19 Kasım 2018 Pazartesi

Hz. Peygamber’in (sas) Kur’ân-ı Kerîm’deki Yeri


Kur’ân-ı Kerîm, üç ayrı düzlemdeki âyet ve sûrelerle Müslümanın imanla başlayan Hz. Peygamber’e olan ilgisinin gelişip kökleşmesini sağlamıştır:

Birincisi; Müslümanın Allah ile birlikte Resûlullah’a itaat etmesi (Âl-i İmrân 3/32; en-Nisâ 4/136), onu herkesten fazla sevmesi (el-Ahzâb 33/6) ve örnek alması (el-Ahzâb 33/21) gerektiği, âlemlere rahmet (el-Enbiyâ 21/107), ilâhî bir lutuf (Âl-i İmrân 3/164) olarak ve güzel ahlâk üzere (el-Kalem 68/4) gönderildiği, onun vahiy alan bir insan ve son peygamber olduğu (el-Ahzâb 33/40), ilâhî emir ve yasakları tebliğ edip fertleri ve toplumları arındırma ve onlara kitap ve hikmeti öğreterek son hak dini yaşayacak bir olgunluğa ulaştırmakla görevlendirildiği (Âl-i İmrân 3/164; el-Cum‘a 62/2-3), Allah’ın bildirmesi ve istemesi dışında gaybı bilemeyeceği ve mûcize gösteremeyeceği (el-En‘âm 6/109-110; Yûnus 10/20), “Öncekilerin ve sonrakilerin Efendisi” olduğunu ilan etmek üzere Yüce Allah’ın ona inanıp kendisine yardım etmeleri için diğer peygamberlerden mîsak almış olduğu (Âl-i İmrân 3/ 81), Allah’ın ve meleklerin kendisine salât eyledikleri ve müminlerin de ona salâtü selâm getirmeleri (el-Ahzâb 33/56) gibi görevinin mahiyetini açıklayan ve şahsiyetini öven âyetler ilk düzlemi oluşturur. Bu bağlamdaki âyetlerden bir başkasında Yüce Allah, dünyada olmadık bir iltifat-ı ilâhîsine Habibini mazhar kılmış bulunmaktadır: “Hani onlar bir keresinde: ‘Ey Allah! Eğer bu Kur’ân gerçekten Senin tarafından indirilmiş bir kelamsa, o zaman başımıza gökten taş yağdır, yahut bizi çok şiddetli bir azaba çarptır!’ diyerek meydan okumuşlardı. Ey Peygamber! Sen aralarında bulunduğun sürece Allah onlara bu şekilde bir ceza verecek değildir…” (el-Enfâl 8/32-33).

İkincisi; doğup büyüdüğü Mekke şehri, Kâbe, Kureyş kabilesi ve Câhiliye çağı Arap toplumunun dinî ve içtimaî durumu ve hayat telakkileri, çocukluğu, peygamber oluşu ve vahiy alışı, Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri, Habeşistan’a ve Medine’ye hicret, muhacirler ve ensâr, hicret etmeyenler ve Mekke dönemi münafıkları, hicret sonrası faaliyetleri, Medine’deki Müslümanların genel durumu ve Resûl-i Ekrem’e bağlılıkları, Medine devri münafıkları, bedevîler ve Ehl-i Kitab ile münasebetleri, Mekkeli müşriklerle münasebetleri, Bedir, Uhud, Hendek gazveleri, Hudeybiye Antlaşması, Mekke’nin fethi, Huneyn ve Tebük savaşları gibi konulara yer veren ve onun hayat ve şahsiyetinin esaslarını anlatıp âdeta siyerin planını çizen yüzlerce âyet (bunlar için bk. Derveze, ‘Asrü’n-nebî; Sîretü’r-Resûl, II, 373-471; Özsoy – Güler, Konularına Göre Kur’ân, s. 565-689) ikinci düzlemi meydana getirir.

Üçüncüsü; Kur’ân’da onun Muhammed adı dört yerde (Âl-i İmrân 3/144; el-Ahzâb 33/40; Muhammed 47/2; el-Feth 48/29), Ahmed adı da bir yerde (es-Saf 61/6) zikredilirken birçok âyette “Ey peygamber!”, “Ey resûl!”, “Allah ve resûlü”, “bizim resulümüz”, “O’nun resûlü” ve “de ki” diye hitaba mazhar olmuş, “hayatın hakkı için…” (el-Hicr 15/72) denilerek bir başka iltifata lâyık görülmüş, ona “makam-ı mahmûd” (el-İsrâ 17/79) ihsan edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 114 sûresinden kırkı (En‘âm, Enfâl, Tevbe [veya Berâe], İsrâ, Nûr, Rûm, Ahzâb, Muhammed, Feth, Necm, Mücâdile, Haşr, Mümtehine, Saf, Cum‘a, Münâfikun, Talâk, Tahrîm, Kalem, Müzzemmil, Abese, Târık, Fecr, Beled, Duhâ, İnşirâh, Alak, Kadr, Beyyine, Tekâsür, Hümeze, Fîl, Kureyş, Mâûn, Kevser, Kâfirûn, Nasr, Leheb, Felak ve Nâs) adını, ya doğrudan doğruya Hz. Peygamber’i ya da onun çağdaşlarının tavırlarını ilgilendiren hususlara işaret eden veya telmihte bulunan bir kelimeden almıştır.

Sahâbenin siyer anlayışı


Resûl-i Ekrem’in Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasında çok geniş bir yer tuttuğunu gören sahâbe nesli onun hayat ve şahsiyetini tanıyıp bilmenin Kur’ân’ı ve İslâm’ı daha iyi anlamak ve öğrenmek için şart olduğunu idrak etmiştir. Bunun sonucunda onların siyer ve megazîye dair haber ve rivayetleri tefsir kitaplarına yansımış, siyer ve megazî müellifleri de ele aldıkları konuları ilgilendiren birçok âyete eserlerinde yer vermiştir. Siyer ve megazî ile Kur’ân’ın bu iç içeliğini en iyi anlayanlardan, Hz. Peygamber’in amcasının oğlu Abdullah b. Abbas çocukluğunda sahâbîlerin yanına giderek kendilerinden Resûlullah’ınmegazîsini ve bunlarla ilgili âyetleri öğrenmeye çalıştığını söylerken (İbnKesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VIII, 298) bu ilim dalının doğup gelişmesinde ilk ve en önemli etkenin Kur’ân-ı Kerîm olduğunu vurgulamıştır.

Bazı araştırmacıların megazî haberlerinin eyyâmü’l-Arab’ın bir devamı ve gelişmiş bir şekli olduğunu ileri sürmeleri (meselâ bk. İA, X, 700) doğru bir yaklaşım değildir. Sahâbe nesli Hz. Peygamber’le ilgili yüzlerce âyeti onun ağzından yalnızca dinlemekle kalmamış, birçok büyük başarıyı onun önderliğinde ve müstesna şahsiyetinin dirayeti altında kendisiyle birlikte yaşamak şerefine nâil olmuştur. Resûlullah’ın şahsiyetine derin bağlılığın ve ilginin temel sâiki ilâhî ve Kur’ânî’dir. Esasen Kur’ân-ı Kerîm Müslümanlara ilimle uğraşma ve tedvin hareketini başlatma hususunda örnek olduğu gibi ilmin önemini bildiren âyetleriyle de müslümanları teşvik etmiş, onlar da Kur’ân’ın iyi anlaşılabilmesi için kıraat, tefsir, Arap dili ve edebiyatı, Resûlullah’ın daha iyi tanınması ve bilinmesi için de hadis ve siyer-megazî konularında tedvin faaliyetlerine başlamışlardır.

Sünnet-siret ilişkisi

Sahâbe neslinden itibaren Müslümanlar Resûl-i Ekrem’in hayatını ve şahsiyetini tanımak ve tanıtmak için gayret göstermişler, sünnetin tesbiti için yaptıkları hadis toplama çalışmalarının bir benzerini siyer ve megazî sahasında yaparak bu ilim dalının temellerini atmışlardır. Kaynaklarda sahâbîlerin Resûlullah ile beraber oldukları dönemde siyer ve megazî sahasına duydukları ilgiyi gösteren çeşitli haberlere rastlanmaktadır. Meselâ sahâbîlerin Hz. Peygamber’den kendisinden bahsetmesini istedikleri, bunun üzerine onun, “Ben babam İbrâhim’in duasıyım …” diye başlayan meşhur cevabını vermiştir. (İbn İshak, Kitâbü’l-Mübtedeive’l-Meb’asive’l-Meğâzî, s. 28)

Bedir Gazvesi’nden hemen sonra sohbet ederlerken bu savaşta Allah’ın kendilerine yönelik lutuf ve ihsanından söz ettikleri kaydedilmektedir (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I, 661). Siyer ve megazîyi yakından ilgilendiren, Medine’de yazıya geçirilen ilk sözleşmenin (Medine Sözleşmesi) İslâmiyet’e davet mektuplarının, Hudeybiye Antlaşması gibi antlaşma metinlerinin, bazı şahıs ve kabilelere verilen iktâ ve ahidnâme gibi belgelerin birer örneğinin saklandığı; Medine Sözleşmesi ve Medine Haremi sınırlarını gösteren belge ile develerin zekât miktarına dair belgenin Resûl-i Ekrem’in kılıcında asılı durduğu, bunların vefatından sonra Hz. Ali’ye intikal ettiği bilinmektedir.

Hadis-siyer ilişkisi

Hadisler, Kur’ân ve tefsir kitaplarından sonra siyer ve megazî ile ilgili kaynakların ikincisini teşkil eder. Sahâbe neslinin hadislerin rivayet ve tesbitinde çok aktif rol oynadıkları, elli civarında sahâbînin bazı hadisleri sahîfelere yazmış olduğu da belirtilmektedir (bu sahâbîlerin isimleri için bk. M. Mustafa el-A‘zamî, s. 34-58). Sahâbîlerden Abdullah b. Amr b. Âs’ın yazdığı es-Sahîfetü’s-Sâdıka’da siyer ve megazîye dair hadislerin de yer aldığı, hatta kendisinin siyer ve megazîye dair bir risâlesinin bulunduğu, onun soyundan gelen Amr b. Şuayb’ın bunları naklettiği (a.g.e., s. 44; Urve b. Zübeyr b. Avvâm, s. 23-25), çocuk sahâbîlerdenSehl b. EbûHasme el-Ensârî’nin Hz. Peygamber’in hayatına dair bir sahîfesi olduğu, torunu Muhammed b. Yahyâ b. Sehl’in yanında bulunan bu metinden Vâkıdî’nin faydalandığı, hatta bu sahîfenin tamamını kendi kitabına aldığı zikredilmektedir (İbnSa‘d, et-Tabakât, I, 331, 332; Taberî, Târîhu’r-Rusül, I, 1757; Sezgin, GAS [Ar.], I/2, s. 21).

Ashâbdan Berâ b. Âzib, Sa‘d b. Ubâde, Humeyd ve Alâ b. Hadramî’nin de megazîye dair sahîfeleri olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., I/2, s. 20-25; Fayda, Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu, s. 360-361). Abdullah b. Abbas sahâbîlerden duyduğu hadisleri bizzat kendi yazmış, bazan kölelerini de bu maksatla çalıştırmış, bunları oluşturduğu ders halkalarıyla yeni nesle intikal ettirmiş, belli konular için günler tayin etmiş, bir günü tefsire, bir günü fıkha, bir günü megazîye ayırmıştır. Onun yazdıkları vefatından sonra kölesi ve talebesi Kureyb’e, ondan da siyer ve megazî sahasında ilk kitaplardan birini yazan Mûsâ b. Ukbe’ye intikal etmiştir (M. Mustafa el-A‘zamî, s. 41; M. Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtib, II, 316).

Sahâbî Berâ b. Âzib de siyer ve megazîye dair birçok hadis rivayet etmiştir. Kendisinin bunları yazmış olduğuna dair kaynaklarda bir haber yer almamakla birlikte Buhârî bu hadislerin birçoğunu el-Câmi’u’s-Sahîh’ine almıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatapları olan Araplar, kabile tarihlerine dair rivayetleri gece sohbetlerinde konuşma geleneğini Müslüman olduktan sonra da sürdürmüştür. Hz. Peygamber’in şahsiyeti ve Müslümanların başarıları, savaşlarla ilgili haberler, bunlara kimlerin iştirak ettiği bu sohbetlerin konuları arasında yer almıştır. Daha sonraları rivayet kabiliyeti olanlar bu konulardaki bilgilerini âyet ve hadislere ve ashâbın sözlerine istinaden birbirlerine anlatmıştır. Siyer ve megazî konularının şiirlerle süslenerek anlatılmasında bu geleneğin izleri bulunmaktadır. Siyer ve megazî bilgilerinin kıssacıların (kussâs) tâbiîn döneminde başladığı kesin olan cami ve özel toplantı yerlerindeki faaliyetleriyle hem yaygınlaştırıldığı hem de destanlaştırıldığı bilinmektedir (bk. “Kussâs”, DİA.).

Ortaya çıkan hukukî meselelerin çözümü, hicretin tarih ve takvim başlangıcı olması, divan teşkilâtının kuruluş aşamasında sahâbîlerin İslâmiyet’e girişlerinin, başta Bedir Gazvesi olmak üzere kimlerin hangi savaşlara katıldıklarının ve yaptıkları hizmetlerin bilinmesine ihtiyaç duyulması gibi hususlar siyere olan ilgiyi arttırmıştır. Diğer taraftan Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayan siyasî ve dinî ihtilâflar, Müslümanların fethedilen yerlerdeki gayri müslimlerle beraber yaşamaya başlamaları ve onlarla çeşitli dinî konularda yaptıkları tartışmalar bu sahadaki çalışmaların devam etmesinde etkili olmuştur.

Prof. Dr. Mustafa FAYDA
Kaynakça

el-Avvâm, Urve b. Zübeyr, MeğâzîResûlillâh(nşr. M. Mustafa el-A‘zamî), Riyad 1401/1981,

Cirit, Hasan, “Kussâs”, DİA, XVI, İstanbul 2002.

Derveze, İzzet, Asrü’n-nebî ve bi’etühûkable’l-bi’se, Beyrut 1384/1964.

Derveze, İzzet, Siretü’r-RasulMüktebisunmine’l-Kur’ân, I-II, Kahire 1948.

Fayda, Mustafa, “Siyer Sahasındaki İlk Telif Çalışmaları”, Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, İzmir 1985.

Hinds, M., “MaghaziandSira in EarlyIslamicScholarship”, The Life of Muhammad (ed. U. Rubin), Aldershot 1998.

İbnHişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik, es-Siyeru’n-Nebeviyye, thk. Mustafa Saka, Beyrut ty.

İbnKesîr, Ebü’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-nihâye, Beyrut 1974.

Kettânî, M. Abdülhay, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003.

Özsoy, Ömer – İlhami Güler, Konularına Göre Kur’ân, Ankara 1999.

Sezgin, Fuat, GAS [Ar.], I/2.



Taberî, EbûCa’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’l-ümemve’l-mülûk (thk. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrahim), Beyrut (1387/1967). Ayrıca ed. M. J. de Goeje, I-III, 1879-1881

18 Kasım 2018 Pazar

Hadis Kâtiplerinin Rehberi; Abdullah b. Amr


Muhammed Emin Yıldırım Hoca “Hadis Kahramanları” üst başlığında, Sahabenin hadis anlayışını müksirûn denilen çokca Hadis rivayet etmiş Sahabe efendilerimizin üzerinden anlattığı Hadis Medresesinin son dersinde “Hadis Kâtiplerinin Rehberi; Abdullah b. Amr” konusunu işledi.

Ders Notları

Bir sahâbî efendimizi kâmil manada tanıyabilmenin yolları şunlardır:
Hayatına müracaat
Sözlerine müracaat
Çağdaşlarının sözlerine müracaat
Rivayetlerine müracaat
Semanın Diline Müracaat

Abdullah b. Amr’ın (ra) üç önemli sözü:

1- Abdullah b. Amr, sabah namazlarından sonra asla yatmaz, evladu iyalini yatırmaz, komşularından yatanları da uyandırır ve sabahın o saatlerinde şöyle haykırırdı: “Kalkın ne olur kalkın! Bu vakit yatma vakti değil, ilahi tecellilere ve ilahi bereketlere muhatap olma vaktidir. Vallahi! Bu vakitlerin bereketi insana cennet kazandırtır.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, I, 288)

2- “Bir kadının varlıklı ve iyi halinde kocasının yüzüne gülmesi; fakirliği ve yokluğu zamanında ise kocasına yüz asıp, ondan yüzünü çevirmesi cehennemi kazanması için yeterlidir.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, I, 288)

3- “İlim ile elde ettiğim bilgilerin sadece bir miktarına siz vakıf olsaydınız vallahi beliniz bükülünceye kadar secdeden kalkmazdınız.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, I, 289)

Hz. Peygamber’in hayatta iken çeşitli vesilelerle yazdırmış olduğu -Kur’an-ı Kerim dışında- hadisleri bulunmaktadır. Bunlar mahiyet itibarıyla üçe ayrılırlar:

Peygamber’in emriyle yazılan resmî vesikalar

Peygamber’in emriyle yazılan gayr-ı resmî vesikalar

Peygamber’in hayatında ashâbın yazdıkları hadisler

Hz. Peygamber’in emriyle yazılan resmî vesîkalar

Hz. Peygamber devrinde onun emriyle yazılan resmî/siyâsî vesîkalar ile ilgili merhum Muhammed Hamidullah; “Mecmû’atu’l-Vesâiki’s-Siyâsiyye li’l-Ahdi’n-Nebevî ve’l-Hilâfeti’r-Râşide” adında değerli bir eser kaleme almıştır.

Bu vesikaları 8 başlık altında toparlayabiliriz:
Anayasa
Nüfus Sayımı
İmtiyaznâmeler ve Anlaşma Metinleri
Hükümdar ve Meliklere Yazılan Davet Mektupları
Yahudilerle Muhabere/Mektuplaşma
İdarecilere Talimatlar
Vergi Tarifeleri ve Hükümleri
Kur’an Tercümesi
Hz. Peygamber’in emriyle yazılan gayr-ı resmî vesîkalar

Hz. Peygamber’in (sas) emriyle yazılan ve gayr-ı resmî olan vesîkalara örnek olarak şu hadisi verebiliriz:

 Ebû Hureyre anlatıyor: Allah, Mekke’nin fethini Resûlullah’a (sas) ihsan edince, Hz. Peygamber ayağa kalktı ve insanlara bir konuşma yaptı… Ebu Şâh adında Yemenli bir adam ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın Resûlü! Bunu bana yazınız” dedi. Resûlullah da; “Ebu Şah için (duyduğu hutbeyi) yazınız” diye emretti. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, II, 238; Tirmîzî, İlim, 12)

Hz. Peygamber’in hayatında ashâbın yazdıkları hadisler

Hz. Peygamber’in sağlığında iken ondan işittiklerini yazmışlardır. el-A’zamî, Hz. Peygamber’in ashabından hadis yazan 50 kişinin ismini zikretmektedir. Hadisleri yazan bu elli kişinin içinden ise, bazılarının hadis derlemeleri/sahîfeleri oluşturdukları da bir gerçektir.

Hz. Peygamber’in sağlığında iken hadis derlemeleri/sahîfeleri olan sahabilerden bazıları şunlardır:

Abdullah b. Amr b. el-Âs
Enes b. Malik
Amr b. Hazm
Câbir b. Abdillah
Ebû Bekir
Ali b. Ebi Tâlib
Semûre b. Cündüb
Sa’d b. Ubâde
Abdullah b. Abbâs
Abdullah b. Mes’ûd
Ebû Hureyre
Ebû Eyyûb el-Ensârî
Ebû Râfi’
Ebû Sâh
Abdullah b. Ömer b. Hattâb
Amr b. Hazm
Esmâ bt. ‘Umeys
Mu’âz b. Cebel
Muhammed b. Mesleme

Abdullah b. Amr, duyduğu her hadisi yazmaya başlayınca, sahâbeden bazılarının uyarısı ile karşılaşır. Sahâbeden bazıları derler ki: “Ey Abdullah! Sen Efendimiz’den ne duyuyorsan onu yazıyorsun. Ama unutma ki, o da bir beşerdir; bazen sevinçte, bazen üzüntü de sözler söyleyebilir. Eğer bunları kayıt altına alırsan bizden sonrakiler sözün maksadını bilmedikleri için sıkıntıya düşebilirler. Bundan dolayı bu yazma işini terk et”

Abdullah b. Amr, bu sözleri duyunca: “Ben Efendimiz’in huzuruna gider ona sorarım, yaz derse yazarım, terk et derse bir daha yazmam.” Bunun üzerine Efendimiz’e (sas) gelir ve başından geçenleri anlatır. Ne der Efendimiz (sas)? Mübarek elini, mübarek ağzına doğru götürerek der ki: “Yaz, hayatım elinde olan (Allah’a) yemin ederim ki, buradan hak sözden başka bir şey çıkmaz"

Bu sözün üzerine Abdullah yazmaya devam eder; bir rivayete göre 1000 hadis, başka bir rivayete göre 600 hadis yazar. Zaten Abdullah b. Amr’ın bize rivayet ettiği hadislerin toplamı 700 tanedir.

Ebû Hureyre, hadis bilgisi konusunda Abdullah’ın kendinden iyi olduğunu beyan eder ve der ki: “Abdullah b. Amr’ın dışında Rasulullah (sas)’in ashabından hiçbiri benden daha fazla hadis bilmez. Çünkü o hadisleri yazar ben ise yazmazdım.”

Bu sözü ile onun yazmasının önemini vurgular. Abdullah b. Amr, yazdığı bu hadislere: “es-Sahifetü’s-Sadıka/Doğru sahifeler” adını verir, bir hazine gibi yanında saklar, vefatına yakında bu sahifeleri en gözde talebesi olan, tabiîn neslinin dev isimlerinden olan Mücahid’e verir.

Mücahid, bunu şöyle anlatır: “Abdullah b. Amr’ın yanında bir sahîfe gördüm ve onun ne olduğunu sorduğumda bana söyle cevap verdi: “O Sâdıka’dır. Onda Hz. Peygamber (sas)’den bizzat (O’nunla benim aramda hiç kimsenin bulunmadığı bir şekilde) işittiğim hadisler yer almaktadır.”

Ebû Râşid el-Hıbrânî anlatıyor: “Abdullah b. Amr b. el-Âs geldiğinde; bize Rasûlullah’dan (sas) işittiğin hadislerden rivâyet et, dedim. Bunun üzerine bana bir sahife uzattı ve şöyle dedi; “İşte bu Resûlullah’ın (sas) bana yazdığı sahifedir.” Ben de aldım ve içine baktım…”

es-Sahîfetü’s-Sâdıka aile içerisinde, Abdullah b. Amr’dan çocukları kanalıyla intikal etmiştir. Onun intikalini sağlayan rivâyet zincirini, oluşturan meşhur isnâd: “Amr b. Şuayb an ebîhi an ceddihi’dir.”

Yani: Abdullah b. Amr b. Âs

Oğlu Muhammed b. Abdullah Amr b. Âs

Torunu Şuayb b. Muhammed b. Abdullah Amr b. Âs

Torunun oğlu Amr b. Şuayb b. Muhammed b. Abdullah Amr b. Âs

es-Sahîfetü’s-Sâdıka’nın içerisinde tekrarsız 132 hadis vardır. Bu rakam, tekrarlar ve lafız farklılıkları da hesaba katıldığı vakit 414’e ulaşmaktadır. İlk bakışta es-Sahîfetü’s-Sâdıka’daki hadislerin genelinin hukuki konularda olması dikkati celbeden bir husustur.

Eğer Abdullah b. Amr’ı biz bir başka serlevha ile anlatsaydık, inanın söyleyeceğimiz serlevha “Bir Ahlak Kahramanı” olurdu.

Babası, Amr b. Âs, dedesi, Âs b. Vâil…

Annesi: Rayta bint Münebbih b. el-Haccac…

Abdullah b. Amr’ın doğum tarihi; Hicretin 7 yıl öncesine rast gelir. Yani Nübüvvetin 6. yılı doğmuştur; Miladî olarak 615’e tekabül etmektedir.

“Ya Resûlullah! Rüyamda bir elimde yağ, bir elimde bal; onlardan iştahla yediğimi gördüm.”Efendimiz (sas) tebessüm etmiş: “Abdullah! Sen rüya değil hakikat görmüşsün; sen hem Kur’an, hem Tevrat okuyorsun ya; ikisinin de hakikatlerini anlıyorsun ya; Allah o kitaplar içerisindeki mesajları sana yağ ve bal yedirir gibi yediriyor”

“Ey Abdullah! Ben de bazen oruç tutar, bazen tutmam. Gecenin bir vaktinde Rabbimle baş başa olurum; ama ailemle de vakit geçirim. Unutma her hak sahibinin sende hakları vardır. Bedenin bir hakkı var; ailenin bir hakkı var, komşuların bir hakkı var; tabi ki Allah’ın bir hakkı var. Sana düşen her hak sahibine hakkını vermendir. Bu benim yolumdur; kim benim yolumdan yüz çevirirse benden değildir.”

“Andolsun ki, sizin için ve Allah’a ve ahiret gününe (Allah’a ulaşma gününe) ulaşmayı dileyen ve Allah’ı çok zikredenler için, Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)

İtidali sarsan iki kavram, ifrat ve tefrittir.

İfrat tavrı: Değerinden fazlasını vermek

Tefrit tavrı: Değerinden aşağıya düşürmek

İtidal tavrı: Değerinin hakkını teslim etmek

Halifeler döneminde Abdullah b. Amr’ı üç husus ile öne çıktığını görüyoruz. Bunlar: İlim, ibadet vecihad’dır.

“Ey Ammar! Seni bağiy/yani yoldan çıkmış bir taife öldürecek ve senin bu dünyadan son nasibin bir bardak süt olacak!”

“Ah keşke yirmi yıl önce ölseydim de Sıffın’a katılmasaydım.”

Onun en önde gelen ögrencileri, Yezid b. Habîb (128/746) ve Leys b. Sa’d’dır. (175/791)

Abdullah b. Abbâs (68/687) Mekke’de ne ise, Abdullah b. Amr da Mısır’da odur.

İmamın arkasında kıraat edilip edilmemesi mevzuunda, Abdullah b. Amr’ın kendisine ait bir uygulaması vardır. O öğlen namazında imamın arkasında namaz kılarken okumuş ve bu davranışı ile emsal oluşturmuştur.

Atâ b. Yesâr anlatıyor: Abdullah b. Amr’a; namazı üç rekât mı, dört rekât mı kıldığı hususunda şüphelenen kimsenin ne yapması gerektiğini sordum: “Bir rekât daha kılsın, sonra da oturduğunda iki secde daha yapsın” dedi.

Abdullah b. Amr, kadınlara, gusletmek istedikleri zaman saçlarının örgülerini açmaları hakkında fetva vermiştir. Bu konu Hz. Aişe’ye ulaşınca; “Şu İbn Amr’a da hayret doğrusu! Guslettiklerinde kadınların saç örgülerini açmalarını emrediyor. Oldu olacak kafalarını kazımalarını emretse… Ben Resulullah (sas) ile beraber aynı kaptan yıkanıyordum, basımdan aşağı üç defa su dökmekten başka bir şey yapmıyordum.” diyerek Abdullah b. Amr’ın vermiş olduğu bu fetvasını tenkit etmiştir. (Müslim, Kitabu’l-Hayz, 12/59)

Abdullah b. Amr (ra) böyle bir hayatın sahibi olarak yaşadı ve bize ibadet, ilim, cihad ve tabi ki ahlak alanında çok şeyler söyleyerek gitti. Hicrî 65/ Miladî 685’de Mısır’da o günkü ismi ile Fustad, bugünkü ismi ile Kahire’de vefat etti.

“Müslüman diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimselerdir. Muhacir ise, Allah’ın yasaklarından sevaplarına hicret edendir.” (Buhârî, Îmân 4–5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64–65)

“Ya Resûlüllah! Bana üç tane hayır, üç tane de şer söyler misin?” Soru anlaşıldı değil mi? Üç hayırlı şey, üç şerli şey bunları soruyor… Ne demiş Âlemlerin Rahmeti: “Üç hayır, doğru söyleyen bir dil, Allah’tan korkan bir kalp ve Saliha bir hanımdır. Üç şer ise; yalana alışan bir dil, Allah korkusu ile titremeyen bir kalp ve kötü huylu bir kadındır.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, I, 284, 285)

“Büyük günahlardan bir tanesi de insanın anne ve babasına küfür etmesi sövmesidir.” Bu söz sahâbeyi bir anda sarstı. Sahâbîlerden biri dedi ki: “Ya Resûlüllah! Bir insan nasıl anne ve babasına sövebilir ki?” Efendimiz (sas) dedi ki: “Bir kimse başkasının anne ve babasına küfür eder, söverse; o da döner onun anne ve babasına söver. O sövgüye sebep olduğu içinde sanki kendi anne ve babasına küfür etmiş gibi muamele görür.” (Buhari, Edeb, 4; Tirmizi, Birr, 4)

    Muhammed Emin Yıldırım

Videoyu izlemenizi tavsiye ederim:


17 Kasım 2018 Cumartesi

AL-İ İMRAN SÛRESİ 100-103. ayetlerin tefsiri


Müminlerin, Kişiliklerini Korumaya, Kur'an'a Ve İslâm'a Sarılmaya Yöneltilmesi

100- Ey iman edenler! Eğer siz Kitap Ehli'nden bir zümreye itaat edecek olursanız sizi imanınızdan sonra kâfir­ler olarak döndürürler.

101- Size Allah'ın ayetleri okunup dur­makta ve Onun peygamberi de içinizde iken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah (ın dinin)'a sımsıkı tutunursa muhak­kak ki dosdoğru yola iletilmiş olur.

102- Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz.

103- Hepiniz toptan Allah'ın ipine sım­sıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Al­lah'ın üzerinizdeki nimetini de hatırla­yın. Hani siz düşmanlar idiniz de o kalplerinizi birleştirmişti ve O'nun ni­meti ile kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarında iken ora­dan da sizi O kurtardı. İşte Allah hida­yete ulaşasınız diye size ayetlerini böyle­ce apaçık bildiriyor.


Nüzul Sebebi

el-Firyâbî ve İbni Ebî Hatim İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: Cahiliye döneminde Evs ile Hazrec kabileleri arasında çok kötü olay­lar geçmişti. Onlar (İslâm geldikten sonra) bir arada otururlarken aralarında cereyan eden olayları, kızıp hiddetlenecek noktaya gelene kadar anıp durdular. Kimisi kimisine karşı silah dahi çekti. Bunun üzerine, "Nasıl Allah'ı inkâr edersiniz?" ayeti ve ondan sonraki ayet-i kerime nazil oldu. Bu da bundan önce­ki iki ayet-i kerimenin nüzul sebebini açıklarken zikredilen rivayeti destekle­mektedir. [83]

Açıklaması

Allah müminleri kâfirlere itaat etmekten, onların aldatma ve saptırma­larına kanmaktan -Kitap Ehli'ni küfürleri dolayısıyla ve Allah'ın yolundan insanları alıkoymaları sebebiyle azarladıktan sonra- sakındırmaktadır. Buna sebep ise İslâmî kişiliğin tutarlılığı ve bu kişiliğin diğerlerinden ayrı ve bağımsız halini korumaktır. Bundan önce ise Kitap Ehli Allah'ın dosdoğru yo­lundan sapmış bulunuyordu. Bu genel hususu aşağıdaki şekilde açıklayabili­riz:

Ey Müminler! Fitneyi körükleyen, sönmüş cahiliye ateşini alevlendiren hususlarda şu Yahudilere itaat edecek olursanız, imandan sonra sizleri küfre, birlikten sonra tefrikaya, ayrılığa, sevgi, samimiyet ve içten bağlılıktan sonra da tiksintiye, kin ve düşmanlığa döndürürler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Kitap Ehli'nden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan son­ra kâfirler olarak geriye döndürmek ister." (Bakara, 2/109). Küfür ise ahireti kaybetmeye sebep olduğundan, dinî bakımdan bir helak oluştur. Dünyada ise kötü gidişe ve kötü geçime sebeptir. Fitneleri, düşmanlıkları ve kini körükledi­ğinden dolayı dünyada da bir helak oluştur.

Nasıl olur da Allah'ı inkâr edersiniz? Sizin bundan uzak olmanız gereki­yor. Size gösterdikleri şekilde nasıl olur da kâfirlere itaat edersiniz? Halbuki siz şu iki özelliğe sahipsiniz: Birincisi gece gündüz Rasulüne indirilen Allah'ın ayetlerinin okunmasıdır. Size bu ayetleri o okumakta ve tebliğ etmektedir. Bu ayetler mucize olduğu apaçık olan Kur'an-ı Kerim'in ayetleridir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye davet edi­yor ve sizden misakınızı (ahdinizi) almış bulunuyorken ne diye Allah'a iman et­mezsiniz? Eğer gerçekten müminler iseniz..." (Hadîd, 57/8).

İkinci husus, davetini destekleyen harikulade mucizeleri açıkça göstermiş bulunan Rasulün aranızda, varlığıdır. Bu iki halin varlığı küfür ve inkâra aykı­rıdır. Bunun anlamı, onlar gerçekten saptılar da bu bakımdan azarlandılar de­mek değildir. Çünkü onlar mümin kimselerdi. Bundan dolayı iman nitelikleri söz konusu edilerek "ey iman edenler" diye kendilerine seslenilmiştir [84]

Allah'a ve Kitabına sımsıkı sarılan, onun dinine sıkı sıkıya yapışıp Allah'a tevekkül eden bir kimse hidayeti elde etmiş, sapıklıktan uzaklaşmış, doğrulu­ğun ve gerçeğin yolunda yürümüş ve arzu edileni gerçekleştirmiş demektir.

Daha sonra Yüce Allah müminlere gerçekten takvaya yapışmalarını em­retmektedir. Bu ise görevlerini, farklarını ifa etmek, yasaklardan da kaçınmak suretiyle olur. Bu da güç yettiğince bütün masiyetlerden uzak durmak, emirle­re de uymakla olur. Nitekim Yüce Allah, "Gücünüz yettiğince Allah'tan kor­kun." (Teğâbün, 64/16) diye buyurmaktadır. Resulullah (s.a.) da şöyle buyur­muştur: Size yasakladığım şeyden uzak durunuz. Size emrettiğim şeyi de gücü­nüz yettiğince yerine getiriniz." [85] İbni Mes'ud da şöyle demiştir: "Allah'tan ge­reği gibi korkmak, ona itaat etmek, unutmaksızın onu anmak, inkâr ve nan­körlük etmeksizin ona şükretmekle olur." [86] İbni Abbas da der ki: "Bu, bir göz açıp kapayacak kadar bir süre dahi Allah'a asi olmamak demektir."

Müfessirlerin naklettiklerine göre bu ayet-i kerime nazil olunca Ashab-ı kiram, "Ey Allah'ın rasulü buna (Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkmaya) kimin gücü yetebilir ki?" dediler ve bu onlara ağır geldi. Bunun üze­rine Yüce Allah da, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunu indir­di ve bu ayet-i kerimeyi neshetti. Mukatil der ki: Âl-i İmran suresinde bu ayet dışında mensuh ayet yoktur. Ancak daha uygunu ise Yüce Allah'ın, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunun bu ayet-i kerimeyi beyan sadedin­de olduğudur. Yani, sizler gücünüz yettiğince Allah'tan nasıl korkmak gereki­yorsa öylece korkunuz, demektir. Çünkü nesih ancak nasların bir arada anla­şılması mümkün olmadığı durumlarda söz konusu olur. Burada ise iki nassı bir arada anlamamız mümkündür. O bakımdan bunu kabul etmek daha uygundur.

Daha sonra Yüce Allah onlara şöyle bir yasak getirmektedir: Bütün benliğinizle Allah'a ihlâsla bağlanmadıkça ölmeyiniz. Yani sizler ölüm vaktiniz geldiğinde ancak İslâm hali üzere olunuz. Bu ise baştan itibaren ve devamlı su­rette İslâm üzere kalmaya, bu konuda eli çabuk tutmaya bir teşviktir. Sağlığı­nız ve esenliğiniz halinde bunu korumanız için bir teşviktir. Böylelikle bu hal üzere ölmeniz mümkün olabilsin. Yoksa "İslâm'a girmedikçe ölmeniz yasaktır" gibi bir anlamda değildir. Burada istenen, ansızın ölüm gelmeden önce İslâm dinine uymaktan ibarettir.

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın Kitabına ve Allah'ın insanlara olan ahdi­ne sımsıkı sarılmayı emretmekte ve bu konuda ayrılığa düşmeyi ebediyen yasaklamaktadır. Her zaman için Allah'a ve Rasulüne itaat etrafında toplanma­ya, buna bağlı kalmaya çağırmaktatır. Allah'ın ipi, iman, itaat ve Kur'an-ı Kerim gereğince amel etmektir. Çünkü Tirmizî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kur'an Allah'ın sapasağlam ipidir, O'nun apaçık nurudur. O'nun hayret verici özellikleri bitip tükenmez; insanların ondan bilmele­ri gereken şeylerin sonu gelmez. Defalarca okunup durmasına rağmen eskimez, her kim ona uygun söz söylerse doğru söyler, her kim onunla hükmederse adalet uygular, her kim gereğince amel ederse doğruyu bulur. Her kim ona sımsıkı ya­pışırsa o da dosdoğru yola iletilmiş olur."

Daha sonra Allah'ın Araplara ihsan etmiş olduğu en büyük nimeti onlara hatırlatılmaktadır. Bu ise tefrikadan sonra birlik ve bir araya gelmek, düşmanlık ve adaletten sonra, biribirlerini öldürmekten, güçlünün zayıfa musallat ol­masından sonra birleşip kaynaşmak, küfür ve şirkten sonra iman kardeşliği­dir: "Müminler ancak kardeştir." (Hucurat, 49/10). Şirk ve putperestlik sebebiy­le ateşin ve helak olmanın kenarına yaklaşmış iken insanların efendileri, dün­yanın liderleri olmalarıdır. Allah İslâm sayesinde onları yok olmaktan, helak olmaktan kurtarmıştır: "Şayet siz Allah'ın nimetlerini sayıp dökmeye kalkışır­sanız onları sayıp dökemezsiniz." (İbrahim, 14/34).

Evs ve Hazreclilerin bir bölümünü teşkil ettikleri Araplar arasında cahiliye döneminde pek çok savaşlar olmuştu. Aralarında ileri derecede düşmanlık, kin ve kötü duygular vardı. Bunlar sebebiyle uzun süre birbirleriyle çarpışıp durdular. Allah İslâm'ı gönderince bu dine giren girdi ve bunlar Allah'ın aza­meti sayesinde birbirini seven kardeşler, Allah uğrunda birbirlerini gözeten kimseler, iyilik ve takva üzere biribirleriyle yardımlaşan kişiler oldular. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurdu: "O seni yardımıyla ve müminlerle destekleyen­dir. Onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsaydın yine de onların kalbini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup birleştirdi." (Enfal, 8/63).

Bu ayetlerde Yahudilerin size karşı içlerinde gizlediklerini, size verdiği emirleri ve yasakları, cahiliye döneminde iken üzerinde bulunduğunuz hali, İs­lâm'dan sonra da vardığınız noktayı, Rabbinizin size bu ayetlerde gayet açık bir şekilde beyan ettiği gibi, diğer ayetlerini de Rasulüne indirdiği ayet ve belgeleriyle böylece açıklamaktadır. Ta ki bununla daimî bir hidayete nail olası­nız, hidayetiniz artıp dursun. Ve ta ki ayrılık ve düşmanlıktan sonra tekrar cahilî ortama, putperestliğe ve şirke, sapıklığa geri dönmeyesiniz. [87]



[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/293.


[84] el-Bahru'l-Muhît, 111/14.


[85] Buharî ve Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.


[86] İsnadı sahih ve mevkuftur. Buharî rivayet etmiştir.


[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/293-295.

16 Kasım 2018 Cuma

AL-İ İMRAN SÛRESİ 130-136. ayetlerin tefsiri


Hayırlı İşleri Yapmak Ve Münkerleri Terk Etmek İçin Müminlere Bir Takım Emirler, İtaatkârların Mükâfatı Ve İsyankârların Görecekleri Ceza

130- Ey iman edenler! Ribayi kat kat yemeyin. Allah'tan korkun ki felah bu­lasınız.

131- Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de sakının.

132- Bir de Allah'a ve Peygamber'e ita­at edin ki rahmete nail olasınız.

133- Rabbinizin mağfiretine ve takva sahipleri için hazırlanmış eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun.

134- Onlar bolluk ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanla­rı affedenlerdir. Allah iyilik yapanları sever.

135- Ve çirkin bir günah işledikleri ya­hut nefislerine zulmettikleri vakit Al­lah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesi için bağışlanma dileyenlerdir. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar? Bir de işledikleri üzerinde bi­lip dururlarken ısrar etmeyenlerdir.

136- İşte bunların mükâfatı rablerinden bir mağfiret ve altlarından ırmak­lar akan cennetlerdir ki orada ebediyyen kalıcıdırlar. (Böyle) amel edenle­rin mükâfatı ne güzeldir!


Nüzul Sebebi

130. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak el-Firyâbî, Mücahit'ten şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Belli bir va'de ile (Cahiliye Arapları) alışveriş yapar­lardı. Va'de geldiğinde borçluların borcunu artırırlar, buna karşılık va'deyi de uzatırlardı. Bunun üzerine, "Ey iman edenler! Ribayı kat kat fazlasıyla yeme­yin" ayeti nazil oldu.

Yine (Firyâbî) Atâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Sakîfliler Muğire oğullarına [1] borç verirlerdi. Va'de geldiğinde, "Biz size faiz verelim, buna kar­şılık borcumuzun ödemesini erteleyin" derlerdi. Bunun üzerine, "Ribayı kat kat fazlasıyla yemeyin" ayeti nazil oldu.

135. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas Atâ'dan gelen rivayete göre şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime Nebhân et-Temmâr (hurma satıcısı) hakkında nazil olmuştur. Künyesi Ebu Mukbil idi. Yanına güzel bir kadın gelir, ondan hurma satın almak ister. O da kadını alıp kucaklar ve öper. Buna pişman olur, Peygamber (s.a.)'in yanına varıp olayı anlatır. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olur. [2]

Açıklaması

Ey iman edenler! Cahiliye döneminde insanların yaptıkları gibi faiz yemeyiniz. Bu, kat kat fazlasıyla faiz alıp vermenin müminlere yasak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Cahiliye döneminde borcun va'desi geldiğinde ala­caklılar borçluya, "Ya borcunu ödersin, yahut faiz ödersin" derlerdi. Vaktinde borcunu öderse mesele yok, aksi takdirde va'desini uzatır öbürü de ödeyeceği faiz miktarını artırırdı. Bu her sene böyle devam ederdi. Kimi zaman azıcık bir borç kat kat artarak büyük meblağlara ulaşırdı.

Faizin haram kılınışını tekit için Yüce Allah bu yasak ile birlikte dünyada da ahirette de felaha kavuşabilmeleri için müminlere takvayı da emretmekte­dir. Arkasından bu yasağı daha bir pekiştirmek için onları cehennem ile tehdit etmekte, cehennemden onları sakındırmakta, sonra da Allah'a ve Rasulüne ita­at emrini daha bir sıkı tutmaktadır. Arkasından da hayırlı işleri yapmak ve Al­lah'a yakınlaştırıcı amellere kavuşmak için eli çabuk tutmaya onları teşvik et­mektedir.

Faiz ayetlerini (Bakara, 275, 276, 278 ve 279. ayetler) üçüncü cüzde tefsir ettiğimizde sözünü ettiğimiz bu ayet-i kerimenin faizin haram kılınmasındaki tedricilikte üçüncü aşamada nazil olduğunu belirtmiştik. Yine orada faizin yüz­de bir gibi az bir oran olması ile çok olmasının değişmediğini ve hepsinin ha­ram olduğunu, son inen hükümlerden Bakara süresindeki ilgili ayetlerin her iki tür faizi de haram kıldığını açıklamıştık. Bu faiz türlerinden birisi va'de fa­izi (nesîe), diğeri ise peşin fazlalık faizi (ribâ ül-fadl)dir. Her iki türüyle faizin haram kılınmasının ümmetin menfaatine olduğu da açıklanmıştır. Çünkü faiz­de fert ve toplum aleyhine büyük tehlikeler vardır. Fazlalık faizinin haram kı­lınması ise şeddi zerâi' kabilindendir; yani bu faizin va'de faizine gitmesini en­gellemek içindir. Arkasından bir menfaat çeken her bir karz bir faizdir. Sözü geçen bu menfaat ister nakdî olsun ister aynî ve maddî olsun, ister az ister çok olsun fark etmez.

Cahiliye dönemi faizi yahut nesîe faizi, günümüzdeki bankalarda aşırı fa­iz yahut zaman geçmesi ile birlikte ortaya çıkan mürekkep kâr yahut mürek­kep diye bilinen faizdir. Bu da Kur'an-ı Kerim'in nassıyla kat'î olarak haram­dır. Ayet-i kerimede bunun "kat kat fazlası" diye kayıtlandırılması vakıanın beyanı ve cahiliye döneminde insanların durumunu tasvir etmek için gelmiş bir kayıttır. Ayrıca bu işlemlerde gayet açık bir zulüm, borç alanın ihtiyacının açıkça sömürüldüğünün ortaya konulması ve bunun çirkinliğinin sergilenmesi maksadı vardır. Bu kaydın bulunması, hiç bir zaman düşük orandaki faizin helâl olduğu, haram olanın sadece aşırı faiz olduğu anlamına gelmez. Bu, ayet-i kerimenin anlatmak istediği bir şey değildir. Faiz ister az ister çok ol­sun haramdır, büyük günahlardan birisidir. Bu kaydın aksine bir manası yok­tur. Aşırı zaruret içerisinde bulunan kimseler dışında hiç bir zaman faiz mu­bah olamaz. Tıpkı meyte (leş) yemeye kalkışmak gibidir. Eğer bir kimse kendi kanaatine göre açlıktan öleceğini biliyor ise yahut da barınacağı bir evi olmadığından sokakta kalmaya maruz kalacak ve helak olacaksa bu yola baş vurabilir. Ticaretini, sanayi ya da ziraatini geliştirmek için faizli borç almak kesin­likle haramdır.

Şimdilerde görülen İslâmî uyanış gerçeği içerisinde müjdeler veren hayırlı gelişmeler arasında İslâmî finans kurumları ve sigorta şirketleri de vardır. Bunlar ise mudarebe, murabaha, teminat ve buna benzer fukahanın mubah gördüğü esaslar çevresinde çalışmayı hedeflemektedirler. Bunlarda haram olan faiz yahut şer'an haram görülen garar ve kumar da -İslâmî kayıdlara uyulduğu takdirde- söz konusu değildir.

Yüce Allah bize yasaklanan işler arasında Allah'tan korkmamızı emre­derek faiz yasağını bir daha pekiştirmektedir. Bu yasağı pekiştirmesinin amacı ise, sevgiye götüren, karşılıklı dayanışma ve merhamet ile kendimiz için felah ve kurtuluşu gerçekleştirelim diyedir. Sevgi ise mutluluğun esası­dır. Ahirette bu yolla Allah'ın rızası ve cennete nail olunur. Faiz yasağını, ce­henneme götüren şeylerden sakındırmak suretiyle daha da pekiştirmektedir. Cehenneme götüren şeylerden birisi de faizdir. Yüce Allah cehennemi kâfir­ler için hazırlamıştır. Bunlardan bir kısmı ise faizcilerdir. Eğer bunlar takva­ya sarılmaz ve masiyetlerden uzak durmazlarsa cehennem halkı arasında sayılırlar. Ebu Hanife'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Şüphesiz bu, Kur"an-ı Kerim'de en korkutucu ayet-i kerimelerdendir. Çünkü Allah, haramlarından sakınmak hususunda kendisinden korkmayacak olurlarsa mü­minleri de kâfirler için hazırlanmış cehennemle tehdit etmektedir. Bakara suresinde de Yüce Allah'ın faiz yiyenlere karşı Allah ve Rasulü tarafından savaş açılmış olduğunu, Allah'ın ve Rasulünün faizcilere düşman olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Daha sonra Yüce Allah bu yasağı oldukça beliğ bir şekilde daha da pekiş­tirmekte, faiz almaktan uzak durmak hususunda Allah ve Rasulüne itaati emretmektedir. Ta ki Allah durumlarını düzelttikleri için dünyada insanlara mer­hamet etsin, ahirette de amellerine güzel bir mükâfat vermek suretiyle onlara rahmet buyursun.

Daha sonra Yüce Allah günahların bağışlanmasını, Allah'ın takva sahiple­ri için hazırlamış olduğu oldukça geniş cennetlere girmeyi gerektiren işlere koşuşmayı emretmektedir. Bu ise cennetin halihazırda yaratılmış olduğunun de­lilidir. İmam Ahmed Müsned'inde şunu rivayet etmektedir: Heraklius Peygam­ber (s.a.)'e şunu yazar: "Sen beni eni gökler ve yer kadar olan cennete çağırı­yorsun. Peki cehennem nerede?" Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyur­du: "Allah, Allah! Peki gündüz gelince gece nereye gidiyor!" Yani yörüngede dö­nüş olunca gündüz dünyanın bir tarafında gece öbür tarafındadır. İşte cennet de bu şekilde üst tarafta, cehennem de alt taraftadır. Dolayısıyla cennetin gök­lerle yerin eni kadar olması ile cehennemin varlığı arasında bir aykırılık yok­tur.

Mananın şöyle olma ihtimali de vardır: Gündüz geldiği zaman bizim gece­yi göremeyişimiz onun hiç bir yerde olmamasını -biz bu yeri bilmesek dahi- gerektirmez. Aynı şekilde cehennem de Yüce Allah'ın dilediği yerdedir. İbni Kesir der ki: Bu daha açıktır. Çünkü el-Bezzar tarafından rivayet edilen Ebu Hureyre hadisinde o şöyle demiştir: Adamın birisi Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dedi: Yüce Allah, "Eni göklerle yer kadar olan bir cennet" diye buyurmak­tadır. Peki cehennem nerede? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ne dersin, gecele­yin gelip her şeyi örtü gibi kuşattığı vakit gündüz nereye gidiyor?" Adam, "Nere­ye dilerse" deyince Resulullah (s.a.) şu cevabı verdi: "îşte cehennem de böyledir. Aziz ve Celîl olan Allah nerede dilerse oradadır."

İşte bunlar faizden uzaklaştırmak için arka arkaya gelmiş dört tane tekit edici ifadelerdir: Allah'tan korkunuz, cehennemden korkunuz, Allah'a itaat ediniz, Rasulüne itaat ediniz. Daha sonra Yüce Allah korkutmanın akabinde hayır fiil işlemeyi teşvik ederek, sadaka, akrabalık bağlarını gözetmek, sıla-i rahim, karşılıklı merhamet, dayanışma, faiz ve benzeri günahlardan uzak durmak gibi itaat işlerine gecikmeden koşuşmayı da emretmektedir. İşte bu hayırlı işler, İslâm toplumunu merhameti, mutlu ve huzurlu bir toplum haline getirir. Kinlerin olmadığı, mücadelelerin olmadığı, kıskançlığın, buğzun, fakirlerle zenginler arasında nefretleşmenin olmadığı bir toplum haline getirir. Da­ha sonra Yüce Allah cennetliklerin niteliklerini şöylece söz konusu etmekte­dir:

1- Darlıkta ve genişlikte, yani sıkıntılı ve rahat zamanlarında, hoşuna gi­den ve gitmeyen zamanlarda, sağlık ve hastalık hallerinde, Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi "Onlar ki mallarını gece ve gündüz gizli ve açık infak ederler..." (Bakara, 2/274). Yani bütün durumlarda infak ederler. Yüce Allah'a itaat, O'nun razı olduğu yollarda infak etmekten, yakın akrabalarına olsun, başkalarına olsun çeşitli iyiliklerde bulunmaktan hiç bir şey onları alıkoymaz. Ahmed, Buharî ve Müslim, Adiyy b. Hâtim'den gelen rivayete göre, Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu nakletmektedirler: "Bir hurmanın yarısı ile dahi olsa ce­hennemden korununuz." [3]

İnfak Emrinin İki Hedefi Vardır:


a) Sadaka ihtiyaç sahibi olan kimseye bir yardım, sıkıntılarını giderme yo­lunda elinden tutmaktır. Buna karşılık faiz ise zenginin, fakirin ihtiyacını is­tismar etmesidir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artış göster­sin diye faiz gününden insanlara verdiğiniz Allah katında artmaz. Fakat Allah'ın rızasını elde etmek kasdıyla verdiğiniz zekât ise işte onlar kat kat artan­lardır." (Rûm, 30/39); "Allah faizin bereketini giderir, fakat sadakaları da artı­rır." (Bakara, 2/276).

b) Zenginlik yahut sıkıntı zamanlarında ve bunların dışında kalan hal­lerde infak etmek, takvanın en açık delili, tekerrür edip duran ihtiyaçları karşılamanın en iyi yoludur. Ve bu tedrici olarak ağır ağır gerçekleşir. Böyle bir yolla infak eden bir kimse sıkıntıya düşürülmez. Ayrıca muhtaç olan da ihtiyacı en alt seviyeye ininceye kadar ihmal edilmiş olmaz. İbretli bir sözde şöyle denilmektedir: "Sen az bir şeyler ver. Çünkü mahrumiyet ondan daha da azdır." Hayra duyulan sevgi ve ahireti hatırlamak insanda merhamet duy­gularını harekete getirir, az da olsa sürekli infaka teşvik eder. Devamlılığı olan az bir infak, aralıklarla verilen pek çok infaktan hayırlıdır. Az olan bir infak, fert ve toplumlardan bir araya getirilip toplandığı vakit arzuyu gerçek­leştiren fazla bir miktar olur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Genişlik sahibi olan genişliğince infak etsin. Rızkı kendisine daraltılan kimse ise Allah'ın kendisine verdiğinden infak etsin. Allah hiç bir nefse ona verdi­ğinden başkasını yüklemez. Allah güçlükten sonra kolaylık ihsan edecektir." (Talâk, 65/7).

2- Öfkelerini bastıranlar, yani öfkeleri kabarıp arttığı takdirde onu bastı­rıp gizleyenler. Gereğini yerine getirme ve uygulama imkânları bulunmakla birlikte -zaaf ve acizlikten dolayı değil- gereğini yerine getirmezler. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Güçlü kimse başkasının sırtını yere getirmekten dolayı güçlü değildir. Fakat güçlü kimse kızdığı zaman nefsine hâkim olabilen­dir." [4] Yine İmam Ahmed'in rivayetine göre Harise b. Kudâme es-Sa'dî, Ey Al­lah'ın Rasulü, bana vasiyette bulun, demiş, Resulullah (s.a.) ona, "Kızma" diye vasiyette bulunmuştur.

Kızgınlığın tedavi yolu Ahmed ve Ebu Davud'un Atıyye b. Sa'd es-Sa'dfden rivayetine göre şöyledir: Atıyye dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurdu: "Kızgınlık şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ise an­cak su ile söndürülür. O bakımdan sizden herhangi bir kimse kızdı mı abdest alsın." Abdürrezzâk'm Ebu Hureyre'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gereğini yerine getirebilme gücüne sahip olduğu halde her kim bir öfkesini tutarsa Yüce Allah onun içini güvenlik ve iman ile doldurur."

Aişe (r. anhâ)'den nakledildiğine göre bir hizmetçisi onu öfkelendirmiş o da, "Allah takvayı ne güzel yaratmıştır, öfke sahibine intikam alma fırsatını vermez" demiştir.

3- İnsanları affedenler. Yapılan düşmanlığın karşılığını verebilme güçleri bulunmakla birlikte kendilerine kötülük yapanları hoşgörülü davranıp bağışla­yanlar demektir. Bu ise aklın genişliğine, fikrin üstünlüğüne, irade gücüne, ki­şiliğin metanetine açıkça delâlet eden, nefsin dizginlenmesi basamağıdır. Öfke­yi yenmekten daha üstün bir basamaktır. Çünkü kişi kimi zaman kin ve kötü duygularını muhafaza ederek öfkesini bastırabilir. Bu buyruk Yüce Allah'ın, "Ve onlar kızdıkları zaman bağışlarlar." (Şûra, 42/32) buyruğunu andırmakta­dır. Hâkim ve Taberânî, Übeyy b. Ka’b'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedirler: "Her kim cennette köşklerinin yükseltilmesini, derecelerinin yüceltilmesini arzu ediyor ise kendisine zulmedenleri affetsin, mah­rum edenlere versin, bağını koparanların bağlarını düzeltsin." [5] İbni Abbas (r. anhumâ)dan ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kıyamet günü olduğunda bir münadi şöyle seslenir: İnsanları affedenler nerede? Haydi Rabbinizin huzuruna geliniz, ecirlerinizi alınız. Affettiği takdirde cennete sokulması her Müslümanın bir hakkıdır."

İşte bunda Peygamber (s.a.)'in Uhud gazvesinde emrine aykırı davranan okçuları affettiğine ve Hz. Hamza'ya yaptıkları dolayısıyla müşrikleri cezalandırmadığına bir işaret vardır. Çünkü siret-i nebeviyede de belirtildiği gibi O, Hz. Hamza'ya müsle yapıldığını (ölünün azalarının parçalandığını) görünce, "Ve nefsim elinde olana yemin olsun ki, onlardan yetmiş kişiye müsle uygulaya­cağım" diye buyurmuştu.

4- Allah ihsan edenleri, iyilik yapanları, kötülüğe iyilikle karşılık verenle­ri sever. Bu ya kötülük yapana faydalı işler yapmakla olur yahut o kötülüğüne misliyle karşılık vermemek suretiyle dünyada ona gelebilecek zararı önlemek suretiyle; veya ahirette alacağı hakları affetmesiyle olur. Bu ise önceki mertebelerin en yükseği olan bir mertebedir. Beyhakî'nin rivayetine göre Hz. Hüse­yin'in oğlu Ali'nin (r.a.) bir cariyesi vardı. Namaza hazırlanmak üzere ona su döküyordu. Elindeki ibrik başını yaraladı. Başını kaldırınca cariye şöyle dedi: "Yüce Allah, "Öfkelerini yutanlar" diye buyurmaktadır. Ali ona, "Öfkemi yut­tum," dedi. Cariye, "Ve insanları affedenler" diye buyurmaktadır" deyince, "Al­lah seni affetmiştir" dedi. Yine cariye, "Allah ihsan edenleri sever" deyince Ali, "Git, Yüce Allah'ın rızası için hürsün" cevabını verdi.

5- Çirkin bir günah işledikleri vakit yani zina, faiz, hırsızlık, gıybet ve bu­na benzer zararı başkasına ulaşan bir günah işlediklerinde veya kendilerine zulmettiklerinde yani içki içmek ve buna benzer zararı yalnız kendilerine do­kunan bir günah işlediklerinde Allah'ın vaadini, tehdidini, azamet ve celâlini hatırlar, tevbe ederek, Rabbinin rahmetini umarak ona dönerler.

Şunu bilelim ki günahları Allah'tan başka bağışlayacak kimse yoktur. Kö­tülük yapanı bağışlaması -şirkin dışında olmak şartıyla- günahkârı, günahları ne kadar büyük olursa olsun affetmesi onun lütfunun, ihsan ve kereminin bir belirtisidir. Şirk ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah kendi­sine şirk koşulmasını bağışlamaz. Fakat bundan başka bunu (yani günahı) di­lediğine bağışlar." (Nisa, 4/48) Yine rahmetinin genişliği ile ilgili olarak şöyle buyurur: "Ve benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır." (A'râf, 7/156).

Tevbenin kabul edilmesinin şartı ise günah üzerinde ısrar etmemektir. İş­te Yüce Allah'ın, "Bir de işledikleri (günah) üzerinde bilip dururlarken ısrar etmeyenlerdir" buyruğu bunu ifade etmektedir. Yani günahlarından tevbe edip yakın bir süre sonra Allah'a dönen, masiyet üzere ısrar etmeyen, onu sürdür­meyen kimselerdir. Eğer günahı bir defada işleyecek olurlarsa ondan tevbe ederler. Nitekim Hafız Ebu Yala, Müsned'inde böyle demektedir. Aynı zamanda bu Ebu Davud, Tirmizî ve el-Bezzâr'ın Müsned'inde de yer almaktadır ki, bun­lar Ebu Bekir (r.a.)den şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "İstiğfar eden (günahında) ısrar etmiş olmaz. İsterse bir günde (aynı güna­ha) yetmiş defa dönsün." [6]

Bunlar yaptıklarının bir masiyet olduğunu bilirler ve günahlarını hatırla­yarak onlardan dolayı Allah'a tevbe ederler. Esasen Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder. Bu buyruk Yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Onlar şüphesiz Allah'ın kullarının tevbesini kabul ettiğini bilmezler mi?" (Tevbe, 9/104); "Her kim bir kötülük işler yahut kendisine zulmeder sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse Allah'ı çok mağfiret sahibi ve çok merhametli bulur." (Nisa, 4/110).

Sözü geçen niteliklerle Yüce Allah takva sahiplerini nitelendirdikten sonra şunu açıklamaktadır: Bu niteliklere sahip olan takva sahibi kimselerin mükâfatları günahlarının Rableri tarafından bağışlanması, cezadan yana gü­venlik içerisinde olmalarıdır. Bunlara Rableri nezdinde altından ırmaklar akan cennetlerde yani çeşitli içeceklerden nehirlerin aktığı cennetlerde bü­yük bir sevap vardır. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte o salih amellere verilen bu karşılık -ki o da cennettir- ne güzeldir! Şanı yüce Allah cenneti öv­mektedir. Esasen cenneti övmek de O'nun hakkıdır. Cennet övülmeye lâyık­tır. Çünkü orada mutlak ve ebedî nimetler vardır. Orada hiç bir gözün görme­diği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın hatırından geçirmediği şey­ler vardır. [7]



[1] Metinde en-Nadir olan kelimenin doğru şekli el-Muğîre'dir. bkz. Süyutâ, er-Durru'l-Men-sûr, 11/314 (Çeviren).


[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/346.


[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/347-349


[4] Hadisi İmam Ahmed, Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet etmiştir.


[5] Hâkim dedi ki: Buharî ile Müslim'in şartına göre sahih olmakla birlikte, bunu rivayet et­memişlerdir.


[6] Hasen bir hadistir.


[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/349-352.

15 Kasım 2018 Perşembe

BAKARA SÛRESİ 219. ayetin tefsiri


İçkinin Haram Kılınışının İkinci Aşaması Ve Kumarın Haram Kılınışı

219- Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar var­dır. Fakat günahları faydalarından da­ha büyüktür." Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar, de ki: "İhtiyacı­nızdan arta kalanını. Allah ayetlerini size böylece açıklar, iyice düşünesiniz diye."

Nüzul Sebebi


"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar..." ayet-i kerimesi Ömer b. el-Hattâb, Mu-az b. Cebel ve Ensar'dan bir grup insan hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah (s.a.)'m yanına gelerek şöyle dediler: İçki ve kumar hakkında bize hükmünü bildir. Çünkü her ikisi de aklı gideriyor, malı alıp götürüyor. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi [34]

Ahmed de Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinden (Araplar) içki içiyor, kumar parasını yiyordu. Bun­lar hakkında Resulullah (s.a.)'a soru sormaları üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bu buyruğu işitenler; bunlar bize haram kılınmadı, sadece bunlarda bü­yük bir günah olduğu buyuruldu, dediler ve içki içmeye devam ettiler. Nihayet bir gün muhacirlerden bir kişi akşam namazında cemaate imam olup namaz kıldırdı. Okuduğu yeri karıştırdı. Bunun üzerine Yüce Allah ondan daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ey iman edenler! Sarhoşken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43). Daha sonra bundan da daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerime nazil oldu: "Ey iman edenler! Şüphesiz içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işlerinden bir pisliktir. Ondan uzak durunuz." (Maide, 5/90). Daha sonra devamın­da Yüce Allah'ın, "Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/91) buyruğu da gelin­ce, onlar: Rabbimiz vazgeçtik, diye cevap verdiler.

Bu ve diğer rivayetlerden içkinin haram kılınmasının dört aşamada geç­tiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu dört aşamada teşrî', tedricî olarak insanları daha hafiften daha ağır bir hükme intikal ettirmek üzere gelmiştir. Bu ise ba­şarılı ve terbiye edici bir yöntemdir. Şayet onlara tek bir defada: "İçki içmeyi­niz!" denilecek olsaydı, "İçkiyi bırakamayız" diyebilirlerdi. O bakımdan içki içme alışkanlığını tedavi etmek, insanları bu köklü hastalıktan kurtarabil­mek için Mekke'de [35] içki hakkında dört ayet-i kerimenin nazil olduğunu gö­rüyoruz:

1- "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvesinden de içki çıkarır ve güzel bir rızık edinirsiniz." (Nahl, 16/67) Bu bakımdan müslümanlar içki kendilerine helâl olduğu halde, içki içmeye devam ediyorlardı.

2- "De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı fay­dalar vardır." (Bakara, 2/219). Bu ayet-i kerime az önceden de açıkladığımız gi­bi, Hz. Ömer, Muaz b. Cebel ve Ashab-ı Kiramdan bir grup kimsenin (Allah hepsinden razı olsun) fetva sorması üzerine nazil olmuştur. Bu ayetten sonra bir kısım içki içmeye devam etti, bir kısmı da onu terketti.

3- "Sarhoş iken namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43) ayet-i kerimesi ise, Abdurrahman b. Avfm ashab-ı kiramdan bir grubu davet etmesi, bunların içki içip sarhoş olmaları, akabinde onlardan birisinin imam olup "De ki: Ey kâfir­ler!" (Kâfirûn) suresini okurken, "Sizin taptığınıza ben tapmam" diyecek yerde, "Sizin taptığınıza ben taparım" demesi üzerine, bu ayet-i kerime nazil ol­du. Bunun nazil oluşundan sonra içki içenler daha da azaldı, içenler de gündüzün içki içmez oldular. Çünkü namaz vakitleri birbirlerine yakındır. Devam edenler geceleyin içer oldular.

4- "Muhakkak içki, kumar..." (Maide, 5/90) ayet-i kerimesi ise şöyle bir olaydan sonra nazil olmuştu: İtbân b. Malik aralarında Sa'd b. Ebî Vakkas'ın da bulunduğu bir topluluğu davet etti. Bu topluluk içki içip sarhoş olunca kar­şılıklı olarak birbirlerine karşı övünmeye başladılar ve bu konuda şiirler oku­maya koyuldular. Nihayet Sa'd Ensar"ı hicvedici bir şiir okudu. Ensardan olan bir kimse ona bir devenin çene kemiği ile vurdu ve başını yaraladı. Resulullah (s.a.)'a şikâyette bulununca Hz. Ömer şöyle dua etti: Allah'ım, içki hakkında bize açık ve seçik bir beyanda bulun. Bunun üzerine: "Muhakkak içki ve ku­mar... artık vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/90-91) buyrukları nazil oldu. Bu­nun üzerine Hz. Ömer: Vazgeçtik, Rabbimiz [36] dedi.

el-Kaffâl der ki: İçkinin haram kılınmasının böyle bir sıraya uygun olarak gerçekleşmesinin hikmeti şudur: Şanı Yüce Allah bu kavmin içki içmeye olduk­ça alışmış olduğunu ve onunla pek çok faydalar sağladığını biliyordu. O bakım­dan bir defada onları bu işten men etmiş olsaydı bu iş onlara ağır gelirdi. Bun­dan dolayı haram kılınmasında böyle bir tedrici yolun kullanılması ve böyle bir yumuşaklığın söz konusu olması elbetteki yerli yerindedir.

Yüce Allah'ın, "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar." buyruğunun nüzul sebebine gelince bu da İbni Ebi Hatim'in İbni Abbas'tan yaptığı rivayete göre şöyledir: Allah yolunda infak etmekle emrolunmaları üzerine ashab-ı ki­ramdan bir kesim Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dediler: Bizler mallarımızda emrolunduğumuz bu nafakanın ne olduğunu bilemiyoruz. Malları­mızdan ne kadarını infak edelim? Bunun üzerine Yüce Allah, "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan arta kalanını." buyruğunu in­dirdi. Soru soranlar müminlerdir. Bu "çoğul için kullanılan (fiilin sonlarında yer alan) vav'dan açıkça anlaşılmaktadır. Soranın Amr b. el-Cemuh olduğu da söylenmiştir. Burada sözü geçen infak bir görüşe göre cihad uğrundaki harca­ma, cumhurun görüşüne göre ise nafile sadakalar, bir başka görüşe göre ise farz sadakaları yani farz olan zekat ile ilgilidir. [37]

Açıklaması

Ya Muhammed! Ashabın sana içki içmenin, kumar oynamanın hükmünü soruyorlar; bunlar helâl midir, haram mıdır? diye. İçkinin satılması, satın alınması, içki kullanmaya götüren yahut ona yardım eden bütün yollar tıpkı o içki­yi içmek gibidir. Sen onlara de ki: İçkinin içilmesinde ve kumar oynanmasında pek büyük bir günah vardır. Çünkü her ikisinde de pek çok zararlar ve büyük fesatlar vardır.

İçkinin günahı insanlara zarar vermesi, insanlar arasında düşmanlığı ye­şertmesi, kin doğurması dolayısıyladır.

Kumarın günahına gelince, kişi kumar oynamakla hakka tecavüz eder, zulmeder. Onun sonucunda arada düşmanlık ve kin başgösterir. Bunlarda in­sanlar için bazı menfaatler de vardır. İçkinin menfaati; içki ticareti, içki içmek­le lezzet almak, neşve, cimrinin cömert olması, korkağın da içkiyle cesaret bul­ması şeklindedir.

Kumarın faydası ise kumar ile kumarbazların elde ettikleri kâr yahut ele geçirdikleri paylar veya fakirlere deve etlerinin dağıtılmasıdır. Aslında kumarın faydalı olduğu bir vehimdir. Zararı ise bir hakikattir. Çünkü kumar oyna­yan bir kimse, edeceğini vehmettiği bir kâr için malını harcamaktadır. O bakımdan bu işi meslek edinen profesyoneller, bütün servetini kumar yoluyla o kişiden alırlar. O da edeceğini sandığı kârı elde etmek arzusuyla düşüncelerini alt-üst eder, bunalıma girer, kederi alabildiğine büyür, vaktini kaybeder.

İçki ve kumarın günahı faydalarından daha büyüktür. Çünkü sarhoş ol­dukları zaman kimi ötekinin üzerine hücum eder, birbirleriyle çarpışırlardı. Kumar oynadıklarında da aralarında kötülük ve anlaşmazlık meydana gelir, kalplerindeki kinler ortaya çıkardı. Zarar eğer faydadan daha büyük ise, o iki­sinden de kaçınmak icabeder. Çünkü: "Kötülüklerin bertaraf edilmesi menfaat­lerin sağlanmasından önce gelir." İşte bundan dolayı cahiliye dönemi Araplarından pek çok kimse içki içmekten uzak durmuştur. el-Abbas b. Mirdas bunlara örnektir. Ona: İçki içmez misin, o senin hararetini alır, denilince şu cevabı ver­mişti: Ben kendi elimle cehaletimi satın alıp da onu içime sokamam. Sabahle­yin kavmin efendisi iken, akşam onların en akılsızı olmaya razı gelemem.

İçkilerin zararları hususunda doktorların görüşbirliği vardır. Avrupa'da, Amerika'da sarhoşluk verici maddeleri önlemenin propagandasını yapmaya yö­nelik pek çok cemiyet kurulmuş ve bunların alım-satımmı kısıtlamaya dair ka­nunlar çıkartılmıştır. [38]

İçki ve Zararları:

İlim adamları ayet-i kerimede geçen "Hamr=şarap" ile neyin murad edildi­ği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife ve Iraklı ilim adamları, hamrın yalnızca üzüm suyundan yapılan sarhoşluk verici içecek olduğu görü­şündedirler. Hurma yahut buğday, arpa veya darı ve buna benzer üzüm suyu dışındaki sarhoşluk verici içeceklere ise "hamr" adı verilmez. Bunlara "nebiz" denilir. Buna göre hamn haram kılan ayet-i kerime yalnızca onu haram kılmış olur. Sarhoşluk verici diğer içeceklerin ise -ki bunlara nebiz adı verilmektedir-sarhoşluk vermeyecek çok cüz'i bir kısmı helâl sayılır. Sarhoşluk verici miktarları ise sünnet-i nebeviyye ile haram kılınmıştır.

Ebu Hanife dışında kalan cumhur, Hicaz alimleri ve muhaddisler ise üzüm suyundan olsun, başkasından olsun sarhoşluk verici her türlü içkinin "hamr" olduğu görüşündedirler. Buna göre hurma, arpa ve buğday gibi şeyler­den yapılan bütün içecekler bir hamrdır. Hamr sarhoşluk veren her şeyin genel adı olduğuna göre, çoğu ile azı ile sarhoşluk veren bütün şeylerin haram kılın­mış olması Kur'an-ı Kerim'in nassı iledir.

Birinci görüşün sahipleri, dil anlamını ve sünneti delil gösterirler. Kelime­nin dil anlamını delil göstermeleri şöyledir: Nebiz kabilinden olan içeceklere "hamr" adı verilmez. Dilde "hamr" ancak üzüm suyundan olup sertleşen, köpü­ren çiğ suya denilir.

Sünnetten delil ise Enes b. Malik'in Resulullah (s.a.)'tan rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoş ol­mak (haramdır)." Hz. Ali'den gelen rivayette ise şöyle denilmektedir: "Hamr aynı ile haram kılınmıştır. Her türlü içecekten de sarhoşluk (haram kılınmıştır)[39]. Sarhoşluk (seker): Sarhoşluk veren bir şeydir. Hurmadan yapılan nebiz hakkında da kullanılır. Derler ki: Nebizlerin az miktarının haram olmadığının delillerinden bir tanesi de Yüce Allah'ın şu buyruğunda hamr'ın haram kılınış illetini söz konu­su ederken, düşmanlık, kin ve benzerlerini zikretmesidir: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ın zikrinden ve namaz­dan alıkoymak ister." (Maide, 5/91). Bu hususlar ise ancak sarhoş olmakla meyda­na gelir. O bakımdan sarhoşluk verici diğer maddelerde, ancak sarhoşluk veren miktar aranır. Çünkü kendisinde bu illetin bulunduğu miktar odur.

İkinci görüşün sahipleri, bu konuda hem kelimenin dildeki anlamını hem de bu konuda sabit olan sünneti delil gösterirler.

Dildeki anlamı: Dilde "hamr" kelimesi, aklı örten, kapatan şeyler hakkın­da kullanılır. Dilde kelimelerin anlamı kıyas yoluyla sabit olmaktadır. Ayrıca ashab-ı kiram "hamr" kelimesinin ne anlama geldiğini pek iyi biliyorlardı. Çünkü onlar dili ve Kur'an'ı daha iyi bilen kimseler idi. Bu kelimenin üzüm ya­hut kuru üzüm, hurma, arpa ve başka her neden olursa olsun, sarhoşluk verici her şey hakkında kullanıldığını biliyorlardı.

Sünnetten delillerine gelince; bu hususta sarhoşluk verici bir şeyi katiyet­le haram kılan pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan birisi Ahmed, Müslim ve -İbni Mace dışında kalan- Sünen sahipleri tarafından Hz. Ömer, İb-ni Ömer ve onların dışında kalan 16 sahabiden rivayet edilen şu hadistir: "Sar­hoşluk veren her şey hamrdır ve her hamr da haramdır." Yine Ahmed, Ebu Davud ve sahih olduğunu belirterek Tirmizî ile İbni Hibbhan'ın Hz. Cabir'den, Ahmed, Nesaî ve İbni Mace'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet ettikleri: "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." hadisi buna delildir.

Ahmed, Müslim ve dört Sünen sahibi Ebu Hureyre'den şu hadisi de riva­yet ederler: "Hamr hurma ve üzüm ağaçlarından yapılır." Ahmed ve Nesai dı­şında Sünen sahipleri de en-Nu'man b. Beşir'den şu hadisi rivayet etmektedir­ler: "Şüphe yok ki üzümden hamr yapılır, baldan hamr yapılır, kuru üzümden hamr yapılır, buğdaydan hamr yapılır, hurmadan hamr yapılır. Ben sizlere sar­hoşluk veren her şeyi yasaklıyorum."

İşte bu sahih hadislerin açık ifadeleri, "nebîz" adı verilen şeylerin "hamr" diye adlandırıldıklarını göstermektedir. Çünkü bunlar da sarhoşluk veren şeylerdir, dolayısıyla bunlar da haram olurlar. Bunların çoğunun da azının da ha­ram olduğunun delili ise Buharî'nin Hz. Aişe'den yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.)'a baldan yapılan nebiz hakkında, yine baldan yapılan içki hakkında soru soruldu da o: "Sarhoşluk veren her bir içki haramdır." diye buyurdu.

Tercih edilen görüş (ikinci kesim olan) Hicazlıların görüşüdür. Çünkü ashab-ı kiram hamr'ı haram kılındığını işitince bundan nebizlerin de haram kılındığı neticesine vardılar. Arap dilini ve Şâri'in muradını insanlar arasında en iyi bilenler onlardı. Aynı zamanda bu Enes (r.a.) yoluyla gelen şu hadisle sabit olmuştur: "Hamrın haram kılındığı sırada Ebu Talha'nın evinde içki içenlere ben içki dağıtıyordum. O günkü içkimiz taze hurma suyundan yapılan bir içki idi. Hamrın haram kılındığını işitir işitmez kaplarını yaktılar ve kırdılar." Ta­rihçiler hamrın Medine'de haram kılındığını tespit etmektedirler ve o zaman da içki olarak içilen şey, buğday ve hurma nebizi idi.

Üzüm suyundan yapılan içkinin, -sarhoşluk verdiğinden dolayı- çoğunun da azının da haram olduğunu kabul etmekte Iraklılar da Hicaz alimleri ile itti­fak halindedirler. O bakımdan sair nebizlerde de böyle bir ittifakın söz konusu olması gerekir; çünkü bunlar arasında bir fark yoktur.

İçkinin zararlarına gelince; bunlar maddi ve manevî pek çoktur. Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti bunlara işaret etmektedir: "Muhakkak şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alı­koymak ister." (Maide, 5/91). Sahih hadis-i şerif de içkinin zararlarını topluca ifade etmektedir. Sözü geçen bu hadis-i şerif, Taberanî'nin İbni Ömer'den riva­yet ettiği şekliyle şöyledir: "İçki hayasızlıkların anasıdır. Büyük günahların en büyüğüdür. İçki içen namazı terkeder, annesi ile halası ile teyzesi ile ilişki kur­mak durumuna dahi düşer."

İçkinin zararları vücuda, cana, akla, mala ve insanlar arası ilişkileredir. Bütün bu zararlar bir arada olabilmektedir. Bu zararların bazısını şöylece sıra­layabiliriz:

1- Sağlığa zararları: Bütün sindirim organlarını bozar. Yemek yeme arzu­sunun kaybolmasına, gözlerin dışarı fırlamasına, mide büyüdüğünden dolayı göbek büyümesine, karaciğerin fonksiyonlarının bozulmasına, böbrek rahatsız­lıklarına, vereme, damarların sertleşmesi dolayısıyle erken yaşlılığa, neslin za­yıflamasına veya kesilmesine sebeptir. Alkolik bir kimsenin çocuğu genellikle güçsüz ve zayıf akıllı olur.

2- Akla zararları:
İçki akıl gücünü zayıflatır. Çünkü genel olarak insanın sinirleri üzerinde etkili olur. Bazen deliliğe kadar götürebilir.

3- Malî zararları:
İçki serveti darmadağın eder, malı telef eder. Kadına ve çocuklara gereken harcamaları yapmak hususunda ihmale götürür.

4- Toplumsal zararları: Sarhoşlar arasında anlaşmazlıklar ve düşmanlık­lar başgösterir. Başkaları arasında da bu anlaşmazlıkların başgöstermesine se­bep olurlar. Çoğu zaman sarhoşlar ya başkasını öldürür, döver veya yaralarlar ya da başkaları onları.

5- Ahlâkî zararları: Sarhoş oldukça zelil, hakir bir kimse haline geliverir, alay konusu olur, gülünç ve başkaları tarafından hafif alınacak bir hale gelir. Çünkü sözleri arasında tutarsızlık, davranışları ve görünüşü çarpık olur. Sar­hoş olan bir kimse de başkasına iftira etme, sövme, hakaret etme, zina ve öl­dürmeye teşebbüse cesaret elde eder. Bundan dolayı içki "kötülüklerin anası" adı ile anılmıştır.

6- Genel zararları: Sırların açıklanmasıdır. Devletlerin oldukça önemli ha­berleri casuslara çoğunlukla içki masalarında sızdırılmıştır.

7- Dini zararları: Sarhoş olan bir kimsenin sahih bir ibadet yapması bekle­nemez; özellikle de dinin direği olan namazı. Çünkü içki Allah'ı zikretmekten, namazdan ve diğer dinî görevleri yerine getirmekten alıkoyar. Sarhoş olan bir kimse, ancak içki içmeye, heva ve arzularına boyun eğmeye önem verir. İradesi zayıflar, tenbel ve donuk bir hal alır. Hatta alkolikliği ve alkolün kanma karış­mış olması dolayısıyla kolay kolay sarhoş olmaktan kendisini alıkoymaz. O ba­kımdan alkolik bir kimse ister istemez ve iradesi dışında sarhoşluk veren içkiyi alıp kullanmaya adeta susar.

Kısaca içki kötülüklerin anasıdır. Her türlü çirkinliğe götüren bir yoldur. Nesaî'nin rivayetine göre Hz. Osman şöyle demiştir: "İçkiden uzak durunuz. Çünkü o, kötülüklerin anasıdır. Sizden öncekiler arasından abid birisi vardı. Ahlaksız bir kadın ona bağlandı. Cariyesini o abide gönderdi ve ona: Seni bir şehadette bulun­mak üzere çağırıyoruz, dedi. Abid o kadının cariyesi ile birlikte yola koyuldu. Bir kapıdan içeri girdi mi o kapıyı üzerine kapatırdı. Nihayet oldukça gözalıcı bir ka­dının yanına vardı. Kadının yanında bir köle ve bir şarap tulumu vardı. Kadın ona: Ben seni şehadette bulunmak üzere çağırmadım. Benimle ilişki kurasın diye seni çağırdım veya şu şaraptan bir bardak içmen ya da bu köleyi öldürmen için. Adam: O halde şu şaraptan bana bir bardak ver, içeyim dedi. O şaraptan ona bir bardak içirdi, ardından: Biraz daha verin, dedi. Daha da verdiler. Sonunda hem o kadın ile ilişki kurdu, hem de katil oldu. O bakımdan içkiden uzak durunuz. Şüp­hesiz ki -Allah'a yemin ederim- iman ile içki alışkanlığı bir arada olmaz. Mutlaka aradan fazla zaman geçmeden onlardan birisi ötekini çıkartır." [40]

Kumar ve Zararları:

(Kumar anlamına gelen) el-Meysir ya açıkladığımız gibi el-yüsrMen (kolay­lık anlamına) gelmektedir veya bir şeyi bölüp parçalamak hakkında kullanılan "yesera" den gelmektedir. Develer hakkında da kullanılır. Çünkü deve bölüp parçalamaya konu olur. Yüce Allah'ın söz konusu edip haram kıldığı "el-Mey-sir" ise kumar kasdıyla develerin ayrılan parçaları için ok çekmek demektir. Daha sonra zar (tavla) ve içinde kumar bulunan bütün oyunlar hakkında kul­lanılmaya başlanmıştır.

Önceden de açıklamış olduğumuz gibi Araplar tarafından oynanan "el-Meysir"in keyfiyeti şöyle idi: Arapların o dönemde on tane okları vardı. Bunla­ra aynı zamanda (tahta parçalan anlamına gelen) el-Ezlâm ve el-Eklâm adları da verilirdi. Bu on tane okun el-Fezz, et-Tevem, el-Rakîb, el-Hils, el-Musbil, el-Muallâ, en-Nâfis, el-Menîh, es-Sefîh ve el-Veğad adlarını taşırlardı. Bu okların ilk yedisi kesip parçalara ayırdıkları develerden belli paylara tekabül ederler­di. Bu develeri de ya on parçaya veya yirmisekiz parçaya ayırırlardı. Son üç okun ise herhangi bir payı yoktu. el-Fezz bir pay, et-TeVem iki pay, el-Rakib üç pay, el-Hils dört pay, en-Nâfis beş pay, el-Musbih altı pay, el-Muallâ ise yedi pay alırdı ki en yüksek pay onundu.

Araplar bu okları güvendikleri adaletli bir kimsenin elinde bir torbaya bı­rakırlardı. O kişi bu okları iyice karıştırır, sonra elini torbaya sokar ve bir kişi adına bir ok çıkartırdı. Sonra bir diğer kişinin adına diğer oku çekerdi. Bu böy­lece sürüp giderdi. Üzerinde payı belli oklardan herhangi birisi adına çıkan kimse, o ok üzerinde belirtilen payı alırdı. Payı bulunmayan bir okun adına çe­kildiği kimse ise, bir şey almaz ve bütün devenin bedelini öderdi. Çekilişte çı­kan bu payları fakirlere dağıtırlar, onlar bu develerden bir şey yemezler ve bu­nunla övünürlerdi. Kendi yaptıkları bu işten uzak duranları yerer ve böyle bir kimsenin mürevvetsiz ve bayağı anlamına gelen "el-Beran" ya da "el-Veğad" di­ye anarlardı.[41] Nitekim daha önce açıkladık.

Kumarın pek çok zararı vardır. Kur"an-ı Kerim'in de beyan ettiği üzere onun da şarap gibi kin ve düşmanlığa sebep olması, Allah'ı anmaktan alıkoy­ması bu zararları arasında yer alır. İnsanı tenbelliğe alıştırmak, vehmi sebep­lerden nzık beklemek, akli gücü zayıflatmak suretiyle eğitimi ifsad eder. Çün­kü insan tabii kazanç yollan arasından faydalı işleri terkeder, kumar oynayan kimseler ise ziraatle, sanayi ve ticaret ile uğraşmayı ihmal eder. Halbuki bun­lar medeniyet ve ümranın temelleri arasında yer alır.

Kumarın zararlanndan ve en ünlülerinden birisi de şudur: Kumar oyna­yan kişi iflas eder, aileler yıkılır, ocaklar söner. Çünkü kumar sayesinde servet, zengin olandan bir an içerisinde fakire intikal ediverir. Bir gecede yok olup gi­den nice servetler ve bir anda fakirler arasına katılan nice kumarcılar vardır. [42]

İhtiyaçtan Arta Kalanı (el-afvi) înfak Etmek:

Ya Muhammed, aynca sana Yüce Allah'ın, "Allah yolunda infak ediniz." (Ba­kara, 2/195) buyruğuna uymak kasdıyla, müslümanın infak edeceği şeyin mikta-n hakkında soru soruyorlar. Sen onlara de ki: AfVi yani ihtiyaçtan arta kalanı infak etsinler. İhtiyaç duyduğunuz şeyleri infak ederek kendinizi zayi etmeyiniz.

Yüce Allah sizlere sözü geçen bu hususları (yani içki ve kumarın haram kılınması ile ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesinin gereğini) açıkladığı gi­bi, Kitab'ının diğer başka yerlerinde de sizlere hükümleri ve apaçık ayetleri beyan etmektedir. Bunlar sizin maslahat ve menfaatlerinizi gerçekleştiren hu­suslara dair olup sizlere neyin faydalı neyin zararlı olduğunu göstermektedir. Bu hükümlerin teşrî' edilmesindeki hikmet ise, dünya ve ahiret işlerinde bun­lara dair hususlarda basiretle ve uyanıklık ile tefekkür etmeniz, dünyanın ze­val bulacağını ve yok olup gideceğini, ahiretin ise ebedî, üstün ve değerli oldu­ğunu bilmeniz veya mallarınızdan dünya hayatınızı düzene koyacak olan mik­tarını alıkoyup geri kalanını da ahirette size yarayacak hususlara infak etme­niz içindir.

Bu ayet-i kerimenin manasını dile getiren pek çok hadis-i şerif varid ol­muştur. Bunlardan birisi İbni Cerir et-Taberî'nin Cabir b. Abdullah'tan yaptığı şu rivayettir: Hz. Cabir dedi ki: Bir adam Resulullah (s.a.)'a madenlerden biri­sinden elde ettiği altından bir yumurta (kadar bir altın) getirdi. Ey Allah'ın Ra-sulü dedi, sen sadaka olarak bunu benden al. Allah'a yemin ederim, bundan başkasına da malik değilim. Resulullah (s.a.) ondan yüz çevirdi (duymazdan geldi). Bu sefer sağ tarafından Hz. Peygambere geldi ve önceki sözünün benze­rini ona söyledi. Yine Resulullah (s.a.) ondan yine yüz çevirdi. Adam bir daha benzer sözlerini tekrarladı. Hz. Peygamber yine ondan yüz çevirdi. Bir daha benzer sözler söyleyince Hz. Peygamber kızgınlıkla: "Hadi onu getir!" dedi. Resulullah (s.a.) onu aldı ve ona öyle bir fırlattı ki, eğer o altın parçası ona isa­bet etseydi ya kafasını yarar veya onun bir tarafında ya±*a açardı. Daha sonra şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse bütün malını sadaka vermek üzere getirir, sonra da insanlara avuç açmak üzere oturur. Gerçek şu ki sadaka zen­ginlikle birlikte verilir." Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu da rivayet edil­mektedir: "Sen malının fazla olanından ver ve buna da geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla. Yeteri kadar mal elinde tuttuğun için kınanmaz-sın." Buharı ve Müslim de Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sadakanın hayırlısı zenginken verilen sadakadır. İşe geçindirmekle yükümlü olduğun kimselerden başla."

Cabir b. Abdullah'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.), Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Nesai'nin rivayetine göre- şöyle buyur­muştur: "Sizden biriniz eğer fakir ise önce kendinden başlasın. Eğer artarsa kendisi ile birlikte geçindirmekle yükümlü olduğu kimselerle başlasın. Yine bundan sonra artacak bir şey olursa, artık başkasına tasadduk etsin."

Daha sahih olan görüşe göre bu ayet-i kerime, hükmü sabit olup mensuh değildir. Çünkü ayet-i kerimede arta kalanın infak edilmesinin farz olduğuna delâlet eden bir ifade yoktur. Bilakis ayet-i kerime farz olan zekâtı değil de na­file olarak ne infak edeceklerini soranlara cevap olmak üzere nazil olmuş olup burada Yüce Allah bu gibi kimselere Allah'ın razı olacağı sadaka türünü beyan etmektedir. [43]



[34] el-Bahru'l-Muhît, 11/156.


[35] Mekke'de içki ile ilgili dört ayetin nazil olduğunu" söylemek, bir yanılma olsa gerek. Çünkü görüleceği gibi bunlardan yalnız bir ayet (Nahl, 16/67) Mekkî bir surede, diğerleri ise Medine'de inmiş surelerdedir. (Çeviren).


[36] Zemahşerî, 1/272.


[37] el-Bahru'l-Muhît, 11/158.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/532-534.


[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/534-535.


[39] Bu hadisi Nesaî ve Darakutnî İbni Abbas'a mevkuf olarak rivayet etmişlerdir. Darakutni dedi ki: İşte doğrusu bunun İbni Abbas'tan geldiğidir. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın: "Sar­hoşluk veren her şey haramdır." dediği rivayet edilmiştir.


[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/535-538.


[41] Kurtubî, 111/58.


[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/538-539.


[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/539-540.

13 Kasım 2018 Salı

BAKARA SÛRESİ 215. ayetin tefsiri


Nafile İnfakın Miktarı Ve Harcama Yerleri
215- Sana neyi infak edeceklerini so­rarlar. De ki: "İnfak edeceğiniz hayır, anne ve babanın, akrabaların, yetimle­rin yoksulların ve yolda kalmışların­dır. Her ne hayır işlerseniz muhakkak Allah onu hakkıyla bilir.”[24]


Nüzul Sebebi

İbni Cerîr et-Taberî, İbni Cüreyc'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müminler Allah'ın rasulüne mallarını nereye harcayacaklarına dair soru sor­dular. Bunun üzerine: "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar; de ki: İnfak edece­ğiniz hayır..." ayeti nazil oldu.

İbnü'l-Münzirtn de Ebu Hayyan'dan rivayet ettiğine göre Amr b. el-Cemûh Resulullah (s.a.)'a: Mallarımızdan neyi infak edelim ve onları nereye harcayalım? diye sordu; bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ebu Salih yo­luyla gelen rivayette, İbni Abbas'ın şu sözleri de aynı istikamettedir: Bu ayet-i kerime ensardan olan Amr b. el-Cemûh hakkında nazil olmuştur. Kendisi pek çok malı olan yaşlı bir kimse idi. Ey Allah'ın rasulü, dedi, ben neyi tasadduk edeyim ve kime harcayayım? Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [25]

Açıklaması

Ya Muhammed! Arkadaşların sana farz olan zekâtı değil de nafa­ka olarak neyi, nerede harcayacakları hakkında soru soruyorlar. Sen onlara şöylece cevap ver: Az veya çok her ne harcarsanız bunun sevabı yalnız size ait olacaktır. Harcama yerleri ise en yakın akraba oldukları için öncelikle anne ba­baya ve çocuklaradır. Daha sonra diğer akrabalar -yakınlık sırasına göre- gelir. Arkasından kendilerine bakanlar vefat etmiş yetimler, kazanmaktan aciz kal­mış miskinler gelir. Sonra da memleketlerine geri dönmek imkânını kaybetmiş yolda kalmış yolculara vermek gerekir. Kayıtsız şartsız olarak her türlü iyilik ve itaat yollarında yaptığınız infakların Allah karşılığını verecektir; çünkü O, her şeyi bilendir. Hiç bir şey O'ndan gizli kalmaz. O karşılık vermeyi ve yapıla­na sevap vermeyi unutmaz. Aksine iyiliğin kat kat sevabını verir.

Daha sahih kabul edilen görüşe göre bu ayet-i kerime muhkemdir. Neshedilmiş değildir. Çünkü bu ayet-i kerime nafile sadakayı beyan içindir. Zira in­fak edilecek şeyin miktarını tayin etmemektedir. Şer"an öngörülen zekâtın mik­tarının ise tayin edildiği icma ile kabul edilmiştir. [26]

İnfakta bulunulacak tarafların sıralanışı Ahmed ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den yaptığı rivayette şöylece ortaya konmaktadır: Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Sadaka veriniz!" Adamın birisi yanımda bir dinar var, deyince: Hz. Pey­gamber: "Onu kendine tasadduk et!" diye buyurdu. Adam: Bende bir başka dinar daha var, deyince Hz. Peygamber: "Onu da hanımına tasadduk et!" diye buyurdu. Yine adam: Bende bir dinar daha var, deyince; Hz. Peygamber bu se­fer: "Onu da çocuğuna harca" diye buyurdu. Adam: Bir dinarım daha var, de­yince Hz. Peygamber: "Onu da hizmetçine tasadduk et!" diye buyurdu. Yine adam: Bende bir diğer dinar daha var; deyince Hz. Peygamber: "Onu artık ne yapacağını sen daha iyi bilirsin!" diye buyurdu.

Atâ'dan gelmiş bir diğer rivayete göre bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'m hu­zuruna gelen bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu adam gelip şöyle demiş: Benim bir dinarım var. Hz. Peygamber: "Onu kendine harca!" diye buyurmuş. Adam: Be­nim iki dinarım var, deyince Hz. Peygamber "O ikinci dinarını ailene harca!" diye buyurmuş. Adam: Üç dinarım var! deyince Hz. Peygamber: "Onu hizmetçine har­ca!" diye buyurmuş. Adam: Benim dört dinarım var, deyince Hz. Peygamber "Onu anne babana harca" diye buyurmuş. Adam: Beş dinarım var, deyince; Hz. Peygam­ber: "Onu yakınlarına harca!" diye buyurmuş. Adam: Benim altı dinarım var, de­yince Hz. Peygamber: "Allah yolunda infak et ve o, bunların en alt derecesidir."

Ayet-i kerime anne babaya ve yakın akrabaya verilen tatavvu' sadakanın daha faziletli olduğunu beyan etmektedir. Bunun delili de Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğudur: "Ey kadınlar topluluğu! Süs eşyanızla dahi olsa tasaddukta bulununuz." Abdullah b. Mes'ud'un hanımı Zeyneb kocasına şöyle dedi: Benim gördüğüm kadarıyla sen eli dar birisisin. Sana verdiğim takdirde sadaka yerine geçecekse onu sana vereyim. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ın yanına varıp ona şöyle sordu: Himayemde bakmam gereken yetimler varken kocama verdiğim takdirde bu verdiğim benim için sadaka yerine geçer mi? Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Senin için iki ecir olur. Birisi sadaka ecri, öbürü yakınlık dola­yısıyla ecir." Bir diğer rivayette şöyle buyurulmaktadır: "Kocan ve çocukların kendilerine tasaddukta bulunduğun kimseler arasında en lâyık olanlardır." Müslim'in Hz. Cabir'den rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Önce kendinden başlayarak nefsine tasaddukta bulun." Nesaî ve başkala­rının rivayetine göre de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Veren el üstteki (olan) eldir. Babana, annene, kızkardeşine, kardeşine ve sırasıyla yakınlarına (ver)." Şüphesiz akrabalara karşı şefkat daha ileri derecededir. Sana karşı kö­tü duygular besleyen akrabayı gözetmek ise ihlâsı daha bir yerleştiricidir.[27]

Neyin harcanacağı sorulmakla birlikte ayet-i kerimedeki cevabın kimlere harcanacağını beyan etmesi "üslubu hakîm" yolu iledir. Onlar bir şey hakkında soru sormuşken ondan daha önemli bir şeye cevap verilmektedir ki, o da harcama yapılacak yerlerdir. Çünkü infak, yerini bulmadıkça hayrı tahakkuk ettiremez. [28]



[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/


[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/517.


[26] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/320.


[27] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/146.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/518-519

12 Kasım 2018 Pazartesi

BAKARA SÛRESİ 243.-245. ayetlerin tefsiri


Ümmetlerin Ölümü Korkaklık Ve Cimrilik İle Hayatta Kalışları İse Kahramanlık Ve İnfakladır

243- Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları gör­medin mi? Allah onlara "ölün" dedi, sonra da onları diriltiverdi. Gerçekten Allah insanlara lütufkârdır. Fakat in­sanların çoğu şükretmezler.

244- Allah yolunda savaşın ve bilin ki muhakkak Allah Semî'dir, Alîm'dir.

245- Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir? Allah da ona kat kat artırır. Allah daraltır ve genişletir. Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.


Nüzul Sebebi

245. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Hibbân Sahîh'inde İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dirler: Yüce Allah'ın, "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin... misali yedi ba­şak bitiren... tek bir tohum gibidir." (Bakara, 2/261) ayeti nazil olunca Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Rabbim, ümmetime daha fazlasını ver." Bu­nun üzerine Yüce Allah'ın, "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir? Allah da ona kat kat artırır." buyruğu nazil oldu. [92]

Açıklaması

İsrailoğulları'nın büyük kalabalıklar oldukları halde düşmanları tarafın­dan kovalandığı ve yurtlarından, topraklarından çıkarıldığını biliyor musun? Bunların sayıları binlerle ifade edildiği halde ölüm korkusuyla, yurtlarından çıkmışlardı. Zira onlar korkak, sabırsız, kararsız, Allah'a ve peygamberlerine gereği gibi iman etmeyen insanlardı. Halbuki sebat ve kahramanlık gösterme­leri, direnmeleri, canlarını ve korunması gereken diğer şeyleri savunmaları ge­rekirdi.

Kitab-ı Kerim'imiz onların sayılarını, milletlerini ve ülkelerini beyan et­memektedir. Çünkü bundan maksat, öğüt ve ibrettir. Seleften bir grubun açık­ladığına göre bunlar, İsrailoğulları'ndan bir topluluk idiler veya İsrailoğulları dönemlerinde yaşamış olan Daverdân kasabası halkıymış. Vâsıt taraflarında ondan bir fersah uzaklıktaymış. Ya da burada sözü geçenler Ezriatlılardır. Bunlar başgösteren taundan kaçarak yurtlarından ayrılmışlar ve şöyle demiş­lerdi: "Ölümü olmayan bir toprağa gidelim." Ancak düşman onlara karşı mu­zaffer oldu. Onları mağlup etti, pek çoğunu öldürdü, topluluklarını dağıttı. Ya da Yüce Allah savaş olmaksızın canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Ta ki ib­ret alsınlar ve Allah'ın kazasından kaçılmayacağım bilsinler.

Birinci te'vile göre: Onlar kaçınca Allah da düşmanlarının onlara galip gel­mesini diledi. Düşmanlarının bu şekilde onlara galip gelmesinin sebebi korkak­lıkları ve cesaretsizlikleridir. Daha sonra Yüce Allah, Hazkiel adında İsrailoğul­ları'nın peygamberlerinden birisinin duasıyla onları diriltti. Böylelikle hataları­nı farkettiler, bu sefer saflarını sağlam tuttular. Samimiyetle düşmanlarına karşı savaştılar ve eski şeref, izzet ve bağımsızlıklarını yeniden kazandılar.

ed-Dahhâk'dan da rivayet edildiğine göre; bunlar İsrailoğulları'ndan bir kavimdi. Hükümdarları onları cihada çağırdı ama onlar ölüm korkusuyla kaç­tılar. Allah da onları öldürdü, sonra diriltti. Bununla hiç bir şeyin kendilerini ölümden kurtaramayacağını öğretmek istemişti. Onları dirilttikten sonra "Al­lah yolunda savaşın." buyruğu ile de onları cihadı emretti. İbni Atıyye der ki: Bütün bu kıssaların (rivayetlerin) hepsinin isnadları gevşektir.

Yüce Allah'ın, "Binlerce kişi oldukları halde" buyruğu, sayılarının pek çok, binler ile ifade edilecek derecede olduklarının delilidir.

Yüce Allah'ın, "Allah onlara 'ölün' dedi" buyruğu ile ilgili olarak Zemahşe-rî şöyle demektedir: "Yani Allah onları öldürdü. Bu ifadenin kullanılış sebebi ise Allah'ın emir ve iradesi ile adeta tek bir kişi imişçesine öldüklerini ve bu ölümlerinin olağandışı bir ölüm olduğunu ifade etmek içindir. Sanki onlara bir iş emredilmiş de onlar da yüz çevirmeksizin ve duraksamaksızın bu emri yeri­ne getirmiş gibi oldular. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O bir şeyi dilerse onun emri sadece ona 'ol' demesidir, o da oluverir." (Yasîn, 36/82). Bu ise müslümanlar için cihada ve şehadete teşvik içindir. Ölüm kaçınılmaz olduğuna ve kaçışın bu konuda faydası olmayacağına göre en güzeli ölümün Allah'ın yo­lunda olmasıdır [93] Ebu Hayyan der ki: "Bu buyrukta hazif vardır, ifadenin takdiri şöyledir: (Allah onlara ölün deyince) Onlar da ölüverdiler. Burada ölüm­den anlaşılan zahir ifade, ruhların cesedlerinden ayrılmasıdır. Sekiz gün yahut yedi gün öldükleri söylenmiştir" [94]

Durum her ne olursa olsun -ayet-i kerimenin zahirinin delâlet ettiği üzere-ölüm ve diriliş fiilen vuku bulmuştur. Allah her şeye gücü yetendir. İsrailoğulları döneminde ve başka kavimler arasında geçen bu gibi olaylar Kur"an-ı Ke­rim kıssalarında birkaç defa tekrarlanmıştır.

Bu kavmin yurtlarından çıkışlarının sıtma veya taundan mı yoksa cihaddan kaçışları dolayısıyla mı olduğuna dair nakledilen rivayetler sabit olmadığı­na göre benim de görüşümce bunun anlamı Taberî'nin dediği gibidir: Yüce Al­lah peygamberi Muhammed (s.a.)'e durumuna dikkat çektiği bir kavim ile ilgili haber vermektedir.

Bunlar ölümden kaçmak kasdıyla yurtlarından çıkmışlar, Yüce Allah da onları öldürmüş, sonra da diriltmiştir. Böylelikle hem onlar, hem de onlardan sonra gelen herkes, öldürmenin ancak Yüce Allah'ın elinde olduğunu bilsinler. Yüce Allah'ın bu ayet-i kerimeyi Muhammed ümmetine cihad emrini vermeden önce indirmiş olması çok anlamlıdır.

Muhakkak Allah göstermiş olduğu göz kamaştırıcı ayetler ve kesin delille­ri ile insanlar üzerinde büyük bir lütuf sahibidir. Sözü geçenlerin diriltilmesi aynı zamanda Kıyamet gününde bedenen dirilişin gerçekleşeceğine dair kat'î bir delildir. Yahut: Yüce Allah'ın, taun, hastalık veya düşman ile onları sınaması onlar için Allah'ın bir lütfudur. Böylelikle O ibret ve öğüt almalarını, uğ­radıkları musibetlerden imana dair ibret ve dersler çıkarmalarını murad etmektedir. Çünkü hayatın acı gerçekleri ve musibetleri gerçek yiğit ve mert in­sanların kim olduğunu ortaya çıkarır, ümmeti -eğer gaflet sarmışsa- diriltir, yanlış gidişata karşı uyarıda bulunur.

Fakat insanların çoğunluğu, Yüce Allah'ın din ve dünyalarında kendileri­ne ihsan etmiş olduğu nimetlere karşı şükretmezler. Bundan dolayı Yüce Allah hak sözünü yüceltmek ve yaymak için Allah yolunda fedakârlıklarda bulunma­yı ve savaşmayı emretmektedir. Çünkü korkunun ecele faydası yoktur ve Allah'tan ancak Allah'a sığınılır. Allah söylenen her sözü işiten, yapılan her işi bi­lendir. Herkesi dünyada yaptıklarından hesaba çekecektir.

Ümmetlerin yok oluşlarının korkaklık ve cimrilik olmak üzere iki sebebi olduğundan dolayı korkaklığı, korkmayı ve Allah'ın kaderinden kaçmayı ayıp­layan önceki ayet-i kerime ile birlikte, Allah yolunda bolca, cömertçe infak et­meye davet eden: "Allah'a güzel bir ödünç verecek kimdir..." ayeti zikredilmek­tedir. Yüce Allah'ın burada "infak"dan "ödünç" diye sözetmesi, kullarını Allah yolunda infaka teşvik içindir. Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi Kitab-ı Aziz'inin başka yerlerinde de tekrarlamıştır. Esasen göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Göklerin ve yerin hazineleri yalnızca O'nun elindedir. O dilediğine rızkı yayar ve dilediğine daraltır. O infak edenlere sevabı kat kat fazlasıyla verir ve bu katların sayısını Allah'tan başka kimse bilemez. Verdiği sevabın katlarının örneklerinden birisi de Yüce Allah'ın şu buyruklarında ifade edilmektedir: "Mal­larını Allah yolunda infak edenlerin misali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir, Allah (bol bol veren) Vâsi'dir, Alîm'dir." (Bakara, 2/261). O bakımdan infak edin, herhangi bir endişeniz olmasın. Rızık veren Allah'tır. O kullarından dilediğinin rızkını da­raltır, dilediklerininkini ise genişletir; kıyamet gününde dönüş ve varılacak yer yalnız O'nun huzurudur. O bakımdan ey müminler! Salih amel işleyiniz, siz bunun semeresini ahiret yurdunda Yüce Allah'ın huzuruna dönüşünüz vaktinde bulacaksınız.[95]


[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/655.


[93] Zemahşerî 1/286.


[94] el-Bahru'l-Muhît, 11/250.


[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/656-658.