunu Musa ve beraberindekilerin uğursuzluklarına yorarlar. İyi bilin ki, onların uğursuz saydıkları şey, Allah katındadır." (A'raf, 7/131).

Yine bu tavır Salih (a.s.) kavminin tavrının da benzeridir: "Kavmi -Salih'e-:" Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Salih de: "Uğursuzluğunuzun sebebi Allah nezdindedir." dedi." (Nemi, 27/47).

Cenab-ı Hak daha sonra elçilerini bir yardımcı ile destekledi: "Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gelmiş ve şöyle demişti: Ey kavmim! Size gönderilen elçilere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda olan­lara uyun."

Şehrin en uzak tarafından Habib Neccar adındaki bir davetçi, elçilerin haberini işitince koşarak gelmiş ve kavmine şu nasihatte bulunmuştu: Ey kavmim! Sizi sapıklıktan kurtarmak için gelen Allah'ın elçilerine uyun. Onlar size yaptıkları davetlerinde samimidirler. Onlar bu ilâhî mesajı teb­liğ uğrunda hiçbir maddi karşılık beklememektedirler. Sizi davet ettikleri hiçbir ortağı bulunmayan ve tek olan Allah'a ibadet etme hususunda hak ve hidayet metodu üzerindedirler.

Bu davetçi kendisi için arzu ettiği şeyleri onlar için de arzu ettiğini açıkladı:

"Ben beni yoktan var edene nasıl ibadet etmeyeyim? Oysa siz de O'na döndürüleceksiniz." Sadece, beni yaratana ibadette bulunmaya ne engel olabilir. Kıyamet günü dönüş ve varış yalnız O'nadır. O, amellerinize göre hayırsa hayır, şerse şer size karşılık verecektir.

Bu ifadede Allah'a kullukta bulunma teşvik edilmekte ve O'nun azabından sakındırılmaktadır.

Davetçi, daha sonra kendi yolunun doğruluğunu ve putlara tap­malarından dolayı onların yolunun yanlışlığını bir kez daha vurgulamak üzere şöyle demişti:

"Allah'tan başka ilahlar mı edineyim? Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilediğinde o ilahların yardımları bana bir fayda vermez. On­lar beni kurtaramazlar da."'

Bu inkâr, azarlama ve ihtar şeklindeki bir soru olup bununla şu mana kastedilmektedir: Allah'tan başka asla ilâh edinmeyeceğim. İbadete lâyık olan Allah'a ibadet etmeyi bırakıp sahte tanrılara ibadet etmeyeceğim. Beni yoktan var edip yaratan O'dur. Zira Rahman bana bir kötülük yap­mayı murad etse, bu taptığınız putların şefaati bana fayda vermez ve beni kötülük uçurumundan kurtarmaz. Çünkü onlar hiçbir şeye mâlik değiller­dir. Ne zararı ortadan kaldırabilir, ne de engelleyebilirler. Ne fayda temin edebilir, ne de herhangi bir kimseyi içinde bulunduğu durumdan kur­tarabilirler.

"O takdirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum." Yani ben Allah'ı bırakıp bu putları tanrı edinirsem, şüphesiz ki ben gerçekte ve hakikatte apaçık bir hata, büyük bir bilgisizlik ve haktan sapma içine düşmüş olu­rum.

Bu ifade onlara yapılan bir tarizdir. Cenab-ı Hak daha sonra hiçbir kuşku bulunmayan açık bir ifadeyle onun mümin olduğunu belirtmek üzere peygamberlerine hitap ederek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Beni dinleyin." Ben, beni sizi gönderen Rabbinizi tasdik ettim. O'nun nezdinde benim için buna şahid olun.

İbni Abbas, Ka'b ve Vehb (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre o elçi bunu söyleyince hep birden onun üzerine saldırıp onu öldürdüler. Ona en­gel olacak hiçbir kimse yoktu. Katade diyor ki: Onu taşlamaya başladık­larında o şöyle diyordu: "Allahım! Kavmime doğru yolu göster, çünkü onlar bilmiyorlar." Onlar elçi ölünceye kadar taşlamaya devam ettiler.

Elçinin onların hidayetini arzu etmesinin alâmeti şu idi: "Ona: "Gir cennete." denildi. O da: "Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilse." dedi." Yani Allah elçi öldürüldük­ten sonra ona değer vermek üzere: Hakk'ı tebliğ etme yolunda şehid ol­duğu için cennete gir, der. O da cennete girip orada rızıklanır. Cennet nimetlerini görünce şöyle der:

Keşke kavmim benim son durumumu, iyi halimi ve güzel akıbetimi bilse, dolayısıyla benim iman ettiğim gibi iman etse ve benim içinde bulun­duğum nimete onlar da nail olsa! Keşke onlar günahlarımın bağışlanması ve beni Rablerinin kendilerine lütfettiği bol sevap ve umumi ihsana lâyık olan Allah'a yakın, değerli şehitler zümresine katması şeklinde Allah'ın bana verdiği lütufları bilseler!

İhlaslı müminin durumu daima böyledir. O bütün insanlar için hayır ister. Katade diyor ki: Mümini daima hayrı isteyen kişi olarak bulursun. Onu hilekâr olarak göremezsin. [2]


[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/589-593.


http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

16 Aralık 2018 Pazar

İlmi Ezberlemek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

42. İlmi Ezberlemek

118- Ebû Hureyre 
radıyallahu anh şöyle demiştir:

İnsanlar "Ebû Hureyre çok hadîs rivayet ediyor" diyorlar. Allah'ın kitabın­daki şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim:

"İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve Çokça esirgeyenim."
[El-Bakara,2/159-160]

Muhacir kardeşlerimiz çarşıda alışverişle, ensar kardeşlerimiz de tarlaların­da çalışmakla meşgul olurken Ebû Hureyre 
radıyallahu anh boğaz tokluğuna Resûlullah'ın Sallallahü Aleyhi ve Sellem yanında bulunur, onların bulunmadığı meclislerde hazır olur, onların ezberlemediklerini ezberlerdi".

Açıklama

"Şu iki âyet olmasaydı" yani bu iki âyette ilmi gizleyenleri Allah kınamamış olsaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim.

119- Ebû Hureyre 
radıyallahu anh şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle dedim: "Ey Allah'ın Resulü! Ben senden pek çok hadis işitiyorum ancak unutu­yorum."

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  bana: "Hırkanı yere ser" buyurdu. Ben de hırkamı yere serdim. Elleriyle bir şey avuçlayıp hırkamın içine atıyor gibi yaptı. Sonra da: "Topla" dedi. Ben hırkamı topladım. Bundan sonra hiçbir şey unutmadım.

Açıklama
Bu İki hadiste Ebû Hureyre'nin 
radıyallahu anh üstünlüğü ve peygamberlik ala­metlerinden açık bir mucize bulunmaktadır. Çünkü unutkanlık insanın ayrılmaz bir özelliğidir. Ebû Hureyre radıyallahu anh bu unutkanlığın kendisinde çokça bulunduğunu itiraf etmiş, sonra Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem  bereketiyle bu durumun orta­dan kalktığını söylemiştir.

Hâkim el-Müstedrek adlı eserinde Zeyd İbn Sâbit'ten şunu rivayet etmiştir: Ben, Ebû Hureyre ve bir kişi daha Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yanındaydık. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Dua ediniz" buyurdu. Ben ve arkada­şım dua ettik. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de 'Amin" dedi. Ebû Hureyre de "Allah'ım iki ar­kadaşım senden ne istediyse onu istiyorum, senden unutulmayan bir ilim İstiyo­rum" diyerek dua etti, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Amin" dedi. Biz "Ey Allah'ın Resulü biz de aynısını istiyoruz" dedik. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Devs kabilesinden olan delikanlı (Ebû Hureyre) ikinizi geçti" buyurdu.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

* Hadiste ilmi ezberlemeye teşvik vardır.

* Dünyalığı azaltmak, ilmi ezberlemeyi kolaylaştırır.

* Bakmakla yükümlü olduğu insanlar bulunan bir kimsenin çalışıp kazan­masının fazileti.

* Kişi mecbur kaldığında ve kendini beğenmekten emin olduğunda, kendi­sinde bulunan üstünlüğü haber verebilir.

120- Ebû Hureyre; şöyle demiştir:

"Resûlullah'tan 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem iki kap ilim ezberledim. Birincisini yaydım, diğerine gelince şayet bunu yayacak olursam benim şu boğazım kesilir".

Açıklama

"İki kap ilim" yani iki tür ilim.

Âlimler, Ebû Hureyre'nin 
radıyallahu anh yaymadığı ilmi, içinde kötü yöneticilerin isimleri­nin, durumlarının ve zamanlarının bulunduğu hadisler şeklinde yorumlamışlar­dır. Ebû Hureyre radıyallahu anh başına bir kötülük gelmesinden dolayı bunların bir kısmını üstü kapalı bir biçimde anlatıyor, açıkça söylemiyordu. Nitekim o bir sözünde "Alt­mışlı yılların şerrinden ve çoluk çocuğun idareci olmasından Allah'a sığınırım" diyerek Muaviye'nin oğlu Yezid'in halifeliğine işaret etmiştir. Çünkü Yezid İbn Muaviye hicretin altmışıncı yılında başa geçmişti. Allah Ebû Hureyre'nin duasını kabul etti, Ebû Hureyre bundan bir yıl önce (h.59'da) vefat etti. Fitneler bölü­münde bununla ilgili bilgi gelecektir.

İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: Bâtınîler kendi batıl inançlarını doğru gös­termek için Ebû Hureyre'nin 
radıyallahu anh bu sözlerini delil olarak kullanmışlar ve şeriatın bir zahir bir de bâtını olduğuna inanmışlardır. Bu bâtın ise dinden çıkmadır. Ebû Hureyre "boğazım kesilir" sözü ile; zalim idareciler kendisinin onların uygulama­larını eleştirdiğini ve hareketlerini sapıklıkla nitelediğini duyduklarında başının kesileceğini kasdetmiştir. Şu husus da bunu destekler: Onun gizleyerek söyleme­diği hadisler dini hükümlerden olsaydı bunları gizlemesi caiz olmazdı. Nitekim Ebû Hureyre önceki hadiste ilmi gizleyenleri kınayan âyeti okumuştur.

Başka hadis yorumcuları ise Ebû Hureyre'nin 
radıyallahu anh gizlediği ilmin; kıyamet ala­metleri, âhir zamanda durumların değişmesi ve savaşlar ile ilgili hadisler olabile­ceğini söylemişlerdir. Zira bu tür haberlere alışık olmayanlar bunları inkar edebi­lir ve bunların hakikatini anlamayanlar buna itiraz edebilirler.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

15 Aralık 2018 Cumartesi

YASİN SÛRESİ 1-12. ayetlerin tefsiri


Kuran, Peygamber Ve Kendilerine Peygamber Gönderilenler
1- Yâ, sîn.

2-Hikmetle dolu olan Kur'an'a yemin olsun ki,

3-Hiç şüphesiz sen, peygamberlerdensin

4- Sen dosdoğru bir yol üzerindesin.

5- (Bu Kur'an) Aziz ve Rahim (olan Allah) tarafından İndirilmiştir.

6- Ataları uyarılmamış, bu yüzden gafil kalmış bir kavmi uyarman için (indirilmiştir).

7- Şüphesiz ki bu vaad insanların çoğuna hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler.
8- "Şüphesiz biz (inkârda ısrar eden) kâfirlerin boyunlarına (çenelerine kadar dayanan) demir halkalar geçirdik. Bu yüzden onların başları yukarıdadır." (Hakk'ı göremezler).

9- Onların hem önlerine, hem de arkalarına birer set çekerek gözlerini Perdeledik. Artık onlar göremezler.

10- Sen onları uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler.

11- Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarırsın. Sen o kimseyi mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.

12- Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz ve insanların dünyada yaptıklarını ve (öl­dükten sonra geride bıraktıkları) eserlerini biz kaydederiz. Biz her şeyi apa­çık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir.


Açıklaması:


'Ya, sîn. Hikmetle dolu olan Kur'an'a yemin olsun ki hiç şüphesiz sen peygamberlerdensin. Sen dosdoğru bir yol üzerindesin." Ya, sîn. Sonsuz hikmetli, nazmı ve manasıyla muhkem olan Kur'an'a yemin olsun ki sen ey Muhammed, Allah tarafından kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan dos­doğru ve sağlam bir din, eksiksiz bir metod üzerinde olan bir rasulsün.

Bu ayetlerde Kur'an'ın baki bir mucize, Hz. Muhammed'in nübüv­vetinde sadık olan, Rabbi tarafından daimî bir risaletle gönderilen Allah Rasulü olduğuna işarettir.

"(Bu) Aziz ve Rahim (olan Allah) tarafından indirilmiştir." Bu Kur'an, bu din ve senin getirdiğin bu yol mümin kullarına çok merhametli olan iz­zet sahibi Allah nezdinden indirilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu gös­teriyorsun. O yol, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. İyi bilin ki, bütün işler Allah'a döner." (Şûra, 43/52-53).

Bu, Kur'an'ın mertebesine ve Kuranın Rahman'ın en büyük nimet­lerinden biri olduğuna delâlet eden açık bir delildir.

"Ataları uyarılmamış, bu yüzden gafil kalmış bir kavmi uyarman için (indirilmiştir)."

Ey Peygamber! Seni kendilerine daha önce hiçbir uyarıcı peygamber gelmeyen ve onların yakın babalarına da kendilerini uyaracak ve Allah Tealâ'nın hükümlerini kendilerine tanıtacak hiçbir peygamber gelmeyen Araplara gönderdik. Bundan dolayı onlar insanlığı iki cihanda saadete er­direcek hükümleri, nur ve hakkı bilmekten gafildirler.

Fakat burada sadece kendilerinin zikredilmesi, önem verilmesi ve hitabın bunlara yöneltilmesi, Rasulullah'ın bütün insanlara gönderilmiş ol­masına engel değildir. Bunun delili onun peygamberliğinin umumi oluşu hakkındaki ayetler ve bilinen mütevatir hadislerdir.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ki ben, Allah'ın hepinize (gönderdiği) elçisiyim." (A'raf, 7/158). Peygamberimiz (s.a.) Buhari, Müslim ve Neseî'nin Cabir'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: "Önceki peygamberler, sadece kendi kavmine gönderildi. Ben ise bütün insanlara gönderildim."

"Şüphesiz ki bu vaad insanların çoğuna hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler." Yani azap Mekke halkının çoğuna vacip olmuştur. Bu azap Levh-i Mahfuz'da, onlar Kur'an'a ve Hz. Muhammed (s.a.)'e iman etmezler şeklinde tescil edilen husustur. Onlar hayatları boyunca küfür üzerine ısrar edip, küfür üzerine öleceklerini Allah'ın ezelî ilmiyle bildiği kimselerdir.

Ayetteki "kavi "den murad, ezelî kaza ve hükümdür. Bu zorlama ve mecburiyet yoluyla olmayan, bilakis kulların kendi tercihleri ve küfür üzerine ısrar etmeleri sebebiyle meydana gelen ve Allah'ın ezelde ken­dilerinin son durumlarını bilmesi sebebiyle gerçekleşen hükümdür. Bu ayette, telaşlanmaması ve onların iman etmemelerinden dolayı üzül­memesi için Peygamberimiz (s.a.) teselli edilmektedir.

Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin küfür üzerinde kararlı olduk­larına ve onların iman etmelerine hiçbir yol olmadığına bir misal vererek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz biz (inkârda ısrar eden) kâfirlerin boyunlarına (çenelerine kadar dayanan) demir halkalar geçirdik. Bu yüzden onların başları yukarıdadır." Yani biz onların bir şey yapmalarına engel olmak üzere ellerini kelepçelerle boyunlarına bağlamışızdır. Böylece onlar gözleri yerde, başları yukarıda olan kimseler oldular.

Bu şu anlama gelmektedir: Allah onları, hakka yönelmemeleri ve bakışlarını hakka doğru yöneltmemeleri hususunda elleri bağlı, başları yukarıda kimseler gibi kılmıştır. Onlar aynı zamanda iki set arasında ayakta duran kimseler gibidir. Ne önlerini, ne de arkalarını görebiliyorlar. Onlar Allah'ın ayetlerine bakmaktan gözleri körelmiş durumdadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Biz onların hem önlerine, hem de arkalarına birer set çekerek göz­lerini perdeledik. Artık onlar göremezler." Müşriklerin durumlarının tasviri hususunda daha önce belirtilen misali pekiştirmek üzere onların Allah'ın ayetlerine bakma hususunda böbürlenmeleri sebebiyle tıpkı önünden ve arkasından iki setle kuşatılan kimseler gibi görmekten mahrum bırakıl­mışlardır. Dolayısıyla hiçbir şeyi göremezler. Onlar hiçbir hayırdan istifade edemezler ve hayra yol bulamazlar. Çünkü biz onların gözlerini hakka kar­şı kapattık.

Bu örnek bilgisizlik, geri kalmışlık, ilkelik özelliklerine sahip olan id­rakleri ve gözleri medeniyet, ilerleme ve kalkınmanın verileri hakkında düşünmekten mahrum bırakılan kişiler için isabetli bir örnektir. Bu manevî-ilâhî şeddin gözle görülen maddi engel şeklindeki şedde benzetil­mesi hususunda gayet parlak bir temsildir.

Geçen örneklerin sonucu olarak: "Sen onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." Senin, küfürleri üzerinde ısrar eden bu kimseleri uyarman ve uyarmaman eşittir. Onlar hakkı kabul etmeye, Al­lah'ın çağrısına boyun eğmeye, Hz. Peygamber (s.a.)'in risaletinin doğ­ruluğuna delâlet eden delilleri incelemeye, Allah Tealâ'nın varlığına ve bir­liğine delâlet eden kâinatın ve görünen âlemin hayret verici delillerini düşünmeye müsait olmadıkları müddetçe uyarıda bulunmak bu kimselere yararlı olmayacaktır.

Uyarının faydalı olup olmaması hususuna gelince, Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Sen ancak Kur'an a uyan ve görmediği hal­de Rahman'dan korkan kimseyi uyarırsın. Sen o kimseyi mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele." Yani senin uyarman sadece Kur'an-ı Azîm'e iman eden, onun hükümlerine ve esaslarına uyan, henüz Allah'ın cezasını gör­mediği halde Allah'ın cezasından korkan ya da Cenab-ı Hakk'ı görmediği halde Ondan korkan kimselere yararlı olabilir. İşte bu kimselere günah­larının mağfireti, Allah'ın rızası, değerli mükâfat ve ebedî nimet -cennet-müjdesini ver. Bu ayetin benzeri şudur: "Görmedikleri halde Rablerinden korkanlar için bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vardır." (Mülk, 67/12).

Allah Tealâ daha sonra müminlere ve mümin olmayanlara verilecek mükâfat ve cezanın meydana geleceğini vurgulamak üzere şöyle buyurdu:

"Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz ve insanların dünyada yaptıklarını ve (öl­dükten sonra geride bıraktıkları) eserlerini biz kaydederiz."

Yani biz fiilen ölüleri diriltmeye ve kabirlerinden canlı olarak çıkar­maya kadiriz. Onların geçmişte yaptıkları iyi-kötü bütün amellerini, ar­kada bıraktıkları güzel ve çirkin bütün eserlerini tescil edecek olan biziz. Yani onların bizzat yaptıkları amellerini ve kendilerinden sonra arkaların­da bıraktıkları eserlerini kayda alır, yazarız. Bütün bunlara hayırsa hayır, serse şer olarak karşılık veririz. Kim fazileti yaymak için çalışırsa, onunla mükafatlandırılır. Kim de çirkinlik ve kötülüklerin yayılması maksadını güderse bundan dolayı hesaba çekilir.

Müslim'in Cerir b. Abdillah el-Becelî'den rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir: "Kim İslâm'da güzel bir çığır açarsa, onun ecrine ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin ecrine nail olur. Ancak kendisinden son­rakilerin ecirlerinden hiçbir şey eksilmez. Kim İslâm 'da kötü bir çığır açar­sa, onun günahını ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahını alır. Ancak kendisinden sonrakilerin günahlarından hiçbir şey eksilmez."

Yine Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygam­berimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlu öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak şu üç amel hariç: Kendisiyle faydalanılan ilim, kendisine dua eden salih evlât, kendisinden sonra devam eden sadaka."

Allah Tealâ daha sonra eserlerin yazılmasının sadece insanlara mah­sus olmadığını, bütün eşyayı içine aldığını bildirmek üzere şöyle buyurdu:

"Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir." Yani biz kul­ların amellerinden her şeyi ümmü'l-kitapta -varlıklarla ilgili her şeyin tes­cil edildiği Levh-i Mahfuz'da- tespit ve tescil ettik.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin nezdinde bir kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne de unutur." (Taha, 20/52); "İnsanların dünyada yaptıkları her şey amel defterlerinde kayıtlıdır. Küçük-büyük hepsi satır satır yazılmıştır." (Kamer, 54/52-53). [1]


[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/581-584.

14 Aralık 2018 Cuma

AL-İ İMRAN SÛRESİ 137-141. ayetlerin tefsiri


Yalancılarla Takva Sahiplerinin Akıbeti Ve Müminlerin Cihadla Aziz Olması


137- Sizden evvel bir çok ümmetler ge­lip geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların son­ları nice oldu, görün.

138- Bu, inananlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için de bir bidayet ve bir öğüttür.

139- Gevşemeyin, üzülmeyin de. Siz eğer müminler iseniz, muhakkak üs­tünsünüz.

140,141- Eğer size bir yara isabet ettiy­se o topluluğa da öylece bir yara isabet etmiştir. İşte o günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Al­lah müminleri ayırt etsin, içinizden şe­hitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir de müminleri Allah temizlesin, kâ­firleri de helak etsin diye.


Nüzul Sebebi

"Gevşemeyin, üzülmeyin de..." buyruğunun inişi ile ilgili olarak İbni Abbas der ki: Resulullah (s.a.)'ın ashabı Uhud günü bozguna uğradı. Hâlid b. Velid dağın tepesinden arkalarından dolaşarak müşriklerin atlılarıyla birlikte üzer­lerine doğru geliyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) şöyle dua etti: "Allahım, bizim üstümüze çıkmasınlar, Allahım bizim gücümüz ancak seninledir. Allahım bu beldede bunlardan başka sana ibadet eden kimse yoktur." Bunun üze­rine Yüce Allah bu ayet-i kerimeleri indirdi. Müslümanlardan bir grup okçu or­taya çıkarak tepeye tırmandı ve onları geri çekilmek zorunda bırakıncaya ka­dar müşriklerin atlılarına ok attılar. İşte Yüce Allah'ın, "Muhakkak üstünsü­nüz" buyruğu bunu anlatmaktadır.[8]

"Eğer size bir yara isabet ettiyse..." buyruğunun baş taraflarının nüzul se­bebi ile ilgili olarak Raşid b. Sa'd der ki: Resulullah (s.a.) Uhud günü kederli ve üzüntülü olarak dönünce kimi kadınlar -hafifçe üzüntü ve keder sesleri çıkararak- kocasını, oğlunu öldürülmüş olarak getiriyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.), "Allah'ın Rasulüne böyle mi yapılır?" dedi, Yüce Allah da, "Eğer size bir yara isabet ettiyse..." ayetini indirdi.[9]

140. ayet-i kerimede "... içinizden şehitler edinsin" buyruğunun nüzulüne gelince: İbni Ebi Hatim, Ikrime'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kadınlar, Uhud'dan bekledikleri haberlerin gecikmesi üzerine durumu öğrenmek üzere dışarı çıktılar. Deve üstünde gelen iki adam gördüler. Bir kadın, "Resulullah (s.a.) ne durumda?" diye sordu, "hayattadır, dediler. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: "Allah'ın kullarından bazılarını şehit yapması umurumda de­ğildir." Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'in ayeti onun dediği şekilde, "İçinizden şehitler edinsin..." diye nazil oldu. [10]

Açıklaması

Gerçek şu ki Allah'ın meşieti (dilemesi), sabit bir takım düzenlemelere, sa­pasağlam, hikmeti sonsuz sünnetlere göre cereyan etmektedir. Bunda sebep ve sonuçlar arasında işin başlangıcındaki durumlar ile sonunda karşılaşılan du­rumlar arasında bir ilişki vardır. Şüphesiz bununla birlikte Allah her şeye kadirdir. Geçenler hakkında olsun, sonrakiler hakkında olsun onun sünneti şu­dur: İtaat eden, iman eden, kendilerine tevfik verilenlerin yolu üzere giden kimse mutluluğa, zafer ve kurtuluşa nail olur. İsyankâr ve yalanlayıcıların yo­lunu izleyenlerin akibeti ise helak olmaktır.
Barış hallerinde kişi ziraat, sanayi, ticaret ve buna benzer işler hakkında istenen usul ve ilmî esaslara, bilinen tecrübelere uygun olarak yol aldığı tak­dirde başarı kazanır, maksadına nail olur. İsterse inkarcı, putperest veya mecusî olsun. Şayet makul olandan uzaklaşır, alışılmış olanın dışına çıkarsa -is­terse salih ve takva sahibi bir kimse olsun- zarar edenlerdendir.

Savaş hallerinde ise eğer komutan düşmanla savaşmak için her çağda uy­gun olan hazırlığı yapacak olursa, Yüce Allah'ın, "Onlara karşı gücünüz yetti­ğince hazırlık yapınız..." (Enfal, 8/60) buyruğunu yerine getirir, orduyu üstün ve sağlıklı bir şekilde savaş tekniklerine uygun olarak eğitirse zafer ve galibi­yet Allah'ın yardımıyla onlara ulaşır. Şayet gerekli hazırlıkları ve eğitimi ih­mal ederse bu sefer bozguna mahkûm olurlar.

Yeryüzünde yürüyüp de ümmetlerin durumlarını yakından izleyen, tarihi düşünen, haberleri öğrenen bir kimse değişmez ilâhî sünnetin sonuçlarıyla karşılaşacaktır. Bu ise güzel davrananların arzularını elde edip zafere kavuş­ması, kötü davrananların da zarara uğramasıdır.

İşte bu, uygun hareket etmeyen, Uhud'da Resulullah (s.a.)'ın emrine aykı­rı davranan kimseler için bir uyarma; Bedir günü ise zaferin sebat, samimi ola­rak düşmana karşı koyma, Allah'a ve Rasulüne itaat edip Allah'a güzel bir şe­kilde tevekkülde bulunma, O'nun kudret, rahmet ve lütfuna duyulan güven se­bebiyle gerçekleştiğine dair bir hatırlatmadır.

Bütün bunlar Kur'an-ı Kerim'de tüm insanlara açık seçik bir beyanattır. Aralarından özellikle takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in hidayetinden yararlananlar onlardır, "İşte bu Kitap, onda hiç bir şüphe yoktur, takva sahipleri için bir hidayettir." (Bakara, 2/2); "İşte bunlar hakim olan Kitap'ın ayetleridir. İhsan edenler için hidayet ve bir rahmettir." (Lokman, 31/2-3). O herşeyi açık ve seçik bir şekilde açıklar. Öncekilerin düş­manlarına karşı ne durumda olduklarını beyan eder. Haramlara bulaşmaktan, emirlere aykırı davranmaktan alıkoyar, uyarır.

İşte bu, müşriklerin ve münafıkların, "Şayet Muhammed gerçek bir pey­gamber olsaydı, Uhud vakasında yenilgiye düşmezdi." şeklindeki sözlerini çü­rütmektedir. Çünkü şanı yüce Allah'ın sünnetinin peygamberler için de rasuller için de diğer insanlar için de geçerli olduğu bu olaydan açıkça anlaşılmaktadır. Askerleri tarafından kendisine itaat edilmeyip emirlerine aykırı hareket edilen komutanın ordusu mutlaka bozguna maruz kalır.

Müminler bu gerçeği bildiklerine göre Uhud'da cereyan edenler ve kendi­lerine isabet eden yaralar dolayısıyla savaşta zaaf göstermemelidirler. Uhud'da aralarından isabet alıp şehit düşenlere üzülmemelidirler. Çünkü aralarından öldürülen kimseler kıyamet gününde Allah katında ikrama mazhar olacak şe­hitlerdir. Bu vakıa Müslümanlar için bir ders, bir eğitim olmuştur. Bundan do­layı Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Uhud günü eğer yenilgi ile zafer ka­zanmaktan birisini seçmek hususunda muhayyer bırakılsaydım, şüphesiz yenilgiyi seçerdim."

Ey müminler! Siz en üstün kimseler iken, güzel akibet ve zafer sizin iken zaaf göstermemeniz, üzülmemeniz gerekir. Sizin sonunda zafere kavuşmanız ise, Yüce Allah'ın güzel akibeti takva sahiplerine vermesi sünnetinin bir gere­ğidir. Müminler arasından öldürülenlerin cennette olması, kâfirlerin maktullerinin ise cehennemde olması da bu sünnetin bir gereğidir. Zaaf göstermenin ve üzülmenin yasaklanmasından kasıt, (düşmana) teslimiyet göstermenin yasak­lanması ve samimi bir kararlılık, güçlü bir irade, Allah'tan güzel şeyleri um­mak, ona gereği gibi tevekkül edip yardıma güvenmekle birlikte, gereken ha­zırlıkların da yapılmasına yeniden dönmektir.

Acılarınız, yaralarınız ve savaşta öldürülenleriniz sebebiyle nasıl olur da zaafa düşersiniz? Eğer Uhud'da size bir takım yaralar isabet etmiş, sizden bir grup öldürülmüş ise düşmanlarınıza da buna yalan bir musibet gelip çatmış, onlardan da bir takım kimseler öldürülmüş ve yaralanmıştı. Hatta Bedir'de onlar bundan da daha büyük bir acıya maruz kalmışlardı. Sizler Uhud'da ye­nilgiye uğradınız ise Bedir'de de muzafferdiniz. Günler döner dolaşır, savaşta da kimi zaman bu taraf, kimi zaman öbür taraf muzaffer olur. Kimi zaman le­hinize kimi zaman aleyhinizedir. Bütün bunlar ise bir hikmet sebebiyle böyle­dir. Bir gün batıl üstünlük kazanmışsa pek çok günde de hak galip gelir. So­nunda ise güzel akibet ihlâslı takva sahiplerinindir. Sirette yer aldığına göre Uhud günü Ebu Süfyan dağa çıkar, bir süre durduktan sonra şöyle der: Ebu Kebşe'nin oğlu -Muhammed (s.a.)'i kastediyor- nerede? -Ebu Kebşe Peygamber efendimizin süt annesi Halime'nin kocası olup Hz. Peygamberin süt baba­sıdır-. Nerde Ebu Kuhafe'nin oğlu -bununla da Hz. Ebu Bekir'i kastediyor-. Nerde Hattab'ın oğlu? Hz. Ömer der ki: "İşte Resulullah (s.a.) burada, Ebu Be­kir bu ve işte ben de Ömer." Bunun üzerine Ebu Süfyan der ki: "Bir gününüze karşılık bizim bu günümüzdür. Günler döner dolaşır, savaşta da zaferi kimi zaman bu taraf kimi zaman öbür taraf kazanır." Hz. Ömer ona şöyle der: "Ama arada bir eşitlik yoktur. Çünkü bizden ölenler cennette, sizden ölenler cehen­nemdedir." Ebu Süfyan şöyle der: "Bunu siz iddia ediyorsunuz. Eğer durum dediğiniz gibiyse o zaman biz zarar etmiş, umduğumuzu elde edememişiz de­mektir." [11]

Şüphesiz devletler arası durumların değişip durması adaletin ortaya çık­ması, düzenin yerleşmesi, Allah'ın umumî sünnetlerine bakanların öğrenmesi, müminlerin imanının tahakkukuna dair Allah'ın ilmini ortaya çıkarması, düş­manlarla çarpışmaya sabredenlerin açığa çıkması içindir. Bu Yüce Allah'ın, "Allah murdar olanı temiz olandan ayırt etsin diye." (Enfal, 8/37) buyruğunu andırmaktadır. Yani insanlar bu ikisi arasındaki farkı bilsin, birbirinden ayrıl­sınlar diye bunlar böyle oluyor. Bundan dolayı Uhud vakasından sonra Resulullah (s.a.) müşrikleri kovalamak ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Bizimle savaşa -yani Hamrâul-Esed gazvesine- fiilen savaşanlardan başka kimse gelmesin." O bakımdan yorgunluklarına, sıkıntılarına rağmen samimi müminler onunla birlikte gittiler. Yüce Allah'ın, "Allah ayırt etsin..." buyruğunu "Al­lah'ın bildiğini, bu şekilde insanların durumu öğrenmelerini sağlayacak suret­te açığa çıkarması" diye tefsir ettik. Çünkü Allah'ın eşya ve olaylara dair bilgi­si ezelden beri sabit olmuştur. Meydana gelen her bir olay daha önce Allah'ın ezeldeki bilgisine uygun olarak ortaya çıkar. Yoksa Allah'ın bilgisi cereyan eden vakıalara uygun bir hale gelmez. Şanı yüce Allah'ın bilmediği bir şey, hiç bir zaman sabit ve değişmez bir hakikat olamaz.

Bunun bir diğer sebebi de Allah'ın bir takım kimseleri Allah yolunda şehit olmak için hazırlamasıdır. Bu, O'nun yolunda öldürülsünler, rızası uğrunda canlarını feda etsinler diyedir. Bedir günü bazı kimseler şehadeti kaçırdılar. Bundan dolayı şehitlik mertebesine erebilmek için düşmanla karşılaşmayı temenni ettiler. Yüce Allah şehitlere berzahta özel bir hayat ve peygamberlere yakın bir derece verme lütfunda bulunmuştur. Şöyle buyurmaktadır: "Allah yo­lunda öldürülenleri sakın ölü sanmayasın. Aksine onlar Rableri nezdinde diri­dirler, mıhlanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169); "İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle birliktedirler." (Nisa, 4/69). Sözün burasında ihlâslarına dikkat çekmek üzere şehitlerin zıddı olanlardan söz edilmektedir. Yüce Allah kendilerine zulmetmeleri, yeryüzünde fesat çıkartmaları, insanlara haksızlık etmeleri dolayısıyla zalim ve kâfirleri cezalan­dıracağını, onların devlet ve sultalarının zevalini çabuklaştıracağını belirtmektedir. Çünkü zulmün kalıcılığı söz konusu değildir.

Daha sonra Yüce Allah savaş alanlarının bazı şeyleri ortaya çıkartıp açığa vurmak ve imanları arındırmak için uygun alanlar olduğunu pekiştirmektedir. Samimi müminler münafıklardan bu alanlarda ayırd edilir. İmanın doğruluğu, sarsılmaz bir kararlılık ve belâlara karşı sebat göstermek bununla ortaya çı­kar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki siz onunla karşı­laşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz. İşte ona bakıp dururken onu gör­dünüz." (Âl-i İmrân, 3/143). Uhud gazvesinde münafıklar geri dönmüş, çareyi kaçmakta bulmuşlardı. Hatta savaş esnasında kimi müminler dahi kaçmıştı. Bazıları ise Resulullah (s.a.)'ın etrafında sebat göstermişlerdi. Böylelikle düş­manla savaşma temennilerinin mücerred bir arzu olduğu, karar ve kalıcılığının olmadığı ortaya çıkmıştı. Buharî ile Müslim'de sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah'tan esenlik dileyiniz. Fakat onlarla karşılaştınız mı da sabır gösteriniz ve şunu bili­niz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."

Yine savaşın faydalarından birisi de kâfirlerin durumunu açığa çıkarması­dır. Onlar Uhud'da olduğu gibi zafer elde edecek olurlarsa azgınlık eder, haksızlık eder, şımarırlar. Bu ise onların yok olmalarına, helak olmalarına, kökle­rinin kazınmalarına, mahvedilmelerine sebeptir. Onların kalıcılıkları, devamlı­lıkları olmaz. Samimi müminler karşısında bu halleri devam etmez. Şayet Be­dirde olduğu gibi bozguna uğrayacak olurlarsa Allah da çabucak onları yok eder, darmadağın eder. Güzel akibet ise takva sahiplerinindir.

Bu ayetlerin muhtevasını dile getiren pek çok ayet-i kerime daha varit ol­muştur. Bunların bazıları şöyledir: "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin halinin benzeri başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve öyle sarsıldılar ki..." (Bakara, 2/214); "Elif, Lam, Mim. İnsanlar, "İman ettik" demeleriyle ve imtihan olunmadıkça bırakılıverileceklerini mi sandılar?" (Ankebût, 29/1-2) Bundan sonra gelen, "Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden cennete girive­receğinizi mi sandınız?" (Âl-i İmran, 3/143) ayeti de bunlardan birisidir. [12]



[8] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 71. Ancak bu rivayet hadis kaynaklarında tahric edilmemiş­tir; zayıf olduğu da görülmektedir.


[9] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 71. Ancak bu rivayet hadis kaynaklarında tahric edilmemiş­tir; zayıf olduğu da görülmektedir.


[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/358-359.


[11] İbni Kesîr, 1/412; Kurtubî, IV 234.


[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/359-363.

13 Aralık 2018 Perşembe

AL-İ İMRAN SÛRESİ 142-148. ayetlerin tefsiri


Cihadın Kutsallığı, İlkeler Üzerinde Sebat Gösterme Ve Ölümün Allah'ın İzniyle Gerçekleşen Bir İş Olduğu

142- Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?

143- Andolsun ki siz, onunla karşılaş­madan önce ölümü temenni ediyordu­nuz. İşte ona bakıp dururken onu gör­dünüz.

144- Muhammed, ancak bir peygamber­dir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üstünde geriye mi döneceksiniz? Kim iki ökçesi üstünde geriye dönerse elbette Allah'a zararı dokunmaz. Allah şükredenlere mükâ­fat verecektir.

145- Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimse ölmez. O vadesiyle yazılmış bir yazıdır. Kim dünya menfaatini dilerse ona ondan veririz. Kim de ahiret seva­bını dilerse ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.

146- Nice peygamber vardır ki berabe­rinde bir çok topluluklar savaşmıştır. Fakat Allah yolunda kendilerine isabet edenden dolayı gevşeklik göstermedi­ler, zaafa uğramadılar, boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever.

147- Onların sözleri yalnızca, "Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki taş­kınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!" demelerinden ibaretti.

148- Allah onlara dünya sevabını ve ahiret sevabının güzelliğini verdi. Al­lah iyilik edenleri sever.


Nüzul Sebebi

143. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Ashab-ı kiramdan bazıları şöyle diyorlardı: "Keşke biz de Bedir ashabının öldürüldüğü gibi öldürülsek. Yahut da bizim de Bedir günü gibi bir günümüz olsaydı. O günde müşriklerle savaşır ve güzel bir sınav­dan geçerdik. Yahut da şehitliği ve cenneti ya da hayat ve rızkı arardık." Bu­nun üzerine Allah onların Uhud'da bulunmalarını takdir etti. Allah'ın aralarından dilediği kimseler dışındakiler fazla isabet ve direnç gösteremediler. Yü­ce Allah da, "Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz" ayetini indirdi.

144. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir Hz. Ömer'den şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Uhud günü Resulullah (s.a.)'ın etrafından dağıldık. Ben tepeye çıktım. Yahudilerin "Muhammed öldürüldü" dediklerini işittim. Bu­nun üzerine ben de, "Kimin Muhammed öldü dediğini işitirsem boynunu uçururum" dedim. Baktım ve Resulullah (s.a.)'ı gördüm; insanlar ise savaştan ka­çışıyordu. Bunun üzerine, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayeti nazil oldu.

İbni Ebî Hatim, er-Rabî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Uhud günü Müslümanların başına felâketler gelip çatınca ve Allah'ın peygamberi hakkın­da "Öldürüldü" diye çağrışınca, bazıları, "Eğer o bir peygamber olsaydı öldürülmezdi" dediler. Diğer bazıları ise şu cevabı verdiler: "Peygamberiniz ne için sa­vaştıysa siz de Allah size zafer verinceye yahut ona kavuşuncaya kadar savaşı­nız." Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayeti­ni inzal buyurdu.

Atıyye el-Avfî dedi ki: Uhud gününde Müslümanlar bozguna uğrayınca ba­zıları, "Muhammed (s.a.) öldürüldü, o bakımdan onlarla (Kureyşlilerle) el ele veriniz; çünkü onlar ne de olsa kardeşlerinizdir" dediler. Bazıları da, "Eğer Mu­hammed öldürüldüyse niye ona kavuşuncaya kadar peygamberinizin takip edip gittiği yol üzerinden gitmiyorsunuz?" Bu sefer Yüce Allah da buna dair, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayetini indirdi.

İbni Râheveyh Müsned'inde ez-Zührî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Şeytan Uhud günü, "Muhammed öldürüldü" diye bağırdı. Kal) b. Mâlik der ki: "Resulullah (s.a.)'ın öldürülmediğini gören ilk kişi ben oldum. Miğferin al­tından onun gözlerini gördüm. Sesim çıkabildiği kadar "İşte Resulullah (s.a.) burada!" diye seslendim. Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayetini indirdi. [13]

Açıklaması

Allah yolunda cihad etmeden, savaşta sabır göstermeden cennete gireceği­nizi mi sandınız? Sınanmadan, denenmeden ve Allah aranızdan kendi yolunda cihad edenleri, düşmanlara karşı direnişte sabır gösterenleri ortaya çıkarma­dan öyle bir hedefe ulaşamazsınız. Bu ise Yüce Allah'ın, "Elif, Lâm, Mim. İn­sanlar "İman ettik" demekle ve onlar sınanmaksızın bırakılıvereceklerini mi sandılar?" (Ankebût, 29/1-2) ayetine benzemektedir.

Dikkat edilecek olursa ayet-i kerimede geçen, "(em)= yoksa" kelimesi "(bel)= bilakis" anlamında munkatı'dır. Başındaki hemzenin ise inkâr (yani kanaati red) anlamı vardır.

Cihadın bazı çeşitleri vardır: Nefse, hevaya, şeytana -özellikle gençlik dö­nemlerinde- karşı cihad, Allah'ın adını yüceltmek için, İslâm vatanını, toprağı­nı savunmak için can ile düşmana karşı cihad; din, ümmet, kamu maslahatı yolunda mal ile cihad, batıla karşı mücadele verip hakkı savunmak, hakka yar­dımcı olmak için verilen cihad.

İster daimî olsun, ister geçici olsun şer'î bütün mükellefiyetlerin eda edil­mesi halinde Allah'a ve Rasulüne itaat hususunda belâ, mihnet ve sıkıntı zamanlarında ve bir de düşmanlara karşı direnirken sabır, istenen bir husustur.

"Allah belli etmeden..." ifadesinden kasıt, sizin bu durumunuz ortaya çık­madan ve gerçekleşmeden demektir. Bu sizin cihad etmediğinizi, sabretmediğinizi göstermektedir. Gerçekte ise Allah ezelden beri sizin bu durumunuzu bil­mektedir. Ancak bunun dünya hayatında ortaya çıkarılmasından kasıt, kendi­leri için cennete girmelerini ve mağfiret edilmelerini gerektirecek şeylerin orta­ya çıkması suretiyle insanlara karşı delil ortaya koymak, belgelendirmektir.

Daha sonra Yüce Allah, Bedir'de hazır bulunmayan bazı müminlere hitap etmektedir. Söz konusu bu müminler Bedir şehitlerinin nail olduğu şehadet şerefine kendileri de nail olmak üzere Resulullah (s.a.) ile birlikte bir savaşta hazır olmayı temenni ediyorlardı. İşte müşriklerle Medine'nin dışına çıkıp karşı­laşmak üzere Resulullah (s.a.)'a ısrar edenler bunlardı. Hz. Peygamberin görü­şü ise Medine'de kalmak şeklinde idi. Yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Ey mü­minler! Sizler bu günden önce düşmanla karşılaşmayı temenni ediyor, bunun için yanıp tutuşuyordunuz. Onlarla karşı karşıya gelip çarpışmayı ve onlara karşı direnip sabır ve sebat göstermeyi arzuluyordunuz. İşte vaktiyle temenni ettiğiniz ve istediğiniz o şey gerçekleşmiş bulunmaktadır. Haydi savaşınız ve direncinizi ortaya koyunuz.

Ancak Uhud günü gelince onlardan bir topluluk geri döndü. Bundan dola­yı da Yüce Allah onlara serzenişte bulundu. Hasan-ı Basrî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s. a. )'in ashabından bazılarının, "Şayet Resulullah (s.a.) ile birlikte düşmanla karşılaşacak olursak şunu yaparız, bunu ederiz" dedikleri haberi bana ulaştı. Bununla imtihan olundular. Allah'a yemin ederim hepsi bu sözlerinde durmadı. İşte bunun üzerine Yüce Allah, "Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz." buyruğunu in­dirdi.

Ölümün temenni edilmesinin anlamı, Allah yolunda şehit olmayı temenni etmektir. Bedir'de hazır bulunmayan bir topluluk şehit olmayı temenni etmişti. Fakat Uhud'da düşmanlarla savaşa tutuşunca ve bunlar mızrakların birbirine girmesi, silahların ortaya çıkması, savaş maksadıyla askerlerin dizilmesi gibi ölümün sebeplerini görünce korktular, zaafa düştüler ve Resulullah (s.a.)'ı ok­ların karşısında, oklarla başbaşa bıraktılar. Kendisi ise onları yanında durma­ya, Allah'a ibadete, samimi bir şekilde düşmana karşı koyup sebat göstermeye çağırıyordu.

Yüce Allah'ın, "İşte ona bakıp dururken onu gördünüz." buyruğunun anla­mı "Ölümü gördünüz, yani onun sebeplerini gözlerinizle müşahade ettiniz" de­mektir. Bu ise sizin önünüzde kardeşleriniz, yakınlarınız öldürülüp bizzat sizin de ölümün kertesine yaklaştığınız vakit olmuştu. Bu, onların ölümü temenni etmeleri ve Resulullah (s.a.)'a ısrar edip Medine'nin dışına çıkmasına sebep ol­maları, arkasından da onu bırakıp kaçmaları ve onun yanında az sebat göster­meleri dolayısıyla onlara yapılan bir azardır.

Uhud günü Müslümanlar bozguna uğrayıp onlardan bir takım kimselerin öldürülmesinden sonra şeytan, "Şüphesiz Muhammed öldürüldü!" diye seslen­di. İbni Kamia müşriklere dönüp, "Muhammed'i öldürdüm" dedi. Resulullah (s.a.)'a bir darbe vurmuş ve başından yaralamıştı. Çoğu kimse Resulullah (s.a.)'ın öldürüldüğünü sanmıştı. Bunun üzerine de Yüce Allah, "Muhammed ancak bir peygamberdir; ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir." ayetini indirdi. Yani Peygamber (s.a.) öldürülmesinin mümkün olması hususunda ol­sun diye insanlara benzer demektir. Hz. Musa ile Hz. İsa ecelleri gelince vefat ettiler. Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya öldürüldüler. Bununla birlikte onların getir­dikleri din olduğu gibi kaldı. Onlara uyanlar bu dine sıkı sıkıya sarıldılar. O halde size düşen de önceden olduğu gibi, Muhammed ölse yahut öldürülse dahi din ve ilkeleriniz üzerinde sebat göstermektir. Çünkü Peygamber de diğer peygamberler gibi bir insandır. Onun da ecelinin sona ermesiyle birlikte sona ere­cek bir görevi vardır. Her kim Muhammed'e tapıyor idiyse şunu bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim de Allah'a ibadet ediyorsa şüphesiz ki Allah Hayy'dır, Bâki'dir, asla ölmez.

Daha sonra Yüce Allah dininden dönmek yahut Allah yolunda cihadı ve düşmanlara karşı direnişi bırakmak suretiyle zaafa uğrayan kimselerin bu tu­tumlarını inkâr ve reddetmektedir. Bu gibi kimselerin yaptıklarının Allah'a hiç bir zararı olmaz, böyle yapan ancak kendisine zarar verir. Allah, itaatini gereği gibi yerine getirerek, dini uğrunda savaşarak, hayatta iken de vefatından son­ra da Resulullah (s.a.)'a uyarak nimetine şükreden kimselere, onların şükürle­rine ve amellerine uygun bir şekilde dünyada da ahirette de lütuf ve rahmetiyle bağışta bulunmak suretiyle mükâfatlandıracaktır. Bu, Peygamber (s.a.)'in ölümüne bir hazırlıktı; Ömer (r.a.) benzeri kimselere de bir hatırlatmaydı. Bu­nun anlamı şudur: İnsanın başına gelen musibetlerin o insanın hak veya batıl üzere oluşuyla ilgisi yoktur.

Uhud'da Müslümanların sıkıntılarının artıp durduğu, herkesin arasında Peygamber (s.a.)'in öldürüldüğü şayiasının yayıldığı, müminlerden zaafa kapı­lan bir takım kimselerin, "Keşke Abdullah b. Ubeyy"e bir elçimiz gitse de o da Ebu Süfyan'dan bize eman alsa dediği, buna karşılık kimi münafıkların, "Ar­tık Muhammed öldürüldü, siz de haydi ilk dininize dönün" dediği bir ortamda Enes b. Mâlik'in amcası Enes b, Nadr şöyle demişti: "Şayet Muhammed öldürüldüyse şüphesiz Muhammed'in Rabbi öldürülmedi. Resulullah (s.a.)'tan son­ra hayatı ne edeceksiniz? Bu bakımdan O ne için savaştıysa siz de onun için sa­vaşınız ve O ne için öldüyse o uğurda ölünüz." Daha sonra, "Allahım şunların söyledikleri sözlerden dolayı sana özür beyan ediyorum. Ötekilerinin bu yap­tıklarından da beri olduğumu sana iletiyorum." dedikten sonra kılıcına sarıldı ve şehit edilinceye kadar savaştı. Allah ondan razı olsun.[14]

Buharî de der ki: Ebu Seleme'den rivayet edildiğine göre Aişe (r.anhâ) kendisine şunu bildirdi: Ebu Bekir (r.a) Sunh [15] denilen yerdeki evinden atı üzerinde geldi. Atından indi, mescide girdi. Aişe'nin yanına girinceye kadar kimse ile konuşmadı. Resulullah (s.a.)'a doğru yürüdü. O sırada Resulullah (s.a.)'ın üzeri habira (bir Yemen kumaş çeşidi) ile örtülüydü. Yüzünü açtı, sonra üzerine eğildi, onu öptü, ağladı. Daha sonra şöyle dedi: "Anam babam sana fe­da olsun. Allah'a yemin ederim, Allah seni iki defa öldürmeyecektir. Senin hak­kında takdir edilmiş olan ölümü tatmış bulunuyorsun."

ez-Zührî der ki: Ebu Seleme bana İbni Abbas'tan naklederek dedi ki: Ebu Bekir çıktığında Ömer insanlarla konuşuyordu. Ebu Bekir, "Otur ey Ömer" de­di ve daha sonra şöyle deyam etti: "Şimdi şunu bilin ki, kim Muhammed'e tapı­yor idiyse şüphesiz Muhammed öldü. Kim de Allah'a ibadet ediyorsa şüphesiz Allah Hayy'dır, O ölmez." Yüce Allah da, "Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir... Allah şükredenlere mükâfat ve­recektir." diye buyurmaktadır. (İbni Abbas) dedi ki: Allah'a yemin ederim ki in­sanlar adeta Ebu Bekir kendilerine bunu okuyuncaya kadar Yüce Allah'ın bu ayeti indirdiğini bilmiyor gibiydiler. Onun bu ayeti okuması üzerine herkes onunla birlikte bu ayeti okudu. Kimi gördümse bu ayeti okuduğunu işittim. İb­ni Mace Hz. Aişe'den de buna benzer bir rivayet nakletmektedir [16]

Yine ez-Zührî der ki: Bana el-Müseyyeb'in haber verdiğine göre Ömer (r.a.) şöyle demiş: Allah'a yemin ederim Ebu Bekir'in bu ayeti okuduğunu işitince, beni bir ter bastı. Öyle ki ayaklarım beni taşıyamaz hale geldi, sonunda yere yıkıldım.

Ebul-Kasım et-Taberî de -kendisine anlatılanlar ile ilgili olarak- senedini kaydederek İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Hz. Ali Resulullah (s.a.) hayatta iken, "Eğer o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üstünde geri mi döneceksiniz?" ayetini okur ve şöyle derdi: Allah'a yemin ederiz, Allah bize hi­dayet verdikten sonra ökçelerimiz üzerinde gerisin geri dönmeyiz. Allah'a ye­min olsun, o ölür veya öldürülürse ben de ölünceye kadar O ne için savaştıysa aynı yolda mutlaka savaşacağım. Allah'a yemin ederim, ben Onun kardeşiyim, onun velisiyim, amcasının oğluyum, O'nun mirasçısıyım. O'nun yolundan git­meye benden daha lâyık kim vardır [17]

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın kaderi ile olmadıkça ve Allah'ın kendisi için tespit ettiği süreyi tamamlamadıkça kimsenin ölmeyeceğini haber vermek­tedir. Bundan dolayı "O vadesiyle yazılmış bir yazıdır." diye buyurdu. Yani Yü­ce Allah ölümü belli bir ecel ile birlikte ve öne alınmayan, geri de bırakılmaya­cak bir şekilde süresi belirlenmiş olarak tespit etmiştir. Savaşın türlü tehlikeli hallerine maruz kalmış bir kahraman hayatta kalabilir, bununla birlikte evin­de saklanıp gizlenen korkak ölebilir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını an­dırmaktadır: "Uzun ömürlünün ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmesi de ancak bir kitaptadır." (Fâtır, 35/11); "O sizi balçıktan yaratan, sonra da bir ecel belirleyendir. Bir de onun nezdinde belirli bir ecel (kıyamet saati) daha var­dır." (En'âm, 6/2); "Artık ecelleri geldiği zaman ne bir saat (an) geciktirilir ne de öne geçebilirler." (Nahl, 16/61).

Ömür sınırlıdır. Eceller kesindir. Allah'ın tayin ettiği kaderler hakimdir. Herşeyde biricik mutasarrıf yalnızca O'dur. Bu bakımdan herhangi bir gecik­tirme yahut öne alma söz konusu olmaksızın, ilmine uygun olarak her bir ca­nın alınmasına izin verir. Savaşta yahut barışta olması da insanın ecelini de­ğiştirmez.

Bu ayet-i kerime ile korkaklar yüreklendirilmekte, savaşa teşvik edilmek­tedir. İleri atılmak yahut geri durmak ne ömrü eksiltir, ne de ona bir şey katar. Ömür Allah'ın elinde, sona erip bitmesi Allah'ın iradesi ile olduğuna göre kor­kaklık ve zaaf göstermek nasıl uygun olabilir?!

Daha sonra Yüce Allah insanların gayelerine açıklık getirmektedir: Bu ise ya dünyayı yahut da ahireti istemektir. Her kim ameliyle yalnızca dünyayı el­de etmek, ona ulaşmak istiyor ise, Allah'ın kendisi için takdir ettiği kadarına nail olur. Bununla birlikte ahirette alacak bir payı kalmaz. Her kim ameliyle ahiret yurdunu gözetirse Allah ona da ahiretin sevabından verecektir, dünya­dan da onun için kısmet olarak ayırdığını ihsan edecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim ahiret ekinini (sevabını) isterse biz onun ekinini ar­tırırız. Kim de dünya ekinini isterse biz kendisine ondan (bir şeyler) veririz. Ahirette ise onun hiç bir payı yoktur." (Şûra, 42/20); "Kim bu çabucak geçeni (dünyayı) isterse biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veririz, o burayı kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için gereği gibi çalışır çabalarsa, işte çalışmaları şükür ile karşılanan (mükâfat verilen) kimseler bunlardır." (İsra, 17/18-19). Bu ayet-i kerimenin son bölümü tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin, "Allah şükredenlere mükâfat verecektir" buyruğuna uygundur. Yani biz onlara şükür ve amellerine uygun bir şekilde dünyada da ahirette de lütuf ve rahmetimizden vereceğiz. Bozguna uğrayıp geri kaçmadıkları için de onlara ebedî mükâfatı ihsan edeceğiz.

Size gelince ey dünyayı gözetip ganimetler toplamaya koşuşan, Uhud'daki komutanınızın ve peygamberinizin emrine muhalefet edenler! Bir miktar dün­yalık elde edebilirsiniz, fakat peygamberinizin davet ettiği dünya ve ahireti bir­likte elde etmeyi kaybettiniz. Ayet-i kerimede Uhud günü ganimetlerle uğraşan bu gibi kimseler, üstü kapalı ifadelerle tenkit edilmektedir. Ayrıca, "dilerse" ifa­desinde kişisel iradenin hayır yahut şer türünden olan amelin tabiatını belirle­yici olduğuna işaret vardır. Bu aynı zamanda Buharî ile Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettikleri, Peygamber efendimizin"Ameller ancak niyetler iledir ve herkes için niyet ettiği ne ise o vardır." şeklindeki buyruğuna uygundur.

Daha sonra Yüce Allah Uhud günü başlarına gelenler dolayısıyla mümin­leri teselli etmek üzere, "Nice peygamber vardır ki beraberinde bir çok toplu­luklar savaşmıştır..." diye buyurmaktadır. Yani pek çok peygamber Allah yolun­da savaşmıştır. Onunla birlikte onlara iman eden ashabından bir çok kişi de Allah'ın adını yüceltmek için savaşmıştır. Bunlar hidayet önderleri ve öğretici­leriydiler. Kendilerinin öldürülmesinden sonra olsun, peygamberlerinin öldürülmesinden sonra olsun zaafa düşmediler. Böyle bir durum ortaya çıktıktan sonra cihaddaki kararlılıkları gevşemedi, düşmanlara boyun eğerek teslim ol­madılar. Dünyaya ve dünyanın metaına boyun eğmediler. Gerisin geri de dön­mediler. Aksine peygamberlerinin öldürülmesinden sonra da sebat ettiler, sab­rettiler; hayatta iken sabrettikleri gibi. Allah ise sabırda yarışan ve Allah'tan korkanları sever. Böylelerini doğruya iletir, hakkı gösterir ve en büyük mükâ­fatlarla onlara ecir verir. İşte bu onların övülmeye değer işlerinden bir nebze­dir. Resulullah (s.a.)'ın öldürüldüğüne dair yalan haber yayıldığı vakit Müslü­manların karşı karşıya kaldığı gevşeklik, zaaf ve bozgun üstü kapalı tenkit edilmektedir. Bu yalan haber dolayısıyla müşriklere karşı cihad hususunda zaaf göstermeleri ve Ebu Süfyan'dan eman almak istemekle boyun eğmeleri şek­lindeki tavırları böylece tenkit edilmektedir.

Peygamberlerle savaşan o toplulukların söyledikleri güzel sözlere gelince, onlar musibetin gelip çatması esnasında şöyle demişlerdi: "Rabbimiz bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört, senin emrine uymayan davranışlarımızı affet. Savaş esnasında düşmanlarla karşılaşırken ayaklarımıza sebat ver, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!

Rabbani olmaları ile birlikte günahlarından ve diğer kusurlarından ötürü bağışlanma dilemeleri, kendi kendilerine kusurlu olduklarını hissettirmekte­dir. Savaş esnasında ayaklarına sebat verilmesini istemelerinden önce mağfi­ret isteyerek dua etmeleri ise, onların Rablerinden bu isteklerinin arındırılmış bir ruh ve tam bir teslimiyet ile yapılmasının dualarının kabul ihtimalini daha çok artırması kasdıyladır.

Yüce Allah da düşmanlara karşı zafer, üstünlük, güzel anılmak gibi ihsan­larla dünyanın sevabını, Allah'ın rızasını, rahmetini, lütuflar yurdunda ona ya­kın olmayı elde etmek suretiyle de ahiret sevabını, güzelliğini onlara vermiştir. Yüce Allah'ın bildirdiği şu durum da buna yakındır: "Onlar için o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatıcı neler gizlendiğini hiç bir kimse bile­mez." (Secde, 32/17). Hz. Peygamber de bu mükâfatı şöylece haber vermektedir: "Orada (cennette) hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir kimsenin kalbinden geçirmediği nimetler vardır."

Daha sonra Yüce Allah onları kendi rızasına uygun bir şekilde amellerini güzelleştirmekle nitelendirmektedir. Yeryüzünde Allah'ın sünnetini uygulayan­lar bunlardır ve bu güzel işleri dolayısıyla Allah onları mükâfatlandıracaktır.

Allah'ın hem dünya hem ahiret mükâfatını onlara birlikte vermesinin se­bebi iman eden, salih amel işleyen, dünya ve ahiret mutluluğunu gerçekleştir­mek isteyen kimseler olmalarından dolayıdır. Bu buyrukta sözü geçen salih mümin gibidir onlar. "Bazısı da, "Rabbimiz bize dünyada bir iyilik ver, ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru" der." (Bakara, 2/201).

Ahiret sevabının özel olarak güzel olmakla nitelendirilmesi, onun üstünlüğü­ne, önceliğine ve Yüce Allah nezdinde asıl değer taşıyanın o olduğuna delâlettir.

Allah bu müminlerin niteliklerini önce ona itaat etmeye muvaffak olmala­rı, sonra bu itaat üzere kendilerine sebat verilmesi şeklinde sıralamıştır. Daha sonra da bütün bunların tümünün Allah'ın inayeti, lütfü, tevfiki ve ihsanı ile olduğuna kulun dikkatini çekmek üzere de bu gibi kimseleri ihsan edenler, iyi­lik yapanlar diye adlandırmaktadır.

Bu ayet-i kerime ile Muhammed (s.a.)'in ashabı eğitilmekte, bütün bunla­ra herkesten çok onların lâyık olduklarına dikkatleri çekilmektedir. İşte onlara düşen de bu Rabbanilerin hallerine bakıp ibret almak, onların sabretmeleri gi­bi düşmanlarına sabretmek, onların salih amellerine uyup söyledikleri sözler gibi söylemektir. Çünkü Allah'ın dini birdir, onun insanlara uyguladığı sünneti de tektir. [18]


[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/367.


[14] Kurtubî, IV/221; İbni Kesîr;.tt413.


[15] Medine'nin Avalî denilen semtinde bir yer. Burada da el-Hâris b. el-Hazrec'in oğullarının evleri vardı. Burası Peygamber (s.a.)'in evine bir millik bir mesafededir.


[16] Kurtubî, IV/222-223.


[17] İbni Kesir, 1/409-410.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/368-373.