2 Şubat 2019 Cumartesi

Ayakları Topuklara Kadar Yıkamak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

39. Ayakları Topuklara Kadar Yıkamak

186- Amr İbn Ebu Hasen'den 
radıyallahu anh rivayet edildiğine göre, Abdullah Ibn Zeyd'e radıyallahu anh Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl abdest aldığı sordu. Abdullah İbn Zeyd de bir kap su istedi. Sonra onlara Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdest aldığı gibi abdest aldı. Şöyle ki: Kaptan eline su alarak ellerini iki kere yıkadı. Sonra elini kaba soktu, üç avuç su ile ağzına su verdi, burnuna su çekti ve sümkürdü. Sonra elini kaba soktu ve yüzünü üç kere yıkadı. Sonra kollarını dirsek­lere kadar yıkadı. Sonra elini kaba soktu ve başını mesnetti. Ellerini bir kere öne ve arkaya götürdü. Sonra ayaklarını topuklara kadar yıkadı.

Önemli Not:
Meşhur görüşe göre burada "topuk" ile ayak bileğinin iki kenarındaki küçük çıkıntılar kasdedilmektedir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

1 Şubat 2019 Cuma

Allah mekâna muhtaç mıdır?- Faruk Beşer


Özetlersek ilk Müslümanlar, yani selef-i salihîn Allah’ın isimleri ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih ayetleri tevil etmediler onlara olduğu gibi inandılar. Ehlisünnetin devamı olan kelamcılar ise teşbih ve tecsim fikrine cevap verebilmek için bazı ayetlerin mecaz olduğunu söylediler.


Mesela Allah’ın Arşa istiva etmesini, O’nun her şeyin üzerinde, her şeye hâkim olması manasında düşündüler. Allah’ın Arşın da üzerinde olması, O sizin sadece bildiğiniz değil, bilmediğiniz mahlûkattan da yücedir, yani her şeye hâkimdir, her şeyden büyüktür, her şey O’nun hükmü altındadır demektir dediler. Çünkü bunu hakikat manasında almak, bizi sonuçta Allah’ı tecsim ve teşbihe götürür, bu da şirke kapı açar. Allah’ın semada olması, fevkıyet sıfatı ve Aliy ismi de böyledir. Eğer Allah’a sema nispet eden ayeti, Allah mekân olarak semadadır diye anlarsak, Arşa istiva ettiğini söyleyen ayeti, Arşın semadan da yukarıda olmasıyla izah etmek zorunda kalırız ki, bu da bir mecaz olur.

Oysa bunlar mekân olarak yukarıda olmayı anlatmazlar. Aksi halde O’nun bir cihette ve bir mekânda olduğu söylenmiş olur. Hudeybiye’de ‘Allah’ın eli onların ellerinin fevkınde idi’ buyurulurken O’na nispet edilen fevkıyyet sıfatıyla kastedilen de böyledir. Hiçbir sahabi orada hakiki anlamda kendi elinin üzerinde bir el olduğunu hissetmiş değildi.

Cihet/yön ve mekân, varlığı bize göre düşünülen itibari şeylerdir, sonradan evrenin ve içindekilerin yaratılması ile meydana gelmişlerdir ve Allah’ın yüceliği ile kıyaslanmaları söz konusu değildir. Çünkü yön, zaman ve mekân yaratılmış varlıkların konumlarını bize bildirir. Biz sema diye yukarımızı işaret edersek, Amerika’da yaşayan bir müslüman da kendi yukarısını, yani bizim tam ters istikametimizi, aşağımızı işaret etmiş olur. Nitekim bu açmazdan ötürü bugün bazı selefiler dünyanın yuvarlak olmadığını iddia ediyorlar. Oysa bin yıl önce yaşamış olan Hadis ehli İbn Hazm, dünyanın yuvarlak olduğunu söyler ve yukarının insanın kafasına göre belirleneceğini ifade eder. Yani ona göre yukarı insanın kafası ne taraftaysa o taraftır. Bu da yönlerin ve bunun yanında mekânın izafi olduğunu anlatır. Demek ki, Allah’ı hakkıyla tanımanın bir bakıma kevni ayetleri, yani kâinatı iyi tanımakla da alakası vardır. Belki de bu sebeple O bizi sürekli kâinatı, yerleri ve gökleri iyi tanımaya sevk ve teşvik eder.

Bilgi düzeyi yeterli olmayan bir cariyenin söylediklerinden yola çıkarak Allah’ın gökte olduğunu iddia edenler neden şu hadisi şerifi görmezden gelirler: ‘Kulun rabbine en yakın olduğu an secdede olduğu andır’. Bunu da diğeri gibi lafzıyla alırsanız haşa, demek ki Allah aşağıdadır demeniz gerekmez mi?

Biz biliriz ki, Allah’tan başka her şey yaratılmıştır, Arş da böyledir. O halde Allah Arşı yaratmadan önce nasılsa ve mecaz anlamda söyleyelim, neredeyse şimdi de aynen öyledir. Allah semadadır, ya da Arşa istiva etmiştir gibi ayetler ne söylüyorlarsa biz ona inanırız. Ama birileri bunları anlamada tecsim ve teşbihe kaçtıklarında bunun bir mekân ve cihet anlamında olamayacağını, mecaz olduğunu zorunlu olarak söylemek zorunda kalırız. ....

...İkinci olarak, Allah’ın isim ve sıfatlarında yine zorunlu olarak mecaz kabul etmemiz gereken anlatımların bulunduğu da açıktır. Bunları mecaz, diğerlerini hakikat diye ayıran bir delilimiz yoktur. O halde kendiliğimizden bu ayırımı yaparsak kendi içimizde tutarsız olmuş oluruz. Nasları anlamada bütünlüğü kuramayız. Mesela, ‘nerede olursanız olun O sizinle beraberdir’, ‘O size şah damarınızdan da yakındır’, İbrahim Mekke’ye giderken, ‘ben rabbime gidiyorum, O bana doğru yolu gösterecektir’ (Saffat 99) ayeti kerimelerini hakikat anlamında alabilir miyiz? ‘O gökte de ilahtır, yerde de ilahtır’ ayeti de böyledir. O halde haşa, Allah sadece bizimle beraber değil, ayrıca bir de içimizde olmuş olur. Mecaz olduğu daha açık olan ayetler de vardır: ‘Allah’ın yüzü dışında her şey yok olup gidecektir’ gibi. Bunu lafzıyla ve hakiki anlamıyla alırsanız, haşa sanki Allah’ın eli, ayağı ve bedeni vardır ve onlar da yok olacak sadece yüzü kalacak diye anlamış olursunuz.

Allah Zahir’dir, Bâtın’dır, Aliydir, Müheymin’dir buyurulurken anlatılmak istenen şeyler hep böyledir. Kısaca O her şeye hâkim, her şeyden yüce, her şeyden haberdardır, her şey O’nunla var olmuş, O’nunla var olmaya devam etmektedir. O her an yaratmakta, her an bir iş görmektedir. O bizim hayal ettiğimiz suretten, şekilden, mekândan ve zamandan münezzehtir. Biz O’nun keyfiyetini ve mahiyetini hiçbir surette anlayamayız. Akıl terazisi bu kadar sıkleti çekmez. O kendisini nasıl tanıtmışsa öyledir. Ama kendi sözlerinde dahi O’nu bir mahlûk gibi gösteren ifadeler lafzi manasıyla alındığında O’nu yaratılanlara benzetiyorsa onları hakikat manasında alamayız diyoruz. Çünkü bunu O bizzat kendisi söylüyor, ‘O hiçbir şey gibi değildir’ buyuruyor.

Kısaca cümlenin maksudu, Allah’ı O’na yakışmayan sıfatlardan tenzih eylemektir. Mesele, bunu nasıl başarabileceğimiz meselesidir. Bu da ancak bütün nasları birlikte ve aralarında tenakuz olmayacak şekilde anlamakla mümkün olur diyoruz.

Yazının tamamı için:

31 Ocak 2019 Perşembe

NİSA SÛRESİ 148.-149.ayetlerin tefsiri


Kötü Sözü Açıkça Söylemek, Bunun Affedilmesi İle İyiliğin Açığa Vurulması Ve Gizlenmesi

148- Allah çirkin sözün açıktan söylenmesini sevmez, Zulme uğrayan müstesna. Allah Semî'dir, Alîm'dir.

149- Bir iyiliği açığa vurur veya gizler yahut bir kötülüğü affederseniz, şüphe yok ki Allah affeden, Kadir olandır.


Nüzul Sebebi

Hennâd b. es-Serrî, Mücâhid'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Allah çirkin sözün açıktan söylenmesini sevmez, zulme uğrayan müstesna" ayet-i ke­rimesi, Medine'de birisini misafir eden ve ev sahibi olarak misafirini iyi ağırla­mayan bir kimse hakkında nazil olmuştur. Misafir olan kişi daha sonra, gördü­ğü muameleyi anlatmaya koyuldu. Böylelikle ona ev sahibinden gördüklerini anlatma ruhsatı verilmiş oldu. Yani bu ayet-i kerime (bu durumda olan bir kimsenin) gerektiğinde şikayette bulunabileceği hususunda ruhsat vermek üzere inmiştir. Aynı zamanda, İbni Cüreyc'den de rivayet edilmiştir. [76]

Açıklaması

Yüce Allah kötü sözü açıkça söyleyen, insanların kusurlarını ulu orta an­latan kimseleri cezalandırır. Çünkü böyle bir tutum düşmanlığı körükler, nef­reti, kini galeyana getirir, ruhlara düşmanlık tohumlarını eker. Aynı şekilde bu, o sözleri dinleyenlere de bir kötülüktür. Bunun sonucunda o sözleri dinle­yenlere kötülükleri işleme, kötülük işleyeni taklit etme cesaretini verir, işiten­leri kötülük yapmaya iter. Çünkü kötülüğü dinlemek tıpkı kötülük yapmak gi­bidir.

Kötü sözü gizli söylemek de aynı şekilde haramdır ve cezayı gerektirir. Şu kadar var ki, ayet-i kerimede zararı daha fazla, fesadı daha genel ve daha teh­likeli olduğundan dolayı yalnızca açıkça söyleme hali zikredilmiştir. Çünkü Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz hayasızlığın mü­minler arasında yaygınlık kazanmasını isteyenler için dünyada da ahirette de oldukça acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Nûr, 24/19).

Daha sonra Yüce Allah kötü sözün açıkça söylenmesinin caiz olduğu bir hali istisna etmektedir: Bu, yöneticiye, hakime veya üzerindeki zulmü kaldırması, imdadına koşması umulan başka herhangi bir kimseye zalimin zulmün­den şikayette bulunma halidir. Zalimi şikayet etmek şer"an istenen bir iştir. Çünkü Yüce Allah kullarının zulme karşı sessiz kalmalarını yahut kendilerine yapılan haksızlıklara boyun eğmelerini yahut küçük düşürülmeyi kabullenerek zillete sessizlikle karşılık vermelerini sevmez. İmam Ahmed şunu rivayet et­mektedir: "Şüphesiz hak sahibinin söylemesi gereken bir söz vardır." Bu ise iki zarardan daha hafif olanını işlemek ve iki kötülükten daha büyük olanını ber­taraf etmek kabilinden bir tutumdur.

Kötü sözü açıkça söylemenin caiz oluşu ile caiz olmayışı hallerinin her bi­risi, Yüce Allah'ın alabildiğine hassas gözetimi altındadır. O söylenen bütün sözleri işitir. Sözleri söylemeye iten niyet ve maksatları bilir. Bütün yaratık­ların yaptıkları her türlü fiil ve tasarrufları çok iyi bilendir. Haklı olana sevap verir. Batıl üzere olanı cezalandırır. Zulmün ortadan kaldırılmasına yardımcı olur, her zalimin zulmüne ceza verir.

İster söz, ister fiil kabilinden olsun, hayırlı herhangi bir şeyi açığa vurmak yahut gizlemek veya kötülük yapanı bağışlamak gibi amellerin her birisini Al­lah hayır ile mükâfatlandırır, hatta Allah böyle davranmaya teşvik bile eder.

Çünkü Yüce Allah hayırlı işler yapmayı sever, kötülükleri bağışlar. Bununla birlikte O, kötülük işleyeni cezalandırmaya tam anlamıyla kadir olandır. Yüce Allah'ın emrettiği ahlâkî güzelliklerle bezenmek ise güzel bir iştir ve teşvik edilmiştir. [77]


[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/299.


[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/300-301.

30 Ocak 2019 Çarşamba

NİSA SÛRESİ 135.-136.ayetlerin tefsiri


Hüküm Verirken Adil Olmak, Hakkın Şahitliğini Yapmak, Allah'a, Resule Ve Semavî Kitaplara İman Etmek
135- Ey iman edenler!.. Kendiniz ya da anne babanız ve yakınlarınız aleyhin­de de olsa, Allah için şahitlik ederek adaleti hakim kılanlar olun. O kimseler zengin de olsa fakir de olsa Allah onlara daha yakındır. O halde adaleti yerine getirmeyip nefsî arzularınıza uymayın. Eğer eğri davranır veya (haktan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

136- Ey iman edenler!.. Allah'a, Rasul'üne, Rasul'üne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz o derin bir sapıklığa düşmüştür.


Nüzul Sebebi


135. ayetin nüzul sebebi:

İbni Ebî Hatim Süddî'den naklediyor: Bu ayet Peygamberimiz (s.a.)'e nazil olduğu zaman biri zengin diğeri fakir iki kişi O'na davalı ve davacı olarak gel­diler. Peygamberimiz (s.a.) fakirin tarafını tutuyordu. Zira fakirin zengine zulmedemeyeceği görüşünde idi. Allah da bunu reddedip zenginle fakir hakkında sadece adaleti yerine getirmesini emretti. [69]

Açıklaması

Allah Teâlâ mümin kullarına adaleti yerine getirmelerini, Allah'ın emri hususunda kınayanların kınamasına aldırış etmemelerini, birbirlerine yardım ve destek olmalarını emretmektedir.

Ey müminler!.. Adaleti yerine getirme hususunda son derece gayretli olun. Adalet genel bir emir olup hem idarecilerin insanlar arasında hüküm vermede, hem herhangi bir sahadaki çalışmada, hem de ailede adil olmayı ihtiva etmek­tedir. Yani hakim yahut vali veyahut görevli kişi insanlar arasında verdiği hükümlerde, meclislerde ve her çeşit ihtiyaçlarını görmede eşit davranacak, her iş sahibi işçileri arasında eşit davranacak; kişi hanımları ve çocukları arasında muamele ve bağış hususunda eşit davranacaktır.

Sizler Allah'ı razı kılacak hakkı araştırmak ve şahitliği Allah'ın rızasını arzu ederek yerine getirmek suretiyle Allah için hak şahitleri olun. Böylece şahitlik hiçbir kimseyi gözetmeksizin ve ayrıcalık yapmaksızın doğru, adil ve gerçek şahitlik olsun.

Şahitliğinizin sonucu kendi nefsinizin aleyhine bile olsa, zararı size dönse bile hakkı ikrar edip gizlememek suretiyle sırf hak için şahitlik yapın. Kim kendi nefsi aleyhine hak sözle şahitlik yaparsa kendi aleyhine şahitlik yapmış olur. Zira şahitlik hakkı ortaya çıkarmak demektir.

Yine şahitlik anne babanızın ve diğer yakınlarınızın aleyhine bile olsa ve zararı onlara dönse bile siz yine gerçek sözle şahitlik edin. Zira anne-babaya itaat ve akrabalarla irtibatı devam ettirmek Allah'ın rızasına uymayan şahit­likle olmaz, bilakis iyilik, ziyaret ve itaatte, hak yolda ve meşru hususlarda olur.

Zengini sadece zengin olduğu için, fakiri de fakirliği sebebiyle acıdığınız için gözetmeyin. Bilakis bu işi Allah'a bırakın. Allah zengini de fakiri de göze­tir. O ikisine sizden daha yakın ve menfaatlerini sizden daha iyi bilir.

Haktan batıla meyledip de nefsî arzularınıza uymayın. Zira nefsî arzular­da ayaklar kaymaktadır. Yahut nefsî arzular asabiyet ve insanların sizlere buğzetmesi sizi işlerinizde ve vazifenizde adaleti terk etmeye sevketmesin. Hangi durumda olursa olsun adalete sarılın. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyur­maktadır: "Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun. Çünkü bu (adaletli olmak) takvaya daha yakındır." (Maide, 5/8).

Dilinizi eğer büker, şahitliği bozup değiştirirseniz, "Kitap Ehli'nden bir grup dillerini eğip bükerler." (Âl-i İmran, 3/78) buyurulduğu gibi dillerinizi eğip bükerseniz yahut şahitliği eda etmekten yüz çevirirseniz... Yüz çevirme, şahit­liği gizlemek ve terk etmektir. Cenab-ı Hak "Kim şahitliği gizlerse şüphesiz o kalbi günahkâr kimsedir." (Bakara, 2/283) buyurmaktadır.

Peygamberimiz (s.a.) de Müslim'in Zeyd b. Halid el-Cüheni (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Size şahitlerin en hayır­lısını haber vereyim mi: Bu kimse şahitliği istenmeden yerine getiren kimsedir."

Eğer yanlış davranır yüz çevirirseniz Allah sizin amellerinizden gayet haberdardır. Size bunun karşılığını verecektir. Burada Alîm (gayet iyi bilir) ifadesi yerine Habîr (gayet haberdardır) sıfatı kullanılmıştır. Zira haberdar ol­mak her şeyin inceliklerini ve gizli yönlerini gayet iyi bilmek demektir. Şahitlik­te ise aldatma, hile, lafı evirip çevirme sıkça görülmektedir. Cenab-ı Hak bunları gayet iyi bildiğine göre emre aykırı davrananlar bundan sakınsınlar demektir.

Cenab-ı Hak daha sonra Allah'a, Rasul'üne ve indirdiği kitaplara imanı emretti. Bu hitap müminlere ise bunun manası bu hususta sebat edin, buna devam edin, sürekli bu şekilde olun demektir.

Nitekim mümin her namazda "Bizi doğru yola ilet." (Fatiha, 1/6) demek­tedir. Yani bu hususta bizi basiretli kıl, hidayetimizi artır, bize bunun üzerinde sebat ihsan eyle demektir.

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler!.. Allah'tan kor­kun. O'nun Rasul'üne iman edin." (Hadîd, 57/28). Bu İbni Kesir ve Kurtubî'nin görüşüdür. [70]

"Rasul'üne indirdiği kitap" ifadesiyle Kur'an-ı Kerim'i kastetmektedir. "Daha önce indirdiği kitap" ifadesi ise cins isim olup bütün önceki kitapları içine almaktadır.

Eğer bu hitap Ehl-i Kitab'ın müminlerine yapılmış ise bundan önceki pey­gamberlere ve Kur'an'dan önce indirilen kitaplara iman ettikleri gibi Peygam­berimiz (s.a.)'e ve Kur'an'a iman etmelerinin emredildiği mânası anlaşılmalıdır.

Rivayet edildiğine göre bu hitap Yahudilerden iman edenlere yapılmıştır. İbni Abbas ve aynı şekilde Kelbî diyor ki: "Bu ayet Abdullah b. Sellâm, Esed b. Ka'b, Übeyd b. Ka'b, Sa'lebe b. Kays, Abdullah b. Sellâm'ın kızkardeşinin oğlu Sellim ve Yamin b. Yamin hakkında nazil olmuştur. Zira bunlar Resulullah (s.a.)'a gelip "Biz sana, Kitabına, Musa'ya, Tevrat'a ve Üzeyr'e iman ediyoruz. Bunların dışındaki kitapları ve peygamberleri inkâr ediyoruz" dediler. Peygamberimiz- (s.a.) de: "Hayır! Allah'a, Rasul'üne, kitabı Kur'an'a ve bundan önceki her kitaba iman edin" buyurdu. Onlar da "Bunu yapmayız" dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Hepsi de iman ettiler. [71]

Ayette Kur'an hakkında "nezzele" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü Kur'an parça parça, zaman zaman, olaylara göre, kulların hayatları ve ahiretleri hak­kında ihtiyaç duydukları hususlara göre indirilmiştir.

Önceki kitaplar ise toptan bir bütün halinde indirilmiştir. Bu sebeple Cenab-ı Hak önceki kitaplar hakkında "enzele" kelimesini kullanmıştır.

Cenab-ı Hak imanı emrettikten sonra küfredenlere tehditte bulunmuştur:

Kim Allah'ı, meleklerini veya kitaplarından ve peygamberlerinden bir kıs­mını yahut ahiret gününü inkâr ederse sapıklığa düşmüştür. Yani hidayet ve hak yoldan dışarı çıkmıştır, istenen esaslardan tamamen uzaklaşmıştır.

Kim Allah'ın kitapları ve peygamberleri arasında ayırım yaparsa Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr ederse bu kimsenin imanına itibar edilmez ve kabul edilmez. Bir kimse kendi pey­gamberine ve kitabına iman etse bile kendi kitabında müjdelenen Hz. Muhammed (s.a.)'i inkâr ederse bir kitabı veya bir peygamberi inkâr etmesi sebebiyle hepsini inkâr etmiş olacaktır. [72]

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/275.


[70] İbni Kesir, 1/566; Kurtubî, V/415.


[71] Zemahşeri, 1/430; Vahidî, Esbabü'n-Nüzul, 106.


[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/275-277.

29 Ocak 2019 Salı

Allah gökte midir?-Faruk Beşer


.. Kuranıkerim’in, hadisi şeriflerin ve onları doğru anlama gayretindeki ulemanın, özellikle kelam ulemasının asıl hedefledikleri şey Allah’ı hakkıyla tespih ve tenzih etmekle, O’nu olduğu gibi tanımaktır. Bu iki kavramda şöyle gizli bir mana sezilebilir: Biz Allah’ın keyfiyetini/nasıllığını kavrayamayız, O’nu ancak nasıl olmadığını bilerek anlayabiliriz. İşte tespih de tenzih de bize O’nun nasıl olmadığını anlatır..

..Buharî’nin muhteşem eserini sonlandırdığı hadisi şerif şöyledir: ‘İki cümlecik, söylenmesi çok kolay, mizanda çok ağır, Rahman’ın da çok hoşuna gider: Sübhanellahi ve-bihamdihi sübhanellehi’l-Azîm’. Yani Allah’ı O’nun hamdıyla tespih etmek. Sanki O ancak; bütün nimetlerin, bütün güzelliklerin O’ndan olduğunu bilmekle tespih edilmiş olabilir deniyor gibi.

Bundan başka Resulüllah Efendimiz bize iki önemli tespih cümlesi daha öğretir: ‘Allah’ı, O’nun hamdı ile, yarattıklarının sayısınca, kendisi razı olacağı ölçüde, arşının ağırlığınca, sözlerinin sayısınca tespih ederim’. Efendimiz (sa) yine de Allah’ı hakkıyla tespih etmekten aciz olduğumuzu da şu tespih ifadesiyle anlatır: ‘Allahım, seni tespih ederim ama seni hak ettiğin ölçüde övmüş olamam. Sen ancak kendini nasıl anlatıyorsan öylesin’.

Kuranıkerim bizi Allah’ın zatı hakkında değil, hep yarattıkları ve verdiği nimetler hakkında düşünmeye sevk eder.

.. O halde zahidlerin ‘Allah’ı hakkıyla bilme’ anlamındaki ‘marifetullah’ deyimini nasıl anlayacağız? Her halde bunun için, Allah’ın keyfiyetini bilme değil, O’nun varlığı hakkında sarsılmaz bir iman oluşturan itminanî bilgidir diyeceğiz.

Allah bize kendisini anlatırken; ‘O hiçbir şey gibi değildir’ buyurur. Bu ayeti kerime tenzih ve tespihin temel esaslarından biridir.

Bunları şunun için söylüyoruz: Allah nerededir sorusu, zımnen ona bir mekân nispet etme anlamını içerir. Yani sanki soru, O da bir yerdedir ama o yer neresidir diye sorulmuş gibi anlaşılabilir. ‘Allah Arşın üzerine istiva etti’, ‘semadakinin sizi yere batırmayacağından emin misiniz?’, ‘O kullarının üzerinde tam hükümrandır’ gibi ayeti kerimeler ve benzer manadaki hadisi şerifler eskiden beri bazı Müslümanları ve modern selefileri Allah’ı yukarıda ve Arş’ın üzerinde oturuyormuş gibi düşünmeye sevk etti.

Oysa Selef-i salihîn dediğimiz ilk üç nesil bu konuda daha temkinli bir itikada sahip idiler. Onlar diyorlardı ki, Allah Arşın üzerine istiva ettiğini söylüyorsa bizim buna iman etmemiz gerekir. İstiva’nın anlamı bellidir, ama yaratılanlarınki gibi bir istiva/konuşlanma Allah’a yakışmayacağına göre biz bunun nasıllığını bilemeyiz, bu konuyu anlamaya da çalışmayız. Çünkü bu kabil ayeti kerimeler ‘müteşabih’tir ve tevilini ancak Allah bilir. O bunlarla neyi kast etmişse biz O’nun kastının doğru olduğuna iman ederiz, o kadar.

Onlar böyle diyorlar ama onlar; bu ifadelerle mecaz bir mana kast edilmiş olamaz, bunları hakikat anlamında almalıyız da dememişler, sadece bunlardan mecazi bir anlam çıkarmanın tehlikeli olacağını söyleyerek bundan kaçınmışlar. Bu inanca da bilahare en garantili yol anlamında ‘eslem tarik’ denmiş. Bu ihtiyatlı tutum biraz daha evrilmiş ve bugünkü Selefilerde de olduğu gibi bundan şöyle bir sonuç çıkarılmış: Allah’ın isimleri ve sıfatları konusundaki Kuran ayetlerinde mecaz aranmaz, bunları hakikat manasında almalıyız ve ne deniyorsa onu hakikat olarak kabul etmeliyiz. Yani Allah için, fevkiyet/yukarıda olma özelliği zikrediliyorsa ya da O Arşta konuşlanmıştır deniyorsa bir hakikat ifadesi olarak O yukarıdadır ve Arşta konuşlanmıştır. Çünkü mecaz, ancak hakikatle anlatılamayan bir mananın anlatılması için mecburiyetten dolayı başvurulan bir anlatım aracıdır ve Allah için böyle bir mecburiyetten söz edilemez.

Böyle diyorlar ve böyle derken de hem Selef gibi, hem onları izleyen Eş’ariler ve Matüridiler gibi, Allah en iyi ancak böyle anlatılabilir demek istiyorlar. Yani niyetlerinde bir problem yok. Ama bu anlayışa itiraz edilemez mi? Bunu da gelecek yazımızda göreceğiz ve meseleyi noktalayacağız.

Yazının tamamı için:

28 Ocak 2019 Pazartesi

Abdestin Yalnızca Ön Ve Arkadan Çıkan Şey Sebebiyle Gerekli Olduğunu Kabul Eden Kimselerin Görüşü

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

34. Abdestin Yalnızca Ön Ve Arkadan Çıkan Şey Sebebiyle Gerekli Olduğunu Kabul Eden Kimselerin Görüşü

Yüce Allah "...yahut biriniz tuvaletten gelirse..."
[el-Maide,5/6] buyurmuştur.

Ata, makadından kurtçuk veya cinsel organından bit çıkan kimse hakkında "abdestini yenilemesi gerekir" demiştir.

Câbir İbn Abdullah şöyle demiştir: "Kişi namazda iken kahkaha ile gülerse abdestini tekrarlamaksızın namazını yeniden kılar."

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Kişi abdestli iken saçını koparır, tırnağını keser veya mestlerini çıkarırsa yeniden abdest alması gerekmez."

Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Abdest ancak hadesten (abdestsizlikten) dolayı gerekir."

Câbir'den rivayet edildiğine göre "Hz. Peygamber
 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  Zâtü'rrikâ gazvesinde idi. Birine namazda iken ok atıldı. Adamdan çokça kan geldiği halde adam rüku ve secde etti, namazına devam etti."

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Müslümanlar ötedenberi yaraları ile birlikte (yaralarından kan geldiği halde) namaz kılmaya devam ederler."

Tavus, Muhammed İbn Ali, Atâ ve Hicazlılar "Kandan dolayı abdest gerek­mez" demişlerdir.

İbn Ömer sivilcesini sıktı, ondan kan çıktı ancak abdest almadı. İbn Ebî Evfâ kan tükürdüğü halde namazına devam etti.

İbn Ömer ve Hasan-ı Basrî kan aldıran (hacamat yaptıran) kimse hakkında "Kan aldırdığı yerleri yıkaması dışında başka bir şey yapmasına gerek yoktur" demişlerdir.

Açıklama

Bu bölüm başlığında, bedende ön ve arkadan başka yerlerden çıkan bir şey sebebi ile abdesti gerekli görmeyenlerin görüşlerine yer verilmiştir. Buharı bununla, bedenden ön ve arka dışında çıkan kusmuk, kan aldırma vb. şeylerden dolayı abdesti gerekli gören muhalif görüşe işaret etmiştir.

Şöyle denilebilir: (Ön ve arkadan çıkan şeyler dışında) abdesti bozmada dikkate alınan durumlar şu ikisine indirgenebilir:

1. Uyku (çünkü uyku kişiden yel çıkma ihtimalini barındırır),

2. Kadına dokunmak, kendi cinsel organını tut­mak (çünkü bunlar erkekten mezi çıkma ihtimalini barındırır).

Zâtü'r-rikâ gazvesi hakkında ayrıntılı açıklama ileride gelecektir.
[4125 nolu hadis]

Buhârî Zâtü'r-rikâ gazvesi ile ilgili hadisten sonra Hasan-ı Basrî'nin "Müslü­manlar ötedenberi yaraları ile birlikte (yaralarından kan geldiği halde) namaz kılmaya devam ederler" sözüne yer vermiştir. Buradan ilk anda Buhârî'nin namazda kan çıkmasının namazı bozmayacağı görüşünde olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Ömer'in yarasından kan çıktığı halde namaz kıldığı sahih olarak rivayet edilmiştir.

Leys'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kan aldıran kişinin kan aldırdığı yeri silmesi yeterli olur, bu şekilde namaz kılabilir. Kan aldırma yerini yıkaması gerekmez."

176- Ebû Hureyre, Hz. Peygamber'in 
   

Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu söylemistir:

"Kişi mescidde namazı beklediğinde, abdestini bozmadığı sürece namazdaymış gibi sevap alır. [40]

Yabancı bir adam: "Hades nedir ey Ebû Hureyre?" dîye sordu.

Ebû Hureyre de radıyallâhu anh: "Sesli yellenmektir" dedi.

Açıklama

Burada kasdedilen, kişinin namazı beklediği sürece namaz sevabı almasıdır.

Yabancı bir adam ifadesi ile arap olsun ya da olmasın Arapçayı fasih olarak konuşamayan bir kimse kasdedilmektedir.

Ebû Hureyre bu hadiste abdestsizliği "sesli olarak yellenmek" şeklinde açıklamıştır. Ebû Dâvud ve diğerlerinin rivayetindeki "Abdest ancak sesli veya sessiz yellenmekten dolayı gerekir" ifadesi de bunu desteklemektedir.

Abdesti bozan daha şiddetli durumlar bulunduğu halde Ebû Hureyre'nin yalnızca bu ikisini zikretmesinin sebebi, kişiden mescitte genellikle bu ikisi dışındakilerin çıkmamasıdır. İlk anda anlaşıldığına göre soru da zaten özel bir abdestsizlik, yani çoğunlukla namazda karşılaşılan abdestsizlik ile ilgili olarak sorulmuştur. Nitekim Abdest bölümünün başında buna işaret edilmiştir.[41]

177- Abbâd İbn Temîm, amcasından o da Hz. Peygamber'den 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  şunu rivayet etmiştir:

"Kişi bir ses veya koku duymadıkça namazını terk etmesin."

178- Muhammed İbnü'l-Hanefiyye, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Ben kendisinden çok mezi gelen bir kimseydim. Bunu Resûlullah'a sormak­tan utandım. Mikdâd İbnü'l-Esved'e sormasını emrettim. O da Hz. Peygamber'e
  Sallallahü Aleyhi ve Sellem bunu sordu.

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Ondan (meziden) dolayı abdest gerekir"' buyurdu.

Açıklama

Bu konuda açıklama Gusül bölümünde gelecektir.[269 nolu hadis]

İlim bölümünün başında bu hadisin başka bir yolla rivayeti geçmişti.

Buhâri hadisi burada, iki çıkış yolunun birinden (erkeğin cinsel organından) çıkan mezinin abdesti gerektirdiğine dair delil olarak getirmiştir.

179- Zeyd İbn Hâlid şöyle demiştir:

Osman İbn Affan'a: "Kişi eşiyle ilişkide bulunduğunda kendisinden meni gelmezse (ne olur)?" diye sordum.

Osman şöyle dedi: "Namaz abdesti gibi abdest alır, ayrıca cinsel organını yıkar". Hz. Osman "Bunu Resûlullah'tan 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem duydum" dedi.

Bunu Ali, Zübeyr, Taiha ve Ubey İbn Kâ'b'a 
radıyallahu anhum sordum onlar da böyle (aynı şeyi) söylediler. [Hadisin geçtiği diğer yer:292]

Açıklama

Bu hadisin hükmü ile ilgili açıklama Gusül konusunun sonunda gelecek. Orada bu hükmün mensuh (yürürlükten kaldırılmış) olduğunu açıklayacağız.

180- Ebû Saîd el-Hudrî şöyle demiştir:

Resûlullah 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ensardan bir adamı çağırttı. Adam başından sular damlayarak geldi.

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem : "Galiba seni aceleye getirdik" buyurdu.

Adam: "Evet" dedi.

Resûlullah 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem işin aceleye gelirse (yahut meni gel­mezse) abdest alman gerekir (bu yeterlidir)' buyurdu.

Açıklama

"Galiba seni aceleye getirdik": Yani cinsel ilişki ihtiyacını tamamlamadan çağırdık. Bu hadis, karineleri esas almanın caiz olduğunu göstermektedir. Çünkü sahâbî, gusül yaparak Hz.Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem emrine icabet etmekte gecikti. Bu sebeple normal olan duruma, yani Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem emrine derhal uymaya ters davranmış oldu. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem adamın üzerinde yıkanma izlerini görünce, onun meşgul olduğunu anladı. Adam Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem çağrısına uymak için cinsel ilişkiyi yarıda kesmiş olabileceği gibi, boşalmış da olabilirdi.

Soru da bunun hakkında olmuştur.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem adamın geç kalmasını eleştirmemesi, taharete devam etmenin müstehap olduğunu göstermektedir. Bu durum, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem emrine icabet etmenin gerekli kılınmasından önce olmuş gibidir. Çünkü farz olan bir şey müstehap bir şey, için geciktirilmez.

İtbân, evinde namazgah edinebilmek İçin Hz. Peygamber'den 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem evine gelerek orada namaz kılmasını istemiş, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de bu isteğe olumlu karşılık vermiştir. Yukarıdaki hadis bu olayla ilgili olabilir. Itbân, Hz. Pey­gamberle Sallallahü Aleyhi ve Sellem birlikte namaza hazır olabilmek için guslü önce yapmış olmalıdır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

27 Ocak 2019 Pazar

Abdest Ve Gusülde Sağdan Başlamak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

31. Abdest Ve Gusülde Sağdan Başlamak

167- Ümmü Atıyye 
radıyallahu anha şöyle demiştir:

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem (vefat eden) kızının yıkanması sırasında kadınlara şöyle buyurdu:

"Sağ tarafından ve abdest azalarından başlayın.[28]

168- Âişe 
radıyallahu anha şöyle demiştir:

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ayakkabı giymede, saçını-sakalını tara­mada, abdest almada, (hasılı) bütün İşlerde sağdan başlamayı severdi.[29]

Açıklama

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem sağ taraftan başlamayı sevmesinin se­bebi şu olabilir: Ashab-ı yemin (amel defterini sağ taraftan alacak olanlar) cen­netlik olduğu için, o da bununla tefeül ediyordu.

Hadislerden Çıkan Bazı Sonuçlar

Tarama, yıkama ve tıraş olmada başın sağ yarısından başlamak müstehaptır. "Tıraş olma vücuttan bir şeyi giderme olduğu İçin bunda soldan başlanır" denilemez. Aksine bu da ibadet ve süslenmedir. Başı tıraş ederken sağ yarısın­dan başlama konusu yakında gelecektir.

Ayakkabı giyerken sağdan, çıkarırken soldan başlanır. 


Abdestte önce el ve ayak yıkanırken önce sağdan başlanır. 

Gusül yaparken de vücudun sağ yarısından başlanır.

Bu hadis imamın sağında namaza durmaya, caminin sağ tarafında namaz kılmaya, yeme ve içmede sağdan başlamanın müstehap olduğuna delil getiril­miştir. Buharı hadisi, bu konularla ilgili bölümlerin tümünde nakletmiştir.

Nevevî şöyle der: Şereflendirme ve süslenme anlamı taşıyan durumların tü­münde sağdan başlama, dinde yerleşik bir kuraldır. Şereflendirme ve süslenme anlamının zıddını barındıran durumlarda ise soldan başlama müstehaptır. Alim­ler abdestte sağ organları Önce yıkamanın sünnet olduğu konusunda icma etmişlerdir. Buna aykırı olarak abdest alan kişi fazileti kaçırmış olmakla birlikte abdesti tamdır.

Büyük ilim adamı Üstad Muvaffak (İbn Kudâme) el-Muğnîde "Bunun farz olmadığı konusunda bir görüş ayrılığı bilmiyoruz" demiştir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

26 Ocak 2019 Cumartesi

NİSA SÛRESİ 105.-113.ayetlerin tefsiri


Hak İle Ve Mutlak Adaletle Hükmetmek


105- Gerçekten biz sana, Allah'ın gös­terdiği şekilde insanlar arasında hük­metmen için Kitab'ı hak olarak indir­dik. Sen hainlerin savunucusu olma.

106- Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merha­met edendir.

107- Kendi kendilerine hainlik edenler­den yana mücadele etme. Çünkü Allah hainlikte ileri giden aşırı günahkâr kimseyi sevmez.

108- Onlar (yaptıkları kötülükleri) in­sanlardan gizliyorlar da Allah'tan giz­lemiyorlar!.. Oysa geceleyin Allah'ın razı olmadığı sözü planlarken Allah onlarla beraberdir. Allah onların yap­tıklarını (ilmiyle) kuşatıcıdır.

109- İşte siz dünya hayatında onları sa­vundunuz. Peki kıyamet gününde Al­lah'ın huzurunda onları kim savunacak­tır? Ya da onlara kim vekil olacaktır?

110- Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.

111- Kim bir günah işlerse ancak kendi aleyhine zarara girmiş olur. Allah her şeyi bilen sonsuz hikmet sahibidir.

112- Kim bir hata yapar ya da günah iş­ler ve sonra bunu suçsuz birinin üzerine atarsa şüphesiz o kimse büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

113- Eğer Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve rahmeti olmasaydı onlardan bir grup mutlaka seni saptırmaya çalışırdı. Hal­buki onlar ancak kendilerini saptırabilirler. Sana hiçbir zarar veremezler. Al­lah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür.

Nüzul Sebebi

Tirmizî, Hakim ve İbni Cerir'in Katade b. Numan'dan rivayet ettiklerine göre "Bu ayetler Tu'me b. Ubeyrık hakkında nazil olmuştu. Tu'me ensarın Zaferoğulları kolundan bir kimse idi. Yanında emanet olarak bulunan amcasının zır­hını çalmıştı. Bu zırhı bir un çuvalının içine saklamıştı. Un zırhhın açtığı deliklerden dökülüyordu. Bu un çuvalını da Zeyd b. Semîn adlı bir Yahudiye vermiş­ti. Zırhı Tu'me'nin evinde aradıklarında bulamadılar. Tu'me bu zırhı almadığına ve bunun hakkında hiçbir bilgisi olmadığına dair yemin etti. Unun izini takip ettiler. Nihayet Yahudinin evine ulaşıp zırhı aldılar. Yahudi:

- Bu çuvalı bana Tu'me verdi, dedi. Yahudilerden bir grup da buna şahitlik ettiler. Fakat Tu'me bunu inkâr etti. Tu'me'nin kabilesi olan Zaferoğulları:

- "Resulullah (s.a.)'a gidelim," dediler ve Peygamberimiz (s.a.)'den arka­daşlarını savunmasını istediler. Peygamberimiz'e:

- "Bunu yapmazsan arkadaşımız helak olur, rezil olur. Yahudi suçsuz olur." dediler.

Peygamberimiz (s.a.) de olayın bu şekilde olmuş olacağını umuyordu. Gönlü onlarla beraber olup Yahudinin cezalandırılması şeklinde idi. Bunun üzerine bu ayet indi.

Müfessirlerden bir grubun görüşü budur, [51]

Rivayet olunduğuna göre Tu'me Mekke'ye kaçıp dinden dönmüş, bir hırsız­lık esnasında üzerine duvar yıkılmış, ölmüştü. [52]

Açıklaması

Allah Teâlâ Rasulüne insanlar arasında hiçbir kimsenin hatırını gözetme­den, gayri müslim bile olsa hiçbir kimseye haksızlık yapmadan hak ve adaletle hükmetmeyi emretti. Rasulüne hitaben şöyle buyurdu:

Gerçekten biz sana insanlar arasında Allah'ın sana vahyettiği ve bildirdiği hükümlerle hükmetmen için varsa vahiyle hükmetmen için, açık bir vahiy yok­sa içtihatla hükmetmen için bu Kur'an'ı haberinde, talebinde ve hükmünde hakkı gerçekleştirme ve beyan etme vasıflarıyla hak olarak idirdik.

O halde insanlar arasında Allah'ın şeriatı ile hükmet. Sen kendine hainlik eden kimseyi müdafaa ederek, O'ndan hakkı isteyeni reddederek hain kimse­nin savunucusu olma. Husumette hasmın mücadele kuvvetinden etkilenerek hakkı araştırma hususunda gevşeklik gösterme.

Burada -Usûl alimlerinin zikrettikleri gibi- bu ayetin delaletiyle ve Buharî ve Müslim'in Sahihindeki Ümmü Seleme hadisinin delaletiyle Peygamberi­miz (s.a.)'in içtihatla hükmetmeye hakkı olduğuna işaret vardır.

Ümmü Seleme (r.a.) validemiz anlatıyor: Resulullah (s.a.) odasının kapı­sında bir tartışma sesi duydu. Dışarı çıktı. Onlara hitaben şöyle buyurdu:

"Dikkat edin. Ben ancak bir beşerim. Ben duyduğum şeyle hükmederim. Olabilir ki sizden biriniz hüccet getirme hususunda diğer taraftan daha kabili­yetli olabilir, ben de onun lehine hükmedebilirim. Kimin lehine bir müslümanın hakkına hükmetmişsem bu ateşten bir parçadır. İster bu ateş parçasını yüklen­sin isterse terk etsin."

İmam Ahmed'in Ümmü Seleme (r.a.)'den yaptığı rivayete göre, ellerinde delil bulunmayan kendi aralarında zamanı geçmiş miras davasını görmek üze­re Ensar'dan iki zat Peygamberimiz (s.a.)'e geldiler. Peygamberimiz (s.a.) onla­ra şöyle buyurdu: "Siz benim huzurumda davanızı arz ediyorsunuz. Ben sadece bir beşerim. Olabilir ki sizden biriniz hüccet getirme hususunda diğer taraftan daha kabiliyetli olabilir. Ben ancak duyduğum şeyle hükmederim. Kimin lehine kardeşinin hakkından bir şeyle hükmetmişsem onu almasın. Ben bu kimseye ateşten bir parça koparmış vermişim demektir. O kimse kıyamet günü boynun­da takılı olarak bu ateş parçasını getirecektir."

Bunun üzerine bu iki zat da ağladılar. İkisinden her biri de:

- Benim hakkım kardeşimin olsun, dedi. Peygamberimiz (s.a.):

- "Söylediklerinize gelince, bu hakkı aranızda taksim edin. Sonra aranız­daki hak payını gözetin. Sonra da kur"a çekin. Daha sonra her biriniz arkada­şından helâllik dilesin."

Ebu Davud'un Üsame b. Zeyd (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şu zi­yade yer almaktadır: "Ben bana vahiy inmeyen konularda aranızda sadece ken­di reyimle hükmederim."

Peygamberimiz (s.a.)'in içtihatta bulunmasını caiz gören alimlerin cumhu­ru şöyle demiştir: Bu olayın ve Bedir esirlerinden fidyenin kabul edilmesi olayının delaletiyle Peygamberimiz (s.a.)'in hata etmesi caizdir. Fakat O, hatayı onaylamaz, hatada ısrar etmez.

"Lil-hâinîn" ifadesindeki lâm sebeb bildirmek içindir. Yani seni götürmek istedikleri noktada hainlerin savunucusu olma. Hainler ise burada Tu'me ve Tu'me'nin kabilesidir.

Tu'me'nin davranışı yüzünden tam olarak tespit edemediğin suçsuzluğu ve Yahudinin cezalandırılması konusunda teşebbüs ettiğin hatadan dolayı Al­lah'tan mağfiret dile.

Bu ve benzeri konularda istiğfar etmekle emrolunması peygamberlerin masu­miyetine leke düşürmez. Çünkü O'nun bu konuda sadece arzusu olmuştu. Arzu ise günah olarak nitelendirilmez. Bilakis bu durum "iyilerin güzel amelleri Allah'a da­ha yakın kullar için günah sayılabilir" kabilindendir. O'nun istiğfar ile emrolunma­sı sadece hüküm verme hususunda kesinlikle ispat esasının vacip olduğu hususun­da O'nu ve O'nun ümmetini irşad etmek ve O'nun sevabını ziyade etmek içindir.

Peygamberimiz (s.a.) bu olay hakkında ayetler nazil olmadan hüküm ver­memiş, hak olduğuna inandığı ölçülerden başka bir şeyle amel etmemiştir. Efendimiz (s.a.) sadece Tu'me'nin kabilesini savunma hususunda hüsnü zanda bulunmuştu. Cenab-ı Hak da Rasulünün Müslümanm genellikle doğru sözlü, Yahudinin de genellikle yalan konuştuğu kanaatine aykırı olarak Rasulüne bu olayın gerçek yönünü beyan etmişti.

Sonra da Cenab-ı Hak Tu'me'nin kabilesini ve başkalarını tevbeye davet ederek: "Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." buyurmuştu. Yani Allah Teâlâ kendisinden mağfiret dileyen için çok mağfiret edici, rahmet niyaz eden için rahmeti çok geniştir.

Ya Muhammed!.. Başkalarının haklarına tecavüz etmek suretiyle kendi nefislerine hainlik edenler lehine mücadele etme.

Ayette, başkalarına karşı hainlikte bulunmak kendi nefislerine hainlikte bulunmak olarak tesmiye edilmiştir. Çünkü yaptıkları bu hainliğin zararı kendilerine ait olacaktır.

Şüphesiz ki Allah çok hainlik eden, günah işlemeyi alışkanlık haline geti­ren kimseye buğzeder. Emanet ve istikamet ehline ise sevap vermeyi ister.

Burada ayet, Tu'me'nin hıyanette ve günah işlemede aşırı gitmesini Al­lah'ın bildiğini mübalağa sigasıyla ifade etmiştir.

Hırsız Tu'me tek kişi olduğu halde ayette "hainler" ve "nefislerine hıyanet edenler" kelimeleriyle ifadeye yer verilmiştir. Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Tu'menin kabilesi olan Zaferoğulları Tu'menin suçsuz olduğuna şahitlik ettiler ve O'na destek oldular. Dolayısıyla günahta O'na ortak oldular.

İkincisi: Bu ayette Tu'me'yi ve O'nun hıyanetiyle hainlik yapan herkesi içi­ne alması için cemi ifadesi kullanıldı. Yani "Hiçbir haini savunma ve hainden yana mücadele etme." denmiş gibidir. [53]

Daha sonra Allah Teâlâ hainlerin durumlarını ve onların çirkin hasletleri­ni beyan ederek şöyle buyurdu: Bu hainlerin durumu şudur: Onlar suçu işleme durumunda ya utanarak ya da korkarak insanlardan gizleniyorlar da görünen ve görünmeyen âlemi bilen, onlarla beraber olan, onların durumunu bilen, bu­na muttali olan, onların gizli sırlarından hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Allah'tan gizlenmiyorlar. Zira onlar Allah'ın razı olmadığı sözü planlıyorlardı. Bu tedbir, Tu'me'nin çaldığı zırhı Yahudi Zeyd'in evine atıp onu hırsızlıkla it­ham edip kendisinin suçsuz olduğuna yemin etmeyi planlamasıdır.

Allah onların amellerini kuşatmakta, yaptıklarını tespit etmektedir. Onla­rın Allah'ın azabından kurtulma ümitleri yoktur.

Zemahşerî diyor ki: Bu ayet insanların Allah'ın huzurunda olduklarını, Allah'la aralarında hiçbir perde, hiçbir gaflet veya habersizlik olmadığını bilmelerine rağmen ne kadar hayasız ve Allah korkusu taşımayan kimseler oldu­ğunu açıkça ilân etmektedir.

Cenab-ı Hak daha sonra müminleri hainlere yardımcı olmaktan ve onlara sevgi beslemekten sakındırarak -mealen- şöyle buyurdu:

Ey hainlerden yana mücadele eden ve dünyada onları suçsuz göstermeye çalışan!.. Kıyamet gününde Allah'ın huzurunda onların amellerine ve durumlarına tamamen vakıf olan Allah Teâlâ'nın hüküm verici olduğu zamanda onları kim savunacak? Kim onların yerine onların davalarının vekili ve onların avu­katı olacak? O halde müminlerin üzerine düşen Allah'ı murakabe etmek ve Al­lah Teâlâ'nın huzurundaki bu korkunç mahşer gününde cevap vermeye hazır­lanmaktır: "O gün hiçbir kimse kimseye bir fayda sağlayamaz. O gün emir Al­lah'ındır." (İnfıtar, 82/19).

Diğer bir ifadeyle: Farzedelim ki siz dünyada Tu'me ve kabilesini savun­dunuz, peki ahirette Allah azabıyla yakaladığı zaman onları kim savunacak? Allah'ın azabına ve intikamına karşı kim onların vekili, koruyucu ve savunucu­su olacaktır?

Bu ayette Yahudiye karşı Tu'me'ye yardım etmek isteyenlere azarlama ve tenkit vardır. Yine bu ayetteki ifadeye göre hakiminin hükmü zahiren geçerli olur ama gerçek farklı olabilir. Yani lehinde hüküm verilen kişi için bu verilen hüküm haramı helâl kılmaz. Kendisinin hakkı olmadığını kesinlikle bildiği bir şeyi almasını caiz kılmaz.

Bundan sonra Cenab-ı Hak tevbe etmeyi teşvik ederek şöyle buyurdu: Kim başkasına kötülük yaparak çirkin bir günah işlerse yahut yalan yere ye­min gibi bir masıyetle kendi nefsine zulmederse, sonra da bu günahına karşı Allah'tan mağfiret dilerse Allah tarafından bir lütuf ve ihsan olarak O'nu gü­nahları çok çok affedici, ayıp işleyenlere karşı çok çok merhametli olarak bula­caktır.

Bu ayette Tu'me ve kabilesi tevbe ve istiğfara teşvik edilmekte ve günah­tan çıkış yolu beyan edilmekte, gerçekleri karalamak ve adalet kalesini yıkmak isteyen Hak düşmanlarına karşı uyarıda bulunulmaktadır.

Cenab-ı Hak daha sonra genel bir şekilde günah ve masiyet işlemekten sakındırarak şöyle buyurdu: Kim günahı gerektiren bir masiyet işlerse onun suçu ve yaptığı bu ameli kendi nefsine vebaldir, kendi şahsına zarardır. Bu­nun zararı başkasına geçmez. Çünkü bu fiiline karşılık cezalandırılacak olan kendisidir. Allah Teâlâ insanların yaptıklarını geniş ilmiyle bilmektedir. İn­sanlara koyduğu hükümleri aşmalarını engelleyecek esaslar koymuştur. O aynı zamanda günah işleyen kimse için koyduğu ceza ile büyük hikmet sahi­bidir.

En büyük suçlardan biri de bir insanın yanlışlıkla ve hiçbir kasdı olmaksı­zın ya da günah olduğunu bile bile bir günah iyleyip sonra suçsuz bir kimseyi bu günahla itham etmesidir. Bu davranış bühtandır, yalan yere iftirada bulun­maktır. Bu kimse iki suç işlemiş olmaktadır: Hem kendisini günahkâr kılan günahı işlemiş, hem de kendisinin iftiracı olarak adlandırılmasına sebep ola­cak olan suçsuz kimseye ithamda bulunmuştur.

Cenab-ı Hak daha sonra Peygamberini himaye ettiğini beyan ederek şöyle buyurdu: Eğer Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve rahmeti, himaye ve ikramları olmasaydı, ayrıca onların sırlarına muttali kılmak üzere sana indirdiği vahiy olmasaydı Zaferoğulları'ndan bir grup seni Hak ile hükmetmekten ve adalet yolunu tutmaktan vazgeçirirlerdi. Halbuki onlar suçu işleyenin arkadaşları ol­duğunu gayet iyi bilmektedirler.

Yani Allah'ın sana verdiği peygamberlik, masumiyetle teyidi ve olayın ger­çeğini beyan etmek suretiyle rahmeti olmasaydı onlardan bir grup seni adaletli hüküm vermekten alıkoyabilirlerdi. Ancak onların bu teşebbüsleri başarısızlık­la sonuçlanmıştır. Zira vahiy senin için hakkı açık bir şekilde ortaya koymuş­tur.

Onlar gerçekte hak ve doğruluk yolundan sapmaları sebebiyle sadece ken­dilerini, saptırmaktadırlar. Zira günah sadece onların üzerinedir ve vebal sade­ce onlara aittir. Onlar sana hiçbir zarar veremezler. Çünkü sen durumun görü­nen şekliyle hareket ettin. Gerçeğin bunun zıddı olacağı aklına bile gelmezdi. Allah seni insanların şerrinden ve onların aralarında hüküm verirken nefsî ar­zulara tabi olmaktan ve her çeşit kötülüklerden korumaktadır.

Allah sana Kitab'ı -yani Kur'an'ı- ve Hikmeti -yani şeriatın ana esaslarını anlamayı ve sırlarını idrak etmeyi- indirmiştir. Sana kitap, şeriat ve gerçekle­rin anlaşılması hususunda daha önce bilmediğin gizli durumları, kalplerin es­rarını, din ve şeriatın emirlerini öğretmiştir.

Allah'ın senin üzerindeki lütfü gayet büyüktür. Zira seni bütün insanlara gönderdi. Seni peygamberlerin sonuncusu ve kıyamet gününde insanlar için şahit kıldı. Seni insanlardan korudu. Senin ümmetini orta yolda dengeli ve gü­venilir bir ümmet kıldı. O halde sen de buna karşı şükret. Ümmetin de bu ni­metlere şükretsin. Böylece insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet ve başka­ları için güzel bir örnek olsun. [54]

[51] Vahidî, Esbabü'n-Nüzul, 103.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/227.

[53] Zemahşerî, 1/423.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/228-231.

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

25 Ocak 2019 Cuma

NİSA SÛRESİ 92.-93.ayetlerin tefsiri


Hata Yoluyla Ve Kasten Öldürmenin Cezası


92- Bir müminin diğer mümini, yanlış­lık eseri olmayarak öldürmesi helâl ol­maz. Kim bir mümini yanlışlıkla öldü­rürse mümin bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar diyeti sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer ölen, mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden ise mümin bir köle azad etmek lâzımdır. Şayet kendi­leriyle aranızda bir antlaşma olan bir kavimden ise o vakit ailesine bir diyet vermek ve bir de mümin bir köle azad etmek gerektir. Kim bunları bulamaz­sa, Allah tarafından tevbesinin kabulü için birbiri ardınca iki ay oruç tutması icap eder. Allah, herşeyi bilendir, ger­çek hüküm ve hikmet sahibidir.

93- Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere, cehennemdir. Allah ona gazap etmiş­tir, ona lanet etmiştir ve ona çok bü­yük bir azap hazırlamıştır.


Nüzul Sebebi

"Bir müminin diğer mümini..." 92. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak: İbni Cerîr, İkrime'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Amir b. Lueyy oğullarından Haris b. Yezîd, Ebu Cehil ile bir olup Ayyaş b. Ebî Rabia'ya işkence ederdi. Yıl­lar sonra Haris, Medine'ye Resulullah'a (s.a.) hicret için yola çıktı. Medine'nin Harra mevkiinde Ayyaş buna rastgeldi ve hâlâ kâfir olduğunu zannederek kılı­cı çekip adamı öldürdü. Sonra da Peygamberimize (s.a.) gelip yaptığını haber verdi. Bunun üzerine "Bir müminin diğer bir mümini, yanlışlık eseri olmaya­rak öldürmesi helâl olmaz." ayeti indi.

"Kim bir mümini kasten öldürürse..." (93.) ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak: İbni Cerîr, Cüreyc yoluyla İkrime'den rivayet ediyor: Ensar'dan bir adam, Mıkyes b. Sabâbe'nin kardeşini öldürdü. Resulullah (s.a.) Mıkyes'e, kar­deşinin diyetini verdi, o da alıp kabul etti. Ama daha sonra kardeşinin katilini yakaladığında da adamı öldürdü. Cenab-ı Peygamber (s.a.) Hazretleri de onun hakkında "Ne Harem dahilinde, ne de hill bölgesinde ona eman vermiyorum" buyurdu ve adam Mekke fethedildiği sırada öldürüldü. İbni Cüreyc "Kim bir mümini kasten öldürürse..." ayeti onun hakkında inmiştir, demiştir. [23]

Açıklaması

Ne şekilde olursa olsun bir müminin diğer bir mümin kardeşini öldürme hakkı yoktur. Öldürme fiili sadece hata, yanlışlık eseri işlenmiş olabilir. Hata yoluyla öldürme ise, öldürme fiilini veya o şahsı ya da canının çıkmasını genel­de kasdetmeyecek bir surette meydana gelir. Çünkü insan öldürmek büyük bir cinayettir, helak edici yedi büyük günahtan birisidir. Allah Teâlâ "Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir fesat çıkarmasından dolayı olmayarak öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (Mâide, 5/32) buyurmaktadır.

Buhari ve Müslim'de İbni Mes'ud (r.a.)'un rivayet ettiği hadisinde Resulullah (s.a.) da buyuruyor ki: "Lâ ilahe illallah, Muhammedun Resulullah" diye şehadet etmiş Müslüman bir kişinin kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur: "Bir can karşılığında can, zina eden evli, dinini terk edip cemaatten ayrı­lan bir kişi olması sebebiyle." Bu üç durum karşısında ise halkın bir şey yapma yetkisi yoktur. Onların cezasını verme hak ve selâhiyeti sadece İslâm devlet başkanına ya da onun naibine aittir.
İbni Mace'nin, İbni Ömer (r.a.)'den rivayetinde Peygamberimiz (a.s.) buyu­ruyor ki: "Mümin bir müslümanın öldürülmesi işine yarım kelime ile de olsa yardımcı olmuş olan kişi, kıyamet gününde iki gözü arasına "Allah'ın rahme­tinden ümidi kesilmiş" diye yazılı olarak gelir." Beyhâkî de Berâ b. Azib (r.a.)'den tahric eder ki: Nebi (a.s.) Hazretleri şöyle buyurdu: "Allah katında dünyanın yok olması mümin bir adamın öldürülmesinden daha hafif ve kıymetsizdir. "

Hata yoluyla öldürmekten dolayı ceza verilmesinin sebebi, bunun da bir ihmal, dikkatsizlik, önemsememe gibi bir durumda işlenmiş olmasıdır ki o yüz­den de ceza icap etmektedir.

Hata yoluyla öldürme cezasında iki şey vardır: Mümin bir köleyi azad et­mek ve öldürülenin ailesine diyet vermek. Birinci vacip yani bir köle azadı, hataen de olsa işlenmiş olan bu büyük günahın kefareti olarak gerekmektedir. Bu­nun şartı ise kölenin mümin olmasıdır, kâfir köle azadı yetmez. Cumhura göre köle müslüman ise, yaşı küçük olsun büyük olsun kâfir bir maktulün kefareti olarak azad edilmesi sahihtir. İmam Ahmed, Abdullah b. Abdullah'tan, o da Su­saldan, bir adamdan rivayet ediyor: Adam siyah bir cariyeyi getirip dedi ki: Ya Rasulallah, benim mümin bir köle azad etme borcum var. Şayet şu cariyeyi mü­min görürsen (sayarsan) azad eyleyeyim. Resulullah (s.a.) de cariyeye: "Al­lah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ediyor musun?" diye sordu. Evet, deyince yine: "Benim Allah'ın Rasulü olduğuma da şehadet ediyor musun?" diye sordu. Cariye, evet, dedi. Tekrar "Öldükten sonra dirilmeye inanıyor musun?" diye sor­duğunda cariye "Evet" deyince Hz. Peygamber (s.a.): "Azad et onu" buyurdular. Bu rivayet isnadı sahihtir, sahabinin isminin bilinmemesinin bir zararı yoktur.

İmam Malik'in Muvatta'sı, İmam Şafiî'nin ve İmam Ahmed'in Müsnedlerinde, Müslim'in Sahih'i, Ebu Davud ile Nesâî'nin Sünenlerinde Muâviye b. el-Hakem (r.a.)'den şöyle rivayet olunmaktadır: Bu siyah cariye getirildiği vakit Resulullah (s.a.) ona "Allah nerede?" diye sordu. "Gökte" dedi. "Ben kimim?" dediğinde de "Allah'ın Rasulüsün" cevabını verince, Resulullah (s.a.) "Azad et onu, çünkü mümindir" buyurdu.

İkinci vacip olan diyete gelince, öldürülen kişinin ailesine kayıplarından dolayı bir bedel vermek icap etmektedir. Sünnet'te sabit olan miktarı yüz deve­dir. Kadının diyeti, erkeğin diyetininkinin yarısıdır. Zira erkeğin kaybından dolayı ailenin ziyan ettiği maslahat, kadının kaybından dolayı uğradığından daha büyüktür. Ebu Davud, Nesâî ve diğer imamların Amr b. Hazm'den rivayet­lerine göre Resulullah (s.a.) Yemen ahalisine bir mektup yazdı, onda şu husus­lar da yazılıydı: "Şer'i bir sebep olmaksızın bir mümini öldürdüğü delil ile sabit bulunan kimseye kaved, yani kısas icap eder. Ancak öldürülen kişinin velileri (mirasçıları) diyete razı olurlarsa ne âlâ. Bir can hususunda da diyet yüz deve­dir." Mektubun ilerisinde daha sonra şöyle buyuruluyordu: "Altın ehli olan ise bin dinar verecektir." Yani diyetin cinsi, yaygın olan sermayeye göre tayin edi­lir. Altın ile iş görenler bin dinar, gümüş ile iş görenler Hanefîlere göre on bin dirhem, cumhura göre on iki bin dirhem, devesi çok olanlar da yüz deve öder­ler. İmam Şafiî der ki: Altın veya gümüşle iş görenlerden de neye ulaşırsa ulaş­sın ancak yüz deve kıymeti alınır.

Deve cinsinden alınacak diyet beş sınıf halinde olur. İmam Ahmed ve Sü­nen sahiplerinin İbni Mes'ud (r.a.)'dan rivayetlerine göre Resulullah (a.s.) hataen öldürmenin diyetinin şöyle ödenmesine hükmetti:

a) Yirmi adet bint-i mehaz (iki yaşına girmiş dişi deve).

b) Yirmi adet ibn-i mehaz (iki yaşına girmiş erkek deve).

c) Yirmi adet bint-i lebûn (üç yaşına girmiş dişi deve).

d) Yirmi adet hıkka (dört yaşma girmiş dişi deve).

e) Yirmi adet cezea (beş yaşına girmiş dişi deve).

Ahmed, Mâlik ve Şafiî'nin mezheplerinin görüşü budur. Ebu Hanife'ninki de böyledir, ancak o ibn-i lebûn yerine ibn-i mehazı saymıştır. [24]

Kasda benzer (şibh-i amd) katlin diyeti ise İmam Ebu Hanife'ye göre üç çeşitten alınır: Kırk adet halife (yüklü), otuz adet hıkka (dört yaşına girmiş dişi deve), otuz adet cezea (beş yaşına girmiş dişi deve) [25]

İmam Malik şibh-i amd şeklini, babanın oğlunu öldürmesi hali dışında ka­bul etmez. Kasden öldürmenin diyeti İmam Ebu Hanife ile İmam Mâlik'in meş­hur olan görüşüne göre zikredildiği gibidir. İmam Şafiî'ye göre ise şibh-i amd diyetine benzer.

Hata yoluyla öldürmenin diyetini ödemek, katilin âkılesine düşer. Âkile, Hicaz alimlerine göre katilin baba tarafından olan akrabası, yani asabesidir. Çünkü insanlar Peygamberimiz (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.) zamanında âkile usulüyle amel etmişlerdi, o zaman insanların kayıtlı olduğu bir divan/sicil yoktu.

Hanefîlere göre âkile, katilin mensup olduğu divanda kayıtlı kimselerdir. Bunların tertibini Hz. Ömer (r.a.) yapmıştı.

Şayet âkile diyeti ödemekten aciz kalırsa diyet, beytu'l-maldan (hazine­den) alınır.

Burada şöyle bir sual sorulabilir: Allah Teâlâ "Herkesin kazanacağı kendi­sinden başkasına ait değildir. Günahkâr hiçbir nefis diğerinin günah yükünü taşımaz" (En'âm: 6/164) buyururken nasıl oluyor da âkile diyeti ödemek zo­runda kalıyor, katilin suçundan dolayı sorumlu tutuluyor? Bezzâr'ın Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği hadisinde de Resulullah (s.a.) "Hiçbir adam babasının suçuyla da, kardeşinin suçuyla da sorumlu tutulamaz" buyurmuş­tur. Ebu Davud ve Nesâî'nin naklettiği Ebu Ramse hadisinde geçtiği üzere Hz. Rasul-i Ekrem (s.a.) Ebu Ramse ve oğluna hitaben de: "O senin aleyhine cina­yet işlemiş olmaz, sen de onun aleyhine cinayet işlemiş olmazsın" buyurmuş­tur.

Bunun cevabı şöyledir: Gerçekte bu, başkasının işlediği suç ve günahı bir şahsa yüklemek kabilinden değildir. Çünkü diyet öncelikle katile aittir. Âkile bunu, nasıl başka bir katilin diyetinin ödenmesinde yardım etmesi mümkün oluyorsa, işte öylece kendi akrabası olan katile yardım etmek bakımından yüklenmiş olmaktadır. Nitekim aynı kabile fertleri düşmana karşı zafer kazanmak için yardımlaşmakta, dıştan gelen baskınları defetmekte, mali yönden dayanış­maya girip birbirleri namına fidye ödemektedirler.

Bir takım hadisler de âkılenin, yani baba cihetinden asabe olan akrabala­rın diyeti yükleneceklerine delâlet etmektedir. Buhari ve Müslim Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayetlerine göre bir kadın diğer bir kadının karnına vurdu ve kar­nındaki ceninin ölü olarak düşürmesine sebep oldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) vuran kadının âkılesinin gurre (Hanefîlerce miktarı beş yüz dirhem olan mâli tazminat) vermesine hükmetti. Hamel b. Mâlik kalkıp "İçmemiş, yeme­miş, bağırmamış, ses çıkarmamış biri için nasıl fidye veriyormuşuz, böylesinin kanı heder olur" deyince, Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretleri "İşte bu cahiliye se­cicinden (süslü nutuklarındandır") buyurdu.

Varit olduğuna göre Hz. Ömer (r.a.), Abdülmuttalib'in kızı Safiyye'nin kö­lesi bir cinayet işleyince fidyeyi ödeme işini Hz. Ali (k.v.)'ye yüklemişti.

Hz. Ali, Safiyye'nin erkek kardeşinin (Ebu Talib'in) oğlu idi. Safiyye'nin mirasının ise oğlu Zübeyr'e ait olduğuna hükmetmişti.

Cenin diri olarak anne karnından çıktığı takdirde, diyet ile beraber kefa­ret de icap ettiği hususunda alimler arasında ihtilâf yoktur. Ancak ölü olarak çıktığı zaman kefaret gerekip gerekmeyeceği hususu ihtilaflıdır.

İmam Mâlik "Bu durumda gurre ve kefaret gerekir" diyor. İmam Ebu Hanife ile İmam Şafiî ise "Gurre gerekir, kefaret değil" diyorlar.

Ceninden dolayı alınmış gurrenin miras malı olup olamayacağında da ihti­lâf bulunmaktadır. Mâlik ve Şafiî diyorlar ki: Ceninden dolayı alınmış gurre, Allah'ın kitabına göre ceninden geriye kalmış bir miras sayılır, çünkü gurre de bir diyettir.

Hanefîler de şöyle diyorlar: Gurre sadece annenin hakkıdır. Çünkü bu an­nenin vücudundaki organlardan bir organın kesilmesi suretiyle onun aleyhine işlenmiş bir cinayet olup diyet sayılmaz.

Fukahadan Ebu Bekir el-Esamm'a göre diyet, katilin bizzat kendisi üzeri­ne düşer, âkıleye değil. Çünkü "Mümin bir köleyi azad etmesi ve ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır..." (Nisa, 4/92) ayeti, kendisine bu hüküm icap eden kişinin katil olduğunu gerektirmektedir, diyet de böyledir.

Zamanımızda ise sosyal düzen, Arapların eski nizamından farklı bir hale gelmiş, kabile bağlan ve bağlılığı kaybolmuş, her şahıs kabilesine değil kendi kendine dayanır olmuştur. İbni Abidin'in de beyan ettiği üzere son devir Hanefi alimlerinin bazıları buna göre hüküm vermişlerdir. Maamafih, şartlar mevcut ise ve uygulaması mümkün olduğu taktirde âkile sistemini ne kadar faydalı olacağı inkâr edilemez.

"Meğer ki sadaka olarak bağışlamış olanlar" cümlesinin manası şöyledir: Diyet öldürülenin ailesine verilir. Ama onlar bunu affedip bağışlarlarsa o za­man diyet icap etmez. Çünkü diyet, onların hatırını ve gönüllerini almak için, katil ile aralarında bir düşmanlık ve kavga olmasın diye ve ölen kişi sebebiyle uğradıkları zarar yerine bir tazminat olmak üzere vacip olmuştur. Affettikleri takdirde ise gönülleri olmuş, bundan vazgeçmiş demektir. Zaten Allah Teâlâ bu şekilde affa teşvik için "sadaka olarak bağışlamış olsunlar" diye ifade etmiştir.

Şayet maktul (öldürülen şahıs) Müslümanlarla savaş hali üzere bulunan (ehl-i harp) düşman bir kavimden olup kendisi mümin ise ve hicret etmediği için onun iman ettiğini Müslümanlar bilmiyorsa, onlara diyet verilmez. O durumda katilin sadece mümin bir köle azad etmesi icap eder. Yukarıda geçen Haris b. Yezîd'i Ayyâş'ın öldürmesi hadisesi buna bir misaldir. Aynı şekilde dar-ı harpte iman edip de müslümanlığı bilinmediği için öldürülmüş olan herkesin hükmü böyledir.

Fakat öldürülen şahıs Müslümanlarla barış üzerine antlaşma yapmış (muahid) bir kavimden ise, -zimmîler ve sulh akdi yapmış kimseler gibi- mirasçılarına da ölülerinden dolayı diyet verilmesi gerekir. Mümin veya kâfir muahidin (antlaşmalının) öldürülmesinden ötürü icap eden bedel tam bir diyet ve mümin bir köle azad etmektir. Bu İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür. Çünkü ayetin misâk (antlaşma) ehli olan muahidler ve zimmîler hakkındaki zahir hükmü bunu göstermektedir. İmam Ebu Hanife kısas hususunda Müslüman ile zimmiye eşit kabul ettiği diyette de eşit kalmak etmektedir.

İmam Malik'e göre ise hataen ve kasten öldürme durumlarında muahidlerin diyeti Müslümanların diyetinin yarısı miktarıdır. Ahmed ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisinde Resulullah (a.s.) "Kâfirin diyeti Müslümanın diyetinin yarısıdır" buyurmaktadır. Amr b. Şuayb dedesinin şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) zamanında diyet sekiz yüz dinar ve sekiz bin dirhem idi. Ehl-i Kitabın diyeti ise Müslümanların diyetinin yarısı kadardı. Bu böyle sürdü. Ömer (r.a.) halife seçilince kalkıp "Şüphesiz develerin kıymeti çok pahalandı" diye hitap ederek gümüş ehline on iki bin dirhem, altın ehline bin dinar, sığırı olanlara yüz sığır, koyunu olanlara iki bin koyun, hülle (kat elbise)den de ikiyüz hülle olarak diyet takdir etti. Zimmîlerin diyetini bıraktı ve hiçbir şeylerini artırmadı. Dört sünen sahibi de Rasul-i Ekrem (a.s.)'in "Muahidin diyeti Müs­lümanların diyetinin yarısı kadardır" hadisini rivayet etmişlerdir.

İmam Ahmed'den, kasten öldürme durumunda muahidin diyetinin Müslümanın diyeti gibi başka hallerde ise yarısı kadar olacağı rivayet edilmiştir.

İmam Şafiî ise şöyle diyor: Hataen ve kasten öldürme durumunda muahi­din diyeti Müslümanın diyetinin üçte biri kadardır. Çünkü bu meselede söyle­nen hükmün en azı budur. Hz. Ömer (r.a.) onun diyetini dört bin dirhem olarak takdir etmiştir ki bu da Müslüman diyetinin üçte biri olmaktadır.

Diyeti maktulün varisleri alırlar. Diyet miras gibidir. Borçlar ondan kapa­tılır, vasiyetler ondan yerine getirilir ve kalan da mirasçılara dağıtılır. Rivayete göre bir kadın gelerek kocasının diyetinden kendi hissesini talep eder. Hz. Ömer (r.a.) "Sana bir şey düştüğünü bilmiyorum, diyeti almak da âkile olan asabelere aittir" der. Bazı sahabiler Resulullah (s.a.)'ın kocanın diyetinden ka­rısına da miras verilmesini emrettiğine şahitlik edince Hz. Ömer (r.a.) de aynı hükmü verir.

Azad edecek köle veya bedeli olan mala sahip olmayan ya da zamanımızdaki gibi köle bulamayan (ki bu İslâm'ın hedeflerindendir) kimse, peşpeşe iki kameri ay müddetince oruç tutar, şer'i bir özür bulunmaksızın iftar ile bu gün­lerin arası kesilmez, kesilecek olursa oruca yeniden başlamak lâzım gelir.

"Allah'tan bir tevbe olarak" Allah Teâlâ bu hükümleri kendi tarafından bir kabul ve rahmet olmak üzere, gönüllerinizi de, hataen öldürme cürmüne götü­ren kusur, ihmal, araştırmama ve dikkatsizlik izlerinden temizlemek için meş­ru kılmıştır.

Allah Teâlâ gönüllerin ahvalini, onları neyin tertemiz yapacağını hakkıyla bilendir. Hata yoluyla katil olanın kasten suç işlemediğini de bilmektedir. O yüzden ona kısas cezasını yüklememiştir. Yine Allah Teâlâ koyduğu hüküm ve kanunlarda hikmet sahibidir. Tazminat olarak diyet takdir etmesi de son dere­ce hikmet ve maslahat eseridir. [26]

Kasten Öldürme:


Bir mümini kasten (taammüden) öldüren kişinin bu fiilinden dolayı cezası ise ebedî cehennem azabıdır, yani orada temelli kalacaktır. Allah ona gazap etmiştir, bu büyük cürmü, cinayeti işlemesinden ötürü ondan intikam alır, rezil ve rüsvay eder. Ona lanet etmiştir, yani onu rahmet-i ilâhisinden uzak kılıp ona büyük bir azap hazırlamıştır.

Kasten o adamı öldüren katilin tevbesi kabul olunur mu?

İbni Abbas (r.a.) ile sahabe ve tabiinden bir kısım zevata göre [27] kasten katil olan kişi için tevbe söz konusu değildir. Bu suçun ne kadar büyük olduğu­nu gösteren birçok hadis mevcuttur. Nitekim yukarıda geçen İbni Ömer (r.a.) ve Berâ b. Azib (r.a.) hadisi bunlardandır. Durum burada şirkten tevbe etmiş kişininkinden -katil olmuş, zina etmiş olabilir- farklıdır, onun tevbesi kabul olunur. Çünkü o, müşrik haldeyken, bu gibi suçları haram kılan İslâm şeriatına iman etmiş değildi, onun bir nevi mazereti bulunuyordu. Ayrıca onunla ilgili hüküm İslâm'a girmesini teşvik edici mahiyettedir. Fakat öldürmenin haramlığını, suç olduğunu bilen bir müminin böyle bir özrü bulunmamaktadır.

Cumhura göre ise taammüden, kasten katil olanın tevbesi de kabul olu­nur. Allah Teâlâ: "Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşanlar Allah'ın rahmetin­den ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz ki O çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir." (Zümer, 39/53) buyur­maktadır. Bu hitap, küfür, şirk, şüphe, nifak, kati (öldürme), fasıklık vb. bütün günahlar hakkında umumidir. Her kim tevbe edecek olursa Allah da onun tevbesini kabul eyler. Yine Cenab-ı Mevlâ azze ve celle şöyle buyurur: "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını yarlıgamaz. Ondan başka şeyi dileyeceği kim­seler için, yarlıgar." (Nisa, 4/48). Bu da Allah'a şirk koşma ve O'na eş tanıma dışındaki bütün günahlar için geçerlidir.

Buhari ve Müslim'de rivayet olunduğuna göre İsrâiloğulları zamanında bir adam yüz kişi öldürmüş, sonra da bir alime tevbe etmesine imkân kalıp kalmadığını sormuş. Alim de "Senin ile tevbe arasına kim girebilir ki, neden engel bulunsun?" demiş, sonra ona günahlarından uzaklaşıp tevbe ederek Al­lah'a ibadetle meşgul olacağı bir başka şehre gitmesini tavsiye etmiş. Adam da oraya hicret ederken yolda ölmüş. Adamı rahmet melekleri alıp götürmüşler. Israiloğulları zamanında böyle olduğuna göre bu ümmette olması daha da evlâ ve lâyıktır. Çünkü Allah Teâlâ İsrâiloğulları'na yüklediği ağır yük ve sorumlulukları bizden kaldırmış, sevgili peygamberimizi dosdoğru ve müsamahakâr İs­lâm dini ile göndermiştir.

Ayrıca kâfirlik, katillikten daha büyük bir günah ve suçtur. Kâfirlikten tevbe kabul olunduğuna göre adam öldürmekten tevbe etmek de daha evlâ ola­rak kabul edilir. Sonra Furkan süresindeki şu ayet de katilin tevbesinin kabul edileceğine delâlet etmektedir: "Onlar ki Allah'ın yanı sıra bir başkasını tanrı edinip ona tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve onun içinde hor ve hakir olarak ebedî bırakılır. Ancak tevbe ve iman edip salih (iyi) amel işleyen bunun dışındadır." (Furkan, 25/68-70).

"Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası... cehennemdir." ayet-i kerimesi­ne gelince, Ebu Hureyre (r.a.) ve seleften bir cemaat bu hususta şöyle demekte­dir. Allah Teâlâ, o kişiyi cezalandıracak olursa cezası budur. Her bir günaha dair bildirilen tehditler de buna göre izah edilir. Muvazene, yani iyilikler ile kö­tülüklerin tartılıp karşılaştırılacağı görüşünde olan alimlere göre günahkâr bir kişinin bir takım salih amelleri bulunabilir. Bunlar da bu yüzden gereken ceza­nın ona erişmesini engelleyebilir.

Cumhurun görüşüne göre, sayesinde kurtulacağı salih bir ameli bulunma­dığı taktirde o kişi ebediyen orada bırakılmaz. Hulud kelimesi, o taktirde de­vamlı kalmak değil, çok uzun bir müddet kalmak manasına hamledilir. Çünkü Resulullah'tan (s.a.) şu manada bir çok hadis tevatüren gelmiştir: "Kalbinde zerre ağırlığından daha az iman bulunan kimse de sonunda cehennemden çıka­rılır."

İkrime ve İbni Cüreyc gibi bazı alimlerin kanaati ise ayet-i kerimenin hükmünün öldürmeyi helâl sayan kimseyle ilgili olduğu yolundadır. Onlar "kasten (müteammiden)" kelimesini "helâl sayarak" manasında tefsir etmekte­dirler. Öyle olanın cezası da cehennem azabında devamlı, ebediyen kalmaktır.

Fahreddin er-Râzf nin cevabındaki tercihi ise şöyledir: Bu ayet-i kerime iki yerde tahsis olunmuştur:

Birincisi: Kasten öldürme, düşmanlık yoluyla olmadığı takdirde kısas du­rumundaki öldürme gibidir.

İkincisi: Katilin tevbe ettiği öldürme. Ayete bu iki yerde tahsis girdiği za­man, biz de "Ondan başka şeyi, dileyeceği kimseler için yarlıgar" (Nisa, 4/48) ayetine dayanarak affın hasıl olduğu durumlarda umum (genellik) ifadesini tahsis eyleriz. [28]


[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/179.


[24] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/232-233.


[25] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/234.


[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/179-184.


[27] İbni Kesir, 1/536; Zemahşerî, 1/417.


[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/184-186.

24 Ocak 2019 Perşembe

Topukların Yıkanması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

29. Topukların Yıkanması
İbn Sîrin abdest aldığında yüzük yerini yıkardı.

165- Muhammed İbn Ziyad şöyle demiştir: Biz abdest kabındaki sudan ab­dest alırken Ebû Hureyre 
radıyallahu anh bize uğrar ve şöyle derdi: Abdestinizi tam alın. Çünkü Ebû'l-Kâsım Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

Ateşten dolayı vay topukların haline".

Açıklama

İbn Sîrin abdest aldığında yüzüğünü oynatarak yüzük yerini yıkardı. Bun­dan yüzüğün geniş olduğu ve hareket ettirildiğinde suyun yüzük yerine ulaştığı anlaşılır.

Ebû Hureyre 
radıyallahu anh abdest alanlarda kusurlu bir davranış gördüğünden ve onlar adına korktuğundan "abdestinizi tam alın" demiş olabilir.

Hz. Peygamber'den 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem künyesi ile yani Ebu'l-Kâsım diye söz etmek güzel ol­makla birlikte, onu peygamberlik vasfı ile nitelemek daha güzeldir.

Bu hadis, âlimin fetva verdiğinde, dinleyenlerin aklında daha iyi kalsın diye delili ile zikretmesi gerektiğini gösterir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

23 Ocak 2019 Çarşamba

Abdest Alırken Ağza Su Vermek (Mazmaza Yapmak)

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

28. Abdest Alırken Ağza Su Vermek (Mazmaza Yapmak)

İbn Abbas ve Abdullah İbn Zeyd 
radıyallahu anhum bunu Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem rivayet etmişlerdir.

164- Hz. Osman'ın azadlısı Humran'dan rivayet edildiğine göre Hz. Osman 
radıyallahu anh abdest almak için su istedi. (Su gelince) kaptan ellerine su dökerek ellerini üç kere yıkadı. Sonra sağ elini kaba soktu ağzını çalkaladı, burnuna su verdi ve sümkürdü. Sonra üç kere yüzünü yıkadı. Sonra üç kere dirseklere kadar kollarını yıkadı. Sonra başını meshetti. Sonra her bir ayağını üçer kere yıkadı. Sonra şöyle dedi: Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem benim aldığım gibi abdest aldı­ğını gördüm. O şöyle buyurdu:

"Kim benim bu aldığım abdest gibi abdest alır, sonra içinden bir şey geçirmeksizin iki rekat namaz kılarsa Allah onun geçmiş günahla­rını bağışlar".

Açıklama
Bazıları kişinin içinden bir şey geçirmemesi ile kasdedilenin ihlas veya kişi­nin kendini beğenmemesi olduğunu söylemişlerdir. Kişi kendi nefsinde bir meziyet görerek kendini beğendiğinde durumunun değişerek kibirlenmesinden ve helak olmasından korkulur.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR