Bismillahirrahmanirrahim
B. Kur'an-ı Kerîmin Vahyinin İki Kısma Delâleti[351]
Kur'an-ı Kerim, iki tür vahyin varlığına delâlet etmektedir; vahy-i metlûv ve vahy-i gayr-a metlûv
Ahkamın bir kısmı vahy-i metlûvden (Kur'an) bağımsız bir şekilde vahy-i gayr-i metlûv vaz'olunmuştur.
Acaba Cenab-ı Hakk'ın Peygamberine indirdiği vahiy, sadece Kur'an-ı Kerim'den mî ibarettir, yoksa bununla beraber Peygamber'e vahyedilen ancak Kuran gibi tilâvet olunmayan (gayr-i metlûv) bir vahiy de mi var?
Şuphesiz doğru olan yaklaşım ikinci şıkta belirtilen yaklaşımdır. Zira Kur'an-ı Kerim'in kendisi bu tür vahyin varlığına açıkça delâlet etmektedir. Şimdi buna delâlet eden ayetlerden bazı örnekler verelim.[352]
Örnek-1
"İnsanlardan bir kısım beyinsizler: Dönmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler. De ki: Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir.
İşte böylece sizin insanlığa şahidler olmanız, Rasûlun de size şahid olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Sen (arzulayıp şu anda) yönelmediğin kıbleyi (ka'beyî) biz ancak Peygambere uyanları, ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönenlerden ayırdetmek için kıble yaptık. Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi' edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
(Ey Resul) Biz, senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklemekte olduğunu) görüyoruz. İşte şimdi seni razı olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.[353]
Bu ayetler iki önemli konuyu içermektedir:
a- Müslümanların ilk sıralarda yönelmekte oldukları bir kıblesi bulunmaktaydı. Sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) başka bir kıbleye yönelmekle emrolundu. Peygamber, birinci kıbleyi sevdiği ve temenni edip gözetlediği halde ikinci olan Beytu'l-Mukaddes'e yöneliyordu. Bu, ancak Peygamberin Allah'tan gelen ilahî bir emirle hareket etmesi durumunda mümkün olabilir. Nitekim Bakara-142. ayet te buna işaret etmektedir.
b- Birinci kıble de -ikinci kıble de olduğu gibi- Cenab-ı Hakk tarafından belirlenmiş ve farz kılınmıştır.
"Senin (arzulayıp da şu anda) yönelmediğin kıbleyi (kabeyi) biz ancak Peygambere uyanları, ökçeleri üzerinde gerisin geriye dönenlerden ayırdetmek için kıble yaptık. [354]
Görüldüğü gibi Cenab-ı Hakk, bu ayetle birinci kıbleyi belirleme işini kendisine izafe etmiştir.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda birinci kıblenin belirlenmesiyle ilgili tek bir ayet-i kerimeye rastlamamaktayız. Binaenaleyh bu emir, vahy-i gayr-i metlûv ile nazil olmuş bir emirdir. Bundan dolayı bu hususu Kur'an-ı Kerim'de bulamamaktayız.[355]
Örnek-2
"Her hangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üstünde dikili bıraktınızsa işte (bunlar hep) Allah'ın izniyledir.[356]
Cenab-ı Hakk, kesme işinin kendi izniyle yapıldığını bildirmektedir. Bilindiği gibi bu ayet-i kerime, hurma ağaçlarının kesiminden sonra nazil olmuştur. Ayette zikredilen "kestiniz" ve "kökleri üstünde dikili bıraktınız" fiillerinde kullanılan geçmiş zaman kipi de buna delâlet etmektedir.
Cenab-ı Hakk, kesmeye ilişkin iznin bilfiil kesme eyleminden önce olduğunu bildirmektedir. Ancak biz, Kur'an'da hurmaların kesimine dair her hangi bir ayet bulamamaktayız. Burada sözkonusu edilen izin, kesme eyleminden sonra gelen izin olamaz. Zira, bir eyleme ilişkin izin, ancak o eylemden önce olabilir. [357]
Örnek-3
"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bîr söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygambere açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): Bilen, herşeyden haberdar olan Allah bana haber verdi. [358]
Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk, Peygamber eşlerinden bazılarının söylenen gizli sözü başkalarına aktardığı hususunu Peygambere açıkladığını bildirmektedir. Cenab-ı Hakk'ın, Peygamberi hanımının ifadesinden haberdar kılması, Kur'an yoluyla gerçekleşmiş değildir. Çünkü Kur'an'da ne Peygamberin hanımına söyledikleri zikredilmiştir, ne de sözkonusu hanımının (r. anh) başkalarına aktardığı söz yer almıştr. Dolayısıyla bu bildirimin bir vahy-i gayr-i metlûv vasıtasıyla yapılmış olduğu kesinlik kazanmaktadır. [359]
Örnek-4
"Şuphesiz ki, onu (Kur'an'ı) toplamak ve onu okutmak bize aittir.[360]
"Kur'an'ı toplamak" onu dağınık ve düzensiz bir durumdan koruyacak düzenli bir şekle kavuşturmak demektir. Bu ise bir nevi tertible mümkün olabilir. Zira Kur'an Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e bir defada inmiş değildir. Bu husus, bizzat Kur'an'ın şehadetiyle sabittir. Kur'an ayetlerinin tertibinde nuzul tarihine bakılmamıştır. Aksine Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)"falan ayeti falan yere koyun" diyerek ayetlerin yerlerini bildiriyordu. Nitekim Cenab-ı Hakk, Kur'an'ın cem'ini kendi zatına isnad etmektedir. Ancak Kur'an'da bu tertibi belirten ve tayin eden herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Dolayısıyla Kur'an tertibinin vahy-i gayr-i metlûv ile yapılmış olduğu hususu kesinlik kazanmaktadır. Bu tertibin Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihadıyla yapılmış olduğu iddiası ayetin sarîh delâletine aykırıdır. Zira ayet-i kerimede toplama (cem') işi Cenab-ı Hakk'a izafe edilmiştir. Öte yandan böyle bir iddia hasmımızın bile kabul edebileceği bir iddia değildir. Zira onlara göre Kur'an dışında kalan sünnet ister içtihadı olsun, ister gayr-i içtihadı olsun hüccet olmaktan uzaktır. [361]
Örnek-5
"Allah sana Kitabı ve Hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lutfu sana gerçekten büyük olmuştur. [362]
"Ümmîlere İçlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve Hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen odur. Şuphesiz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. [363]
"Andolsun ki, içlerinden kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan (kötülüklerden) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve Hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mu’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.[364]
İmam Şafiî, Hikmet kelimesinin izahına ilişkin şunları kaydeder:
"Razı olduğum Kur'an alimlerinin şöyle dediklerini duydum: Hikmet, Allah Rasûlu'nün sünnetidir. [365]
Görünen o ki, ayetteki Kitap ve Hikmet kelimesi aynı manayı ifade etmemektedir. Nitekim Şafiî, ilk dönem sunnet inkarcılarına karşı bu ayete dayanarak istidlalde bulunmaktadır. Şafiî, hasmına hitab ederken şöyle demektedir:
Şafiî: Sözün tekrar olabileceği görüşünü tercih ettiğiniz taktirde [yani Kitab ve Hikmet kelimesinin aynı şeyi ifade edebileceğini savunduğunuz zaman] bunlardan hangisi daha uygun olur; Kitab ve Hikmetin iki ayrı şey olması mı yoksa tek şeyden ibaret olması mı?
Dedi ki: Bunların belirttiğiniz şekilde Kitab ve Sunnet gibi iki ayrı şey olması mümkün olduğu gibi tek şeyden ibaret olması da mümkündür.
Dedim: Bunların en doğrusu birinci şıktır. Nitekim Kur'an-ı Kerim de belirttiğimi teyid eden ve sizin söylediğinize aykırı düşen delâletler bulunmaktadır.
Dedi: Nerede?
Dedim: Cenab-ı Hakk'ın şu sözü "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti tilavet ediniz. (Ahzab, 34) [366]
Şafiî, bu ayet-i kerimeye dayanarak hikmetin de ayetler gibi okunan bir şey olduğunu söylemek istiyor. [367]
Bu söylediklerimizden ayrı olarak vahy-i gayr-i metlûvun varlığına delâlet eden iki delil daha aktarmak istiyoruz.
Bunlardan biri nubuvvetin varlığıdır. Şöyle ki: Nubuvvet, peygamberin (nebi) mucizeleri izhar ederek "ben peygamberim" demesiyle sabit olur. Yoksa nubuvvet iddiası olmadan sadece mucize izhar etmekle sabit olmaz. Zira harikuladelikler peygamberde olduğu gibi velî ve büyücülerde de olabilir. Peygamberin "ben peygamberim" sözü, nubuvvetin, vahy-i metlûvun ve bütün bir İslam'ın medarı olan bir vahy-i gayr-i metlûvdur.[368]
İkinci delil, Kur'an'ın kelamullah oluşudur. Zira bu, ancak Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in nubuvvete delâlet eden mucizeleri eşliğinde Kur'anın kelamullah olduğunu bildirmesiyle sabit olabilir. İşte bu bildirim de vahy-i gayr-i metlûv kısmındandır. [369] Ve bununla vahy-i gayr-i metlûvun varlığı ve buna iman etmenin gerekliliği kesinlik kazanır. Aynı zamanda bu söz, Kitâb'ın subûtunun dayandığı ve sünnetin teşride mustakil olduğunu gösteren bir sünnet örneğidir.
Binâenaleyh nubuvvetin subûtu, Kur'an'ın kelamullah oluşu ve bütün bir İslam'ın varlığı, vahy-i gayri metlûvu kabule dayanmaktadır. Kur'an'ın hücciyeti, vahy-i gayri metlûvun huccciyetine bağlıdır. Dolayısıyla vahy-i gayri metlûvün olmaması durumunda ne nubuvvetten, ne Kur'an'dan ne de İslam'dan söz etmek mümkün olacaktır.
Kur'an'ın i'cazına gelince bu, ancak Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in onun kelamullah olduğunu bildirmesinden sonra Kur'an ilahî kelam oluşuna delil olabilir. Aksi taktirde aklî bakımdan Cenab-ı Hakk'ın adetine aykırı olarak i'cazlı kelamını bazı insanların eliyle izhar etmesi caizdir.
Bizim kanaatimize göre bu aklî bakımdan caizdir. Zira bu, şer'î açıdan caiz değildir. Ancak bu, Kur'anın nazil olup onunla tehaddi yapıldıktan sonra olması durumunda söz konusudur. Zira Kur'an ile tehaddî, Cenab-ı Hakk'ın benzer bir kelamı hiç kimsenin eliyle izhar etmemesini gerektirir.
Kur'an nazil olup onunla tehaddî yapılmadan önce bunun olması şer'î açıdan caizdir. Fakat bunun vaki' olduğu sabit değildir. Zira aklî ve şer'î açıdan caiz olan herşeyin vaki' olması gerekli değildir.
Buraya kadar kaydettiklerimizden, Cenab-ı Hakk'ın Peygamberine Kur'an dışında da vahiyde bulunduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Bu nevi vahye, vahy-i gayr-i metlûv denmektedir. Teşri' bakımından müstakil olan sünnet de bu kabildendir.
Bu aktardıklarımızdan, şu da anlaşılmış olmalı: Bazı oryantalistlerin vahyin metlûv ve gayr-i metlûv şeklindeki taksimini Yahudilikten İslam'a geçmiş bir düşünce olarak lanse etmeleri ya ayetleri ve ayet delâletlerini bilmemekten kaynaklanan bir durumdur ya da İslam'ı temelden silmeyi hedefleyen Yahûdî ve musteşrikçe bir emeldir.
Evet, bazıları şöyle bir mazeret ileri sürebilirler: "Sünnetin kısmen vahiy olduğu ve Allah katından indirildiği doğrudur. Ancak sünnetin bazı kısımları Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in içtihadlarına dayanmaktadır. Peygamber'in içtihadında hata bulunma ihtimali mevcuttur. Dolayısıyla sünnetin içtihadî olan bu kısmıyla istidlalde bulunmak caiz değildir. Bu durumda sünnetin içtihadî olmayan diğer kısmıyla istidlalde bulunmak imkansız hale gelmektedir. Zira içtihadî olmayan kısımla istidlalde bulunmak için her iki kısmın ayırdedilmesi gerekmektedir. Ancak hiç kimse bu ayrımı yapamaz. Çünkü hiç kimsenin elinde bunu sağlayacak araçlar ve edatlar mevcut değildir. Dolayısıyla sünnete başvurmaktan ve sünnetle istidlalde bulunmaktan söz edilemez."
Bu iddiaya karşı cevabımız şudur: Bu mantığa göre Cenab-ı Hakk, ebedî dininin, daha önce tahrife uğramış dinlerde olduğu gibi yanlış ve batıl unsurlarla karıştırılmasına ve tanınmaz hale gelmesine musaade ederek onu orta yerde bırakmış olmaktadır. Halbuki Cenab-ı Hakk, geçmiş din mensuplarını bu konuda şiddetle kınamaktadır: "Ey Kitab ehli! Neden hakkı batıla karıştırıyorsunuz.[370]
Öte yandan bu iddia, İslam'la amel etme imkanını ortadan kaldırmakta ve dinin gönderilişini anlamsız kılmaktadır. İslam'a aidiyet hissi taşıyan hiçkimse İslam'ın bu tür yıkıcı kargaşalardan münezzeh olduğu konusunda en ufak bir şuphe duymaz. Yukarıda kaydettiğimiz ayet-i kerime de bu hususu teyid etmektedir. Zira önceki muharref dinlerin böyle bir nakısayla malûl gösterilmesi İslam'ın bundan beri ve uzak olmasını gerektirir. Saniyen, bu mesele peygamberlerin masumiyeti konusuyla İlişkilidir. Giriş kısmında ele aldığımız bu konuya tekrar atıfta bulunmak gerekirse: Alimler, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in içtihadda bulunup bulunmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Peygamber'in içtihadda bulunabileceğini savunanlar, Peygamber'in içtihadında hata olup olamıyacağı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Peygamber'in, içtihadında hataya düçâr olabileceğini söyleyenler, Peygamber'in hatalı içtihad üzere onaylanmayacağı konusunda görüşbirliği etmişlerdir. Zira hata üzre onaylanma durumu kat'î delillerle sabit olan peygamber masumiyetine aykırı olmakla beraber, bi'setin hikmet ve maksadına aykırıdır.
Binâenaleyh "Nebevî Sünnetin ya tamamı vahiydir, ya da bir kısmı vahiy bir kısmı da nebevî içtihada dayanıyor" deriz. Bu ikinci kısım da ya hatasızdır ya da Peygamberin vukuu muhtemel hata üzere onaylanması mümkün değildir, demek durumundayız.
Bu açıklamalar ışığında Sunnetin tamamının kat'î derecede huccet olduğu ve sabit olan bütün sunnetlerle amel etmenin vacib olduğu sonucu ortaya çıkar. [371]
[351] Burada vahy-i metlûvden maksat, tilavetiyle ibadet olunan ve hadis-i şerifte belirtildiği üzre okuyucunun her harfine karşı on hasene kazandığı vahiy, yani Kur'an'dır.
Gayr-i metlûv vahiy ise tilavetiyle İbadet olunmayan vahiydir ki bu da sünnettir. Yoksa [kelimenin sözlük anlamını esas alıp bu ıstüahî çerçevenin dışından baktığınız zaman] sünnet de tilavet olunan (metlûu) bir kaynaktır. "Evlerinizde okunan (tilavet olunan) Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın." Ahzab-34
[Ayetteki] hikmet ise İmam Şafiî'nin belirttiği ve kendisinden öncekilerden naklettiği üzre sünnet demektir. Nitekim selef-i salihîn de hikmeti, sünnet şeklinde tefsir etmiştir. Bu izaha göre mezkur ayet-i kerîme sünnetin de Kur'an gibi Allah katından inzal edildiğine dair kat'î bir delil olmaktadır. Zira her iki inzal aynı bağlamda ve aynı lafızlarla zikredilmiştir. Binaenaleyh hikmetin inzalinin, "demiri indirdik" (Hadîd-25) ayetinde geçen inzal kabilinden olduğunu söylemek doğru değildir. Sonuç itibariyle ayet-i kerimenin vahy-i gayri metlûve dair kat'î bir delil olduğunu söyleyebiliriz.
[352] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 143.
[353] Bakara, 142-144
[354] Bakara, 143
[355] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 143-144.
[356] Haşr,5
[357] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 145.
[358] Tahrim,3
[359] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 145.
[360] Kıyame, 17
[361] Muhammed Salih Ekinci, Huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 146.
[362] Nisa, 113
[363] Cuma, 2
[364] Al-i İmran, 164
[365] Şafiî, er-Risate, 78
[366] el-Umm, 7/251
[367] İmam Şafiî burada iki hususa dikkat çekmektedir:
1-Kur'ân'ın genel siyakı ve bütünlüğü çerçevesinde bakıldığında Kitapla birlikte zikredilen Hikmetin Sünnet olması gerekir. Cenab-ı Hakk, Kur'an'ın bir çok yerinde kendisine ve Rasûlü'ne itaati emretmektedir. Allah'a itaatin zikredildiği her yerde onun hemen akabinde Rasûlü'ne itaat zikredilmiştir. Hiç bir yerde sadece Allah'a itaat tek başına zikredilmemiştir. Buradan hareketle diyebiliriz ki Kur'an'da kendisine itaatin Allah'a itaat gibi farz kılındığı yegane merci Allah Rasûlüdür. Allah Rasûlü haricinde hiç bîr merci bu konumu haiz değildir.
Kitapla birlikte zikredilen Hikmet kelimesine gelince Arapçanm üslûp ve özelliği birbirine atfedilen İki kelimenin ayrı ayrı anlamlar ifade etmesini gerektiriyor. Buna göre normal durumda Hikmetin Kur'an'dan farklı bir şey olması gerekir. Kur'an'ın bütünlüğünü gözonüne aldığımızda Kur'an'da Kitapla birlikte ele alınan ve Kur'an gibi herkesten itaat edilmesi istenen tek kaynak Peygamber ve onu temsil eden Nebevî Sünnettir. 2-İmam Şafiî'nin bu açıklamalarını doğru anlamak için bunları hangi bağlamda îrâd ettiğine bakmak gerekir. Bu açıklamalar, Kitab'la birlikte zikredilen Hikmetten muradın Sünnet olduğunu; Peygambere inen vahyin Kur'an'la sınırlı olmadığını; Kur'an dışında da bir vahyin bulunduğunu ve bunun Sünnet/Hikmet ile temsil edildiğini ispat sadedinde yapılmaktadır. Başka bir ifadeyle İmam Şafiî, burada vahy-i gayri metlûvü ispat etmeye çalışıyor. Ancak o dönemlerde "vahy-i gayr-i metlûv" tarzında bir terimleşme henüz gerçekleşmiş değildir. Nebevî Sünnet bünyesinde İfadeye kavuşan vahiylerin bu ıstılahla ifade edilmesi daha sonraki dönemlere ait bir olaydır. İmam Şafiî birçok ayette Kitapla birlikte indirilip öğretildiği haber verilen Hikmetin, Nebevî Sünnet kapsamına girdiğini ve indirilen bu hikmetin de Kur'an gibi tilavet olunan bir şey olduğundan hareketle bunun da vahiy olması gerektiği sonucuna varıyor. Başka bir ifadeyle belirtmek gerekirse İmam Şafiî burada Hikmet/Sünnet için kullanılan "tilâvet" kelimesini onun da Kur'an gibi vahiyle indirildiğine dair bir karine olarak ele almaktadır. Tabii buradaki "tilavet"in sonraki dönemlerde terimleşen ve sadece Kur'an'a tahsis edilen tilavetten farklı olduğu gözardı edilmemelidir. Daha önce de belirtildiği gibi Kur'an haricinde vahyin varlığı nüzul döneminden itibaren bilinen ve kabul edilen bir husustur. Ancak bunun vahy-i gayr-i metlûv ismiyle isimlendirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiştir. Yanlış anlamaya meydan vermemek için bir hususa daha değinmek gerektiğini düşünüyorum. Sünnetin kısmen vahiy; kısmen vahyin onayından geçen nebevî içtihad olduğundan hareketle İmam Şafiî'nin buradaki açıklamalarına itiraz edilebilir. Ancak bu düşünce doğru değildir. Zira bu ifadelerde genel anlamda Sünnet kapsamına giren şeylerin tamamının vahiy olduğu belirtilmemektedir. Kitapla birlikte indirilen ve tilavet olunan sünnetin vahiy olduğu belirtilmektedir. Başka bir ifadeyle Kitapla birlikte zikredilen ve bir çok ayet-i kerimede Peygamber tarafından ta'lim edilmek üzere inzal edildiği haber verilen Hikmetin Sünnet olduğunu ve bunun da aynen Kur'an gibi vahye dayandığı belirtilmektedir. Dolayısıyla Şafiî burada Sünnetin vahiyle İnzal edilen kısmından bahsetmekte ve bunun hikmetle ifade edildiğini belirtmiş olmaktadır. Vahiyle inen bu kısma Sünnet demek ayrı; Sünnetin tamamına vahiy eseri demek ayrıdır. Nitekim Şafiî' usûlüne dair telif edilen eserlerde de bu doğrultuda açıklamalar yer almakta ve bu görüş Şafiî mezhebinin genel görüşü olarak kaydedilmektedir. Bkz. Ebu İs hak eş-Şirâzî, Şerhu'l-Luma', thk. Abdulmecid Türkî, Beyrut, 1988, 2/1091 -Çeviren
[368] Bunu daha net anlamak için vahyin ilk dönemlerine bakmak yeterlidir. İlk inen Kur'an ayetlerinde Peygamber (S.A.V)'in nübüvvetine dair bir beyan bulunmamaktadır. Ancak buna rağmen O, kendisinin Peygamber, kendisine nazil olan bazı vahiylerin de Kur'an vahyi olduğunu biliyordu. Bu hususlar, hadislerden de anlaşıldığı üzre Kur'an vahyi haricinde başka bir vahiyle -sonraki dönemlere ait bir ıstılahla belirtmek gerekirse- vahy-i gayri metlûv ile bildirilmiştir. -Çeviren-
[369] Peygamber (S.A.V)'in bütün beyan ve telkinleri Kur'an'la sınırlı değildi. Kur'an kapsamına girmeyen ve Kur'an olarak tescil edilmeyen beyanları da bulunmaktaydı. Kur'an vahyi olarak nazil olan ilahî hitaplar, Peygamber (S.A.V) tarafından ayrı tutuluyor ve Kur'an olarak kayda geçiriliyordu. Tabii bu da, inen sözkonusu ayetlerin Kur'an'dan olduğu şeklinde bir açıklama eşliğinde oluyordu. Yani Peygamber (S.A.V), Kur'an'da yazılacak olan vahiyleri, diğer vahiylerden ve beşerî tasarruflardan ayrı tutarak "onların Kur'an'dan olduğunu ve o çerçevede kayda geçirilmesi gerektiğini" açıklayarak Kur'an kapsamına dahil ediyordu. Tabii ki Peygamber (S.A.V), bu ayırımı yaparken yine bir vahye dayanarak hareket ediyordu. Yoksa Peygamber (S.A.V) veya sahabenin iiahî bir bildirim olmadan bir şeyin Kur'an'dan olup olmadığını bilmeleri mümkün değildir. İşte Kur'an'daki bütün sûre ve ayetler bu tarzda Kur'an dışı bir vahiyle (vahy-i gayr-i metlûv ile) Kur'an kapsamına dahil edilmişlerdir. Bunu bariz bir örnekle açıklamak gerekirse: Mesela Alak sûresinin nazil olan ilk beş ayetinin Kur'an vahyi kapsamına girip girmediği Kur'an'da yer almayan nebevî bir beyanla olmuştur. Peygamber ise bu durumu kendisine Kur'an haricinde gelen bir vahiyle bilmekteydi. -Çeviren-
[370] Âl-i İmran, 71
[371] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 146-152.
Devam edeceğim inşallah...
Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR