25 Ekim 2019 Cuma

Bizim ne yapacağımız kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var?


Soru Detayı

- Allah cennet veya cehenneme gideceğimizi biliyorsa, ne diye bizi bu dünyaya gönderdi?

Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilir: “Kader, hak teâlâ’ nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.”

Kaza ise, kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır.

Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise kaderi gösteriyor!..

Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor!.. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber veriyor!.. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması, hep kader ile olmuş!..

Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması, kader ile plânlanmış!...

Cennet ve cehennemin yaratılması, ilâhî ilim ile takdir edilmiş!... O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiş!..

Hangi güzel amele ne kadar sevap, hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!..

Bir bilim dergisinde, insan bedenindeki harika nizam anlatılıyor ve ilâhî takdir konusunda çok güzel misâller sıralanıyordu. Ve yazı şöyle bağlanıyordu:

“Bedenimizin tamamı bir yana, sadece baş parmağımız olmasaydı teknik ve medeniyet ortaya çıkmazdı.”

Gerçekten de, bütün buluşlar, keşifler, sanatlar bir yönüyle, baş parmağa bağlı. O da diğer parmaklarla yan yana gelseydi, ne kalem tutabilirdik, ne kaşık, ne de çekiç. İnsanoğlu, bütün varlık âlemi bir yana, sadece başparmağına ibret nazarıyla bakabilse, ilâhî takdiri en açık bir şekilde görecektir.

Kader konusunda ezberledikleri birkaç soruyu durmadan tekrarlayan adamlar, kaderin bu aslî manasını hiç düşünmezler. Şu haşmetli kâinatın bir ezelî ilim ve takdirle, safha safha yaratıldığı akıllarından bile geçmez. Kaderin bu haşmetli tecellilerini seyredemedikleri gibi, çekirdekleri, tohumları, yumurtaları, spermaları, genleri de bu açıdan değerlendiremezler. Halbuki, bu küçük yaratıklar sanki cisimleşmiş birer plan, birer program... Allah’ın hârika takdirini ve ince hikmetini aklı başında olanlara ilan ediyor, ders veriyorlar.

Ve insan, yaratılışı icabı, kadere inanmakla mükellef!.. Çünkü, ölçüden, tartıdan anlıyor. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir ediyor. Mutfağını, banyosunu, hep yerli yerine koyduruyor. Yarını hakkında planlar kuruyor, hedefler tespit ediyor, kararlar veriyor. İşte bu yaratılışı onu kadere imanla mükellef kılıyor.

Düşünelim bir kere: şu görünen varlıklar içerisinde bizden başka hangi fert kendi varlığından ve yaratılış safhalarından haberdar? Ne olduğunu, niçin yaratıldığını ve nereye gittiğini bilen hangisi?!.. Kuşlar mı, ağaçlar mı, güneş mi, ay mı?!.

Hayvanlar kendi organlarından habersiz. Bitkiler yapraklarını tanımaz. Deniz, içinde yüzen balıklardan gafil. Ay, neyin etrafında döndüğünü bilmez.

Ama insan öyle mi? Kendi bedenindeki nizam kadar, ruhundaki intizamı da biliyor. Elementlerin vazifelerini bildiği gibi, hayvan türlerini, sema sistemlerini de tanıyor. Her ferdin, her nevin ve her sistemin niçin yaratıldığını, ne gibi hikmetler taşıdığını, az da olsa, anlayabiliyor. Bu yaratılışı sayesinde, kaderin eşyadaki o sonsuz tecellilerine de bir derece muhatap olabiliyor.

Kadere iman huzur kaynağı

Kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır. Mümin olan insan, gerek kendi nefsinde gerek dış âlemde gördüğü bütün tanzim ve takdirlerin nice hikmetlerle dolup taştığını ve hepsinin de rahmeti netice verdiğini düşünür. “Kaderin her şeyi güzeldir.” diyerek, başına gelen her türlü hâdisenin altında rahmet ve hikmeti arar.

Dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve sonunda Allah’ın rahmet ve keremine itimat eder, huzur bulur!.. Kaybettiğine gam çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara "ah!" etmez. "Şöyle olsaydı böyle olmazdı!" yahut, "Böyle olmasaydı şöyle olurdu!" gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah’a güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!..

Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz. Her hayrı ondan bilir, huzur bulur!..

Kadere inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar?

Çalışmayıp, tembelce oturmayı mı? Yoksa, sebeplere teşebbüs etmekle birlikte sonra neticeyi rıza ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?.. Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda umuyorlar?!. Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile şu aciz insanı, nasıl bu ağır yükün altına sokuyorlar!?. Yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan, kendi yıkıcı emelleri hesabına bekledikleri bir şeyler mi var?

Suçlarımızı kadere yükleyebilir miyiz?

Kaderi ikiye ayırabiliriz; ızdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında, hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

Yaptıklarımızı Allah yarattığına göre bizim suçumuz ne?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Kader zulüm eder mi?

Bazı insanlar zengin, güzel ve sıhhatli doğarlar; bazıları da fakir, çirkin ve sakat. Bunlar, insan iradesinin karışmadığı “ızdırari kader”in konusudur. Bu farkı bahane ederek zulümden söz edenler duyarız. Halbuki, zulüm bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allah'ta hiçbir hakkı yoktur. O, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.

Bize düşen, verilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler, kulun denenmesi içindir. Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa gitmeyen durumlar birer imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen nimetlere şükürle, mahrum kaldığına sabır ile mi karşılık verecek?

Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkanına gelen iki fakire, sırf merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor. Birine gömlek ve pantolon giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile palto hediye etti. Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti, öbür adama fazla verdi.” diyebilir mi? Derse, bu sözü edepsizlik olmaz mı?

Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, tükenmez hazinesinden nimetler veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz gıdayı yaratan o. Çalışmadık, kazanmadık, hak etmedik. O, sırf lütfundan dolayı ikram ediyor. Eksik alan sabrederse ebedi nimetler kazanacak.

Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret... Az nimetlenen kul, birinci adam gibi asi olur, “zulüm” derse, edepsizlik eder. Vazifesi, verilene şükretmektir. Aksi halde azaba davetiye çıkarır.

Allah, her işinde adildir, asla zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir hatanın sonucudur veya imtihanın ürünüdür.

Evi yanan kişi, kadere dil uzatmadan önce, bildiği bir sebep yoksa bile, yine suçu kendisinde arasın. Belki bir insanın kalbini kırmıştır! Ev yakan suç işler, ama kader adalet eder!

Rüzgarın önünde bir yaprak mıyız?

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var.” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: “Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

Allah’ın ne yapacağımızı bilmesi, bizi sorumluluktan kurtarır mı?

Bir film senaryosu tasarlayalım: dedektif, soygun planı hazırlayan üç adamı gizlice dinliyor. Zamanı gelince, soyulacak yere gidiyor. Maksadı suçüstü yakalamak. Fakat soyguna başlarken, adamlar planı değiştiriyorlar. Biri vazgeçiyor, ikisi başka türlü hareket ediyorlar. Eğer bir başkasının bilmesi soyguncuların hareketlerini engelleseydi, planın değişmemesi gerekirdi. Polisin önceden bilmesi olaya hiç tesir etmedi.

Plan değişmese yine etmeyecekti. Çünkü onlar, bu işi polis öyle biliyor diye yapmayacaklardı. Zaten polisin neler bildiğini de bilmiyorlardı.

Eğer planı uygulasalar, yakalansalar ve polis, yaptıklarını önceden bildiğini söyleseydi, “Sen böyle bildiğin için, biz bu suçu işledik. Gerçek suçlu sensin. Biz masumuz.” mu diyeceklerdi?

Günah işleyip de suçu kadere, yani “o işi önceden bilen ilahi ilme” yüklemek isteyen günahkârın bunlardan ne farkı var?

“Kaderimden kaçamam, yazılan başa gelir, olacak denen olur. Öyleyse günahımdan dolayı niçin suçlu sayılıyorum?” diye düşünenler hiç de az değil.

Bu mantığın, mesuliyetten kurtulmak isteyen bir suçluya ait olduğu gün gibi ortada. İşte formül: suçu kadere yükle ve rahatla! Adil bir hakem olan vicdanın, bu düşünüş biçimiyle huzura kavuşacağını sanmıyorum. Çünkü, yapıp ettiklerimizin dikkatli bir şahididir o. Şüphesiz bir “kader kanunu” vardır ve hükmünü yürütür, ama “irade” de bir kanundur. Her günahı isteyip dileyerek işlediğimizi nasıl unutabiliriz? Alınyazımızı okuyamıyoruz, kaderde olanı bilmiyoruz. Bizim bildiğimiz, önümüzde biri iyi, diğeri kötü iki yol bulunduğu. Asla inkar edemeyeceğimiz irademizle birinden gidiyoruz. Giderken de nefsimizden başka bir zorlayıcı olmadığını pekala hissediyoruz. Önce değil, ancak her şey olup bittikten sonra öğreniyoruz alın yazımızı.

Şu misalin meselemize ışık tutacağına inanıyorum. Harika bir kameraman düşünelim. Diyelim ki, bu adam, bizim gelecekteki on günlük hayatımızı gizlice filme aldı. Yani o, on günlük yaşantımızı önceden bildi. Biz de film olayını öğrendik, ama bantta neler olduğunu bilmiyoruz. On birinci gün filmi bize gösterdi. İşlediğimiz hataları, günahları ve suçları seyrettik. Kameramana, “Sen bizim on günlük geleceğimizi bilmesen, görüntülemesen, biz bu suçları işlemezdik.” diyebiliriz miyiz?

Bilmekle yapmanın çok farklı şeyler olduğunu vurgulamak gerekir. Bir misal vermiştik. Bizlerin bir çekirdeğin ağaç olacağını bilmemiz onun ağaç olmasına gerek olmadığı anlamına gelmez.

Ayrıca bir makine veya bina için bir plan yapılsa, madem ki plan var, öyleyse binaya ve makinaya ne gerek var denilebilir mi?..

Yarın bir yere gideceğimizi ve şunları yiyeceğimizi planlıyalım. Buna göre madem ne yapacağımız belli öyleyse ne gerek var gitmeye ve yemek yemeye diyor muyuz?..

Biz bile gündelik basit şeyler için bunu diyemezsek, Allah'ın sayısız hikmetlerle yarattığı insanı, madem ne yapacağını biliyordu öyleyse neden imtihan ediyor denilemez.

Kaderin esas anlamı, "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz (asm) İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Sultan Fatih yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygamber (asm)'e bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz; biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

Teşbihte hata olmasın, Allah da, bizim ömrümüz boyunca yapacaklarımızı “ezeli kamerasıyla “Levh-i Mahfuz” denilen bir banda alıyor. Fakat biz o filmde neler bulunduğunu asla bilmiyoruz. Bu tespit hareketimize, niçin tesir etsin! Gerçek bu olunca, mesuliyet elbette bizimdir. Hür irademizle kötüyü seçip, günah işlediğimiz için suçlanıyoruz, başka şey için değil. “Kaderimde yazılıysa suçum ne?” demeye hiç hakkımız yok. İsteyerek suç işlemek “suç” değilse, suç ne peki?

Bize düşen, günahımıza tövbe etmek, affı için yalvarmak ve güzel ameller işleyip cezadan kurtulmaya çalışmak. Suçu kadere yüklemeye çalışmakla ancak kendimizi aldatabiliriz, Allah'ı, asla!..

24 Ekim 2019 Perşembe

Allah kullarını imtihan ederken adaletsizlik yapar mı?


Soru Detayı

- Allah'ın bu dünyada insanlara eşit imkan vermediği halde aynı dini kurallara (haramlara, yasaklara, sevaplara, günahlara) tabi tutması adaletsizlik değil midir?
- Her türlü imkana sahip, hali keyfi yerinde bir insanın dini kurallara uyması, imkansızlıklar, sıkıntılar içerisindeki bir insana göre daha kolaydır; ikisini de aynı sınava tutmak adaletsizlik değil midir?
- Bu adaletsizlikler ahirette nasıl telafi edilecek ya da edilecek mi?
- Allah adalet sahibi ise, bu nasıl bir adalettir?

Hayır, Allah kullarına adaletsizlik etmez. Adaletsiz olması için buna ihtiyacının veya bazı kullarını kayırmaktan dolayı -haşa- menfaatinin olması gerekir. Halbuki Allah'ın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. İmtihanda da herhangi bir adaletsizlik söz konusu değildir. Allah herkesi durumuna, kapasitesine ve kendi şartlarına göre imtihan eder.

Dünyada imtihanlar çok çeşitli; kimi servetinden imtihan olmakta, kimi servet düşmanlığından. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından. Kimi borçlu kalmaktan, kimi ise alacaklı olmaktan...

Allah fakir bir kulunu zekattan sorumlu tutmazken, onun sabretmesini istemiştir. Onun zekat imtihanı yoktur. Zengin bir kulunun ise zekat imtihanı vardır. Zekatını vermeyen bir kul, bu noktadan imtihanı kaybeder ve ahirette bunun hesabını verir ve cezasını görür.

İnsanlar fıtrat olarak aynı yaratılmadığı için imtihanlarının da farklı olması hikmettendir. İnsanlarda binlerce duygu ve hissiyat vardır. Her insanda bu duyguların inkişafı farklıdır. Mesela kadınlarda şefkat hissi erkeklere göre daha fazladır. Bundan da anlaşılıyor ki imtihan sorularının aynı olması değil farklı olması hikmete muvafıktır.

İmtihanın zorluğuna göre mükafat da artmaktadır. Soruları zor olan bir imtihandan kişi elli puan alsa, kolay olan bir imtihandan da yüz puan alsa, görünüşte dereceleri aynı olmasa da hakikatta aynı olabilir. Rakamsal olarak diğeri daha üstün gözükse de değer olarak aynı olabilir. Bazen insanın başına gelen bir zor musibet başkasının başına gelen on sıkıntıdan daha çok sevap kazandırabilir. Mühim olan meselenin iç yüzünü anlayabilmektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, şan, şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder vermiş; sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor?

23 Ekim 2019 Çarşamba

Sonsuzluk anlaşılabilir mi?


Bir bardağa denizin yerleşmesi mümkün olmadığı gibi, sınırlı olan insan aklının da sonsuzu kavraması mümkün değildir. Şu var ki, insan sonsuzu anlamasa bile onun varlığını bilebilir. Bilmek, inanmak başka, anlamak daha başkadır.

İnsanoğlu her şeyiyle sınırlı. Hayatının bir başlangıcı var. Her başlangıç bir sondan haber verdiği için, bu hayatın da bir sonu olacaktır. İşte, başı ve sonu olan bu kısa hayat içerisinde, insan her yönüyle sınırlı işler görebiliyor. Gözü, mevcut ışınların ancak yüzde iki buçuk kadarını görebiliyor. Kulağı sadece belli bir frekanstaki sesleri işitebiliyor.

Madde aleminde açıkça görünen bu hakikat, ruh aleminde de geçerli. İnsan aklı her şeyi anlayamıyor. Zira, öğrenmeye başlamasının bir başlangıcı var. Başlangıcı olan ilim sonsuz da olamıyor; tıpkı hayat gibi...

İnsan aklının aczinin başlangıç noktası, kendini anlayamamasıdır. Şu sınırlı akıl, henüz kendini anlamış değilken nasıl oluyor da sonsuzu anlamaya kalkışabiliyor?.. Üçün dörtten küçük olduğunu bilen insanoğlu, yine kesinlikle bilir ki, ben üçten dördü çıkarmaya kalkışırsam menfi bir netice ile karşılaşırım. Bunu bildiği hâlde, sınırlı olan aklına sonsuzluğu sıkıştırmaya çabalıyorsa, sonucun eksi sonsuz, yani sonsuz bir menfi olacağını da baştan kabul etmiş demektir.

İnsan sonsuzu anlayamaz, ama sonsuza inanabilir... Bu da insanoğluna büyük bir ilahî lütuftur. Yoksa, bütün sıfatları sonsuz olan Rabbine nasıl iman edecekti?..

Bu vadide insanoğluna bir mukayese imkanı, bir fikir yürütme, istidlalde bulunma gücü verilmiş. O, bu güç sayesinde çok iyi bilir ki, bu alemde benim bir başlangıcım ve sonum olduğu gibi, her şeyin de yine bir ilk ve son noktası var.

Başlangıcı olan her şey, bize şu iki hakikati birden ders verir:

Beni yoktan yaratan bir zat var ve onun varlığı ezelidir. Aynı şekilde her son da bize ebedi bir zattan haber verir. Kendimize şu soruyu soralım: Senin anlayamadığın sadece sonsuzluk mu? Yer çekimini anlayabiliyor musun? Güneşin, gezegenlerini nasıl çekip çevirdiğini kavrayabiliyor musun? Ruhun, aklın, hayalin, hafızanın mahiyetlerini bilebiliyor musun? Elma ağacının içindeki o manevi fabrikayı izah edebilmiş misin? Yumurta nasıl oluyor da, uçan bir kuş oluyor? Nutfe dokuz ay sonra nasıl ağlıyor, görüyor, işitiyor? Bu alemde insanın göremedikleri gördüklerinden, anlayamadıkları anladıklarından, bilmedikleri bildiklerinden çok fazladır.

İnsanın, bu fani eşyayı anlamış gibi, bekayı anlamaya kalkışması onu en azından yorar. En azından diyorum, çünkü bu gibi yersiz arayışların insanı sersem etme ve yoldan çıkarma ihtimali de vardır...

İnsanın sonsuzu anlama gayreti iki ayrı sahada cereyan ediyor. Birisi, ilahi sıfatların sonsuzluğu, diğeri de ahiret hayatının sonsuzluğu... Bu ikisi arasında, gözden kaçmaması gereken önemli bir farklılık var. Ahiretteki sonsuzluktan söz edildiğinde, zihinlerde hemen zaman ve müddet kavramları canlanır. Sonu gelmeyen, tükenmeyen, fani olmayan, arızalanmayan bir hayat... Burada verilen hayatın geri alınmaması, baki kılınması söz konusudur. Bunu aklın almaması için bir sebep olmasa gerek...

Allah ın sıfatlarının sonsuzluğuna gelince: Onun kudreti sonsuzdur, demek, “ne kadar alem yaratırsa yaratsın kudretinde bir noksanlık olmaz” demektir. İlminin sonsuzluğu, onun cehilden münezzeh olduğu manasınadır. Diğer sıfatlar da aynı şekilde, aynı mantık içerisinde değerlendirilmelidir. “Ezeli olan elbette ebedidir.” hakikati, Cenab-ı Hakk'ın zatı için de geçerlidir, sıfatları için de... Yani, onun bütün sıfatları sonsuzdur, ebedidir. Zira, hiçbiri sonradan var olmuş değildir; hepsi ezelidir.

22 Ekim 2019 Salı

ALLAH bizim ne yapacağımızı biliyor ise, bizi neden dünyaya gönderdi?


 Mesela bir öğretmen sınavın sonucunu bilirse, sınavın anlamı olmaz... Yani Allah sonumuzu biliyorsa neden burdayız?..

Allah, bu kâinatı yaratırken, bizim küçük aklımızın mühendisliğine göre değil, kendi sonsuz hikmetine göre tanzim etmiştir. Aklımızın her şeye ermemesi normaldir.

“Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler, diye yarattım.”(Zariyat, 51/56)

mealindeki ayette yaratılışımızın gayesi belirtilmektedir.

Adalet kavramı -öngörülerle değil- uygulamalara göre tespit edilir. Buna göre;

Bir öğretmen düşünün ki, -kerametine veya ferasetine yahut bir yıl önceki tecrübesine dayanarak- A ve B adlı iki öğrencisinin yeni kayıtlarını yaparken onlara der ki; “Ben B’nin sınıfta kalacağını, A’nın da sınıfı birincilikle geçeceğini biliyorum.” demiş olsa, bu kesin bilgisine rağmen çocuklara “Madem işin sonu bellidir, okula devam etmenize gerek yok!..” şeklinde bir teklifte bulunabilir mi? Böyle bir teklif öğrenciler tarafından hoş karşılanmayacağı açıktır. Yapılacak şey, adaletin tecellisi için her iki öğrenciye de fırsat eşitliği tanımak, onlara okula devam imkânını sağlamaktır. Eğer sene sonunda sınıfta kalan öğrenci itiraz edip “Öğretmenim! Sen durumumu bildiğin için ben sınıfta kaldım.” diye bir hezeyanda bulunsa, elbette hocasının cevabı kolaydır:

“İlim sıfatı, kuvvet/kudret sıfatı gibi değildir, onun yaptırım gücü yoktur. Yani; ben bildiğim için siz sınıfta kalmadınız. Siz sınıfta kalıyor olacağınızdan ben bildim. Çünkü ilim maluma tabidir. Bir şey nasıl olacaksa, öyle bilinir. Faraza ben bilmeseydim, sen yine sınıfta kalacaktın. Çünkü bilgimle seni sınıfta kalmaya zorlamadım, bilakis herkese tanıdığım imkanları sana da tanıdım. Cehaletinin ve tembelliğinin faturasını hocaya çıkarmak büyük bir küstahlıktır…” diyecektir.

Bu örneğin penceresinden hakikatin yüzüne bakabilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?" sorusuna nasıl cevap vermeliyiz ?

Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? Allah cennet veya cehenneme gideceğimizi biliyorsa, ne diye bizi bu dünyaya gönderdi?
Allah'ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve kader konusunda bilgi verir misiniz?

https://sorularlaislamiyet.com/allah-bizim-ne-yapacagimizi-biliyor-ise-bizi-neden-dunyaya-gonderdi-mesela-bir-ogretmen-sinavin

21 Ekim 2019 Pazartesi

Öldükten sonra dirileceksek neden ölüyoruz?


Bedenimiz ve dünyamız, ebedi olarak yaşamaya müsait değildir. Bedenimiz, yorulmaya, hasta olmaya, bozulmaya müsait iken, dünyamız da eskimeye, yıkılmaya ve bozulmaya mahkumdur. Demek bunlar ebedi bir hayat için yaratılmamışlardır.

Bu dünya bir imtihan yeridir. Bu imtihandan başarılı olan kullar ise ebedi hayata mazhar olacaklardır. Ölüm bu imtihan dünyası ile ebedi hayat ardındaki bir geçiştir. Ölüm görünüşte bir yok oluş veya bir yıkım gibi gözüküyor olabilir, ancak ölüm hakikatte bir mekan değişikliğidir, bu dünyanın çileli hayat 
külfetinden bir kurtuluştur.

Ölüm ve ölümden sonraki hayat hakkındaki merak ettiğiniz tüm soruların cevapları için tıklayınız...

Ölümden sonra hayatın ispatı için hazırladığımız Ahirete İman video eserimizi izlemek için tıklayın...

https://sorularlaislamiyet.com/ozel-dosya/genclerin-kafasini-karistiran-21-soru

20 Ekim 2019 Pazar

Mevdudi’nin Zümer Sûresi 45. Ayeti tefsiri


Allah insanı kul olarak yaratmıştır O'na kul olmayan pek çok ilaha kul olmak zorundadır. Onun için insan te’lihe değil, tevhide çağrılır. Yani onun bir ilaha inanması değil İlahı bir bilmesi istenir Yoksa ilahı olmayan insan yoktur.

Şu ayeti kerime bugün bize ne söyler diye düşünürken Mevdudi’nin tefsirine de baktım. Söyledikleri ilginçti.
Ayeti kerime şu:


"Allah birdir diye anılsa ahirete iman etmeyenlerin kalplerinde nefret doğar. Ama O‘nun dışındakiler anılsa hemen yüzleri güler"
. Zümer Sûresi 45. Ayet

Mevdudi şunları söylüyor:
“Bu, müşriklerin alışılagelmiş bir adetidir. Hatta bazı talihsiz müslümanlar dahi bu hastalığa yakalanmış ve müşrikler gibi aynı tavır içerisine girmişlerdir. Allah'a inandıklarını söylemelerine rağmen, onlara sadece Allah'a kulluk etmekten bahsetseniz, hemen yüzlerini asar ve size derler ki: " Bu adam evliyaya inanmadığı için, sürekli Allah deyip duruyor."

Fakat onlara başka zatlardan bahsederseniz, gözlerinin içi güler ve memnun olurlar. Bu davranışlarından, onların muhabbet ve ilgilerinin kime daha fazla olduğu açıkça bellidir. 

Allame Alusî tefsirinde (Ruhu'l-Meâni) bu konuyla ilgili şunları söylüyor: "Bir gün bir şahsın, başına gelen musibetten kurtulmak için ölmüş bulunan bir zata yalvarıp yakardığını gördüm ve ona "Ey Allah'ın kulu! Allah'a yalvar, çünkü O, "Kullarım sana, benden sorduklarında de ki: "Ben onlara yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına icabet ederim. O halde onlar da benim davetime uysunlar, bana iman etsinler ki, doğru yolu bulalar" (Bakara: 186) diye buyurmaktadır, dedim. 

Bu sözüm üzerine çok öfkelendi. Hatta bazılarının dediğine göre, ben oradan ayrıldıktan sonra, "Bu adam evliyaya inanmaz" demiş. Yine başkalarına göre, "Veliler Allah'dan daha çabuk duayı işitirler" diyormuş."

Faruk Beşer

19 Ekim 2019 Cumartesi

HÜKÜMLERİN GAYELERİ


§: 316- İslâm Hukukunun Ana Gayeleri:

Bilginlerin büyük çoğunluğu, Yüce Allah'ın, koyduğu bütün hükümlerde mutlaka bir takım ana gayeleri hedeflediği ve bu gayelerin sonuç itibariyle insanlar için fayda sağlama, onlardan zararı savma ve dünyayı şerlerden temizleme noktasında birleştiği hususunda fikirbirliği etmişlerdir.


Bu gayelerin bilinmesi, gerek nassların anlaşılması ve olaylara uygulanmasında gerekse hakkında nass bulunmayan durumlara ait hükümlerin istidlal edilmesinde en önemli vasıtalardan olduğuna göre, cüz'î delillerinden şer'î hükümleri istinbat etmek isteyen kimselerin, herşeyden önce nassların derin manalarını ve Şâri'in hüküm koyarken gözettiği ana gayeleri etraflı bir şekilde kavramış olması gerekir. 

Zira lâfızların ve ibarelerin manalara delâleti bazen birden fazla ihtimale açık olabilir, İşte bu ihtimallerden birinin diğerine veya diğerlerine üstün tutulması Şâri'in teşrî' gayelerinin iyi bilinmesi sayesinde mümkün olabilecektir. 

Diğer taraftan, cüz'î deliller, bazen birbiriyle çelişkili görünür. Bunları uzlaştırma ve hangisi ile amel edilip hangisi ile amel edilemeyeceğini belirleme ihtiyacı ortaya çıkar. Şayet bunları inceleyen kimse, nassların ihtiva ettiği hikmetleri ve İslâm hukukunun ana gayelerini iyi biliyorsa, bu işi kavrayabilir ve neyin alınıp neyin alınmayacağını anlayabilir.Aynı şekilde, karşılaşılan olayların bazısı nassların ibareleri kapsamına katılamaz ve bunların hükmünü tesbit edebilmek için, kıyâs, istıslah gibi metodlara başvurmak gerekir. İşte bu işin de başarı ile yapılabilmesi, ancak nassların derin anlamlarını ve İslâm hukukunun genel hedeflerini iyi anlamış olmakla mümkündür.[1]

§: 317- "Makâsıd'ın Nevileri:

Usul bilginleri İslâm teşrî'inin ana gayelerini ("ei-makâsid el-âmme) üç noktada toplamışlardır:

Birinci "maksad": "Zarûriyât"ın korunması.

Zarûriyyât, toplumun varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerler demektir. Bunlar yitirildiği takdirde, hayatın düzeni yok olur, anarşi kol gezer, bozgunculuk ve kötülükler her tarafa yayılır, âhiretteki ebedî saadet de yitirilmiş olur.

Bu zarurî değerler şunlardır: 1- Din, 2- Nefis, 3- Akıl, 4- Nesil, 5- Mal.

Dünya ve âhiretin mamur olması bu zarûriyyât-ı hamse (beş zarurî değer) üzerine kuruludur. Gerek fertlerin durumu gerekse toplumların düzeni bunların korunması ile yoluna girer.

Gerçekten, İslâm, bu zaruriyyâtın korunmasına özel bir itina göstermiş, bunlardan herbirinin gerek varlığını ve ayakta durmasını gerekse sürekliliğini ve korunmasını sağlayan hükümler koymuştur. Ki bu sayede hem varlıklarını sürdürmüş hem kendilerinden beklenen semereyi vermiş olsunlar. Nitekim Yüce Allah:

*"Din"in varlığı için, kendisine iman edilmesini ve bunun yanısıra namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetleri farz kılmıştır.Dinin korunması ve ona yönelecek düşmanca saldırılara karşı müdafaa edilmesi için de, cihad, dine saldıranların, dinden saptıranların ve dine çağrı görevini engelleyenlerin cezalandırılması hükümlerini koymuş, dinden dönenlerin, zekât vermemekte direnenlerin ve benzerlerinin öldürülmelerini gerekli kılmıştır.

* "Nefis'in (canın) varlığı için, soyun devamlılığını ve insan nevinin ona yaraşır bir biçimde sürüp gitmesini sağlayacak olan evliliği meşru kılmıştır.Canın korunması için de, hayatın idamesi için zaruri olan miktarda yemeyi, içmeyi ve giyinmeyi farz kılmış, öte yandan cana yönelik tecavüzlere karşı kısas, diyet ve kefaret hükümlerini koymuştur.

* "Akıl'in korunması için, onun selim kalmasını sağlayacak ve aktivitesini arttıracak her şeyi mubah kılmış, bozulmasına ve zaafa uğramasına yol açacak içki vb. sarhoş edici ve uyuşturucu maddeleri yasaklamış, bunları alanlar için cezaî hükümler koymuştur.

* "Nefis'in (soyun) korunması ve insana yaraşır bir mükemmellikte sürüp gitmesi için evliliği meşru kılmış, zinayı yasaklamış, zina edenler için cezaî hükümler koymuştur.

* "Mal'ın varlığı ve elde edilmesi için, rızık temin etmek üzere çalışmayı farz kılmış, alım-satım, kira, hibe ve ariyet gibi muameleleri meşru saymıştır.Malın korunması için de, hırsızlığı yasaklamış, hırsızın fiiline ceza tertip etmiştir.Öte yandan, aldatmayı, hıyaneti, ribâyı ve "insanların mallarını haksız yere yeme" olarak nitelendirilebilecek her türlü fiili haram kılmış, başkalarına verilen zararların tazmin edilmesi hükmünü koymuştur.

İkinci "maksad": "Hâciyyât"ın sağlanması.

Hâciyyât, insanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları düzenlemeler demektir. Bunların bulunmaması halinde, birinci nevide olduğu gibi hayatın düzeni bozulmaz; fakat insanlar genelde zorluk ve sıkıntı ile karşılaşırlar. Şu halde hâciyyât, mükellefiyetteki zorluk ve sıkıntıları gideren ve beşeri ilişkilerde kolaylık sağlayan her türlü düzenlemeyi kapsamaktadır.Gerçekten, Allah Teâlâ, gerek ibâdetler gerekse âdât (günlük davranışlar), muamelât ve ukûbât (cezalar) çerçevesine giren konularda, gayesi kullarına kolaylık sağlamak ve onlardan zorluk ve sıkıntıyı gidermek olan pek çok hüküm koymuştur. Nitekim Yüce Allah:

* İbâdetler çerçevesinde olmak üzere, su bulamayan için teyemmüm hükmünü koymuş, ramazanda hasta ve yolcunun oruç tutmamasına müsaade etmiş, yolcu için dört rekât namazlar, kısaltma kolaylığı sağlamış ve ayakta duramayacak kişinin oturarak namaz kılmasına cevaz vermiştir.

* Âdât (normal ihtiyaçlara ait davranışlar) çerçevesinde, avlanmayı, temiz olan yiyecek, içecek, giyecek ve meskenlerden faydalanmayı helâl kılmıştır.

* Ukûbât (cezalar) alanında, hata ile adam öldüren kişi için ağır bir malî mükellefiyet olan diyet yükünü hafifletmek üzere diyet borcunu *'âkile"ye[2] yüklemiş; maktulün velisine kısas isteme hakkından vazgeçme yetkisini tanımıştır.

Üçüncü "maksad": "Tahsîniyyât"ın gerçekleştirilmesi.

Tahsîniyyât veya "kemâliyyât"kâmil insan, üstün ahlâk ve güzel davranış vasıflarına uygun düşen durumlar demektir. Bunların bulunmaması halinde ne birinci nevide olduğu gibi hayatın düzeni yok olur, ne de ikinci nevide olduğu gibi insanlar sıkıntı ve zorluklarla karşılaşır. Fakat sağduyu ve selim fıtrat sahiplerinin nazarında, bu özelliklerden mahrum İnsanların hayatı nahoş ve çirkin görünür.O halde, tahsîniyyât, mekârim-i ahlâka, güzel âdetlere uygun düşen iyi ve faziletli olma gayesine yönelik her türlü durum ve davranışı içine alır.İslâmiyet, gerek ibâdât gerekse âdât, muamelât ve ukûbât çerçevesine giren konularda, gayesi, insanların durumlarını iyileştirmek, mükemmele yaklaştırmak ve mekârimi ahlâka yönlendirmek olan pekçok hüküm koymuştur. 

Nitekim İslâm:

* İbâdât çerçevesinde, temizliğin muhtelif çeşitleri, setr-i avret (görünmemesi gerekli yerleri örtme), namaz için üstbaşm düzeltilmesi, namaz, oruç ve sadaka gibi nafile ibadetlerle Allah'a daha yakın oimaya çalışma hususları ile ilgili hükümler koymuştur.

* Âdât çerçevesinde, yeme-içme âdabını Öğretmiş, temiz olmayan yiyecek ve içeceklerden sakınılması, yeme, içme, giyinme ve diğer hususlarda israftan kaçınma yönünde yol göstermiştir.

* Muamelât alanında, pis ve zararlı herşeyin hukukî muamelelere konu edilmesini, kamuya ait su ve nebatatın satılmasını, kişinin kardeşinin evlenme veya alım-satım teklifi üzerine (onun teklifi sonuçlanmadan) yeni bir teklifte bulunmasını yasaklamış, zevceye İyi davranmayı,ya iyilikle geçinmeyi yahut (buna imkân kalmayınca) güzellikle ayrılmayı emretmiştir.

*.Ukûbât alanında, işkenceyi ve yetki tecavüzünü yasaklamış; harplerde, kadınların, çocukların ve din adamlarının öldürülmesini haram kılmıştır.

§: 318- Bu Maksatların Tamamlayıcısı Olan Kurallar:

Yüce Sâri', bu üç maksadın korunmasını sağlayan hükümlerin yanısıra bir de tamamlayıcı nitelikte hükümler koymuştur ki bunlara "tekmile" adı verilir. 

Mese­lâ, Sâri':

Zarûriyyâtta:Dinin ayakta durması için namazı farz kıldığı gibi, dini sembolize eden görüntüleri daha belirgin hale getirmek ve üzerinde birliği sağlamak suretiyle bu gayeyi daha mükemmelleştirmek için ezan ve cemaatle namaz hükümlerini de koymuştur.

Soyun devamlılığı ve insan nevinin ona yaraşır bir biçimde sürüp gitmesi için evliliği meşru kıldığı gibi, eşlerin birbirine bağlılığını, iyi ve sürekli geçimi sağlamak üzere eşler arasında "kefâef'i (denkliği) de şart koşmuştur.

Canın korunması için kısas hükmünü koyduğu gibi, hükmün gayesinin tam ve mükemmel bir biçimde gerçekleşebilmesi için bu cezanın uygulanmasında "mumaselet" (eşdeğerde olma) şartını da koymuştur.

Neslin korunması için zinayı haram kıldığı gibi, bu kötü sonuca götürücü yollan kapatmak üzere, muharremâttan olmayan kadınlara bakmayı ve böyle bir kadınla tamamen başbaşa kalmayı da yasaklamıştır.

Başkasının malına tecavüzü yasaklayıp tecavüzde bulunana tazmin mükellefiyetini yüklediği gibi, bu tazminatın verilen zararla eşdeğerde olmasına dikkat edilmesini de emretmiştir.

Hâciy
yatta:Yolculuk sırasında namazın kısaltılmasına cevaz verdiği gibi, bunu başka bir hükümle tamamlamış, yani yolculukta namazı birleştirmeye de müsaade etmiştir.

Küçüklerin evlendirilmesini tecviz ettiği gibi, kefareti ve mehr-i misili şart koşarak bu hükmü ikmal etmiştir. 

Yine, ticâreti veşirketleri meşru saydığı gibi, hıyaneti ve aldatmayı yasaklamak suretiyle bu meşruiyet hükmünü tamamlamıştır.

Temizlik nevileri ile ilgili farz hükümler koyduğu gibi, bunları yapılmasına teşvik ettiği müstehap hükümleriyle tamamlamıştır.

Sadaka vererek sevap kazanma davranışını meşru kıldığı gibi, malın iyisini seçin vermeyi tavsiye ederek bunu ikmal etmiştir.

§: 319- Şer'î Hükümlerin "Makâsıd" Açısından Tertibi:

Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere, bu makâsıdın (ana gayelerin) en önemlileri zarûriyyât nevine girenlerdir. Çünkü bunların yok olması halinde, dünya hayatının düzeni bozulur, Âhirette ebedi nimetlerden mahrum kalınır. Önem sırası bakımından İkinci derecede hâciyyât bulunur. Zira hayatın düzeni bozulmasa bile bunların bulunmaması halinde insanlar zorluk ve sıkıntı içine düşerler. Daha sonra tahsîniyyât gelir. Bunların bulunmaması, hayat düzeninin bozulmasına veya İnsanların meşakkate girmelerine yol açmaz; fakat insanların sağduyunun tasvip ettiği durumdan çıkması ve kâmil insan olamaması sonucunu doğurur.

O yüzden zaruriyyâtın korunması için konmuş hükümler, en önemli ve Öncelikle gözönüne alınması gerekli hükümlerdir. Bunları, hâciyyâtın sağlanması için konmuş hükümler takip eder. Çünkü hâciyyât, bütünü itibariyle, zaruriyyâtın tamamlayıcısı durumundadır. Ardından tahsîniyyâtın gerçekleştirilmesi için konan hükümler gelir. Zira tahsîniyyât da, bütünü itibariyle, hâciyyâtın tamamlayıcısı sayılır.Buna göre, dikkate alınması, zarurî veya hâcî bir hükmü ihlâl ediyorsa, tahsînî hüküme itibar edilmez. Yine gözönüne alınması, zarurî bir hükmü ihlâl etmesi halinde, hâcî hüküm muteber değildir, Çünkü tamamlayıcı role sahip bir hususun dikkate alınması, tamamlayacağı şeyi ihlâl edecekse, o hususa itibar olunamaz. Bundan ötürü, ihtiyaç veya zaruret halinde, örtülmesi gereken yerlerin açılması caiz kılınmıştır. Meselâ tedavisi bunu gerekli kılıyorsa, doktorun tedavi maksadıyla kadının avret yerlerini görmesi olayında durum böyledir. Zira setr-i avret, tahsîniyyâttandır; ihtiyaç ve zaruret karşısında tahsiniyyata bakılmaz.Zaruret halinde usûlüne göre kesilmemiş hayvanın dinen leş sayılan etini yemek de bu yüzden caiz kılınmıştır. Çünkü, böyle etin yenmemesi tahsîniyyattandır. Canın korunması ve hayatın idamesi ise zaruriyyâttandır.

Yine, bazı meşakkatler ihtiva etmesine rağmen birtakım fiiller mükelleflere farz kılınmıştır. Çünkü bu farzlar, zaruriyyâttandır; meşakkatin giderilmesi ise hâciyâttandır.

Zarûriyyât çerçevesindeki hükümlere gelince, bunların gereğine daima uymak gerekir. Gereğinin yerine getirilmesi kendisinden daha önemli bir zaruri hükmü iptal etmediği sürece bu nevi hükümlerin ihlâl edilmesi caiz değildir. O yüzden, Sâri', can kaybına yol açma özelliği taşımasına rağmen dinin korunması uğrunda cihadı farz kılmıştır. Zira dinin korunması canın korunmasından daha önemlidir. 

Yine, ıztırar halinde bulunan veya ikrah altında tutulan kişinin içki içmesine müsaade etmiştir. Çünkü canın korunması aklın korunmasından daha önemlidir. 

Aynı şekilde, başkasının malını telef etmesi için ikrah altında tutulan kişinin o mala zarar vermesini caiz saymıştır. Zira canın korunması, malın korunmasından daha önemlidir.

[1] İmam Şâtibî el-Muvâfakaat isimii eserinin ikinci cildinde bu makasıdı incelemiş. Şâri'in gayelerini dört neviyc ayırmıştır: Bunlar, Şâri'in: I- Prensip hükümleri koyma maksadı -ki bu hükümler kulların iki cihanda faydasınadır-, 2- Hükümleri kavratma maksadı, 3- Mükellefiyet yükleme maksadı. 4- Mükellefi kendi hakimiyeti altında tutma maksadıdır. Bu maksatlar, belirli hükümlere has olmayıp küllidir. Şâtibî. daha sonra her neviyi detaylı bir şekilde ele almış, bunlara bir de mükellefin teklifi konulardaki maksadı bahsini eklemiştir. O, usûl ilminin bu yönü hakkında, kendinden önce başkalarının yapamadığı geniş bir incelemeyi gerçekleştirmiştir.


[2]Âkile" için bkz. dipnot 143.

18 Ekim 2019 Cuma

Zaruriyat,Haciyat,Tahsiniyat


"Celb-i Menfaat ve def'i mefsedet" Duruma ve ortama uygun olan iş, insanların yararına ve çıkarına olan davranış, hayra ve salaha vesile olan amellere "Menfaat,Maslahat" zıddını "mefsedet ve mazarrat" şeklinde iki başlık altında taksim edilmiştir.

"Celb-i Menfaat ve def'i mefsedet" bütün emir ve yasakların esasını teşkil eder. Hayrın şerle,salahın fesadla, menfaatın mazarratla, güzelliğin çirkinlikle,
iyiliğin kötülükle, faziletin reziletle yanyana bulunması hikmetin icabı olduğundan maslahat ve mefsedetlerin çeşitli dereceleri ve şekilleri vardır. 

Mefsedet zararları tümden yok etmek, bu mümkün olmadığı zaman en asgariye indirmek; bütün maslahatları ve faydaları tahsil etmek, bu mümkün olmadığı zaman "en fazlasını tahsil etmek, zarar faydaya eşit olunca zarara öncelik vermek" islamın şaşmaz kaidesidir.

İnsanların yararına ve çıkarına olan şeylerin hepsi farz,vacip, sünnet veya müstehap kılınarak emr ve tavsiye; zarar ve ziyan veren her şey ya haram veya mekruh kılınarak nehy ve men ediliyor.

Zaruriyyat-ı Diniyye; zaruriyat-haciyat-tahsiniyat(Kemaliyat,tahsinat ve tezyinat) Bu taksim ilk dönem usul alimleri tarafından yapılmıştır.

Tabii ve zaruri olan temel hususların beş tane olduğu ifade edilmiştir: 

Dinin Korunması, 
Hıfz-ı akl (aklın korunması), 
Hıfz-ı nesl (neslin korunması), 
Hıfz-ı mal (malın korunması), 
Hıfz-ı nefs (Nefsin korunması/ferdin korunması). 

Bu beş temel Zaruriyyat-ı Diniyye'yi oluşturmaktadır. Ve daha geniş bir şekilde tek tek başlık altında açıklanması gerekmektedir.

Zaruiyyat; Ferdi ve ictimai hayatın bekası ve mevcudiyeti için olması gereken şeylerdir. Bunların bulunması şarttır. Şayet bulunmazsa dünya hayatı felç olur,keşmekeş meydana gelir, ferd ve cemiyetlerin bozulmasına yol açar, din ve ahiret itibariyle ebedi saadetin ve daimi, nimetlerin yitirilip aralıksız bir azaba düçar olma bedbahtlığına yol açar. Bu çeşit şeyler de ya sadece akıl ve dünya itibariyle zaruri olur,yemek içmek gibi veya sadece ahiret ve din itibariyle zaruri olur, namaz kılmak gibi veyahut da hem dünya ve akıl, hem de ahiret ve din yönünden zaruri olur.

Haciyat; Bu başlık altında toplanan şeylerin mevcudiyeti şart ve zaruri değildir ama bulunmamaları meşakkate,zahmete, sıkıntıya ve darlığa sebep olur. İctima düzeni ve hayatı felç etmez. İslamda kolaylık esas olunduğundan bu çeşit ihtiyaçların giderilmesi önemli ve gerekli görülmüştür. Seferde iken namazın kısaltılması, orucu tutmamaya ruhsat verilmesi, borç para alınması ve verilmesi, helal olan hoş şeylerin yenmesi ve içilmesi, mesken ve binek edinilmesi bu kısma girer. Ancak haciyat ister umumi ister hususi olsun ekseriya zaruriyat hükmünde olur.

Kemaliyat,Tahsiniyat ; Lüks ve fantazi de denilen bu çeşit hüküm, mal ve hizmetlerin mevcudiyeti ne zaruri ne de lüzumludur. Sadece bir şeyin tam ve kemal olması noktasında bunlara ihtiyaç vardır. Yapıldıkları zaman yapılan ameli süsler, bezer ve donatır. Temizlik,nezafet, yeme ve içmenin adabı, nezaket derbederlikten ve kalabalıktan sakınmak gibi husular bu kısma girer.

Dini hükümler binasının alt katını beş zaruri , orta katını haciyat, en üst katını da tezyinat,tahsiniyat teşkil eder. İkinci katın mevcudiyeti birinci kata,üçüncü katın mevcudiyeti de hem birinci katın hemde ikinci katın mevcud olması şartına bağlıdır. Fakat bunun zıttı böyle değildir. Bu üç katı da bezeyen ve donatan, onları daha da güzelleştiren ve cazibesini artıran hususlara "tetümme ve tekmile" (lüks-fantezi-aksesuar) adı verilmektedir.

Kaynakça;

Hikmet-i Teşri. Kazım Baykal

Hukuk-u İslamiyet ve ıstılahat-ı fıkhiye kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen

Dairetü'l-Maarif, Bustani

Şah V.Dihlevi Hüccetu'l Baliğa


http://zulcenaheyn.blogcu.com/zaruriyat-haciyat-tahsiniyat/468278


17 Ekim 2019 Perşembe

Esabab-ı Nüzul nedir? Ayetlerin hepsinin iniş sebebi var mı?


Soru Detayı


- Peygamberimiz ayetlerin iniş sebebi hakkında bilgi vermiş midir?
- Nuzül sebepleri olarak gösterilen bütün rivayetler sahih midir?

Esbâb-ı nüzûl, Tefsir ilminin âyet veya sûrelerin iniş sebeplerini araştıran ilim dalıdır.

“Nüzûl sebepleri” anlamına gelen bu tabir, Hz. Peygamber (asm)’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya birkaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olayı, durumu ya da soruyu ifade etmek üzere kullanılır.

Esbâb-ı nüzûl (esbâbü’n-nüzûl) sadece âyetlerle ilgili bir tabir olup, Resûl-i Ekrem (asm)’in herhangi bir konuya dair açıklama yapmasına veya bir davranışta bulunmasına vesile olan özel sebeplere ise "esbâbü vürûdi’l-hadîs" denilmiştir.

Her şeyden önce esbâb-ı nüzûl tamamen rivayetle alâkalı bir disiplin olduğundan, hadis usulünde hadislerin sıhhati için aranan genel şartlar bu konuda da geçerlidir. Zira herhangi bir âyetin nüzûl sebebi, âyetin iniş hadisesine şahit olmuş ve buna sebep olan durumu tesbit etmiş bir veya bir kaç sahâbînin rivayetiyle bilinebilir.

Bu nedenle, ayetlerin iniş sebebi hakkında bilgi veren, Peygamberimiz (asm) değil, onun sahabileridir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetleri muayyen ve müşahhas sebeplere bağlı olarak inmemiştir. Âlimler sadece beş yüz kadar âyetin bu şekilde iniş sebeplerinin bulunduğunu tesbit etmişlerdir. İbn Teymiyye, bunların dışında kalan ve önemli bir kısmı geçmiş peygamberlerin kıssaları ile âhirete dair haberlerden oluşan çok sayıdaki âyetin iniş sebeplerini herhangi bir dış olayda değil doğrudan doğruya bu âyetlerin kendi muhteva ve mânalarında aramak gerektiğini belirtir. (Muķaddime fî uśûli’t-tefsîr, s. 10)

Buna göre âyetlerin büyük bir kısmı özel bir olaya, konuya, dolayısıyla belirli bir sebebe bağlı olarak inmeyip genellikle insanları muhtaç oldukları hususlarda bilgilendirmek, eğitmek, aydınlatmak, yönlendirmek veya uyarmak maksadıyla vahyedilmiştir. Böylece aslında Kur’an’ın herhangi bir âyetinin sebepsiz ve hikmetsiz şekilde indiği düşünülemezse de esbâb-ı nüzûl tabiri özellikle belirli bir sebebe bağlı olarak inmiş bulunan âyetler için kullanılır.

Bir olayın nüzûl sebebi kabul edilebilmesi için onun nakledildiği rivayette hadis usulü açısından aranan şartlar yanında olayın Hz. Peygamber (asm) döneminde vuku bulduğunun tesbit edilmiş olması ve ilgili âyet veya sûrenin muhtevası ile münasebetinin bulunması gerekir.

Şu rivayette bildirilen olay esbâb-ı nüzûl için bir örnek olarak zikredilebilir. Ashaptan âmâ bir zat olan İbn Ümmü Mektûm bir gün Hz. Peygamber (asm)’e gelerek ondan ısrarla kendisini irşat etmesini istemişti. Resûl-i Ekrem o sırada müşriklerin ileri gelenlerinden bazılarına İslâm’ı tebliğle meşgul olduğundan kendisiyle ilgilenmemiş, hatta ondan yüz çevirmişti. Bunun üzerine Abese sûresinin ilk âyetleri nâzil olmuş ve Hz. Peygamber (asm)’in bu davranışının Allah katında hoş karşılanmadığı bildirilmiştir. (Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 73)

Nüzûl sebeplerine dair rivayetlerin muteber sayılabilmesi için bunların muttasıl bir senedle rivayet edilmesi gerekir. Bu da söz konusu haberin ya doğrudan doğruya sahâbîlerden veya onlardan bizzat duyma ve işitme (semâ) yoluyla haberi alan tabiîlerden rivayet edilmesiyle gerçekleşir. Eğer bir âyetin nüzûlüne şahit olan sahâbî olayı anlatırken kaynak olarak kendini göstermişse bu haber kabul edilir. Rivayet tabiî vasıtasıyla geliyor ve bir sahâbîye nisbet ediliyorsa bu da sahih sayılır.

Ayrıca sebeb-i nüzûle ait bir haberin senedinde onu rivayet eden sahâbînin ismi zikredilmemişse, mürsel hadis diye adlandırılan bu rivayetin muteber sayılabilmesi için bunun ya Mücâhid b. Cebr, İkrime, Saîd b. Cübeyr gibi sahâbeden hadis rivayet etmekle tanınan müfessir imamlardan birinin rivayeti olması veya başka bir mürsel rivayetle takviye edilmesi gerekir.

Bir âyetin nüzûl sebebi hakkında birden fazla rivayetin bulunması halinde önce bu rivayetlerin sıhhat dereceleri sahih olanı alınır. Sahih rivayetin birden fazla olması durumunda olayı bizzat görmesi veya rivayetin daha sahih bir yolla gelmesi gibi hususlar tercih sebebi sayılır. Bu şekilde tercihe elverişli bir sebebin de tesbit edilememesi halinde anlatılan olayların zaman bakımından birbirine yakın olmaları şartıyla rivayetlerin cem‘ ve telifi yoluna gidilerek âyetin her iki olaydan sonra ve ikisiyle ilgili olarak nâzil olduğu kabul edilir. Bu da mümkün değilse söz konusu âyetin ayrı ayrı zamanlarda meydana gelen olaylardan sonra mükerrer olarak indiğine hükmedilir.

Nüzûl sebepleriyle ilgili rivayetlerde bazı hususi lafızlar kullanılmaktadır. Bunlardan bir kısmı o rivayetin nüzûl sebebine ait olduğu hususunda kesinlik ifade eder. Şöyle ki:

“Âyetin nüzûl sebebi şudur”;
“Falan hadise vuku buldu, bundan dolayı şu âyet indi”;
“Hz. Peygamber’e falan konuda bir soru yöneltilmişti, bunun üzerine şu âyet nâzil oldu.” şeklindeki ifadeler böyledir.

“Bu âyet şu konuda nâzil oldu” gibi ifadeler ise, sebeb-i nüzûle delâlet edebileceği gibi izahı yapılan âyetin tefsiriyle ilgili olup, âyetin alâkalı görüldüğü durum ve kimselere de işaret edebilmektedir.

Bir âyetin ne zaman, nerede, hangi şartlar içinde ve hangi olayla ilgili olarak indirildiğini bilmek âyetin ilâhî maksada uygun şekilde yorumlanması, fıkhî hükümlerin çıkarılması, teşrî‘ hikmetinin kavranması, mübhemâtın, âyet ve sûreler arasındaki tenâsübün bilinmesi, âyette hasr veya tahsis bulunup bulunmadığının anlaşılması bakımından önem arzeder.

Ancak, bir hükmün herkese ait olmasına engel olacak dinî veya aklî bir karine / bir delil yoksa, şu kaideyi unutmamak gerekir:

“Bir hükmün -ayet olarak- iniş veya -hadis olarak- vurud sebebinin hususî olması, onun herkes için geçerli umumi bir hüküm olmasına engel değildir.”

Âyetlerin daha doğru anlaşılmasında esbâb-ı nüzûlden yararlanma yolunun açık tutulmasında fayda bulunmakla birlikte, İslâm âlimlerinin esbâb-ı nüzûl meseleleriyle gereğinden fazla meşgul olmalarının mesailerini verimsizleştirebileceği, Kur’an’a bakış ufuklarını daraltacağı, ilâhî mesajı daha kapsamlı ve çözüm üretici bir şekilde ele alma imkânlarını kısıtlayacağı, yeni problemleri Kur’an perspektifinden değerlendirme ve çözüme kavuşturma yolunu tıkayabileceği gibi sakıncalar da gözden uzak tutulmamalıdır.

Konuyla ilgili bakılabilecek kaynaklardan bazıları:

- Süyûtî, Lübâbü’n-nukul fî esbâbi’n-nüzûl, Dımaşk, ts., s. 3 vd.
- Suyuti, el-İtkân (Beyrut), I, 61-73.
- İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1976, s. 115-121.
- Suat Yıldırım, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, İstanbul 1983, s. 90-94.
- Muhsin Demirci, Esbâbü’n-nüzûl ve Esbâbü’n-nüzûl’a Dair Müstakil Eserler (yüksek lisans tezi, 1984), MÜ İlâhiyat Fakültesi.
- Abdülfettâh el-Kâdî, Sahabe ve Müfessirlere Göre Esbâb-ı Nüzûl (trc. Salih Akdemir), Ankara 1986.
- Ahmed Nedim Serinsu, Kur’ân’ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzûl’ün Rolü, İstanbul 1994.
- Abdullah Aydemir, “Esbâbü’n-nüzûl”, Diyanet Dergisi, XI/1, Ankara 1972, s. 28-36.
- İshak Yazıcı, “Nüzûl Sebeplerini Bilmenin Kur’ân Tefsirindeki Önemi”, Ondokuzmayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, II, Samsun 1987, s. 117-128.
- Diyanet İslam Ansiklopedisi, Esbab-ı Nüzul md.

16 Ekim 2019 Çarşamba

Peygamberimiz Kur'an'ın tümünü tefsir etmiş midir?


Hz. Peygamber (asm)’in Kur’an’ın ne kadarını tefsir ettiği hususuyla ilgili iki görüş bulunmaktadır. Âlimlerden bir kısmı Resûl-i Ekrem (asm)’in Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını tefsir etmediğini belirtmişlerdir. Süyûtî’nin el-İtķān’da kendilerinden görüş naklettiği kişiler içerisinde yer alan Huveyyî de Resûlullah’ın tefsir ettiği âyetlerin az olduğunu söylemektedir. Hz. Âişe’den rivayet edilen,

“Peygamber, Cibrîl’in kendisine öğrettiği sayılı âyet dışında, Allah’ın kitabından herhangi bir şey tefsir etmezdi.”(Taberî, I, 79, 83; İbn Kesîr, I, 18)

şeklindeki rivayet de bu görüşü delil olarak gösterilmektedir.

İbn Teymiyye’nin dile getirdiği, kaynağı Taberî’ye (I, 82-83) ve öncesine kadar giden diğer görüşe göre Resûl-i Ekrem (asm), Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını veya tamamına yakınını ashabına açıklamıştır. Eğer böyle olmasaydı, Allah’ın kendisine verdiği tebyin görevinin (Nahl, 16/44, 64) bir anlamı kalmazdı (Muķaddime, s. 63).

Sahâbîlerin bir kısmından gelen, Kur’an’ın on âyetini Hz. Peygamber (asm)’den öğrenmedikçe diğer on âyete geçmedikleri yolundaki rivayetler ve onların, “Biz Kur’an’ı ilim ve amel olarak birlikte öğrendik.” şeklindeki ifadeleri (Müsned, V, 410; Hâkim, I, 557; Taberî, I, 74-75) bunun delilini oluşturmaktadır.

Kur’an’ın ilk müfessiri Hz. Peygamber (asm)'dir ve tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem (asm)’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazan da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir.

Abdullah b. Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem (asm)’den intikal eden yorumları kullanarak, Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri (Taberi, I, 75) bilinmektedir.(Abdulhamit Birışık, DİA, "Tefsir Md." 40/283-284).

Sahabe vahyin ortamına şahitlik etmesi ve ayetlerin hangi olay ve kişiler hakkında nazil olduğunu bildiği için, bütün ayetleri Hz. Peygamber (asm)'e sormamış olsalar da büyük oranda ayetlerin tefsir edildiği söylenebilir...

15 Ekim 2019 Salı

"İsrailiyat'tan bazı şeyler alabilirsiniz." diye hadis var mıdır?


Soru Detayı

- "İsrâiliyat'tan bazı şeyler alabilirsiniz." anlamında bir hadis var mıdır? - Varsa ne demektir, nasıl anlamalıyız?

Konuyla ilgili hadisin manası şöyledir:

"Be­nim tarafımdan (teblîğ edilen Kur'ân'dan) bir âyet olsun halka ulaş­tırınız. İsrâîloğulları'ndan da (ibretli kıssalar) haber verebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur. Her kim (benim söylemediğim bir şeyi söyledi diye) bile bile bana yalan isnâd ederse, o da cehennemdeki yerine yer­leşmeye hazırlansın." (Buhari, Enbiya 50; Müslim, Zühd 72; Tirmizi, İlim 13; Müsned, 3/39)

İsrâiliyat, israiliyye kelimesinin çoğuludur ve bu kelime, israilî bir kaynaktan nakledilen kıssa veya olay anlamındadır. (Zehebi, Muhammed Huseyn; el-İsrailiyyat fı't-Tefsir ve'l-Hadis, Mısır-1986, s. 13)

İsrail, Hz. Yakub'un ismi veya lakabıdır. Yahudiler ona nisbet edilerek kendilerine Benu İsrail (İsrailoğulları) denilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de Yahudileri “Benu İsrail” diye isimlendirmektedir.

O halde İsrâiliyat, Yahudi kaynaklardan aktarılan bilgiler anlamındadır. Ne var ki tefsir ve hadis ilimleriyle uğraşanlar, “İsrâiliyat” kelimesini daha geniş bir anlamda kullanmışlardır. Yahudi ve Hristiyan kültürlerin yanı sıra geçmişlerin mitolojilerinden, tefsir ve hadis kitaplarında bulunan haberlerin tamamına "İsrâiliyat" demişlerdir.

Hemen şunu belirtelim ki; peygamberler, Hz. Âdem'den Peyamberimiz Hz. Muhammed'e kadar birbirlerinin izleyicisidirler. Hepsi aynı yolu savunmuşlardır. Kur'anî terminolojide bu yolun adı İslam'dır.

Peygamberlerin hepsi aynı yolun izleyicileri olduklarına göre birine indirilen her kitap, kendinden öncekine indirilen kitabın doğrulayıcısıdır. Ancak bir kitabın kendinden önceki kitabın doğrulayıcı olması, o kitabın bir fotokopisi olması anlamında değildir. Hepsinde itikat konuları aynıdır, ama pratik hayatla ilgili meselelerde bir takım farklılıklar vardır.

İşte bu gibi farklılık arzeden konularda bir sonraki kitap, bir önceki kitabı nesheder. Yani o farklı konulardaki hükümlerini iptal eder. Ayrıca eğitim üslupları açısından da aralarında bir takım farklılıklar söz konusu olabilir. Çünkü eğitimde takip edilecek metotlar, toplumların yapıları, kültürel birikimleri ve psikolojilerine göre tespit edilir.

İsrâiliyatı çeşitli açılardan kısımlara ayırmak mümkündür. Ancak bizi ilgilendiren, İslam'a uyma ve uymama, bir de onları nakletmenin caiz olup olmaması gibi hususlardır. İşte bu açıdan israiliyatı üç kısma ayırabiliriz:

1. İslam'a uygun olan İsrâiliyat.

2. İslam'a uygun olmayan İsrâiliyat.

3. Hakkında hüküm bulunmayan; doğrulanması ya da yalanlanması için elde bir kıstas bulunmayan İsrâiliyat.

Tevrat ve İncil, bütünüyle tahrif edilmiş kitaplar değildir. Bu nedenle hak ile batılı bir arada bulundururlar. Bunlardan Kur'an ve sahih sünnete uygun düşenler haktır. İslam'a uygun olan İsrâiliyattan maksat da, bu tür hususlardır. Peygamber (asm)'in, başta aktardığımız

"İsrâîloğulları'ndan da (ibretli kıssalar) haber verebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur."

anlamındaki hadisi bu tür İsrâiliyata yorumlanmıştır.

Kur'an ve sahih sünnetle bağdaşmayan İsrâiliyat ise, batıldır ve bu gibi İsrâiliyat, ancak reddedilmek ve eleştirilmek kaydıyla nakledilebilir. İsrâiliyatı nakletmeyi yasaklayan rivayetler de (bk. Ahmed b. Hanbel, III/387; Ibnu Kesir, V/329) bu tür İsrâiliyata yorumlanmıştır.

Bir kısım İsrâiliyat ise, dini hüküm taşımayan hususlarla, olması da olmaması da ihtimal dahilinde olan olayları nakleden İsrâiliyattır. Bu tür İsrâiliyat'ın nakledilmesini bazı alimler caiz görmüştür. Kimi de İsrâiliyat'tan olduklarının belirtilmesi kaydıyla caiz olduğunu söylemişlerdir.