.. Kuranıkerim’in, hadisi şeriflerin ve onları doğru anlama gayretindeki ulemanın, özellikle kelam ulemasının asıl hedefledikleri şey Allah’ı hakkıyla tespih ve tenzih etmekle, O’nu olduğu gibi tanımaktır. Bu iki kavramda şöyle gizli bir mana sezilebilir: Biz Allah’ın keyfiyetini/nasıllığını kavrayamayız, O’nu ancak nasıl olmadığını bilerek anlayabiliriz. İşte tespih de tenzih de bize O’nun nasıl olmadığını anlatır..
..Buharî’nin muhteşem eserini sonlandırdığı hadisi şerif şöyledir: ‘İki cümlecik, söylenmesi çok kolay, mizanda çok ağır, Rahman’ın da çok hoşuna gider: Sübhanellahi ve-bihamdihi sübhanellehi’l-Azîm’. Yani Allah’ı O’nun hamdıyla tespih etmek. Sanki O ancak; bütün nimetlerin, bütün güzelliklerin O’ndan olduğunu bilmekle tespih edilmiş olabilir deniyor gibi.
Bundan başka Resulüllah Efendimiz bize iki önemli tespih cümlesi daha öğretir: ‘Allah’ı, O’nun hamdı ile, yarattıklarının sayısınca, kendisi razı olacağı ölçüde, arşının ağırlığınca, sözlerinin sayısınca tespih ederim’. Efendimiz (sa) yine de Allah’ı hakkıyla tespih etmekten aciz olduğumuzu da şu tespih ifadesiyle anlatır: ‘Allahım, seni tespih ederim ama seni hak ettiğin ölçüde övmüş olamam. Sen ancak kendini nasıl anlatıyorsan öylesin’.
Kuranıkerim bizi Allah’ın zatı hakkında değil, hep yarattıkları ve verdiği nimetler hakkında düşünmeye sevk eder.
.. O halde zahidlerin ‘Allah’ı hakkıyla bilme’ anlamındaki ‘marifetullah’ deyimini nasıl anlayacağız? Her halde bunun için, Allah’ın keyfiyetini bilme değil, O’nun varlığı hakkında sarsılmaz bir iman oluşturan itminanî bilgidir diyeceğiz.
Allah bize kendisini anlatırken; ‘O hiçbir şey gibi değildir’ buyurur. Bu ayeti kerime tenzih ve tespihin temel esaslarından biridir.
Bunları şunun için söylüyoruz: Allah nerededir sorusu, zımnen ona bir mekân nispet etme anlamını içerir. Yani sanki soru, O da bir yerdedir ama o yer neresidir diye sorulmuş gibi anlaşılabilir. ‘Allah Arşın üzerine istiva etti’, ‘semadakinin sizi yere batırmayacağından emin misiniz?’, ‘O kullarının üzerinde tam hükümrandır’ gibi ayeti kerimeler ve benzer manadaki hadisi şerifler eskiden beri bazı Müslümanları ve modern selefileri Allah’ı yukarıda ve Arş’ın üzerinde oturuyormuş gibi düşünmeye sevk etti.
Oysa Selef-i salihîn dediğimiz ilk üç nesil bu konuda daha temkinli bir itikada sahip idiler. Onlar diyorlardı ki, Allah Arşın üzerine istiva ettiğini söylüyorsa bizim buna iman etmemiz gerekir. İstiva’nın anlamı bellidir, ama yaratılanlarınki gibi bir istiva/konuşlanma Allah’a yakışmayacağına göre biz bunun nasıllığını bilemeyiz, bu konuyu anlamaya da çalışmayız. Çünkü bu kabil ayeti kerimeler ‘müteşabih’tir ve tevilini ancak Allah bilir. O bunlarla neyi kast etmişse biz O’nun kastının doğru olduğuna iman ederiz, o kadar.
Onlar böyle diyorlar ama onlar; bu ifadelerle mecaz bir mana kast edilmiş olamaz, bunları hakikat anlamında almalıyız da dememişler, sadece bunlardan mecazi bir anlam çıkarmanın tehlikeli olacağını söyleyerek bundan kaçınmışlar. Bu inanca da bilahare en garantili yol anlamında ‘eslem tarik’ denmiş. Bu ihtiyatlı tutum biraz daha evrilmiş ve bugünkü Selefilerde de olduğu gibi bundan şöyle bir sonuç çıkarılmış: Allah’ın isimleri ve sıfatları konusundaki Kuran ayetlerinde mecaz aranmaz, bunları hakikat manasında almalıyız ve ne deniyorsa onu hakikat olarak kabul etmeliyiz. Yani Allah için, fevkiyet/yukarıda olma özelliği zikrediliyorsa ya da O Arşta konuşlanmıştır deniyorsa bir hakikat ifadesi olarak O yukarıdadır ve Arşta konuşlanmıştır. Çünkü mecaz, ancak hakikatle anlatılamayan bir mananın anlatılması için mecburiyetten dolayı başvurulan bir anlatım aracıdır ve Allah için böyle bir mecburiyetten söz edilemez.
Böyle diyorlar ve böyle derken de hem Selef gibi, hem onları izleyen Eş’ariler ve Matüridiler gibi, Allah en iyi ancak böyle anlatılabilir demek istiyorlar. Yani niyetlerinde bir problem yok. Ama bu anlayışa itiraz edilemez mi? Bunu da gelecek yazımızda göreceğiz ve meseleyi noktalayacağız.
Yazının tamamı için: