15 Aralık 2018 Cumartesi

YASİN SÛRESİ 1-12. ayetlerin tefsiri


Kuran, Peygamber Ve Kendilerine Peygamber Gönderilenler
1- Yâ, sîn.

2-Hikmetle dolu olan Kur'an'a yemin olsun ki,

3-Hiç şüphesiz sen, peygamberlerdensin

4- Sen dosdoğru bir yol üzerindesin.

5- (Bu Kur'an) Aziz ve Rahim (olan Allah) tarafından İndirilmiştir.

6- Ataları uyarılmamış, bu yüzden gafil kalmış bir kavmi uyarman için (indirilmiştir).

7- Şüphesiz ki bu vaad insanların çoğuna hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler.
8- "Şüphesiz biz (inkârda ısrar eden) kâfirlerin boyunlarına (çenelerine kadar dayanan) demir halkalar geçirdik. Bu yüzden onların başları yukarıdadır." (Hakk'ı göremezler).

9- Onların hem önlerine, hem de arkalarına birer set çekerek gözlerini Perdeledik. Artık onlar göremezler.

10- Sen onları uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler.

11- Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarırsın. Sen o kimseyi mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.

12- Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz ve insanların dünyada yaptıklarını ve (öl­dükten sonra geride bıraktıkları) eserlerini biz kaydederiz. Biz her şeyi apa­çık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir.


Açıklaması:


'Ya, sîn. Hikmetle dolu olan Kur'an'a yemin olsun ki hiç şüphesiz sen peygamberlerdensin. Sen dosdoğru bir yol üzerindesin." Ya, sîn. Sonsuz hikmetli, nazmı ve manasıyla muhkem olan Kur'an'a yemin olsun ki sen ey Muhammed, Allah tarafından kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan dos­doğru ve sağlam bir din, eksiksiz bir metod üzerinde olan bir rasulsün.

Bu ayetlerde Kur'an'ın baki bir mucize, Hz. Muhammed'in nübüv­vetinde sadık olan, Rabbi tarafından daimî bir risaletle gönderilen Allah Rasulü olduğuna işarettir.

"(Bu) Aziz ve Rahim (olan Allah) tarafından indirilmiştir." Bu Kur'an, bu din ve senin getirdiğin bu yol mümin kullarına çok merhametli olan iz­zet sahibi Allah nezdinden indirilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu gös­teriyorsun. O yol, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. İyi bilin ki, bütün işler Allah'a döner." (Şûra, 43/52-53).

Bu, Kur'an'ın mertebesine ve Kuranın Rahman'ın en büyük nimet­lerinden biri olduğuna delâlet eden açık bir delildir.

"Ataları uyarılmamış, bu yüzden gafil kalmış bir kavmi uyarman için (indirilmiştir)."

Ey Peygamber! Seni kendilerine daha önce hiçbir uyarıcı peygamber gelmeyen ve onların yakın babalarına da kendilerini uyaracak ve Allah Tealâ'nın hükümlerini kendilerine tanıtacak hiçbir peygamber gelmeyen Araplara gönderdik. Bundan dolayı onlar insanlığı iki cihanda saadete er­direcek hükümleri, nur ve hakkı bilmekten gafildirler.

Fakat burada sadece kendilerinin zikredilmesi, önem verilmesi ve hitabın bunlara yöneltilmesi, Rasulullah'ın bütün insanlara gönderilmiş ol­masına engel değildir. Bunun delili onun peygamberliğinin umumi oluşu hakkındaki ayetler ve bilinen mütevatir hadislerdir.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ki ben, Allah'ın hepinize (gönderdiği) elçisiyim." (A'raf, 7/158). Peygamberimiz (s.a.) Buhari, Müslim ve Neseî'nin Cabir'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: "Önceki peygamberler, sadece kendi kavmine gönderildi. Ben ise bütün insanlara gönderildim."

"Şüphesiz ki bu vaad insanların çoğuna hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler." Yani azap Mekke halkının çoğuna vacip olmuştur. Bu azap Levh-i Mahfuz'da, onlar Kur'an'a ve Hz. Muhammed (s.a.)'e iman etmezler şeklinde tescil edilen husustur. Onlar hayatları boyunca küfür üzerine ısrar edip, küfür üzerine öleceklerini Allah'ın ezelî ilmiyle bildiği kimselerdir.

Ayetteki "kavi "den murad, ezelî kaza ve hükümdür. Bu zorlama ve mecburiyet yoluyla olmayan, bilakis kulların kendi tercihleri ve küfür üzerine ısrar etmeleri sebebiyle meydana gelen ve Allah'ın ezelde ken­dilerinin son durumlarını bilmesi sebebiyle gerçekleşen hükümdür. Bu ayette, telaşlanmaması ve onların iman etmemelerinden dolayı üzül­memesi için Peygamberimiz (s.a.) teselli edilmektedir.

Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin küfür üzerinde kararlı olduk­larına ve onların iman etmelerine hiçbir yol olmadığına bir misal vererek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz biz (inkârda ısrar eden) kâfirlerin boyunlarına (çenelerine kadar dayanan) demir halkalar geçirdik. Bu yüzden onların başları yukarıdadır." Yani biz onların bir şey yapmalarına engel olmak üzere ellerini kelepçelerle boyunlarına bağlamışızdır. Böylece onlar gözleri yerde, başları yukarıda olan kimseler oldular.

Bu şu anlama gelmektedir: Allah onları, hakka yönelmemeleri ve bakışlarını hakka doğru yöneltmemeleri hususunda elleri bağlı, başları yukarıda kimseler gibi kılmıştır. Onlar aynı zamanda iki set arasında ayakta duran kimseler gibidir. Ne önlerini, ne de arkalarını görebiliyorlar. Onlar Allah'ın ayetlerine bakmaktan gözleri körelmiş durumdadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Biz onların hem önlerine, hem de arkalarına birer set çekerek göz­lerini perdeledik. Artık onlar göremezler." Müşriklerin durumlarının tasviri hususunda daha önce belirtilen misali pekiştirmek üzere onların Allah'ın ayetlerine bakma hususunda böbürlenmeleri sebebiyle tıpkı önünden ve arkasından iki setle kuşatılan kimseler gibi görmekten mahrum bırakıl­mışlardır. Dolayısıyla hiçbir şeyi göremezler. Onlar hiçbir hayırdan istifade edemezler ve hayra yol bulamazlar. Çünkü biz onların gözlerini hakka kar­şı kapattık.

Bu örnek bilgisizlik, geri kalmışlık, ilkelik özelliklerine sahip olan id­rakleri ve gözleri medeniyet, ilerleme ve kalkınmanın verileri hakkında düşünmekten mahrum bırakılan kişiler için isabetli bir örnektir. Bu manevî-ilâhî şeddin gözle görülen maddi engel şeklindeki şedde benzetil­mesi hususunda gayet parlak bir temsildir.

Geçen örneklerin sonucu olarak: "Sen onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." Senin, küfürleri üzerinde ısrar eden bu kimseleri uyarman ve uyarmaman eşittir. Onlar hakkı kabul etmeye, Al­lah'ın çağrısına boyun eğmeye, Hz. Peygamber (s.a.)'in risaletinin doğ­ruluğuna delâlet eden delilleri incelemeye, Allah Tealâ'nın varlığına ve bir­liğine delâlet eden kâinatın ve görünen âlemin hayret verici delillerini düşünmeye müsait olmadıkları müddetçe uyarıda bulunmak bu kimselere yararlı olmayacaktır.

Uyarının faydalı olup olmaması hususuna gelince, Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Sen ancak Kur'an a uyan ve görmediği hal­de Rahman'dan korkan kimseyi uyarırsın. Sen o kimseyi mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele." Yani senin uyarman sadece Kur'an-ı Azîm'e iman eden, onun hükümlerine ve esaslarına uyan, henüz Allah'ın cezasını gör­mediği halde Allah'ın cezasından korkan ya da Cenab-ı Hakk'ı görmediği halde Ondan korkan kimselere yararlı olabilir. İşte bu kimselere günah­larının mağfireti, Allah'ın rızası, değerli mükâfat ve ebedî nimet -cennet-müjdesini ver. Bu ayetin benzeri şudur: "Görmedikleri halde Rablerinden korkanlar için bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vardır." (Mülk, 67/12).

Allah Tealâ daha sonra müminlere ve mümin olmayanlara verilecek mükâfat ve cezanın meydana geleceğini vurgulamak üzere şöyle buyurdu:

"Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz ve insanların dünyada yaptıklarını ve (öl­dükten sonra geride bıraktıkları) eserlerini biz kaydederiz."

Yani biz fiilen ölüleri diriltmeye ve kabirlerinden canlı olarak çıkar­maya kadiriz. Onların geçmişte yaptıkları iyi-kötü bütün amellerini, ar­kada bıraktıkları güzel ve çirkin bütün eserlerini tescil edecek olan biziz. Yani onların bizzat yaptıkları amellerini ve kendilerinden sonra arkaların­da bıraktıkları eserlerini kayda alır, yazarız. Bütün bunlara hayırsa hayır, serse şer olarak karşılık veririz. Kim fazileti yaymak için çalışırsa, onunla mükafatlandırılır. Kim de çirkinlik ve kötülüklerin yayılması maksadını güderse bundan dolayı hesaba çekilir.

Müslim'in Cerir b. Abdillah el-Becelî'den rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir: "Kim İslâm'da güzel bir çığır açarsa, onun ecrine ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin ecrine nail olur. Ancak kendisinden son­rakilerin ecirlerinden hiçbir şey eksilmez. Kim İslâm 'da kötü bir çığır açar­sa, onun günahını ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahını alır. Ancak kendisinden sonrakilerin günahlarından hiçbir şey eksilmez."

Yine Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygam­berimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlu öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak şu üç amel hariç: Kendisiyle faydalanılan ilim, kendisine dua eden salih evlât, kendisinden sonra devam eden sadaka."

Allah Tealâ daha sonra eserlerin yazılmasının sadece insanlara mah­sus olmadığını, bütün eşyayı içine aldığını bildirmek üzere şöyle buyurdu:

"Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir." Yani biz kul­ların amellerinden her şeyi ümmü'l-kitapta -varlıklarla ilgili her şeyin tes­cil edildiği Levh-i Mahfuz'da- tespit ve tescil ettik.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin nezdinde bir kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne de unutur." (Taha, 20/52); "İnsanların dünyada yaptıkları her şey amel defterlerinde kayıtlıdır. Küçük-büyük hepsi satır satır yazılmıştır." (Kamer, 54/52-53). [1]


[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/581-584.

14 Aralık 2018 Cuma

AL-İ İMRAN SÛRESİ 137-141. ayetlerin tefsiri


Yalancılarla Takva Sahiplerinin Akıbeti Ve Müminlerin Cihadla Aziz Olması


137- Sizden evvel bir çok ümmetler ge­lip geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların son­ları nice oldu, görün.

138- Bu, inananlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için de bir bidayet ve bir öğüttür.

139- Gevşemeyin, üzülmeyin de. Siz eğer müminler iseniz, muhakkak üs­tünsünüz.

140,141- Eğer size bir yara isabet ettiy­se o topluluğa da öylece bir yara isabet etmiştir. İşte o günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Al­lah müminleri ayırt etsin, içinizden şe­hitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir de müminleri Allah temizlesin, kâ­firleri de helak etsin diye.


Nüzul Sebebi

"Gevşemeyin, üzülmeyin de..." buyruğunun inişi ile ilgili olarak İbni Abbas der ki: Resulullah (s.a.)'ın ashabı Uhud günü bozguna uğradı. Hâlid b. Velid dağın tepesinden arkalarından dolaşarak müşriklerin atlılarıyla birlikte üzer­lerine doğru geliyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) şöyle dua etti: "Allahım, bizim üstümüze çıkmasınlar, Allahım bizim gücümüz ancak seninledir. Allahım bu beldede bunlardan başka sana ibadet eden kimse yoktur." Bunun üze­rine Yüce Allah bu ayet-i kerimeleri indirdi. Müslümanlardan bir grup okçu or­taya çıkarak tepeye tırmandı ve onları geri çekilmek zorunda bırakıncaya ka­dar müşriklerin atlılarına ok attılar. İşte Yüce Allah'ın, "Muhakkak üstünsü­nüz" buyruğu bunu anlatmaktadır.[8]

"Eğer size bir yara isabet ettiyse..." buyruğunun baş taraflarının nüzul se­bebi ile ilgili olarak Raşid b. Sa'd der ki: Resulullah (s.a.) Uhud günü kederli ve üzüntülü olarak dönünce kimi kadınlar -hafifçe üzüntü ve keder sesleri çıkararak- kocasını, oğlunu öldürülmüş olarak getiriyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.), "Allah'ın Rasulüne böyle mi yapılır?" dedi, Yüce Allah da, "Eğer size bir yara isabet ettiyse..." ayetini indirdi.[9]

140. ayet-i kerimede "... içinizden şehitler edinsin" buyruğunun nüzulüne gelince: İbni Ebi Hatim, Ikrime'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kadınlar, Uhud'dan bekledikleri haberlerin gecikmesi üzerine durumu öğrenmek üzere dışarı çıktılar. Deve üstünde gelen iki adam gördüler. Bir kadın, "Resulullah (s.a.) ne durumda?" diye sordu, "hayattadır, dediler. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: "Allah'ın kullarından bazılarını şehit yapması umurumda de­ğildir." Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'in ayeti onun dediği şekilde, "İçinizden şehitler edinsin..." diye nazil oldu. [10]

Açıklaması

Gerçek şu ki Allah'ın meşieti (dilemesi), sabit bir takım düzenlemelere, sa­pasağlam, hikmeti sonsuz sünnetlere göre cereyan etmektedir. Bunda sebep ve sonuçlar arasında işin başlangıcındaki durumlar ile sonunda karşılaşılan du­rumlar arasında bir ilişki vardır. Şüphesiz bununla birlikte Allah her şeye kadirdir. Geçenler hakkında olsun, sonrakiler hakkında olsun onun sünneti şu­dur: İtaat eden, iman eden, kendilerine tevfik verilenlerin yolu üzere giden kimse mutluluğa, zafer ve kurtuluşa nail olur. İsyankâr ve yalanlayıcıların yo­lunu izleyenlerin akibeti ise helak olmaktır.
Barış hallerinde kişi ziraat, sanayi, ticaret ve buna benzer işler hakkında istenen usul ve ilmî esaslara, bilinen tecrübelere uygun olarak yol aldığı tak­dirde başarı kazanır, maksadına nail olur. İsterse inkarcı, putperest veya mecusî olsun. Şayet makul olandan uzaklaşır, alışılmış olanın dışına çıkarsa -is­terse salih ve takva sahibi bir kimse olsun- zarar edenlerdendir.

Savaş hallerinde ise eğer komutan düşmanla savaşmak için her çağda uy­gun olan hazırlığı yapacak olursa, Yüce Allah'ın, "Onlara karşı gücünüz yetti­ğince hazırlık yapınız..." (Enfal, 8/60) buyruğunu yerine getirir, orduyu üstün ve sağlıklı bir şekilde savaş tekniklerine uygun olarak eğitirse zafer ve galibi­yet Allah'ın yardımıyla onlara ulaşır. Şayet gerekli hazırlıkları ve eğitimi ih­mal ederse bu sefer bozguna mahkûm olurlar.

Yeryüzünde yürüyüp de ümmetlerin durumlarını yakından izleyen, tarihi düşünen, haberleri öğrenen bir kimse değişmez ilâhî sünnetin sonuçlarıyla karşılaşacaktır. Bu ise güzel davrananların arzularını elde edip zafere kavuş­ması, kötü davrananların da zarara uğramasıdır.

İşte bu, uygun hareket etmeyen, Uhud'da Resulullah (s.a.)'ın emrine aykı­rı davranan kimseler için bir uyarma; Bedir günü ise zaferin sebat, samimi ola­rak düşmana karşı koyma, Allah'a ve Rasulüne itaat edip Allah'a güzel bir şe­kilde tevekkülde bulunma, O'nun kudret, rahmet ve lütfuna duyulan güven se­bebiyle gerçekleştiğine dair bir hatırlatmadır.

Bütün bunlar Kur'an-ı Kerim'de tüm insanlara açık seçik bir beyanattır. Aralarından özellikle takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in hidayetinden yararlananlar onlardır, "İşte bu Kitap, onda hiç bir şüphe yoktur, takva sahipleri için bir hidayettir." (Bakara, 2/2); "İşte bunlar hakim olan Kitap'ın ayetleridir. İhsan edenler için hidayet ve bir rahmettir." (Lokman, 31/2-3). O herşeyi açık ve seçik bir şekilde açıklar. Öncekilerin düş­manlarına karşı ne durumda olduklarını beyan eder. Haramlara bulaşmaktan, emirlere aykırı davranmaktan alıkoyar, uyarır.

İşte bu, müşriklerin ve münafıkların, "Şayet Muhammed gerçek bir pey­gamber olsaydı, Uhud vakasında yenilgiye düşmezdi." şeklindeki sözlerini çü­rütmektedir. Çünkü şanı yüce Allah'ın sünnetinin peygamberler için de rasuller için de diğer insanlar için de geçerli olduğu bu olaydan açıkça anlaşılmaktadır. Askerleri tarafından kendisine itaat edilmeyip emirlerine aykırı hareket edilen komutanın ordusu mutlaka bozguna maruz kalır.

Müminler bu gerçeği bildiklerine göre Uhud'da cereyan edenler ve kendi­lerine isabet eden yaralar dolayısıyla savaşta zaaf göstermemelidirler. Uhud'da aralarından isabet alıp şehit düşenlere üzülmemelidirler. Çünkü aralarından öldürülen kimseler kıyamet gününde Allah katında ikrama mazhar olacak şe­hitlerdir. Bu vakıa Müslümanlar için bir ders, bir eğitim olmuştur. Bundan do­layı Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Uhud günü eğer yenilgi ile zafer ka­zanmaktan birisini seçmek hususunda muhayyer bırakılsaydım, şüphesiz yenilgiyi seçerdim."

Ey müminler! Siz en üstün kimseler iken, güzel akibet ve zafer sizin iken zaaf göstermemeniz, üzülmemeniz gerekir. Sizin sonunda zafere kavuşmanız ise, Yüce Allah'ın güzel akibeti takva sahiplerine vermesi sünnetinin bir gere­ğidir. Müminler arasından öldürülenlerin cennette olması, kâfirlerin maktullerinin ise cehennemde olması da bu sünnetin bir gereğidir. Zaaf göstermenin ve üzülmenin yasaklanmasından kasıt, (düşmana) teslimiyet göstermenin yasak­lanması ve samimi bir kararlılık, güçlü bir irade, Allah'tan güzel şeyleri um­mak, ona gereği gibi tevekkül edip yardıma güvenmekle birlikte, gereken ha­zırlıkların da yapılmasına yeniden dönmektir.

Acılarınız, yaralarınız ve savaşta öldürülenleriniz sebebiyle nasıl olur da zaafa düşersiniz? Eğer Uhud'da size bir takım yaralar isabet etmiş, sizden bir grup öldürülmüş ise düşmanlarınıza da buna yalan bir musibet gelip çatmış, onlardan da bir takım kimseler öldürülmüş ve yaralanmıştı. Hatta Bedir'de onlar bundan da daha büyük bir acıya maruz kalmışlardı. Sizler Uhud'da ye­nilgiye uğradınız ise Bedir'de de muzafferdiniz. Günler döner dolaşır, savaşta da kimi zaman bu taraf, kimi zaman öbür taraf muzaffer olur. Kimi zaman le­hinize kimi zaman aleyhinizedir. Bütün bunlar ise bir hikmet sebebiyle böyle­dir. Bir gün batıl üstünlük kazanmışsa pek çok günde de hak galip gelir. So­nunda ise güzel akibet ihlâslı takva sahiplerinindir. Sirette yer aldığına göre Uhud günü Ebu Süfyan dağa çıkar, bir süre durduktan sonra şöyle der: Ebu Kebşe'nin oğlu -Muhammed (s.a.)'i kastediyor- nerede? -Ebu Kebşe Peygamber efendimizin süt annesi Halime'nin kocası olup Hz. Peygamberin süt baba­sıdır-. Nerde Ebu Kuhafe'nin oğlu -bununla da Hz. Ebu Bekir'i kastediyor-. Nerde Hattab'ın oğlu? Hz. Ömer der ki: "İşte Resulullah (s.a.) burada, Ebu Be­kir bu ve işte ben de Ömer." Bunun üzerine Ebu Süfyan der ki: "Bir gününüze karşılık bizim bu günümüzdür. Günler döner dolaşır, savaşta da zaferi kimi zaman bu taraf kimi zaman öbür taraf kazanır." Hz. Ömer ona şöyle der: "Ama arada bir eşitlik yoktur. Çünkü bizden ölenler cennette, sizden ölenler cehen­nemdedir." Ebu Süfyan şöyle der: "Bunu siz iddia ediyorsunuz. Eğer durum dediğiniz gibiyse o zaman biz zarar etmiş, umduğumuzu elde edememişiz de­mektir." [11]

Şüphesiz devletler arası durumların değişip durması adaletin ortaya çık­ması, düzenin yerleşmesi, Allah'ın umumî sünnetlerine bakanların öğrenmesi, müminlerin imanının tahakkukuna dair Allah'ın ilmini ortaya çıkarması, düş­manlarla çarpışmaya sabredenlerin açığa çıkması içindir. Bu Yüce Allah'ın, "Allah murdar olanı temiz olandan ayırt etsin diye." (Enfal, 8/37) buyruğunu andırmaktadır. Yani insanlar bu ikisi arasındaki farkı bilsin, birbirinden ayrıl­sınlar diye bunlar böyle oluyor. Bundan dolayı Uhud vakasından sonra Resulullah (s.a.) müşrikleri kovalamak ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Bizimle savaşa -yani Hamrâul-Esed gazvesine- fiilen savaşanlardan başka kimse gelmesin." O bakımdan yorgunluklarına, sıkıntılarına rağmen samimi müminler onunla birlikte gittiler. Yüce Allah'ın, "Allah ayırt etsin..." buyruğunu "Al­lah'ın bildiğini, bu şekilde insanların durumu öğrenmelerini sağlayacak suret­te açığa çıkarması" diye tefsir ettik. Çünkü Allah'ın eşya ve olaylara dair bilgi­si ezelden beri sabit olmuştur. Meydana gelen her bir olay daha önce Allah'ın ezeldeki bilgisine uygun olarak ortaya çıkar. Yoksa Allah'ın bilgisi cereyan eden vakıalara uygun bir hale gelmez. Şanı yüce Allah'ın bilmediği bir şey, hiç bir zaman sabit ve değişmez bir hakikat olamaz.

Bunun bir diğer sebebi de Allah'ın bir takım kimseleri Allah yolunda şehit olmak için hazırlamasıdır. Bu, O'nun yolunda öldürülsünler, rızası uğrunda canlarını feda etsinler diyedir. Bedir günü bazı kimseler şehadeti kaçırdılar. Bundan dolayı şehitlik mertebesine erebilmek için düşmanla karşılaşmayı temenni ettiler. Yüce Allah şehitlere berzahta özel bir hayat ve peygamberlere yakın bir derece verme lütfunda bulunmuştur. Şöyle buyurmaktadır: "Allah yo­lunda öldürülenleri sakın ölü sanmayasın. Aksine onlar Rableri nezdinde diri­dirler, mıhlanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169); "İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle birliktedirler." (Nisa, 4/69). Sözün burasında ihlâslarına dikkat çekmek üzere şehitlerin zıddı olanlardan söz edilmektedir. Yüce Allah kendilerine zulmetmeleri, yeryüzünde fesat çıkartmaları, insanlara haksızlık etmeleri dolayısıyla zalim ve kâfirleri cezalan­dıracağını, onların devlet ve sultalarının zevalini çabuklaştıracağını belirtmektedir. Çünkü zulmün kalıcılığı söz konusu değildir.

Daha sonra Yüce Allah savaş alanlarının bazı şeyleri ortaya çıkartıp açığa vurmak ve imanları arındırmak için uygun alanlar olduğunu pekiştirmektedir. Samimi müminler münafıklardan bu alanlarda ayırd edilir. İmanın doğruluğu, sarsılmaz bir kararlılık ve belâlara karşı sebat göstermek bununla ortaya çı­kar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki siz onunla karşı­laşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz. İşte ona bakıp dururken onu gör­dünüz." (Âl-i İmrân, 3/143). Uhud gazvesinde münafıklar geri dönmüş, çareyi kaçmakta bulmuşlardı. Hatta savaş esnasında kimi müminler dahi kaçmıştı. Bazıları ise Resulullah (s.a.)'ın etrafında sebat göstermişlerdi. Böylelikle düş­manla savaşma temennilerinin mücerred bir arzu olduğu, karar ve kalıcılığının olmadığı ortaya çıkmıştı. Buharî ile Müslim'de sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah'tan esenlik dileyiniz. Fakat onlarla karşılaştınız mı da sabır gösteriniz ve şunu bili­niz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."

Yine savaşın faydalarından birisi de kâfirlerin durumunu açığa çıkarması­dır. Onlar Uhud'da olduğu gibi zafer elde edecek olurlarsa azgınlık eder, haksızlık eder, şımarırlar. Bu ise onların yok olmalarına, helak olmalarına, kökle­rinin kazınmalarına, mahvedilmelerine sebeptir. Onların kalıcılıkları, devamlı­lıkları olmaz. Samimi müminler karşısında bu halleri devam etmez. Şayet Be­dirde olduğu gibi bozguna uğrayacak olurlarsa Allah da çabucak onları yok eder, darmadağın eder. Güzel akibet ise takva sahiplerinindir.

Bu ayetlerin muhtevasını dile getiren pek çok ayet-i kerime daha varit ol­muştur. Bunların bazıları şöyledir: "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin halinin benzeri başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve öyle sarsıldılar ki..." (Bakara, 2/214); "Elif, Lam, Mim. İnsanlar, "İman ettik" demeleriyle ve imtihan olunmadıkça bırakılıverileceklerini mi sandılar?" (Ankebût, 29/1-2) Bundan sonra gelen, "Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden cennete girive­receğinizi mi sandınız?" (Âl-i İmran, 3/143) ayeti de bunlardan birisidir. [12]



[8] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 71. Ancak bu rivayet hadis kaynaklarında tahric edilmemiş­tir; zayıf olduğu da görülmektedir.


[9] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 71. Ancak bu rivayet hadis kaynaklarında tahric edilmemiş­tir; zayıf olduğu da görülmektedir.


[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/358-359.


[11] İbni Kesîr, 1/412; Kurtubî, IV 234.


[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/359-363.

13 Aralık 2018 Perşembe

AL-İ İMRAN SÛRESİ 142-148. ayetlerin tefsiri


Cihadın Kutsallığı, İlkeler Üzerinde Sebat Gösterme Ve Ölümün Allah'ın İzniyle Gerçekleşen Bir İş Olduğu

142- Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?

143- Andolsun ki siz, onunla karşılaş­madan önce ölümü temenni ediyordu­nuz. İşte ona bakıp dururken onu gör­dünüz.

144- Muhammed, ancak bir peygamber­dir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üstünde geriye mi döneceksiniz? Kim iki ökçesi üstünde geriye dönerse elbette Allah'a zararı dokunmaz. Allah şükredenlere mükâ­fat verecektir.

145- Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimse ölmez. O vadesiyle yazılmış bir yazıdır. Kim dünya menfaatini dilerse ona ondan veririz. Kim de ahiret seva­bını dilerse ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.

146- Nice peygamber vardır ki berabe­rinde bir çok topluluklar savaşmıştır. Fakat Allah yolunda kendilerine isabet edenden dolayı gevşeklik göstermedi­ler, zaafa uğramadılar, boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever.

147- Onların sözleri yalnızca, "Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki taş­kınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!" demelerinden ibaretti.

148- Allah onlara dünya sevabını ve ahiret sevabının güzelliğini verdi. Al­lah iyilik edenleri sever.


Nüzul Sebebi

143. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Ashab-ı kiramdan bazıları şöyle diyorlardı: "Keşke biz de Bedir ashabının öldürüldüğü gibi öldürülsek. Yahut da bizim de Bedir günü gibi bir günümüz olsaydı. O günde müşriklerle savaşır ve güzel bir sınav­dan geçerdik. Yahut da şehitliği ve cenneti ya da hayat ve rızkı arardık." Bu­nun üzerine Allah onların Uhud'da bulunmalarını takdir etti. Allah'ın aralarından dilediği kimseler dışındakiler fazla isabet ve direnç gösteremediler. Yü­ce Allah da, "Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz" ayetini indirdi.

144. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir Hz. Ömer'den şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Uhud günü Resulullah (s.a.)'ın etrafından dağıldık. Ben tepeye çıktım. Yahudilerin "Muhammed öldürüldü" dediklerini işittim. Bu­nun üzerine ben de, "Kimin Muhammed öldü dediğini işitirsem boynunu uçururum" dedim. Baktım ve Resulullah (s.a.)'ı gördüm; insanlar ise savaştan ka­çışıyordu. Bunun üzerine, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayeti nazil oldu.

İbni Ebî Hatim, er-Rabî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Uhud günü Müslümanların başına felâketler gelip çatınca ve Allah'ın peygamberi hakkın­da "Öldürüldü" diye çağrışınca, bazıları, "Eğer o bir peygamber olsaydı öldürülmezdi" dediler. Diğer bazıları ise şu cevabı verdiler: "Peygamberiniz ne için sa­vaştıysa siz de Allah size zafer verinceye yahut ona kavuşuncaya kadar savaşı­nız." Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayeti­ni inzal buyurdu.

Atıyye el-Avfî dedi ki: Uhud gününde Müslümanlar bozguna uğrayınca ba­zıları, "Muhammed (s.a.) öldürüldü, o bakımdan onlarla (Kureyşlilerle) el ele veriniz; çünkü onlar ne de olsa kardeşlerinizdir" dediler. Bazıları da, "Eğer Mu­hammed öldürüldüyse niye ona kavuşuncaya kadar peygamberinizin takip edip gittiği yol üzerinden gitmiyorsunuz?" Bu sefer Yüce Allah da buna dair, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayetini indirdi.

İbni Râheveyh Müsned'inde ez-Zührî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Şeytan Uhud günü, "Muhammed öldürüldü" diye bağırdı. Kal) b. Mâlik der ki: "Resulullah (s.a.)'ın öldürülmediğini gören ilk kişi ben oldum. Miğferin al­tından onun gözlerini gördüm. Sesim çıkabildiği kadar "İşte Resulullah (s.a.) burada!" diye seslendim. Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayetini indirdi. [13]

Açıklaması

Allah yolunda cihad etmeden, savaşta sabır göstermeden cennete gireceği­nizi mi sandınız? Sınanmadan, denenmeden ve Allah aranızdan kendi yolunda cihad edenleri, düşmanlara karşı direnişte sabır gösterenleri ortaya çıkarma­dan öyle bir hedefe ulaşamazsınız. Bu ise Yüce Allah'ın, "Elif, Lâm, Mim. İn­sanlar "İman ettik" demekle ve onlar sınanmaksızın bırakılıvereceklerini mi sandılar?" (Ankebût, 29/1-2) ayetine benzemektedir.

Dikkat edilecek olursa ayet-i kerimede geçen, "(em)= yoksa" kelimesi "(bel)= bilakis" anlamında munkatı'dır. Başındaki hemzenin ise inkâr (yani kanaati red) anlamı vardır.

Cihadın bazı çeşitleri vardır: Nefse, hevaya, şeytana -özellikle gençlik dö­nemlerinde- karşı cihad, Allah'ın adını yüceltmek için, İslâm vatanını, toprağı­nı savunmak için can ile düşmana karşı cihad; din, ümmet, kamu maslahatı yolunda mal ile cihad, batıla karşı mücadele verip hakkı savunmak, hakka yar­dımcı olmak için verilen cihad.

İster daimî olsun, ister geçici olsun şer'î bütün mükellefiyetlerin eda edil­mesi halinde Allah'a ve Rasulüne itaat hususunda belâ, mihnet ve sıkıntı zamanlarında ve bir de düşmanlara karşı direnirken sabır, istenen bir husustur.

"Allah belli etmeden..." ifadesinden kasıt, sizin bu durumunuz ortaya çık­madan ve gerçekleşmeden demektir. Bu sizin cihad etmediğinizi, sabretmediğinizi göstermektedir. Gerçekte ise Allah ezelden beri sizin bu durumunuzu bil­mektedir. Ancak bunun dünya hayatında ortaya çıkarılmasından kasıt, kendi­leri için cennete girmelerini ve mağfiret edilmelerini gerektirecek şeylerin orta­ya çıkması suretiyle insanlara karşı delil ortaya koymak, belgelendirmektir.

Daha sonra Yüce Allah, Bedir'de hazır bulunmayan bazı müminlere hitap etmektedir. Söz konusu bu müminler Bedir şehitlerinin nail olduğu şehadet şerefine kendileri de nail olmak üzere Resulullah (s.a.) ile birlikte bir savaşta hazır olmayı temenni ediyorlardı. İşte müşriklerle Medine'nin dışına çıkıp karşı­laşmak üzere Resulullah (s.a.)'a ısrar edenler bunlardı. Hz. Peygamberin görü­şü ise Medine'de kalmak şeklinde idi. Yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Ey mü­minler! Sizler bu günden önce düşmanla karşılaşmayı temenni ediyor, bunun için yanıp tutuşuyordunuz. Onlarla karşı karşıya gelip çarpışmayı ve onlara karşı direnip sabır ve sebat göstermeyi arzuluyordunuz. İşte vaktiyle temenni ettiğiniz ve istediğiniz o şey gerçekleşmiş bulunmaktadır. Haydi savaşınız ve direncinizi ortaya koyunuz.

Ancak Uhud günü gelince onlardan bir topluluk geri döndü. Bundan dola­yı da Yüce Allah onlara serzenişte bulundu. Hasan-ı Basrî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s. a. )'in ashabından bazılarının, "Şayet Resulullah (s.a.) ile birlikte düşmanla karşılaşacak olursak şunu yaparız, bunu ederiz" dedikleri haberi bana ulaştı. Bununla imtihan olundular. Allah'a yemin ederim hepsi bu sözlerinde durmadı. İşte bunun üzerine Yüce Allah, "Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz." buyruğunu in­dirdi.

Ölümün temenni edilmesinin anlamı, Allah yolunda şehit olmayı temenni etmektir. Bedir'de hazır bulunmayan bir topluluk şehit olmayı temenni etmişti. Fakat Uhud'da düşmanlarla savaşa tutuşunca ve bunlar mızrakların birbirine girmesi, silahların ortaya çıkması, savaş maksadıyla askerlerin dizilmesi gibi ölümün sebeplerini görünce korktular, zaafa düştüler ve Resulullah (s.a.)'ı ok­ların karşısında, oklarla başbaşa bıraktılar. Kendisi ise onları yanında durma­ya, Allah'a ibadete, samimi bir şekilde düşmana karşı koyup sebat göstermeye çağırıyordu.

Yüce Allah'ın, "İşte ona bakıp dururken onu gördünüz." buyruğunun anla­mı "Ölümü gördünüz, yani onun sebeplerini gözlerinizle müşahade ettiniz" de­mektir. Bu ise sizin önünüzde kardeşleriniz, yakınlarınız öldürülüp bizzat sizin de ölümün kertesine yaklaştığınız vakit olmuştu. Bu, onların ölümü temenni etmeleri ve Resulullah (s.a.)'a ısrar edip Medine'nin dışına çıkmasına sebep ol­maları, arkasından da onu bırakıp kaçmaları ve onun yanında az sebat göster­meleri dolayısıyla onlara yapılan bir azardır.

Uhud günü Müslümanlar bozguna uğrayıp onlardan bir takım kimselerin öldürülmesinden sonra şeytan, "Şüphesiz Muhammed öldürüldü!" diye seslen­di. İbni Kamia müşriklere dönüp, "Muhammed'i öldürdüm" dedi. Resulullah (s.a.)'a bir darbe vurmuş ve başından yaralamıştı. Çoğu kimse Resulullah (s.a.)'ın öldürüldüğünü sanmıştı. Bunun üzerine de Yüce Allah, "Muhammed ancak bir peygamberdir; ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir." ayetini indirdi. Yani Peygamber (s.a.) öldürülmesinin mümkün olması hususunda ol­sun diye insanlara benzer demektir. Hz. Musa ile Hz. İsa ecelleri gelince vefat ettiler. Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya öldürüldüler. Bununla birlikte onların getir­dikleri din olduğu gibi kaldı. Onlara uyanlar bu dine sıkı sıkıya sarıldılar. O halde size düşen de önceden olduğu gibi, Muhammed ölse yahut öldürülse dahi din ve ilkeleriniz üzerinde sebat göstermektir. Çünkü Peygamber de diğer peygamberler gibi bir insandır. Onun da ecelinin sona ermesiyle birlikte sona ere­cek bir görevi vardır. Her kim Muhammed'e tapıyor idiyse şunu bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim de Allah'a ibadet ediyorsa şüphesiz ki Allah Hayy'dır, Bâki'dir, asla ölmez.

Daha sonra Yüce Allah dininden dönmek yahut Allah yolunda cihadı ve düşmanlara karşı direnişi bırakmak suretiyle zaafa uğrayan kimselerin bu tu­tumlarını inkâr ve reddetmektedir. Bu gibi kimselerin yaptıklarının Allah'a hiç bir zararı olmaz, böyle yapan ancak kendisine zarar verir. Allah, itaatini gereği gibi yerine getirerek, dini uğrunda savaşarak, hayatta iken de vefatından son­ra da Resulullah (s.a.)'a uyarak nimetine şükreden kimselere, onların şükürle­rine ve amellerine uygun bir şekilde dünyada da ahirette de lütuf ve rahmetiyle bağışta bulunmak suretiyle mükâfatlandıracaktır. Bu, Peygamber (s.a.)'in ölümüne bir hazırlıktı; Ömer (r.a.) benzeri kimselere de bir hatırlatmaydı. Bu­nun anlamı şudur: İnsanın başına gelen musibetlerin o insanın hak veya batıl üzere oluşuyla ilgisi yoktur.

Uhud'da Müslümanların sıkıntılarının artıp durduğu, herkesin arasında Peygamber (s.a.)'in öldürüldüğü şayiasının yayıldığı, müminlerden zaafa kapı­lan bir takım kimselerin, "Keşke Abdullah b. Ubeyy"e bir elçimiz gitse de o da Ebu Süfyan'dan bize eman alsa dediği, buna karşılık kimi münafıkların, "Ar­tık Muhammed öldürüldü, siz de haydi ilk dininize dönün" dediği bir ortamda Enes b. Mâlik'in amcası Enes b, Nadr şöyle demişti: "Şayet Muhammed öldürüldüyse şüphesiz Muhammed'in Rabbi öldürülmedi. Resulullah (s.a.)'tan son­ra hayatı ne edeceksiniz? Bu bakımdan O ne için savaştıysa siz de onun için sa­vaşınız ve O ne için öldüyse o uğurda ölünüz." Daha sonra, "Allahım şunların söyledikleri sözlerden dolayı sana özür beyan ediyorum. Ötekilerinin bu yap­tıklarından da beri olduğumu sana iletiyorum." dedikten sonra kılıcına sarıldı ve şehit edilinceye kadar savaştı. Allah ondan razı olsun.[14]

Buharî de der ki: Ebu Seleme'den rivayet edildiğine göre Aişe (r.anhâ) kendisine şunu bildirdi: Ebu Bekir (r.a) Sunh [15] denilen yerdeki evinden atı üzerinde geldi. Atından indi, mescide girdi. Aişe'nin yanına girinceye kadar kimse ile konuşmadı. Resulullah (s.a.)'a doğru yürüdü. O sırada Resulullah (s.a.)'ın üzeri habira (bir Yemen kumaş çeşidi) ile örtülüydü. Yüzünü açtı, sonra üzerine eğildi, onu öptü, ağladı. Daha sonra şöyle dedi: "Anam babam sana fe­da olsun. Allah'a yemin ederim, Allah seni iki defa öldürmeyecektir. Senin hak­kında takdir edilmiş olan ölümü tatmış bulunuyorsun."

ez-Zührî der ki: Ebu Seleme bana İbni Abbas'tan naklederek dedi ki: Ebu Bekir çıktığında Ömer insanlarla konuşuyordu. Ebu Bekir, "Otur ey Ömer" de­di ve daha sonra şöyle deyam etti: "Şimdi şunu bilin ki, kim Muhammed'e tapı­yor idiyse şüphesiz Muhammed öldü. Kim de Allah'a ibadet ediyorsa şüphesiz Allah Hayy'dır, O ölmez." Yüce Allah da, "Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir... Allah şükredenlere mükâfat ve­recektir." diye buyurmaktadır. (İbni Abbas) dedi ki: Allah'a yemin ederim ki in­sanlar adeta Ebu Bekir kendilerine bunu okuyuncaya kadar Yüce Allah'ın bu ayeti indirdiğini bilmiyor gibiydiler. Onun bu ayeti okuması üzerine herkes onunla birlikte bu ayeti okudu. Kimi gördümse bu ayeti okuduğunu işittim. İb­ni Mace Hz. Aişe'den de buna benzer bir rivayet nakletmektedir [16]

Yine ez-Zührî der ki: Bana el-Müseyyeb'in haber verdiğine göre Ömer (r.a.) şöyle demiş: Allah'a yemin ederim Ebu Bekir'in bu ayeti okuduğunu işitince, beni bir ter bastı. Öyle ki ayaklarım beni taşıyamaz hale geldi, sonunda yere yıkıldım.

Ebul-Kasım et-Taberî de -kendisine anlatılanlar ile ilgili olarak- senedini kaydederek İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Hz. Ali Resulullah (s.a.) hayatta iken, "Eğer o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üstünde geri mi döneceksiniz?" ayetini okur ve şöyle derdi: Allah'a yemin ederiz, Allah bize hi­dayet verdikten sonra ökçelerimiz üzerinde gerisin geri dönmeyiz. Allah'a ye­min olsun, o ölür veya öldürülürse ben de ölünceye kadar O ne için savaştıysa aynı yolda mutlaka savaşacağım. Allah'a yemin ederim, ben Onun kardeşiyim, onun velisiyim, amcasının oğluyum, O'nun mirasçısıyım. O'nun yolundan git­meye benden daha lâyık kim vardır [17]

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın kaderi ile olmadıkça ve Allah'ın kendisi için tespit ettiği süreyi tamamlamadıkça kimsenin ölmeyeceğini haber vermek­tedir. Bundan dolayı "O vadesiyle yazılmış bir yazıdır." diye buyurdu. Yani Yü­ce Allah ölümü belli bir ecel ile birlikte ve öne alınmayan, geri de bırakılmaya­cak bir şekilde süresi belirlenmiş olarak tespit etmiştir. Savaşın türlü tehlikeli hallerine maruz kalmış bir kahraman hayatta kalabilir, bununla birlikte evin­de saklanıp gizlenen korkak ölebilir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını an­dırmaktadır: "Uzun ömürlünün ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmesi de ancak bir kitaptadır." (Fâtır, 35/11); "O sizi balçıktan yaratan, sonra da bir ecel belirleyendir. Bir de onun nezdinde belirli bir ecel (kıyamet saati) daha var­dır." (En'âm, 6/2); "Artık ecelleri geldiği zaman ne bir saat (an) geciktirilir ne de öne geçebilirler." (Nahl, 16/61).

Ömür sınırlıdır. Eceller kesindir. Allah'ın tayin ettiği kaderler hakimdir. Herşeyde biricik mutasarrıf yalnızca O'dur. Bu bakımdan herhangi bir gecik­tirme yahut öne alma söz konusu olmaksızın, ilmine uygun olarak her bir ca­nın alınmasına izin verir. Savaşta yahut barışta olması da insanın ecelini de­ğiştirmez.

Bu ayet-i kerime ile korkaklar yüreklendirilmekte, savaşa teşvik edilmek­tedir. İleri atılmak yahut geri durmak ne ömrü eksiltir, ne de ona bir şey katar. Ömür Allah'ın elinde, sona erip bitmesi Allah'ın iradesi ile olduğuna göre kor­kaklık ve zaaf göstermek nasıl uygun olabilir?!

Daha sonra Yüce Allah insanların gayelerine açıklık getirmektedir: Bu ise ya dünyayı yahut da ahireti istemektir. Her kim ameliyle yalnızca dünyayı el­de etmek, ona ulaşmak istiyor ise, Allah'ın kendisi için takdir ettiği kadarına nail olur. Bununla birlikte ahirette alacak bir payı kalmaz. Her kim ameliyle ahiret yurdunu gözetirse Allah ona da ahiretin sevabından verecektir, dünya­dan da onun için kısmet olarak ayırdığını ihsan edecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim ahiret ekinini (sevabını) isterse biz onun ekinini ar­tırırız. Kim de dünya ekinini isterse biz kendisine ondan (bir şeyler) veririz. Ahirette ise onun hiç bir payı yoktur." (Şûra, 42/20); "Kim bu çabucak geçeni (dünyayı) isterse biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veririz, o burayı kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için gereği gibi çalışır çabalarsa, işte çalışmaları şükür ile karşılanan (mükâfat verilen) kimseler bunlardır." (İsra, 17/18-19). Bu ayet-i kerimenin son bölümü tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin, "Allah şükredenlere mükâfat verecektir" buyruğuna uygundur. Yani biz onlara şükür ve amellerine uygun bir şekilde dünyada da ahirette de lütuf ve rahmetimizden vereceğiz. Bozguna uğrayıp geri kaçmadıkları için de onlara ebedî mükâfatı ihsan edeceğiz.

Size gelince ey dünyayı gözetip ganimetler toplamaya koşuşan, Uhud'daki komutanınızın ve peygamberinizin emrine muhalefet edenler! Bir miktar dün­yalık elde edebilirsiniz, fakat peygamberinizin davet ettiği dünya ve ahireti bir­likte elde etmeyi kaybettiniz. Ayet-i kerimede Uhud günü ganimetlerle uğraşan bu gibi kimseler, üstü kapalı ifadelerle tenkit edilmektedir. Ayrıca, "dilerse" ifa­desinde kişisel iradenin hayır yahut şer türünden olan amelin tabiatını belirle­yici olduğuna işaret vardır. Bu aynı zamanda Buharî ile Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettikleri, Peygamber efendimizin"Ameller ancak niyetler iledir ve herkes için niyet ettiği ne ise o vardır." şeklindeki buyruğuna uygundur.

Daha sonra Yüce Allah Uhud günü başlarına gelenler dolayısıyla mümin­leri teselli etmek üzere, "Nice peygamber vardır ki beraberinde bir çok toplu­luklar savaşmıştır..." diye buyurmaktadır. Yani pek çok peygamber Allah yolun­da savaşmıştır. Onunla birlikte onlara iman eden ashabından bir çok kişi de Allah'ın adını yüceltmek için savaşmıştır. Bunlar hidayet önderleri ve öğretici­leriydiler. Kendilerinin öldürülmesinden sonra olsun, peygamberlerinin öldürülmesinden sonra olsun zaafa düşmediler. Böyle bir durum ortaya çıktıktan sonra cihaddaki kararlılıkları gevşemedi, düşmanlara boyun eğerek teslim ol­madılar. Dünyaya ve dünyanın metaına boyun eğmediler. Gerisin geri de dön­mediler. Aksine peygamberlerinin öldürülmesinden sonra da sebat ettiler, sab­rettiler; hayatta iken sabrettikleri gibi. Allah ise sabırda yarışan ve Allah'tan korkanları sever. Böylelerini doğruya iletir, hakkı gösterir ve en büyük mükâ­fatlarla onlara ecir verir. İşte bu onların övülmeye değer işlerinden bir nebze­dir. Resulullah (s.a.)'ın öldürüldüğüne dair yalan haber yayıldığı vakit Müslü­manların karşı karşıya kaldığı gevşeklik, zaaf ve bozgun üstü kapalı tenkit edilmektedir. Bu yalan haber dolayısıyla müşriklere karşı cihad hususunda zaaf göstermeleri ve Ebu Süfyan'dan eman almak istemekle boyun eğmeleri şek­lindeki tavırları böylece tenkit edilmektedir.

Peygamberlerle savaşan o toplulukların söyledikleri güzel sözlere gelince, onlar musibetin gelip çatması esnasında şöyle demişlerdi: "Rabbimiz bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört, senin emrine uymayan davranışlarımızı affet. Savaş esnasında düşmanlarla karşılaşırken ayaklarımıza sebat ver, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!

Rabbani olmaları ile birlikte günahlarından ve diğer kusurlarından ötürü bağışlanma dilemeleri, kendi kendilerine kusurlu olduklarını hissettirmekte­dir. Savaş esnasında ayaklarına sebat verilmesini istemelerinden önce mağfi­ret isteyerek dua etmeleri ise, onların Rablerinden bu isteklerinin arındırılmış bir ruh ve tam bir teslimiyet ile yapılmasının dualarının kabul ihtimalini daha çok artırması kasdıyladır.

Yüce Allah da düşmanlara karşı zafer, üstünlük, güzel anılmak gibi ihsan­larla dünyanın sevabını, Allah'ın rızasını, rahmetini, lütuflar yurdunda ona ya­kın olmayı elde etmek suretiyle de ahiret sevabını, güzelliğini onlara vermiştir. Yüce Allah'ın bildirdiği şu durum da buna yakındır: "Onlar için o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatıcı neler gizlendiğini hiç bir kimse bile­mez." (Secde, 32/17). Hz. Peygamber de bu mükâfatı şöylece haber vermektedir: "Orada (cennette) hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir kimsenin kalbinden geçirmediği nimetler vardır."

Daha sonra Yüce Allah onları kendi rızasına uygun bir şekilde amellerini güzelleştirmekle nitelendirmektedir. Yeryüzünde Allah'ın sünnetini uygulayan­lar bunlardır ve bu güzel işleri dolayısıyla Allah onları mükâfatlandıracaktır.

Allah'ın hem dünya hem ahiret mükâfatını onlara birlikte vermesinin se­bebi iman eden, salih amel işleyen, dünya ve ahiret mutluluğunu gerçekleştir­mek isteyen kimseler olmalarından dolayıdır. Bu buyrukta sözü geçen salih mümin gibidir onlar. "Bazısı da, "Rabbimiz bize dünyada bir iyilik ver, ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru" der." (Bakara, 2/201).

Ahiret sevabının özel olarak güzel olmakla nitelendirilmesi, onun üstünlüğü­ne, önceliğine ve Yüce Allah nezdinde asıl değer taşıyanın o olduğuna delâlettir.

Allah bu müminlerin niteliklerini önce ona itaat etmeye muvaffak olmala­rı, sonra bu itaat üzere kendilerine sebat verilmesi şeklinde sıralamıştır. Daha sonra da bütün bunların tümünün Allah'ın inayeti, lütfü, tevfiki ve ihsanı ile olduğuna kulun dikkatini çekmek üzere de bu gibi kimseleri ihsan edenler, iyi­lik yapanlar diye adlandırmaktadır.

Bu ayet-i kerime ile Muhammed (s.a.)'in ashabı eğitilmekte, bütün bunla­ra herkesten çok onların lâyık olduklarına dikkatleri çekilmektedir. İşte onlara düşen de bu Rabbanilerin hallerine bakıp ibret almak, onların sabretmeleri gi­bi düşmanlarına sabretmek, onların salih amellerine uyup söyledikleri sözler gibi söylemektir. Çünkü Allah'ın dini birdir, onun insanlara uyguladığı sünneti de tektir. [18]


[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/367.


[14] Kurtubî, IV/221; İbni Kesîr;.tt413.


[15] Medine'nin Avalî denilen semtinde bir yer. Burada da el-Hâris b. el-Hazrec'in oğullarının evleri vardı. Burası Peygamber (s.a.)'in evine bir millik bir mesafededir.


[16] Kurtubî, IV/222-223.


[17] İbni Kesir, 1/409-410.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/368-373.

12 Aralık 2018 Çarşamba

Hadislerin Yazılması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

Bir önceki yazının devamı:

Hadislerin Yazılması

Bu ve önceki hadis ile Ebû Şâh'ın olayından Hz. Peygamber'İn 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem kendisinin hadislerinin yazılmasına izin verdiği anlaşılmaktadır. Bu, Ebû Said'in Resûlullah'tan Sallallahü Aleyhi ve Sellem rivayet ettiği "Benden Kur'an dışında bir şey yazmayın" hadisiyle çelişmektedir.

Hadisleri yazmaya izin verilmesi ile bunun yasaklanmasını şu yollardan biri ile izah edip, birleştirebiliriz:

a) Yazma yasağı, Kur'an'ın inmesi sırasında onun başka bir şeyle karışması korkusu sebebiyledir. İzin ise bunun dışındaki zamanda söz konusudur.

b) Yasak, Kur'an ile Kur'an'dan olmayan başka bir şeyi aynı yere yazma ile ilgilidir, izin ise bunları ayrı yerlere yazma durumuna özgüdür.

c) Yasak ilk dönemde söz konusu idî. Hadislerin Kur'an'la karışma korku­sundan emin olunduğunda verilen izin, yasağı yürürlükten kaldırmıştır. Bu, diğer ihtimallerle çelişmemekle birlikte doğruya en yakın ihtimaldir.

Bir görüşe göre yasak, ezberleme söz konusu olmaksızın yalnızca yazıya gü­venen kişiler hakkında, izin ise bu duruma düşmeyeceğine güvenilen kişiler hak­kındadır.

Alimler şöyle demişlerdir: Sahabe ve tabiinden bir grup hadis yazımını mek­ruh görmüştür. Onlar kendileri hadisleri ezber suretiyle elde ettikleri için, baş­kalarının da hadisleri bu yolla öğrenmelerini müstehap saymışlardır. Ancak, bu konudaki gayretler eskiye göre azaldığında ve imamlar ilmin zayi olmasından korktuklarında hadisleri yazıya geçirmişlerdir. Hadisleri ilk olarak, hicrî birinci yüzyılın başında Ömer İbn Abdülaziz'in emri ile İbn Şihâb ez-Zührî tedvin etmiş­tir. Daha sonra tedvin çoğalmış, ardından tasnif başlamıştır. Allah'a hamd olsun ki bu sayede büyük bir hayır meydana gelmiştir.

114- Abdullah İbn Abbas 
radıyallahu anh şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem hastalığı şiddetlendiği bir sırada o "Bana bir sayfa getirin de size bir şeyler yazayım (yazdırayım) ta ki bundan sonra yoldan sapmayasınız" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem hastalığı ağırlaştı. Elimizde Allah'ın kitabı vardır. O bize yeter" dedi. Oradaki sahabe arasında ihtilaf çıktı, sesler birbirine karıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Yanımdan  kalkın. Benim yanımda tartışma uygun de­ğildir" buyurdu.

İbn Abbas 
radıyallahu anh (bu hadisi rivayet ettiği yerden) çıkarken "Resûlullah'ın Sallallahü Aleyhi ve Sellem o yazıyı yazmaması ne büyük bir musibettir" dedi.[Hadisin geçtiği diğer yerler:3053,3168,4431,4432,5669,7366.]

Açıklama

Bu olay Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ölüm hastalığı sırasında olmuştur.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem "yazayım" sözü yazdırayım anlamına gelmektedir.

Hz. Ömer'in 
radıyallahu anh "Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem hastalığı ağırlaştı" sözü, kitabı yazmak veya yazdırmak ona zor gelir anlamına gelmektedir. Hz. Ömer radıyallahu anh, adeta Hz. Peygam­ber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bunu yapmasının hastalığını uzatacağını düşünmüştür.

Hz. Ömer'in 
radıyallahu anh Bu Söz ve Davranışının İzahı

Kurtubî ve diğer hadis yorumcuları şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem "bana bir sayfa getirin" sözü bir emirdir. Bu emri alan kişi üze­rine gerekli olan, emre derhal uymasıdır. Ancak Hz. Ömer radıyallahu anh ile birlikte bir grup sahabe bu emrin gereklilik için olmadığını, daha iyi olana irşad etme anlamında olduğunu anlayarak, böyle bir durumda ona zor gelecek bu işi yapmayı çirkin gördüler. Onlar Yüce Allah'ın şu âyetlerini de biliyorlardı: "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık", "(Kitabı) her şeyin bir açıklaması olarak (indirdik) [Nahl,16/89] Bu sebeple Hz. Ömer radıyallahu anh "Bize Allah'ın kitabı yeterlidir" demiştir. Diğer bir grup ise Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem emrine uymak için ve yazıda daha fazla izah bulunduğundan yazmayı daha evla görmüşlerdir.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Yanımdan kalkın" şekilde emir vermesi, ilk emrinin bağ­layıcılık ifade etmediğini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu olaydan sonra birkaç gün daha yaşadığı halde ilk emrini sahabeye tek­rar vermemiştir. Şayet yazma emri gerekli olsaydı sahabîler ihtilaf etti diye bunu terk etmezdi. Çünkü o, kendisine muhalefet edenler bulunuyor diye tebliğini terk etmemiştir. Nitekim sahabe onun verdiği bazı emirlerde kendisine farklı görüşle­rini iletiyorlar, ancak kesin olan emirlerinde onun emrine itaat ediyorlardı. Bu konunun detayları Kitap ve Sünnete Yapışma bölümünde gelecektir.[7290 no'lu hadis]

Bu olay, dinin emirleri ile Hz. Ömer'in 
radıyallahu anh görüşünün uyuştuğu konular ara­sında zikredilmiştir.

Hz Peygamberin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Yazdırmak İstediği Şey

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ne yazdırmak istediği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Bir görüşe göre, ihtilafı ortadan kaldırma amacıyla bazı hükümleri açık ola­rak yazdırmak istemişti.

Diğer bir görüşe göre ise, sahabe arasında ihtilaf olmasın diye kendisinden sonra gelecek halifelerin İsmini yazdırmak istemişti. Bunu Süfyan İbn Uyeyne söy­lemiştir. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şu hadisi bunu desteklemektedir: Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem hastalığının başlarında Aişe'nin radıyallahu anha yanında iken şöyle dedi: "(Âişe!) Bana babanı ve kardeşini çağır da bir yazı yazdırayım. Çünkü ben herhangi bir kimsenin (halifeliği) te­menni etmesinden ve bu konuda bir söz söylemesinden korkuyorum. Allah da müminler de Ebû Bekir'den başkasına razı olmaz.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Benim yanımda tartışma uyun değildir" sözü, Hz.Ömer'in radıyallahu anh tercih ettiği görüş doğru olsa bile Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem emrine itaat edilmesinin daha evla olduğunu göstermektedir. Hz. Ömer'in radıyallahu anh görüşünün doğru olduğunu gösteren şey, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem sonradan bunu telafi etmek üzere başka bir teşebbüste bulunmamasıdır.

Kurtubî şöyle demiştir: Sahabenin bu konuda ihtilaf etmesi, Hz. Peygam­berin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Hiç kimse Beni Kureyza yurdu dışında ikindi namazını kılmasın" hadisi konusunda ihtilaf etmelerine benzer. Nitekim bir grup ikindi namazının vaktinin geçmesinden korkarak namazı kılmış, diğer grup emirden ilk anladıkları anlama göre hareket etmiş ve namaz kılmamıştır. İzin verilen bir konuda içtihatta bulundukları ve maksatları da iyi olduğu İçin hiçbiri hakkında kınama ve sert davranış söz konusu olmamıştır.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

* İlmin yazılması caizdir.

* İhtilaf, hayırdan mahrum kalmaya sebep olabilir. Nitekim iki kişinin tartışması sebebiyle Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem kadir gecesinin unutturulması da buna benzemektedir.

* Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem vahiy indirilmemiş olan bir konuda sahabenin içtihadı vaki olmuştur.

Bu hadis İle ilgili diğer ayrıntılara ileride yer verilecektir.[4119. nolu hadis.]


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

11 Aralık 2018 Salı

İlmi Yazmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

39. İlmi Yazmak

111- Ebû Cuhayfe şöyle demiştir: Hz. Ali'ye 
radıyallahu anh "Sizin yanınızda bir kitap var mıdır?" diye sordum. O "Hayır, ancak Allah'ın kitabı, Müslüman bir adama veri­len kavrama kabiliyeti ve bir de şu sahifedekiler vardır" dedi. Ben "O sahifede ne var?" diye sordum. Ali "Diyetler, esirin serbest bırakılması vardır. Bir Müslüman bir kâfire karşılık olarak öldürülmez" dedi.[Hadisin geçtiği diğer yerler:187,3047,3172,3179,6755,6903,6915,7300.]

Açıklama

İlk dönem alimleri (selef), ilmin yazılması ve yazılmaması konusunda ihtilaf etmişlerdir. Sonraki dönemde ise ilmi yazıya dökmenin caiz, hatta müstehap ol­duğu, daha da ötesi ilmi tebliğ görevi olan kişilerin unutmaktan korkmaları ha­linde bunu yazmalarının zorunlu olduğu konusunda icma edilmiştir.

Ebû Cuhayfe'nın bu soruyu sormasının sebebi, Şia'dan bir grubun ehl-i bey­tin elinde, özellikle de Hz. Ali'de 
radıyallahu anh, Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem yalnızca onları ilgilendiren ve başkalarınca bilinmeyen bir kısım vahyin bulunduğunu iddia etmeleridir.

İbnü'l-Müneyyir şöyle söylemiştir: Hz. Ali'nin 
radıyallahu anh "Müslüman bir adama verilen kavrayış" sözü, kendisinde Allah'ın kitabından içtihad yolu ile çıkarılıp yazılmış bazı fıkhî bilgilerin bulunduğunu göstermektedir.

Diyetten kasıt, diyet hükümleri, miktarları ve sınıflarıdır.

"Esirin serbest bırakılması"ndan maksat, Müslüman esirin düşman elinden kurtarılmasının hükmü ve buna teşviktir.

Küşmîhenî rivayetinde ise; cümle atıf halinde olup "Bir Müslümanın bir kâ­fire karşılık öldürülmemesî hususu o sahifede vardır," şeklindedir. Buna göre bu sahifede diyet hükmü ve Müslümanın kâfire karşı öldürülmesinin haram oluşu hükmü yer almaktadır. Bu konunun ayrıntıları Kısas ve Diyetler bölümünde gelecektir.[114]

Buhârî ve Müslim, Yezid et-Teymî aracılığı ile Hz. Ali'den" 
radıyallahu anh şunu rivayet etmişlerdir; "Allah'ın kitabı, bir de şu sahife dışında elimizde olup da okuduğumuz başka bir şey yoktur". Bu sahifede "Medine haram bölgesidir" iba­resi yazılıydı.

Müslim, Ebu't-Tufeyl aracılığı ile Hz. Ali'den 
radıyallahu anh şunu rivayet etmiştir: "Resûlullah tüm insanlara verdiğinin dışında bize (ehl-i beyte) özel bir şey vermiş değildi. Yalnızca bu kılıcımın kınındaki sahifede yazılı olanlar vardır". Sonra kılıcının kınından, içinde şu hadisin yazılı olduğu bir sahifeyi çıkardı: "Allah'tan başkası adına kurban kesene Allah lanet etsin.."

Nesâî, Eşter vb. kimseler aracılığıyla Hz. Ali'den 
radıyallahu anh şunu rivayet etmiştir: Bu sahifede şu hadis yazılı idi: "Müminlerin kanları (canları) birbirine eşittir. En düşüklerinin zimmeti dahi geçerlidir".

Ahmed İbn Hanbel, Târık îbn Şihab aracılığı ile şunu rivayet etmiştir: "Bu sahifede zekat miktarları yazılı idi."

Bütün bu rivayetleri şu şekilde toplayabiliriz:

Hz. Ali'de radıyallahu anh yalnızca bir sahife vardı. Bu sayılanların tümü söz konusu sahifede yazılı idi. Her bir ravi kendi ezberlediğini aktarmıştır. Ama bunların toplamının söz konusu sahifede mevcut olduğu gelen rivayetlerde anlatılmaktadır.

112- Ebû Hureyre'den 
radıyallahu anh rivayet edildiğine göre;

Mekke'nin fethedildiği yıl Huzaa kabilesi, öldürülen bir adamlarına karşılık olarak Benî Leys kabilesinden bir adamı öldürdüler. Bu, Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bildirilince o bineğine bindi ve şu konuşmayı yaptı:

"Allah Mekke'den öldürülmeyi (yahut fili) alıkoydu, onlara Allah'ın elçisini ve müminleri musallat etti. Dikkat edin! Mekke benden önce hiç kimseye helal kılınmamıştır, benden sonra da hiç kimseye helal kılınmamıştır. Dikkat edin! Mekke bana da yalnızca gündüzün bir anında helal kılınmıştır. Dikkat edin! İçinde bulunduğum şu anda Mekke haramdır. Onun dikeni kesilmez, ağacına balta vurulmaz. Yiti­ğini, sahibini aramak maksadı dışında kimse alamaz. Bir kimse öldü­rüldüğünde (onun velisi) şu iki şeyden birini seçme hakkına sahiptir: Ya kendisine diyet ödenir, ya da öldürülenin yakınları kısas yaptırır"

Bunun üzerine Yemenli bir adam gelerek: Ey Allah'ın elçisi bunu (bu ko­nuşmayı) benim için yazınız" dedi. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem de "Bunu falan kimse için yazınız" buyurdu. Kureyş'ten bir adam "Izhır otu hariç ey Allah'ın elçisi, Çünkü biz onu evlerimizde ve kabirlerimizde kullanırız" dedi. Bunun üze­rine Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Izhır (otu) hariç" buyurdu. [Hadisin geçtiği diğer yerler:2434,6880] Buhârî'nin bu rivayeti üzerine:" Adama ne yazıldı? diye kendisine sorulunca; "Bu hutbe yazıldı" dedi.

Açıklama

Hadiste geçen "Allah Mekke'yi filden korudu" ifadesi, meşhur fil kıssasını or­taya koymaktadır. Habeşliler Mekke'ye filleri ile birlikte gittiler. Allah Mekke'ye girmelerine engel olarak onlara sürü sürü kuşları musallat etti. Üstelik o sırada Mekke'liler kâfir idi. Öyleyse İslam'dan sonra Mekke'nin dokunulmazlığı çok daha önemlidir. Ancak bu ve başka hadislerden anlaşılan İlk anlama göre Mek­ke'de Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem savaşması ona özgü bir hükümdür. Hac bölümünde bu konu ayrıntılı olarak gelecektir.

"Kureyş'ten bir adam" sözü ile kasdedilen, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem amcası Abbas İbn Abdülmuttalib'tir,

113- Vehb İbn Münebbih kardeşinden şunu rivayet etmiştir: Ebû Hureyre'nin 
radıyallahu anh şöyle dediğini işittim: Hz, Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem ashabı İçinde, Abdullah İbn Amr radıyallahu anh hariç benden çok hadis rivayet eden yoktur. Çünkü o yazardı, ben ise yazmazdım.

Açıklama


"O yazardı, ben ise yazmazdım": Ebû Hureyre'nin 
radıyallahu anh rivayet ettiği hadislerin sayısı, Abdullah İbn Amr'ın radıyallahu anh rivayet ettiği hadislerin sayısından kat kat fazla ol­duğu halde Ebû Hureyre radıyallahu anh Abdullah'ın kendisinden daha fazla hadis rivayet ettiğini söylemiştir. Bunun birkaç sebebi vardır:

1. Abdullah, rivayetten çok ibadetle meşgul olduğundan kendisinden az hadis rivayet edilmiştir.

2. Fetihlerden sonra Abdullah'ın çoğunlukla kaldığı şehirler Mısır ve Tâif idi. Oysa ilim talep edenler Medine'nin aksine Mısır ve Taife çokça yolculuk yapmı­yorlardı. Ebû Hureyre 
radıyallahu anh İse ölünceye kadar Medine'de fetva verme ve hadis riva­yet etme ile uğraşmıştır. Bu, Ebû Hureyre'den radıyallahu anh hadis rivayet edenlerin çokluğun­dan da anlaşılmaktadır. Buharı, tabiînden sekizyüz kişinin ondan hadis rivayet ettiğini söylemiştir. Bu, başkası için söz konusu olmamıştır.

3. Yakında zikredeceğimiz üzere Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem, kendisinden işittiği hadis­leri unutmaması için Ebû Hureyre'ye radıyallahu anh dua etmişti.

4. Abdullah 
radıyallahu anh Şam'da ehl-i kitabın kitaplarından bir deve yükü kitap elde et­mişti. Bunlara bakar ve bunlar hakkında konuşurdu. Bu sebeple tabiun imamla­rının pek çoğu ondan hadis almaktan çekinmişlerdir.

Bu bölüm bir sonraki yazıda da Devam edecek...


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

10 Aralık 2018 Pazartesi

Hz. Peygamber Hakkında Yalan Söyleyen Kişinin Günahı

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

38. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hakkında Yalan Söyleyen Kişinin Günahı

106- Rib'î İbn Hiraş, Hz. Ali'nin 
radıyallahu anh şöyle söylediğini rivayet etmiştir: Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Benim ağzımdan yalan uydurmayınız. Kim benim ağzımdan yalan uydurursa cehenneme girsin".


Açıklama

"Benim ağzımdan yalan uydurmayınız" ifadesi tüm yalancıları ve her türlü yalanı kapsayan genel bir ifadedir. Bunun anlamı "yalanı bana nisbet etmeyin" dir. Bir grup cahil insan aldanarak amellere teşvik ve günahlardan sakındırmak amacıyla hadis uydurmuşlar ve "biz onun aleyhine yalan hadis uydurmadık, aksine bunu onun dinini güçlendirmek için yaptık" demişlerdir. Bu kişiler, onun adına yalanlar düzmenin aslında Allah adına yalan sözler düzmek olduğunu da fark etmemişlerdir.

107- Abdullah İbnü'z-Zübeyr'in oğlu Amir babasından şunu aktarmıştır: (Babam) Zübeyir'e "Falan ve falan kimselerin hadis aktardığı gibi senin Resûlullah'tan hadîs aktardığını (niçin) duymuyorum?" dedim. O şöyle cevap verdi: "Gerçek şu ki ben Hz. Peygamber'den 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hiç ayrılmadım (hep onunla birlikte idim), ancak onun şöyle dediğini duydum (bu sebeple çok hadis rivayet etmiyorum):

"Kim benim ağzımdan yalan söz uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın".


Açıklama


Zübeyr'in 
radıyallahu anh, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu sözü sebebiyle az hadis rivayet etmesi gösteriyor ki "yalan, kişi kasten söylesin veya yanlışlıkla söylesin, söylediği şeyin gerçeğe uygun olmamasıdır". Yanlışlıkla söylediğinde günahın söz konusu olmadığı konusunda icma vardır. Ancak Zübeyr radıyallahu anh çok hadis rivayet ederek farkında olmaksızın hataya düşmekten korkmuştur. Zübeyr ve diğer bazı sahabîler radıyallahu anhum çok hadis rivayet etmekten geri durmuşlardır. Çok hadis rivayet eden sahabîlere gelince, bu durum onların hadis ezberleme konusunda kendilerine güvendiklerine yahut uzun süre yaşamaları sebebiyle bilgilerine ihti­yaç duyulduğuna, kendilerine soru sorulduğunda bunu saklamalarının mümkün olmamasına yorulur.

108- Abdülaziz, Enes'in 
radıyallahu anh şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Benim sizlere çok hadis rivayet etmeme engel olan şey Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şu sözüdür:

"Kim kasten benim ağzımdan yalan uydurursa cehennemdeki ye­rine hazırlansın".


Açıklama

Enes de yukarıda geçtiği gibi Zübeyr'in 
radıyallahu anhum korktuğundan korkmuştur. Onların az hadis rivayet etmesi, hataya düşmekten kaçınmak içindir. Bununla birlikte Enes çok hadis rivayet eden sahabîlerdendir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz üzere o uzun süre yaşamış, onun bilgisine İhtiyaç duyulmuş, o da bildiklerini saklamamıştır. Enes'in radıyallahu anh bu sözü ile rivayetler ettiği hadislerin sayısı dikkate alın­dığında şu da söylenebilir: Şayet bildiği hadislerin tümünü rivayet etseydi, mev­cut rivayetlerinin birkaç katı olurdu.

109- Seleme 
radıyallahu anh, Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem şu sözü duyduğunu söylemiştir:

"Benim söylemediğim bir şeyi benim ağzımdan söyleyen kişi ce­hennemdeki yerine hazırlansın".

110- Ebû Hureyre 
radıyallahu anh, Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem şu hadisini rivayet etmiştir:

"Benim adımı (kendinize, çocuklarınıza) veriniz, ancak benim künyemi (bir­birinize) takmayınız.

Beni uykusunda gören gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim kılığıma giremez.
Kim kasten benim ağzımdan yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın.[Hadisin geçtiği diğer yerler:3539,6188,6197,6993.]


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

9 Aralık 2018 Pazar

(İlim Meclisinde) Mevcut Olan Kişi Orada Bulunmayan Kişiye İlmi Tebliğ Etsin

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

37. (İlim Meclisinde) Mevcut Olan Kişi Orada Bulunmayan Kişiye İlmi Tebliğ Etsin


İbn Abbas 
radıyallahu anh bunu Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem aktarmıştır.

104- Ebû Şüreyh, (Abdullah İbn Zübeyr ile savaşmak üzere) Mekke'ye or­dular gönderen Amr İbn Said'e şöyle dedi: "Ey emir! İzin ver de Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Mekke fethinin ertesi günü insanlara yaptığı konuşmayı sana aktarayım. Bu konuşmayı kulaklarım duydu, kalbim ezberledi, gözlerim Hz. Peygamber'i Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu konuşmayı yaparken gördü. O Sallallahü Aleyhi ve Sellem Allah'a hamdü sena ettikten sonra şöyle dedi:

"Şüphesiz ki Mekke şehrini Allah haram kılmıştır. Onu insanlar haram kılmamıştır. Dolayısıyla Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kimsenin orada kan akıtması, ağaç kesmesi helal değildir. Şayet Al­lah'ın Resulünün burada savaş yapmasını gerekçe göstermek isteyen biri olursa ona şöyle söyleyin: Allah, Resulüne izin verdi, size izin vermedi. Ona da yalnızca günün bir bölümünde izin verdi, sonra onun haramlığı geri döndü. Dün o nasıl haramsa bugün de öyle haramdır. (Bu sözlerimi) burada olanlar olmayanlara iletsinler".

Ebû Şüreyh'e: "Amr {bu sözlere) ne dedi?" diye sordular. Ebû Şüreyh:

Amr şöyle dedi: Ben bunu senden daha iyi biliyorum ey Ebû Şüreyh. Ancak Mekke hiçbir isyankârı, zimmetinde kan olan bir kaçağı, kaçmış olan bîr hırsızı barındıramaz" dedi.
[Hadisin geçtiği diğer yerler:1832,4295]

Açıklama
Abdullah İbnü'z-Zübeyr, Muaviye'nin oğlu Yezid'e bey'at etmekten kaçına­rak Harem'e (Mekke'ye) sığındığında, Yezid'in Medine valisi olan Amr İbn Said onunla savaşmak üzere Mekke'ye ordular gönderiyordu. Bu olay meşhurdur. Özeti şu şekildedir: Muaviye kendisinden sonra oğlu Yezid'i hilafet için veliahd kıldı. Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin ve Hz. Zübeyir'in oğlu Abdullah dışındaki insanlar ona biat ettiler. Hz. Ebû Bekir'in oğlu Muaviye'den önce ölmüştü. Hz. Ömer'in oğlu ise, Muaviye'nin ardından onun oğlu Yezid'e bey'at etti. Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin, kendisine bey'at etmek üzere davet edildiği Kûfe'ye doğru yola çıktı. Bu yolculuk onun öldürülmesine sebep oldu. Zübeyir'in oğlu ise kurtuldu. Ona "Beytullah'a sığınan kişi" deniliyordu. Mekke'ye hakim oldu. Muaviye'nin oğlu Yezid, Medine'deki yöneticilerine ona karşı ordular göndermelerini emredi­yordu. Sonunda Medine'liler Yezid'i halifelikten azletme konusunda anlaştılar.

"İzin ver" sözü, yadırgama amacıyla edebe uygun tarzda, zalim yöneticilerin hakkı kabul etmelerini kolaylaştırmak İçin söylenmiş bir sözdür.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Onu insanlar haram kılmadı" sözü, in­sanların onu haram kılmak İçin anlaşma yapmadıklarını bunun Allah'ın vahyi ile olduğunu İfade etmektedir.

Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yalnızca fetih günü savaşma izni veril­miştir. İzin verilen şey de ağaçların koparılması değil, savaşmaktır.

İsyankârı barındırmaz": Yani hiçbir isyankârı, kendisine had cezasının uy­gulanmasından koruyamaz.

Zimmetinde kan (borcu) olan hiçbir kaçağı": Yani bir kimseyi öldürmüş olan kişi, kendisine kısas yapılmasın diye Mekke'ye sığındığında Mekke onu koruyamaz.

İbn Battal şöyle demiştir: Amr cevap verirken lügat parçalamış, görünüşte hak olan bir söz ile batıl bir anlam kasdetmiştir. Çünkü bir sahabî kendisinin Mekke'ye savaş için ordu göndermesini yadırgamış, o ise Mekke'nin kısas uygu­lamaya engel olamayacağını söyleyerek cevap vermiştir. Bu doğrudur, ancak Zübeyir'in oğlu Abdullah, bu sayılanları gerektiren hiçbir suç işlememiştir. Bu hadisle ilgili geniş açıklamayı ve âlimlerin Mekke'de savaş yapma konusu ile İlgili farklı görüşlerini Hac bölümünde ele alacağız.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar


* Hadiste Mekke'nin şerefi yer almaktadır. 


* Söylenmek İstenen bir sözden önce hamd-ü sena getirilir.

* Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem özgü bazı hükümler bulunmaktadır. Bu hükümler dışında Müslümanlar da onunla aynı hükümlere tabidir. 

* Dinde nesih vaki olmuştur.

* Ebû Şüreyh, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem tebliğ emrine uyarak bu hadisi haber ver­miştir. Bu onun üstünlüğünü göstermektedir.

105- Ebû Bekre 
radıyallahu anh Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir:

"Şüphesiz ki canlarınız, mallarınız (ve ırzlarınız) [Hadisi rivayet eden Muhammed "zannediyorum ki Peygamberimiz "
ırzlarınız" kelimesini de kullandı" dediğinden bu bölümü parantez içinde verdik.] sizlere bu ayınızdaki bu gününüzün haram olması gibi haramdır. Dikkat edin bura­da bulunan, bulunmayana tebliğ etsin".

Muhammed şöyle derdi: Resûlullah 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem doğru söyledi. Onun dediği oldu. "Dikkat edin, tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi?.[Bu hadis İlim bölümünün başında geçti.]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.